Değerli Üyelerimiz sizler için kendimizi sürekli yeniliyoruz. Lütfen 10 saniyede üye olarak bizlere destek olunuz... 😊 Tüm sorunları bize bildirebilirsiniz
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz.. Tarayıcınızı güncellemeli veya alternatif bir tarayıcı kullanmalısınız.
*Öğrendim ki...Güveni geliştirmek yıllar alıyor, yıkmak bir dakika.
*Öğrendim ki...Hayatında nelere sahip olduğun değil kiminle olduğun önemli.
*Öğrendim ki...Sevimlilik yaparak 15 dakika kazanmak mümkün, ama sonrası için bir şeyler bilmek gerek.
* Öğrendim ki...Kendini en iyilerle kıyaslamak değil, kendi en iyinle kıyaslamak sonuç getirir.
* Öğrendim ki...İnsanların basına ne geldiği değil, o durumda ne yaptıkları önemli.
* Öğrendim ki...Ne kadar küçük dilimlersen dilimle her işin iki yüzü var.
* Öğrendim ki...Olmak istediğim insan olabilmem çok vakit alıyor.
* Öğrendim ki...Karşılık vermek, düşünmekten çok daha basit.
* Öğrendim ki...Bütün sevdiklerinle iyi ayrılman gerek, hangisi son görüşme olacak bilemiyorsun.
* Öğrendim ki..."Bittim" dediğin andan itibaren pilinin bitmesine daha çok var.
* Öğrendim ki...Sen tepkilerini kontrol edemezsen, tepkilerin hayatını kontrol eder.
* Öğrendim ki...Kahraman dediğimiz insanlar bir şey yapılması gerektiğinde, yapılması gerekeni şartlar ne olursa olsun yapanlar.
* Öğrendim ki...Affetmeyi öğrenmek deneyerek oluyor.
* Öğrendim ki...Bazı insanlar sizi çok seviyor ama, bunu nasıl göstereceğini bilemiyor.
* Öğrendim ki...Ne kadar ilgi ve ihtimam gösterseniz, bazıları hiç karşılık vermiyor.
* Öğrendim ki...Para ucuz bir başarı.
* Öğrendim ki...Düştüğün anda seni tekmeleyeceğini düşündüklerinden bazıları kaldırmak için elini uzatır.
* Öğrendim ki...İki insan aynı şeye bakıp tamamen farklı şeyler görebilir.
* Öğrendim ki... Aşık olmanın ve aşkı yasamanın çok çeşidi vardır.
* Öğrendim ki... Her şartta kendisiyle dürüst kalanlar daha uzun yol yürüyor.
* Öğrendim ki... Hiç tanımadığın insanlar, iki saat içinde, senin hayatını değiştirebilir.
* Öğrendim ki.....Duvarda asılı diplomalar insanı insan yapmaya yetmez.
* Öğrendim ki... Karşındakini kırmamak ve inançlarını savunmak arasında çizginin nereden geçtiğini bulmak zor.
* Öğrendim ki... Gerçek arkadaşlar arasına mesafe girmez. Gerçek aşkların da!
* Öğrendim ki...Tecrübenin kaç yaş günü partisi yasadığınızla ilgisi yok, Ne tur deneyimler yaşadığınızla var.
* Öğrendim ki... Aile hep insanın yanında olmuyor. Akrabanız olmayan insanlardan ilgi, sevgi ve güven öğrenebiliyorsunuz. Aile her zaman biyolojik değil.
* Öğrendim ki...Ne kadar yakın olursa olsunlar en iyi arkadaşlar da ara sıra üzebilir. Onları affetmek gerekir.
* Öğrendim ki... Bazen başkalarını affetmek yetmiyor. Bazen insanın
kendisini affedebilmesi gerekiyor.
* Öğrendim ki... Yüreğiniz ne kadar kan ağlarsa ağlasın dünya sizin için dönmesini durdurmuyor.
* Öğrendim ki... Şartlar ve olaylar, kim olduğumuzu etkilemiş olabilir. Ama ne olduğumuzdan kendimiz sorumluyuz.
* Öğrendim ki... İki kişi münakasa ediyorsa, bu birbirlerini sevmedikleri anlamına gelmez. Etmemeleri de sevdikleri anlamına gelmez.
* Öğrendim ki... Her problem kendi içinde bir fırsat saklar. Ve problem, fırsatın yanında cüce kalır.
* Öğrendim ki... Sevgiyi çabuk kaybediyorsun, pişmanlığın uzun yıllar
sürüyor.
* Öğrendim ki... Bir insanı kazanmak çok zor, ama kaybetmek çok kolay.
Genç adam ellerinde bir buket çiçek, sahile koşarak geldi... Gözleri şöyle bir sahilde gezindi, aradığını göremeyince ilk gördüğü banka oturup sevdiğini beklemeye başladı. Ellerinde her zamanki çiçeklerden vardı. Sevgilisinin en sevdiği çiçekler bunlardı. Kırmızı , kıpkırmızı, kan kırmızısı güller...
Sanki dalından yeni koparılmış gibi tazeydiler, buram buram kokuyorlardı, sevgi kokuyor, aşk kokuyor en önemlisi de özlem ve hasret kokuyordu güller...
Hepsinin üzerinde damlalar vardı. Sanki ağlıyor gibiydiler. Genç adam güllere baktı, sanki onlarla konuşuyormuş gibi, "Neden ağlıyorsunuz, bakın ben ne kadar mutluyum" dedi.
Az sonra sevdiğini göreceği için kalbi yine deli gibi atmaya başlamıştı. Ne zaman onu düşünse, onunla buluşacağını hayal etse kalbi aynı böyle yerinden çıkacakmış gibi oluyordu. Senelerdir birbirlerini sevmelerine rağmen ikisi de sevgisinden hiç bir şey kaybetmemişti..
Onları hiç bir şey ayıramazdı...
Ne hasret, ne ayrılık, ne de ölüm...
Genç adam telaşla saatine baktı. Sevdiği yine geç kalmıştı, 1 dakika gece kalmıştı. Üstelik o, sevdiğini bekletmemek için dakikalarca önce koşarak geliyor, onu beklemeyi bile seviyordu. Ama sevdiği her zaman bunu yapıyordu. Devamlı kendisini bekletiyordu. Herkesin bir kusuru olurmuş diye düşündü...
Ve gözlerini önündeki uçsuz bucaksız denizlere dikti.. Denizin sonu yok gibiydi, tıpkı sevdiği kıza karşı olan aşkı gibi denizinde sonu yoktu. Sonsuzluğa uzanıyordu. Aslında bugün onlar için çok özel bir gündü. Kendi aralarında sözleneceklerdi. Delikanlı önce bunu sevdiğine açmış, sonrada gidip iki yüzük almıştı. Bu kadar önemli bir günde bari onu bekletmemeliydi.. Ama alışmıştı artık beklemeye, zararı yok biraz daha beklerim diye düşündü. Güllerin yaprakları nedense hala yaşlı idi. Bir türlü anlamıyordu onları. Her şey bu kadar güzelken neden ağlıyorlardı ki?
İşte az sonra sevdiği gelecek, ona sarılacak, kucaklaşacaklardı...
Sonra söz yüzüklerini takıp, evliliğe ilk adımlarını atacaklardı.
Genç adam öyle heyecanlıydı ki sevdiğine kavuşmak için can atıyordu...
Martılara baktı, birbirleriyle oynaşıp, uçuşan martılara... Ne kadar güzel dansediyorlardı havada.
Tekrar saatine baktı genç adam. Endişelenmeye başlamıştı. Sevgilisi yine geç kalmıştı, hem de çok... Bu kadar geç kalmaması gerekiyordu. İşte her gün burada buluşmak için sözleşmiyorlar mıydı? Her gün sahilde, martılara bakarak, denizin onlara anlattığı masalları dinleyerek birbirlerine sarılıp hasret gidereceklerine söz vermiyorlar mıydı? O zaman neden gelmemişti yine??...
Aklına kötü düşünceler gelmeye başladı. Hayır.. hayır.. olamazdı.
Sevdiğine bir şey olamazdı.
Onsuz hayat yaşanmazdı ki...
O ölse bile devamlı benimle yaşar diye düşündü genç adam. Bunun düşüncesi bile hoş değildi. Gözlerini yere indirdi. Gözyaşlarını kimsenin görmesini istemiyordu.
Zaten nedense etrafındaki insanlar ona sanki kaçık gibi bakıyorlardı. Rahatsız olmaya başladı bakışlardan.
Artık bıkmıştı... Yine sevgilisi geldi aklına.. Neden gelmedi acaba diye düşünmeye başladı. Gözlerini kapattı.
7 sene oldu dedi. 7 senedir her gün bu sahildeydi, sevdiğini bekliyordu. Daha fazla dayanamadı. Kalbi parçalanacak gibi oluyordu. Gözlerinden 1 damla daha yaş güllerin üzerine damladı...
Yine gelmeyecek galiba, en iyisi ben onun evine gideyim diye mırıldandı...
Hiç olmazsa gülleri her zamanki gibi yanına koyar, ona vermiş olurdu...
Genç adam ayağa kalktı. Sevdiğiyle buluşmak üzere, yeşil tepenin ardındaki Kabristan'a doğru yürümeye başladı..
“Dayanılmaz”ın endişesi üzerimde gezerken ve sadece “uykusuzluk”un bana arkadaş dediği bu dipsiz gecede intihar ettim. Notumu bıraktım o lanetledikleri bünyemin üzerine. Sadece bir değildik, çoktuk. Ama sonra yok olduk. Sessiz ve hissettirmeden indik karanlık kuyuya. O, kırmıştı kafasında taşıdığı altın yüklü vazoyu. Dışarısı soğuktu, ölümün bize uzattığı el kadar. O, yinede güzeldi, her ne kadar ölümün çirkinliği sürtüyorduysa da üzerinde. Acaba yapabilir miydim? Onsuz burada nefes alabilir miydim? Deliklerde kendimi gördüm, yağmurun içinden aktığı. Bebek gibi pürüzsüzdü yanıbaşımda. Sade ve el değilmemiş. Ölüm bile ellememiş.
