Hayata Yön Veren Hikayeler...

Meçhule Mektuplar II

Bu benim ona yazdığım eline geçmeyen, göndermediğim veyahut gönderemediğim bilmem kaçıncı mektubum;her ne hikmetse bilmiyorum ama beynimdeki düşünceler iki noktada birleşiyor.Birincisi mektupları hep gece yazarım camın önünde sokak lambasına bakarak, yarasalar mı ilham getirir sokak lambamsımı bilmiyorum ikincisi gece insan daha cesur oluyor geceleri düşündüklerimi sabah ilk iş yapmak olacak diyorum ama yapamıyorum.
Bazen kendi kendime sorular soruyorum acaba diyorum ona olan duylularım körelmiş midir sonra kendi sorularıma kendim cevaplar buluyorum eğer duygularım körelmiş olsa diyorum ona bu mektupları yazarıyım ve bir sanat eseri gibi saklar mıyım .Bir hisse senedi gibi, değerli bir tablo gibi.
Tabi bu soruların gerçek cevaplarını bende bilemiyorum.omuzlarımın taşımayacağı yükleri taşıyamamaktan mı korkuyorum onu da bilmiyorum .
Zamanla duygularıma gem vuramadığım için şimdi tutup ta zamanı suçlamanın bir anlamı yok suçlamıyorum işte bende zamanı buna hakkımda yok zaten.
Şimdi yüklendiğim sorumlulukları bir hamalın sırtındaki yükü devenin sırtındaki kamburu taşımaya mecbur olduğu gibi bende bu sorumlulukları taşımaya mecbur hissediyorum kendimi.
Ve işte zaman ilerledi sırf bize inat olsun diye saatin akrebiyle yel kovanı on ikide buluştular.zoraki gözlerimi kapatmak istiyorum ve dahası uyumak .Uyumak öyle kolay iş değil insanın uyuması için kendisiyle barışık olması gerek ben nasıl barışırım kendimle ben benliğimi ona verdim ve o yok işte.
Beklenen gün gelir ve beklenen gelmezse intiharın eşiğine gelmişin demektir.
 
Meçhule Mektuplar III

Ona hep yazıyorum yazdıklarımı da bende kalan son resminin yanına bırakıyorum beni anlasın diye bilmem ne kadar anlayabilirse?
Bilmiyorsun? Beni ilk o görmüştün ağlarken belki son olarak ta yine o görecek . Önceleri ağlamaz mıydın? nadiren de olsa ağlardım, belki de kendimi haklı çıkarmak istediğimden hatırlamıyorum. Önceleri de ağlardım ama ilk defa onun yanın da ağlamıştım. Pınarın önünde ki seti o kaldırdı. Şimdi biteviye akıyor.

Yokluğuna kahrediyorum çokça hıncımdan yumruklarımı sıkıyorum. Çaresizliğimi ortaya koyuyorum gözlerim bir noktaya takılıyor. Zamanın ne kadar geçtiğini bilemiyorum. Masa saatinin çalmasıyla kendime gelip telefona sarıldığım çok oluyor . Gülme bana. Anla beni.

Hayallerime gücüm yetmediği zamanlar kalemime sarıldığımı bilir o. Tüm, hıncımı kağıttan kalemden alırım sanki, sanki beni yalnız onlar anlarmış gibi beni, parmaklarım uyuşuncaya kadar yazmak isterim. Sabahlara kadar peş peşe sigaralar yakarım her nefeste eridiğimi bile, bile. Maziyi Nostaljiyi düşünürüm ve mutluluğu.

Mazi: Gökte kayan yıldız
Nostalji: O yıldızı yakalamak
Mutluluk: Onun anl***** bilemiyorum

Ve yine hıncımı kağıtlardan alıyorum. Şiirler yazıyorum perçemleri dağınık bir şairin halini anlatıyorum. Yalnızlık beni yalnız bırakmıyor.Yalnızlığım Ah benim suç ortağım.
Ezanlar okunuyor horozlar peş peşe ötüyor. Sabahın olduğunu duyuruyorlar bana. Oysaki ben sabahı gözlerim açık karşıladım gece uyurken.
Birazdan dışarı çıkacağım utanıyorum; güneşin yalnızlığımı yüzüme vurmazsıdan korkuyorum. Birazdan sahile gideceğim. Bir demet çiçek atacağım denize balıklara. Çünkü balıklar beni ondan daha iyi anlıyorlar.
Sevgi kelimesi artık bana içli şarkıları hatırlatmıyor. Yarama üstüne tütün basıyorum aksine.

Bu kahreden yalnızlık ne zaman bitecek. Aynı dünyada yaşayıp ayrı dünyalardaymış gibi görüşmemek. Kahrediyor beni. Arttık binlerce kilometrekarelik yeryüzü dar gelmeye başlıyor bana. Deli gönül ıssız denizlere ***ürmek istiyor beni. Yaralı bir yürek ve hurda bir tenekeyle.

Yokluğuna alışamadım! Çoğu zaman karabasanlar basıyor. Duygularım bir yudum hıçkırık oluyor bazen duygularımın tercümanı yok. Yok anlayan dilimden zamanın unutturamadığı hatıralar. Film şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden .

Evet, evet kararlıyım sabah ilk işim bir demet çiçek alacağım balıklara atacağım.sana yemin ve sonra kırık bir kalple hurda bir tekneyle açılacağım ıssız denizlere
 
Mektup

Korkuyorum. Ölmekten mi? Hayır, yokluktan. Ölmek nihayet bir kaç dakikalık mesele. Yürümek, uyumak gibi basit bir şey. Ama yokluk; ölüm... Evet, ölmek ve ölüm ayrı şeyler bence. Biri sonun başlangıcı, biri de son ve yokluk. Ölmekte şiir var, duygu var, anlam var. Ölüm, sadece karanlık, boşluk, anlamsızlık.

Doğmak başlangıcı yaşantımızın ve çilemizin. Ölmek sonu. Ölümse; öldükten sonraki zaman. O dizgin vuramadığımız at, o asla sahip olamadığımız kadın.

Ölmek elimizde, ölüm Tanrı'nın sırrı, bedeli var oluşumuzun.

Ölümsüz olmalıydı ölmek dünyada. İnsan dilediği anda ölmeli, dilediği anda yaşamalıydı.

Ölümün gelmesini bekleyenler, ölmeyi bilmeyenlerdir. Yaşamamız Tanrı'nın bileceği bir şey, zamana hükmeden O, ölüme hükmeden de O. Yalnız ölmek bizim. Onunla yetinmek kalmış bize bu ölümlü dünyada.

bu tek hakkımızıda suç saymış bizden önce gelenler. Suç işlemişler, günah demişler. Yaşatmışlar yaşamışız, öldürmüşler ölmüşüz. Nerde kaldı bizim üstünlüğümüz? İnsanlığımız, zekamız nerede kaldı?

Bitkiler, hayvanlar diledikleri ölemiyorlarsa insan olmadıkları içindir. Ölmek asla *********lik değil, hele korkaklık hiç değil. Yalnız yaşamaktan korkanlar, yılgınlar mı ölmek isterler sanıyorsun?

Cesaret, başkalarına kötülük etme pahasına da olsa yaşamak mı? Cesaret, sürekli bir aldanmaya boyun eğmek mi? Durmadan aldatmak mı cesaret?

Kötü, korkunç bir dünya üzerinde yaşıyoruz. Bütün çabamız kendi kendimizi bitirmek ve son vermek insan nesline. Öyleyse bir adam eksilmiş olsa bu şuursuz kalabalıktan ne çıkar?

Hatırlıyor musun? Bir şiirimde:
"Bir yere kadar yaşamak güzel
Ama bir yerde ölüm güzel oluyor" demiştim.

İşte bu gün ölümün güzel olduğu yerdeyim…
 
Mektup Arkadaşı

Gül taşıması gerektiğini unutarak ona doğru bir hamle yaptım. Hareket ettiğimde, dudaklarında küçük kışkırtıcı bir gülümseme belirdi ve "Benimle mi geliyorsun, denizci?" diye mırıldandı. Tamamen iradem dışında ona doğru bir adım daha attım ve o zaman Hollis Maynell'i gördüm. Tam olarak kızın arkasında duruyordu.
40 yaşını geçmiş, gri saçlarını yıpranmış bir şapka altında saklamış kadındı. Şişmandı ve kalın bilekli ayakları alçak topuklu ayakkabıların içine zor girmişti. Yeşil elbiseli kız hızlı şekilde uzaklaşıyordu. Onu takip etmek arzum çok güçlüydü ama aynı zamanda ruhu benimle arkadaşlık etmiş ve destek vermiş kadına karşı duyduğum özlem de çok derindi.
Onun soluk, şişman suratı kibar ve duyguluydu, gri gözleri sıcak ve parıltılıydı. Tereddüt etmedim. Parmakların onu bana tanıtan eski kitabı sıkıyordu. Bu aşk olamazdı, ama özel bir şeydi. Belki aşktan daha güzel bir şey, bir arkadaşlık olmalıydı bu.
Duyduğum hayal kırıklığının sesimi boğmasına rağmen, onu selamladım ve kitabı uzattım. "Ben Lieutant John Blanchard, ve siz de Miss. Maynell olmalısınız. Benimle buluşabildiğinize çok sevindim. Sizi yemeğe davet edebilir miyim?" Kadının suratı toleranslı bir gülümseme ile genişledi. "Bunun ne olduğunu bilmiyorum" diye cevap verdi. "Fakat demin yanından geçen yeşil giysili kadın, bu gülü yakama takmam için ısrar etti. Ve eğer beni yemeğe davet edecek olursan, caddenin karşısındaki büyük restoranda seni bekliyor olacağını ve bunun bir çeşit test olduğunu söyledi."
 
Mektup-10


Seni kıskanıyorum. İçimde gururdan eser yok artık. Kıskançlığımın başladığı yerde yüreğim tertemiz oldu, aydınlandı, pırıl pırıl şimdi. Gururum, zaman zaman benliğimi saran kendini beğenmişliğim, güvenim ve inançlarım; hep seninle yaptığım savaşta yenildiler. Bir kıskançlık hissi kaldı içimde dipdiri ve her zamankinden daha güçlü. Kazandığın savaş onu da yenebildiğin anda bir zafer olacak, ancak o zaman "Kazandım" diyebileceksin.

Fakat ben o duygunun, bende fethedemediği son kalenin o son kalenin asla düşmeyeceğine inanıyorum. Bütün çabaların boşa gidecek, seni sevdikçe kıskanacağım. Bir gün beni sevmemen bile bu savaşa tesir etmeyecek. O zaman asıl büyük yenilgiye doğru sen gideceksin. Sevgimi karşılıksız bırakman bana attığın son kurşun olacak. Açacağın büyük yaraya rağmen yıkılmayacağım, ölmeyeceğim anlıyor musun? Yine seni sevmeye, yine seni kıskanmaya devam edeceğim.

Beni tanımadan önce yaşadığın yıllar var ya; onları da kıskanıyorum. Düşün bensiz yaşayacağın bir dakikaya bile tahammülüm yok artık. Bir gün güzel bileğindeki küçük saati parçalayabilirim, bensiz bir zamanı sana bildirdiği için. Mümkün olsa bütün o dakikaları, o günleri sana yeniden yaşatmak isterdim.

Sana kıskanılmış zamanlar, mesafeler ötesinden seslenmek ne acı bilemezsin. Seni gören, güzelliğini arzulu bakışlarla seyreden insanların da bu dünyada yaşadığını düşünmek ne korkunç bir şey anlayamazsın. Hele seni başkalarının da sevdiğini ve seveceğini bilmek ne türlü bir ölümdür düşünemezsin.

