Hayata Yön Veren Hikayeler...

Kanlı Bir Saatin Hüznü

Heyecanla sahibi olan ufak çocuğa doğru koştu Pufy. Onun kendisini her çağırışına büyük bir heyecanla gitmek, göreviydi sanki. Annesi, babası, kardeşi, arkadaşı... her şeyiydi ufak çocuk onun için. Bir kerecik sevse, sevinçten çıldırır, sırf kendini bir kez daha sevdirebilmek adına, her türlü cambazlığı yapmaya çalışırdı. Yeter ki, sevsin...

Ölmüş annesini hala emmeye çalışırken tanışmıştı sahibi olan ufak çocukla. Süt gelmeyen memeleri zorlarken, arkasından yumuşacık iki minik el sarılmış, onun "annemden ayrılmam" diye feryatlarına kulak asmadan kucağına almıştı. Gözlerine bakıp, "bundan sonra birlikteyiz ufaklık, isminde 'Pufy' olsun olur mu ?" demişti. Minicik bir köpek, minicik bir çocuk... Sevgi ve dostluğun başlangıcının adıydı Pufy... Böyle başlamıştı yaşamın yeni tadı.

Tombiş vücudunu minik ayakları zor taşır, ufak çocuğun arkasından koşarken çoğu zaman hemen yorulur, beni de bekle anlamında "Hev Hev" diye kendini ifade ederdi. Ufaklıkta geri döner, Pufy'nin yanına oturur ve Pufy dinleninceye kadar onunla sohbet ederdi. Birbirlerini hiç gözden kaybetmemeye çalışırlardı. Pufy bir an onu gözden kaybetse bu korkunç dünyada kaybolacak zannederdi. Henüz 2 aylıktı, yaşama dair her şeyi çocuktan öğreniyordu. Oyun oynayalım diye attığı ufak ısırıklardan birinde, çocuğun ayağı kanayınca, çok utanmış, üzüntüsünden köşe bir yere gidip ağlamıştı. Onlar iki kardeş gibiydiler. Çimlerde alt alta, üst üste yuvarlanmaları, yemek yemek için olan yarışları, çeşmeye kim önce gidecek müsabakaları. Hepsi hayatın öğrenimiydi Pufy için.

Geceleri hava biraz serin olurdu. Büyük büyük köpekler gelir, etrafta sinirli sinirli gezerlerdi. Pufy her akşam ker**** bir duvarın arkasında uykuya dalar, sabaha kadar uyanmazdı. Kim bilir belki uyanırsa büyük köpeklerden biri onu yerdi ? Ya da karanlık onu boğardı. Üstelik ufak çocukta yoktu. Onu kim korurdu ?

Günler hızla geçiyor, her gün Pufy yeni bir şeyler öğreniyor, her gün ufak çocuğa daha çok bağlanıyordu. Doğum tüyleri dökülmeye başlamış, kısa ve gri yeni tüyleri onu daha tombul ve güzel göstermeye başlamıştı. Evet, yakışıklı bir delikanlı olacaktı. Hatta kocaman olup, ufak çocuğu hep koruyacak, ona kimsenin zarar vermesine izin vermeyecekti. Hele çimlere bastıkları için çocuğa bağıran kapıcıyı çoktan gözüne kestirmişti. Büyüyünce ufak bir paça alacak, çocuğa bir daha bağırmaması gerektiğini anlatacaktı. Sanırım insanlar iyi canlılardı. Ufakları bile böylesine sevgi dolu ise, büyükler daha anlayışlı, daha koruyucu olmalıydı. Evet, evet.. Yaşam çok güzeldi...

"Haydi Pufy, saatimi getir" yine büyük bir heyecanla koştu. Saati çimlerin içinden alıp, hızla geri çocuğa döndü. Saati bırakınca, sevgi dolu ufak eller boynuna dolandı. Ah, hep sevseydi keşke. Yumuşacık ellerin ilettiği sevginin karşılığını o minik elleri yalamakla verdi. Tekrar ayağa kalktı çocuk ve saati fırlattı. "Haydi pufy, getir bebeğim". İşte yine saati getirecek ve yine sevilecekti. Heyecanla koştu, saati ağzına aldı. Kalbi küt küt çarpıyordu. Dönmek için hamle yaptığında arkasında biri engel oldu. Bacağıyla onu itelemişti. Minicik başını kaldırıp, gözlerini yukarıya dikti. Kocaman bir insan duruyordu. "Acaba saati bu amcaya versem, oda beni sever mi" diye düşündü. Adam elindeki küreği havaya kaldırdı, sanırım atıp getirmesini isteyecekti. Ama o kürek çok büyüktü, getiremez di ki... Beklediği olmadı. Kürek büyük bir hızla başına indi...

"Demek bahçeme pislersin ha!!!" acıdan ne söylediğini anlayamamıştı bu büyük insanın. Öyle çok canı yanmıştı ki, avazı çıktığı kadar bağırmak istemiş, fakat ağzına dolan kırmızı sıvı sesinin çıkmasını engelleyerek, ufak bir mırıltı halini almıştı. Kulakları duymaz oldu, gözleri kararmıştı. Neden vurmuştu o amca ona ? Ufak çocuk nerdeydi ? Neden korumamıştı Pufy'sini. Kürek bir kez daha kalkıp vücuduna indi. Yine tarifsiz bir acı kapladı vücudunu. Bir hüzün perdesi kapatmıştı gözlerini. Artık hareket edemiyordu, küt küt atan kalbinden başka hiç bir yerini hissetmiyordu çünkü. Minicik gözlerini kaldırıp ufaklığı aradı. İlerde belli belirsiz bir gölge. Evet oydu, kokusunu buradan bile almıştı. Tıpkı oda kendisi gibi hareketsiz, korku dolu gözlerle bakıyordu. Acaba ona da mı vurmuşlardı ? Neden donup kalmıştı ? Neden gelip kendisini bu canını yakan adamdan hala kurtarmıyordu... Nedenler ile doldu beyni. Saati hızlıca alıp gelemediği için mi böylesine acı bir ceza verilmişti ona !
?

Kürek bir kez daha kalktı... Pufy her şeyi anlamıştı. Bir kaç saniye sonra, annesi gibi hareketsiz olacaktı. Annesi gibi toprak olacak, gözleri güneşin doğuşunu hiç göremeyecek, yeni bir gün başlıyor sevincini, yüreğinde hiç hissedemeyecekti. Bir daha kalkıp oynamayacak, kafasını küçük çocuğun kollarının arasına sokamayacaktı. Her şeyden önemlisi, büyüyüp onu koruyamayacaktı. Kılıçların kınına girerken çıkardıkları ses gibi bir ses çıktı boğazından. Yaşamasına niçin izin verilmiyordu ? Soru işaretleriyle dolu minik gözlerini, ufaklığın gözlerine dikti. Son yargılamasını yapmıştı, insanlar ufaldıkça sevgi doluyor, büyüdükçe kin ve nefrete dönüşüyorlardı.

Kürek indi...

Yaşam bitti...