Soğuk metalin acımasızca nefesi yakıyor ağzımı. Kapkara bu havaifişekler. Ya gözleri niye bu kadar acımasız? Kendi kendime yapardım bu karanlığı. Şafaklarında süzülürken göğün. Karanlıktı evim ama neden bu kadar soğuk bana? Yaşamadım hiç bunu. Yoksa gerçekten yaşamıyor muyumdum bu gerçekler çölünde?
Kulaklarım çınlıyor, sanki bir boşlukta yalnızım, ve zifiri karanlıktan gelen ses ve beynim buna dayanamaz hale geliyor. Başlıyorum ağlamaya, gözyaşlarım bir hançer gibi süzülüyor yanaklarımdan. Yere düşen damlaları sayıyorum düşüncelere dalarak. Ardından, bağırmak, haykırmak ve ölmek istiyorum. Her şeyden uzaklaşmak, insanlardan uzklaşmak ve kendimden uzaklaşmak bir bir özgürlük gibi geliyor bana. Ve tekrar ağlıyorum düşündüklerime. Sanki, biri itiyor beni boşluğa. Yavaş yavaş süzülüyorum, kör boşluğun içinde. Belki boşluktan çıkarım ümidi ile çırpınıyorum uçmak için. Kanatlarımı kırıyorlar acımasızca. Birileri yapıyor bunu ama kim! Bulamıyorum, bulamadıkça isyanım başlıyor. Belki de bendim diye düşünüyorum kendimi boşluğa iten. Ve eski paslı bir hançeri, zaten çırpınan kalbime saplıyorum. Sanki isyanım, çaresizliğim akıyor hançerin ucundan ve gözlerim kapanıyor. Ulaşıyorum sessizliğe ve bir ferahlık sarıyor içimi, sonsuzluğa kadar
Sensizlikte fırtınalar kopuyordu yaşadığım şehirde .Ölüm ise hırçın dalgaların maskesini giymiş kıyılarıma vuruyordu..Üsüyordum..Gözlerim gözlerini arıyordu gökyüzünde..Ama gökyüzü kapalı..Şehre yağmur yağıyordu .Yagmurlar ise acımasiz..Bereket dagıtan yagmur, yüregime yalnızlıgın acımasızligini bırakıyordu damlalarında ..Korkuyordum karanlığa yenilmekten..Tüm şehri dolaşıyorum önümde seni bulma umutlarım arkamda beni kovalayan yalnızlık..Saatler geçmek bilmiyor..Gözlerim bir an saate dalsa yelkovan cellatlığa, akrep ise karanlığa bürünüyordu..Yapamıyordum sensiz..Ayaklarım yoruluyordu su birikintilerine çarpa çarpa..Sensiz duygularım bölük pörçük..Ölümü ensemde hisseder gibiyim..Kimsenin olmadığı sokaklara girmiyordu ayaklarım..Korkuyordum sensizlikte ölümün kalbimi esir almasindan..Kılcaldamarlarımdan canımı çekiyorlar sanki...Üşüyorum sensizlikte..Yağan yağmurda sığanacak sıcak yüreğini arıyordum..Fırtınada dev dalgalara karşı sığınabilecegim sakin bir liman..Kısacası seni arıyordum...Ezan sesi, gecenin karanlığını dağıtıyorken gözlerim uykuya yenik düşecekti az daha...Koşmaya başladım güneşin ilk ısıttığı sokaklara...Güneşin sıcaklığında bulabilirdim.sesini....Soluk soluğa koşuyorum akşamdan ıslak kaldırımları..Güneşi görüp kuruyan her kaldırım gibi bende sana kavuşuyorum sanki...
Rüyadan uyandığımda ter içindeydim..Korkularım bir anda mutluluğa dönüşürken varlığında rüyalarda bile sensizliğin acısını hissetmek kötüydü...Ne mutlu sevdiklerinin her an kıymeti bilip ölümüne sevenlere..
Buruktu yüreğim bir akşamın alca karanlığında. Göz yaşlarımla beraber sessizce bir kelime çıktı dudaklarımdan. Ürperti her hücresini himayesine almış, tüylerim yaşama isyan edergibi ayaklanmıştı. İrileşen gözbebeklerimin önünde kendimi biçare gördüm. Sessizce söylediğim kelimenin ne kadar doğru olduğunu anladım. Oturduğum yerden yavaş hareketlerle kalkıp kalp atışlarımın eşliğinde uzun bir yola çıktım. Huzur ve özgürlüğe giden bir yoldu bu yol. ÖLÜM YOLU!
Geliyorum bu gece sana...Ölümü erteleyip seni yaşamaya geliyorum..Umutlarımı ve hayallerimi yüreğime doldurup yağmurlu bir gecede sana koşuyorum..Gece karanlık şehirlerden geçtiğimde senin gözlerindeki ışığı arayacağım canımcım..
Bir yıldız gibi parlayan gözbebeklerinin güzelliğinden her bir şehre koysak ne güzel olurdu değil mi? Ne karanlık bir sokak kalır ne de umutsuz bir gece kalır ....Hayata dair tüm mutluluklarını en güzel çiçeklerin tomurcuklarına aşıla.Her umut la kalbine ve ruhuna bir bahar esintisi hediye edilsin.. Gözlerini uğruna geçtiğim tüm şehirlerin yıldızları fethettim ve sana getiriyorum... Gecenin koynundan güneşi bırakacaklar avuçlarına ve kulaklarına ise " sevgilin geliyor " diye fısıldayacaklar...
Hadi ölümü yarınlarıma erteledim..Ve acıların prangalarını avuçlarımda erittim...Umutlarımı senin gözlerine ektim..Sana geliyorum bu gece....İdamlık düşlerimden kaçıp yarınlarıma koşuyorum...Orkidelerle leylaklar' la ve içimdeki çocuksu heyecanlarımla geliyorum..Uyku yok bu gece..Uykuları erteledim...Sana gelirken geçtiğimiz tüm şehirlere senin gözbebeklerini anlatacağım..Her gecen saat heyecan denizinde boğulup senin yüreğinin sahillerinde dinleneceğim..Ve bu sabah senin gözlerinde uyanacağım....Umutlarıma peşkeş çekmiş acılarıma son verip her şeyimi sana getiriyorum...
.Sen; yarınlarıma umutla baktığım mutluluklarımsın.Sen benim nefessimsin..Ekmeğim, suyum kısacası hayatımsın..29 harfli kelimeler armonisinde gözlerini anlatacak bir şey yok..Gözlerini anlatmam ki..Çünkü ; gözlerin anlatılmaz, YAŞANIR....Ben gözlerindeki umutla yaşıyorum
Güllerimi avuçlarıma alıp gecenin karanlığını yırtarak sana geliyorum..O gözlerini yaşamaya geliyorum..Gözlerinin rengindeki mürekkebimi İstanbul ' un Boğazında mutluluklarla buluşturmaya koşuyorum...Kuruyan hücrelerimi sende yeniden yeşertmek için içimdeki tüm umutlarımı sırtıma yükleyerek kırlangıçların kanatlarında geliyorum..Bereketli yağmurları, rüzgarı ve yarınlarındaki güneşi koynumda saklayıp sana yüreğimi getiriyorum...Seni yaşamaya koşuyorum..Her adımda gözlerindeki gülüşlerine dua ederek geliyorum..
Ölüm gelmeden ben sana geliyorum hayatım...Bekle beni bu gece her şeyi erteleyip sana geliyorum...Unutma ; bu beden senin gözlerinde yaşıyor...Bu sabah güneş sana beni getirecek..Ve ölümsüz sevdamı yüreğine bırakacağım.
Kan rengi, kıpkırmızı güllere bayılırdı. Zaten onlarla adaştı da. Rose... Gül... Kocasının sevgili Rose'u... Her yıl Sevgililer Günü'nü kapının önünde bulduğu enfes fiyonklarla süslü kucak dolusu kırmızı güllerle kutlardı. Hiç aksamadan. Hatta, eşini kaybettiği yıl dahi kapısı çalınmış, gülleri kucağına bırakılmıştı..Tıpkı geçmişte olduğu gibi, küçük bir kartla birlikte.. Her yıl güllere iliştirdiği karta aynı cümleleri yazardı: "Seni, geçen sene bugünkünden, daha çok seviyorum..." Birden, bunların son gülleri olduğunu düşündü.. Önceden ısmarlanmış olmalıydı.. Öleceğini nasıl bilebilirdi?.. Zaten her seyi önceden planlamayı ve yapmayı severdi, yumurta kapıya gelmeden...
Gülleri özenle içeri taşıdı..saplarını kesti, vazoya yerleştirdi.. Vazoyu da konsolun üzerine, eşinin kendisine gülümseyen fotoğrafının yanına koydu. Orada kocasının koltuğunda oturup saatlerce güller ve fotoğrafı seyretti sessizce.. Bitmek bilmeyen bir yıl geçti.. Yapayalnız ve hüzün dolu bir yıl..