Kıskançlığım bir hayvanın dişisini kıskanması değil. Mayamızda olan arzunun ötesinde bir şey bu. Ebediyyen sahip olmak hissinin çok üzerinde bir ölümsüzlük çabası, bir sonsuzluk duygusu...

Seni kıskanıyorum. Verdiğin huzursuzluğa rağmen bir kadını kıskanmanın büyük huzuru içindeyim. Oysa ben seni tanıyıncaya kadar kıskançlığı daima ilkel bir duygu olarak düşünür, reddederdim. Bu davranış belki de o güne kadar kıskanılmaya senin kadar değer bir insanı tanımamış olmanın verdiği eziklikten gelirdi.

Şimdi o ezikliğin yerine bir kabına sığamamak var içimde, taşmak var. Sevginle tamamlandımsa verdiğin kıskançlıkla bütünlendim.

Hep böyle kıskançlığımı besleyecek kadar güzel kal...
 
Mektup-11
parlama.gif



Bir gün bir yalnızlığa düştüm yine. Başımın ellerimin arasına aldım, sessizce ağlamaya başladım. Önümde yarıya gelmiş bir konyak şişesi. "Beni iç" diye fısıldıyordu, "Beni iç". Sonra yalvarmaya başladı: "Ne olur" dedi "Ne olur haydi iç beni".

Bir bardak doldurdum, tepeme diktim. Şişe rahatladı, sustu. Hani ellerimiz birbirine değince nasıl oluyorduk ? İşte öyle oldum. Hani bakışlarımız buluştuğu zaman, bir başka türlü atması vardı yüreklerimizin. Onu hatırladım.

Sonra bir tren hareket etti. Sabahtı. Karşı karşıyaydık. Konuşuyorduk. Ben sevmek diyordum durmadan. Gözlerim gözlerine soruyordu: "Seviyor musun ?" diye. Hep "Evet" diyordu gözlerin, ellerin, dudakların hep "Evet" diyordu. Oysa ki birçok "Hayır" diyen insanlar vardı çevremizde. Örneğin: bir çocuk "Hayır" diyordu, bir kadın, bir adam ve bir başkası, bir başkası "Hayır" diyordu. Hayır'lar arasında ezilmeye mahkumdu evet'lerimiz...

Tren ilerliyordu. Gözlerin gözlerime soruyordu "Ne olacak ?" diye. Sigara üstüne sigara yakıyordum, kadeh kdeh içki içiyordum, fakat bilmiyordum bende ne olacağını. Bizi sürükleyen bir akıntıydı. Durduramazdık onu, hükmedemezdik ona. Bir anafora rastlayıp nerdeydi ? Uzak mıydı ? Belki çok yakındı, kimbilir... Biz onu göremeyecektik. O gözlerimizi kör ettikten sonra saracaktı bizi buz gibi kollarıyla...

Tren ilerliyordu. Pencereden deniz görünüyordu. Denize akşam güneşi vurmuştu. Renk renk kayıklar gördük kıyılarda. Deniz taş atan çocuklar gördük. Uzakta bir balıkçı ağlarını topluyordu.

Ve tren ilerliyordu. Kadere yaklaşıyorduk... Bir alacakaranlık bastı zamanı. Gözlerim gözlerindeydi. Ellerini tuttum, titredin. Acı acı bir düdük öttü. Bir şeyler koptu içimizden.

Sonra tren durdu, indik, yollarımız ayrı ayrıydı.

Şimdi, o gün verdiğin yalnızlığı yaşıyorum...
 
Mektup-12
parlama.gif



Bana çılgın diyorsun, seni sevdiğim için. Yanılıyorsun, sevmek çılgınlık değil. Sevmek insan tarafımızı bulmamızdır bence. Biraz da yaklaşmamızdır Tanrı'ya zaman zaman.

Dünyada sevmeyenlere, sevemeyenlere acımalı. O ot gelip, ot gidenlere acımalı. Sevebilen insan kendini keşfetmiş insandır. Talihli insandır. Çektiği bütün acılara rağmen; mutlu, kıvançlı insandır o. Aşktır yücelten bizi ve derinliğimiz aşktandır. Gerisi boş, gerisi yalan...

Aşksa, sevmektir. Durmadan, nefes alırcasına sevmektir...

Sevmekle sevilmek ayrı şeyler... Sevilmeyi çoğaltmak, ona bir başka şekil vermek, daha da yoğunlaştırmak onu elimizde değil. Oysa ki sevgimizi dilediğimiz gibi yoğurabilir, dilediğimiz şekli verebiliriz ona.

Derinlikse derinlik, yükseklikse yükseklik, genişlikse genişlik...

İki kişiye bir dünya...

Sevmekte gücümüz var, irademiz, aklımız var. Biz varız sevmekte. Sevmek yaratmaktır bir bakıma. Sevilmekse; yaratılmak.

Demek ki biz seninle birbirimizi yaratıyoruz durmadan. Sen beni yarattıkça güzelsin işte ve ben seni yarattıkça güçlüyüm, daha bir insanım.

Beni sevmeseydin yine bir şey değişmeyecekti benim için. Sen biraz eksik kalacaktın, biraz sen kaybedecektin. O kadar.

Şimdi insanların en güzeliyiz, en iyisiyiz elbette. Seviyoruz... Seviliyoruz...

Sevgimi anlamadığın ve ona saygı göstermediğin anda ölebilirim. Karşılık verdiğin anda değil.

Birbirimizi yeniden yaratmaya devam edelim..
 
Mektup-13
parlama.gif



Senden hiç ayrılmamak vardı. Zamanı durdurmak, bütün saatleri parçalamak vardı. İsyan içindeydim. Neydi bu çaresizlik ? Bizi çepçevre saran bu dört duvar neydi ?

Bir ara Tanrı'yı düşündüm, Peygamberleri, dinleri, kitapları düşündüm. Boş inançlarımız mıydı çaresizliği yaratan ? O bizim eserimiz miydi ? Öyleyse neden bizden büyüktü, güçlüydü ?

Bunca yıl neyi aramış, kimi özlemiştim ? Madem ki benim olmayacaktın neden karşıma çıkardılar ? Kim yaptı bunu ? Bu kötülükler kimin eseri ? Tanrı'nın işi yokta bizi mi görsün ? Öyleyse kime inanacağız ?

O kitaplar ki sabırdan bahsediyor. Ama ne kadar ? Nereye kadar ?..

O dinler ki duadan bahsediyor. Kime, niçin ve ne zaman ?..

O Peygamberler hiç sevmediler mi ?

Ben San'a inanıyorum kitaplara değil...

Ben Sen'i istiyorum... Dua değil... Sabır değil...

Artık gideceksin, biliyorum, vakit geç oldu. Yatakta izin kalacak, havada kokun ve yastığın üzerinde bir iki tel saçlarından. Telaş içinde giyinmeye başlayacaksın. "Çoraplarında eğrilik var" diyeceğim, düzelteceksin. Dudaklarını boyarken, eğilip enseden öpeceğim. İçin sevgiyle dolacak. Gözlerin ışıl ışıl "üzülme, üzülme" diyeceksin "yine geleceğim"

Ya gelmezsen ?.. Hayır, hayır geleceğine inanıyorum. Fakat yine gideceksin. Yine gideceğini bilmek kötü. Dayanılmaz bir şey bu...

Hatırlıyorum; elini uzattın, "Allahaısmarladık" dedin, gittin... Gözden kayboluncaya kadar baktım arkandan, sonra kapıyı kapattım, bir başka kapı açıldı yalnızlığa...

Yürüyemiyordum, oturamıyordum. Yattım, uyuyamadım. Sanki yerçekiminden kurtulmuştum, boşluktaydım, ağırlığım kalmamıştı.

Elimde, tam nabzımın üstünde bir saat işliyordu her şeyden habersiz. Çıkardım, duvara çarptım, parçalandı ve durdu.

Fakat sadece saatin sesiydi kaybolan.

Yoksa zaman ilerliyordu…
 
Mektup-18
parlama.gif



Gelme diyecektim, geldin... İyi ettin geldiğine. Nerdeyiz ? Bir şehir yanıyor, dikkat et. Tutuşabiliriz. İşte ilk ateş gözlerine düştü, sonra dudaklarına, saçların arasına kıvılcımlar doldu ışıl ışıl. Yanıyorsun, yanıyorum, yanıyoruz...

Aramakla yetinsek bunlar gelmeyecekti başımıza. Yine de memnunum, iyi ettin geldiğine. Taş olup kalmaktansa, ağaç olup yanmak iyi. Ellerini ver, ellerini... Öpüşmeye susadım. Tırnak uçlarından öpmeye başlayacağım seni. Titreme, yanıyorsun...

Koluma yat, sağ koluma, güçlü, erkek koluma. Dağılsın saçların, bırak. Nasıl olsa onları da öpeceğim tutam tutam... Kulak memelerini, gür kaşlarını, dudaklarını da öpeceğim. Dolgun dudaklarını, seven, sevdiren dudaklarını... Dişlerim dişlerine değecek. Yum gözlerini, artık yaşamıyoruz. Belki de yaşamak bu, bizim bilmediğimiz.

Öyleyse yeni yeni başlıyoruz yaşamalara, derin nefes almalara, o ölümsüz olmalara...

Bir ekşi elma ısırıyordum, dişlerim kamaşıyordu omuz başlarını gördükçe ve biraz sen oluyordum sevdikçe, seviştikçe...

"Işığı söndür" diyordun, inadına yakıyordum. Yalvarıyordun, çıldırıyordun. Hiç ağlamadın. Ağlasan ne değişecekti. Ama ağlamadın işte yükseldin, yüceleştin, tanrılaştın bir yerde. Öyle güzeldin anlatılmaz.

Alnımdan ter boşanıyordu, saçlarım yapış yapış olmuştu. Yüz merdiven inip yüz merdiven çıkıyordum bir dakikada. Derin bir kuyudan su çekiyordum. Bir mağara ağzında sana sesleniyordum. Karanlıklar içinde birbirimizi aydınlatıyorduk.

Sağır bir zamandı yaşadığımız. Sağır ve merhametsiz. Kör bir geceydi yumruklayan kapıyı, kör ve dilsiz...

Artık hiç sönmeyecektik biliyordum.
 
Lambanın Cini
parlama.gif



Lambanın Cini

Odanın içinde dolaşan küçük Ahmet evvelki gün izlediği filmden çok etkilenmişti.Odada, köşede duran çaydanlığı akşamki filmden sonra o köşeye koymuş her an içinden bir cin çıkabilirmişçesine o çaydanlığa titizlikle bakıyordu.Artık sabredememiş, eski lambalara benzeyen çaydanlığı ovalamanın zamanının geldiğini düşünmüştü.Kendisinden üç yaş büyük olan ağabeyine, lambanın içinden çıkacak(Ahmet’in çıkacağını sandığı) cinden korktuğu için yanına gelmesini söyledi.Ahmet’in ağabeyi küçük yaşına rağmen psikolojik tedavi görüyordu.Doğuştan,birilerine acı çektirmeyi seven Ahmet’in ağabeyi Mehmet, annesigilin kendisini bu hastalıktan arındırdığını sanmasını sağlamıştı.Mehmet’e güvenip kardeşine bakacağını düşünen annesi,birazcık uzaktaki marketten yarım kilo kıyma alıp gelecekti.Fakat olacaklardan nasıl haberdar olabilirdi ki…

Mehmet, Ahmet’in bu teklifine olumsuz cevap verdi.Ama aklında bir plan vardı.Ahmet korkmamış numarası yapıp, kendi başına o çaydanlığı ovalamayı aklına koydu.Ağabeyi Mehmet de onu korkutmayı aklına koymuştu.Ahmet odaya geçti, çaydanlığı eline aldı.Kapının arakasında saklanan ağabeyi lambanın üç kez ovalanma sesinin duyulmasını bekliyordu.Ahmet lambayı ovaladı.Gülmemek için kendini zor tutan ağabeyi,kapının arkasından seslendi:

-Ne var, ne istiyorsun?Niye beni uyandırdın derin uykumdan?