Pufy' den arda kalan, minicik ağzından bırakmadığı kanlı bir saatti…
 
Kanıt

17.Askeri bölge, en yakın yerleşim yerine yüz kilometre kadar mesafede tamamen çıplak bir arazi üzerine kurulmuştu. Oldukça modern bir mimari tarz ile yapılmış üç katlı yayvan bir bina, birkaç uçak hangarı ve askerlerin kaldığı barakalardan ibaret sıradan bir askeri birlik görünümündeydi. Ama birlikteki askerlerin ilginç hikayeler uydurup birbirlerini oyalamasına vesile alan çok da gizemli bir havası vardı. Aslında bu esrarı yaratan ne ana binaya ulaşabilmek için üç ayrı nizamiye kapısından geçmenin zorunluluğu ne de binanın yanı başına yerleştirilmiş dev antenlerdi.
Son birkaç aydan bu yana bölgeyi ziyaret eden baştan başa simsiyah otomobillerin ve en az iki yıldızlı askeri makam araçlarının eskiye oranla çok daha sık gelip gitmeleri, binanın en üst katına çıkışın yasak olması ve bu katın ışıklarının hiç sönmüyor olması, ister istemez şüphelerin doğmasına neden oluyordu. Hatta bazı geceler garip bir yaratığın perdeye düşen gölgesini gördüğünü iddia eden nöbetçilerin sayısı da az değildi. Ne var ki, ana binanın içindekiler hariç gerçekte neler olduğunu bilen hiç kimse yoktu. Albay’ın söylediğine göre olağan bir tatbikat için hazırlık yapılıyordu, ama askerlerin yarıya yakını buna pek inanmıyordu.
Birkaç yıldızın zayıf parıltıları, bölge sınırlarını tarayan projektörlerin sürekli yer değiştiren ışık huzmeleri ve tabi ki en üst katın perdeleri arasından sızan ışıkları dışında her yer, simsiyah ve birbirinin aynıydı. Ara sıra duyulan düdük sesleri ve nadiren de bir-iki askeri aracın gürültüsünden başka tek bir ses bile işitilmiyordu.
O sırada, askerlerin deyimiyle o esrarengiz odalardan birinde üç sivil ve iki de üniformalı şahıs sessizce çalışıyordu. Oda oldukça genişti ve insanda tüm dünyanın yönetilebileceği kadar donanımlı ve karmaşık bir merkez imajı yaratıyordu.
Adamlardan birinin kafasında sadece meyve sıkacağı eksik(!) olan bir kulaklık vardı ve yüzü cihazlara dönüktü. Rütbesi üsteğmen olan bir subay ise odanın diğer köşesinde kalabalık bir monitör topluluğunun karşısına oturmuş, görüntüler üzerinde dolaştırıyordu gözlerini. Diğerleri ise yan yana dizilmiş masalara yerleşmişlerdi. Bir tanesi kulaklıklı adamın hemen yanında oturuyor, bilgisayarının tuşlarını eskitiyordu üfleyip püfleyerek. Onun yanındaki masa, sakallı bir adama aitti ve bir eliyle hesap yaparken diğeriyle de sakalını okşamak gibi dikkat çekici bir huyu vardı. En uzakta oturan ise, bir binbaşıydı.
Bilgisayarın önündeki adam bir dalga analizcisiydi. Uzaydan gelen dalgalardan anlamlı olanları tespit edip çözmekti işi.
Uzanıp kulaklıklı adamın omzuna dokundu birkaç kez. Adam, kafasındaki koca aleti boynuna sarkıtıp analizciye döndü. Ardından da fısıltı halinde konuşmaya başladılar
“Hala çıt yok, değil mi?” diye sordu analiz ustası.
“Alışılmışın dışında tek bir sinyal bile yok”
“Aylardır mesaj bekliyoruz, ama nafile”
“Sıkılmaya başladım artık”
“Belki de yalan söylüyordur”
“Bunu da nereden çıkardın?”
“Kendisine zarar vermemizden korktuğu için bir garantör uydurmuş olamaz mı?”
“Olabilir tabi”
Analizcinin yanındaki masadan çok emin bir ses yükseldi:
‘Olamaz!”
Bunun üzerine varsayımın sahibi, başını o yöne çevirip “Olmaması için hiçbir sebep göremiyorum. Önce onu alıp buraya getirdik, her gün binlerce soru soruyoruz ve üç aydır da burada. Nazik bir şekilde hapsedildiğinin farkında. Ayrıca, ona ömür boyu bakamayacağımızı anlaması için dahi olması da gerekmiyor.”
O esnada, ceketini çıkarıp yaka düğmesini de açmış olan binbaşı, yarım saate yakın zamandır elini şakağına dayamış halde hiç hareketsiz okuduğu kitabı kapayıp dikkatini analizci ile astrofizikçinin sohbetine çevirmişti.
Ağır hareketlerle bir sigara yakan astrofizik uzmanı, sakalıyla oynamayı bırakıp “Söyledikleriniz akla yakın görünüyor, ama doğru değil” dedi. Arkasına iyice yaslandıktan sonra da devam etti.
“Gemiyi inceleyenlerden biri de bendim.... O gemi ile uzun mesafe katedilebilmesi mümkün değil. Hesaplarıma göre en iyi şartlarda bile dört ışık saatinden öteye erişemez. Bu da bir ana geminin varlığını zorunlu kılar. Uzun lafın kısası, uzaylı dostumuz yalan söylemiyor.”
“Belki de gözünüzden kaçan bir şey olmuştur.”
“Dört ayrı uzman olarak birbirimizden bağımsız çalıştık ve hepimizin vardığı sonuçlar da aynıydı.... Bu inceleme için beni ve diğer arkadaşları görevlendirmelerinin nedeni, gözümüzden bir şey kaçmayacağını bilmeleridir, dostum.”
Binbaşı, tartışmanın uzayacağını hissetmiş olmalıydı ki o gür sesi ile araya girdi:
“Bizimki nerede şimdi?”
Teğmen, kahve fincanını tabağa bırakıp birkaç düğmeye dokundu hemen. “Sanırım uyuyor, efendim”
“Teşekkürler teğmen”
Binbaşı, biraz evvel bitirdiği kitabı işaret ederek “Sizin ne düşündüğünüzü bilmiyorum, fakat ben inanıyorum” dedi..
Analizci, cümleyi çözememişti “Neye inanıyorsunuz?”
Uzaylıların çok yıllar evvel de bizi ziyaret etmiş olduğuna”
“Nasıl vardınız bu sonuca, binbaşı?”
“Geçmişten bugüne erişmiş pek çok işaret var.”
Astrofizikçi, elini tekrar sakalına ***ürüp alaycı bir üslupla sordu:
“Mısır piramitleri gibi mi?”
“Evet
“Bunun hiçbir anlamı yok, komutan” deyip dudağını büktü, astrofizik uzmanı.
Binbaşı, meraklanmıştı. “Açıklar mısınız?”
“O piramitler, nasıl yapıldıklarından içerdikleri ilginç astronomik bilgilere kadar oldukça etkileyici bir soru yelpazesine sahip. Bunu inkar etmiyorum. Fakat dünya dışı yaratıkların ziyaretine dair en küçük bir kanıt dahi taşımıyorlar. Taşımadıkları gibi insanüstü de değiller. Olağanlığın üst sınırındalar; daha ötesinde değil.”
Analizci, kulaklıklı adama dönüp alçak sesle sordu:
“ Yeni bir şeyler var mı?”
Kulaklıklı adam, umutsuzca başını sallayıp “Uyku saatleri herhalde” diye karşılık verdi.
O sırada binbaşının kafasını meşgul eden başka sorular belirmişti.
“Peki ya Nazca’daki şekillere ne diyeceksin?”
‘Pek çok şekilde açıklanabilirler, ama UFO’larla falan ilgisi yok”
“Yok mu! Nasıl olmaz. O kadar düzgün ve büyük çizilmişler ki ancak üç bin metre yukarıdan bakıldığında ne oldukları anlaşılıyor. Sence bunun amacı, hava gemilerine yol göstermekten başka ne olabilir ki?”
Astrofizikçi, bir yandan sakalını ovuşturuyor diğer yandan da başını sallıyordu gülümseyerek. Zira, Nazca’da yaptığı araştırmalar onu bu konunun ustalarından biri haline getirmiş ve binbaşınınkine benzer soruları yüzlerce defa cevaplamak zorunda kalmıştı. Hem yıllardır aynı cümleleri papağan gibi tekrarlıyor olmanın yarattığı sıkıntı, hem de karşısındakinin bir bilim adamı olmayışı nedeniyle çok yüzeysel konuşmaya karar verdi:
“Bakın binbaşı, çöldeki o çizimlerin pek çok amacı olabilir. Çağın astronomlarınca hazırlanmış bir yıldız haritası, bir arkeolojik takvim, bir tür dini sembol ya da çılgın bir hükümdarın çocukluk fantazisi. Bu varsayımlara ilişkin bazı kanıtlar var elimizde ama açıkçası dünya dışı yaratıklarla ilişkin, değil kanıt, kanıt olmaya aday bir bulguya dahi rastlamadık. Üstelik şekillerin çakıl taşları ile oluşturulmuş olması da bizim varsayımlarımızı kuvvetlendiriyor. Ta bilmem nereden gelebilmiş bir dünya dışı medeniyet, pekala gece uçuşlarını da dikkate alabilirdi”
“Ama daha değişik olaylar da var!” dedi, binbaşı. Astrofizikçi, yeni bir sigara yakıp ayaklarını masaya uzattı. Sonra da bir kaşını kaldırıp kendinden emin bir biçimde konuşmaya başladı.
“Hepsi aynı. Diğerlerinin Nazca’dan bir farkı yok. İngiltere’deki Stonehenge, Pasifik’teki Doğu Adası, Tiahuanaco, Atlantis hikayeleri, Tunguska üzerine söylenenler.... Hepsinin ortak yanı tam olarak açıklanamayışları. İnsanların böyle durumlarda insanüstü varlıklara başvurmak gibi eski bir alışkanlıkları vardır, binbaşı. Ben, geçmişte uzaylılar tarafından ziyaret edildiğimize inanmıyorum. Çünkü elimizde kanıt yerine sadece şüpheler var. Şüphe ise bulanık su gibidir; bulanıklığa neden olan şeyi çekip almadıkça dipte ne olduğunu göremezsiniz.
Açıklamayı büyük bir ciddiyetle dinlemişti, binbaşı. Gözlerini masasının üzerindeki kitaba kaydırıp birkaç saniye öylece kaldı. Ardından da tereddütlü bir biçimde “Araştırma yapmanın nedeni şüphe değil midir?” diye sordu.
Astrofizikçi ukalaca sırıtıp “Ben ‘neden’ diye sorduran şüpheleri değil, sonuçlardaki şüpheleri kastetmiştim, binbaşı” dedi.
Telefonun yüksek sesi, bir anda bütün dikkatleri dağıtıvermişti. Binbaşı, ikinci çalma sesini beklemeden kaldırdı ahizeyi.
“Komutanım Hava Kuvvetleri Komutanı arıyor”
“Bağlasana geri zekalı, ne bekliyorsun!”
‘Binbaşım”
“Sizi dinliyorum komutanım”
“Orada durum nasıl?”
“Herşey yolunda komutanım”
“Köpeğime iyi bakıyorsunuz değil mi?”
Bir dinleme riskine karşı şifreli konuşuyorlardı. Ne de olsa, farkedilebilir boyutta bir gemi onca uydunun arasından geçip yere çakılmıştı. Ruslar da, Amerikalılar da muhtemelen durumun farkındaydı ve partiye katılmak için sabırsızlandıkları kesindi. Gerçi, ileri bir teknik uygarlığın pilotunun ‘köpek’ şeklinde kodlanması da insanoğlu adına hoş sayılmazdı.
“Şimdi uyuyor efendim”
“Güzel.. Benim için mesaj var mı?”
“Beklediğiniz mesaj henüz gelmedi, komutanım”
“Dinleyin Binbaşı. 17.Bölgenin masraflı olduğunu düşünenler var. Böyle giderse kapatırız’ diyorlar. Kayda değer bir şey olur olmaz ara beni”
“Emredersiniz, komutanım”
Binbaşı, düşünceli bir ifadeyle kapattı telefonu. Odadakilere dönerek;
“Faturaların Kabarmasından hoşlanmıyorlar anlaşılan” diye söylendi.
“Onlar böyledir. Önlerine fatura koyana kadardır melek görüntüleri” dedi analizci , somurtarak.
Odanın diğer köşesinden “Yemek istiyor, efendim” diye seslendi üsteğmen.
“Uyandı mı?”
“Evet efendim, yiyecek düğmesine bastı biraz önce”
“Gidip görevlilere haber ver. Sen de yanlarından ayrılma” deyip eliyle çıkmasını işaret etti binbaşı.
O esnada analizci de ayağa kalkmış dolanıyordu odada. Bir taraftan da gözlerini ovuşturuyordu uykusunu açmak için. Kahve makinesinin önünde durup odadakilere döndü: “Kahve isteyen var mı?”
Astrofizikçi elini kaldırarak “Şekersiz olsun” dedi. Arkasın dan da diğerlerinin sesleri yükseldi:
“İki şekerli”
“Benimki de şekersiz.”
Analizci gülümseyerek “Ne yani, birisinin kalkmasını mı bekliyordunuz? O koca gemi ‘tabi’ uzaylı yalan söylemiyorsa buraya indiğinde işleri halletmek için aramızda kura mı çekeceğiz? Ölmüşsünüz siz” dedi şakacı bir tonlamayla.
Radyo dalgaları uzmanı, kulaklığını yine boynuna asıp iyice yayılmıştı koltuğuna. Bir yandan da söyleniyordu “Allah’ın cezaları! Gelecekseniz gelin artık. Ya da ‘İşimiz çıktı; falanca gün uğrayacağız’ gibi bir mesaj yollayın!”
Adamcağızın ne kadar yorgun olduğunu anlamak için gözünün altındaki halkalara bakmak yeterli olurdu herhalde, ama diğerleri de ondan aşağı kalmazlardı. Aralarındaki fark, yalnızca halkaların sayısıydı.
Birkaç dakikalık sessizlikten sonra:
“Yani diyorsunuz ki, geçmişte Tek bir uzaylı bile gezegenimize uğramadı, öyle mi?” diye sordu binbaşı. Kolay tatmin olan bir adam değildi. O esnada, analizci de bilgisayarı karşısına oturmuş sıkıntılı bir biçimde kahvesini yudumluyordu.
Elinde kalan kılları temizledikten sonra “Tam olarak öyle söylemedim” dedi, astrofizikçi. Ama binbaşı, cümlenin dev***** bekleyecek kadar sabredememişti “Söz konusu olan sadece üç-beş örnek değil. Sizin saydıklarınız herkesçe bilinenler. Ya diğerleri nasıl izah edilebilir. Dinazor neslinin aniden tükenivermesi ve Tibet’te bulunan toplu mezarlar, eski Hint kitapları, Mahabharata destanında anlatılan savaş, Sümer ve Asur tabletlerinde rastlanan o ‘yemek yemeyen, su içmeyen’ yaratıklar, Lut efsanesi, ayrıca mağara resimleri ve şu an aklıma gelmeyen diğer yüzlercesi”
“Bakın binbaşı, tam üç yıl NASA’da çalıştım. Ve birçok araştırmaya katılıp hatırı sayılır derecede önemli projelere de imza attım. Bahsettiğiniz olayların hepsini ayrıntılarıyla biliyorum, fakat bunların çoğu o kitapları yazanların kişisel fantazileri ile epey abartılmış şeyler. Hatta içlerinde tamamen uydurma hikayeler bulunduğunu da söyleyebilirim.” -
Analizci, masasına hafif bir yumruk indirip ayağa fırladı. Sıkıldım bu saçma sapan frekanslarla uğraşmaktan” diye kendi kendine söylenip çekmecesinden çıkardığı iskambil tomarını masaya koydu “Var mı poker oynayan?”
Binbaşı, bunun kurallara aykırı olduğunu biliyordu, ama analizciye hak vermiyor da değildi. Onun için aldırmamayı yeğlemişti.
Radyocu, ağzındaki sandviçin izin verdiği ölçüde “Gel de seni biraz soyayım” deyip masasına davet eti.
Astrofizikçi ise bir sigara daha yakmıştı. Birkaç kez öksürdükten sonra kaldığı yerden devam etti.
“Bu, sadece zayıf bir ihtimal diyorum ben. Hiç gelmediler diyemem fakat geldiklerine dair kanıt olmadığını hesaba kattığımda ‘gelmemiş olmalılar’ diyorum. Bana göre, dünyanın ilk yabancı konuğu şu an odasında yemek yiyor.... Uzun lafın kısası, bizim için, kanıtlar olması önemlidir, binbaşı”
“Belki kanıt vardır da bizim haberimiz yoktur
“Amerika’daki en gizli arşivleri bile inceden inceye taradım ben. Tek kelime dahi yok!” deyip sigarasından bir nefes çekti “Yetkilerimi istismar etmediğimi söyleyemem. Ancak, inanın bu soruların cevabını sizden çok daha fazla merak ediyordum o zamanlar.”
“Ya şimdi?”
“Bir delil olmadığı sürece bu konuyla ilgilenmemeye karar verdim. Çünkü şüphelerin sonu yok.”
“Anlıyorum” diyerek başını sallıyordu, binbaşı.
O sırada odanın diğer yanından zaman zaman şiddetlenen konuşmalar işitiliyordu.
“Kaç kart aldın?”
“Baksaydın dostum.”
“Seni bile zor görüyorum ben. Söylesen ne olur?”
Tamam, tamam. İki kart aldım”
“Bana üç gibi gelmişti, ama öyle olsun.”
Odaya önce üsteğmen girdi, ardından da uzaylı. Yaratığın vücudu bol miktarda hava keseciği içerdiğinden bir insan kadar rahat hareket edemiyordu. İnsan benzeri bir anatomiye sahipti, ama kol ve bacakları hem ince hem de çok kısaydı. Küçük gövdesinin üzerinde ise vücuduna oranla hayli iri olan kafası bulunuyordu. Şeklen biraz farklı olmak üzere gözleri, kulakları, ağzı ve burnu da vardı. En çok dikkat çeken özelliği ise derisinin yer yer kabarık ve çirkin görünüyor olmasıydı. Ayrıca o yemyeşil teni, bitki kökenli olabileceği şeklinde tuhaf bir intibaya neden oluyordu.
Yaklaşık üç aydır, 17. bölgedeki bu katta misafir edilmekteydi ve bu süre içinde hem çok şey öğretmiş hem de öğrenmişti. Konuşmayı öyle güzel beceriyordu ki, sadece sesini duyanlar, bir uzaylı ile konuşuyor olduklarına asla inanamazlardı.
Daha kapıdan girer girmez sordu:
“Bir işaret var mı?”
“Hala yok” diye yanıtladı, binbaşı.
“Sence ne zaman gelirler?” diye sordu, astrofizik uzmanı. Uzaylının gözleri, poker oynamakta olan diğer iki bilimciye takılmıştı. O tarafa yönelip “Mutlaka gelirler” diye mırıldandı. Yaratık. İki haftadan beri uyku ve yemek dışındaki zamanını, uzmanların çalıştığı odada geçiriyordu.
Bazen sessizce oturup etraftakileri seyreder, bazen de uzun sohbetlere katılır; kendince değerli bulduğu hatıralarını anlatırdı. Uzmanlar, uzun süre uyuduğunda eksikliğini hissedecek kadar alışmışlardı ona. Uzaylıya eşlik etme görevi üsteğmene verilmişti, ama daha az beraber olmalarına karşın en iyi anlaştığı kişi analizciydi. Şimdi de onun yanına bir sandalye çekmiş dikkatle oyunu takip ediyordu. Ancak dikkatini toplamış olan tek kişi o değildi. Bir de binbaşı vardı. İki-üç dakikadır yavaş adımlarla adayı dolanıyor kimi zaman yüzünü buruşturup belirsizce mırıldanıyor kimi zamansa kaşlarını çatıp birkaç saniyeliğine duruyordu. Fakat bu seferki duruşu uzun sürmüştü. En sonun da yörüngesinden ayrılıp kendisi gibi gezintiye çıkmış olan astrofizikçinin yolunu kesti.
“Bu konuda benden çok daha bilgili olduğunu kabul ediyorum, ama aynı zamanda ateş olmayan yerden de duman çıkmaz diyorum”
Astrofizikçi, binbaşının ısrarına anlam verememişti, ancak sırf merak ediyor diye kırmak da istemiyordu adamı.
“Bakın binbaşı, düzü de tersi de ispatlanamayan türden bir tartışmadır bu. Aramızda önemli bir anlaşmazlık var: Siz ‘inanıyorum’ diyorsunuz ben ise kanıt istiyorum.”
Uzaylının sesi, bir tabanca gibi patlamış tüm gözleri o tarafa çevirmişti bir anda:
“Blöf yapıyor!”
Analizci de uzaylıyla aynı fikirdeydi “Evet, blöf yapıyorsun!”
Uzaylı, sinsice sırıtıp (Böyle sırıtmayı analizciden öğrenmişti(!) “Hiç kart almayıp kent görüntüsü yarattın. Halbuki elinde hiçbir şey yok!” dedi.
Analizci, atıldı hemen “Restini gördüm, neyin var?”
O sırada binbaşı ile astrofizikçi de masanın başına gelmiş merakla sonucu bekliyorlardı.
Radyocu, yüz ifadesini hiç bozmadan kartlarını açtı “Kare Vale” diye de ekledi. Oysa analizcinin elinde sadece üç kız vardı. Ve bu işe çok sinirlenmişti “Hani blöf yapmıştı” diye bağırdı uzaylıya. Uzaylı ise hiç istifini bozmadan “Öyle sanmıştım. Zaten eskiden beri beceremem bu oyunu” diye karşılık verdi.
Bir anda herkesin kafası allak bullak olmuştu. Hiç kimsenin çıtı çıkmıyor, şaşkın şaşkın birbirlerine bakınıyorlardı. Öylece geçen on-onbeş saniyeden sonra donuk bir sesle “Bu oyunu ne zamandan beri oynuyorsun?” diye sordu binbaşı.
“Çocukluktan beri oynarız”
Analizci iyice afallamıştı “Yani sizin gezegende de Poker oynandığını mı söylüyorsun”
“Siz de mi Poker diyorsunuz” diye atıldı uzaylı.
Ardı ardına “Evet” sesleri yükseldi.
“Ama biz e harfini daha uzun söyleriz” dedi uzaylı. Anlaşılan, daha önce de benzer durumlarla karşılaşmıştı. Zira pek şaşırmış görünmüyordu.
Astrofizikçi, titreyen sesine rağmen soruyu tamamlayabildi:
“Nereden biliyorsunuz bu oyunu?”
“Sanırım birkaç bin yıllık geçmişi var. İlk kimlerin çıkardığını bilmiyorum..... Peki siz nereden biliyorsunuz?
Hepsinin de yüzünde aptalca bir ifade vardı ve şuursuzca birbirlerine bakınıyorlardı.

SON


“Gözlerin alışkanlıklarıyla kafalar da herşeye alışır. Her an görmekte olduğumuz şeylere şaşmayız; nedenlerini aramayız onların”
Cicero

(Falcının Ölümü, 1992, Selvi Yayınları, Ankara)
 
Kanayan Yara

Ve sen gelmiştin. İlk defa birisi düşlerime ortak olmuştu. Küçük bir bebeğin
kalbi gibi hızlı hızlı atıyordu kalbim. Her atışında sen vardın, ismini her
andığımda yüzümde bir tebessüm beliriyordu. Yarınlarımdan endişe
duymuyordum, korkmuyordum artık. Çünkü bu günümde sen vardın yarınımdan emin
olmadığım için seninle sadece bugünü yaşıyordum.
Aşk ansızın girmişti hayatıma ve her şey öyle değişmişti ki şaşırdım tüm bu
olanlara. İçimdeki tüm karamsarlıkları alıp o hiç kimsenin başaramadığı umut
tohumlarını ekmiştin yüreğime. Hoş geldin sevgilim hoş geldin. Aşka dair ne
varsa yaşanması gereken hepsini yaşatıyordun bana. Senden başka herkes öyle
yabancılaşıyordu ki bende her yerde, her şeyde sen oluyordun.
Umut tohumları büyüyordu yüreğimde. Günler ise akıp gidiyordu. Tüm yaşanalar
hayel gibiydi öyle çok seviyordum ki seni korkuyordum bu sevdadan. Yavaş
yavaş yayılıyordu düşüncelerime korkular. Ve tüm korkulara, endişelere
teslim olmuştu aklım. Söylediğin her kelime yüreğimde binlerce kez
yankılanıyor ve ardından bugüne kadar hiç yaşamadığım o tarifsiz acıyı
yaşatıyordu. Nasıl bir acıydı ki bu tüm bedenimde hissediyordum. Canım
öylesine yanıyor yine de bir damla yaş akmıyordu gözlerimden. Aşk alıp
başını gitmişti. Gözlerim açıldı gördüm tüm gerçekleri. Meğer sen hiç
gelmemişsin bana. Hiç olmamışım gözlerinde, yüreğinde, hayatında. Öylesine
birisiymişim hayatında, bir veda bile etmeden çekip gittin.
Ve sen gitmiştin. Ardında canlı bir enkaz bırakarak. Attığın umut tohumları
yeşermekteyken soldular. Bugünler yarınım oldu. Yine karamsar yine umutsuz.
İşte o korktuğum yarınlarımdayım şimdi sensiz. Tüm umutlarımı dönüşüne
bağladım, olurda pişman olup dönersin diye. Gidişinin üzerinden yıllar
geçti ama acılarım hala ilk günkü gibi canımı acıtıyor. Her şey bitmedi daha
yüreğimde, söküp atamadım hayatımdan gözlerini. Kalbimin kapılarını çaldılar
girmek için. Öyle bir çarpıp çıkmıştın ki kalbimden kapılar ebediyen
kilitlenmişti. Kimseler açamadı bu gönül sarayımın kapılarını, kimseler
alamadı yerini. Öyle çok sevmişim ki seni tüm yaptıklarına rağmen sevdiğimi
söylüyorum tüm dünyaya. Evet seni seviyorum değerini bilmesen de bu koca
sevdanın yine seni seviyorum.
Her an sevdim seni, bir saniyeyi bile sensiz geçirmedim. Öyle bir yaraydın
ki yüreğimde her gün kanadın, her gün canımı yaktın ama ben yine de
vazgeçmedim senden, sevgimden, umutlarımdan.
Oysa şimdi kimselerin bilmediği saklı bir yarasın gönlümde
 