Sonra bir sabah kapı çalındı.. Tıpkı eski günlerde olduğu gibi.. Kırmızı gülleri, üzerinde küçük kartıyla birlikte eşikteydi.. Sevgililer Günü'nü kutluyordu. Gülleri içeri aldı. Şaşkınlık içinde doğru telefona gitti. Çiçekçi dükkanını aradı... Onu bu kadar üzmeye kimin hakkı vardı ? "Biliyorum" dedi, çiçekçi.. " Eşinizi geçen yıl kaybettiniz.. Telefon edeceğinizi de biliyordum.. Bugün size yolladığım gülleri çok önceden ısmarlamış, parasını da ödemişti.. Hep öyle yapardı zaten, hiç şansa bırakmazdı. Dosyamda talimat var. Bu çiçekleri size her yıl yollayacağım. Bir de özel kart vardı,
kendi el yazısıyla. Bilmeniz gerek diye düşünüyorum.. Ölümünden sonra çiçeklere iliştirmemi istediği kart..." Rose hıçkırıklar arasında teşekkür ederek telefonu kapattı. Parmakları titreyerek zarfı açtı..
" Merhaba gülüm" diye başlıyordu, kart.. " Bir yıldır ayrıyız. Umarım senin için çok zor olmamıştır. Yalnızlığını ve acılarını hissedebiliyorum. Giden sen, kalan ben olsaydım neler çekerdim kim bilir? Sevgi paylaşıldığında yaşamın tadına doyum olmuyor. Seni kelimelerle anlatılmayacak kadar çok sevdim. Harika bir eştin dostum, sevgilim benim... Sadece bir yıldır ayrıyız. Kendini bırakma. Ağlarken bile mutlu olmanı istiyorum. Onun için bundan sonraki yıllarda güller hep kapımızda olacak. Onları kucağına aldığında paylaştığımız mutluluğu ve kutsandığımızı düşün. Seni hep sevdim.. Her zaman da seveceğim. Ama yaşamalısın. Devam etmelisin... Lütfen.. Mutluluğu yeniden yakalamaya çalış. Kolay değil, biliyorum ama bir yolunu bulacağına eminim....
Güller, senin kapıyı açmadığın güne dek gelmeye devam edecek. O gün çiçekçi beş ayrı zamanda gelip kapıyı çalacak, eve dönüp dönmediğini kontrol edecek. Beşinciden sonra emin olarak gülleri ona verdiğim yeni adrese getirip seninle yeniden ve ebediyyen kavuştuğumuz yere bırakacak..
"SENİ SEVİYORUM GÜLÜM..."
Bir yazıydı içimi aydınlatan, bütün olumsuzluklara rağmen hayata pozitif bakan bir genç kalemin yazısını okuduktan sonra "evet bende ölümün soğuk nefesini hissetmiştim" dedikten sonra kaleme aldım, çünkü almam gerekiyordu;
.......Yoksunluk içinde geçen bir çocukluktan sonra büyümüş delikanlı olmuştum, çok çabuk kırılıyor, çokta çabuk dost ediniyordum, kendimi beğenmezdim, hiç bir fiziki kusurum yokken bile ayakkabılarımın 43 numara olmasını kafama takar, pantolonun altında şık durmadığını dert edinirdim, gözümde her ay düzenli çıkan arpacığı kanser kadar büyük dert bellemiştim, oysa güzergahımdaki sokaklarda yolumu bekleyen genç kızlarında haddi hesabı yoktu. Elim ekmek tutuyordu ve düzenli maaş aldığım bir kurumda genç yaşımda idareci olmuştum bile.. 1981 eylülde aşık olmuştum tam askerlik çağımdı, ilk şiirimi ona yazmıştım oda bana hala severek taşıdığım "Duygu İmparatoru" sıfatını yakıştırmıştı, ne de zor olmuştu yavukluyu memlekette bırakıp askere gitmek, döndüğümde ilk göz ağrım bir başkasıyla evlenmişti bile, ölenle ölünmüyordu ve bende evlendim çoluk çocuğa karıştım, Rabbim nur topu gibi iki tane erkek evlat nasip etti.
......işte ne olduysa 1993 yılında Diyarbakır’da görev yaptığım yıllarda oldu, kendimi dinleme fırsatı buldum, kendimi dinledikçe kendi içime hapis oldum. Bir serseri kurşun sol göğsümden girdi kol küreğimden çıktı. 1993 yılının kurban bayramından üç gün öncesi saat 13.00 sıralarıydı, bir uğultuyla birlikte sol göğsümde bir sıcaklık hissettim ve uzun uzadıya düştüm sırt üstü...Şuur kaybından siren sesleri ile uyanış, kan oluk oluk... Hastanene bir saatlik mesafe de, yol uzun, yara ağır ve telsizden kan gurubumu soruyorlar, ölüm an meselesi... Azrail’in soğuk nefesini hissediyorum yüreğimde, o anda 35 yıllık hayat saniye saniye geçiyor gözlerimin önünden... Meğer ne kadar güzel bir ömür sürmüşsüm diye geçiriyorum içimden... Hep güzel şeyleri hatırlıyorum. İçimi burkan üç şey vardı; Tokattan eski bir arkadaşıma dargın olduğum gerçeği ile yüzleşiyordum,o an bir pişmanlık çöküyor yüreğime... "Keşke yanımda olsa, özür dilesem, affet beni desem" diyorum suçsuz olduğum halde, sonra 12 yıldır hiç görmediğim ilk göz ağrım düşmüştü aklıma, bu halde bile içim yanmıştı, sonra Acem güzeli karım ve benim fotokopim olan iki oğlum düştü aklıma... Önümüz bayramdı, işte bir sarı perde iniyordu gözlerimin önünde yukarıdan aşağıya,ölüm gelip gelip gidiyor sanki... Son sözümün Hakka şükür olması gerektiği zonkluyor beynimde, bildiğim sureleri sıralıyorum aklımdan, bana refakat eden arkadaşlara annemin, kardeşlerimin tel numaralarını veriyorum, vasiyetimi ulaştırıyorum gayri ihtiyarı, arkadaşlarımın gözlerinden akanlar yüzüme damlıyor tane tane... Ağlamayı beceremiyorum bir türü, derken ulaşıyoruz Dicle Üniversitesi acil servisine... Olağanüstü Bölge Valisi Ünal Erkan'ın talimatı ile hazırlanmıştı bile ameliyathane, 14 saat süren bir operasyon, doktorumu hatırlıyorum hayal meyal ve ben ölüme hazırlamışım zaten kendimi, hazırlamışım ama dünyaya da doymadığım gerçeği ile yüzleşmişim ve yaşamayı her zamankinden daha çok ister haldeydim. Fersiz bakışlarımla yalvarıyordum Dr.Nesimi Eren'e ve gidiş o gidiş!!!
.......Önce sesler geliyor kulağıma, gözlerim aralanmadan son yaşadıklarım geliyor aklıma, yaramın ağırlığı hatırlayıp kendimi ahrette olduğuma inanmış buluyorum, gözlerimi açıyorum yattığım odada ayağı, başı, kolu sarılı onlarca hasta ve hepsi beyaz çarşaflara uzanmış, kendimi ölmüş hissettiğimden burası “CENNET Mİ CEHENNEM Mİ?” suali yankılanıyor ruhumda... İçimden şöyle dediğim hatırlıyorum "eğer CEHENNEMDE isem anlatıldığı kadar korkulacak gibi değilmiş! yok CENNETTE isek kandırmışlar bizi..." Bunları düşündüğüm gibi yine kopuyor hayat, 12 saatte daha şuursuz bir baygınlık ve 12 saat sonra yine uyanış, yine aynı oda yine başı, kolu, bacağı sarılı zat-ı muhteremler... "Burası cenneti mi ,cehennem mi?" sorusunu kendime soruyordum ki; beraber çalıştığım arkadaşı görüyorum odanın kapısındaki camdan bakan...İçimden sevinç naraları yankılanıyor ve onun göreceği şekilde parmaklarımı oynatarak selamlıyorum sevinç göz yaşları döküyor Muş'un yiğit çocuğu... Göz göze geliyoruz, akıyoruz bir birbirimize, ölmemişim yaşıyorum, hayattayım diye şükürler gönderiyorum RABBİME ...
Üç gün geçmiş aradan ben hayattan kopalı, Dr. Nesimi yüzündeki tebessümle giriyor kapıdan... Arkasında Tokat'taki Annem ve beş kardeşim peşpeşe... Annemin ağabeyime dönüp söylediği ilk söz "oğlum hemen dayına telefon et tosunu kurban kessin çok şükür bu günümüze"
.......Üç aylık yoğun bakımdan sonra iki sene süren ayakta tedavi ve 10 sene sonra işte karşınızda Ahmet Erdem, çalakalem doğaçlamalar yazan, o karanlık günlerini şiirlerle aşan, yaşanan süreç zarfında şunu öğreniyorum ki; küçük dertlerle bedbaht etmişiz kendimizi ve bunu işliyorum şiirlerimde...Her satırın özü yaşam güzel, yarın umut var ve Hakka teslimiyet içermekte...
.......Bu gün ise sevgiden başka bir istediğim yok kimseden, en büyük zenginliğin ruh zenginliği, dost zenginliği olduğun öğrenmiş bulunuyorum. İşte bunun huzurunu yaşıyorum artık...
Son olarak söylemek istediğim şu ki; o ötelerin ötesindeki istemezse sinek kanadını oynatamaz, o istemezse bir yaprak kıpırdamaz, ama o isterse sular yokuş yukarı akar, O isterse kurşun sol göğsünden girer, kol küreğinden çıkar, sen yine yaşarsın doyasıya, O isterse alır emanetini hiç ummadığın zamanda....
(*)Annem ve 6 kardeşim hayatta İstanbul Eyüp Sultan'da aynı sokaktayız, mutluyuz, çünkü yaşıyoruz.