Ahmet çok korkmuş bir şekilde:

-Sizden bir dilek dileyecektim de…

Mehmet,Ahmet’in her zamanki isteğini biliyordu.Yine de bildiğini belli etmeyip sordu:

-Ne istiyorsun bakalım?
-Uçmak istiyorum.Göklerde uçmak…
-Peki o zaman.Balkona çık.Şimdi sana öğreteceğim sözleri söyle.Ve aşağıya atla aşağıya düşmeyeceksin uçacaksın.
-Peki sevgili cin sözleri bana öğretin.
-Dinle:”Hokus Pokus uçmak istiyorum ben Zeus”
-Zeus da kim?
-O bütün cinlerin efendisidir.Şimdi tekrar et bakalım.
-Hokus Pokus uçmak istiyorum ben Zeus.
-Evet haydi bakalım.

Ahmet bu sözlere inanıp,8.Kattaki evlerinin balkonuna çıktı.Aşağıya şöyle bir baktı.Sonra gözünü kapatıp aşağıya atladı.Mehmet biraz sonra balkona gelip kardeşinin paramparça olmuş cesedini gördü.Evlerinin arka tarafına bakan balkondan çıkıp salona geçti.Gülmeye başladı.Gülüyordu,sürekli gülüyordu.Az sonra kapı çaldı.Mehmet gülmeyi kesti.Kapıya baktı bu gelen annesiydi.Çok yorgun olan annesi,poşeti masanın üstüne koyup salondaki koltuğa oturdu.Mehmet annesinin yanına gitti.Annesi tebessümle sordu:

-Ahmet nerede yavrum?
-Öldü.
 
Müzik Hala Çalıyordu…
parlama.gif






Öylece balkonda oyurup gökyüzünü izliyordu. Yukardaki bulutlara bakıp kendince onların oluşturduğu şekilleri yorumluyordu..
Önce bir bulut dikkatini çekti, oldukca büyükdü ve ilginç bir şekli vardı. Bir kuşa benzetti önce. Yırtıcı bir göründüsü vardı ancak sonradan yavaş yavaş esen rüzgarla beraber dağılmaya başlamıştı. Önce üzüldü ama daha sonra dağılan parçaların az ilerde tekrar birleştiğini farketti. Yavaş yavaş başka bir yerde aynı şekli alıyordu bulut parçacaları. Bir an kendi küllerinden tekrar doğan Ankaa yı anımsadı ve hafifce gülümsedi.
kafasını diğer tarafa çevirirken irkildi bir anda... Tanıdık bir yüze benziyordu bulut, gözleri doldu bir anda, uzuncaa seyret seyretmeyi düşlerken bir anda süratlenen rüzgarın onu da dağıttığını farketti. Sinirlendi...
Gözlerindeki şaşkınlık yerini garip bir öfkeye bırakmıştı...
Toparlandı ve ayağa kalktı, telaşla aşağıya indi ve arabasına bindi, hızla sürmeye başladı...
Çok fazla sürmeyen bir yolculuktan sonra yolun sonu gelmişti.
Burası onun seneler boyunca her fırsatta gittiği ama son 10 senedir tek bir kere bile gitmediği bir yerdi. Aslında değişen çok bişey olmadığnı düşündü. On sene evelki haliyle şimdiki hali arasında pek bi fark yokdu. Issız kimsesiz biyerdi hala, hala rüzgarın sesinin en güzel duyulduğu, denizin köpürüşünün en güzel görüldüğü yerdi hala dünya üzerindeki...
Arabasından indi, yolda durup aldığı biralardan birini açtı. Müziğin de sesini iyice açmıştı sanki rüzgara dinletmek ister gibi...
Denize doğru yürüdü. Yüzünde hiç ifade yoktu, Uzunca seyretti, uzuuuuun uzun baktı...Rüzgar iyice hızlanmış. dalgalar da iyice kabarmıştı...
Uzun sürem bakışmadan sonra Bağırdı avazı çıktığı kadar...
TEKRAR MERHABAAA
Beni hatırladınmı dedi... Hani yıllar evel, hep sana gelirdim hatırladınmı? Konuşur dertleşirdik senle. Bak gene burdayım, Herşeye rağmen, bana onca yaptıklarına rağmen gene burdayım.
Rüzgarın sesi çok güçlüydü, dalgaların da çırpınışı ama o bunu biliyordu, onun için müziğin sesini sonuna kadar açmıştı zaten.
Bir anda öyle bir dalga vurdu ki sahile, Sanki hoşgeldin der gibiydi rüzgarla deniz...
Noldu dedi yoksa özledinmi beni?
Seninle nasıl severdik birbirimizxi hatırladınmı? Öyle ki tüm dostlarımı bir bir hep sana getirirdim buraya, hepsiyle tanıştırırdım dedi. Hatırladınmı?
Ama sen diye başladı yeni cümlesine, birasından bir yudum aldıktan sonra...
Kimi getirdiysem, kimi sevdiysem, kimi tanıştırdıysam senle hepsini aldın ve ***ürdün...
Hepsini kıskandın...
Kimi sevdiysem, kime inandıysam hepsi uçtu gitti hepsini aldın yanımdan. Oysa biz seninle dost değilmiydik? Beraber oturmadıkmı günler, gecelerce? Beraber içip sarhoş olmadıkmı?
Rüzgar hala şideetle esiyordu ama onun sesi rüzgardan ve müzikten bile daha güçlü haykırıyordu...
KONUŞSANA diye haykırdı...
Önce diye başladı tekrar.
Hani dedi kısa boylu çirkin bişeydi, hatırladınmı?
Hafifce gülümsedi
Hani dedi sen bile sarhoş olmuştun, o kadar içmiştik ama... o sarhoş olmamıştı sinir olmuştuk senle...
Hani diye devam etti
Hani çok güzel biri vardı? Hani yüzüklerimizi takarken sen şahitlik etmiştin yeminlerimize hatırladınmı? ....
Rüzgar yavaş yavaş hızını kaybediyordu...
Yaaa dedi adam, "Hepsini aldın yanımdan, bende son kez geldim sana beni de al bari diye,
BAKALIM HANGİMİZ SAĞ ÇIKACAK... SEN Mİ BENMİ
BEN GELDİM SANA, YA BEN SENİ ÖLDÜRECEĞİM BUGÜN YA DA SEN BENİ ALACAKSIN ONLARI ALDIĞIN GİBİ
Yaaa , bak zayıf düşüyorsun işte,
Rüzgar hızını iyice yitirmişti, deniz de köpürmüyordu eskisi gibi,
Bir yudum daha aldı birasından...
Bak, dedi
Nolldu? Çok mu güçlü geldim ana? Hani en sevdiklerimi öldürerek mi yıkacaktın beni?
BECEREMEDİN İŞTE
Bak, hissetmiyorum bile seni artık, HADI BAĞIRSANA DEMİNKİ GİBİ, HADİ!
İşte bak tamamen yokoldun...
YIKAMADIN BENİ
AMA BEN SENİ YIKTIM!
Az sonra Ürkütücü bir ses duyuldu,
Çok derinlerden gelen tok bir ses,
"BEN DEĞİLDİM"
Deniz bir anda kabardı, rüzgar dağları bile yerinden sökecek kadar kuvvetli esti
Aynı ses tekrar haykırdı...
"BEN DEĞİLDİM"
Ve yağmurun ilk damlaları arabanın farlarının zor aydınlattığı, yerde yatan cansız bedenin üzerine düştü...

"BEN DEĞİLDİM"

Müzik hala çalıyordu…
 
Mutsuz Adam
parlama.gif



Bir zamanlar bir tepenin üzerinde villada bir oğlan çocuğu yaşarmış. İyi de yaşamış. Köpekleri ve atları, otomobilleri ve müziği severmiş. Yüzmeye gider, futbol oynar, güzel kızlara bayılırmış.

Bir gün Tanrıya:

“Büyüdüğüm zaman neler istediğimi buldum, uzun uzun düşünüp.” Demiş.

“Neler”demiş Tanrı...

“Bir büyük evde yaşamak isterim. Ön kapısında heykeller olsun. Arka kapıda iki St. Bernard köpeği... Uçsuz bucaksız bir bahçe içinde....Uzun, çok güzel ve çok müşfik bir kadınla evlenmek isterim. Siyah saçlı, mavi gözlü, gitar çalan ve tatlı tatlı şarkılar söyleyen.”
“Üç güçlü oğlum olsun isterim ki, onlarla futbol oynayabileyim.. büyüdüklerinde birisi büyük bir bilim adamı, öteki senatör, üçüncüsü milli santrfor olsun.”
“Ben bir seyyah olayım... Okyanuslara yelken açayım. Dağların zirvelerine tırmanayım, insanları kurtarayım. Bir Ferrari kullanayım yollarda...”

“Ne güzel bir hayal bu”demiş Tanrı... “Mutlu olmanı dilerim.”

Bir gün oğlan futbol oynarken ayağını incitmiş. Ondan sonra değil dağlara, ağaçlara bile tırmanamaz olmuş. Okyanuslara yelken açmak da hayal olmuş tabii. Bunun üzerine pazarlama okuyup, tıbbi malzemeler dağıtın bir şirket kurmuş.

Bir kızla evlenmiş, çok güzel ve çok müşfik. Ama uzun değil, kısaymış. Saçları siyahmış ama gözleri mavi değil, ela imiş. Gitar çalamaz, şarkı söylemezmiş ama, harika yemek pişirir, olağanüstü güzel kuş resimleri yaparmış. İşi dolayısıyla, kent dışında bir villada değil, kentte bir apartman teras katında oturmak zorunda kalmış ama evinin deniz manzarası gene harika imiş. İki St. Bernard besleyecek bahçesi yokmuş ama evinde harika bir Ankara kedisi varmış. Üç kız da babalarını çok severlermiş. Onunla futbol oynayamazlarmış ama birlikte denize, parklara giderlermiş. Uçurtma uçurdukları da olurmuş. En küçükleri hariç tabii. O gölgede bir ağacın altında oturur, gitarı ile şarkılar söylermiş. İyi para kazanmış ama öyle kırmızı bir Ferrari’si olmamış.

Bir sabah uykudan üzüntü içinde uyanmış ve en iyi arkadaşına koşmuş...

“Ben” demiş. “Hiç mutlu değilim.”

“Neden”demiş arkadaşı.

“Çocukken siyah saçlı, uzun boylu, mavi gözlü, gitar çalıp şarkı söyleyen bir kızla evlenmek isterdim. Oysa karım uzun değil, ela gözlü, gitar çalamıyor.”

“Karın çok güzel”demiş arkadaşı...”Harika resimler yapıyor, enfes yemekler pişiriyor üstelik.”

“Adam dinlememiş bile onu....

Bir gün karısına “Hiç mutlu değilim” diye dökmüş içini.

“Neden” demiş karısı.

“Çünkü büyük bir bahçe içinde bir villada yaşamayı düşlerdim, oysa 47.katta bir apartman dairesine tıkıldım. İki St. Bernard’in yaşayacağım bir bahçem olsun isterdim, hani nerede...”

“Konforlu bir apartmanda yaşıyoruz” demiş karısı....”Oturduğumuz yerden okyanusu görüyor, gülüyor, eğleniyor, birbirimizi seviyoruz. Kendimizi okşuyor, güzel kuşların resimleri yapıyoruz. Üç de harika çocuğumuz var...”

Adam dinlemiyormuş bile....

Ruh doktoruna koşmuş bir gün.... “Ben mutlu” değilim diye...

“Niye “demiş doktor...