Kalp Tutsağı

Elimi uzatıp dokunacağım kadar yakınsın bana, sesimi duyamayacak kadar uzak.. Ne seni görmeden geçiyor zaman ne de zaman seni görmeye yetiyor.. Bir zaman geliyor, görüyorum, bakıyorum.. Tam geleceğim an yanına yok oluyorsun.. Ya ben görmüyorum seni, ya sen bana gözükmüyorsun. Bir zaman geliyor yanımdasın. Uzatsam elimi dokunabileceğim kadar yakın. Bakıyorum gözlerine. Anlatmak istiyorum sevgimi, bakıyorsun bakıyorsun ve gelip geçiyorsun. Ya anlamıyorsun sana olan sevgimi ya da sevgiden kaçıyorsun. Ama sevgiden kaçılmaz ki. Aşk yakaladığı zaman, bütün bedenini sarar. Hapseder seni adeta. Hiçbir şey güzel gelmez! Ondan başka hiçbir şey mutlu etmez seni. Bir tek kelime duysan ondan sana ait, bulutun üstünde hissedersin kendini. Kilitler seni kalp tutsağında, imkansız artık kaçamazsın. Sevdiğinden kaçabilirsin ama onu sevmeden edemezsin. Bir kere kalp tutsak etmiş seni, çıkmak için çaba harcama çıkamazsın. Eğer bir gün gelip çıkmak istersen, kalp tutsağından o zaman ruhun da bedenden çıkar unutma! Çünkü sevgi o kadar büyüktür ki unutamazsın.. Unutmak için harcanan çabalar boşadır. Seviyorsan inkar etmeyeceksin. Üstüne üstüne gideceksin ki sevginin sen ondan kaçacağına o senden kaçsın bu kadar büyük bir aşk görmediği için, korktuğu için kaçsın. Bu kadar büyük bir aşkı ilk sen yaşadığın için mutlu olacaksın. Sevdiğinle olduğun için mutlu olacaksın. Seni sen yapan değerleri bulduğun için mutlu olacaksın
 
Kalbini Kuşlara Veren Çocuk


‘’Tanrı kuşları sevdi ağaçları yarattı
İnsan kuşları sevdi kafesleri yarattı’’
Jacgues Deval

Bir varmış bir yokmuş, adı sanı bilinen zamanın birinde, dağlardan kopup gelen çağlayanların arasında şirin mi şirin küçük bir köy varmış. Her bahar geldiğinde bir başka güzel olurmuş buralar. Doğaya bin bir canlılık gelir, bir başka güzel akarmış dereler. Arılar, kadife kanatlı kelebekler çiçek çiçek gezer, daldan dala uçuşurmuş türkü gözlü kuşlar… Bir efsaneye göre güneş en güzel orada gülermiş çocuklara, oraya dökermiş ışığının en güzel renklerini. Yeryüzünün en güzel bitkileri, çiçekleri, hayvanları da oralıymış. Gökyüzünde her gece yıldızların düğünü olur, her sabah bir sevincin şöleni başlarmış. Düş mü? gerçek mi? pek ayırt edilemezmiş, etrafını çevreleyen dağlar öylesine görkemli dururmuş ki, doruklarında gökyüzü hep mavi ve engin bir denizi andırırmış. Eteklerindeki derin vadiler boy boy hayvanlar barındırır, onlara analık eder ve !
bütün kötülüklerden korurmuş…
En vahşi hayvandan, en sessiz böceğe kadar tüm canlılar kardeşce geçinirmiş. Bir yeşil halı gibi yerleri kaplayan çimenler, nereden çıkıp, nerede tükendiği bilinmeyen pırıl pırıl sular, rengarenk çiçekler ve türlü boyalı kuşlarla bu eşsiz yer, bir başka yaşama sevinci verirmiş insanlara. İşte bu yörede zeki mi zeki, akıllı mı akıllı küçük bir çocuk yaşarmış. Deniz adındaki bu sevimli çocuk insanları, hayvanları, kuşları, çiçekleri, ağaçları yani doğadaki güzel olan her şeyi ve birde herkesin masal anası ismini verdiği bilge ninesini çok severmiş. O bu sevgisini lafta bırakmaz, gereğini her fırsatta yerine getirir, insanların, hayvanların, canlı cansız, doğadaki tüm varlıkların haksız saldırılara hedef olmaları karşısında, içinde sınırsız bir öfke ve acı duyarmış. Bu yüzden hep güçsüz ve haklıdan yana çıkarmış. Çünkü Deniz ninesinden hep emeği, yardımseverliği, rahmetli olmayı, sevgiyi, iyiliği, dürüstlüğü, doğruluğu, temizliği, ahlaklı ve adil olmayı öğrenmişti.
Deniz gün boyu çiçeklerle söyleşir, kelebeklerle uçuşur, bilge ninesinin ardında koşuşup dururmuş kırlarda. Onun geçtiği yerlerde güller gülümser, sümbüller pembeleşir, kuşlar şarkı söyler, dağlar taşlar dillenirmiş. Hafif hafif esen rüzgarlarla ağaçlar eğilip eğilip birbirini selamlarmış. Deniz nerede solmuş sararmış bir çiçek görse, koşar su getirir, koklayıp okşayıp yeşertirmiş. Her şey öylesine ona alışıkmış ki, bir gün ortalıkta görünmese, çevreden iniltiler duyulur uzun narin kavaklar bile boynu bükük bakarmış. Öyle ki, çiçekler üzülüp büzülür, kelebekler uçmaz, kuşlar türkülerini söylemez, sular hışırtısız akarmış. Deniz sadece kuşlarla konuşmazmış. Köylülerin söylediklerine göre, o bütün hayvanların dillerinden de anlarmış. Onlarla saatlerce söyleşir. Birbirileriyle iyi geçinmelerini öğütlermiş.
İşte Deniz, bu gizemli doğanın koynunda doğmuş, orada büyümüş orada tanımış çiçekleri. Kuşlarla dostluğu, arkadaşlığı da orada başlamış. Küçücük yüreği dünyayı içine alacak kadar geniş, sevgisi dünyayı ısıtacak kadar sıcakmış. Bu güzel çocuk yaşamına renk veren, anlam katan sevgisinin sesini de orada bulmuş. Hiç bir canlının başka bir canlıya haksızlık etmesine gönlü razı olmazmış. Onun bu sesini duyan her canlı bütün kötülükleri unutur, sadece iyilik düşünürmüş.
Ve bir gün Deniz bu güzelim köyünden ayrılmak zorunda kalmış. Kuşların ötüşü, serin suların çağlayışı kulakları okşayıp yüreklere dökülürken, çiçekler solumalarını sıklaştırmış. Bütün köylüler gediğin tepesini aşıp, Deniz’ i uğurlamışlar ; iyi yolculuklar dilemişler. Ninesi o kadar çok üzülmüş ki, sözcükler onun ayrılık acısını anlatmaya yetmemiş. Hiç bir canlının başka bir canlıya veremeyeceği ve hiç bir canlının anlayamayacağı bir şefkat ve sevgiyle basmış bağrına. İçi ılık ılık duygularla dolup kabarmış, o yaşlı yüreğine ince ince çağlayanlar akmış da, yangısını söndürememiş. Torunu uzaklaşıncaya dek çırpınan yaralı bir kuş kanadı gibi, yaşlı gözlerle el sallamış ardından, dualar mırıldamış. Deniz uzaklaşır. Uzaklaşmaz hemen bütün köylüler onu özlemeye başlamışlar. Bu sevginin kaynağı neredeymiş, neymiş kimse akıl erdirememiş.
Deniz şehirler geçmiş, trenler, otobüsler, vapurlar, otomobiller ve uçaklar görmüş: görünce de ağzı bir karış açık kalmış, zira köyünü çevreleyen dağların ötesini hiç mi hiç bilmezmiş.
Deniz uygarlığın teknolojik nimetlerinden uzak, fakat bozulmamış, kirlenmemiş, temiz ve bakir bir doğa ortamında yaşarken, babası onu alıp uzak bir ülkeye ***ürmüş. Bu ülkenin renk renk lale bahçeleri, yel değirmenleri, altın saçlı gök gözlü güzel çocukları varmış. Ancak getirildiği kent beton yığınları ile kaplı, soluk alamayacak derecede kalabalık, gürültülü ve telaşlıymış. Doğup büyüdüğü yerlere hiç benzemediği gibi, her akşam kocaman fabrika bacalarından çıkan, kirli kara bir duman abanırmış kentin üstüne. Kent soluk alamazmış. O zaman gökyüzü ışığını yitirir, sokak lambaları bile zar-zor ışıldarmış. Burada insanlar kendilerini kalın beton duvarlar arkasına, kuşları kafeslere, çiçekleri özgür doğadan koparıp saksılara koymuşlar. Kafesteki kuşlar aç değilmiş ama özgürlükleri yokmuş. Saksıdaki çiçekler susuz değilmiş ama doğal güzellikleri kalmamış. Çiçeklerin renkleri ve kokuları, kuşların ötüşleri yapaymış. İnsanların neşeleri gülüşleri ve ağlayışları da .
Okula başlamış Deniz. Sınıflar çocuk doluymuş, ancak Deniz yalnızmış, bir türlü alışamamış kalabalıklara, kent yaşamına… Yitirdiklerini ararmış Deniz, gözünde tütermiş insiz köyü, yemyeşil dağlar, serin pınarlar, kuşlar,yeleleri rüzgarda savrulan atlar, koyunlar, kuzular, bir de dünya tatlısı nineciği. Onca kalabalığın orta yerinde yapayalnız kalmış; ne o anlatabilmiş kendini başkalarına, ne de başkaları onu anlamak istemiş. Bir tren geçermiş Deniz’in özlemlerinde, bir kuş ötermiş, o kuytu bir köşeye çekilip ağlarmış. Kimi zaman özlemi dayanılmaz bir hal alırmış, yakıp tutuştururmuş yüreğini. Deniz’in bu durumuna öğretmeni çok üzülürmüş. “ Sen zeki ve yetenekli bir çocuksun bu günler çabuk geçer buraya da alışırsın” diyerek Deniz’ i teselli etmeye çalışırmış. Ama o dalgınmış, bilincini yitirmişçesine boş boş bakarmış etrafına. Artık düşüncelerinin içinde öyle eriyip yitmiş ki, bu ona sonsuz derece acı verirmiş.
Bir de Deniz’ in kafasını sürekli yoran bazı sorular varmış. Neden kuşların, çiçeklerin özgürlüklerini kısıtlayıp, kafeslere ve saksılarda tutsak olarak yaşatırlar? Kuşlar ve çiçekler evlerdeki saksılar ve kafesler için yaratılmamıştı ki? Acaba bütün bu haksızlıklar ve acımasızlıklar geçici ve basit bir doyum duygusu için miydi? Peki, kocaman adamların bu tutumuna karşı, ya çocuklar niçin kayıtsız kalıyordu? Onlar, kuşların ve çiçeklerin özgürlüğü için neden bir çaba harcamıyordu?
Deniz bu sorunları günlerce düşünmüş; çiçeklerin saksılara, kuşların kafeslere konulmasına bir anlam yüklemeye çalışmış, ama becerememiş. Gün geçtikçe suskunlaşmış, konuşmaz gülmez olmuş ve yemeden içmeden kesilmiş. Sanki uzak diyarlarda dilsiz, kolsuz, kanatsız kalmış. Gitgide içine kapanmış, yapılan bu haksızlıklara öfkelenmiş,ancak bağırıp çağırmamış,suskunlukla direnmiş.
Derken bir gece hastalanmış Deniz. Günlerce ateşler içinde yatmış, yatarken de köyünü sayıklamış, uyanıkken Perihan ninesini hayal etmiş. Ninesi yine ona öğütler vermiş, destek olmuş yalnızlığında , yol göstermiş. Ninesi Deniz’e “ Konuş Deniz’im , yine göz kırp yıldızlara, çiçeklere gülümse, gülücükler dağıt, göster sevgi dolu yüreğini herkese. İyi olmalısın sen, hastalanırsan üzülürüz. Yaşlı yüreğim dayanamaz acına. Sonra bütün kuşlar da üzülür; dağlar, taşlar başlar ağlamaya. Yerin kulağı duyar olup biteni, bütün ormanlar yas tutar. Menekşeler sulara döker kirpiklerini, sular acı keser, acı yolları…” dermiş. Sonra bir an duraksar, yorgun ciğerlerini soluklandırır ardından Deniz’in saçını okşar, konuşmasını yine sürdürürmüş.
Ama Deniz onun söylediklerinin çoğunu duymaz, atların kişnemeleri, kuzuların melemeleri arasında rüyalara dalarmış. Köyünde iken her akşam yatmadan önce, ninesi Deniz’e kuşlar, çocuklar ve çiçeklerle ilgili masallar anlatırmış. Sonra. “o yıldız senin, bu yıldız benim” diye ninesiyle yarışır, gökyüzünün sonsuz ışıltısına bakar, uyurlarmış. Oysa Deniz bu kente geleli bir yıldız bile görememiş.
Günler sel gibi haftalar yel gibi geçip gitmiş. Deniz iyileşip eski sağlığına kavuşmuş,ama özlemi hiç mi hiç dinmemiş.Nereye gitse özlemini de oraya ***ürmüş.Zaman zaman özlemi içinde onulmaz bir sızı olur depreşir.Ne yapsa ne etse önüne geçemezmiş.
Deniz zeki, enerjik, başarılı ve itinalı bir çocukmuş. Ögretmenleri onun bu niteliklerini yararlı bilgi ve sağlıklı bir çevre bilinciyle dengede tutmak için yoğun bir çaba içine girmişler. Deniz de yavaş yavaş okul yaşamına alışmış. Bu nedenle öğretmenleri iyi bir şey başarmış olduklarını düşünerek gönenmişler, kıvanç duymuşlar. Çünkü Deniz en zor meseleler üzerinde bile inanılmaz ölçüde düşünceler üretir, günlük ders ve ödevlerini büyük bir istekle hazırlar, olumlu taraflarını geliştirmeye çalışırmış.
Deniz her zaman sevimli, duygulu, insanları kırmamaya özen gösteren, herkesin yardımına koşan bir çocuk olduğunu göstermiş. Onun doğa sevgisi ve bilgisi de herkesin dikkatini çeker ve bu güzel nitelikleri çevresinde sevilmesini sağlarmış. Hatta, onun bu özelliklerini öğretmenleri diğer çocuklara anlatıp, örnek gösterirmiş. Anne ve babası da Deniz’ i bu meziyetleri nedeniyle dünyanın en akıllı çocuğu olarak görürlermiş.
Deniz bir yandan çevresine uyum sağlamaya diğer yandan da kendine yeni uğraşlar edinmeye çalışıyormuş. İşte o günlerde, evlerinin önüdeki küçük bahçeyi düzenlemek aklına gelmiş ve şimdiye kadar bunu düşünemediği için de kendine kızmış. O günden sonra en büyük uğraşı bahçesi olmuş. Oraya çeşitli bitkiler dikip, çiçekler ekmiş. Bahçesindekiler de boy verip renklenince bütün boş zamanlarını onlara bakmakla geçirir olmuş. Çiçeklerin yanında mutlu olurmuş ya yine de içten içe hüzünlenirmiş. Çünkü, Deniz bu insanları anlamıyormuş. Onlar, kendilerini doğadan uzak, beton duvarlar arkasına kapattıkları yetmiyormuş gibi kuşları da kafeslere tıkmışlardı…
Her şey bir yana da ya o büyük kentlerin meydanlarında gördüğü sürü sürü tembel güvercinlere, kirli kanal sularında nazlı nazlı yüzen kuğulara ne demeliydi? Böylesine kanatları olur da, kentlerin o pis havasında, suyunda nasıl dururlardı? Uğuldayan iş makineleri, göğü kirleten fabrika bacaları, araba sesleri, eksoz dumanları, müzik diye zangır zangır bağıran hoparlörler ve estetikten uzak, çirkin apartmanların arasında nasıl yaşanır? Deniz bu soruları durmadan sormuş kendine, ama yanıt bulamamış. Çocuk aklı anlamaya, yanıtlamaya yetmemiş bu soruları.
Ve günün birinde öfkesi öylesine büyümüş ki, gidip babasının onarım işlerinde kullandığı keskin mi keskin testereyi alıp, fırlamış sokağa. Kafes gördüğü ilk eve dalmış ve buradaki kafesi kesmiş. Ve günden sonra, her gece evlere girip, kafeslerin çubuklarını keserek kuşlara özgürlüklerini vermeye başlamış. Deniz’ in bu yaptıkları kafes sahiplerini çılgına çevirmiş tabi. Günlerce gazetelere ilanlar verilip, duvarlara afişler asılmış. Radyo ve televizyonlarda duyurular yayınlanmış. Bu yayınlarda, “Korkunç ve affedilemez suçu işleyen canavar” hakkında bilgi verenlerin ödüllendirileceği açıklanıyormuş. Ancak Deniz yılmamış. Yine her fırsat bulduğunda evlere, bahçelere girip kafesleri kesmeye devam etmiş. O ülkeyi yönetenler çok kızmışlar bu işe, kentin bütün polisleri bu kafes canavarını yakalamak için yarışa girişmiş, günlerce pusu kurup beklemişler. Ama bu bir sonuç vermemiş. Bir defa polis, asker bütün ülke düşmüş bu kafes canavarının peşine. Yine günler, haftalar, aylar geçmiş ama yakalayamamışlar.
Deniz, bir akşam yine elinde testeresiyle büyükçe bir eve girmeye çalıştığı sırada pusu kuranlar tarafından yakalanmış. Ve bu haber ülkenin her yanında bomba gibi patlamış. Gazeteler Deniz’in boy boy fotoğraflarını basmış, televizyonlar çeşitli görüntüleri getirmiş ekranlarına, radyolar ise her haberinde duyurmuşlar. İlgililer ise bu “canavarın’’ yakalanışına müthiş sevinmişler. Günlerce süren şölenler düzenlenmiş, bayram gibi kutlamışlar bu başarılarını.
Ama bu sevince katılmayanlar da varmış: ülkenin altın saçlı, gökgözlü, güzel çocukları Deniz'in yakalanışını üzülerek karşılamışlar. Topluca göşteriler düzenleyip yönetimi protesto etmişler. Özgürlük istemişler. Deniz özgür olsun demişler.
Ancak çocukların bu çığlıklarını sağır yürekler duymamış. Mahkemeler kurulmuş, kurullar toplanmış, dünyanın dört bir yanından pedagoglar, psikologlar, bilim adamları çağırılmış. Herkes Deniz’in işlediği suçun nedenini araştırmaya koyulmuş.
İlk gece, polis merkezinde, üşüyüp ağlayan Deniz’in gözünü uyku tutmamış. Yaptıklarını ve kendisine yapılanları düşünmüş. Kendince suç kavr***** sorgulamış ve “kim suçlu?” sorusuna yanıtlar aramış. Kafeslerini kırdığı ev sahiplerini düşünmüş, özgür kalınca kanatlarını sevinçle çırpan minik kuşları…
Sonra arkadaşlarını, öğretmenlerini, anasını ve babasını, ninesini düşünmüş. Yüreği sızlamış Deniz’in hepsini de özlediğini anlamış. Ertesi gün ziyaretçileri olmuş Deniz’in. Öğretmenleri ve okul arkadaşları gelmiş, renk renk çiçekler, çeşitli hediyeler verip onu teselli etmeye çalışmışlar. Ziyaret saati bitince de boynu bükük gitmişler. Ardından bütün ülkenin sarı saçlı, gökgözlü çocukları Deniz’e üzüntülerini belirten kartlar, mektuplar göndermişler. Ama kurulan mahkeme çok acımasızmış. Çocukların protestosunu da hiç önemsemiyormuş. Deniz’i diğer çocuklara da kötü örnek olmasın diye cezalandırmak istiyormuş yargıçlar.
Deniz, uykusuz geçirdiği bir gecenin verdiği yorgunlukla hemen uykuya dalmış ve dalar dalmaz da başlamış rüyalar görmeye. Rüyada yaşlı bir ninecik oturmuş bir pınarın başına, Deniz’ e “körler ülkesi” masalını anlatıyormuş, ama bu bilge ninesi değilmiş. Rüyadaki ninenin anlattığı masal şöyleymiş;
‘’Evel zaman içinde, kalbur zaman içinde, dünyanın bir yerinde, bir baba ile oğul varmış, bunların fazlaca bir dertleri yokmuş; işleri, aşları onları kimseye muhtaç etmezmiş. Ama babanın bir sorunu varmış; oğlunun eğitimsizliği ve cehaleti. O devirlerde ne oğlunu gönderebileceği bir okul ne de ders verebilecek öğretmenler varmış. Okul ve öğretmenler yokmuş ama çocuk dünyayı tanımalı ve bilmeliymiş. Çünkü babanın inancı, “Alimler gözlüdür, Cahiller ise kör’’ biçimindeymiş. Sonuçta baba karar vermiş; oğlunun gözü açılmalı, dünyayı görüp tanımalıymış. Baba ile biricik oğlu bilinmeyen ülkelere doğru yola çıkmışlar. Az gitmişler uz gitmişler,sonunda bir de bakmışlar ki,körler ülkesi diye bir yere gelmişler. Olacak bu ya, tam körler ülkesine geldiklerinde, çocuk bir hastalığa yakalanmış.Eli ayağı tutmaz olmuş. Baba şaşkın, çocuk bitkin uçan kuştan medet ummuşlar. Tam o anda “korkma” diye yüreklendirmişler. Babanın etrafına toplananlar. Ve, “siz buranın körler ülkesi dendiğine bakmayın, buranın öyle becerikli bir hekimi var ki kime dokunsa hastalığından iz kalmaz” demişler. Böylece baba yatıştırılmış ve çocuk tezelden hekime kavuşturulmuş. Hekimbaşı usta parmakları ile hastasını tepeden tırnağa bir güzel yoklamış. Hemencecik de illetin nedenini bulmuş; Sorun çocuğun gözlerinde imiş. Burnun ile alnın birleştiği noktanın sağında ve solunda bulunan çukurlara gömülü, bıngıl bıngıl devinen oval iki cisimcik. Açılıp kapanan birer deri kapakla örtülü….
işte hepimizin bildiği insan gözü, illetin nedeniymiş. Hekim böyle söylemiş, teşhisi böyle koymuş. Operasyon kısa sürede bitmiş, dışarıya çıkarmışlar çocuğu. Baba bir de ne görsün, çocuğun dünyayı görüp tanıyacağı gözlerinin ikisi de yerlerinden çıkarılmış. Çünkü körler ülkesinde herkeste göz düşmanlığı varmış. Körler bilginin ışığın, aydınlanmanın en önemli aracı olan göze düşmanmış. Daha o çağlarda “aydınlık ile karanlığın, bilgi ile cehaletin” savaşı varmış. Ancak baba ve oğul geç anlamışlar bu gerçeği ve ağır ödemişler bedelini. Ve bu sonuç karşısında sanki dünya bir anda başlarına yıkılmış baba ile oğulun. Yaşam zindan olmuş, ama ne acı duyacak halleri kalmış, ne de acıya dayanacak güçleri. Acıyı acıla bastırmışlar boynu bükük’’…
Deniz gördüğü düşün etkisiyle ter içinde uyanmış. Bir korku sıkıca sarılmış boğazına. Kendini o hekimin elinde imiş gibi hissetmiş. Sevdiği onca yüzü düşünmüş, ama hiç birisini anımsayamamış, sisler arasında yalnız kalmış. Bir yerlerden ince bir ezgi çarpmış kulaklarına, çoğalan, delirten bir ezgi….Usuna babasının üzgün, perişan yüzü gelmiş, bir güvercin uçuvermiş yüreğinden, acıyla ürpermiş. Deniz’in ağzından “Baba” diye bir inilti çıkmış. Sonra gördüğünün korkulu bir düş olduğunu fark edince derin bir oh çekip rahatlamış.
Derken duruşma günü gelmiş binlerce çocuk yığılmış mahkemenin önüne, onlarca polis otosu eşliğinde Deniz mahkemeye getirilmiş. Yargıçlar sertçe bakmışlar Deniz’e Savcı iddianamesini okumuş, yargıçların en yaşlısı korkutucu bir sesle “bütün bunları neden yaptın?” diye sorular yöneltmiş. Yargıçların bütün sorularına Deniz susarak yanıt vermiş. Yargıç öfkelenmiş dağlar kadar. Deniz’i azarlamış. “Sende hiç acıma duygusu yok mu, kalp yok mu?” demiş. Deniz ise “Ben kalbimi kuşlara verdim.” Diyerek ilk ve son yanıtını vermiş. Yargıçlar kendi aralarında fısıldaşıp, konuşmuşlar. Sonuçta Deniz’in bir kuş gibi, demirden bir kafese konulup uzak ve ıssız bir ormana bırakılmasına karar verilmiş. Bu haber dünyadaki bütün kuşlara yıldırım hızıyla yayılmış. Bir çok kuş toplanıp, kanat çırpmışlar, dönmüşler gökyüzünde, sonra da hep birlikte saldırmışlar kafese, günlerce gagalamışlar ama nazlı gagaları parmaklıkları kırmaya yetmemiş. Kafesi parçalayamamışlar. Parçalayıp da Deniz’ i özgürlüğüne kavuşturamamışlar.
Günlerce düşünmüşler ve sonuçta hepsi gücünü birleştirerek. Deniz’i köyünün güzel ormanına ***ürmeye karar vermişler. Bütün kuşlar kanat açıp, kırk gün kırk gece, dağ demeden deniz demeden uçmuşlar. Deniz’in o güzelim köyünün ormanına ulaşmışlar. Yağmur yağdığında hepsi birden kanatlarını kafesin üstüne gerip korumuşlar. Güneş açtığında sevinmişler. Dünyanın her yerinde türlü türlü yiyecek ve çeşit çeşit kitap taşımışlar. Kuşlar her akşam kafesin etrafında toplanıp ötüşerek Deniz’i teselli etmişler. Cıvıltılarla uyutmuşlar, her sabah yeniden en güzel sesleriyle uyandırmışlar. Beraberce gülüp, oynayıp, şarkı söylemişler. Deniz onlara şiirler okumuş, bilge ninesinden öğrendiği masalları anlatmış, kuşlar Deniz’i anlarmış Deniz de kuşları……