(*) Hayat çok güzel, sağlıklı iken kıymetini bilelim, küçük şeylerle bedbaht etmeyelim kendimizi... Yaşadığımız her anın çok kıymetli olduğunu bilmek lazım... Yaşam başlı başına bir yaşama sebebi bilene…
İş adamı tıraş olurken bir yandan da berberiyle sohbet etmektedir. Derken, kapının önünden ağır ağır geçmekte olan paspal bir çocuk görürler. Berber, iş ad*****n kulağına fısıldar; "Bu çocuk var ya, dünyanın en aptal çocuklarından biridir! Bak; dikkat et şimdi..." Berber çocuğa seslenir: "Ali, buraya gel!". Bunun üzerine çocuk sakince dükkana girer ve yüzündeki aptalca sırıtmayla berberi selamlar. Berber işad*****n kulağına sessizce, "bak şimdi" diye fısıldar ve bir elinde beş yüz bin, diğer elinde beş milyonluk bir banknot olduğu halde çocuğa sorar: "Hangisini istiyorsan alabilirsin?"
Çocuk dalgın dalgın bir beş yüz bine bir de beş milyona bakar ve sonunda beş yüz binlik banknotu hızlıca çekerek berberin elinden alır. Berber işadamına döner ve gülerek: "Gördün mü? Sana söylemiştim." der.Tıraş bitince işadamı sokağa çıkar ve az ileride kendi kendine oynayan Ali'yi görür. Yanına giderek, neden beş milyonluk değil de, beş yüz binlik banknotu aldığını sorar.Çocuk hiç de aptalca olmayan bir sırıtmayla yanıt verir :
- Eğer beş milyonluğu alırsam oyun biter!"
Allah'ın bile insanlar hakkındaki hükmünü, ömürleri sona erdikten sonra verdiğine inanırken... Biz kim oluyoruz da insanları birkaç kez görmek, iki-üç yazı okumak, birkaç dedikodu dinlemekle yargılama hakkına sahip olabiliyoruz!
Bir sure önce, bir arkadaşım, 3 yasındaki kızını, bir rulo altın renkli kaplama kağıdını ziyan ettiği için cezalandırmıştı. Durumları iyi değildi ve kızının kağıtları, ağacın altına koyacağı bir kutuyu süslemeye harcaması onu çok sinirlendirmişti.
Buna rağmen, küçük kız, ertesi sabah hediyeyi babasına getirdi ve "Bu senin için babacığım" dedi. Arkadaşım, gösterdiği tepki için kendini suçlu hissetti, ama kutunun bos olduğunu görünce için için sinirlenmekten de kendini alamadı.
Kızına bağırdı:
"Birine bir hediye verdiğin zaman içinin dolu olması gerektiğini bilmiyor musun?"
Küçük kız babasına yaşlı gözlerle baktı ve şöyle dedi:
"Ama babacığım, kutu bos değil ki. Ben kutunun içine öpücüklerimi üflemiştim. Hepsi senin için babacığım."
Babanın içi paramparça olmuştu. Kızını kucakladı ve onu affetmesi için yalvardı.
Arkadaşım bu altın renkli kutuyu yatağının bas ucunda yıllarca sakladığını anlattı bana. Ne zaman cesaretini kaybetse, kutunun içinden hayali bir öpücük çıkarıyor ve onu oraya koyan çocuğunun sevgisini hatırlıyordu.
Gerçek anlamda bakmak gerekirse, her birimiz arkadaşlarımız ve ailelerimiz tarafından bize sunulan karşılıksız sevgi ve öpücüklerle dolu altın renkli kutulara sahibiz. Dünyada sahip olabileceğimiz daha değerli bir şey olamaz
Karşımdasın. Elimi uzatıp dokunabiliyorum sana. Ne büyük mutluluk bu... Gördüğüm en güzel şeysin. Senden öte tanımladığım başka hiçbir şey yok. Her şey senin adınla anılıyor benim dünyamda. Bütün çiçekler sen, bütün yıldızlar sen... Bir sanat eserisin, bakmaya doyamadığım. Tanrının bana armağanısın, ve artıyor her geçen gün sana hayranlığım. Yüzünde kuşlar, gözlerinde hayatın ta kendisi var. Öyle gerçeksin ki...
Gözümü açıyorum sen, kapıyorum sen... Hiç bitmeyen serüven... Günümün en keyifli anı, uykumun en tatlı rüyası... Seni soluyorum, havadasın. Seni kokluyorum, doğadasın. Hele şimdi sonbaharsın. Ya da sonsuz bahar. Seni yaşıyorum, canımdasın. Canımsın... Sarılsam sana, bin yıl geçse, bir an bile ayrılmasak... Ten tene, yürek yüreğe sonsuz baharın en aşk dolu iki yaprağı olsak... Ağaç ağaç gezip, yeşersek, açsak. Yere düşsek, kalksak... Seni bilsem, bir tek seni. Seni görsem, bir tek seni... Sesin sarhoş etse beni... Öyle içimdesin ki...
Bir saniye iste benden sensiz geçirdiğim, veremem. Sensiz geçecekse geçmesin zaman, istemem. Seninle yeniden doğdum, yeniden doğuşun kanıtıyım ben. Senden önce geçen zamanı, sana ulaşmak için yürüyerek geçirmişim, kimmişim bilememişim. Şimdi başımı çevirip geriye bakmıyorum bile. O yol yüründü ve bitti, artık seninle yürünecek bambaşka bir yol var önümde. Yorgunluk nedir bilmeyeceğim, hiç şikayet etmeyeceğim ve bir tek adımda bile tökezlemeyeceğim uzun, aşk dolu bir yol... Öyle aklımdasın ki...
Ah, sensiz kalmıyor muyum bazen yıkasım geliyor gördüğüm bütün duvarları. Ardında seni bulurum sanıyorum. Ne ayrı koyduysa bizi, zaman ya da yollar, bir kalemde silesim geliyor. Sana dokunmamı engelleyen ne varsa, bir kadehi yere çarpıp tuzla buz eder gibi parçalamak istiyorum. İsyanım taşıyor, kendi öfkemden korkuyorum. Ve kavuşmak... Bunu düşünmek içimde kırılmış bütün aynaları tamir ediyor. Mavi bir yağmur başlıyor, ıslanıyorum. Maviye boyanıyorum. Öyle özlüyorum ki...
Sen ol, hep ol, benimle ol, bende ol... Sendeyim ben, yüreğimi koydum yüreğinin üzerine. Aşk bu, başka isim arama. Hem de en koyu, en deli, en tutkulu... Öğreneceğim çok şey var sana dair. Bilmediğim çok şey var. Ama bir şeyi öyle iyi biliyorum ki... Seni öyle çok seviyorum ki…
Çok sık birlikte olamasak bile benimle olduğunu bilmenin bunca ay içimi nasıl ısıttığını yeni yeni anlıyorum.
Yokluğun, hatırlandıkça yüreğime saplanan bir sızı olmaktan çıkıp sürekli bir boşluğa dönüşüyor.
Sabahlara seni okşayarak başlamaları, akşamları her işi bir kenara koyup seninle başbaşa karş ılamaları özlüyorum; oynaşmalarymızı, hırlaş malarımızı, yürüyüşlerimizi, kaçamak tatillerimizi, sevimli haşarılğıını, çocuksu küskünlüğünü...
Nasıl da serttin başkalarına karşı beni savunurken; ve ne yumuşak, bir çift kısık gözle kendini ellerimin okşayışına bırakırken...
Bilsen, ne zor gitmen gerektişini bile bile "Kal" demek sana...
Ne zor, senin için ebedi mutluluğun beni unutmandan geçtişini bilmek...
Gitmeni asla istemediğim halde, buna mecbur oldu?umuzu görmek ve sana bunları söyleyemeden "Git artık" demek...
"Beni ne kadar çabuk unutursan, o kadar çabuk kavuşacaksın mutluluğa" demek sana ne zor...
..Sesimi, kokumu çekip alıvermek beyninden; sesin, kokun hala beynimdeyken...
..Seni görmemek ve belki yıllar sonra karşıylaştığımızda bana bir yabancı gibi bakmanı istemek senden...
..Yeni bir sevdayı kesinlikle yasakladığım kalbime söz geçirmek...
..Ve sonra kendi ellerimle bindirip seni yabancı bir arabanın arka koltuğuna, birlikte güneşlendiğimiz onca yazı, yanyana titreştiğimiz onca kışı, paylaştığımız bunca acıyı, onca kahkahayı ve bütün o uzak yeşillikleri katıp yorgun bedeninin yanına, arkandan pişmanlık gözyaşları dökmek ne zor...
..Yokluğunu beklemek, ne zor...
Bunlary düşündükçe, şu anda uzakta bir yerlerde üşüdüğünü sezinleyerek panikliyorum. Bütün engelleri aşıp, terk edilmiş caddeleri, kimsesiz sokakları, yalnız bulvarları arşınlayarak sana ulaşmak, sessizce başını okşamak, kulağına sevgi sözcükleri fısıldamak ve yavaşça üzerini örtmek geçiyor içimden...
Paylaştığımız bir mazinin, yitirdiğimiz bir geleceğe dönüşmesinden hicran duyuyorum.
Gizli gizli hüzünlendiğim akşamlardan birinde, terketmişlere özgü bir terk edilme korkusunu da yüreğimin derinliklerinde duyarak sana koşmak, yaptıklarım ve daha çok da yapamadıklarım için özür dilemek ve "Dön birtanem" demek istiyorum:
Hani bekleyişlerimiz,özlemlerimiz vardır.Hani sabahlamalarımız vardır.uykusuz kalmalarımız,kan çanağı olmuş gözlerimiz,sigara üstüne sigara,fincan fincan kahveler…
Bazen de gelmeyeceğini bile bile gözlerimizi onun yollarını bekleme kölesi yapmalarımız vardır.hani bir umut ışığı yaksa gönlümüzde,her şeyimizi vermeye uğruna feda etmeye hazırdırız.hani hiç olmadık,hiç duymadık heyecanlarla beklemelerimiz vardır baharı.geceyi gündüze,kışı yaza,rüzgarı dala kavuşturan rabbimiz özlemimizi ve sevdalımızı bize kavuşturacak bize geri verecek diye bekleriz her baharın gelişini.baharda gonca gonca açan gülleri bir başka bekleriz.zannederiz ki o goncadan onun yüzü çıkacak onun kokusu yayılacaktır.