“Çünkü ben bir gezginci olmak, okyanuslara açılmak, dağlara tırmanmak, insanları kurtarmak isterdim. Oysa masa başı işim ve sakat bir dizim var şimdi..”

“Ama sattığın tıbbi malzemeler yığınla hayat kurtarıyor..” demiş doktor.

Adam dinlememiş bile. Doktor da ona 100 Dolar vizite yazıp yollamış.

Bir gün muhasebecisine “Ben çok mutsuzum”demiş..

“Neden demiş muhasebecisi.

“Ben kırmızı Ferrari’m olsun isterdim hep. Ve dünya umurumda olmasın. Oysa işe metro ile gidip geliyorum. Bir yığında sorunum var.”

“İyi giyiniyor, iyi restoranlara gidiyorsun. Bütün Avrupa’yı Amerika’yı gezdin.”demiş muhasebeci.

Ama adam onu dinlemiyormuş bile. Muhasebeci adama 100 Dolar danışman ücreti fatura edip yollamış. Onun da hayalinde kırmızı Ferrari varmış çünkü...

Adam, rahibe “çok mutsuzum” demiş.

“Neden” demiş rahip.

“Üç oğlum olsun isterdim. Biri bilim adamı, biri politikacı, biri sporcu. Oysa üç kızım oldu. Birisi yürüyemiyor bile.”

“Ama çok güzel ve çok zeki üç kızın var”demiş rahip. “Seni çok seviyorlar. Başarılı da oldular. Biri hemşire, biri sanatçı, biri de müzik hocası..”

Ama adam dinlemiyormuş bile. Öyle mutsuzmuş ki hasta olmuş sonunda. Bir beyaz hastane odasında, etrafı beyaz giyinmiş hemşirelerle dolu yatıyormuş. Vücudunda teller, hastaneye kendi sattığı kalp cihazına gidiyor, kollarına bağlı serumlarla besleniyormuş. Fena halde mutsuzmuş adam şimdi. Ailesi, dostları ve rahibini yatağının başına toplanmışlar.

Onlar da üzüntü içindeymiş. Mutlu olanlar sadece ruh doktoru ile muhasebecisi imiş. Bir gece adam odasında Tanrı ile yalnız kaldığında

“Tanrım”demiş. “Hatırlar mısın çocukken sana yalvarmış ve istediklerimi sıralamıştım.”

“Hatırladım”demiş Tanrı.. “Güzel bir hayaldi”

“Peki niye onların hiçbirini vermedin bana” demiş adam..

“Verebilirdim” demiş Tanrı...”Ama sana istemediğin şeyleri vererek bir sürpriz yapmak istedim.”

“Bak neler verdim sana. Bir güzel sevecen eş, iyi bir iş, yaşanacak güzel bir ev. Üç tatlı kız evlat. Bir araya getirdiğim en güzel yaşam paketlerinden biriydi bu”

“Evet”demiş adam...”Ama bana benim gerçekten istediklerimi vereceksin sandım..”

“Bende senin, benim gerçekten istediklerimi vereceksin sandım.” Demiş Tanrı.

“Sen ne istedin ki?” demiş adam hayretle.

Tanrı’nın da bazı şeyler isteyeceğini hiç düşünmemiş hayatında.

“Sana verdiklerimle mutlu olmanı istemiştim.”demiş Tanrı.

Adam karanlık odasında sabaha kadar düşünmüş .sonunda yeni bir hayal kurmaya karar vermiş. Yıllar önce kurduğu hayalin yerine “Keşke bunu hayal etseydim.” Dediği bir hayal..

Bu sefer ki hayalinde zaten sahip olduğu şeyler varmış hep. Adam kısa zamanda iyileşmiş, 47. Kattaki dairesinde mutlu yaşamış. Kızlarının şen şakrak sesleri, eşinin derin ela gözleri ve harika kuş resimleri arasında mutlu olduğunu hissedermiş bütün gün... geceleri de okyanusa yansıyan kentin ışıklarının dalgalar üzerinde oynaşmasına bakar gülümsermiş... sınır tanımadan büyük düşünmek... hayal gücünü sonuna kadar zorlamak... ama elde ettikleri ile de mutlu olmayı bilmek... Tanrı’nın insana verebileceği en büyük iki nimet bu olmalı....

Bakın bakalım, size neler vermiş Tanrı.
 
Mutluluk Oyunu
parlama.gif



Bembeyaz katman katman bulutlar ortak olup üfürdüler nefreti. Salıncaktaki çocuk duydu tüm sessizliğe karışan uğultuyu. Saçları rüzgarında savruldu salıncağın. Minicik ayaklarını yere değdirmeye çalıştı ve başardı. Durdu ve tüm beyazlığıyla havada duran bulutlara baktı. Hareketsiz ona bakıyorlardı. Elini havaya kaldırdı. Parmaklarının uzandığı her bulut irkilerek kaçtı geriye. Çocuk parmaklarını nereye uzatsa kaçışıyordu pamukçuklar. Güldü. Tebessümü tüm suratını aydınlattı çocuğun. Salıncaktan atladı aşağıya. Toprak zemine iki ayağını da sağlam basıyordu artık. Başı yukarıya dönük iki eliyle uzanıyordu göğe. Ardında salıncak ağlıyordu içten içe, terk edilişine. Çocuk kollarını iki yanına açtı ve kucaklarcasına uzandı göğe. Bulutlar toparlandı iki kol arasında kalan alana. Sonra birden çocuğa uzanıp;

-“Yapma!” dediler. Çocuk irkilerek durdu. Kollarını indirdi. Bulutlar yine gevşediler gökte. Ve devam ettiler konuşmaya;

-“Eğer sıkıştırırsan bizi yok oluruz. Eğlence istersen seni eğlendiririz her zaman ama yok etme bizi.”

Çocuk başını önüne eğdi. Toprağa bir damla yaş düştü. Bulut onun ağladığını fark etti. Ve gizliden gizliye toprağa seslendi. Yardımını istemek için. Bu ufacık kalbi kırmanın üzüntüsüyle. Birden toprak hareketlenip dile geldi, çocuğun ayakları altında.

-“Neden ağlıyor bakalım bu ufaklık?” Çocuk yine ürktü. Ama bu babacan tavır dostane biri olduğu izlenimini yarattı onda. Toparlak parmakları göğü işaret etti. Bulut yine ürkerek yarık açtı, parmağın işaret ettiği noktada. Toprak söylendi buluta;

-“Ağlatmışsın bu ufaklığı sorgusuzca. Ama bilirim ki bu ufaklık pek bir yaramaz gözükür gözüme. De bakalım ne etin bulut kardeşime?” Çocuk ses çıkarmaz ama başı hala toprağa dönüktür. Bakışlarıysa boşluğa.

-“Pekala ufaklık bana dikkatlice kulak ver bakalım. Biz sizin için buradayız. Sizin zevk-u sefanız, besininiz, yatırımlarınız, sağlığınız vb. gibi daha niceleri için varız biz. Sen toprak anadan kendine ne türlü oyunlar çıkarabilirsin bilir misin? Mesela sadece benden kaleler inşa edebilir, askerlerini komuta edersin buradan” Bulut söze girdi hemen;

-“Mesela ben senin için ne şekli istersen o olurum. Bazen bir koyun, bir at, bir araba olurken kimi zaman araba bile olurum içinde diyar diyar dolaşacağın.”

Çocuk şimdi göğe bakıyordu. Biraz sonra kafasını önüne eğip yumuk yumuk elleriyle gözyaşlarını siliyordu. Toprak yine dillendi;

-“hadi bakalım çök yere bir kale inşa edelim beraber.” Çocuk gülümsedi. Minicik poposu yere konuşlanırken toprak ona malzemeleri temin ediyordu sonra uyardı;

-“Hey şu yukarıdaki bir otomobil değil mi?” Gözlerine inanamıyordu ufaklık bu pamuktan yapılmış bir arabaydı adeta gök yüzünde uçuyordu. Ayaklandı ve uzandı arabaya. Yere yaklaştı araba ve kapısını açtı çocuğa. Ürkek buluta yerleşen çocuk hevesle gitmeyi bekledi. Bulut toprağa teşekkür edip havalandı göğe. Uzaklara. Tahtını altından yapan adamın ülkesine. Çocukların mutlu olduğu bir krallığa. Cennete…
 
Nazım Hikmet’in Abidin Dino'ya dediği gibi, belki mutluluğun resmi yapılamaz ama hariıtası çizilebilir diye düşünüyorum. Biraz garip ve tutarsız da olsa, sonuçta çizilebilir.

Mutluluk bazen küçük bir hediye, bazen bir bakış, sıcak, candan bir el, çocuğumuzun aldığı diploma vs. olabilir. Mutluluk nerede, niçin ve nasıl algılandığına, kişisine, yerine ve zamanına bağlıdır.

Şuna inanıyorum ki, servet, güç yada güzellik başlıbaşına bir mutluluk sağlamaz. Mutluluk ancak eşler arası gerçek bir sevgi, diyaloğ ve güvenle yakalanabilir. Evli olup da kişinin tek başına mutluluğu söz konusu zaten olamaz.

Son yıllarda yapılan ciddi anket ve araştırmalarda, sonuçlar bilinen tekrarların aynısı. Elindekiyle yetinmes�*ni bilmeyen insanın, dünyayı da bağışlasan mutlu olma şansı yoktur.

Mutluluk.
Küçük ve az şeylerle yetinmek, elindekiyle mutlu olmasını bilmektir. Beklenti ve isteklerinizi abartmadan sınırlı tutmak, iç ve aile içi huzurun mutluluğu için neden sayılabilir. Dışa dönük gösteriş, moda, lüks, şan, şöhret yada salt mevki, para gücü gibi değerler mutlu olmak için yeterli bir neden sayılmaz...

Hayat bir sınavdır, sahip olmak istediklerinizle değil, elinizdekiyle mutlu ve huzurlu olmanın yollarını öğrenin. Çünkü mutluluk mutlu olmayı arzu eden ve buna gayret edenlerin hakkıdır. Evlilklerde mutluluk ancak eşlerin bir ömür el ele, yürek yüreğe vermesi ile gerçekleşir. Bir başına kimsenin soluğu buna yetmez...

Önemli olan sorumluluklarınızın bilincinde olmak. Tartışmaların, kavgaların esiri olmadan, seviyenizi ve aklınızı kullanmayı ve korumayı öğrenin. Belki, bunun açınızdan pek kolay olmadığını düşünüyorsunuz, doğru ama imkansız olduğunu söyleyemezsiniz. Dikkatlerinizi geleceğinize yönelterek planlı, programlı ve kararlı davranarak istekleriniz doğrultusunda hareket etmeyi gerçekleştirebilirseniz, mutlu olmamanız için hiç bir neden kalmaz. Çünkü emek verilmeden, çaba harcanmadan hiç bir şey kendiliğinden olmaz.

Seviyenin önemi burdandır. Sorumluluğunuz bu yüzden çok önemlidir. Birliktelikler sorumluluk gerektirir. Çünkü mutlu ve huzurlu evlilikler saygı ve yöntemlere bağlıdır. Bazen küçük bir hatanın bile büyük sorunlara dönüştüğü bir arena olabilir.

Etrafınıza bakıp bir düşünün lütfen. Bu kısa süreli yaşam için bu kadar kırıcılık, bu kadar gerilim, bu kadar sıkıntıya, inada gerek var mı?

Nedense bir çok insan anlayışın, dinleyişin, hoşgörü, saygı, sevgi ve geleceğinin yerine salt inadı koyarak yaş***** sürdürmeye çalışıyor. Ve o acıyı hem kendisi çekiyor, hem de başkalarına çektiriyor. Bunun Hollanda da yabancılara yardım amaçlı sosyal bir kurumda çalıştığım süre içerisinde Türk ve faslı aileler arasında daha yoğun bir şekilde yaşandığının ayırdına vardım. Bu bir anlayış, yetişme tarzı ve kültür meselesi değil midir sizce.