İşte o gün bu gündür dünyanın bütün kuşları yavrularına kuşlara kalbini veren çocuğun masallarını anlatırlarmış. Ve onun içindir ki, dünyanın her yerinde kuşların yalnız bir sabah bir de akşam öttüğü söylenir..
 
Kalbimin Sahibi


Genç kız feci bir hastalığın pençesinde kıvranıyordu. Yaralı kalbi artık bu dünyaya daha fazla dayanamamaya başlamıştı. Çok zengin olan ailesi tüm gazetelere, kalp nakli için ilan vermişlerdi... Canını feda edecek birini arıyorlardı...Genç kız ise her gün hastane odasında biraz daha solmaktaydı.Yine yalnızdı odasında, gözü yaşlı, boynu bükük ölümü bekliyordu...Gözlerini kapadı, bu küçük odada gözyaşı dökmekten bıkmıştı... Yinede engel olamadı pınar gibi çağlayan gözyaşlarına. Sevdiği geldi aklına, fakir ama onu seven sevgilisi... Her gün aynı şeyleri düşünüyor, anıları bir film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu... "Param yok ama sana verebileceğim sevgi dolu bir kalbim var" demişti delikanlı... Genç kızda zaten başka bir şey istemiyordu...Sevgiye muhtaç biri, sevdiğinin sevgisinden başka ne isteyebilirdi ki... Ama olmamıştı işte, dünyalar kadar olan sevgilerinin arasına, o lanet olasıca para girmeyi bilmiş, onları ayırmıştı... İşte paranın geçmediği zamanlara gelmişlerdi.. Ne önemi vardı artık? Şu son günlerinde, sevdiği yanında olsa yeterdi...
Ayrılıklarından bu yana 5 bitmeyen, çile dolu yıl geçmişti...Her günü zehir, her günü hüsran...Ama genç kız hep sevgisini yüreğinde taşımış,kalbini kimseyle paylaşmamıştı. Sevdiğini düşündü işte o an.. Acaba o neler yapmıştı bu kadar sene boyunca.. Kim bilir kiminle evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı... Gözlerinden bir damla yaş daha damladı kurumuş, bitmiş ellerine. Ellerine baktı, bir zamanlar ellerinin, elerini tuttuğunu hayal edip, her gün saatlerce ellerini seyrederdi... En çokta saçlarının dökülmesine üzülüyordu. Çünkü sevdiği öpmüş, koklamıştı onları. Her bir tanesi koptuğunda, kalbine bir ok daha saplanıyordu. Kalbi yine sızlamaya başlamıştı. Belki sevdiği yanında olsa, kalbi bu kadar yorulup, veda etmezdi yaşama... Zaten artık ölüm umrunda değildi genç kızın. Sevdiğinden ayrı yaşamanın ölümden ne farkı vardı ki.. Tekrar o geldi aklına... Keşke keşke yanımda olsa dedi. Son bir kez elini tutsa yeterdi. Gözlerini son bir kez öpse, rahatça ebediyen gözlerini kapatabilirdi artık...
Gözleri pınar gibi çağlamaya başladı. Sevdiğini son bir kez göremeden ölmek istemiyordu.. Ufakta olsa ondan bir hatırasını almadan bu dünyadan göçmek istemiyordu... Oysa sevdiği, kim bilir kiminle beraberdi. Kendi sevgi dolu kalbinin kimseyle paylaşmayı düşünmemişti bile, ama acaba o paylaşmış mıydı ? Onun sevgisini silmiş atmış mıydı acaba kalbinden ? İçi birden nefretle doldu. Üstüne büyük bir ağırlık çöktü. Onu düşündükçe her dakikasının zehir olması artık çok daha ağır geliyordu genç kıza... Ölmek istedi, artık yaşamak istemiyordu bu dünyada.. Ama sevdiğinden bir hatıra almadan ölmeyeceğine and içmişti. Tekrar gözlerini açtı. Kim bilir belki de sevdiği onu unutmuştu.. Bu düşünceler içinde derinliğe daldı...Birden babası girdi odaya, kızına kalp nakli için bir gönüllü bulduklarını müjdeleyecekti. Fakat genç kız çoktan uykuya dalmıştı.. Bir meleği andıran masum yüzü, sevdiğinin özleminden sırılsıklamdı...
O gece biri gözlerini dünyaya kapadı, genç kız ameliyata alındı. Tekleyen ve görevini yerine getirmeyen kalbi değiştirilmişti. 1 hafta sonra tekrar gözlerini açtı dünyaya genç kız. Ama dünya daha farklı geldi ona. Sanki bir şeyler eksikti... Aradan aylar geçmiş genç kız artık iyice iyileşmişti. Ama içindeki burukluğu bir türlü atamıyordu. Sevdiği aklına gelince kalbi eskisinden daha çok sızlıyordu.. Bir kere, bir kere görebilsem diye mırıldandı...Kalbi yine sızlamaya başlamıştı. Yeni kalbi onu iyileştirmişti ama nedense her gece aniden hızlanıyor, onu uykusundan uyandırıyor ve sanki yerinden çıkacakmış gibi atmaya başlıyordu... Genç kız bir anlam veremediği bu durumu doktora anlatmış, ama ameliyat kolay değil, bir aydan geçer demişti doktor.
Aylar geçmişti ama hala aynıydı durum. Çiçeklerinin yanına gitti. Her gün onlarla saatlerce dertleşiyor, zaman zaman ağlıyordu onlarla.. En çokta kan kırmızısı gülünü seviyordu. Çünkü kırmızı gülün onun için yeri apayrı idi.
Oda genç kızla beraber gülüyor, onunla beraber ağlıyordu. Onu sevdiği gibi görüyordu genç kız. Ve gülünü sevdiğini ilk gördüğünde ona hediye edeceğine dair yemin etmişti. Başka türlü paylaşamazdı gülünü kimseyle...
Kapı çaldı aniden. Kapıyı açtı ama kimse yoktu. Gözü yerdeki beyaz zarfa ilişti. Yavaşça eğilip zarfı yerden aldı. Birden kalbi deli gibi atmaya başladı. Ne olduğunu anlayamıyordu. Zarfın üzerinde ne bir isim, ne bir adres vardı. Zarfı açtı, içinden beyaz bir kağıda yazılmış bir mektup çıktı. Kalbi daha hızlı atmaya başladı. Onun kokusu vardı kağıtta. Evet, onun kokusu vardı. Yıllar yılı özlemini çektiği, yanında olabilmek için canını bile verebileceği sevdiğinin kokusu vardı mektupta.. Başı dönmeye başladı. Koltuğuna geçip oturdu yavaşça...Kağıdı açtı. Ve elleri titreyerek okumaya başladı. "Sevgilim, senden ayrıldıktan sonra, bir kalbe 2 sevginin sığmayacağını bildiğimden dolayı, ne bir kimseyi sevebildim, nede kimseye bakabildim... Her günüm diğerinden daha zor geçti, çünkü her gün özlemin daha da artıyordu.. Sana kitapları dolduracak kadar şiirler yazdım. Her biri diğerinden daha da hüzünlüydü. Yazdım, okudum, ağladım... Her gün yazdım, her gün okudum, senelerce ağladım... Her gece seni düşündüm sabahlara kadar, her gece senin yanında olmayı istedim. Ve her gece sensizliğe lanet ettim, uykuları haram ettim kendime, sensiz olmanın acısını gözlerimden çıkardım... Ve bir gün her şeyi değiştirecek bir fırsat çıktı önüme. Bunu fırsatı değerlendirmeyip, kendime haksızlık edemezdim...Ve değerlendirdim... Senden çok uzaklara gittim, belki seni unuturum diye..Ama tam tersi oldu. Seni daha çok özlüyorum artık... Senden çok uzaklardayım belki, ama yinede seni görmek için uzaklardan gelebiliyorum. Hem de her gece...Seni seviyor, seyrediyor ve eğilip sen uyurken yanağına bir öpücük konduruyorum.. Bazen gözlerini açıp bakıyorsun, geldiğimi bildiğimi sanıyorum ama yine o tatlı uykuna geri dönüyorsun. Yarın birbirimizi sevmemizin 6. senesi... Hep ben geldim şimdiye kadar senin yanına, yarında sen gel olur mu sevgilim.. Ha, unutmadan, sana hep sözünü ettiğim, kalbime iyi bak olur mu ? Çünkü göz yaşlarımla, adını yazdım ona...Seni senden bile çok seven bir sevgi var kalbinin içinde... Unutma, kırmızı gülü de unutma olur mu ??...

