Hayata Yön Veren Hikayeler...

Keşke

Hayatın en derin, en koyu, en durgun, en hırçın rengidir keşke. Zift kadar siyahtır kimi zaman kimi zaman hüzün mavisidir kimi zaman ellerimizin uzanabileceği noktadan milyonlarca uzaklıktır keşke.. Keşke bir zaman olur tanrı gözükür deniz mavisi gözlerde, keşke biz zaman olur en temiz sevgilerin en durgun sularında boğar insanı, bir zaman olur bütün saflıkların üstüne ateşten daha kızıl bir maske olur, bir zaman olur sigaranın dumanında hayal olur, bir zaman olur baktığın gördüğün duyduğun olur... Keşkeler hayatın en çok amasıdır, keşkelerin olduğu cümlelerde bütün noktalama işaretlerin arasında ne çok soru işareti kullanılır ama soruların hiç bir zaman cevabını veremeyiz çünkü keşkeler kendimizden kaçıştır çünkü keşkeler görünmek istediğimiz yüzün en zayıf halkasıdır sorulara cevabı verdiğimiz zaman kendimizi tanıyamamakdan korkar bir kristal gibi parçalanmaktan korkarız. Oysaki keşkesiz hayat yaşanmamışlığın çok olduğu, hiçliğin en koyu renginin yaşandığı bir hayattır. Kah dilden dökülür. Kah kalem yazar. En hazin sözler. KEŞKE diye başlar…

__________________
 
Kerem İçin

Bizler; hisseden, hoşlanan, öfkelenen, kızan, üzülen, sevinen hatta yeri geldiğinde ağlayabilen bizler, olumlu olmayan duygularımızı rahatlıkla açığa vuruyoruz. Kızıyoruz,sinirleniyoruz, bağırıyoruz. Bazense hiç istemeden hakaretler ediyoruz biri birimize...
Bunların çoğunu hiç ama hiç çekinmeden yapıyor ve korkmuyoruz. Ama bir de olumlu duygularımız var ki onları hissediyor ama açığa vuramıyoruz rahatlıkla....
Cesur olamıyor, yeşertemiyoruz içimizdeki çiçeği. Kine, nefrete ve öfkeye kıyacağımız yerde korkuyor, güzellikleri yüreğimize hapsediyoruz. Ve onlara kıyıyoruz. Belki de bu bizlere çook daha kolay geliyor. Böylece çok fazla emek de harcamıyoruz ayrıca...
Oysa güzellikler,sevgiler hep paylaşımla çoğalıp, büyür.Bunu bildiğimiz halde gözümüze taktığımız at gözlüklerinden bir türlü vazgeçemiyoruz ..
Toplumsal baskılar,kişisel korkular ve zorunluluklar, belki daha başka pek çok şey engelliyor,yüreğimizdeki çiçeğin yeşerip,büyümesini. Ama bunda en büyük pay maalesef bizim. Evet sevgileri hep yarınlara erteledik,yarının olamayacağını bilemeden. Cesur olamadık paylaşmayı istedik ama emek ve zaman harcamak istemedik, Belki de yaşamın bir gün apansız bitebileceği aklımızın ucundan bile geçmedi.
İşte ben ömrümde ilk kez de olsa yakaladığım güzelliklerin hatırına, bu türlü korkularımı elimin tersi ile bir kenara fırlatıp, içimde sevgi olduğunu düşündüğüm o yüce duyguyu, bilmeyi en fazla hak ettiğine inandığım insana, belki de ilk ve son kez bencillik etmemek ve en önemlisi içimde yeşerttiğim çiçeğimin tohumlarını dört bir yana saçmak adına söylemek istiyorum.

SENİ SEVİYORUM GÜLÜM
 
Kerbela Kadar Sıcak

Ayaklarını yerden sürüyerek kendini zorla dağınık yatağına attı. Yorgundu, yorgun bir savaşçıyı andırıyordu genç adam. Yaşadığı acılar avare saçlarında bir ışık huzmesi gibi duruyordu. Dört gül. İkisi kız, ikisi de erkek tam dört yürek gülü. Yememiş yedirmiş, içmemiş içirmiş; hastalıklar, yokluklar, kimi zaman imkânsızlıkların acımasız gerçekliğine boyun eğmeyen baba direnciyle kotardığı çareler gelmiş dizilmişti fersiz gözlerinin önüne.
Başardım diye mırıldandı kendi kendine, ama başar-dım...Dördünü de büyüttüm, artık koca ümit dolu bir yaşam var önlerinde. Ben onlara bütün sevgi bahçelerini sundum, o bahçelerin en güzel çiçeklerini yataklarına örtü yap-tım...Onları korudum, onları hayatın kollarına güvenle bıra-kacağım.
Genç adam odadaki aynada işkenceden şişmiş gözlerine baktı uzun uzun, binlerce yıldız akarken gözbebekleri-ne...Kalbinin seyrek sesi, saatin tik tak sesleri gibi mahzun gözlerinde atıyordu derin bir aşkla
O gün hayatında sahip olduğu tek güneşi de söndü genç adamın. Her yer karanlık oldu. Eve geldiğinde cellatların iş-kencesinden morarmış bedeniyle her şeyden habersiz şiir yüzlü kıza sarıldı. Daha önce hiç kimseye böylesine sarılma-mıştı genç adam, birlikte şarkılar söylediler! Eller birbirini buldu. Gözler bakıştı. İşte o gün güneş yeniden doğdu. Sıcak ama ışıksızdı. Yine de her şeye rağmen, onlar oradaydı! Ve şarkılar söylediler! Artık biliyorlardı, gözlerinden akan ışık bu koskocaman dünyayı aydınlatmaya yetmezdi! Yüzlerine vu-ran aydınlık, güneşinkinden parlaktı. Onlar oradaydılar ve birlikteydiler!
Gidiyordu, ama gitmek istemiyordu. Gitmezliği çaresizli-ğiyle çatıştıkça, içine girdiği çıkmazların derin kuyusunun di-bini bulabilecekmiş gibi bir çaba içerisinde de değildi. Işıkla-rın arasında ortaya çıkan yalanlar, kayıtsızlık ve merak havuz-larında boğuluyordu. İşkence odalarında dökülen kandan daha kırmızı bir girdabın köpüklü duvarlarına tutunabilece-ğini zannetti. Kabuslarındaki siyah örümceklerin nemli ve yapışkan ayakları olsa belki tutunabilirdi, düştü.
Aya bakarak dertleştiler o akşam.
Sabah olduğunda işkenceci cellatların, çıplak bedenine bir kırbaç gibi inen sesiyle uyandı ve her şeyin rüya olduğunu o zaman anladı. Ne fark ederdi ki bu şehirde. İşkence odasının kirli duvarlarına sıçrayan kanına baktı sessizce. Gelin duvağı gibi duruyordu yürek haritasında. Sınırları belirsiz bir ülkeyi andırıyordu. Doğrulmak istedi yavaşça. O da olmadı. Bir kü-für savurdu açık pencereden esen hoyrat rüzgara. Fersiz göz-leriyle bakakaldı öylece. Kafesinde kükreyen bir aslan edası-na büründü birden. Ağlamadı. Ağlayamazdı. Onurlu olma-lıydı. Derinlerden gelen bir sese kulak verdi sessizce. Kerbela kadar acı, Aşura kadar sıcak bir sesti bu. Dayanamadı bu se-se yufka yüreği, olduğu yere yıkılıp kaldı sessizce..
 
Kendimi Sana Adadım

Sevgisiyle bana yaşamayı yirmi beşinde yeniden öğreten Kıymetim;

Yine bir akşamüstü ruhumu benliğimi ve kalbimi toplayıp içimdeki seni satırlara dökmeye karar verdim..Seni yaşarken aşkı yazıyorum gökkuşağı rengindeki kalemimle..kalbimden süzülen nağmelerde sana çağlamaya namzedim..Buzlara tutulmuş gönlüm senin sevginde baharı yaşıyor...Göçmen kuşlar yine baharda omuzlarımdayken senin adını fısıldıyorum onlara..Nazlı çiçeklere senin güzelliğini anlatıyorum telaşlı telaşlı..Gözlerimdeki heyecan ellerime yansıyor...kalemim ismini yazıyor ellerimin uzanabildiği her yere...Korkularıma karsı senin gül cemaline sığınıyorum..İçten içe senin isminde yanıyor pişmanlıklarım..Yandıkça acılarım , küllendikçe közlerim seni daha çok seviyorum..Ezan sesine alışık gönlüme bir armağan olarak veriyor karanlık geceler..Sevmedim katran koyusu geceleri senden önce...Ama geceyi sevdirdin bana..Öyle ki yıldızlar semaya asıldıklarında ilk ışıkta gözlerini anımsıyorum..Benliğimde umutlarım seninle var oluyor sanki..Üşüyen iliklerimin yerine tatlı telaşlar sarıyor..Sanki çiçeğiyle randevusuna geç kalmış bir arı gibi telaşlı yüreğim...Susamış tam yirmileş yıl sana..Beklediğim ve yalancı baharları sen zannettiğim baharımdı kalbim ve karanlıktan sonra seher vaktimdi ismin...Dudaklarımdaki naif susuşların yerine sevda türkülerini yankılıyor..her türküde kırık sazıma senin güzelliklerini yazıyorum..Gözlerimi dağın eteklerinde güneşe çevirmişken sırtıma vuruyor çılgın rüzgarlar..üşüyorum bir an ama senin ateşin alev topuna dönüşüyor yüreğimde..Yanıyorum yandıkça içimde seni de yakıyorum...Duvarlarda büyüyor gözlerin..Düşlerime el koyuyor deli sevdan..Seni öyle içime çekiyorum ki...Ciğerin sefa ediyor ateşimde köz oldukça...Seni sevdikçe kelimelerim ahenge bürünüyor..Toprakta tohum misali dört mevsim senin sevdana ekiliyorum..Hasat zamanım yok..Sevdam sarı basaklara gebe olsa da dört mevsim basaklarımda bereketim senin avuçlarına süzülecek..Ölüm olmayacak seninle yazgımda..Hiç üşümeyecek tomurcuklarım seninle baharımda..Hem dilimde ismin yankı bulacak çıplak dağların ardında..Su arayan bir ceylan yavrusu gibi sevgilere susadığımda yasama sevinçlerini kana kana içeceğim..Ayrılık defterini ise tozlu raflara kaldırdım..içimdeki yaraları sevginin merhemiyle sardım..Baktım senle hayat güzel kendimi sana adadım..
 