Düşününki, ne kadar yaşayacağımızın belli olmadığı bir dünyada, ömrümüzü hargür içerisinde geçirmenin bir anlamı var mı?. İnsan olarak herkesin sevgiye, mutluluğa, anlaşılmaya, güvene, insan gibi yaşamaya hakkı ve ihtiyacı var. Bütün bunları hakketmek için de öncelikle kötü huylarınızdan vazgeçip, özveride bulunabilecek bir çaba içine girmelisiniz.

Mutluluk yada mutsuzluk denince nedense akla ilk gelen evlilikler oluyor. Evli ve mutsuz çiftlere öncelikle şunu söylemek isterim. Evlilik kurumunuza saygı, güven, sevgi, hoşgörü, açıklık, dürüstlük, alçak gönüllülük gibi, biribirilerini anlama, dinleme anlayışını ve içselliğini yerleştiremezseniz, bilmelisiniz ki, hiç bir tutum yada davranış sizin mutlu ve huzurlu olmanızı sağlayamaz...

Evlilik kurumu her zaman saygı duyduğum ve genel toplum düzeni açısından olması gerektiğine inandığım aile birliğidir. Ancak bizim gibi geri kalmış toplumlarda 15 – 20 sinde evlenen gençlerin, gelecekleri hakkında öyle bilinçli ve üzerinde uzun boylu düşünmedikleri bir gerçek. Çünkü gençliğin de tozpembe hayallerinin zamanı ve budalalık dönemleridir. Bütün bir yaşamı kurban vermek fazlaca önemli değildir o dönemlerde onlar için. Zaten akılları başlarına geldiklerinde iş işten geçmiş olur.

İstikrar, denge, içtenlik olmayan hiç bir evlilik yada ilişkide iyi ve mutlu bir gelecek beklemek hayalden öteye geçmez. Kadın yada erkek, mutlu olmak istiyorsanız. Kısır, gereksiz tartışma ve çekişmelerle yaş*****zın kararmasına izin vermeden ve karşı durarak, yuvanızda saygı, sevgi ve uzlaşma kültürünün egemen olmasını sağlamalısınız. Bu uğurda çok zor sınavlar vermek zorunda kalabilir siniz. Ancak her birey üstüne düşen görevi yerine getirerek, kendi payına düşeni yapmak için çaba verirse ortada bir sorun kalmaz...

Eğer evliliğinizde ilişkiniz her gün yara alıyorsa, bunun nedenlerini iyi düşünüp, bu yarayı tedavi etmenin yollarını bulup ortaya çıkarmazsanız. Hayatınız boyunca acı cekmek zorunda kalırsınız. Evlilik insanın hayatında önemli bir karardır. İnsanın sığınacağı bir yuvadır. Bu yuvanın kesin kes yıpratılmaması, yara almamasi gerekir.

Bazan ailevi ilişkiler arası ölçüyü kaçırmadan konuşup tartışmanın sayısız yararları var. bu gün bir çok evliliklerde zorunlu olmadıkça konuşmamayı yeğ tutuyorlar. Çünkü ilişkiler arası iletişim yok. Oysa ki psikologlar ülkemizde aile fertlerinin konuşup dertleşmedikleri için bu sebeple ailede bulunması gereken sıcak ilişkilerin doğmadığını bununda aile fertlerinde depresyon stres gibi olaylara neden olduğunun özellikle altını çiziyorlar.

“Mutluluk gökte zembille inmez. Hakketmesini bilenler içindir” derdi rahmetlik ninem Az ile yetinmeyi bilmek özenti ve gösterişlerden uzak, kendisi olabilmeyi başarmak, mutluluğun hala en temel belirleyicisi olarak bilinmektedir.. Paranın ve ekonomik gücün, güzelliğin, göreceli değerler olduğunu unutmamak gerek. Yalnız başına asla ve asla mutluluğun belirleyicisi değildirler.

Öyle veya böyle hayatı yaşamak, yaşamı da güzelleştirmek gerek. Mutluluk bir çabadır, bir uzlaşma kültürüdür, kendine güvendir, bir iç derinliği, iç zenginliği ve iç güzelliğidir. Mutlu olmak için her şeyi oluruna bırakmak yetmiyor, onun için çalışıp emek vermek gerekir. Her şeyini insan kendi üretmek zorundadır. Mutluluk bize bağışlanmış bir eser değildir. Yaşamı anlamlandırmak için sevgi almak, sevgi vermek gerek. Çünkü insanın varlığını, mutluluğunu hissedebileceği ve hissettirebileceği tek yer yüreğidir.

Mutlu bir yuva kurmayı, mutlu olmayı, mutlu yaşamayı herkes arzu ve hayal edebilir. Ama onun gerekliliklerini yerine getirmekse size bağlıdır. Tabi bu yaşadığınız hayata hangi açıdan baktığınız, gördüklerinizin neresinde durduğunuz, öngörülerinize göre gerçek değerlerin neler olduğuyla da ilintilidir. “Bir kere evli olupta gözü dışarda olan insanların kesinlikle mutlu olma şansı yoktur’’ diyor bir düşünür.

Oncelikle, mutluluk insanın kendisinin hak etmesi gereken bir olgudur. Bir piyango bileti ile gelse bile yinede doğru bileti almak yada seçmekle mutluluğa erişilir. Oysa acı ve mutsuzluk her zaman bir maruz kalmadır. Bir haksızlıktır, çaresizliktir. Mutsuzluk bir acı ve çile çekme halidir. Yoksa kim mutsuz ve bedbaht olmayı ister.

Araştırmalarda, doğru kişilerle, doğru evliliklere odaklanmanın önemini vurgulamadan geçemiyeceğim. Mutlak zekadan çok, sosyal zekanın ve sosyal yapının mutluluğa çok daha olumlu katkılar sağlayacağının altını özellikle çiziyor uzmanlar.

Kavgadan, kargaşalardan uzak, hayata gülerek ve gülümseyerek bakabildiğimiz saygı ve sevgi kültürümüzü pekiştirerek, yaşamı omuzlarımızda bir yükmüş gibi görmediğimiz an, yükümüz hafifleyecektir. Üstelik hayat bize çok daha renkli ve zevkli gelecektir. Yazımı yıllar önce yazdığım bir şiirle noktalamak istiyorum. Yolunuz yüreğiniz kadar aydınlık, uğurunuz açık ola…
 
Mutluluğun Tarifi Yok
parlama.gif



Bir liman gibi sana sığınmama yardımcı ol ama yanaştıktan sonra beni limandan atma önceki aşklarımdan anlatmayacağım ama bir şey var uçakta giderken aşağı atlatmak nasıldır bilirsin dimi sevdiğim zaman bulutların üzerine çıkarım ayrılık yaşadığım zamanda bulutların aşağısına dalıveririm bir çırpıda bana buna yaşatmayacağından eminim güzel günlere yelken açalım buradan gidelim cennet köşelere ne kuşlar olsun ne ağaçlar bir sen bir de ben güneş annelik ay bize babalık yapsın dağlar ovalar kucak açsın bu bize yeter…
 
Musibet ve Nasihat
parlama.gif



Genç suçlu kaçılamaması ile ünlü cezaevine getirilir ve hücreye atılır.
Hücre arkadaşı çok yaşlı ve hemen hemen hiç konuşmayan bir mahkumdur.
" buradan mutlaka kaçacağım dede " der genç suçlu ancak yaşlıdan hiç yanıt alamaz. Bir zaman sonra da gerçekten bir fırsatını bulup kaçar.
3 gün sonra yakalanır ve perişan halde hücresine geri atılır ;
" kaçmak olanaksız dede " der genç ; " meğer burası ada imiş , vahşi dobermanları , 12 aşama dikenli teli ve mayın tarlalarını saymıyorum bile .."
" biliyorum .." der yaşlı mahkum. " nereden biliyorsun ??" .
" 32 sene evvel bende kaçmaya çalışmış ve senin gibi 3 günde yakalanmıştım "
" beni uyarsaydın da boşuna cezamı 2 katına çıkartmasaydım keşke dede " diyerek sitem eder genç mahkum..
"başarısız sonuçlar yayınlanmaz oğlum " der yaşlı adam…
 
Mükemmel Test
parlama.gif



John Blanchard banktan ayağa kalktı, askeri üniformasını düzeltti ve ana terminale giden insan kalabalığını inceledi. Yüzünü değil, ama kalbini tanıdığı ve üzerinde gül olan kızı aradı. Ona olan ilgisi 13 ay önce, Florida kütüphanesinde başlamıştı.

Raftan aldığı bir kitabin içindeki yazılar değil ama kenarında gördüğü, kursun kalemle yazılmış bir not onu etkilemişti. Yumuşak el yazısı düşünceli bir ruhu ve akilli bir zekayı yansıtıyordu. Kitabin ön yüzünde, ilk sahibinin adini fark etmisti: Miss. Hollis Maynell. Uzun zaman çaba harcayarak adresini bulmuştu. New York'ta yasıyordu. Ona kendini tanıtan bir mektup yazdı ve yazışmayı teklif etti. Bir sonraki gün II. Dünya Savaşına katılmak için denize açılmıştı. Sonraki bir yıl ve bir ay boyunca her ikisi de posta yoluyla birbirlerini daha iyi tanidilar. Her bir mektup, verimli bir tarlaya atilan tohum gibi, kalplerinde bir ask dogurdu. Blanchard bir resim göndermesini rica etti, fakat o göndermeyi reddetti. Eger gerçekten kendisi ile ilgileniyorsa, neye benzediginin önemli olmayacagini düsünmüstü.

Avrupa'dan dönme vakti geldiginde, ilk bulusmalarini kararlastirdilar: New York Ana terminali saat: 19:00. "Beni üzerimdeki gülden taniyacaksin." diye yazmisti kiz. Böylece saat 19:00'da kalbini sevdigi fakat yüzünü görmedigi kizi ariyordu.

Size Mr. Blanchard 'in agzindan neler oldugunu yaziyorum: Genç bir bayan bana dogru geliyordu. Ince ve uzun boyluydu. Sari saçlari mükemmel kulaklarinin arkasindan dalgalar halinde sirtina uzaniyordu. Gözleri çiçekler gibi maviydi. Dudaklarinin ve çenesinin narin bir sertligi vardi ve soluk yesil elbisesi içersinde canlanan ilkbahar gibiydi. Gül tasimasi gerektigini unutarak ona dogru hamle yaptim. Hareket ettigimde, dudaklarinda küçük kiskirtici bir gülümse belirdi ve "Benimle mi geliyorsun, denizci?" diye mirildandi. Tamamen iradem disinda ona dogru bir adim daha attim ve o zaman Hollis Maynell'i gördüm. Tam olarak kizin arkasinda duruyordu. Kirk yasini geçmis, gri saçlarini yipranmis bir sapka altina saklamis bir kadindi. Sismandi ve kalin bilekli ayaklari alçak topuklu ayakkabilarin içine zor girmisti. Yesil elbiseli kiz hizli bir sekilde uzaklasiyordu. Kendimi ikiye bölünmüs gibi hissettim. Onu takip etme arzum çok güçlüydü ve ayni zamanda ruhu benimle arkadaslik etmis ve destek vermis kadina karsi duydugum özlem de çok derindi. Ve orada duruyordu. Onun soluk, sisman surati kibar ve duyguluydu. Gri gözleri sicak ve pariltiliydi. Tereddüt etmedim. Parmaklarim onu bana tanitan küçük, mavi eski kitabi sikiyordu. Bu ask olamazdi, ama özel bir sey olabilirdi. Belki asktan daha güzel bir sey, mükemmel bir arkadaslik olmaliydi bu. Duydugum hayal kirikliginin sesimi bogmasina ragmen, omuzlarimi kaldirip, onu selamladim ve kitabi uzattim. "Ben Lieutenant John Blanchard, ve siz de Miss. Maynell olmalisiniz. Benimle bulusabildiginize çok sevindim. Sizi yemege davet edebilir miyim?" Kadinin surati toleransli bir gülümse ile genisledi. " Bunun ne oldugunu bilmiyorum, oglum." Diye cevap verdi. "fakat demin yanindan geçen yesil giysili kadin, bu gülü yakama takmam için israr etti. Ve eger beni yemege davet edecek olursan, caddenin karsisindaki büyük restaurantta seni bekliyor olacagini söyledi. Bunun bir çesit test oldugunu da söyledi" Anlamak zor degil ve Miss. Maynell'in zekasina hayranim. Kalbin gerçek degeri çekici olmayana verdigi cevap ile anlasilir. "Bana kimi sevdigini söyle, sana kim oldugunu söyleyecegim."