Seni seviyorum, yanıma gelinceye kadar da seveceğim..
 
Kalbime Kar Yağdı

"Tam seni soruyordum";deyişini duymuştum ilk benim olduğunu sandığımda.
Kalbim ağzıma geldi,yutkundum!
Seni algılamaya başladı beynim;
Karşımdaydın,tüm görkemin ışıl ışıl gözlerin ve bana sonuna kadar açtığın kalbinle.;Buydu;dedim içimden yıllardır aradığım.
Yıldızlarda aramıştım gözlerini;ay;dan başka bir şey yoktu gökte yüzünü benzeteceğim,bir bakıma o kadar da uzaktın bana.
Oysa şimdi uzansam dokunacaktım sana.
Uzandım;Bilmem kaç bin wolt elektrik yayıldı vücuduma.
İşte o an vermiştim ellerine kalbimi.
Defalarca gelmeler,gitmeler,hayaller,öpücükler,kahkahalar ,hasretler yaşadım seninle;.
Bir kandil gecesi yeminler savurduk rüzgara;Allaha ulaştı ruhumuz.
Onun önünde döküldü dudaklarımdan o iki kelime;benimle evlenir misin?
Çılgın bir evet sonrası benimdin artık!Ölmek ne güzel olacaktı seninle.
Dudaklarımın değmediği yer kalmamıştı yüzünde,kollarımdaydın bütün senliliğinle.
Söz vermiştik ilk çocuğumuzun adını sen ikincisininkini ben koyacaktım.
Şimdi benim ilk kız çocuğumun adı senin adın olacak.
Evimin hiçbir yerinde şark köşesi hiçbir köşesinde abajurlar olmayacak;
yerlerde puf puf minderlerde.
Duvarlarımın rengi hiçbir zaman siyah beyaz olmayacak mesela.
Annenin ellerini hiç öpemeyeceğim,babanla rakı içemeyeceğim,kardeşinle fenerin maçlarına gidemeyeceğimde.
Hatırlarmısın?
Pırıl pırıl bir Pazar sabahı kıpır kıpır bir kalp elinde bir çiçekle merhaba dedin anneme;nasılsınız teyzeciğim anne demeye çoktan razıydın belki ama dil varmıyor bazen bilirim.
Anacığımı ilk kez böyle içten sarılır gördüm bir kıza,onun sana kızım dememesi için bir neden yoktu;dedi de istedi de seni biliyorsun
Kalbinin tüm renklerini taşıyan bir çiçek yumağı getirmiştin,halâ duruyor masanın üzerinde.Daha ne kadar dayanırım bilmiyorum onu görmeye.
Nefes aldığın her yerinde yaşıyorsun evin.Ben daha ne kadar yaşarım bilemiyorum.
Odamda;resimlerinin önünde gerçeğe dönüşmüştü hayâller.
Şeker olmuştum sana;sonra tepsi,öyle pişmişti işte kahveler.
Üç vakte kadar görüşmek dileğiyle ayrıldık evden,ilk kez kollarımda dolaştırıyordum seni,ilk kez eleleydik sokaklarında eylülün;
son olduğunu nereden bileyim..
Sarıya boyanmış bir aracın camıydı aramıza giren,o iri iri,siyah siyah gözlerin küçüldü yavaş yavaş,kayboldun gözlerimde.
Yokluğuna duyduğum ağlamaklı bir isyandı kalbimde varolan.

İki elim cebimde boynum bükük tuttum evimin yolunu,akşamı senle ettik evde bıraktıklarınla..
Bir yada birkaç hafta kat üstüne kat çıktık gönül arsamıza;gözlerin temeli, sözlerin yıkılmaz duvarları oldu kuracağımız(ı sandığım)yuvanın..
Yine bir kandil gecesi;Allahın huzurundayım;
beni bıraktığın yerde,
seni beklediğim yerde;
Sen!yoksun.
Ben!yalnızlığımla birlikte,yalnızlığını yaşıyorum!
Bir kez daha yemin ediyorum seni seviyorum;canım yanıyor!
Efkar dağıtmak için o malum yere bir ömrü bir çırpıda bitirdiğimiz terasımıza çıktım.
Bir dolu efkar alaşağı etti beni.
Boş sandalyeler,solmuş çiçekler,üzerine oturup Bakırköyü seyrettiğimiz minderler seni sordu gitti diyemedim;küçüldüm.
Ardımda bıraktığım bir damla göz yaşına sormuşlar seni,kurumadan az önce anlatmış bir daha asla gelmeyeceğini;oturup birlikte ağlamışlar
Seni en çok terasımızda özleyeceğim biliyor musun!
Saat geç oldu beklememin bir amacı yok, günlerin çok öncesiydi gelmeyeceğini söylediğinde.
Şimdi aşkımızın mumlarından yak bir tane.
Bak o yanan benim!
Titreyen kalbim,
Alevi değil mumun,
Eriyip akansa göz yaşlarım;
Üzülme çok kalmayacağım,
Birazdan biterim..
Akılda sen,yürekte acı olunca,ne kalem rahat duruyor ne sayfa.Bak gördün mü
sevişip aşkı doğurdular yine
Bir şiirle başlamıştın sen yine öyle bitiyorsun işte,satır satır.
Eve nasıl geldim hatırlamıyorum desem yalan değil.Kapıyı anacığım açtı yüzüme baktı,anladı her hal seni sordu iyidir dedim inanmadı,bir daha sordu
ağladım;ağladı.
Göz yaşlarımı sildi,bende onunkini.
Sen yalnız beni değil anamı da ağlattın!
Sarıldık ne zaman ayrıldık bilmiyorum..
Yazdı geldin;
Kıştı gittin!
Kalbime kar yağdı.
 
Kal Biraz Daha

Kaç mavi yasak yaşadık seninle, kaç deli gece... Düşünse, dolunay bile utanır,yıldızlar çıldırır, ağlar erguvanlar.Ben, seni işte öyle bir gecede sevdim, hesapsız. Ve düşlerim... Düşlerim sınırsızdı alabildiğine Duygularım sabırsız. Bir çocuk kadar günahsız. Sahi, sen de sevebilir misin beni seni sevdiğim kadar, dokunabilir misin yüreğime? Bak, orada sen varsın. "Mutluluk nedir?" diye sorsalar "Sen" derim alabildiğine, "Yalnız sen."Sesin, gözlerin, ellerin sonra, titreyen dudakların ve arzun çekingen Sen, benim her şeyimsin. Sensiz neye benzer bu ay, bu güneş? Çiçekler açar mı sen olmasan, Martılar uçuşur mu çığlık çığlığa?Sonra, kim aydınlatır benim gecemi, Günümü kim paylaşır?Kim sorar derdimi, Ben neye sevinirim, Kimle gülerim? Kal biraz daha... Beraber büyüttük sevinçlerimizi, Beraber öğrendik yaşama direnmeyi Sevmeyi beraber öğrendik. Bak, güneşler doğdu üzerimize Yolumuza begonyalar serildi. Ağlamak bu kadar kolay mıydı, Ve güzel miydi gülmek k! adar? Herkese seni anlatmak istiyorum Seni söylemek şiir şiir.Her dizede sen olmalısın, adın olmalı çığlık çığlık... İçimi ısıtan sen, tam şuramda; ılık ılık, sen olmalısın kıpır kıpır yüreğimde... Sevdan olmalı deli dolu Ve çılgınlığın, çılgınlığın olmalı. Ben seni sevmeyi seviyorum Ve seni özlemeyi. Bu bir itiraftır... Aşkın yoksa ben de yokum Yetim düşlerimin kimsesizliği kuşatır benliğimi Hüzünler yağar gecelerime.Ben, bir garip ben olurum, Sığamam odalara, taş duvarlar üzerime üzerime gelir. Ruhum durmaz bedenimde,hücrelerim yaşamaz. Kurumuş dallara döner yüreğim, susuz çöllere... Gece böyle bitemez, ben ölürüm, Ölürüm gitme, kal biraz daha... KAL BİRAZ DAHA..
 
Kaderin Hikayesi

Uzun zaman önce bir ülke varmış refah içinde yasayan. Ülkenin refah içerisinde yaşamasının sebebi iyi yürekli, dürüst kralı imiş. Kral zaman zaman tebdili kıyafet ülkeyi dolaşır, halkının dertlerini dinler, sorunlara çözüm bulurmuş. Gene böyle bir günde kral dolaşırken, yolu dağ başında bir göl kenarına düşmüş. Gölün kenarında ki ağacın dibine çökmüş aksakallı bir dede, Bir elinde bir kese, diğerinde bir kese. Birinden bir tas alıp,diğerinden aldığı tasa bağlayıp göle atıyormuş. Bu ise epey bir süre devam etmiş ve nihayet bittiğinde, dede yoluna gitmek üzere ayağa kalkmış ve kralla göz göze gelmiş. Kral dedeye sormuş “dede bütün bir gün seni izledim,Sen ne is yaparsın anlayamadım” demiş. Dede kralın sorusunu söyle cevaplamış ; ”oglum ben insanların kaderlerini birbirine bağlarım” , “Peki en son kimin kaderini birbirine bağladın” , “Kralin güzel kızı ile uşağı Ahmet’in kaderini bağladım” demiş aksakallı dede, Kral bu cevabi alınca dünyası kararmış. Bir yanda güzeller güzeli apak biricik kızı, ülkenin prensesi,diğer yanda olmamış oğlu kadar sevdiği zenci uşağı Ahmet. Ne yaparım, nasıl ederde Ahmet’e bir zarar vermeden bu kaderi bozarım diye düşünerek sarayın yolunu tutmuş. Saraya gidince hemen sevgili uşağı Ahmet’i huzuruna çağırmış Ve ona “ oğlum Ahmet sana bir mektup vereceğim, bu mektubu alacak ve güneş‘e ***üreceksin” demiş, Krala sorgu sual edilmez. Biçare Ahmet mektubu ve yolluğunu alarak düşmüş bilinmez yollara. Düşmüş ki ne düşmek. Babası kadar sevdiği Kralı ona bir görev vermiş ve o bu görevi yerine getirmeli, ama nasıl? Günlerce dere tepe demeden yol gitmiş. Nihayet yorgunluktan bitkin halde iken gördüğü bir ulu ağacın gölgesinde dinlenmeye karar vermiş ve uykuya dalmış. yandığında bir de ne görsün... Ağacın az ötesinde bir göl... o göl ki üzerine günesin aksi vurmuş... “Kralimin dediği güneş bu olsa gerek “ diyerek, üzerinde sadece külotu kalıncaya kadar soyunarak atmış kendini göle. Dibe doğru yüzmüş, yüzmüş, yüzmüş.... Taa dipte, günesin aksinin tükendiği yerde bir de ne görsün.... Şahane bir hazine sandığı... almış sandığı çıkmış yüzeye...çıkmış ama, Ahmet artık zenci değil bembeyaz bir Ahmet... sadece külotunun olduğu bölge eski rengini taşıyor. “Var bu iste bir hikmet “ demiş ve açmış sandığı. Sandık gerçek bir hazine sandığı, içinde bin bir türlü mücevherat ile birlikte üzerinde “Günes ‘ten Kral’a” yazan bir zarf. Ahmet ne yapacağını bilemez hale gelmiş bir anda. Yeni rengi ve yaşadıkları ile ülkesine dönünce Kimsenin kendisine inanmayacağını düşünerek, ülkesine zengin bir tüccar kimliği ile dönme kararı almış. Dönünce ülkesine, düşleri bir bir gerçekleşmiş Ahmet’in... Ülkesinin bu yeni dürüst ve yakışıklı tüccarı ile güzeller güzeli Kızını evlendirmeye karar verince Kral, dünyalar Ahmet’in olmuş. Kral vermiş vermesine kızını zengin tüccara ama aklı da bir yandan oğlu gibi sevdiği ve hiç bir haber alamadığı uşağı Ahmet de imiş. Gel zaman git zaman damadı ile birlikte bir ziyafet yemeğinde iken yere düsen bir çatalı almak için eğilince Ahmet, şalvarının kenarından kaba eti gözükmüş... Bunu gören Kral gözlerine inanamamış. Yemek bitip de odasına çekilecek iken herkes,koridorun sonuna ilerleyen damadının arkasından seslenivermiş Kral “Ahmet!...” Ahmet seneler sonra duyunca gerçek adini, gayri ihtiyari Kendisine seslenen Krala dönüvermiş ve “neler oluyor Ahmet, evladım anlat başından geçenleri bana” diyen kralına bütün olanları bir,bir anlatmış... Bunun üzerine Kral “Peki Güneş bana bir şey göndermedi mi?“ diye sorunca da hemen odasına koşarak, Sandıktan çıkan mektubu almış ve Kral’a vermiş, mektupta su satırlar yer alıyormuş... GÜNEŞE YAZI YAZILMAZ....YAZILAN YAZI İSE BOZULMAZ!!
 