Kenar Mahalle

Bir profesör, sosyoloji sınıfındaki öğrencilerini Baltimore şehrinin kenar mahallelerine göndermiş ve o bölgede yasayan 200 erkek çocuğunun durumlarını araştırmalarını ve her bir çocuğun geleceği hakkında bir değerlendirme yapmalarını istemişti.
Öğrenciler hemen hepsi bu çocukların gelecekte hiçbir şanslarının olmadığını dile getirmişlerdi.

Bundan tam yirmi beş yıl sonra bir başka sosyoloji profesörü tesadüfen bu çalışmayı buldu ve öğrencilerinden bu projeyi sürdürmelerini ve ayni çocuklara ne olduğunu araştırmalarını istedi.
Öğrenciler, o bölgeden taşınan ya da ölen 20 çocuk dışındaki 180 çocuktan 176'sinin olağanüstü bir basari gösterip, avukat, doktor ya da işadamı olduklarını ortaya çıkardılar.

Profesör çok etkilenmişti ve bu konuyu izlemeye karar verdi. Birer yetişkin olan o çocukların hepsi o bölgede yasadıkları için, her biriyle buluşma sansı oldu.
"O koşullarda nasıl bu kadar basarili oldunuz?" sorusuna verdikleri cevap hep ayniydi: "Mahalle okulunda bir öğretmenimiz vardı. Onun sayesinde."

Profesör, bu öğretmeni çok merak etmişti. Hala hayatta olduğunu öğrendiği yaşlı öğretmenin izini bulması zor olmadı. Kendisini ziyaret etmek için evine kadar gitti. Karşısında yılların yüzüne eklediği kırışıklıklara rağmen hala dinç duran bir yaşlı kadın buldu. Merakla yaşlı kadına bu çocukları kenar mahallelerden kurtarıp, basarili birer yetişkin olmalarını sağlamak için kullandığı sihirli formülün ne olduğunu sordu.

Yaşlı öğretmenin gözleri parladı ve dudaklarının kenarında bir gülümseme belirdi:
"Çok basit" dedi, "Ben o çocukları çok sevdim."
 
Kelimelerin Dili

Bir gurup vakti son kez göz göze geldiğiniz güneş huzmelerinin sevimli, zayıf ışınlarıyla ve dolaşıp semalardan size gülümseyen ve gittikçe canlanan yıldızlarla baş başa kaldığımız anlar olmuştur. Kısa süreli bir istihaledir bu hayatımızda.
Birazcık vaktiniz varsa, fiziki planda ve ruhen semaları temaşaya hazırsanız, bulunduğunuz ortam itibariyle tahammülü zor kirli kentlerin güvenliksiz alanlarına ahenksiz yükseltilmiş kartonik yuvalarda, sevimsiz ve sığ yaşama biçiminin ayrılmaz parçası haline gelen, agnostik bir uygarlık anlayışının ses ve görüntü bombardıman araçlarından uzaksanız, göksel inkılabları bir bir izleyebilirsiniz. Süreli bir değişimin ahenkli ve uyumlu bir dönüşüme kulaç attığını müşahade edersiniz. Galaksilerin yavru kümeleri belirginleşir. Mantalitel gücünüz aktivite kazandırır.
Güdümlü düşünceden uzak, benliğinizle iç içe, fenomenler aleminde deruni bir yolculuğa çıkarsınız. Ontolojik uzay aracınızda yüzlerce paradoks, zihni mefluciyeti de ifade eden mikrosefal bir ağdan kurtulup makro değerlere ilişkin bir iklime erersiniz. Kafatası, ruh dünyasındaki binbir donanmaya kumanda merkezi haline gelir o an içinizde. Coşarsınız... A. de Saint Exupery’nin dediği gibi güneşe hasret insanın susuzluktan ölmesine tahammül edemeyen rikkatli bir kalb ve gönül (sadr-u dil) zenginliğine ulaşırsınız. Evrendeki bu istihale, benliğinize geçer, inkılab merhaleleri oluşturur. Ağır ağır çıkarsınız basamakları. Muhakeme gücünüz artar.
Güdümlü düşünce temsilcilerinden Feuerbach’ın Engels’ten naklettiği “Duygularımızla idrak ettiğimiz ve kendimizin de ait olduğumuz maddi alem, biricik gerçek alemdir. Şuur ve düşünce ne kadar duyu üstü görünürlerse görünsünler, maddi bir organ olan beynin ürünüdürler. Madde ruhun ürünü değildir. Ruh ise maddenin bir ürünüdür.” sözlerinin isabet alanından uzaklaşırsınız.
Damarlarınızda akan kanlar, nadide besin atomcuklarını yüklenmiş olarak beyin karargahına yol alırken, muştular yüklü kelimelerin yüce kültür ırmaklarından aldıkları değerleri ruh dünyanıza bir bir boşalttıklarını hissedersiniz. Ve, paylaşmak istersiniz bu duyguları çevrenizle, en yakın çevreniz ailenizle, aile bireyleriyle. Sonra arkadaş çevrenize ulaştırmak istersiniz kelimelerin dillerinden düşürmedikleri kültürel tomurcuklarını; şebnemlerini asla kurutmadan.
Kelimelerin konuştuklarını, tabii seyri içinde siz de konuşmak istersiniz, ciğerlerinize dolan ezgi meltemleriyle.
Aile kelimesinin taşıdığı misyon ve yüklü bulunduğu anlam için G. P. Mordack kadar aile sosyolojisi bilgisine vakıf olup engin araştırmaya gerek duymazsınız. Promiscuity anlayışının ne denli mütehakkim ve akıl dışı bir anlayış olduğunu, sosyolog H. Freyer’den önce kavrarsınız. Nihayet, semalardaki iletişim, aydınlık bir zaman kesitine doğru yol alırken siz de tefrika titreşimli zorlamalardan uzaklaşır, evrendeki düzenim tevhid çağrısına kulak verirsiniz. Gönlünüz tevhide açılır. İnsanlık için sulha sevda duyarsınız. Nezaket ve haya kaplı varlığınızı evrenin barışına adarsınız.
Dünyanızı, güzele yüklü kelimelerle bezersiniz. Diliniz açılır. Hidayetimizin haritası bir Kitaba yönelirsiniz.
 
Kelebeklerin Ömrü

İlkbaharın son günleri olmasına rağmen, yağmur, sabahtan beri durmaksızın yağıyordu. Adam elindeki raporu masasının üzerine bıraktı ve başını kaldırarak karşısındaki genç kıza baktı. Kız, gözlerinde biriken yaşları eliyle sildikten sonra adama döndü ve
"Ta başından beri biliyordun,değil mi?" diye sordu.
"Evet" diye cevap verdi adam.
Ta başından, kızı ilk muayene ettiği dört gün öncesinden beri biliyordu.
"Çok güzel oynadın doğrusu rolünü" dedi, kız.
Adam cevap vermedi, yüzünü pencereden yana çevirdi ve dört gün öncesini düşündü. Kızın muayenehanesine geldiği ilk günü. 24-25 yaşlarındaydı. O gün de bugünkü gibi yalnız başına gelmişti. Uzun boyu, kısa küt kesilmiş kumral saçları, renkli gözleriyle etkileyici bir güzelliği vardı. Yüzünde hafif bir endişe, yanaklarında belki biraz utanmanın verdiği pembelik gözleniyordu.
"Sağ göğsümde üç aydır bir sertlik fark ettim. Ağrısı yok, geçer dedim, aldırmadım, ama geçmedi işte" demişti.
Kısa bir öykü alma sonrası muayene odasına geçtiler. Kız, çekingen tavırlarla soyundu ve uzandı. Adam,kızın göğsüne ilk dokunduğu anda gerçeği anladı. Bu kız kanserdi! Ve hem de çok gecikmişti. Koltuk altı da bezelerle doluydu işte. Belki yüzlerce meme hastası olmuştu ama ilk defa bu kadar genç yaştakine rastlamıştı. O dakikadan itibaren oynamaya, rol yapmaya başladı adam. Kızın endişesini dağıtmak için ne şaklabanlıklar yapmamıştı ki.
"Pek önemli bir şey gibi durmuyor. Ama buradan küçük bir parça almam lazım."
"Patoloji için mi yani?" diye sordu kız.
"Yok canım" dedi adam, "kendi özel koleksiyonum için, yani bu kadar güzel göğse pek sık rastlanmıyor da, bir hatıra almam şart oldu."
Birlikte güldüler. Kızın artık gülen yüzünde korkunun ve kaygının görünümü kalmamıştı. Ta ki bugüne kadar.
Yüzünü pencereden, odaya geri çevirdi adam. Hiç istemediği halde kızla göz göze geldiler.
"Yani şimdi, dört gün boyunca huzurlu uyuduğum için sana teşekkür mü borçluyum?"
Yoo, hayır, teşekkür beklemiyordu adam. Bu dört gece boyunca onun uykusuzluğunu, kaygısını ve korkusunu devralmıştı. Ve şimdi geri veriyordu bunları genç kıza, onun geride kalan ömrü boyunca, bir daha beyninden hiç çıkmamasıca...
Kız, oturduğu koltuktan kalkmış, küçük odanın içinde bir-iki tur atmış ve şimdi pencerenin önüne gelmişti. Göğsünün tümüyle alınacağını öğrenmişti.
Ağlamıyordu artık.
Sesinde isyanın, öfkenin ve kadere lanetin olması gereken tonlaması da yoktu ne yazık ki.
Adam, onun tenine dokunsa buz gibi olduğunu hissedecekti.
"Çok canım yanacak mı?"
"Korktuğun kadar değil" dedi adam.
Bu sorulara hazırlıklıydı beyni. Bunlar kolay sorulardı.
"Saçlarım dökülecek değil mi?"
"Evet, ama yerine yenisi hem de daha gür çıkacak"
"Ya, alınan göğsümün yerine yenisi çıkacak mı?"
"Eğer sen istersen, plastik cerrahlar yerine o kadar güzel bir göğüs yaparlar ki, sağlam göğsünü bile almam için bana yalvarırsın."
Kız, burnunu ve dudaklarını cama iyice yapıştırdı. Adama döndüğünde camda dudaklarının izi kalmıştı.
"Bu izi hiç silme olur mu?" dedi kız.
"Ben öldükten sonra bile bu iz burada kalsın. Sahi çok uzak değil ölümüm değil mi?"
İşte adamın korktuğu soru gelmişti. Nasıl da gafil yakalanmıştı, o çok övündüğü, o yanından hiç ayırmadığı kıvrak zekası, hazır cevaplılığı. Nasıl söyleyebilirdi ona, son iki yılı acılar içinde geçecek en fazla dört, bilemedin beş yıllık ömrü olduğunu? Nasıl söyleyebilirdi, son altı ayında, her sabah uyandığında tanrıdan canını bir an önce alması için yalvaracağını.. Nasıl söyleyebilirdi ona, kelebeklerin ömrünün kısa olduğunu?
Tek çaresi vardı adamın, yalan söylemek, pespembe mutluluk tabloları çizerek polyanna rolünü ustaca oynamak. Konuştu, anlattı, güldü, güldürdü. Riyakarlığı iyi beceriyordu doğrusu. Kız artık iyice rahatlamış gibiydi. Çocukluğundan bahsetti adama, ilk aşkından, sonraki sevgililerinden, işinden...
"Ben portföy yöneticisiyim"
"Ne demek o?"
"Yani bir bankada, yatırım danışmanıyım. İstersen senin portföyünü de ben yöneteyim"
"Hayır canım, gerekmez. Benim işim de hastalarımın portföyünü boşaltmak."
Vedalaştıktan sonra kapıya doğru yürüdü genç kız, sonra döndü ve,
"Neden seni seçtim biliyor musun?" dedi.
"Bu konuda buralarda benden iyisi yok ta ondan."
"Sen öyle san"
"O halde, ben çok yakışıklıyım onun için."
"Haydi canım sen de" dedi kız, gülüştüler.
"Sende başka bir şey var; huzur veren, rahatlatan, güldüren değişik bir şey işte... Senin elinde ölüme gitmek bile zevkli olacak"
Kız çıkmıştı.
Adam camında dudak izi olan pencereyi açtı.
Başını dışarı uzatıp gökyüzünü seyretti bir süre. Tekrar içeri girdiğinde gözlüklerinin altındaki damlaları sildi.
Yağmur, çoktan durmuştu oysa…
 