Özlemimizi beklerken geceye sevdalı deliler gibiyizdir.ayla yıldızlarla konuşmalarımız karanlığa haykırışımız vardır.sanki o karanlığın ardında beliren aydınlıkta bekler bizi özlemini çektiğimiz.onun içindir ki boş boş sözler savurup dalıp gideriz o yokluğa,o karanlığa,o aydınlığa….
Günler ayları aylar yılları koparır takvim yapraklarından.ama sevdalımız,özlemimiz bir kez olsun çalmamıştır kapımız ve bir kez olsun ortak olmamıştır sabahlamalarımıza.
Halbuki kapının bir tık sesine neler vermeyizdir ki.ne yapsak ne etsek boştur artık gidenler geri gelmez derler.
Ama inadına bekleriz,inadına ayaktayızdır güneşle birlikte ve inadına umutlarımızın suyunu verip umudumuzu yeşertiriz her baharın sabahında.
Bu gün olmazsa yarın,yarın olmazsa mahşerde deyip bekleriz günlerce,aylarca…özlemle beklediğimiz özlemimizi.
Bekleyişlere yüklemişsen aşkını, senin için en tanıdık sözcük ‘yarın’dır.......Aslında ‘o’ yoktur ve senin de beklemekten başka çaren yoktur. Bu yüzden yarın senin için hiç bitmeyen bir umuttur. O olmadan geçirdiğin hiçbir gün yaşanmış sayılmaz. Yaşamadığın günler eklendikçe birbirine, yarına olan özlemin daha da artar. Her gece gözlerini ’yarın olsun’ diye kaparsın, her gece o günü değil yarını düşünerek uyursun. Uyuyabilirsen tabii... Gün ışığı varken daha çabuk geçer zaman. Gündüzdür, bir uğraşın vardır, ‘o ve yarın’ yine aklındadır ama yolların, sokakların kalabalığında daha az hissedersin yalnızlığını. Ama o gece kahrolası gece.... bir çöktü mü kentin üzerine geçmek bilmez saatler de seninindir artık. Ne yapsan olmaz, ne yapsan tüketemezsin dakikaları. Oysa senin istediğin bu gecenin de bir an önce bitmesi ve ‘yarın’ olmasıdır. Bugün yoktu ya ‘o’ belki yarın olacaktır. Günlerdir beklediğin telefon belki ‘yarın’ gelecektir. Aylardır hasret kaldığın yüzünü belki ‘yarın’ göreceksindir. Kadehlere sığınarak ve kendini sarhoşluğun kollarına bırakarak bitirmek istersin geceyi. Yapamazsın çünkü içki seni uykuya değil ‘yarınlı’ düşüncelere taşır. İki satır kitap okuyamazsın. Sözcükler çoktan anl***** yitirmiştir. Belki bir iki şarkı daha çekilir kılar geceyi dersin ama dinlediğin her şarkı yine ‘o’ nu anlatır sana... umudun vardır ya içinde ‘yarın’a dair; bir tek ona sarılırsın. Yüzünde beliren gülümsemeyle kaparsın gözlerini. Zaten ne kalmıştır ki şurada ‘ yarın’ olmasına... Sabahın ilk ışıkları yüzüne çarpar çarpmaz açarsın gözlerini. Heyecanla kalkarsın yataktan. ‘yarın’ olmuştur ya, geceki sıkıntından eser kalmamıştır. Telefonlarını kontrol edersin, arayan, not bırakan var mı diye... Yoktur... Kapıyı dinlersin gelen var mı diye... Yoktur... yine yalnızsındır işte ve bu duygu bir bıçak gibi keser yüreğini... ince ince bir sızı hissetmeye başlarsın, tıpkı dün sabah hissettiğin gibi... ‘Yarın’ bugün olmuştur ve senin önünde yine sadece ‘yarın’ olmasını beklemekle geçecek bir bugün vardır. Daha kaç gün geçecektir ‘yarın’ı bekleyerek bilinmez... BEKLEYİŞLERE YÜKLEMİŞSEN AŞKINI VE ‘YARIN’I BEKLEYEREK TÜKETİYORSAN ZAMANINI, BEKLEME ...... Çünkü; O YARIN HİÇ GELMEZ.....!!!!!!!!!!!!!!!
"Abi ben çakıldım...". Herşey, bir akşamüstü en yakın dostlarımdan birinden duyduğum bu cümle ile başladı. Sonrasında olaylar belki de birçoğumuzun hayatında bazı dönemlerde karşılaştığı, fakat herhangi bir mantık düzlemine oturtamadığı için boşverip geçtiğimiz abuk bir yığına dönüştü.
Durumun tam olarak ne olduğunun anlaşılması için bir "flashback" yapmak gerekli sanırım. Ben, Muhsin ve Özkan bundan 2 sene önce tanışan ve kısa zamanda sıkı ve farklı bir arkadaşlık ilişkisini oluşturmayı başaran 3 erkektik. Maalesef demek geliyor içimden ama üçümüzde sağlıklı ve gürbüz erkeklerdik
Aynı işyerinde çalışmanın verdiği beraberlikle tatmin olmuyor, hafta sonları beraber geziyor, sağda solda takılıyor kısacası her anı birlikte geçirmeye çalışıyorduk. Tüm bunlar böyle güllük gülistanlık giderken birgün sabahleyin ofise girdiğimizde farklı bişeyler olduğunu sezinlememiz fazla uzun sürmedi. Biraz dikkatlice etrafımıza baktığımızda tam karşımızdaki boş masanın yanında elindeki koliden bazı büro malzemelerini alıp düzenli şekilde masaya yerleştiren bir bayanın varlığını keşfettik. Oldukça ince yapılı, uzun sarıya çalan kahverengi saçlı biriydi. Oldukça etkileyici bir fiziğe sahip olduğu da su ***ürmez bir gerçekti.
Fazla aldırış etmeden işe koyulduk zira patronumuz en ufak bir falsoda adam harcamaya hazır bir Hizbullah kasabı edasıyla etrafta gezinip durmaktaydı. İlk başlarda pek ilgilenmediğimiz bu bayan zamanla hoş sohbetliği ve hayat dolu olması özelliği ile ofiste son derece sevilen ve ilgi odağı haline gelen bir şahsiyet oldu çıktı. Öğle yemeklerinde herkes (özellikle erkekler) onun yanında oturabilmek ve hatta bir iki cümle konuşmak için birbirlerini öldürmeye bile niyetlenebiliyorlardı.
Biz ise kendi grubumuzu oluşturmuş olmanın ve aramızda eğlenebiliyor olmanın verdiği güçle o bayana çok da aldırmıyorduk. Fakat her geçen gün bir gölge gibi üzerimize çöken birşeylerin verdiği ürpertiyi de hissetmiyor değildik.
Korktuğumuz başımıza geldi sonunda. En fazla ve en "cool" eğlenen gruba girmek, o bayan için bir hedef olmuş olacak ki, son zamanlarda bize oldukça samimi ve davetkar davranmaya başlamıştı. Aramyzdaki konuşmalara kulak misafiri oluyor hatta ara sıra müdahale ederek fikrini söylüyor böylece muhabbete dahil olmayı başarıyordu. Her geçen gün bu çabası sonuç vermeyi sürdürüyor ve gitgide "muhteşem üçlü" yerini bir "dörtlüye" bırakıyordu. "Neriman"... Evet adı buydu. Fakat biz herzamanki gırgır şamata mantığımızla kendisine kısaca "Neri" diyorduk. Bu onun da hoşuna gidiyordu. Sanırım son derece modern görüntüsünü ve havalı kişiliğini bu isimle bağdaştıramıyordu kendisi de.
Neri'nin grup içindeki ağırlığı her geçen gün biraz daha artıyordu. Artık "erkek erkeğe" sohbetler yerini son derece centilmence kelimelerle süslenmiş iltifat cümlelerine byrakıyordu. Daha da kötüsü artık üçlü bir araya geldiğinde Neri'den başka konu konuşamamaktaydı. Hepimiz bu akışa kendimizi kaptırmış bilmediğimiz bir yere doğru sürükleniyorduk.
Önemli birkaç detayı atlamışım özür dileyerek şimdi veriyorum. Ben, sevgilimden yeni ayrılmış ve artık varlığından büyük şüpheler duyduğum "aşk" kavr***** sorgulamakla meşguldüm. Özkan ise 4 yıllık bir beraberliği evlilikle noktalamak yolunda olan biriydi. Muhsin ise uzun süredir kafasını dinliyordu ve içinde biriktirdiği potansiyel enerji en ufak bir etkiyle kinetiğe dönebilecek durumdaydı.
Nitekim öyle de oldu. Muhsin, işyerinden kendisine gerçekten ilgi duyan ve son derece aklı başında bir bayana tam alışmak ve birşeyler hissettiğini açıklamak üzereydi ki yeni gelen bu misafir tüm planlarını alt üst etti.
Samimiyetin oldukça ilerlediği günlerdi. Neri'nin davranışlarynda sanki bana karşı daha bir sıcak olduğu, daha bir yakın olduğu konusunda bazı şüphelerim oluşmaya başlamıştı. En sonunda bir gün arızalanan otomobili konusunda yardımımı talep ettiğinde düşünmeden kabul ettim. 1 Saat sonra kendimi onun evinde buldum. Düşündüğünüz şey olmadı. Son derece sıcak bir havada geçen birkaç saat sonunda eve döndüm ve düşünmeye koyuldum.