Kabus

Duvara doğru yaklaştığı her adımda kalbi göğsünden yavaş yavaş çıkıyormuş gibiydi.İçinde ki merak duygusu korkusundan ağır basmıştı.Korktuğu halde halen duvara doğru yürüyordu.Bugüne kadar duymadğı sesler geliyordu duvarın arkasından.Bu sesleri merak ettiği kadar,bu seslerden çok korkuyordu.Nihayet duvarın yanına gelmişti.Duvarın arkasına bakarken gördüğü şey karşısında dehşete düştü.Biran geriye dönüp kaçmaya çalıştıysa da beyni ayaklarını kontrol etmiyordu o an.Karşısında 20-21 yaşlarında bir genç yerde yatıyordu.Durmadan inliyordu.Bir eliyle de gözünü tutmuştu.Elinin altından akan kanı farketti.Bu inleyiş tıpkı tiz bir sesle avazının çıktığı kadar bağıran birinin sesini andırıyordu.Genç Joy`un gözlerinin içine bakarak kendisine yardım etmesini istediğini anlatan yalvarış şeklinde olan o bakışlarını fırlattı.Elinin altında ki yarayı merak ediyordu joy.Yavaş yavaş elini kaldırmaya başladı.Karşılaşacağı o manzarayı kısacık zaman içinde beyninde tasarlamış hatta bu tasarısınd!
an epeyce korkmuştu.Gencin elinin altında ki gözüne bakınca tasarısından daha korkunç bir manzarayla karşılaştı.Evet gözü yuvasından çıkmıştı. Daha doğrusu çıkarılmıştı.

İnsan nasıl böyle birşey yapabilirdi.Gerçi vücudunda ki bazı yerler de gözünden farklı değildi ya..... Genç durmadan 'O' diyordu. O dediği şey neydi acaba?Ama Joy`un bunu şimdi öğrenmesi imkansızdı;çünkü genç yaşadığı olaylardan sonra sadece o diyebiliyordu.Joy yanına geldiği andan itibaren sadece o sözcüğünü duymuştu.Gence elinde olmadan duyduğu tiksintiye rağmen yardım etmesi gerktiğinin bilincindeydi joy.O da onu yaptı;çünkü onu o şekil bırakıp gidemezdi.Tam genci sırtlayıp oradan uzaklaşmayı düşündüğü an çalılıklardan gelen hışırtılarla titreme nöbetine tutulmuştu joy.Gözlerini çalılıklardan ayıramıyordu.Genç çalılıklara dönüp o diye bağırdı.Bu feryat joy`u gereğinden fazla korkuttu.Sesler çoğalmaya devam ederken gençte avazının çıktığı kadar bağırmaya başladı.Belki de genci o hale sokan şeydi bu sesleri çıkaran.Ve aniden bir şey görür gibi oldu.Dikkatini tamamen oraya yöneltmişti.Korkusu had safhadaydı.O da ne! üzerine doğru gelmekte olan bir yaratık gördü.Şimdiye kadar böyle birşey görmemişti.Demek ki bu yaratık joy`un geldiğini görünce avından biraz uzaklaşmayı düşünüp joy`gittikten sonraa avıyla karnını doyurmayı düşünüyordu.Ama joy`un oradan gitmemesi onun daha fazla beklememesine neden oldu.Nasıl olsa açtı Joy da onun için bir yemekti. Üzerine doğru hızlı bir şekilde geliyordu.Joy yine bu zaman içinde buraya neden geldiğini düşünüyordu.Gelmeseydi bütün bu manzarayı görmeyecekti.Ve bu korkulu dakikaları yaşamayacaktı.Kendini savunmayı düşünemiyordu.Zaten nasıl savunabilirdi ki....

Yaratık Joyun üzerine atıldı.Yanında bulunan gencin sesi ile yaratığın o iğrenç sesi bir insanı deli etmeye yeterdi.Joy nasılda aklımı oynatmıyorum diye kendi kendine soru soruyordu.Bu sesler arasına kendi sesini de ekledi.Yırtık gözleri, keskin dişleri,burun delikleri geniş,ağzı büyük,ve iri bir cüsseye sahip olan bu yaratık ne idi....Bu inleyişiyle uyandı joy.Yataktan fırladı etrafına bakındı.Halen bu kabusun etkisindeydi.Rüya olduğunu anlayınca derin bir oh çekti.Akşam izlediği filmin etkisinde kalmıştı herhalde.
 
Korkunç Bir Olay

İnanmak güç ama düşüncesi bile korkunç bir olay. Bir Genç cumartesi gecesi bir partiye gidiyor. Çok eğleniyor, bir kaç bira içiyor. Partiden tanıştığı bir kız ondan çok etkilenmiş görünüyor ve onu başka bir partiye davet ediyor. Hemen kabul ediyor ve diğer partinin gerçekleştiği yerde bir kaç bira daha içiyor ve daha sonra anlaşıldığı üzere birileri buna uyuşturucu veriyor. (Hangi uyuşturucu olduğu bilinmiyor.)

Daha sonra bu Genç uyandığında içi buzla doldurulmuş bir küvette çırılçıplak olduğunu anlıyor. Hala içkinin ve uyuşturucunun etkisinde olduğunu hissediyor ve etrafına baktığında yalnız olduğunu anlıyor. Göğsüne bakıyor ve göğsünde rujla yazılmış bir kağıt olduğunu fark ediyor. Kağıtta söyle yazıyor: "112'yi ara yoksa öleceksin!".

Küvetin yakınında bir telefon görüyor ve hemen 112'yi arıyor ama nerde olduğunu, ne içtiğini, kimlerle olduğunu bilmediğini söylüyor.Operatör hemen ona küvetten çıkmasını ve bir aynanın karsısına geçmesini söylüyor.

Genç, göğsünde hiç bir anormallik görmüyor ama Operatör sırtına bakmasını söyleyince, sırtında 2 tane büyük yarık olduğunu fark ediyor. Bunun üzerine Operatör, onun tekrar buz dolu küvete dönmesini ve orada ambulansı beklemesini söylüyor. Daha sonra hastanede yapılan incelemeden sonra, onun 2 böbreğinin çalınmış olduğu anlaşılıyor. Her böbrek karaborsada 10.000 Dolar ediyor.(Gencin bundan haberi yok tabii.)

Daha sonra anlaşıldığına göre : 2. parti tamamen sahte, bu ise karısan insanların çok iyi tıbbi bilgileri var ve verilen uyuşturucu eğlence amacını içermiyor. Su anda bu Genç, hastanede onu yaşamda tutan bir alete bağlanmış durumda ve hala dokularına uygun bir böbrek bekliyor.

Bu mafya çok iyi örgütlenmiş ve finanse edilmiş durumda, profesyonellerle çalışıyor. büyük şehirlerde aktif durumda ve görünüşe göre en çok New Orleans, NewYork ve bir söylentiye göre Istanbul'da da faaliyet gösteriyor. 112 bu sucu artık tanıdığından dolayı, kişileri hemen aynaya yönlendirerek, olayın boyutunu anlamaya çalışıyor.

Lütfen bu olayı tanıdığınız herkese anlatınız, bu herkesin basına gelebilir
 
Mantık

Öğrenciler o yılın ders programlarında yeni bir ders olduğunu farkederler. Dersin adı ‘Mantık’tır ve derse yaşlıca bir profesör girecektir.
Nihayet, ilk mantık dersi başlar. Çocuklardan biri söz hakkı isteyerek:
“Sayın profesör, mantık bize ne öğretir? Lütfen her şeyden önce bunu anlatır mısınız?” ricasında bulunur.
Profesör, kendisine merak ve şüpheyle bakan talebelerine:
“Mantık dersinin insanların düşüncesine yaptığı etkiyi açıklamak biraz güçtür. Onun için bunu sizlere bir örnekle açıklamak istiyorum” der.
“Farzedin ki, maden ocağından iki insan çıkıyor: Birisinin üzeri tertemiz, diğerininki ise kömür karası içinde... Bunlardan hangisinin yıkanması lâzımdır?”
Öğrenciler, hiç tereddüt etmeden:
“Elbette, kirlisi!” diye cevap verirler.
Profesör, tebessüm ederek:
“İşte evlatlarım” der, “Mantık bu soruya cevap vermeden önce şunu sorar: ‘Nasıl olur da bir maden ocağından çıkan iki kişiden birinin üzeri tertemiz iken diğerininki kirli olabiliyor?”
 
Marangoz

Yaşlı bir marangozun emeklilik çağı gelmişti. İşveren müteahhidine, çalıştığı konut yapım işimden ayrılmak ve eşi, büyüyen ailesi ile birlikte daha özgür bir yaşam sürmek tasarısından söz etti. Çekle aldığı ücretini elbette özleyecekti. Emekli olmak ihtiyacındaydı, ne var ki.

Müteahhit iyi işçisinin ayrılmasına üzüldü. Ve ondan, kendine bir iyilik olarak, son bir ev daha yapmasını rica etti. Marangoz kabul etti ve işe girişti, ne var ki gönlünün yaptığı işte olmadığını görmek pek kolaydı. Baştan savma bir işçilik yaptı ve kalitesiz malzeme kullandı. Kendini adamış olduğu mesleğine böyle son vermek ne talihsizlikti!.. İşini bitirdiğinde, işveren, evi gözden geçirmek için geldi. Dış kapının anahtarını marangoza uzattı.

“Bu ev senin” dedi, “sana benden hediye”.

Marangoz şoka girdi. Ne kadar utanmıştı! Keşke yaptığı evin kendi evi olduğunu bilseydi! O zaman onu böyle yapar mıydı!


Bizim için de bu böyledir. Gün be gün kendi hayatımızı kurarız. Çoğu zamanda, yaptığımız işe elimizden gelenden daha azını koyarız. Sonra da , şoka girerek, kendi kurduğumuz evde yaşayacağımızı anlarız. Eğer tekrar yapabilsek, çok daha farklı yaparız. Ne var ki, geriye dönemeyiz.

Marangoz sizsiniz.

Her gün bir çivi çakar, bir tahta koyar ya da bir duvar dikersiniz. “hayat bir kendin yap tasarımıdır” demiştir biri. Bugün yaptığınız davranış ve seçimler,yarın yaşayacağınız evi kurar. Öyle ise onu akıllıca kurun. Unutmayın.


Paraya ihtiyacınız yokmuş gibi çalışın.

Hiç incinmemişsiniz gibi sevin.

__________________
 
Martılar Var Kalbimde

Sadece dört ay kalacağım sonra yine buradayım abartmana gerek yok, ne olur bu kadar uzatmayalım bu konuyu diyerek sustu kız.Delikanlı hiç konuşmuyordu ,sadece kalbinin sesini dinliyordu .Ağlamak geliyordu içinden ama onun yanında yapamazdı.Onun üzüldüğünü görmek onun da ağladığını görmekle daha da kötü olacaktı.Hem gelince en iyi hastanelerde çalışacağım.Her hemşirenin eline geçmez böyle bir fırsat ne olur artık susmayı bırak bir şeyler söyle.Ben sadece kendim için gitmiyorum uzaklara ikimiz için, düşlediğimiz hayaller için gidiyorum dedi kız. Delikanlı kızın o hüzünlü gözlerine bakıp, git dedi. Sen en iyisini bilirsin mutlu olacaksan git. Senin mutlu olman beni de mutlu eder. Hem ilerde kuracağımız hayat için gidiyorsun değil mi?, o hayat ki bizi birbirimize bağlayan, sadece ikimizin hayatı.Kısa süren hayatlara inat git. Bizim hayatımızın uzun olması için git.....
İki gün olmuştu gideli. Onun özlemi göğsünde hissettiği ağrıdan daha kuvvetliydi. Doktora o gittikten sonra kematoropiye başlama sözü vermişti. Ama iki gün olmuştu hala gitmemişti hastaneye. Tedavisini, çalıştığı hastaneden başka hastanede yaptıracaktı. Kimsenin durumunu görmesini istemiyordu. Hayatında sadece O ve çalıştığı hastanedeki insanlar ve hastalar vardı. Kanser olduğunu öğrendiği gün nişanı vardı. Sanki böyle bir haberi beklermişçesine mutluluğunu bozmadı. Nişanda en mutlu kişi oydu. Sadece O’nun Amerika da burs kazandığını öğrendiği zaman yıkıldı.Çünkü biliyordu gideceğini onu hiçbir kuvvetin ,kanser olduğunu söylemesi dışında, durduramayacağını biliyordu. Onun o günkü mutluluğunu hala hatırlıyordu. Sanki uçacaktı, şimdi bir martı olmak isterdim dedi kız, sana her an uçmak için uzaklardan, beni çağırdığında, seni özlediğimde hemen yanında olmak için, duyduğu an karar vermişti zaten gitmeyi. Martılar o kadar uçamaz yarı yolda kalırlar dedi, ve özlediklerini belki de göremezler , Bir hayal işte hemencecik bozuyorsun beni. Mutluğumu çok görme lütfen ortak ol bana.Nasıl ortak olurdu ,döndüğünde belki de olmayacaktı yanında buna mı ortak olacaktı. Şimdi söylese gitmeyecekti biliyordu ama o mutluluk sihrini nasıl bozabilirdi. Nasıl onun eline verilen oyuncağı alıp onu acılara sürüklerdi. Söylemedi. Sadece git ve çabuk gel dedi. Öylece sarılıp kız kulesinin etrafında uçan martıları seyrettiler .....
Sessiz kalmak ayrılıklarda hep bir tarafı mutlu etmiştir diye düşündü. Şimdi mutlu olan bir kişi vardı ama o hayatta en çok mutlu olmasını istediği tek kişiydi. Bu sefer sessizlik amacına ulaşamayacaktı .Tedaviye başlayalı iki gün olmuştu. O gideli bir hafta. Her gün arıyordu ve her aradığında başka beyaz yalanlarla karşılıyordu onu. Yıllık izni yoktu ama doktor arkadaşı onun için bir şeyler ayarlamış ve iki aylık bir izin koparmıştı başhekimden. Hasta olduğunu sadece o biliyordu.

Saçları dökülmüştü. En çok saçlarıyla oynardı eliyle tarar masaj yapardı. Şimdi birkaç cılız saçtan başka bir şey kalmamıştı kafasında. Çalışırken hastanede hep kemoteropi olan hastalar görürdü. Ne hissettiklerini hiç düşünmemişti. Belki duyarsızlıktı ama buna üzülmesine gerek yoktu artık, ne hissettiklerini çok iyi biliyordu şimdi. Boktan bir durumdu ne yediğinizin farkındasınız ne içtiğinizin her dakika miğde bulantısı, garip bir duygu. Ölüm sanki ensenizde soluyor.

Martıların sesini yattığı yerden duyabiliyordu. Garipti, deniz kokusunu alamıyor ama denizin ve martıların sesini duyabiliyordu. İlaçlar koku alma duyusunu hafifletmişti. Belki de iyi olmuştu, yediği o garip yemeklerinde kokusunu almıyordu. Şimdi burada olsa onunda kokusunu alamayacaktı. O okyanus kokusuyla karışık gül kokusunu.
Saatlerce uyuyordu, telefonu titreşime almış elinin altına koymuştu kazayla bir kere bakmasın O’nun telefonuna, tedavide aldığı acılardan daha fazlasını yaşardı biliyordu.
Sonu olmadığını biliyordu bu tedavinin daha doğrusu kendisinin sonunun olduğunu biliyordu bu tedavinin. O şimdi uzaklarda hastalara nasıl yardım edeceğini öğreniyor kendisi ise bir hasta nasıl olur bunu görüyordu. Hastanede tanışmışlardı. Ayrılıklarının ve acılarının bir hastane odasında başlamasını istemiyordu. Onu tanıdığı an ve en son gördüğü an ile hatırlamak istiyordu. Sana resimlerimi gönderdim maillerine bakarsın demişti telefonda ama o kafasındaki tüm şifreleri unutmuş sadece onun adını hatırlıyordu.” Deniz” Martıların üzerinde dans ettiği balıkların can bulduğu deniz. Elinde olsa denize atılmasını isterdi naaşının, sanki onun içinde kalacakmış gibi. Ama toprakta olacaktı ,geldiğimiz yer değil mi zaten ........

Kimsecikler gelmiyordu ziyaretine ki zaten kimse bilmiyordu burada yattığını ara sıra doktor arkadaşı geliyor yanında bir saat duruyor sonra gidiyordu. Dışarıda da devam edebilirdi tedaviye ama onu bu halde biri görüp gerçeği ona söylerler diye düşünüp hastanede kalmayı tercih etmişti. Tam bir ay olmuştu o gideli ,koca bir ay, şimdiye kadar iki günden fazla ayrı kalmamışlardı. Her iki gün bir ay ederse tam on beş aydır ayrı idiler.