Kedimiz Sarman

Kedimiz Sarman; yalnızlığın pervazına sarmalanmış, camdan süzülen tane tane su damlalarının ardından dışarıyı seyre dalmış. Nereye bakıyor acaba...? Karşıdaki yıkık-dökük üç katlı harabe konağa mı; yağmurdan ıslanıp, koyulaşmış, çıkmaz sokağımızın ortasına boylu boyunca uzanmış asfalt yola mı; yoksa konağın bahçesine bitişikteki apartmanın üçüncü katında oturanların kızı Şehriban’ın, aralanmış tül perdenin içinde oynaşıp duran görüntüsüne mi ...? Okumaya çabaladığım şiir antolojisine kendimi veremiyorum. Zaten bunu okumak için kendimi niye zorladığımı da bilmiyorum...

Böyle kasvetli havaları fırsat bilip, ne zama şu koltuğa keyifle oturup, kitap okumaya kalksam; Şehriban, tül perdeleri camın iki kenarına toplayıp, içerde ya toz alır, ya masada pirinç ayıklar veya masada yapılabilecek ne iş varsa onu yapar. Cevizden imal, hantal büfenin önündeki dikdörtgen yemek masası, oturma bölümünün arkasında kaldığından; Şehriban’ın görüntüsü bir türlü netleşmez. Yok yok artık eminim, bu kız bilerek yapıyor bunu... Gözüm ona takılsın da, kitaba kendimi veremeyeyim diye... Saçmalıyorum yine, ben kitap okusam ona ne; okumasam ona ne...

Onun, aklı fikri bizim apartmana bitişik apartmanın altındaki bakkal bozması markete öğleden sonraları babasına yardıma gelen Ahmet amcanın oğlu Haci Bekir’de... Çocuk markete düşmeye görsün; Şehriban’ın cama çıkacak, bakkala inecek hertürlü bahaneyi bulmakta üstüne yoktur. Önce yarı beline kadar camdan sarkar, kendisinin bile zor duyduğu bir sesle Ahmet amcaya seslenir. Sonra anasına, bakkalın onu duymadığı yalanını uydurup, merdivenleri ikişer ikişer atlayarak bakkala koşar...

Bu sahnenin günde dört-beş kez tekrarlandığı olur, çünkü Şehriban her seferinde alacağı bir şeyleri unutur. Bazen de, sigara falan alırken karşılaşırız. Bakışlarını Hacı Bekir’in üzerinden koparabildiği zamanlarda, şöyle baştan aşağıya süzer beni. Ola ki Hacı Bekir; o merdivenlerden inme rekoru kırana kadar, dükkandan ayrılmışsa, beni süzüşü biraz daha uzar, alış-verişi bitene kadar da yan gözle bir-iki bakış fırlatır. Bu kızın Hacı Bekir’e zaafını bildiğim halde, bana yan gözle bakması elimi ayağımı niye birbirine dolaştırır, niye dilimi ağzımda büzüştürüp, alacaklarımın adını doğru dürüst söyleyememe gibi hallere sokar beni anlamam...

Bak şimdi de masanın arka tarafına dolandı, ayakta dikilip hem birşeyler yapıyor gibi görünüyor, hem de kafasını ara sıra yaptığı işten kaldırıp, pencerenin pervazına sinmiş Sarman'a gülücükler atıyor.... Sarman tebessümden pek anlar ya...! Şeytan diyor ki; kalk Sarman'ı, kıçına bir tokatla yere indir, aynı hışımla çek tül perdeyi, kolaçan edemesin seni... Bugün benle oyalandığına göre; Hacı Bekir hazretleri henüz dükkana teşrif buyurmadılar sanırım. Hacı Bekir'in de doğarken yüz ifadesini ana rahminde mi unutmuşlar ne, Şehriban’la ilgili hiç bir anlam çıkaramıyorum suratından ve hareketlerinden bakkalda denk geldiğimiz zamanlarda.

Kalkayım kendime şöyle okkalı-sade bir kahve yapayım. Belkıs kalfa bu gün izinli olmayaydı kahvemi de yapıverirdi. Hem onun kahvesinin yanında benimkine Sarman bile yüz vermiyor. Sarman’ın fincanı dahi var. Ağzı genişçe fincandan kahveyi, hatta kahvenin dibindeki telveyi yalayışını bir gören olsa; ya anasının Sarman’ı kahve ağacı kovuğuna yavruladığını sanır ya da babasının kahveci yamağı olduğunu... Sabah kahvesi gelmeden afyonu patlamayan Sarman hazretlerimiz; kahveyi ben yapınca, bahanelerden türlüsünü yaratıp bir pati darbesiyle, fincanı deviri verir nedense... Ah Belkıs kalfa, hep izin kullanmak için, benim boş günümü bulursun... Neyse iş başa düştü; “Sarman efendi, kahvenizi nasıl alırdınız; şekerli, az şekerli?” Bana kısa bir bakış atıp, dışarıyı seyretmeye devam eden Sarman’in bu hareketi ‘yaptığın kahveyi sen içebiliyorsan ne ala’ manasına geliyor herhalde.

Dışarıda inceden bir yağmur var. Sokakta oynayan çocuklar da evlerine kaçmışlar. Çoğu insan nefret eder böylesi kasvetli havalardan, bense bayılırım... Hele böyle, bir elimde kahve fincanı; diğerinde sigara, Sarman’ın solunda durmuş ıslak sokağı, harabe konağın bahçesindeki bakımsız ağaçları seyrederken keyfime diyecek yok. Şehriban perdeyi çekmiş. Anlaşılan bakkala indi. Aslında paketteki son sigarayı yaktım, inip aşağıya sigara almam gerek ama şimdi Şehriban onu kolluyorum zanneder.

Güzel kız aslında; biraz iri. Ama neredeyse beline inen sarıya boyalı saçlarını, upuzun kirpiklerin çerçevelediği yeşil gözlerini, görüp de aklını başında zaptedecek erkek pek azdır. Benim aklımsa; onu her gördüğümde, kısa bir süre için başımı terk etse de; gözlerim Hacı Bekir’i hayran hayran süzüşüne şehadet edince, yolunu bulup geri dönüyor. Zaten Şehriban beni ne yapsın; Hacı Bekir ve daima daha iyiye seyreden hali vakti varken. Üniversite hocasını neylesin, market sahibinin oğlu duruken. Birde benim öğrencilere sevdirebilmek için çırpındığım edebiyatın e’sinden dahi bir haber bu kıza, kimbilir ben ne çulsuz görünüyorumdur.

Bu ev, bu sokak, bu mahalledekiler... Aslında hepsi bana, iç dünyama ne kadar uzak... Zavallı anacığım; pederi kaybettikten sonra benim öğretmen maaşı ve pederden kalan emekli maaşı ile Beylerbeyi'ndeki, denize nazır, üç katlı ahşap evi çekip çeviremeyeceğimizin idrakine varınca, orayı kiraya verip, bu apartman dairesine taşınmayı istemeye istemeye kabul etmişti etmesine de; burda oturduğu yıllar boyunca hiç bir komşusuyla, orada olduğu gibi ahbaplık kuramamıştı. Yedi yıl önce taşındığımız bu mahalle ve mahallelinin birbirleriyle olan ilişkileri; (komşularımızın tabir ettiği gibi, pek öyle burnu havalarda bir kadın olmamasına rağmen) anama pek ucuz görünmüştü. Yine de, yere göğe sığdıramadığı oğlunu; kokmasın diye tuzlamaya gönlü razı olmadığından, mahalledeki kızların anaları ile görüstüğünde en sevimli tavrını takınmaktan geri kalmazdı. Onun bin bir emekle okutup, yetiştirip, her sabah dilinde dualarla Üniversiteye uğurladığı öğretmen oğlu; mahallelinin gözünde, kızlarından birini veremeye gönüllerinin razı gelmeyeceği üç kuruş maaşla geçinen memur parçası, zaman zaman da orta öğretimdeki çocuklarının derslerine yardım eden, ‘öğretmen bey’ oğulları olmaktan ileri gidemedi. Ağabeyimi dizi dibinde tutamayan annem ise bu kızlardan biri ile asla fikir birliğine varamayacağımı, duygudaş olamayacağımı, günde otuz tane anlamsız evrağa sarf ettiğim imzamı; sırf yaşımın geçiyor olması endişesi ile toplumun en küçük bireyini resmileştiren evrağa atmayacağımı anlayamadan, iki sene önce, gözünden dahi sakındığı babama kavuştu.

Yarınki derse hazırlanmam lazım bugünden. Beynimin içi bomboş, yeni birşeylerle doldurmanın tam zamanı. Kalk oğlum Asaf; böyle sokağı, Şehriban’ı seyretmekle koskoca gün boşa geçirillmez. Ay sonlarında maaşımı; evde olduğum günler kızını pek dikkatle seyrettiğim için Şehriban’ın çal-çene anası vermiyor. Madem adımız öğretmen, önce biz öğreneceğiz ki; öğrenmeye zaten hevesleri kısıtlı öğrencilere ite-kaka birşeyler öğretelim.