Diyor Houssaye
 
Mucize
parlama.gif



Sally, küçük kardeşi George hakkında anne ve babasının konuşmalarını duyduğu zaman yalnızca sekiz yaşındaydı. Kardeşi çok hastaydı ve onu kurtarabilmek için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı. George'nin yalnızca çok pahalıya mal olacak bir ameliyatla kurtulma şansı vardı fakat bunun için yeterli paraları yoktu.
Babasının, umutsuz bir biçimde annesine şöyle fısıldadığını duymuştu Sally: "Yalnızca bir mucize onu kurtarabilir." Bu sözleri duyar duymaz, usulca kendi odasına yürüdü Sally. Domuz biçimindeki kumbarasını gizlediği yerden çıkartarak içindeki paraları yavaşça yere dökerek saymaya başladı. Yanılgıya düşmemek için tam üç kez saydı kumbaradan çıkardığı bozuk paraları. Sonra hepsini cebine koyarak aceleyle evden çıkıp, köşedeki eczaneye gitti.

Eczacının dikkatini çekebilmek için büyük bir sabırla bekledi. Eczacı çok yoğundu ve bir adama ilaçlarını nasıl kullanacağını anlatıyordu. Bu yoğun çalışmanın arasında sekiz yaşındaki bir çocukla ilgilenmeye hiç niyeti yoktu ama Sally'nin beklediğini görünce "Evet, ne istiyorsun söyle bakalım" dedi. "Biraz acele et, gördüğün gibi beyefendiyle ilgileniyorum" diyerek yanındaki şık giyimli adamı gösterdi. Sally "Kardeşim" dedi. Sessizce yutkunduktan sonra devam etti: "Kardeşim çok hasta, bir mucize almak istiyorum
." Eczacı Sally'e bakarak:
"Anlayamadım" dedi.
"Şeyy, babam 'Onu ancak bir mucize kurtarabilir' dedi, bir mucize kaç paradır, bayım?
" Eczacı Sally'e sevgi ve acımayla baktı bu kez: "Üzgünüm küçük kız, biz burada mucize satmıyoruz, sana yardımcı olamayacağım" dedi.

Sally o kadar kolay vazgeçmek istemedi. Eczacının gözlerinin içine bakarak "Karşılığını ödemek için param var benim, bana yalnızca fiyatını söylemeniz yeterli" dedi. Bu arada Sally ve eczacının yanında bekleyen iyi giyimli bey Sally'e dönerek "Ne tür bir mucize gerekiyor kardeşin için küçük hanım? diye sordu.
"Bilmiyorum" dedi Sally. Sonra gözlerinden aşağı süzülen yaşlara aldırmaksızın devam etti: "Tek bildiğim, o çok hasta ve annem ameliyat olmazsa kurtulamayacağını söyledi ailemin de ameliyat için ödeyebilecekleri paraları yok. Ama babam
"Onu ancak bir mucize kurtarabilir" deyince ben de paramı alıp buraya geldim.
" "Peki, ne kadar paran var?" diye sordu iyi giyimli adam. " Bir dolar ve on bir sent" dedi Sally. "Ve dünyadaki tüm param bu!"
"Bu iyi bir şans, küçük kardeşini kurtarmak için gerekli olan mucize için yeterli bu para" dedi, iyi giyimli adam.

Adam bir eline parayı aldı, öteki eliyle de Sally'nin elini tutarak "Beni yaşadığın yere ***ürür müsün lütfen?" diye sordu. "Küçük kardeşini ve aileni tanımak istiyorum" dedi. İyi giyimli adam Dr. Carlton Armstrong'du ve George için gerekli olan ameliyatı yapabilecek tanınmış bir cerrahtı.
Ameliyat başarıyla sonuçlanmış ve aile hiçbir ödeme yapmamıştı. Hep birlikte mutluluk içinde evlerine döndükleri zaman hâlâ yaşadıkları olayların etkisinden kurtulamamışlardı. Anne:
"Hâlâ inanamıyorum. Bu ameliyat bir mucize! Doğrusu maliyeti ne kadardır merak ediyorum" dedi. Sally kendi kendine gülümsedi. O bir mucizenin kaça mal olduğunu çok iyi biliyordu. Tam tamına bir dolar ve on bir sent!
 
Modern Aşk Kuramı
parlama.gif



Hemen hemen bütün bilimsel gelişmelerin temelinde insanın keskin zekası ve engellenemez merak yetisi vardır. Pek az sayıdaki adımın kökeninde ise, sakar bilim adamları ve deliler yatmaktadır. Ama onlar olmasaydı; sanırım bazı şeyler, günümüzdekinden biraz daha farklı olurdu. Fakat neticede bugün, buradayız. Her şey bildiğimiz gibi. Peki ya bilmediklerimiz? Ve daha zor bir soru, bilemediklerimiz?
İnsan zekası, her geçen gün, bulanık bir okyanusun derinliklerinden büyüleyici güzellikte inci taneleri çıkarıyor ve bizler, onları her defasında büyüyen bir hayranlıkla izliyor; daha coşkun alkışlarla kutluyoruz.
Ancak, orada çekip almaya gücümüzün yetmediği dev bir inci var ki; sadece onun siluetini izlemekle yetiniyor, onu güneşle buluşturacak sihirli ellerin derinliklere dalacağı günü sabırla bekliyoruz.
Atomları, hücreleri, yıldızları ve daha pek çok varlığın doğasını çözdük. Peki ya çözemediklerimiz ?
Binlerce yıldır zihinleri kurcalayan ama hala net bir cevabın verilemediği, hoş ama kesinlikle garip bir kavramdan bahsediyoruz:
Aşk!

Hemen herkesin hayatı boyunca en az bir defa maruz kaldığı bu ilginç fenomenin gizemlerini keşfedebilecek miyiz?
Asırlar boyunca bir çok düşünür, bilim adamı ve aslına bakarsanız tüm insanlık, bu kavramı, belirsizlikler ülkesindeki mistik kafesinin içinden seyretmek durumunda kalmıştır.

Elimizdeki kayıtlara göre bu konuya ilk eğilen kişi, Sokrates olmuştur. Ancak bu onun yaşamı boyunca kendini kambur hissetmesine de neden olmuştur.
Zira, iyilik, sevgi, dostluk gibi nice kavramları, o görkemli zekasıyla kısa zamanda çözümleyip insanlık önüne her ayrıntısıyla dökebilen bu ünlü düşünür, aşkı incelemeyi de ihmal etmemiş, aylar süren bir savaştan sonra, Atina Devlet Tımarhanesi’ne kapatılmış psikoterapistinin ödediği kefalet ücretiyle şartlı tahliyesine karar verilmiştir. Nihayet, Sokrates, bu çalışmasını “Aşkus Diyaloğu” adıyla kaleme almış ama kaleme mürekkep koymadığını fark edememişti. Bir rivayete göre bu diyalog Sokrates ile Eros arasında gerçekleşmiştir.

Eros’un başı derttedir. Helen, Paris’e; Paris ise, güzel Afrodit’e aşıktır. Afrodit de Louis Alberto’yu deliler gibi sevmektedir. Tanrılar Tanrısı Zeus, aşk işlerinden sorumlu Tanrı Eros’u makamına çağırıp bir güzel azarlar ve bu karmaşayı çözmesi için ona sadece 72 saat süre verir. Eros, bu işi ancak Sokrates’le birlikte çözebileceğini düşünür ve özel güverciniyle ona bir mesaj yollar. İki gün sonra güvercin “Aradığınız kişinin adının önüne 2 rakamı getirildi. Daha sonra tekrar deneyiniz” şeklinde bir mesajla geri döner.
Eros, kalan sınırlı süresinde ne yapacağını kara kara düşündüğü bir sırada tesadüfen Sokrates’le karşılaşır. Gerçi Sokrates’in önce onu görmezlikten gelmesine biraz içerlemiştir ama arkasından koşarak yakalamaya da mecburdur.

Eros: Sokrat! Sokrat! Düşünürlerin efendisi!
Sokrates: Hey Eros! Nereden böyle Tanrıların en yakışıklısı ?
Eros: Sevgili Sokrates, seni görmeyi nasıl arzu ediyordum bilemezsin. Mesajıma bir yanıt geldi ama bir şey anlamadım. Neyse ki buradasın.
Sokrates: Olimpos’dan geliyorsun herhalde.
Eros: Olimpos’dan mı?
Sokrates: Evet.
Eros: Bunu da nereden çıkardın, Sokrates?
Sokrates: Maça gitmedin mi?
Eros: Maç mı? Ah evet nasıl da unutmuşum. Final bugündü değil mi?
Sokrates: Lanet olsun Eros! Nasıl kaçırırsın?
Eros: Sorma Sokrat, başımda öyle büyük bir bela var ki, uyku uyutmuyor bana.
Sokrates: (Umursamaz ve heyecanlı bir şekilde) Ne maçtı ama! Tanrılar arası ağır sıklet boks şampiyonu, Büyük Apollon! İki direkt yetti. Hem de üçüncü rauntta . Ulu Zeus bile şaştı bu işe.
Eros: Sevgili Sokrat, sana danışmak istediğim bir konu var.
Sokrates: (Aldırmaz) Hades’in suratını görmeliydin, Eros.
Eros: Sokrat, beni dinle lütfen. Helen, Paris, Afrodit ve ne idüğü belirsiz bir herif arasındaki aşk karesi başımda büyük bela. Zeus diyor ki...
Sokrates: (Eros’un sözünü keser) Şu güneşin parlayışına bir bak, aziz Eros. Bugün bambaşka bir gün. Ne kadar güçlü ve aydınlık.
Eros: Ne ilgisi var?
Sokrates: Güneş Tanrısı Apollon’un günü bugün!
Eros: (Sıkılır) Kahretsin Sokrat! İşitmiyor musun beni? Şu aşk meselesini çözmeliyim. Bunun için de aşkın nasıl bir şey olduğunu tam olarak bilmeliyim. Lütfen yardım et!
Sokrates: Sen de bir Tanrısın ama...
Eros: (Lafa girer) İyi de durum bildiğin gibi değil. İşin başında ben ekonomiyi istemiştim. Zeus karşı çıktı. “Sen Afrodit’le çalışacaksın. İtiraz istemem!” dedi. Afrodit’in şimdiki hali malum.
Sokrates: Onu söylemiyorum, Eros. Sen de bir Tanrısın ama... Şampiyonaya neden katılmadığını merak ediyorum.
Eros: (Sinirlenir) Ulu Zeus aşkına! Sana ne söylüyorum Sokrat! Yoksa yanlışlıkla bir yumruk da sen mi yedin?
Sokrates: O yumruğu görmeliydin. Müthişti. Müthiş.
Eros: Anlaşılan seninle bu meseleyi konuşamayacağız, Sokrat.
Sokrates: Dinle Eros. Önce sendeledi, sonra ikincisi geldi. Artık şansı kalmamıştı. Sağ ayağı yerden...
Eros: (Sokrates’ten uzaklaşarak) Seni bilge bir kişi sanırdım. Duyduğum o süslü sözler, senin gibi birkaç delinin zırvalarıymış meğer.
Sokrates: (Yüksek sesle) Bir dahaki maça birlikte gidelim. Biletler benden.
Eros: (Kendi kendine) Son şansım da oydu. Kala kala 9 saatim kalmış. İşim bitti. Tanrılığımı feshedip, kabine dışı bırakırlar. Bari uyduruk bir Tanrılık falan verseler.
Lanet olsun.
(Eros iyice uzaklaşır)
Sokrates: Gitti nihayet. Ah, zavallı Eros. İşi zor. Ulu Zeus adına hala belim ağrıyor. Aptal Herakles! Mesajın geri gelmesi en az dört günü bulur demişti. Neyse, eve gitmeliyim. Aşkmış! Yemezler.