Bu olay artık beni rahatsız edici boyutlara varmıştı. Hemen Özkan'ı aradım ve aklımdaki herşeyi ona da anlattım... "Biliyor musun, aynı şeyler bana da oldu. Sana nasıl davrandıysa bana da aynen davrandı." İşte herşeyin sona yaklaştığının en kuvvettli işareti olan bu cümle Özkan'ın dudaklarından dökülüverdi. Özkan, bu ikilem yüzünden uzun süren ilişkisine ara verdiğini, fakat oturup etraflıca düşündüğünde aklının başına geldiğini söylüyor ve benden dikkatli olmamı istiyordu. Ortada birşeyler döndüğü kesindi.
Ve sonunda olan olmuştu. Bir gün Muhsin Neri'ye telefon açıp tüm içini dökmüş ve karşılyğında red cevabı almıştı. Üstelik gerekçe olarak da bu ilginin dostça ve arkadaşça bir ilgi olduğunu ve "hepinizi arkadaşça ve eşit seviyorum" gibisinden bir cümle ile karşılaşmıştı. Geceler boyu süren içki muhabbetleri ve teselli çalışmaları sonunda tekrar dünyaya döndürmeyi başardık Muhsin'i ama artık bakışları eskisi gibi değildi. Gerçeği anlamamız uzun sürmedi. Bizi ve işyerindeki diğer bayanı suçluyordu!!! Bizi etrafda gölge ederek işini bozmakla, o bayanı da arkadaş olduğu Neri'yi olumsuz etkilemekle suçluyordu. Uğradığı bu kazanın kendi pilotaj hatasından olduğunu kabullenmek istemiyor yolu ve arabayı kabahatli bulmaya soyunuyordu.
Bu arada ben ve Özkan, Neri'ye karşı, kendi cinsimizi korumanın verdiği içgüdüsel hırçınlıkla, son derece tavırlı ve sert davranıyorduk. Aslında kızcağız hiçbir şey yapmış değildi ve argumanında haksız da sayılmazdı ama şehit düşenin yanında yeralma zihniyeti ile ona karşı cephe almıştık. Bu yanlıştan ilk dönen Özkan oldu. Artık Neri ile konuşuyor onunla ilgileniyordu. Bu özellikle Muhsin'i çileden çıkarıyor ve bana biraz daha yaklaşmasına neden oluyordu. Durum açıktı: yeni gruplaşmada Neri ile Özkan bir kutupta, Muhsin ile ben diğer kutuptaydık.. 1 Mayıs tarihinde yine bunalım takılırken Muhsin'e hediye ettiğim Ataol Behramoğlu kitabının üzerine şu cümleyi yazmıştım: "Acılar ve aşklar geçici, dostluklar kalıcıdır..."
). Zaman geçtikçe ben de Neri'ye haksızlık ettiğimi düşünmeye başladım. Yavaş yavaş ben de onunla aramı düzeltme çalışmalarına girdim. Bir yandan da Muhsin'e ilgi duyan o bayana karşı içinde birşeylerin oluştuğunu hissediyordum fakat o kadar yoğun düşüncelerin arasında bunun ne olduğunu net olarak çözümleyemiyordum.
İşler iyice karışmaya başlamıştı. Bu arada Özkan, Neri'nin dengesiz biri olduğundan bahsediyor ve onu her fırsatta kötülemeye başlıyordu. Dengeler bir kez daha tersine dönmeye başlamıştı. Bir ay sonra ben Neri ile yakınlaşmıştım.. Karşı cephede ise bu kez Muhsin-Özkan ikilisi vardı ve acıdır ki artık herkes birbirini iğneler hale gelmişti. Hatta Özkan, benim, bahsettiğim bayana ilgim olduğunu bile bile onunla ilgileniyor ve beni kıskandırmak için elinden geleni yapıyordu. Allahtan bu kounlarda son derece geniş biri olduğum için bunu hiç takmıyordum.Özkan beni Neri'ye aşırı taviz vermekle suçluyor, Muhsin ise benimle Neri arasyndaki yakınlaşmadan illet oluyordu. Ben, Özkan'ı kırıcı ve kararsız buluyor Muhsin'i ise yaptığı hatanın yükünü taşıyamakla suçluyordum.
Şu anda durum hala böyle karışık. Muhsin iyice bizden koptu ve şirkete yeni gelen iki genç çocukla "kanka" oldu. Ben ise Özkan ile hala arkadaşlığı sürdürmekteyim. Özkan ise hala benim ilgilendiğimi sandığım (Şu anda kararsızlık içinde ilgilenip ilgilenmediğime emin olamadığım) bayanla birlikte Dil Kurslar'na gidiyor ve ona son derece yakın olmaya özen gösteriyordu. Anlayacağınız kılıçlar çekilmişti. Şimdi önemli olan, kan akıtmadan o kılıçları yerine koyabilmekti. Neri'yi soracak olursanız... Şu anda benimle arası son derece iyi. Diğerleri ile açık. Önümüzdeki günler ve aylar neler getirecek bilemiyorum ama bir bayanın, bir grubu böylesine birbiriyle çatıştyrabilmesine ve son derece masum olduğuna bizler de dahil herkesi inandırmasına şaşırmıyor da değilim. Kılıçlar bir nebze inse de, hala çekik.. Hala, her an, herşey olabilir.....
Yeni bir ortam ve yeni insanlarla tanışacak olmamın verdiği merakla karışık heyecan sıklaştırdığım adımlarla beni sürüklemeye başladığında, Ofisin kapısından ilk kez girmiş ve biraz da geç gelmenin bana verdiği avantajla içerideki herkeze üstünkörü bir bakış atabilme, dolayısıyla da oradaki herkesin benim geldiğimi farketmesine olanak verebilmiştim. İnsanlarla ilişki kurabilmek konusunda fazla yetenekli olmamama karşın sıcak ve neşeli kişiliğim sayesinde zaten anlaşabileceğim insanlarla bir araya gelebileceğimden kuşkum olmaması ve tabii ki üniversiteden tanıdığım Muhsin yani nam-ı diğer Müs'le aynı ortamda çalışacak olmam, heyecanımın biraz da tatlı bir bekleyişe dönüşmesini sağlıyordu.
İlerleyen zaman tahminimde yanılmadığımı bana göstermiş, çok geçmeden Özkan yani ben, Müs ve Acar'la birlikte ateşleyicisi bizim olduğumuz çekirdek bir grup oluşturmuştuk. Neriman'ın da hayatımıza girişi aşağı yukarı bu ilk zamanlara denk geliyordu. İlk zamanlar, dikkatle bakıldığında farkedebileceğiniz renkli gözleri dışında pek dikkatimizi çekmeyen, hayatımıza yapacağı etkileri o zamanlar tahmin edemeyeceğimiz ve bence ortalama güzelliğe sahip bir iş arkadaşıydı bizim için. Bu özellikleriyle de erkekler arasynda birbirimize yaptığımız yakıştırmalarda listeye bile girememesine aldırmıyorduk, sonuçta ara sıra iş çıkışlarında ya da hafta sonlarında bize katılan diğer hatunlardan bir farkının olmadığı kesindi. Taa ki...
Evet, taa ki Neriman'ın bana kur yaptığını farkedene kadar... Önceleri öğle yemeklerinde ve Ofiste bana karşı yaptığı küçük oyunlar biraz düşünmeme sebep olmuş, ancak zaman geçtikçe onun benden hoşlandığına dair hiç şüphem kalmamıştı. Tüm bu düşüncelerin artık bana hiçbir şey vermediğine inandığım ve artık bi kısır döngüden ibaret olmaya başlayan dört yıllık ilişkimi sorgulamaya başladığım bi dönemde beni yakalamış, ve ben istemesemde artık benim de ona karşı pek de boş olmadığım gerçeğinin ayrımına varmaya zorlamıştı beni.
Bu gidiş, sevgilimden ayrıldığım günlerde aklımın iyice o'na yoğnlaşmasına, ama belki de zaten bitecek olan ilişkimi Neriman yüzünden bitirmiş olmam olasılığından da bir o kadar nefret etmeme ve bu yüzden aklımın karışmasına sebep oluyordu. Aslında bu sisli ortamda yapylacak iki şey vardı ve ben kabul etsem de etmesem de ya ondan uzaklaşacak ya da sevgilimin, yani eski sevgilimin ayrılırken bana söylediği gibi "onla çıkmaya başlayacaktım".
Şimdi ne kadar aptalca olduğunu anladığım tüm bu düşünceler evde, ofiste ve tabii ki Acar ve Müs'le birlikte olduğumuz zamanlarda da olduğu gibi, kafamın içinde dolaşırken yine dışarıda olduğumuz bir gecenin iki buçuğunda aldığımız alkolden aldığı cesaretle Muhsin'in -onda ki benim o ana kadar farketmediğim değişikliğin, yani- son günlerde neden ayaklarının yere değmediğini anlatmak için, içini bana dökmesiyle, aslynda baştan beri gözümüzün önünde olan , ama birtürlü hiç birimizin farkına varamadığı tuzağın içine benim de düşürülmek üzere olduğumu dehşetle farkettim.
Çünkü, Muhsin'de Neriman'ı seviyordu ve ona göre aslında başlarda hiç aklında olmamasına rağmen! Onu Neriman bu kadar ateşlemiş ve yaptığı birbirinden davetkâr ama bir o kadar da belli belirsiz olduğu için ancak üst üste konduğunda bir anlam ifade edebilecek hareketleriyle kelimenin tam anlamıyla Müs'ü kendine aşık etmişti…
Muhsin'in arabası... Saat gece yarısı 3'ü biraz geçmiş... Taksim dönüşü evin otoparkındayız... Müs teypten gelen silik müziğe aldırmadan gözlerini kapamış ve uzun zamandır içinde biriktirdiği düşünceleri ardı ardına kelimelere döküyor... Ve ben artık her şeyi apaçık görebiliyorum, Neriman'ın bana duyduğunu sandığım düşüncelerin bi kısmını ona da anlattığım için az çok bendeki durumun farkında olan Muhsin, belki de beni Neriman'a giden yolda bir engel olarak görüyor ve muhtemelen bu konuşmayı beni bir rakip olarak görmek yerine onun yanında olmam için yapıyordu.