On iki yildir Belkıs kalfaya ve evin temizliğini gören yeğeni Billur’a çalışma masamı topladıklarında; onları takdir yerine benim dırdırımın beklediğini anlatamadım gitti. Dün akşam üstü çıkarlarken, üstü üste koyup, çorba ederek topladıklarını sandıkları evraklarımı ayrımak için yine deli olacağım. Her defasında, sahipsiz; halasının yanında sığınan Billur’a sesimi yükseltmemek için asabiyetimi vicdanımla kelepçelemeye ne denli gayret ediyorsam, o da beni çıldırtmak için o denli gayret sarf ediyor. Evin temizliğine karışmam, ertesi sabah giymeyi planladığım pantolonumu kurutemizlemeye vermesine sesimi çıkarmam, iç çamaşır gözüme koymayı adet edindiği lavanta torbasını; bu kokunun iç çamaşırlarıma sinmesinden nefret ettiğim halde, yenilemesine bile tahammül ederim ama iş çalışma masama el atmaya gelince; sevmediğim her şeye gösterdiğim tahammül içimde ateşlenmeye zaten hazır olan öfkemle yer değiştiriveriyor. Masamı toplama işini de genelde izinli olduğu günün akşamına denk getiriyorlar ki; onlar yokken taşa duvara öfkemi kusup, döndüklerinde onlara harlayacak soluğum kalmasın diye. Hesapta bana iyilik ediyorlar hala-kız. Anlaşmışlar mı ne, biri unutsa diğeri öbürünün unuttuğu işi unutmamak için özel bir gayret sarfediyor.

Belkıs kalfa nerdeyse yetmişine merdiven dayadı ama ondaki hafızanın, ondaki eli çabukluğun yarısı bende yok. Billur desen ona keza... Bir bakıyorsun kah mutfağı temizler, sen girip de su içesiye veya bir şey alasıya, o öbür odalardan birine geçmiştir bile boşa vakit kaybetmesin diye. Allah, bir gün bana ihtiyaçları kalmayacağı bir fırsatı onlara verip, benim de cezamı verecek diye içten içe korkmuyor da değilim hani. Ya onlar olmasaydı...? Belkıs kalfa on iki yıldır bizim evin hem orta işini görür hem de yemek yapar. Biz nereye; o oraya. Son iki senedir Billuru da yanına almaya başladı; hem iki işe birden yetişmeye kudreti kalmadığından, hem de koca İstanbul’da kimsesiz yeğeninin elinden tutmak için çabaladığından. Bildiğim kadarıyla Belkıs kalfanın kocasından kalan bir emekli maaşı var. Ne çoluk ne çocuk... Billur’un da anası-babası ve erkek kardeşi köye giderlerken üç yıl önce trafik kazasında ölmüşler. İki kimsesiz kadın birbirlerine sığınıp, birbirlerine tutunmuşlar; içinde yaşamaya çabalayanları aç bir dinazor gibi sömürüp yutan büyük şehrin yaşam koşullarına göğüs gerebilmek için.

Belkıs kalfa anamın dert ortağıydı. Bizim evde çalışan biri olmaktan çok anamın en yakın dostuydu. Güngörmüş kadındır. Nerde ne yapacağını, kiminle ne konuşacağını bilir. Billur da anası-babası ölünce, lise birinci sınıfı zar zor bitirip okuldan ayrılmış. İlk bir sene bir tekstil atölyesinde çalışmış. Önce patronunun, sonra oğlunun derken atölyedeki erkeklerin tacizlerinin ardı arkası kesilmeyince çıkmış işten. Bir ara mahalleli kadınlara okuma-yazma öğretmeye başlamış ama bakmış ki gelir sağlayacak bir işinin de olması lazım, sığınmış Belkıs kalfandan gelecek hayra. Sonra Belkıs kalfa, bir Pazar günü, bir kuşsütü eksik kahvaltı sofrası donatıp, bana konuyu çıtlattı. Kendisinin, temizlik işleri için artık çok yaşlandığını; nasıl olsa bu işleri gördürecek birine ihtiyaç olduğunu, yabancı birinin yerine Billur’un gelmesinin daha uygun olacağını uzun uzadıya anlatıp durdu. Bunca yıllık kadınlık tecrübelerine dayanarak biliyor ki; benim gibi iştahsız bir erkeğin dahi önüne konan menemenin ve çayın mis gibi kokan büyüleyici etkisi karşısında reddetme gücünün eriyip gittiğini. O bunları anlatırken, ben bir taraftan aç karınımı doyurup, birtaraftan da anlatığı her şeye, pek de dikkat kesilmeden ‘evet’ anlamında başımı sallayıp duruyordum. Işte böylece Billur’da Belkıs kalfa ile belli bir bölümünü paylaştığmız gündelik yaşamın içine dahil olmuş oldu.

Billur; sessiz, sakin kendi haline bir kız, tıpkı adı gibi... Pürüzsüz bembeyaz bir yüzü var ve o beyazlıktan daima dalgın dalgın bakan kocaman iki kara göz... İnce, uzun, narin görüntüsünün aksine, altından kalkamayacağı iş yok gibi. Evin içinde sessiz sedasız dolanır, üstüne düşen vazifeleri eksiksiz yapar, hatta çoğu zaman Belkıs kalfa’ya mutfakta da yardıma koşar, kıyamaz halasına. Bazen, şu Şehriban Hacı Bekir’e bir nefes aldırsa da bizim Hacı Bekir’de Billur’un farkına varsa; böylece Billurcağız iyi bir yere kapak atsa diye aklımdan geçirmiyor değilim. Bazen de belki her genç kızın yüreğindeki aslandan bir tane de onun yüreğinde var mıdır acaba diye merak ederim. Haline, tavrına bakıldığında Billur’un kendi dünyasına gömüldüğü; yüreğinde bir aslan besleyecek kadar dış dünyayla pek ilgili olmadığı kanısına varıyor insan ama belli mi olur... Billur’un Hacı Bekir’e gönlü düşse bile, Şehriban o gönlü parça-pinçik edecek pençelerini gösterince; kızcağızın gönül ipini salmasıyla toplaması bir oluverir. Ders notlarımın toplanıp, masamın sağ üst tarafına; yazdığım kitap sayflarının sıraya dizilip masanın sol tarafına konduğuna bakılırsa; masamı toplayanın Billur olduğu kesin. Belkıs kalfa olsa bunları ayırmakla vakit harcamak şöyle dursun; ne olduklarına bile bakmadan hepsini üst üste, gelişi güzel koyuverirdi.

Buyur işte, tam masanın başına oturup, oraya buraya dağılmak için bahane arayan düşüncelerimi zar zor toparlamışken; Sarman bacaklarımın arasında dolanmaya başladı. Aşkımdan değil; açlıktan öldüğünden. Şehribandı, Billurdu, Belkıs kalfaydı derken Sarmanın yemeğini vermeyi unuttuk. Gel bakalım Sarman efendi; bugünkü mönü için ne bırakmışlar sana bir bakalım...? Masamı ardebeye çevirmeyen bir sen kalmıştın. İn şu masadan aşağı! Yazdığım cümleyi tamamlayayım vericem işte yemeğini, bakma öyle suratıma, kedinin ciğere baktığı gibi...! ...



Birgünü daha devşirmiş olmanın rehavetiyle Beyazıt sokaklarında, sabah telaşla nereye park ettiğimi tam hatırlayamadığım, emektar; hatta emekli olma yaşı çoktan gelip de geçmiş arabamı arıyorum. Rızamız harici cebimizden çekilen vergilerin, her ay artan fatura bedelleri olarak geri dönüşü dışında; belediyelerimizin en ve de tek istikrarlı hizmetinden bugün nasibimi almadıysam; yani, arabam çekilmediyse, bu sefer daldığım sokakta arabamı bulmayı umut ediyorum... Umut fakirin ekmeği nede olsa... Ekmeğin yanında, katık arama hülyasına dalmaya dahi gerek duymadan; bize sunulup sunulmadığından emin olamadığımız günleri; eski umtlarımız daha meyve vermeden, yeni umutlarla filizlendirip, bir sonraki güne aktarıyoruz. Salı sallanır deyimi en çok benim hayatıma uyuyor sanırım; zira sabahtan akşama dek okulda olduğum bir gün. Yani sallandıkça sallanıyor... Çarşambayı ucundan yaklama hevesiyle; kol saatim ile gözlerimin teşvik-i mesaisi en üst düzeye varıyor haftanın şu sallanan günlerinde...

Mutfağın ışığı yandığına göre Belkıs kalfa yemek telaşında... Arabayı bulduk, evin yolunu da bulduk, birde evin anahtarını buldum mu evrak çantamın içinde, uzun bir günün ardından evime dönmüş olmanın mutluluğunu yaşamama hiç bir şey engel olamaz artık. Belkıs kalfayı korkutmak amacıyla mutfağa ani bir dalış yaptım ama mutfak, akşam yemeğine hazırlanmış masa ile baş başa... Demek, Belkıs kalfa yemeği hazırlayıp gitti. Odamın kapısını açınca; Billur’u, elinde romanımın müsvetteleri, yatağımda yarı uzanmış halde buldum. Elindekilere öylesine dalmıştı ki; benim eve geldiğimi bile farketmemişti.

Odanın kapısını açmamla, Billur’un yerinden fırlayıp, elindeki sayfaların yere saçılması bir oldu. Anasından gizli iş çeviren çocuğun suç üstü yakalanmasından daha beter bir hal oldu. Utancından üstündeki mor buluzun rengini alan yüzünü yerden kaldıramıyor; yere saçılanları mı toplasın yoksa odan mı kaçsın bocalıyordu. Kızcağızı daha da utandırmamak için, abes bir durum yokmuş gibi yapmaya kendimi zorlayarak “Romanı beğendin mi Billur?” diye sordum. Onu düştüğü durumdan çekip alayım derken, kızcağız büsbütün yerin dibine geçmişti ki; birşeyler söylemek için ağzını araladı ama kekelemekten ileri gidemedi.