Zavallı Eros, günlük ve alışılmış türden kelimelerin basit ve kolay anlaşılır olması gerektiği şeklinde hatalı bir sanıya sahipti. Oysa, daha yüzlerce yıl en yetkin filozoflar bile bu gizemli sözcüğe rağbet etme cesareti gösteremeyeceklerdi.
Hristiyanlığın ortaya çıkışı, Roma İmparatorluğu’nun yıkılması, kilisenin katı tutumu ve daha pek çok neden, felsefe ve bilimin ilerleyişine önemli ölçüde ket vurmuştu. Ta ki 17.yüzyıl’a kadar.

Ünlü Alman bilimcisi Johannes Kepler, Kopernik’in kuramından yola çıkarak “Aşkus” kavramı üzerindeki sis perdelerinden birini kaldırıyor ve dahice bir formülasyonla Klasik Aşkus Kuramı’nın kurucusu haline geliyordu.
Kepler, temel olarak Aşkus’un gelişigüzel bir karmaşadan daha ziyade, geometrik düzenin sıradan bir parçası olması gerektiğine inanıyordu.
Kepler’in Klasik Aşkus Kuramına göre “Merkezde çekim gücü yüksek bir kadın ve etrafında belirli eliptik yörüngelerde dönen irili ufaklı pek çok erkek vardır. Çekim etkisi daha fazla olan bir kadın bölgeye yaklaşmadıkça, bu irili ufaklı erkekler, yörüngelerinde düzenli olarak dönmeye devam ederler.”
Bu, Klasik Aşkus Kuramı’nın 1.yasası olarak bilinir.

Kepler’in buluşu, bir anda tüm Avrupa’yı etkisi altına almıştı. Kısa zamanda hükümetler, buğday alım fiyatlarını düşürürken, Kilise’nin çevirdiği entrikalar sonucu Berlin ve Londra borsalarında da olumsuz gelişmeler yaşanmıştı. Zira kilise merkezde bir kadın değil, erkek olmasını istiyordu. Johannes Kepler, atının altına yerleştirilen bir bombanın patlaması sonucu hayata veda etti. Bu büyük insanı alçakça şehit eden kişi yada kişiler yakalanamadı ama saldırıyı Dünya Balıkadamlar Örgütü’nün üstlendiği hemen herkesçe biliniyordu.

O yıllarda, İtalya’da yaşayan bir başka aşkolog, Kepler’in öldürülmesinden çok etkilenmiş ve bu kuramın gelişmesi yolunda çaba harcamaya yemin etmişti. Bu adamın adı, Galileo Galilei idi.
Sarkaçlarla oynamaktan sıkılmış olan Galilei, kendi geliştirdiği bir teleskopla aşkus fenomeninin karanlıkta ve uzakta kalan sırları üzerinde durdu.
Tabi zaman zaman da yıldız ve gezegenleri gözlemlemeyi ihmal etmedi. Ancak bütün bunlar uzun sürmeyecekti. Zira, Kilisenin gözleri hayli zamandır Galilei’nin üzerindeydi ve uygun bir fırsatın çıkması için sabırsızlanıyorlardı. Roma savcılığı, Galilei’ye röntgencilik ve edebe aykırı hareket etmekten dava açmıştı.
Üstelik, evinde yapılan aramada cezerye yapımında kullanılan bol miktarda hammadde ve altı adet rus yapımı kaleşnikaşk marka preservatif bulunması, onun için durumu daha da güç hale getiriyordu.
Neyse ki, kilise Galilei’ye bir anlaşma önermişti: Savcı, delilleri görmezden gelecek, Galilei de hiç sırıtmadan Dünya’nın yuvarlak değil, düz olduğunu söyleyecekti. Galilei, anlaşmaya sadık kaldı ve dava düştü.
Mahkemeden sonra pek çok bilimci, onu döneklikle suçladı. Bazı Galilei hayranları buna çok içerlemişlerdi. Tepki olarak, Roma meydanında posterlerini yaktılar. Yakanlar arasında Papa’nın da tebdil-i kıyafet halinde bulunduğu rivayet edilir.
Galilei’nin aşkus üzerine yaptığı çalışmalar günümüze kadar ulaşamamıştır. Ancak,

Galilei’nin “Aşkus’un deney, matematiksel uslamlama ve radyolojik yöntemlerle izah edilebileceği” kuramı Isaac Newton’u çok heyecanlandırmıştı. Newton, bu kuramdan yola çıkarak, Klasik Aşkus Kur*****n ikinci yasasını ortaya koyacaktı.
Aslına bakarsanız, Isaac Newton’un dürüst bir insan olmadığı yolunda pek çok görüş vardı. Kolay öfkelenen, itiraz tanımayan ve kinci bir kişilik yapısına sahipti.
Onun hakkında ününe gölge düşürebilecek kadar ilginç bilgilere sahibiz. Acaba ikinci yasayı ilk bulan Newton muydu, yoksa Leibniz mi ? Bu sorunun kesin yanıtını hala bilmiyoruz. İngiliz Kraliyet Akademisi’nin kayıtlarına göre Leibniz, eser hırsızlığı ile suçlanmış; ilk olma onuru, Isaac Newton’a verilmişti. Fakat bir başka hakikat vardı; bu karar alındığında Newton, İngiliz Kraliyet Akademisi’nin Başkanı, Leibniz’i yargılayan komitenin üyeleri ise tesadüfen Newton’un yakın arkadaşlarıydı. Bazı söylentilere göre önceki yıllarda komite üyesi Richard Woods, sık sık Düsseldorf’a Leibniz’i ziyarete gidiyor, kuru üzüm karşılığı aldığı bilgileri Newton’a iletiyordu. Leibniz’i kuru üzüme alıştıranların da Newton’un Düsseldorf’daki adamları olduğu düşünülüyordu.
Tabi bizler, bunların ne ölçüde doğru olduğunu bilemiyoruz. Şimdi ikinci yasanın keşfedildiği geceye gidelim.

(27.Haziran.1671, Sir Isaac Newton’un evi)
Newton: Kahretsin! Şu lanet denklemin bir şeyleri eksik.
Edward: Leibniz’den yeni bir haber var mı?
Newton: O keş, artık eskisi kadar iyi değil. Dozu ayarlayamadık galiba.
Edward: Senden korkulur dostum.
Newton: Biz sadece yardımlaşıyoruz. O kuru üzüm istiyor, ben de veriyorum. Ben başka şeyler istiyorum, o da veriyor. Olay bu.
Edward: Bir fark var, onu buna muhtaç eden sensin.
O sırada Richard içeri girer.
Richard: İyi akşamlar baylar.
Newton: Yüzün güldüğüne göre iyi haberler getirdin Dusseldorf’tan.
Richard: Sanırım iyi. Sen karar ver.
Edward: Kahve?
Richard: Lütfen, şekersiz.
Newton: Ne kahvesi şimdi? Leibniz neler söyledi?
Richard: Garip şeyler.
Newton: Ne?
Richard: (Derin bir nefes alır) Aşkus’un çekimden başka bir bileşeni daha olması gerektiğini söyledi. Şey gibi bir şey. Yani....Bir örnek vermişti...Bir Osmanlı mı ne. Neydi ki?
Newton: Kes saçmalamayı Richard!
Richard: Dur bakalım, acele etme.
Newton: Nasıl acele etmem. Dilimin ucunda bir şey var, ama bir türlü harfleri doğru yerlere oturtamıyorum. Sabrım kalmadı. Herifi uyandırırsak işimiz biter.
Edward: Kabahat sende.
Newton: Nedenmiş o?
Edward: Sen de diğer fizikçiler gibi ticaretle uğraşsana. O cüce Japon fizikçi Takayasu, cep değirmeni yaptı, köşe oldu.
Newton: Kapa çeneni Edward. Aşkus kur***** tamamlamak zorundayım. O zaman Elizabeth benim olur. Anladın mı şapşal!
Edward: Susan daha hoş bence.
Newton: Susan mı? Belki. Ama onun adetleri düzenli değil. Nasıl hesap yapacağım? Sonra bir düzine çocuğu nasıl besleyeyim ben.
Edward: Düzensiz ha? Bunu bilmiyordum.
Newton: Gazete okumazsan karının ne haltlar yediğini de bilmezsin.
Edward: Karımın mı?
Newton: Şey...Ben aslında...
Edward: (Öfkeli halde) Söylesene kaçık!
Newton: Bırak yakamı. Söyleyeceğim.
Richard: Beyler, sakin olun.
Newton: Dünkü Paris Times’da bir haber vardı da...Şu köşe yazarı Montaigne yazmış. İşte burada.
Edward: Ver onu bana. (Sesli olarak okumaya başlar) ...Hayatta garip şeyler olması yadırganmalı. Çünkü ben hayatın genelde tuhaf olamayacağını düşünmüşümdür hep. Bayan Ann Crawford, yani İngiliz Kraliyet Akademisi üyesi Sir Edward Crawford’un eşi. Paris Hilton’da rezervasyon görevlisiyle basılınca ortalık karıştı. Tanrım aşk, insana neler yaptırıyor. Birbirine ait bedenler, biraz uzak kaldı mı...
Richard: (Heyecanla) Tamam hatırladım!
Edward: Adi şıllık!
Newton: Ne hatırladın?
Richard: Bir Osmanlı düşünürü şöyle demiş.
Edward: Boşanacağım ondan!
Richard: Şöyleydi; “Her kim ki yarinden ayrı düşer, gider başka yar bulur. Her kim ki yarinden ayrı düşmez; böyle bir şansı da olmaz”
Newton: (Bağırarak) Buldum!
Edward: (Bağırarak) Sürtük!
Newton: (Bağırarak) Bu iş bitti!
Richard: Bağırmayın lan!
Edward: (Bağırarak) Ederim işinize!
Richard: (Bağırarak) Kapa çeneni Edward.
Newton: İkiniz de kapayın çenenizi. Çalışmam lazım. Beni yalnız bırakın. Toz olun.

Isaac Newton, o gece sabaha kadar bir ağacın dibinde oturup düşündü. Adli tıp raporuna göre, sabah 07:30 sıralarında Newton’un başına elma süsü verilmiş bir kiremit düşmüştü. Bu sayede bir kiremitle iki kuş vurulmuştu. Zira yapılan balistik incelemede, bu kiremitin daha önce de muhtelif suikastlarda kullanılmış olan kiremitlerle aynı elden atıldığı ortaya çıktı. Daha önemlisi ise, Isaac Newton, yediği bu darbe ile Klasik Aşkus Kur*****n ikinci yasasına son şeklini vermişti. Hastanede yaptığı basın toplantısında keşfini şöyle açıklıyordu:
“Baylar, Hanımlar... Şunu gördüm ki; iki karşıt cins birbirlerini kütlelerinin çarpımı ile doğru, aralarındaki mesafenin karesiyle ters orantılı olarak çekerler. Bu sebeple..Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur.”