Küçük bir arkadaşı vardı birde hastanede beş yaşında bir kız çocuğu, oda aynı tedaviyi görüyordu. Ara sıra yanına geliyor ona yaptığı resimleri gösteriyordu. Son geldiğinde ona denizin üzerinde uçan martıları yaptığı resmi hediye etmiş altına da “iyileşip senle deniz kenarında gezelim” yazmıştı. Adı onunda Denizdi. Rastlantılara inanmazdı pek ama sanki onun eksikliğini doldurmak için çıkmıştı karşısına bu küçük kız. Ona bakıp gelecekle ilgili hayaller kurmak istiyordu ama göremediği bir geleceği düşlemek içini tuhaf yapıyordu.Bir keresinde yanına gelip abi senin karın varmı? diye sormuş yoksa benimle evlenirmisin? demişti.O da hemencecik kabul etmişti bu garip evlilik teklifini, ertesi gün elinde bir gelin ve damat bulunan resimle gelmiş üstlerine adlarını yazmıştı. Deniz tedaviye iki ay dayanmıştı.Babasının kollarında can vermişti. Uzun yıllar ağlamadığını hatırladı onun öldüğü gün ağladığında.

Her akşam dakikalarca konuşuyorlardı onunla, hiç konuşmadan onu dinliyor neden konuşmuyorsun dediğinde sen anlat burası aynı ,bıraktığın gibi değişen bir şey yok haberler sende diyordu.O da hemencecik devam ediyordu, o gün gördüğü yerleri anlatıyor kaldığı evin penceresinden özgürlük anıtının gözüktüğünü söylüyordu.Ama kız kulesini hiçbir şeye değişmem diyordu. Penceresinin özgürlük anıtını gören yerine kız kulesinin resmini yapıştırmış birde altına resimlerini koymuştu sanki İstanbul’ daymış gibi. İyi ki İstanbul’da değilsin diye düşündü iyi ki değilsin.

İki gündür hiçbir şey yemiyordu yediği her şeyi çıkarıyordu. Sadece biraz meyve suyu içiyor birazda pirinç lapası yiyordu. Gözünü pencereye dikiyor ara sıra gelen martıları kaçırmak istemiyordu. Baş ucuna asmıştı küçük Deniz’in yaptığı resmi birde O’nun resmini. Daha mı duygusal olmuştu bilmiyordu ama artık ağlıyordu. Özlemine ,acısına artık dayanamıyordu. Onu görmeden gideceğini en başında biliyordu ,alıştırmıştı kendine bunu ama artık olmuyordu. Özlüyordu O’nu lezzetini artık alamadığı su gibi ekmek gibi, Kız Kulesinin üzerinde uçan martılar gibi.

Martılar uzun zamandır gelmiyorlardı penceresine , denizin sesi yoktu artık, telefonun titreşimini de hissetmiyordu. İki gündür telefonunu şarja taktırmayı da unutmuştu.Onun sesini de duymuyordu artık duysa bile cevap veremezdi zaten.
Ertesi gün Küçük Deniz geldi yanına, birde penceresine bir martı . Vakit gelmişti. Küçük Deniz elinden tuttu. Birlikte uçan martıyı takip ettiler mavi denizin üzerinden kız kulesini selamlayıp İstanbul’a veda ettiler .

İstanbul bir hikayedir.Kahramanı çok yazarı çok.
İstanbul bir bahanedir sevmeye, sevilmeye
İstanbul bir martıdır.Yüreklerde uçan. Değerini bilen yok
 
Mavi Gözler

İlk doğduğu günden beri herkes onun gözlerine bakar, ‘ne güzel gözleri var’ derdi. Gerçekten de güzel bir kız çocuğuydu. Mavi gözleri, altın sarısı saçları ve sevimliliği gittiği her yerde herkesin dikkatini çekerdi. Her seferinde herkes onun mavi gözlerine imrenir, mavi gözlerle ilgili övücü sözler söylerlerdi. Annesi onu dizine yatırır, ‘mavi gözlüm’ diye severdi.
Günler geçtikçe kız mavi gözlerinin bir ayrıcalık olduğunu; güzelliğinin, kendisi ile ilgilenilmesinin sırrının mavi gözleri olduğunu keşfetti. Henüz üç-dört yaşlarında idi. Her arkadaşının göz rengine bir kusur buldu. Gözleri maviden başka olanlarla dalga geçiyor, onların gözlerini alaya alıyor ve en kötüsü gözlerinin maviliği ile büyükleniyordu.
Annesi çalışan bir kadındı, işe gittiğinde onu kreşe bırakıyordu. Çocuk anne sıcaklığını duyamamanın ezikliği ile sürekli ağlıyordu. Bakıcıları ne kadar iyi de olsalar annenin yerini tutamıyorlardı tabiî.
Günlerden bir gün yine annesi onu kreşe bırakıp işe gitti. Çocuk arkasından ağlamaya başladı. Bir türlü susmak bilmiyordu. Diğer çocuklar ve bakıcılar bundan rahatsız oluyordu. Bakıcılardan biri küçük kızın mavi gözlerinden dolayı kaprise girdiğini, onlarla övündüğünü biliyordu. Ağlayan kızın yanına geldi ve ona, ‘tatlım, eğer ağlarsan mavi gözlerin kahverengi olur’ dedi.
Dakikalardır ağlayan kız bir anda susuverdi. Bakıcının gözlerine bir daha baktı. Arkadaşlarının gözlerine bir daha baktı. Ayrıcalıklı olmanın mavi göz olduğunu yeniden hatırladı. Bakıcıya emin olmak için sordu:
- Gerçekten ağlarsam mavi gözlerim kahverengi mi olur?
- Evet, hem de sonsuza kadar.
Mavi gözlü kız ne zaman ağlamaya kalksa ona hep, ‘mavi gözlerinin kahverengi olacağı’ hatırlatıldı. Bu durumu annesine söylediklerinde annesi de bir kahkaha attı. Çocuk evde ağlamak istediğinde annesi, ‘ağlarsan mavi gözlerin kahverengi olur’ dedi.
Kısa bir zaman sonra bu durum çocukta bir saplantı oldu. Ve mavi gözlerini kaybetmemek için yıllarca ağlamadı. O ağlamadığı için herkes mutlu idi. Kreşteki bakıcılar o ağlamadığı için daha fazla kahkaha atmaya zaman buluyorlardı. Annesi o ağlamadığı için evdeki işlerini kolay yapıyor, makyajına daha fazla zaman ayırıyordu.

Yıllar geçip gitti, kız büyüdü, serpildi, mavi gözleri, sarı saçları ile güzel bir kız oldu. Artık yirmi yaşlarına gelmişti. O mavi gözlerinden, sarı saçlarından dolayı bütün gözler her zaman olduğu gibi ondaydı. Annesi onun bu güzelliği ile gurur duyuyordu.
Bir bahar sabahı uyandıklarında mavi gözlü kızın annesinin hasta olduğu anlaşıldı. Doktor doktor gezdirdiler, derdine bir türlü çare bulamadılar. Gitmedikleri doktor kalmadı. Kadın mavi gözlü kızının gözleri önünde eriyordu. Ama mavi gözlü kız annesinin bu durumuna üzülmesine rağmen gözlerinden bir damla yaş gelmiyordu.
Birgün mavi gözlü kızın babası bir komşularının tavsiyesi ile ermiş bir adama ***ürdü hasta kadını. Ermiş, kadına bakınca ‘bu derdin sadece bir çaresi var’ dedi. ‘Üç gün üç damla göz yaşı içecek. Dördüncü gün ayağa kalkacak’ dedi. Herkes sevindi. ‘Bundan kolay ne var’ dediler. ‘Birimiz ağlarız içiririz göz yaşımızı’ dediler. Ermiş, ‘kolay gibi görünüyor ama o kadar kolay değil, bu göz yaşı mavi gözlü olan kendi kızının gözyaşı olacak’ dedi.
Eve geldiklerinde mavi gözlü kızın gözyaşını istediler. Annesini çok seven mavi gözlü kız onu kurtarmak için ağlamak istedi günlerce, aylarca ama gözünden bir damla yaş gelmedi. Mavi gözlerini kaybetmemek için yıllardır ağlamamıştı. Bu sebepten ağlamayı unutmuştu.
Mavi gözlü kız bir türlü ağlayamıyor, günler geçtikçe annesi gözlerinin önünde eriyip gidiyordu. Topu topu üç damla yaş çıkaracaktı gözünden. Ama olmuyordu.

Bir gün günbatımında kadın kızını yanına çağırdı. Kızının dizine kafasını koydu. Açık pencereden batan güneşi görebiliyordu. Bir ‘ah’ çekti. ‘Ben ölürsem üzülme kızım. Suçlusu sen değilsin. Ben senin gözyaşlarını kurutarak kendi ölümümü kendim hazırladım. Ben öldükten sonra birgün ağlamanı dilerim’ dedi.
Kız annesinin bu sözlerinden o kadar duygulandı ki gözleri dolmuştu. Her an ağlayıp, annesini kurtarabilirdi. Biraz daha zorladı kendisini ve gözlerinden bir damla yaş süzülerek yanaklarından akmaya başladı. Yanaklarından süzülen damlalar annesinin dudaklarına düştüğünde dizinde soğuk bir bedenin varlığını hissetti sonra. Mavi gök yüzünü siyah bir örtü kaplamış, artık gün batmıştı.
 
Mavi Gül

Yıllarımı duygusallıktan uzak ve bağlanmaktan korkan erkeklere aşık olarak tükettim. Evlenmek istiyordum. Radikal bir değişikliğe gitmem gerektiğinin farkındaydım.
Bir gün dua etmeye karar verdim. "Tanrım, doğru birini nasıl bulacağımı bilmiyorum. Yalvarırım, kutsal sevgilimi benim için sen seç ve ikimizi de bu birlikteliğe hazırla. Ve Tanrım, onu benim için seni seçtiğini anlayabilmem için de bana mavi bir gülle gelmesini sağla."
Beş ay boyunca kutsal sevgilimin bana o gün geleceği umuduyla yaşadım. Hep o günün doğru gün olduğunu düşündüm. Her gün kontrolü elimden biraz daha bıraktım ve beni seven Tanrıya kendimi biraz daha açtım. Her gün etrafta mavi bir gül aradım.
Beni kullandığını düşündüğüm son erkek arkadaşımı terkettikten on iki gün sonra Alan Cohen'in konuşma yaptığı bir iletişim ağının yemeğine gittim. Cohen,insanları etkimiz altına alabilme gücümüzden söz etti. Bu beni öyle etkiledi ki, katılımcıları bu tür egzersiz yapmaya davet ettiğinde hiç düşünmeden atladım. O anda yüzden fazla insan partner bulmak için birbirine karıştı.
Herkes sessizdi. Genç ve mavi gözlü bir adam karşımda durdu. Elele tutuştuk ve birbirimizin gözlerine bakmaya başladık. Egzersiz gereğince, "Beni etkin altına alabilir misin ?" diye sordum. Birkaç dakika boyunca koşulsuzca bana sevgi verdi. Sonra o bana "Beni etkin altına alabilir misin ?" diye sordu ve bende ona sevgimi verdim. Birbirimize başka hiç bir şey söylemedik.
Egzersiz bitti ve yerlerimize oturduk. Şaşkınlık içindeydim. Birkaç dakika sonra genç adam yanıma geldi ve kendini tanıttı. Adının David Rose (Rose Türkçe'de gül anlamına geliyor) olduğunu söyledi. O anda tanrımın bana mavi gözlü gülümü gönderdiğini anladım.

__________________
 
Mavi Gül & Söğüt

Bir dunya yaratalim once..Gokyuzunun masmavi yerinse yemyesil oldugu, kumlarin tassiz oldugu.
Bir tepe olsun duslerdeki gibi.Yemyesil olsun bu tepe..Bu tepenin ustunsde gunesin aydinlattigi bir ev varmis.
Sevgi evi diyorlarmis bu eve..Dunyanin merkeziymis burasi.Kimileri cok yakinmis bu eve kimileri cok uzak.Kimileri hayatinda
bir kez bile ugramamislar bu eve..Evin etrafini sevgiyle acmaya calisan cicekler ve büyümeye calisan agaclarla
doluymus.Iste bu masalda o binlerce cicekten ve agactan sadece ikisinin bitmeyen hikayesini anlaticam..Iste o bahcede mavi bir gul varmis..O kadar parlak o kadar ilgi cekiciymiski yanindaki cicekler ona bayilirmis.Asik olanlar bile varmis.Bu kadar ilgi mavi gulu cok mutlu edermis.Ama bir sure sonra sikilmaya baslamis..Rahat olamiyormus.Kimseyi kirmadan yavas yavas uzaklasmaya calisiyormus.Ama ne mumkun.O parladikca gunes ona vurdukca herkesin gozunun kamastiriyormus.Onlar arasinda mutlu ve eglenceli biri olarak gorunmeye hayatla dalga gecmeye calisiyormus..Oysaki yureginde derin bir bosluk varmis..Eskiden sevgi bahcesinden giden cicegi ozluyormus..Baska cicekler onu unutturamiyormus..Bir gun o bahcenin yaninna cok uzaklardan gelen bir fidani dikmisler..Bu minik bir sögütmüs..Sögütün etrafinda bir cok agac varmis.Bu o agaclar arasinda o kadar kucuk ve savunmasiz kaliyormus ki cesareti gitgide azaliyormus.bu bahceden kacma planlari yapiyormus.Diger agaclar bu minik sögütü rah!
atsiz etmeye baslamislar..Dallarini uzerine dogru uzatiyorlarmis.Oysaki onun günessiz kalip olecegini hic düsünmeden dallariyle ona dokunmaya etrafini sarmaya calisiyorlarmis. Sögüt günden güne solmaya baslamis.Bir gun gunesi gormeye calisirken bir isilti gormüs.Oyle guzel parliyormuski. Sögüt onun isigi aydinligi karsinda bakakalmis.Sanki günes yeryüzüne inmis gibiymis.Gunes batmaya yakin sactigi isiklar azalinca onun mavi bir gül oldugunu anlamis.Günesin isiklarini etrafa yansitiyormus bu gül..Ayna gibiymis sanki.Mavi gülde sögütü o gün farketmis..Sevimli bir sögüt oldugunu düsünmüs..Sögüt ona niye bu kadar parlak oldugunu sormus.Yasanan tum umutsuzluklara ragmen isik sacmayi gulmeyi seviyorum demis..Sögüt bende bir zamanlar böyleydim.Sonra beni soldurmaya terkettiler demis..Ne zamandir günesi hic gorememistim.Taa ki sen yapraklarinla günes isinlarini bana yansitana kadar demis.Sögüt ondan cok etkilenmistir.Mavi gülse yasadigi kirginliklardan dolayi sogute pek yaklasamamkt!
adir.Cesaret edememktedir..Gerci dikenlerim beni korur der ama ya diger kirginliklar gibi yie dikenlerim beni koruyamazsa diye düsünür.Etrafindaki diger guller buna hayran hayran bakarken o ise disariya karsi deli dolu gorunurken icten kararsiz adimlarla ilerlemektedir hayatinda.Iste sogutle böyle baslar dostluklari.Etkilenmislerdir ama iki tarafta cevresi ve korkulari yüzünden fazla yakinlasmamaya calisirlar.Ama sogut her gun onu gormek icin diger agaclarin dallarini iteklemeye calisir.Tek mutluluk kaynagi olmustur bu mavi gül.Mavi gül de ona tum sicakligini samimiyetini vermek icin ugrasir.Ama yinde cok yaklasmamaya calisir.Bir aksam ikisi konusurlarken iclerinden gelen etkilesimle bir yakinlasma hissederler.Sögüt dallarini mavi gülde yapraklarini ona dogru uzatir ve birbirlerine tutunurlar. Sögüt gözlerini actiginda kendini geri kendi yerinde bir suru agacin yaninda yalniz bulur.Mavi gulde saskinliktan ne yapacagini bilemez.Kafasi karisir.Bu kadar hizli gelismemeli diye d!
usunur..Her gun ona bakmaktan kendini yindede alikoyamaz.Sögüt artik onu gormeden isigini alamadan yapamaz olmustur.Zaten tek yasama kaynagida odur.Onun isigi olmasa cevresindeki agaclar günesi engelediklerinden dolayi solup gidecektir.Mavi gul ondan sevgiden baglanmaktan korksada sogut ona her zaman gölge olan kanatlarinin altinin acik oldugunu söyler.Mavi gul inanmakta,guvenmekte zorlanir.kuskuyla yaklasir.Acaba ne amaci vardir ki beni soldurmak yerimden koparip uzmek icin mi bana dallarinin altinda bir yer ayarliyor diye düsünsede garip bir his belkide büyünü etkisinde oldugunu düsünerek ondan kacamaz.Zaman gectikce mavi gül cok gunes almaktan etraftaki bir cok cicekten ciceklerin yaydigi polenlerden solmaya gittikce daha cok rahatsiz olmaya baslar.Artik sogute ve onun samimi duygularina daha cok guvenmektedir.Sögüt ona olan tum saf,sadakat ve guven dolu duygulariyla yaklasmayi surdurmektedir.Cunku o mavi gül onun hayati olmustur.Onun yaninda mutlu olabilecegini dusunmek!
tedir.En onemlisi ona a****** onu seviyordur.Bu sevgiden vazgecmek istememktedir.Ama ki mavi gulu onsuz mutlu ondan uzakta olup mutlu olacaksa onun sevgisinden ve ondan uzak kalmaya razidir.Ama o da sogutten kopmak istemektedir.Boyle sicak seyler hissetmek az da olsa huzur bulmak onu rahatlatmaktadir.Günler gectikce gunes isinlari gule vurdukta mavi gul gunes isigini yansitarak sogutun cevresindeki dallari kurutmaya onun büyümesine yardimci olmaktadir.Ama mavi gül gunesle beraber gun gectikce solmaktadir.Sögüt ona gölge olan dallarinin kanatlarinin altina gelmesini teklif eder.Ona her gun anlatir.Sevgisini, kötü biri olmadigini.Ama anlar ki anlatmakla bir sey olmuyor susar ve zamanla onu taniyacagini ve guvenecegini dusunerek her seyi zamana birakir.Bu arada mavi gülde git gide sogute daha fazla yaklasmaktadir.Ciceklerden uzaklastikce sögüte, gölgeye yaklastikca.Mavi gül hem zorluklarla hemde diger ciceklerin karsi saldirilariyla karsilasmaktadir.Ama mavi gül pes etmez..Elbe!
t rahatlayacagini mutlu olabilecegini düsünerek zaman gectikce daha fazla sogute yaklasir.Sögütün dallari daha da büyümüstür artik diger agaclar ona yaklasmamaktadir.Sögütk rahattir.Artik bir tek mavi gülünün onun yaninda beraberce mutlu olabilmeleri ve sonsuza dek berber olabilmeleri icin yanina gelmesi gerekmektedir ve simdilerde bu masal iste bu asamaya kadar gelmistir..Mavi gül sögütün cok yakinindadir.Bir gun her seyden kurtulup yalnizca onun yaninda olmasini istemektedir hala sögüt ve hala mavi gulu cok sevmektedir.Ne zamanki gokyüzünde günes yok olacak,ne zaman ki topraklar yarilarak magma dunyayi saracak.Yasam kalmayacak iste ozaman sögütte yok olacagi icin bu sevgi öbur dunyada devam etmek üzere bu dunyada sona erecektir.....
 