Yere saçılan kağıtları aceleyle toplamaya çalışıyordu. Elimdeki çantayı olduğum yere bırakarak, bir iki adımla yanına vardım. Kağıtları yerden toplamasına yardım ederken anladım ki; biraz önce kekelediği kelimeler bir araya gelmeyi başarabilselerdi, cümle halini alıp, Billur’un benden özür dilediğini anlamamı kolaylaştırmış olacaklardı. Billur, bir yandan elime destelediği kağıtları tutuşturuyor, bir yandanda hala özür dilemeye çalışıyordu. Toplama işi bitince ayağa kalktım, onu da kolundan tutup ayağa kaldırdım. Kolu öylesine zayıftı ki, parmaklarımın arasında bir an kalem tutuyor olduğum hissine kapıldım. Kızın utancı ve narinliği karşısında; onu yatağımın üstünde yarı uzanmış vaziyette gördüğüm ilk andaki şaşkınlığım ve öfkem yerini merhamete bırakmıştı. “Ben bunları birilerinin okuması için yazıyorum Billur. Mahcubiyete gerek yok. Burası benim, senin, Belkıs kalfanın, dahası hepimizin evi. Ha bak, yatağın içine girip de okusaydın gücenirdim doğrusu” diye nükteli bir cümle ile olayı savuşturmak istedim. Kolunu bırakınca odadan ok gibi fırladı gitti.

Demek kendi halinde, dış dünyayla ilişiği neredeyse hemen hemen yokmuş gibi bir intiba uyandıran Billur; benim romanımı okuyormuş gizli gizli. Hem çok şaşırdım, hem de nedenini anlayamadığım bir hoşnutluk kapladı içimi. Çok az olduğunu tahmin ettiğim okurlarımdan biri, burnumun dibinde yaşıyormuş meğer, benim haberim yokmuş. Akşam yemeği için mutfağa girmemle, Billur’un mutfaktan kaçarcasına çıkması bir oldu. “Abartma Billur, gel otur da biraz anlat bakalım, henüz bitmemiş olan kitabımı nasıl bulduğunu” diyecek oldum ama bu onu daha çok utandırır diye vazgeçtim. Bu evde dolanan bir genç kadının varlığının farkına, az önce odada Billur’un kolunu tuttuğum zaman vardım. Genelde tüm diyaloglarım Belkıs kalfa ile sınırlı kaldığından ve de Billur’un ayak altında pek dolaşmama gayretlerinden dolayı onun varlığının pek farkında olmadığım fark ettim. Hatta Belkıs kalfaya olan düşkünlüğümün yanında onu nedenli ihmal ettiğimi görüp, kendimden utandım. Kendi yaşantımla, yaşantımın içinde cereyan eden olaylarla meşgul olurken; neredeyse günün on beş saati aynı evi paylaştığım insanların yaşantılarına ne denli uzak kaldığımın da farkına vardım.

Zavallı Billur; anası-babası yok, kardeşi yok, varı yoğu bir halası. Başka ahbabı, arkadaşı var mıdır; iyi ve kötü günlerini paylaşabileceği dostları var mıdır bilmem.... Bunları düşünürken, miskinliği bir kenara bırakıp bu kızcağıza biraz vakit ayırmak gerektiğini hissettim. Bir cesaretle boğazımı temizleyip, kendinden emin bir tonlamayla seslendim “Billur! Biraz gelir misin?” Bir iki dakika bekledim; ne gelen var ne giden. Belkide bana görünmeden çıkmıştı evden. Şansımı bir kez daha denedim; baktım sessizce mutfağın kapı aralığında beliriverdi, başı yine önünde. “Billur, sen yemeğini yedin mi?” Başını belli belirsiz sağa sola oynatışınadan, yemediği anl***** çıkarttım. “Eh, kendine de bir tabak koy, yalnız yemek yemekten kapanan iştahım biraz açılır bakarsın” Hiç bir hareket yok. Hala öylece kapı aralığında dikilyor. Belkide; delirdiğimi veya erken bunadığımı düşünüyordur. Neden sonra, baktı kaçacak yeri yok; mutfak dolabına uzanıp, kendine tabak,kaşık, çatal çıkarttı ve tam karşımdaki sandaliyenin ucuna ilişti. Hani ‘böh’ desem fırlayıp kaçacak sanki... “Eee, ne pişirdi Belkıs kalfa bugün, hadi banada kendine de servis yap. Ben de ekmeği keseyim.”

Tabağındaki taze fasülyeyle oynuyor. Desem kılçıklarını ayıklıyor; Belkıs kalfa fasülye iki santim kalasıya kadar ayıklar. Bilir fasülyeye pek itibar etmediğimi, hele kılçıklısından hiç haz etmediğimi...”Belkıs kalfa böyle fasülyeyle cebelleştiğini görse, fasülyeyi sevmediğini sanıp, taa ki sen çaresiz kalıp yiyinceye kadar her gün fasülye pişirir. Delikanlıyken ayırmadığım yemek yoktu; anam da nazlı oğluna kıyamaz, ben ne seviyorsam onu pişirtirdi. Belkıs kalfa baktı hafta yedi, evde beş gün kaldır kondur aynı yemekler pişiyor; anama ‘bu böyle olmaz, yemek ayırmamaya alışacak’ diye resti çekip, yemek konusuda beni yola getirme işini ele aldı. Ondan sonra ben o yemeklere alışasıya kadar, hafta yedi evde Allahın yedi günü ne sevmiyorsam o pişti. Eh, bir gün dışarıda, iki gün dışarıda yedim; baktım olacak gibi değil, paşa paşa alıştım, asla ağzıma sürmeyeceğimi düşündüğüm yemeklere. Şimdi senin de böyle taze fasülyeye burun kıvırdığını bir öğrenirse yandık keremin arpa tarlası gibi. Döneriz vallahi fasülyeli günlere...”

Gözleri önündeki tabakta, gülmeye başladı anlattıklarıma. Çok şükür inceden de olsa aramızda bir bağ kurmayı başarabilmiştim. Ben konuşmayı, o da gülmeden ziyade tebessümü kesince yine uzun bir sessizliğin ortasında kala kaldık. Pilavları koymak için ayağa kalktı, tabaklara pilavı koyup yine sandalyeye ilişir gibi eğreti oturdu. Tam aramızdaki sessizliğin daha ne kadar uzayıp gideceğini merak ederken, birden “Ben fasülyenin her türlüsünü çok severim” deyiverdi. Bir an, mutfakta bizden başka bir üçüncü kişi daha var da o konuşuyor sandım. Hiç bozuntuya vermeden “Eee... o zaman deminden beri niye sebzeciğe çatalla işkence edip duruyorsun?” Sorum havada asılı kaldı, çünki Billur deminden beri gözlerini ayırmadığı tabaktan başını kaldırıp bana cevap verme tenezzülünde bulunmadı.

Neden sonra, fasülyeyle oynamanın neşeli bir tarafı olmadığına karar vermiş olsa gerek ki; bu seferde, çatalla, tabağına kuş kadar koyduğu pilavin ilişkisini arttırmaya girişti. “Şu Belkıs kalfa gibi pilavı denk düşürenine daha rastlamadım. Nasıl oluyor da her seferinde bu kıvamı tutturabiliyor acaba?” Havadan sudan konuşup, asıl mevzuya dokunmamaya çalışarak, aklım sıra Billur’un tedirginliğini azaltmaya çabalıyordum. “Biliyorum, ben pek fena bir iş yaptım, büyüklük gösterip yüzüme vurmasanızda, ben kabahatimin farkındayım. Ben halamla konuşur,durumu anlatır, artık gelmem. Ama inanın Asaf Bey; romanınızın sayfalarından mada tek bir kağıt parçasına göz dahi gezdirmedim.”

Bir an afalladım, sanki hırsızlık yapmıştı da; bir daha gelmemekten söz ediyordu. Bir daha gelmeme ihtimali aklımdan geçerken; sanki bir el yüreğimi sıktı, sanki yara olan parmağıma kolanya değdi... Tarifini yapamadığım sıkıntı ile acı arası bir sızı geçti damarlarımdan. Kısacık bir an onun bu evde dolanmadığını, genç nefesi ile tazelediği havanın evin içine dolmadığını düşününce; çok sevdiğim bir yakınım, bir daha dönmemek üzere uzaklara gidiyormuşcasına bir üzüntü dalgası yayıldı içime. Billur’un veya Belkıs kalfanın bu evden ayrılacağı düşüncesinin beni bu denli sarsacağını ummamıştım. Bu şaşkınlıktan kurtulmaya çalışarak “ Yok daha neler, niye gelmeyecekmişsin artık? Hem bir romanı okumanın fenalık neresinde anlayamadım. Nasıl ki bu ev Belkıs kalfasız olmazsa, bil ki; artık sensiz de olmaz” diye karşı çıktım söylediklerine.

Söylediklerimi işitince belli belirsiz bir tebessüm yayıldı dudaklarına. Sonra, hep o dalgın dalgın bakan kocaman gözlerini gözlerime çevirip, mırıldanır gibi bir sesle “Siz çok iyi birisiniz Asaf bey, hakkınızı nasıl öderiz bilmem. Sizin yerinizde başkası olsa çoktan kapıyı göstermişti” Biraz önceki şaşkınlığımdan iyice sıyrıldığımdan olsa gerek, daha mantıklı cümleler bulabilmiştim bu sefer. “Bu ev üçümüzün evi Billur. Onun için kimse kimseye böyle bir şey yapmaz. Belkıs kalfa ile yıllarımız geçti beraber. İyi günlerimizin yanında kötü günlerimizde oldu. Ama en kötü günlerde bile birbirimizden ayrılmayı düşünmedik. Sende düşünme! Daha iyi şartlar seni bulana dek buranın kapısı sana hep açık” Hay Allah, şimdi ne gaf yaptımda yine yüzü soldu...? Sırf yemiş olmak için tabaktaki pilavdan bir iki çatal aldı. Sonra sofrayı toplamaya koyuldu. O sofrayı toplarken bende, günün en keyif veren sigarasını yaktım. Salondan kül tablası getirdi ve yine işine döndü. “Billur, senin Belkıs kalfadan mada kimin kimsen var mı?” Yüzünü dönmeden cevapladı “Var, siz varsınız ya! Şartlar ne olursa olsun, siz istemeyene kadar ben bir yere ayrılmam.”

Az önceki yüzünün soluşunun sebebi buydu demek. Birgün bu evden ayrılma düşüncesi... Cevabına karşılık söyleyecek bir şey bulamadım. Lafı dolandırıp, merakımı yenebilirim düşüncesiyle bir soru daha sordum. “Burda olmadığın zamanlar ne yaparsın, hep evde halanın yanında mı durursun?” Yemekten sonra içmeye bayıldığım kahvenin kokusu gelmeye başladı burnuma. Billur da Belkıs kalfa da kahve konusunda ihtisas yapmışlardı sanki... Yaptıkları kahvenin üstünde hem bir parmak köpük olur, hemde kömür ateşinde pişmiş kadar lezzetli. Cezvenin dibinde kalandan Sarman da aldı nasibini. Utanmasa yanında bir de sigara isteyecek benden, yalana yalana öyle keyifle içiyor ki kerata. “Sen kahve sevmez misin?” diye sordum. “Severim, ama bu usül kahveyi değil. Seminerlere gittiğinizde, yurtdışından bize getirdiğiniz ecnebi kahvelerini daha çok seviyorum.”