Düşündüğü gibi de oldu, ama benim desteğim de Muhsin'in Neriman'ı elde etmesine yetmedi. Çünkü aslında türünün bir çok örneğine, biz erkeklerin hayatımızın çeşitli dönemlerinde rastlayabileceğimiz Neriman gibi kızlar, sadece bir kişiyle yetinmezdi. Bunu düşünmemi sağlayan şey ise Müs ona açıldığında Neriman'ın beni ve Acar'ı da kastederek "Ben aslında hapinize aynı yakınlıkta davranıyorum ve sizi arkadaşım olarak görüyorum." demesiydi. Öyle ya üçümüz de onun dağıttığı mavi boncukları kendimize yordukça, ona gitgide daha çok bağlanıyor ve bu da onun gibi "ilgi odağı olmaktan" bu kadar zevk alan biri için, üçümüzden birisiyle çıkmakla vazgeçilemeyecek, üç kez daha fazla bir zevk haline geliyordu.
Bir süre daha oyunu onun kurallaryna göre oynamaya devam ettik. Bu arada ben, Neriman'ın, güya Müs'ün "süpriz!" açılmasıyla içine düştüğü şaşkınlığı anlatmak için başvurduğu bir sırdaş; Acar ise çakılan Müs'ü teselli eden anlayışlı kader arkadaşını oynuyordu. Ancak bu ikili ayrım Muhsin'in hiç hoşuna gitmemiş ve önceleri özellikle bana karşı olmak üzere Acar'a karşı da zamanla cephe almasına ve bir nevi onun bu çakılışında bizi suçlamasına sebep olmuştu. Geçen zaman Müs'ün kendini bizim gruptan iyiden iyiye soyutlayarak kendine alternatif gruplar oluşturmasına, benim ise Müs'ün verdiği tepki yüzünden biraz da suçlamaya başladığım Neriman'ın ilk bakışta gösterdiği anlayışlı, masum yüzüne karşın, sonradan gösterdiği dengesiz davranışları ve daha bunlara eklenen bir kaç sebepten dolayı gün geçtikçe ondan uzaklaşmama sebep oldu.
Şimdilerde Neriman, kendisine karşılıksız! ihtimam gösteren Acar'ın ilgisiyle idare etmek durumunda çünkü ne Müs, ne de artık nazını çekebileceği insanların sayısını sınırlı tutmaya karar veren ben, Neri ile uğraşacak durumda değiliz
E, ne mi yapıyorum şimdi? Acar'la paylaştıklarımıza Müs'ü ortak etmeye çalışıyorum, tabi bu arada Neriman'dan mümkün olduğunca uzak durarak. Ama korkarım ki tüm anlattıklarıma ve belki de "Neriman'ın tüm bunları bilinçli olarak ve onun hava sahasında çakılan her erkekten (kurban) sonra listeye bir check daha attığını" dahi söylememe rağmen Müs hâlâ Neriman'dan hoşlanıyor ve yine hâlâ bizim gruptan mümkün olduğunca uzak duruyor.
Muhsin'in hikayesi mi? Eğer o da bizim yazdıklarımızı Erkekadam'da okuduktan sonra yazmaya karar verirse neden olmasın ve hatta belki de Neriman…
Bahar, Arap atı gibi tahakküm kurmuştu doğanın üzerine. Çimenler kükremiş; güller tomurcuklanmış... Serçeler yuvalarından dışarı uçup, yemyeşil ağaçların başında şakıyarak gülüşmekte. Bir badem ağacı, kahverengiliğini bozmuş, gelin başı gibi açmış. Baharı kucaklamış. Sessizlik senfonisi. Zihnimde uzun yürüyüşlere çıkmıştım, başımı alıp da. Uzun emprime bahar çiçeği bol eteğim rüzgarda savrula savrula yola koyulmuştum. Yemyeşil çimenlerin üzerinde açan papatya, gelincik, sarı mineli çiçekleri eğilip toplamaya başlamıştım. Beyaz, üzeri işli bluzumla. Alıçtan, firuze kolye boynumda. Saçlarım örgü örgü. Oyalı bir yazma başımda. Seke seke geziniyordum Olympos’un eteklerinde. Bu bahar kimseler yoktu buralarda. Herkes savaşta. Birbirini öldürmekte. Olympos yalnız. Ben de yalnızdım. Duygularımı bahara açtırmıştım. Cömertlik ve yalınlıktan öte bir şey yoktu bu dağda. Savaştan kaçıp buraya sığınmıştım. Hayret kimseler yoktu. Olympos boşalalı asırlar olmuştu. Koşuşmuştu insanlar kokuşmuş teknolojinin kucağına. Bir ben, bir Olympos kalmıştı savaştan arta kalan. Bir de göveren doğa. Yemyeşil, bonkör, çiçekli bir yol.
Seke seke bir ceylan belirdi yamaçtan. Cansız bir hayale dalar gibi uyanmıştım. Yanıma sokuldu ceylan. Dostluk aramaktaydı, belli. Yağız bir Filistinliydi o. Gözlerinde ateş, karşımda bir hayal. Cansız bir hayale bakar gibi dalmışım. Filistinli bir gençle İsrailli bir kızın buluşması gibiydi tablo. Ceylan, ürkekti. Yağızdı. Saç sakal birbirine karışmış... Gözlerinde bir ateş yangını; dudaklarında çöl kuruluğu vardı. Titrekti. Belliydi, sevgi dolu yağız bir ceylandı. Duygu zengini. Gönlü varsıl. Ağlamaklı, ama yürekli. Karşımda oturmuş, titriyordu. Bir ayağı sürekli hareket halinde. Tek ayak üstünde bekleyen suçlu öğrenciler gibi. Helezon yaya oturtulmuş oyuncak bebekler olur ya, aynen öyle işte. Vurulmuştu. Özgürlüğe susuzdu. Sevgi dolu. Utanarak kaçmıştı savaştan, ezikti. Yanı başında, İsrail’den kaçmış bir kadın. Esmer. Köylü güzeli. Yanakları al al. Simsiyah gözlü. Tenine cımbız değmemiş bir Ortadoğulu kadın. Bir sufat. Doğal. Makyajsız. Sade. Süzme bir kadın.. Nasıl olursa öyle işte. Emprime eteği efil efil rüzgarda. Olympos’a sığınmış bir öğrenci belli. İyi öğrenmiş yaşamı. Öğretmişler enine boyuna. Nasıl olursa öyle... Yaşamı öğrenmeye gelmiş. Onurlu. Şeref listelerinde bir öğrenci. Kırılgan. Ezilmiş. Horlanmış, ama başı dik.. Değerlerinden ödün vermeden yaşamış. Acılardan kaçıp, buraya sığınmış. Yorulmuş. Sıkılmış da sığınmış Olympos’a.
İkisi de yan yana. Dopdolu canlılar. Her ikisi de yaşının baharında. Bu kadar kalabalığın içinde gözlerime inanamadım Şaşırdım. Hoşuma da gitmedi değil... Ne mi oldu? Filistin’den kaçıp buraya sığınan ceylan, doğanın ortasında İsrailli kadına yanaştı. Hem de usulca. Dağ çiçeği gibiydi kadın. Utandı. Kavgadan kaçmıştı. Kızardı, rengi attı. Korktu. Hayret hem de Olympos’ta. Böylesine ıssız, terkedilmiş bir sığınakta. Çirkinliklerden kaçıp gelmişti kadın, taa buralara. Temiz bir kadındı. Ceylan, özgürlüğü için koşmuştu bu diyara. Bir dostluk imzasıydı belki de aralarındaki bu bakış, kim bilir... Bir barış. Bir özgürlük arayışıydı. Sembolik bir buluşma! Kız yağmur gözlüydü. Etkilendim. Utandım Olympos’tan. Başımı çevirdim. İkisi de acemiydi bu mekanda. Ürkek, yalnız ancak. Özgürlük heveslisi iki acemiydiler. Ceylan seke seke dolaşıyordu Olympos kırlarında. Kadın küçük bir çocuk gibi. Onca güzelliğin ortasında. Başka bir gören olmuş muydu? İzliyordum. Düştüm ardına ikisinin de. Belliydi. Aralarında bir çekim vardı.. Anlamak zor değildi. Aralarında bir kıvılcım vardı. Bundan habersizdi her ikisi de. Ancak olmuştu işte. Yoksa bir veda buluşması mıydı onların ki? Bir kutlama mıydı? Savaşın bitişine, barışın gelişine. Kadının ayaklarının arasında dolaşmaya başlamıştı ceylan. Kadın korkmuştu. Tedirgindi. Utangaçtı. Ürkekti. Az bulunur bir çiftti bu ikili. Sitemli bakışlarını gördüm sisli gözlerimle. Hadi, dedim içimden, helal olsun ikinize de. Nasıl istiyorsanız, dostça, arkadaşça... Ya da bilmem ki? Nasıl istiyorsanız... Bir insan bir ceylan. Dostluk... sevgi... paylaşım... Ne istiyorsanız... Bütün güzellikler... Elimi başına ***ürdüm ceylanın. Gözleri umutla ışıldıyordu. Yanı başımızda ılgıt ılgıt bir nehir akmakta. Elimdeki birkaç papatyayı suya bıraktım. Su kabul etti, alıp ***ürdü hediyemi. Dalmıştım nehrin suyuna. Bu tanrısal suda zihnimin yıkandığını hissediyordum. Düşüncelerim iyice arınmaya başlamıştı. Ceylan susamış... Ben de, benliğim de susamışız böylesine bir sessizliğe. Diliyle içiyordu suyu ceylan. Kana kana. Sıcak çöllerden, kızgın savaşlardan, çorak kan meydanlarından kopup gelmişti. Eteklerimi toplayıp suya indim. Ceylan yalnızdı. Kulaklarını oynatıp gülen gözlerle bana bakıyordu. Heyecanla. O da nehire girdi, peşim sıra. Bir elim eteğimde, bir elim ceylanın başında.. Ceylan İsrail’den, ben Filistin’den. İkimiz de fani oyunlardan kaçıp sığınmıştık Olympos’a. Biz iki mülteci. İlahi bir çağrıyla, aykırı bir buluşmaydı bu, bu eski yücelikte...