Mavi İçinde Bir Mavi Bilmece

Sabah güneşi yüzünü gıdıklamaya başlamıştı yine Angela’nın. Sol yanına dönüp uyumayı küçüklüğünden beri severdi. Çünkü yatmadan önce tuttuğu bütün dilekler o sol yanına kıvrıldığında gerçekleşirdi. Açık pencereden içeri giren rüzgar odanın mavi duvarlarını adımladıktan sonra hafifçe Angela’ya uzanıyor, sarı saçlarını kıpırdatıyordu. Ölümden korkmayan bir sivrisinek, perdenin açılacağı anı beklemekle meşgulken, güzel yüzlü kurbanının gülümsemesini anlayamıyordu. Oysa Angela o anda rüyasında gökyüzünü seyre dalmıştı. Belli belirsiz uçan bir şey havada süzülüyordu. Uçak mıydı, yoksa bir kuş muydu, tam kestiremiyordu; ama yüzündeki tebessüm sivrisineği kızdırmaya başlamıştı. Tam o sırada rüzgar aniden perdeyi sertçe dalgalandırdı. Çıkan ses ve yüzüne düşen yoğun ışık onu uyandırmaya yetmişti. Gözlerini kısa bir süre açtı; sonra tekrar kapattı. Odadaki kokuyu derinlerine çekti. Biraz deniz, biraz keçi, biraz da kekik kokuyordu. Rüyasında da bu kokuları hissettiğini düşündü o an. Güldü bu düşünceye. Rüyasının sonunu göstermeyen güneşe bakmaya çalıştı. Niye bir sabah da kalkmayı unutmuyordu? Ya da neden kendisi gibi esnemiyordu?

Doğruldu yerinden ve koyu maviliğe gitti yeşil gözleri. Sonunu getiremediği deniz bir yanda, üzerinde yaşadığı ada bir yanda... Çoğu zaman olduğu gibi, Tanrı’nın kaleminden çıkan bir noktanın üzerinde yaşamak zorunda olduğu gerçeği sabahın kutsal huzurunu silivermişti yine. Bu sinsi acıyı hak ediyor muydu? Büyük ve bembeyaz bir kağıt üzerinde bir nokta vardı ama; kağıtta başka noktalar, belki harfler, belki de lekeler varken neden kendisi o kahrolası noktadaydı... Bu cevapsız soruyu çok fazla düşünmüştü; oysa kendisini bekleyen işleri de düşünmeliydi. Hemen kahvaltısını yapmalı; sonra keçileri sağmalı; taş fırını yakıp akşamdan hazırladığı hamurları pişirmeliydi.
Yaşlı babasıyla yaşamı sırtlamak on sekizindeki bir kız için gerçekten zordu. Bazen babasının teknesinde ağları atar ve toplardı, keçileri otlatmaya çıkarırdı. Angela’nın en çok sevdiği işlerden biriydi bu. Keçiler adanın en yüksek tepesindeki gür harmanda otlamaktan hoşlanıyordu. Bu arada kendisi de güneşin batışını kutsar, uçsuz bucaksız denizi seyrederken geçen gemileri saymaktan çok hoşlanırdı. Arada sırada babasının teknesiyle komşu adalara balık satmaya gider, karşılığında eve erzak alırdı. Küçük gezilerinde tanıştığı insanlarla konuşurdu, eve geldiğinde maceralarını babasıyla paylaşırdı. Pazar günleri ayin saatini büyük bir merakla beklerdi. Adada yaşayan elli bir nüfustan kendi yaşıtlarını, özellikle de erkekleri, bir arada görebildiği tek yer kiliseydi. Kızcağızın o kadar az kısmeti vardı ki... Zaten adadaki genç erkekler için fazlaca şişmandı. Kendisi gibi tombul, kendine uygun gördüğü yakışıklı tek kahraman adadaki fenerin tam tepesinde yaşar, fenerin kontrolü ve bakımı için para alırdı devletten. Hem yukarıda, hem de paralıydı. Angela için o, belki bu yüzden çekiciydi. Fakat ismini, kilosunu, hatta yüzünü bile bilmediği birileri için yüreğini boş bırakmayı seviyordu. Rodos’ a balık satmaya gittiği bir gün tanışacağı bir delikanlı kendisini yaşadığı noktadan alıp başka bir hayata ***ürebilirdi. O hep başka bir hayat peşindeyken, gemileri kıskanmakla yetinirdi...
Günün birinde oradan geçen bir gemiye binip görmediği, bilmediği, keçi kokmayan bir dünyaya seyahat etmeyi o kadar arzuluyordu ki... Aslında kendisini özgürlüğe taşıyacak gemiyi çoktan seçmişti. Bir keresinde adanın tepesinde sırt üstü yere uzanmış seyrederken bulutları, gökyüzünden daha koyu bir mavilik fark etti. Gözlerini tekrar tekrar maviliğe odakladı. Fakat bir türlü algılayamıyordu havada uçan şeyi. Mavi içinde bir maviydi bilmecenin adı. Uçak mıydı, yoksa anneannesinin masallarındaki mavi kuş muydu, tam kestiremiyordu. Aradan birkaç saniye geçti ve mavi cisim köşeli bir hal aldı, hemen ardından uzunca bir kuyruk... Gördüğü şeyin bir uçurtma olduğuna adı gibi emindi şimdi ama şöyle bir çevresine bakındığında kimseleri göremedi. Angela uçurtmanın ucundaki ipi büyük bir sabır ve merakla takip etti. Kocaman bir gemi vardı sonunda. Geminin kıç tarafında,uçurtmayı kontrol etmeye çalışan bir gölge fark etti ardından. Hemen ayağa kalktı; hayallerini, kızgınlıklarını, sıkışmışlığını, içinde birbirine dolaşmış ne varsa hepsini boğazında topladı; hayatında ilk ve son olarak bu denli yüksek bir sesle nefesinin tükendiği yere kadar bağırdı: “Heeeeeeeyy!” Yeniden toparlandı; bu sefer ellerini gemideki gölgeyi sarsmak istercesine sallayarak bağırıyordu. Özgürlük ona hiç bu an kadar yakın –belki de uzak- olmamıştı. Yere düşüverdi sonra... Tıpkı yorgun geçen bir günün ardından yatağına düşüşü gibi süzülmüştü aşağı doğru. Çok yorgun olmaktan sıkılmamış mıydı? Uzaklaşmakta olan uçurtmaya doğru küfrederken gözleri, bir yandan tırnaklarıyla deşiyordu toprağı. Mavi uçurtma küçüldü, küçüldü ve kayboldu. Geride geminin bacasından çıkan siyah, çürük bir çığlık kaldı. Angela o günden sonra tepeye daha sık gelir oldu. Gökyüzünü, güneşin batışını, denizi, gemileri seyretmeye devam etti. Sol yanına dönüp uyumaktansa hiç vazgeçmedi...
 
Mavi Kazak

Günlerden bir gün kızın çok sevdiği kocası kaza geçirir. Kız hemen hastaneye koşar. Çocuğun kaza günü üstünde mavi bir kazak vardır. Bu kazağı karısı almıştır adama. Karısı o kazağı kanlar içinde görür! Çok üzülür adam hala hastanede yatmaktadır ve 2 gündür hiç aralıksız uyumaktadır! Sevgilisi adamın başında onun elini tutarak eski hatıraları canlandırır. Gözünün önünde bunlardan bir tanesi de şudur: karı koca bir gün bisiklete binmeye çıkmışlardır ve o sırada aşırı derecede yağmur başlamıştır. Kadın kocasına bir gün bizim kızımız olursa adını Yağmur koyalım bizim yağmurumuz yaz yağmuru olsun demiştir. Adam da o masumiyetiyle bunu onaylamıştır! Ve tam o sırada makineden sesler gelir ve adam gözlerini açar sevgilisi ağlamaya başlar. Ne olur sakın elimi bırakma gitme der adam ona:a rtık o yürüdüğümüz sarı yapraklı yolda tek başına yürüyeceksin seni bensiz bırakıyorum aşkım affet beni. Son bir kez küçücük bir öpücük ver bana der ve kadın bunu yapar! Sıcacık dudaklarına bir öpücük kondurur ve makineden ince bir ses gelir. Adam artık ölmüştür aradan 1 sene geçmiştir. Kadın o sarı yapraklı yolda tek başına yürürken bir yandan sevgilisinin ona aldığı yüzüğe bakar bi yandan da hep söyledikleri şarkıyı söyler;

SANA RÜYA DİYEMEM
SENDEN UYANAMAM Kİ
NEREDE OLURSAN OL
SENİNLEYİM BEN
SANKİ BULUTLU
GÜNEŞİMSİN SEVGİLİMSİN BENİMSİN
YAZ YAĞMURUM KIŞ GÜLÜM
NEŞEMSİN KEDERİMSİN
SENİNLE DOLU DÜNYAM
GÜNDÜZÜM GECEM SENSİN
ÖLSEM DE AYRILAMAM
BENLİĞİM RUHUM SENSİN
HER YERDE HATIRAN VAR
HER ŞEY SENİNLE DOLU
HER ŞEY DE SENİN İZİN
BU YOL AŞKININ YOLU
ALAMAZ BİN SEVGİLİ KALBİMDEKİ YERİNİ
SANKİ İÇİMDE AÇAR BU SARMAŞIK GÜLLERİ. . .
 
Mavi Kurdele

New York'ta yasayan bir öğretmen, Lise son sınıfındaki öğrencilerinin "diğer insanlardan farklı özelliklerini" vurgulayarak onurlandırmaya karar vermiştir. California Del Mar'dan Helice Bridges
tarafından geliştirilmiş süreci kullanarak, her bir öğrencisini teker teker tahtaya kaldırdı.Ilk önce öğrencilere sınıf ve kendisi için ne kadar özel olduklarını belirtti. Sonra her birine üzerinde altın harflerle "Siz çok önemlisiniz" yazılı birer mavi kurdele verdi.

Daha sonra kabul görmenin toplum üzerinde ne gibi etkileri olacağını anlayabilmek amacıyla sınıfına bir proje yaptırmaya karar verdi. Her bir öğrencisine üçer tane daha kurdele verip, onlardan bu töreni gerçek dünyada devam ettirmelerini istedi. Öğrenciler, daha sonra sonuçları takip edecek, kimin kimi onurlandırdığını tespit edecek ve bir hafta boyunca sınıfa bilgi vereceklerdi.

Çocuklardan biri, gelecekteki kariyer çalışmaları içi kendisine yardımcı olan yakınlarındaki bir şirketin üst düzey görevlisini onurlandırmış, adamın yakasına mavi kurdeleyi iliştirmişti. Ardından, iki tane daha kurdele vermiş ve; "Sınıfça bu konuda bir projemiz var. Sizden onurlandırmanız için birini bulmanızı istiyoruz. Onurlandırdığınız insanlara ekstra kurdele de verin. Böylece onlarda bu projenin devam etmesi için başkalarını bulabilirler. Daha sonra, lütfen bana ne olduğu konusunda bilgi verin" diye rica etti.

O gün üst yönetici, suratsız biri olarak bilinen patronunun yanına gitmeye karar verdi. Patronun odasına girdi ve onun" is dünyasında bir deha olduğundan ötürü" onu takdir edip örnek aldığını söyledi. Bu mavi kurdele'yi yakasına takması için izin verip vermeyeceğini sordu? Şaşkına dönen patron;

"Tabi ki" şeklinde cevap verdi. Yönetici de mavi kurdele'yi, patronun tam kalbinin üstüne, ceketine iliştirdi. Ekstra kurdeleyi verirken de;
"Bana bir iyilik yapar misiniz?... Siz de bu kurdeleyi onurlandırmak istediğiniz birine verir misiniz?... Bunu bana veren çocuk, okulda bir proje yaptıklarını söyledi. Bu kabul görme töreninin devam etmesi gerekiyormuş.

Böylece "bunun, insanları nasıl etkilediğini belirleyeceklermiş..." Dedi...

O gece patron evine geldiğinde, on dört yaşındaki oğlunun yanına oturdu.

"Bugün inanılmaz bir şey oldu" dedi. "Ofisteydim. Üst düzey yöneticilerimden biri içeri geldi, bana hayran olduğunu söyleyip, "iş dünyasında bu kadar basarili olduğum için göğsüme bu kurdeleyi iliştirdi... Bir hayal etmeğe çalış... Benim bir dahi olduğumu düşünüyor.. "Siz çok
önemlisiniz" yazılı bu kurdeleyi tam göğsümün üstüne takti. Bana ekstra bir kurdele verdi ve
onurlandıracak başka birini bulmamı istedi. Arabayla eve gelirken, bu mavi kurdeleyle
kimi onurlandırabileceğimi düşündüm ve aklıma sen geldin... Ben "seni" onurlandırmak istiyorum. Günlerim aşırı yorucu geçiyor. Eve gelince sana pek ilgi gösteremiyorum. Bazen derslerden aldığın notları beğenmeyince veya odanı toparlamayınca sana bağırıp çağırıyorum...
Oysa bu gece bir şekilde buraya oturup, sana benim için ne kadar farklı ve özel olduğunu söylemek istedim. Annen gibi sen de benim hayatımdaki en önemli insansın. Sen mükemmel bir çocuksun."Seni seviyorum" diye devam etti...

Şaşkına dönen çocuk simdi ağlamaya başlamıştı... Bütün vücudu titriyordu... Başını kaldırdı, gözleri yas içinde olarak babasına baktı, ve:

"Yarin intihar edecektim" baba, dedi... "Baba, ben senin...çünkü ben senin... beni hiç
sevmediğini... beni hiç önemsemediğini düşünüyordum... Ama artık her şey çok farklı. Sen baba, su an... oğlunun hayatini kurtardın!..."

Sizin de sevginizi duymak, hissetmek isteyen insanların var olduğunu sakin unutmayın…
 
Geri
Üst