Yeni nesil işte; ünü yabancı uluslara mal olmuş, lezzetinin bir eşi daha olmayan kahvemize burun kıvırıp, sıcak suda eriyiveren, kolay işi kahveye tamah ediyor. Yetişen nesil, böyle Avrupayi yaşamın peşinde sürüklenirken; bize ait, bize has birçok gelenek ve adet gün be gün eksilerek yok olacak endişesine kapılıyorum. Oysa gönül ister ki; Avrupa’nın teknolojisini ve yaşam standartlarını, kendi ananelerimizi koruyarak, dejenerasyona izin vermeden, yakalayabilmeyi. Yıllar yılı katı toplum kuralları, düşük yaşam standartları, hiç bir dayanağı olmayan batıl itikatlar arasına sıkışıp kalmış; özgürlüğe, yeniliğe acıkmış toplumumuzun, yeni dünyanın getirilerini, hazmederek yaşantısına katacağını düşünmek hayal perestlik olur. Kimbilir hangi dönemeçleri, toplumun kuralları gereği dönemeden geçen ama dönseydi ne olurdu diye merakını içinde hapseden Billur’un yabancı kahvenin tadına alışması da eminim fazla zaman almamıştır.

Belki de aile büyüklerine, eşe dosta, hatta bana günde bilmem kaç kez sunduğu kahveyi yapabilmek için ocak başında, cezve içindek kaşık döndürmekten usanmış ve ecnebi kahvenin hazırlanışının kolaylığı, onu cezbetmişti. “Madem öyle, kaldıysa ecnebi kahvemiz, kendine de bir fincan yap da bütün gün didindikten sonra bu kadarcık keyfi hak eden bünyemize hakettiğini vermiş olalım:” Bu arada mutfaktaki işini bitirmiş, benim salona geçmemi bekliyordu tahminen, beni mutfakta bırakıp gitmek ayıp kaçar diye. “Yok sağolun, ben birazdan eve giderim, hava iyice kararmadan.”


Akşamları en sevdiğim saatler... Ben ve kedimiz Sarman ile evde başbaşa.... Hafta ortası genelde bir sonraki güne hazırılk yaparak, hazırlanacak dersim yoksa; romanımla ilgilenerek veya kitap okuyarak geciririm akşamlarımı. Bazen Aydın gelir bana oturmaya, onunla fikir fırtınasına dönüşür her sohbetimiz. En yakın iki dostumdan biridir ve adı gibi oldukça aydın bir insandır. Yirmili yaşlarımızda; hafta ortası da olsa, haftada bir iki akşam dışarıda buluşur, bir-iki kadeh birşeyler içer ve güzel vakit geçirirdik. Ancak yaşımız otuzu geçince, bedenimizin de uykusuzluk ve yorgunluğa tahammül sınırı yaşımıza ters orantıda azaldığından; hafta ortası dışarıda buluşmalarımızı hafta sonlarına veya Cuma akşamlarına kaydırmaya başladık. Bazen havanın soğuk olmadığı akşamlar, eski semtimize, Beylerbeyi'ne gider; gözlerimi muhteşem sahil manzarasıyla, ciğerlerimi mis gibi deniz havasıyla doyurana dek sahilde bir aşağı bir yukarı yürürüm. Yıllarca Beylerbeyi'nde oturup; buraya taşındıktan sonra sahile duyduğum özlem hergün çoğalırken, Beylerbeyi'ne inebildiğim akşamları iple çeker oldum.

Şehriban perdeleri kapamış, anlaşılan babası işten eve döndü. Namus, haysiyet, şeref gibi kavramları, insanlarımızın birçoğu gibi yanlış yerlerde arayan Şehriban’ın babası, bir bilse evden çıkmasıyla; yüzünü her sabah güneşe dönen ayçiçeği gibi kızının pencereye ve dolayısıyla markete dönmesinin bir olduğunu... Bu mahallede, Şehriban’ların apartmanının giriş katında oturan Hacı teyzeyle görüşürüm arada. Hacı Teyze; seksenli yaşlarında, temiz-pak, elinden Kur-an,dilinden Allah düşmeyen benim gibi yalnız yaşayan bir kadıncağaz. Eve erken geldiğim günler arada uğrar halini-hatırını sorarım, çok memnun olur kendisiyle ilgilenmeme. Hele bir de pek sevdiği akide şekerlerinden ***ürürsem; yaşlılıktan ve zayıflıktan buruş buruş yüzüne gömülü boncuk mavisi gözleri mutlulukla parlar. Yaşına rağmen inanılmaz dinamik, kendi işini kendi görebilen Hacı Teyze, turşu bastığı zaman mutlaka bir kavanoz da bana ayırır. Benim ona tatlı, onun bana ekşi ikramımız yaklaşık bir-iki yıldır sürüp gitmekte. Bu akşam yapacak pek bir işim yok nasılsa, hazır aklıma gelmişken Hacı Teyze’ye inip bir hal hatır sorayım...

Hacı Teyze’nin verdiği haber mahalleyi yedi gün, yedi gece sallamaya yeter de artar; Hacı Bekir sözlenmiş, hemde hemşerisi bir kızla! Yazık oldu Şehriban’ın hayallerine ve hergün defalarca merdiven inip-çıkarak tükettiği dermanına... Boşuna değilmiş Şehriban’ın bin bir türlü cilvesine karşı; yerinden oynamaz Kabe taşı gibi tepkisizliği... Ben de içimden ona ‘Beton Bekir’ diye isim takarak haksızlık etmişim delikanlıya...Gerçi fizyonomisi eski Türk filimlerindeki fedaileri adırmıyor değil hani ama demek gönlünde yatan bir dişi kaplan varmış da ondan başkalarının göz süzüşüne aldırmazmış... Vah Şehribancık; pencereden sarkmak şöyle dursun, artık bu şokun üstüne pervazı sökütürüp, beton döktürür pencere boşluğuna... Zavallıcığın yaşı da geçiyor benim gibi; son treninde makasını değiştirip yoluna döndüremediğine göre, ailesinin bulduğu birine eyvallah demekten başka çaresi kalmadı artık. Yahu şu Şehriban’da yalnız dünyamı amma meşgul eder oldu; işim gücüm tükendi de sanki onu düşünür oldum. İster misin; Hacı Bekir elden gidince bana döndürsün rotasını... Yok daha neler... Olur mu olur...? Tam da bana göre; ne anlaşırız ya... Ben derim Nazım Hikmet; o anlar nazım da var bir hikmet, ben derim edebiyat; o anlar edepli yat...Neyse bırakmalı Şehribanı ve aşk hayatını düşünmeyi de yatmalı.... ...


Benim herzaman kitap okumak için oturduğum cam kenarındaki koltukta; bir ayağını altına almış, kıpırtısız oturuyor. Yüzü iyicene kaşık kadar kaldı. Elinde mendil, gözleri ağlamaktan kıpkırmızı...İki gündür ne yedi, ne içti. Konuşmuyor da... O bu haldeyken bir şey soracak veya söyleyecek oluyorum; kelimeler ağzımda düğüm oluyor, cümleleri kuramıyorum. Şimdi ne yapacak, nerede kalacak, kimin kanatları altına sığınacak kim bilir..? Belkıs kalfanın böyle ansız gidişine mi üzüleyim; Billur’un ortada bir başına kalışına mı şaşırdım kaldım. Belkıs kalfa benim için ana yarısı sayılırdı. Önce babamı, ardından anamı ve onlardan uzun yıllar ayrılmayan Belkıs kalfa’yı mekanı cennet olsun dileklerimize dahil ettik. Sıra yavaş yavaş bana geliyor. Nasıl alışacağım; Belkıs kalfanın evde yarattığı boşluğa bilemiyorum... Belki Billur’da gelmez artık; kendine bir yol çizer ya da tutunacak bir dal arayışı içinde karşısına çıkan ilk adamla evleniverir kim bilir...?

Günlerdir içimdeki hüznü dağıtacak hiç bir şey bulamiyorum. Yazmak beni rahatlatırdı. Romanın sonlarına geldim; yazmanın en tatlı yeri ama gel gör günlerdir elime kalem alasım yok. Yüzüp, kuyruğuna geldiğim ve neredeyse üstünde iki yıldır çalıştığım romanı bitirip, yayın evine teslim etmem gerekirken; yaşamımdan Belkıs kalfanın kayıp gitmesi, yani yaklaşık bir-iki haftadır, hayatımda bir sonu yaşıyor olamam; romanımdaki sonu getirtmiyor bana. Kedimiz Sarman bile –ki o daha çok Belkıs kalfanın biricik kedisiydi- kahve keyfinden vaz geçti. Hissettiği için midir yoksa bizim kahvelerimizde aynı tadı bulamadığından mı bilemiyorum; fincanına koyduğumuz kahvenin yüzüne bile bakmıyor. Huyu değişti hayvanın; çalışma masamın üstüne çıkıp beni deli etmiyor, pencere önüne kurulup dışarıyı seyretmiyor, varsa yoksa Belkıs kalfanın siyah süet terliğine pençeyi takıp ordan oraya sürükleyip duruyor. ‘Yaa Sarman efendi; Billurcuğun haline üzülüp duruyoruz ama bizim durumumuz da iç güveysinden farkılı değil.’

Billur her gün geliyor yine eskisi gibi. Sanki daha da zayıfladı, yüzünde sonradan kondurulmuş gibi duran kocaman siyah gözleri sanki ufaldı. Evin bir odasından diğer odasına koşturan Billur gitti; yerine ağır aheste bir kız geldi. Gerçi Allahı var; işini hiç baştan savma yapmıyor ama onun bu feri kaçmış gözleri, telaşsız hali beni büsbütün üzüyor. Ben okuldan dönünce birlikte yer olduk akşam yemeklerini Belkıs kalfa gitti gideli. Öğrencilerimden, okulda cereyan eden espirili olaylardan laf açıyorum; bulup buluşturup bir şeyler anlatıyorum; tükenmek üzere olan enerjimin son demlerini onun yanında kullanıyorum ki; evde hepten matem havasına bürünmeyelim diye ama o ya tebessüm etmekle yetiniyor ya da sessizce dinlemeyi tercih ediyor. Bazen yüzüme dalan bakışlarını yakalıyorum. Benim fark ettiğimi anlayınca bakışlarını başka yöne çevirse de; uzun uzun beni incelediğini hissediyorum. Bazen de benimde bakışlarımın ona takıldığı olmuyor değil.