Ateşten ve barut dumanından görmeyen gözlerim açılmıştı. İki sığıntıydık bir zamanlar. Garip... Ceylan suya kavuşmuş, mutlu. Ben ceylandan daha umutlu. Temiz bir nefes bulmuştuk nihayet. Kulakları hep dimdik ceylanımın. Gelecek kötülüklere karşı yanı başımda. Gelin başlı badem ağacı da katıldı bu kutsal törenimize. Bütün tomurcuklarını açtı. Baharda kar yağdırdı, başımızdan aşağı.
Öteki dünya. İğrenç kokusu halen burnumda. Bizden uzakta o ölüm şehirleri. Madde savaşına yenik düşmüş, ruhları yutan, kalabalık canavarlar. Ceylanım da yorulmuş Robin Hood’culuktan. İşte şimdi üç kişi olduk. Bir serçe. Minik serçe. Zıp zıp... mutlu... Nefesi daralmış savaş kokusundan. Nasıl dayanmış onca uzun yola, hayret... Avcumun içinde. Bana kendi barışının özlem dolu müziğini dinletmeye gelmiş. İşte dolmaya başladı ÖZGÜRLÜK ülkesi! Karanlık ülkelerden vizesiz geldik buralara. Uçarak. Ardımıza bakmadan gelmiştik. Sonra da, bulutsuz gökyüzünde, sürü sürü güvercinler. Ayaklarında mavi boncuklar. Serçe daha çok ötmeye, ceylan ise dans edip sekmeye başladı. Olympos’da şenlik var! Fes rengi bir gül açmış, beyaz mineli çiçeklerin içinde. Mülteciler artmaya başladı. Ağıt yok... Ceylan gülüyordu ve ben de bir elimle eteğimi tutmuş dans ediyordum. Gökyüzü zifiri aydınlık. Gözlerim kamaşmış bahardan. Nehir, yatağını aşmış engin bir deniz; ben ise kayadan oyulmuş bir kayık gibiydim suyun orta yerinde... Serçe avcumun içinde. Ceylan ayaklarıma sarınmış. Güvercinler, yere inmiş saçlarımla oynuyorlar, ayaklarımın dibinde oradan oraya zıp zıp... Mavi boncuklarını sökmemi istiyorlar. Biz bizeyiz. Uykulu, bahar kokulu. Bütün mülteciler gönül rahatlığı ile uykuya dalacağız. Hepimiz olduğumuz yere kıvrılıyoruz. İyi ki bu postu yanıma almışım sınırdan kaçarken, diyorum. Koyun postu. Yumuşacık. Ceylanım çekip getiriyor yanıma postu. İlerideki tel örgülerin yanında bırakmıştım. Postu, ağzıyla bana getirdi, sürükleyerek. Üzerime örttü. Ay dede bizi bekliyordu artık.
Hepimiz el ele tutuşmuştuk. Gökyüzüne doğru kanatlanıp uçuyorduk. Güvercinler rehberimiz... Gökyüzünün maviliklerine kavuşmuştuk işte. Cennete doğru, tabelasız yol almıştık. Kim bilir, belki bu dünyada bulamadıklarımızı birbirimizde bulduğumuz için sarıldık birbirimize, bir daha, daha sıkı... Utanmadan... doğallıkla... safça...
Sonra gün ağardı, yeniden. Serçeler coşmuştu. Cıvıl cıvıl şakımaya başlamıştı gün onlarla birlikte. Yaşadıklarımın hayalini söndürdüm, kendimle derin bir gündüz düşüne daldım....
Rahip, mezarlıktaki işini bitirmek üzereydi. O anda elli yıllık karısını kaybeden 78 yaşındaki adam:
“Onu ne kadar çok sevdim.” Diyerek çığlık çığlığa ağlamaya başlamıştı.
Yaşlı adamın yaşlı sesi törenin asil sessizliğini bozmuştu. Mezar başındaki diğer aile bireyleri ve dostlar şok olmuşlardı, utanç içindeydiler. Yetişkin çocukları al al moru mor babalarını yatıştırmaya çalıştılar:
“Tamam, baba. Seni anlıyoruz”
Yaşlı adam gözlerini dikmiş kazılan mezara yavaş yavaş inen tabuta bakıyordu. Rahip törene devam etti. Törenin sonunda, aile bireylerini ölüm töreninin kapanışı olarak tabutun üstüne toprak atmaya çağırdı. Yaşlı adam hariç hepsi sırayla toprak attırlar.
Yaşlı adam hala:
“Onu ne kadar çok sevdim” diye sesli sesli konuşuyordu.
Kızı ve iki oğlu konuşmasını engellemek istediler, ama o devam etti,
“Onu sevmiştim!”
Kalabalık mezarlığı terk etmeye hazırlanırken, yaşlı adam gitmemekte direniyordu. Gözlerini mezara dikmiş bakıyordu. Rahip yaklaştı:
“Kendinizi nasıl hissettiğinizi biliyorum, ama gitme zamanı geldi. Buradan ayrılmalı ve kendimizi hayatın akışına bırakmalıyız.” Dedi.
Yaşlı adam çaresizlik içinde bir kez daha “Onu ne kadar çok sevdim.” Diyerek söylendi.
“Beni anlamıyorsunuz,” dedi Rahip’e “Ben bunu ona sadece bir kere söyleyebildim.”
HANOCH McCRTY,ED.D.
* Zil çalmadığı sürece zil değildir.
* Şarkı söylenmediği sürece şarkı değildir.
* Sevgi gönlümüzde tutsak olsun diye yaratılmamıştır,
* Sevgi insanlara verdiğiniz sürece sevgidir.
Yemyeşil ağaçlarla kaplı ormanın birinde genç bir peri yaşarmış. Bu peri çiçeklerden en çok gülleri severmiş. Evinin bahçesinde renk renk güller yetiştirirmiş. Bu güller o kadar taze ve güzellermiş ki gören herkes perinin güllerine hayran kalırmış. Peri de güllerini çok sever, her sabah onları hem sular hem de onlarla konuşurmuş. Genç peri gülleriyle çok mutluymuş, ama onu üzen bir durum varmış. Peri güllerini çok sevdiği için onların solmalarına dayanamazmış. Güllerin bir süre sonra solması çok doğalmış, fakat genç peri güllerinin solmasına çok üzülüyor, güllerinin hep ilk günkü gibi taze ve diri kalmalarını istiyormuş. Kendi kendine “güllerim hep böyle güzel kalsa! O zaman hiç mutsuz olmam.” diyormuş. Bir sabah çiçeklerini yine sularken perinin dikkatini sarı renkte bir gül tomurcuğu çekmiş. Bu tomurcuk da diğer gül tomurcukları gibi pek güzelmiş. Fakat rengi diğerlerinden apayrıymış. Çok daha güzel ve değişik bir tondaymış tomurcuğun rengi. Bu yüzden, genç peri sarı tomurcuğa daha özenli bakmaya başlamış. Her sabah ona “küçük sarı tomurcuk büyüyecek, kocaman güzel bir gül olacak” diye güzel sözler söylüyormuş. Tomurcuk da bunu anlıyormuş gibi günden güne daha da güzelleşerek büyümüş. Kocaman bir gül olduğunda ise bahçedeki diğer güllerin arasında tıpkı gökyüzündeki güneş gibi ışıldıyormuş. O kadar güzelmiş ki onu görenler sarı güle bakmaya doyamıyorlarmış. Peri de bunun farkındaymış ve çok mutluymuş. Fakat sarı gülün de bir gün solacağını bildiği için, içten içe bir üzüntü duyuyormuş. Aradan bir gün geçmiş, bir hafta geçmiş, bir ay geçmiş. Bu süre içinde bahçedeki bütün güller solmuş, yerlerini yeni tomurcuklara bırakmışlar: güzel, sarı gül dışında! Bir ay geçmesine rağmen sarı gül solmamış, benzersiz güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş. Peri ilk başta bu işe çok şaşırmış fakat yine de sevinçliymiş. Çünkü güllerinin en güzeli solmamışmış. İyi yürekli peri, her gün onu evinin penceresinden seyrediyor, onu özenle suluyor, ona güzel sözler söylüyormuş. Gel zaman git zaman; peri, bu işten sıkılmaya başlamış. Sarı gül hiç solmuyormuş, fakat bu periye artık mutluluk vermemeye başlamış. Çünkü peri sarı güle dair hiçbir umut taşımıyormuş içinde. Önceden gülleri solduğu vakit, yeni tomurcukların ne zaman çıkacağını merak ederek onlarla sabırla ilgilenir, umutla güllerinin açılacağı zamanı beklermiş. Fakat şimdi sarı gül hiç solmadığı için böyle düşünceleri kalmamış. Bu da periyi bir zaman sonra mutsuz etmiş. Yetiştirdiği güllerinin solmamasını isteyerek ne kadar yanlış düşündüğünü anlamış. Her şeyi doğal haliyle sevmek en güzeliymiş. Bu yüzden o günden sonra orman perisi, doğadaki her şeyi olduğu gibi kabul etmeye karar vermiş. Orman perisi uzun yıllar, bahçesinde yetiştirdiği güllerle beraber evinde mutlu bir hayat sürmüş.