Newton, insanlık adına büyük bir buluş gerçekleştirmişti. Ama eksik bir buluş. Bu eksiği tamamlayacak kişi, 19.yüzyıl sonlarında İsviçre’nin Ulm kentinde doğacak olan bir adamdı: Albert Einstein.
Einstein’ın buluşu, modern çağın başlamasına da ön ayak olacak ve bu dahi adam, zeka ile eş anlamlı bir sembol haline gelecekti.
O bundan habersizce, kafasını meşgul eden tuhaf sorularla eğleniyor, fakat ne yazık ki yakın çevresince “Geri zekalı çocuk” diye anılıyordu. Ancak Albert, bunlara aldırmıyor, zihnindeki karmaşayı “Işık mı benden daha hızlı, yoksa ben mi Pizza Kulesi’nden daha eğriyim?” sorusuyla sık sık dile getiriyordu. Bir yandan da Klasik Aşkus Kuramı’nda bir terslik olduğunu düşünüyordu.
Yıllardır aradığı sihirli ışığın, kafasındaki çatlaklardan süzülüp beynini harekete geçirmesini sağlayan kişi, bunun farkında bile olmayan Bayan Müller idi. Sıcak bir temmuz akşamı, Albert, yufka ve rom almak üzere dışarı çıkacaktı ki kapıyı araladığında Bayan Müller ve uzatmalı sevgilisi Bay Schubert’in merdiven boşluğunda bağıra çağıra kavga ettiklerine şahit oldu.

Bay Schubert: Aptal kadın! Bıktım senden!
Bayan Müller: Bana mı aptal diyorsun sen! Neden hep bağsız ayakkabı giyiyorsun peki?
Bay Schubert: Nefret ediyorum senden! Başından beri Lulu’ya aşığım ben!
Bayan Müller: Defol evimden alçak! Git o kız kurusu ile ne halt edersen et! Bana olan 1300 Mark borcunu da hemen getir, yoksa silindir gibi ezerim seni!
Bay Schubert: (Merdivenlerden inerek) Filler unutmaz diyenler haklıymış!
Bayan Müller: (Ağlamaklı) Geber!
Einstein: (Kısık sesle) Aman Tanrım, Bay Schubert, Bayan Müller’i terk etti. Bayan Lulu’ya aşıkmış, ama bu çok tuhaf. Annemin dediğine göre Bayan Schubert 110 kg civarında oysa, bayan Lulu olsa olsa 55-60 kg falan. Yoksa, Aman Tanrım!
Einstein’ın Annesi: (Bağırarak) Kör olası aptal çocuk! Sen hala burada mısın! Git bana içki al hemen!

Albert Einstein, güneş doğana kadar olağanüstü bir buluş yapacağından habersiz, içtenlikle, merakla, heyecanla çalıştı. Nihayet, günümüzde bile anlamakta güçlük çekilen Modern Aşkus Kuramı’nı, diğer adıyla Göreceli Aşkus Kuramı’nı ortaya attı. Birkaç ay sonra verdiği bir konferansta şöyle açıklıyordu kur*****:
“Eğer Newton tamamen haklı olsaydı, yüksek m kütleli kadınların, düşük m kütleli kadınlara göre daha çekici olması gerekirdi. Üstelik yüksek m kütleli kadınların mesafeyi artırdığı da bir gerçek! Daha öte bir sonuç ise, Özel Göreceli Aşkus Kuramından çıkıyor; ışık hızına yakın hızla hareket eden aşıklarda zamansal ve mekansal değişimler de dikkat çekici. Onlara göre zaman akışı değişime uğruyor; mekansa, rengarenk ve alışılmışın dışında bir görünüm kazanıyor”
Göreceli Aşkus Kuramı, bir yandan Einstein’a Nobel Romantizm Ödülünü kazandırmıştı bir yandan da şişman kadınların nefret ve teessüflerini.
Yazık ki Einstein’dan bu yana Aşkus Kuramı’nda önemli bir gelişme kaydedilmedi.
Teknolojinin süratli ve toplumların dejeneratif gelişimi, Aşkus kavramı üzerinde de bozucu etki yapmış olabilir. Milenyuma geldiğimizde, hemen hemen tüm kavramlar üzerindeki “Cüzdansal Oluşumlar” hakimiyeti, Aşkus’u da bünyesinde biraz eritmiş gibi görünüyor.
Acaba Aşkus üzerine çağlar boyunca yapılan çalışmalar, çağların insanlığı değişime uğratmasıyla işe yaramaz hale gelmiş olabilir mi ?
Eğer, güçlülerin kazanıp, zayıfların elendiği bir evrende yaşıyorsak, kimin güçlü, kimin zayıf olduğunu insanın değer yargıları mı, yoksa önyargıları mı belirliyor. Ya yargıların kökeninde ne yatıyor?
Sokrates’e bir e-mail attım, cevap bekliyorum.
 
Milyonda Bir Yaşamak
parlama.gif



Milyonda birdi seninle karşılaşma olasılığımız sevgilim. Böyle söylemiştin. Ama hayat milyonda bir değil midir zaten? Bizi bulan, çoğunlukla memnun olmadığımız bazen bin bir zorlukla geçen günün sonunda o gün yaşama ihtimalimizin aslında milyonda bir olduğunu düşünmez miyiz? Ya sevdiğimiz kadına ya da erkeğe rastlama ve ona âşık olma olasılığımız ... İşte dediğin gibi, milyonda bir yaşıyoruz sevgilim.Hayatımız birer tesadüfler toplamı. Ve hayatımıza şöyle bir kuşbakışı göz atarsak, hayatımızın dönüm noktaları dediğimiz yerlerinde hep tesadüflerin büyük roller oynadığını görebiliriz. Ve eğer bu tesadüflere gereken değeri verebilir ve onları değerlendirebilirsek önümüze sonsuz yolların açıldığını da görebiliriz. Öyleyse, tesadüfler bitmeyen birer hazinedir bizim için sevgilim."Hayat nedir" diye sormuştun bana bir gün. Hayat pek çok şeydi, her şeydi, ama ben sana şöyle bir yanıt vermiştim: Hayat bir denge sanatıdır. Her şey bu denge üzerine kuruludur. Peki bu denge nedir demiştin? Bu denge yapmayı istediklerimiz ile yapmayı istemediklerimiz arasındaki ilişkidir. Bunu şöyle düşünebiliriz: İçimizdeki uçurumun üzerine gerili ince bir ipte elimizde denge kurmamızı sağlayan bir sopa ile yürüyoruz. Sopayı milim milim hareket ettirerek dengemizi sağlamaya, korumaya çabalıyoruz. Yapacağımız en küçük bir yanlış uçurumun dibini boylamamıza neden olacak.

Uçurumun dibine düşersek eğer, yeniden zorlukla yukarı çıkabiliriz. Ama çoğu insan dipte hayatını sürdürüyor ve hayatla mücadele etmek yerine, nefes alarak yaşamayı sürdürüyor.Çoğunlukla yapmayı istediğimiz şeyleri bastırır, yapmayı istemediğimiz şeyleri çeşitli nedenlerle yaparız. Bazen yüreğimizdeki deniz kabarır, sular içimizden yerlere taşar, içimizdeki kırlara koşarız büyük bir yaşama sevinciyle. Papatyalar toplarız sonsuz çiçek bahçelerimizden. Ama bir anda yine mantığımız devreye girer ve yeryüzüne çıkarız. Işte hayat özünde budur sevgilim; denge, mantık ile yürek, yani duygusal dünyamız arasında bir ilişki kurabilmektir. Ama bu ilişkide, duygusal dünyamıza belki mantıktan daha çok yer vermemiz gerektiğini düşünüyorum.Çılgınlık olarak nitelenen, yapmak için çıldırmakla birlikte yine mantığımızın sınırlayıcılığıyla bastırdığımız bir çok isteğimiz vardır. Bu istekleri gerçekleştirdiğimizde korkunç bir keyif alacağımızı biliriz, bunun bizim duygusal ve düşünsel dünyamızı geliştireceğini de. Fakat bir süre sonra daha doğmadan tasarılarımızı hemen öldürürüz. Yine küçük dünyamıza sığınır, uçurumun dibinde yaşamaya razı oluruz. Öyleyse bir mantık hapishanesinde yaşamaktan başka ne yapıyoruz söyler misin sevgilim?Bizim en büyük düşmanımız mantığımız. Daha doğrusu mantığı idare etmek yerine iplerimizi onun eline vermişiz ve kendi kendimizi bir hapishane hücresine tıkmışız.Mantığımıza o derece teslim etmişiz ki kendimizi, sevgimizi gözü dönmüş bir cani gibi durmaksızın vahşice öldürüyor, bin parçaya bölüyoruz. Adeta kendi kendisini öldürmüş ve mantık hapishanesinde ömür boyu yaşamaya mahkûm etmiş gözü dönmüş canileriz.Ve işte bu nedenle diyorum ki, mantığını yenemeyen, onu tıpkı bir vahşi atı evcilleştirir gibi uysal bir hale getiremeyen insanın hayatı birer pişmanlıklar manzumesinden başka bir şey olmayacaktır. Hayatın bana öğrettiği değerli şeylerden birisi de, yüreğimi mantığımın önüne koyup hep onu dinlemem.

İnsan yüreğinin doğrusuna gittiğinde insan olduğunu anlıyor ve kendi ruhunun derinliklerindeki soylu damara ulaşabiliyor. Çünkü yürek, hayata karşılıksız, beklentisiz ve sevgiyle yaklaşmayı öğretiyor insana. Oysa mantık, kılı kırk yararak bizi küçük hesaplara, beklentilere ve egomuzu tatmine yöneltiyor. Artık mantığa zerre kadar değer vermiyorum, onu elimden geldiği kadar küçümsüyorum. O benim elimde, değersiz ve ancak gerektiğinde kullanılacak basit bir kavram artık. Onu ne kadar az kullanırsam o kadar huzurlu ve mutlu olacağıma inanıyorum.Oysa hayat o kadar kısa süren bir serüven ki, hayata gözlerimizi yumduktan sonra hayatımızı bir film gibi izleme olanağımız olsaydı, kendimize bu derece anlamsız bir hayat sürdüğümüz için kızar ve boş hayatımızın bize verdiği büyük acılarla kahrolurduk.Ama en kötüsü nedir sevgilim biliyor musun: Hayatın bize sunduğu sonsuz güzelliklerin milyonda birini yaşamaktır. Hayatımızı bir tesadüf gibi yaşıyoruz. Bir tesadüfün bizi bulma şansı milyonda birse, biz de hayatımızı aynı bir tesadüf gibi milyonda bir yaşıyoruz. Hayat bize her gün yeniden o derece sonsuz güzellikler sunuyor ki biz bunları görmemek için her gün yeniden kendi gözlerimize mil çekerek kör oluyoruz.Dostoyevski'nin "Beyaz Geceler" adlı kitabın kahramanı kitabın bir yerinde, kendi hayatını bir cinayet olarak niteliyor ve böyle bir hayat sürmenin bir cinayet ve suç olduğunu belirtiyor. Ve kendi kendisine yılların geçtiğin söyleyerek peki sen o yılları yaşadın mı, diye soruyor...Öyleyse hepimiz kendi hayatlarımızı öldüren katillerden başka bir şey değiliz. Hem de en ucuz biçimde işliyoruz bu cinayeti. Ve taammüden işlediğimiz bu cinayet, bir ömür boyu sürüyor.Seni içimizdeki o sonsuz güzellikteki çiçek bahçelerinden beyaz papatyalar toplamaya davet ediyorum.Seni milyonda bir yaşadığımız zavallı hayatımızın içini doldurmaya ve anlamlandırmaya davet ediyorum.
 
Geri
Üst