Şehriban’ın o kadar süsünün, püsünün; düzenli boyanan sarı saçlarının; dizinde biten empirme eteklerinin altına giydiği ince topuklu terliklerle pekiştirdiği dişiliğinin; yeşil gözlerinin yanında Billur’un sadeliğinin lafı bile edilmezmiş gibi düşünülebilinir. Ama tüm bu albenili özellikleri Şehriban’da bir hafiflik yaratırken; Billur’un sadeliği ona yaşından daha ağır bir hava katıyor. Sülün gibi incecik fiziğine tezat oldukça iradeli bir kız. Kulak hizasında düz kesimli koyu kestane rengi saçları, yıllar yılı kulağından hiç çıkarmadığı altın halka küpeleri, koyu renk giyisileri ile Şehriban’ın modaya endeksli, hemen her gördüğümde değişen görüntüsünün yanında; hiç değişmeyen bir Billur var.

Bazen böyle ikisini kafamda kıyaslarken İstanbul’da başka başka tarzları olan kadın olmadığı hissine kapılıyorum nedense. Billur’un “Asaf Bey, bir bardak çay daha ister misiniz?” sözleriyle sıyrıldım düşüncelerimden. “Olur Billur yanında bir dilim kek daha ver bari, çok güzel yapmışsın eline sağlık” Onun yemeklerini övmem onu mutlu ediyor, bunu fark ettim. Belkıs kalfanın yemeklerinden sonra onunkileri beğenmeyeceğimi zannediyordu galiba. Belkıs kalfayı aratmıyor, hatta salataları tablo gibi süsledikçe; ot familyasını yemekten saymayan benim bile iştahım körükleniyor. ”Evinden çıkacakmışsın Billur, Hacı Teyze’den duydum, doğru mu?” Kekini övdüğümde yüzünde beliren tebessüm, soruyu sormamla donuverdi. “Doğru,ev sahibiyle konuştum, bu ayın sonunda boşaltacağım evi.”

Hacı Teyze ile arada dertleşirdi Billur. Son zamanlarda onu hepten Belkıs kalfanın yerine koymuş gibiydi. Hacı Teyze de; tazeciğin haline üzüldüğünden, belki ben bir çare bulabilirim diye, Billur’un gururuna yedirip bana anlatmadıklarını anlatıvermişti. Belkıs kalfa hayatından gidince, evlerine giren bir maaş ta gitmişti ve Billur’un benden aldığı maaşla hem kendini geçindirip hem de oturdukları evin kirasını ödemesi pek mümkün değildi. Hani oturdukları semtte Beylerbeyi olsa yanmayacağım. Daha kenar köşe bir semtte, daha ucuz bir ev arayacaktı. Hacı Teyze, Billur’un maaşına biraz daha katkı yapayım diye bunları anlatmıştı. Maaşını seve seve arttırmasına arttırım da; gencecik bir kız Istanbul gibi aç kurtların fır döndüğü bir şehirde tek başına...

Düşündükçe yüreğimde huzursuz bir kıpıtıdır başladı. Bunları öğrenince, bu akşam yemekte, onu üzmemek adına ertelediğim bu mevzuyu açmak için, bin bir yol düşündüm ve en sonunda yekten sormaya karar verdim. “Peki, nereye taşınacaksın, ev buldun mu?” Bu kızın, söylemeyi münasip görmediği konularda böyle sessiz kalışı karşısında dilim bağlanıyor, diyeceklerimi de diyemiyorum. ‘Verdiğin maaşla anca karnımı doyuruyorum, utanmadan bir de ev bulup bulmadığmı mı soruyorsun’ dese daha mutlu olacağım. “Billurcuğum, ben senin maaşını ikiye katlama kararı aldım almasına da; sen maddi manada rahatlasan bile, böyle bir başına... Yani, çok zor olur diyorum.”

İncecik parmaklarının arasında daha da zarifleşen kristal çay bardağı elinde; benim oturduğum kanepenin karşısındaki puf’a oturdu. Gün dönmek üzereydi; gökyüzü alacalı kızıllığını, perdeleri açık camdan içeri yollamakta nazlanıyor gibiydi. Akşam üstü loşluğu ile ağırlaşan odada hafif hafif duyulan Beethoven’in 15. senfonisini dinledik; birbirimizin bilemediği içimizdeki düşlere dalarak. Usulca yerimden kalktım, karşısına gelip çömeldim. Gözlerini elinde duran çay bardağından sıyırıp, merakla yüzüme baktığı sırada; ellerini ellerimin arasına alıp sordum: “Billur, yalnızlıklarımızı birleştirip, artık yarınlarımıza taşımamaya ne dersin?”

Daima dalgın dalgın bakan o güzel gözleri ilk kez, çok sevdiği oyuncağını kaybedip sonradan bulan bir çocuğun sevinciyle parlamış, yanakları al al olmuştu. Bense uzun zamandır içimde bir yerlerde arayıp durduğum huzurun, yanıbaşımda durduğunu, geç de olsa farketmiş olmanın sevinciyle gülümsüyordum. Çöktüğüm yerden doğrulup; yalnızlığıma açık perdeleri kapattım. Billur’un yanına döndüğümde kedimiz Sarman bu evde ona en çok yakışan yerde; Billur’un kucağında yerini almıştı bile...
 
Kaybetmeden Acele Et

Neden mutlu olmak varken mutsuzluğu seçelim.
Neden huzura kavuşmak varken huzursuzluğun peşinden koşalım.
içindeki duyguları artık hayata geçirmenin zamanı geldi diye şöyle bir söylen kendi kendine...
istediğini yaşa, hayata, kendine sinir koyma. Duygularını yasamak için zamanı bekleme, onları hapsetme yüreğine, içinden geldiği gibi yaşa...
Bazı şeyleri yapmak için bekleme,belki gecikebilirsin.
Mutlu olmak için mücadele et, mutsuzluğun hayatına girmesine izin verme. ondan her zaman uzak dur,sakın yaklaşma!
Eğer bir şeyler yapmak istiyorsanız, karsınızdaki insandan ya da yapmak istediğiniz şeyin sizi kötü karşılamasından korkuyorsanız size diyebileceğim tek şey korkma yaşa ve gör! yasamadan ve yaşatmadan hiçbir şeye karar verme. Dediğim gibi her şey için çok geç olabilir.
Ve fazla vakit geçirmeden her şeyi olduğu gibi kabullenmeye hazırsan bekleme hemen hayata geçir düşüncelerini.
Hadi!.. ne bekliyorsunuz, belki sizin telefonunuzu bekleyen birileri vardır. Ya da yapmak istediğiniz şeylerin zamanı gelmiştir. Çabuk ol!..
 
Kaybedilenler

Dumandan yanan gözleri ile etrafa bakmadan bir yudum daha aldı rakısından. Başını kaldırıp etrafa göz gezdirdi, kimi kırk yaşında kimi 50 yaşında onlarca dertli insan. Tahta masanın arkasındaki hoparlörlerden cızırtılı bir ses kulakları okşamaktaydı... Topal Necmi' nin mekanı alelade bir yer idi. Oldu olası lüks mekanları hiç sevmemişti zaten. Teypten çıkan şarkıya gönlünü verdi.

" Dumanlı dağlar... Yol verin geçem dağlar... "

Yüreği burkuldu delikanlının.. Bir yudum daha aldı rakısından, ardından önüne özenerek konulmuş beyaz peynirin tadı ağzında yavaş yavaş kayboldu. Şarkı bitmesin istedi. Bitmesin hep sürsün. Bir ayağı topallayarak gelen meyhaneci;

- Bir isteğin varmı yiğidim

diye sorarken, delikanlı sanki bu soruyu beklermişcesine;

- Şarkıyı bir daha başa al, daha ne isterim ki babalık?

Başa döndü müzik. Dumanlı dağları söylerek içindeki son pilleri harcarken teyp, delikanlı iç çekip uzun bir yudum aldı sonra rakısından. Gözleri az ilerdeki masadaki kır saçlı 55 yaşlarındaki adama takıldı. Derin bir " ahh " çeken adam sigarasının dumanında gözlerini pencereye dikmiş, sanki o ortamda değilmişcesine düşünüyordu. Gözgöze geldiler bir an, gözlerini indiren delikanlı önündeki zeytinden bir tane alarak, ekşinin verdiği tadı hissetti. Hissettiği birşey daha vardı. Üzerindeki bir çift göz. Tekrar başını kaldırdığında ihtiyarla göz göze geldi.Gözlerinin dolduğunu hissetti, ve kaçırırcasına kapattı.

Bir eliyle astarı sökülmüş cekedini alan ihtiyar kır bıyıklarının altından gülümseyerek delikanlıya doğru geldi.

- Oturabilir miyim evlat?
- Elbette amca, buyur başımızın üzerinde yerin var.

Tahta sandalyeyi küflenmiş zeminde gıcırdatarak çekti ihtiyar. Ardından geçti ve karşısına oturdu delikanlının. Uzun uzun gözlerine baktı ve elini omzuna koydu.. Yıpranmış, yorulmuş, hayatın ağırlığını taşıyan bir eldi sanki.. Delikanlı elin ağırlığını omzunda hissederek başını kaldırdı, ihtiyar sanki bir depremi andıran sesiyle konuşmaya başladı;

- Senin yaşındaydı... Senin gibi boyuda uzundu biliyormusun ?...

Sessizce dinlemekle yetindi delikanlı. O depremden çıkmışcasına titreyen ses ilginç bir huzur veriyordu gönlüne. Devam etti ses;

- 16 sene önceydi. Aslan gibiydi, dağ gibiydi. Sıksa taşın suyunu çıkarırdı..

Tekrar gülümsedi ihtiyar, ama dolan gözlerini gizleme gülümseyişi olduğunu hemen farkeden delikanlı yaşlı adamın alkolün ve sigara dumanınında etkisiyle kırmızılaşmış gözlerine baktı.

- Dünya küçük derler evlat, eğer küçükse ben aslanımı 16 senedir neden bulamıyorum? Neden kaybettim evlat? Yoksa bu kadar mı zalim bu dünya... ?

Verecek cevap yoktu delikanlı için, çareyi kadehini kaldırıp ihtiyarın kadehine vurmakta buldu. 1 yudum daha içmek istemesine rağmen o bir yudum boğazından geçmedi. Yutkunurken zorlanması ihtiyarın gözünden kaçmamıştı.
Adam devam etti ;

- Bak evlat, sende buradasın, bende.. İkimizde şu gözünü sevdiğimin rakısını içiyoruz, cigara ile dansediyoruz... Ben heryeri dolaştım bulamadım aslanımı, ama her akşam bu puslu ortamda, şu gördüğün şişenin sonunda arıyorum onu, ya sen ne arıyorsun ?

Bir an duraksaladı delikanlı.. Neyi kaybetmişti? Kendine bu soruyu sormaktan hep kaçmıştı. Ama ihtiyar karşısında kaçamadı. Titreyen sesi tek kelime söylemeye yetti;

- Kaybettim....

Adam elini tekrar delikanlının omzuna koyarak devam etti ;

- Neyi kaybettiğini bile bilmiyorsun artık değil mi ? Hep eksik birşeyler var ama bilmiyorsun öylemi ?

Yavaşça gözlerini kaldırdı genç adam. Başıyla önündeki bu yaşlı hayat ağacını onaylarken gözlerine daha derin baktı.Kendisi gibi ihtiyarın gözleride maviydi. Ama ne mavi.. Acımasız dalgaların durmaksızın dövdüğü kayaların, güneşte yansımasını andıran bir renk.. Solmuş ve kendini renksizliğin kucağına bırakmış bir mavi... Kimbilir belkide yaşamın her yüzünü görmek böyle yapıyor insanı diye düşündü. İhtiyarın sorusuna evet demek isterken sözlerine boğazındaki hıçkırıklar engel oldu delikanlının.. Adam deprem sesiyle devam etti;

- Ben biliyorumda ne oldu anasını satayım...

Yılların eskittiği yumruğu yavaşça masaya indi. Masaya inen yumrukla irkilen delikanlı, sanki yüreğine gelmiş bir ateş gibi hissetti darbenin şiddetini.

- Ahh ulan ahh.. Aslanımda severdi bir zamanlar biliyor musun ? Çok güzel bir hatuna kaptırmıştı gönlünü..

Gülümsemenin ardından yürekten çıkarmışcasına sesi, devam etti ihtiyar;

- Ahh ulan bu karı milleti yok mu... topuna kibrit suyu...

Genç adamın gülümseyişini gamzeleri belli etmişti. Adam, delikanlıya bakarak güldüğünü görmenin mutluluğu ile devam etti ;

- Pek çok sevmişti aslanım.. Senelerce gezdilerde bir türlü everemedik onları. Tam eşten dosttan borç aldım, evlenecek duruma getirdim, bu seferde nedense koptular.. Etraf çok karıştı.. Heyt be, ne var anasını sattımın şu dünyasında milletin işine karışırlar? Zaten 3 kuruşluk hayatımız var içinde bir litre zehir, iyice zehirleyerek mi mutlu olur mu millet evlat ?

Soruya yine yanıt veremedi delikanlı. Sanki konuşma yeteneğini yitirmiş, tüm hislerini dinlemeye vermişti. Düşlerin hayallerine ulaşırcasına dinliyordu deprem sesli ihtiyarı;

- Bir gece onu burada buldum evlat. oturmuş senin oturduğun yere, gözleri kapanmışcasına içiyordu. Geçtim
karşısına, " söyle bakayım aslanım neyin var? " dedim, ne dedi bana biliyor musun, senin sözlerini... " kaybettim babam, kaybettim.., " ilk önce anlamadım ve sordum " neyi kaybettin koçum " dedim aslanıma, " bilmiyorum babam, birşeyleri kaybettim ama neyi kaybettiğimi ben bile bilmiyorum" deyip sarıldı bana evlat, o gecedir ki ikimizde kör kütük sarhoş olmuştuk...

Delikanlının gözünden akan yaşlara aldırmadan bir bafra daha yaktı yaşlı adam. Biten şişenin yerine gelen yeni şişede çoktan yarılanmıştı.

- Ertesi gece yine gelmiş buraya aslanım, yine ölümüne içip ardından meyhaneciye sarılmış, " babam bırakma beni ne olur " diye yalvarmış, yalvarmışta bir damla gözyaşı akmamış gözlerinden. Ardından da sendelereyek çıkıp gitmiş kapıdan.

Yaşlı adam hıçkırarak devam etti;

- Gece yarısı bir telefon geldi evlat, çalmaz olaydı o telefon, gitmez olaydım o hastahaneye, görmez olaydım
aslanımı yüreği parçalanmış halde. Ertesi sabah karların arasında toprağa kendi ellerimle verdim. Topraktan yastık yaptım aslanımın başı acımasın diyerek. Yumuşacıktı hala bedeni. Gökyüzü sanki yeryüzü ile arasında beni eziyordu evlat! Bu acıyı bilir misin evlat!...

Topallayarak teybe ulaşan meyhaneci dumanlı dağları tekrar çalmaya başlarken ihtiyarın gözlerindeki damlalar tahta masada ufacık bir gölet oluşturmuştu. Sanki zorla söylenen sözler ;

- Evlat, neyi kaybettiğini bir gün bulursan banada söyle, az ilerde zincirlikuyu' ya gideyim, söyleyeyim aslanıma, oda yarım kalmasın. Belki o zaman düzelir herşey...

Sözlerini bitirir bitirmez ceketini sırtına alan yaşlı adam, bedenini zor taşıyan bacaklarına bir güç daha verip ayağa kalktı. " yarin ve yardımcın yaradan olsun evlat " diyip hızla kapıdan çıkarak kayboldu gözden..

Masada kalan bafraya gözlerini diken delikanlı, soğuk bir kış günü suya batmışcasına titredi. Kadehinden aldığı yudum boğazındaki düğümlerden geçmeyerek nefesini tıkadı.. ihtiyar sanki karşısındaymışcasına ;

- Duygularımı yitirmişim be babacım.. Duygularımı... İnsanlığımı.. Attığını hissettiğim yüreğimi kaybetmişim...

Ayağa kalktı hışımla, sanki dünya gözleri önünde takla aldı. Başına bir kova kaynar su dökülmüşcesine sendeledi. Cebinden çıkardığı parayı masaya bıraktı. Ne kadar olduğunu bilmiyordu. Önemide yoktu zaten. Kaybettiklerimi bulmalıyım diye mırıldandı. Zar zor seçebildiği kapıya doğru yürümeye çalıştı. Yalpaladığını biliyordu, ama bunun ne kendisinin nede kimsenin umrunda olmadığının da farkındaydı. Sanki kaybettiklerini bulacakmışcasına, hızla kapıdan çıktı. Ertesi günü kayıplar defterine bir isim daha eklenecekti...
 
Kavuşur muyuz Bilinmez

Yağmurda yere düşen damlaları saymak, yaşananları unutmak kadar kolay değil
Sevgiliyken arkadaş moduna geçmek kolay değil
Üçü beş yapmak ne kadar zorsa seni sen yapmak o kadar zor
Sıradan günlere alışmak uçurtma uçurup balık tutmak veya sessiz roman okumak gibi. Sadece mehtabı izliyorum süzülen dalgalar arasından martıları kesip zıplayan kefallere dalıyorum tüpsüz, vurgun yeme korkusu olmadan çoğu zaman nefesim yetmiyor...oltanın ucundaki yemi yiyip sonra kaçan balıksın beni benden alıp sonra kaçtın.bir şans daha vermeden...
Şarkımızı dinliyorum: baharda bekle beni rüzgara kapılmadan, sandalda bekle beni dalgalara yakalanmadan, evde bekle beni annen baban olmadan, salıncakta salla beni ip kopmadan, ölesiye uçur beni midem bulanmadan, ip atlattır bana ayağım takılmadan, gol attır bana kaleci olmadan, sıkıca sev beni kimseler almadan... ya böyle diyorduk geçen eylülde o günleri fragman gibi yaşamak güzel düşünüyorum da sen ile güzel olmayan bir şey var mı diye tek kelimeyle yok elmamız yarıya bölündü artık sen yiyenin midesine ben ise fazlalıktan dolaba giriyorum sana kavuşur muyum bilinmez....
 
Kavuşmak Dileğiyle

Bu ne yaman çelişkiydi seni deli gibi seviyordum ama sen bu sevgime rağmen benimle sık sık konuşmak istemiyordun. Niye seni sevdiğim halde ve sende beni sevdiğin halde neden konuşmayacaktık. telefonda konuşmuştuk ve bir anlaşma yapmıştık artık haftada bir kere telefonla konuşacaktık sebep ise nişan yüzüğünün takılmamasıydı. Böyle yapmakla kalbimi mahkum ediyor olacaktım. oysa şimdiye kadar kalbimi hep serbest bırakmıştım ta ki gidip Ege'nin nazlı ve güzel kızına aşık olana kadar ama şimdi onu demirlediği limandan çıkarıp kendime mahkum ediyordum
pazartesi saat 14:30 da konuşacaktık bu çok acı vericiydi. Kalbim görüş gününü bekleyen mahkum gibi çaresizce bekliyordu. O an ve o zaman(pazartesi 14:30) bütün dünya onun oluyordu. ve o anda susayan bir çiçek gibi Ege'nin nazlı ve güzel kızını içine çekiyordu.bu durumu ortadan kaldırmak için bir an önce nişan yüzüğünü takmalıydım.kısıtlamaların olmadığı bir zamanda kavuşmak dileğiyle..
 
Kaval Çiçeği Masalı

Çoban Ali, bütün gün dağlarda, bayırlarda koyunlarını otlatır, onlara kaval çalarak vakit geçirirmiş. Çoban Ali doğanın ortasında koyunlarıyla başbaşa olduğu için pek konuşmazmış. Kiminle konuşsun ki? Konuşmaya gereksinim duyduğunda kavalını çıkarır, ona düşüncelerini üflermiş yanık yanık.

Bir gün, durgun bir su kenarında koyunlarını otlatıyormuş. Sırtını çimlerin kenarındaki ağacın gövdesine dayamışken, kavalını çıkarıp üflemeye başlamış. Önce hafiften, sonra uzun uzun çıkıp çevreye yayılmış ezgilerin duygusallığı. Çimler, bu gizemli dizeme uyup uzun boyunlarını sağa sola sallamaya başlamışlar. Rüzgar hafiften esince yardım etmiş onlara. Otlar, çimler, sazlar salınmışlar bir o yana bir bu yana. Papatyalar ve diğer kır çiçekler de katılmışlar onlara. Büyüleyici kavalın sesine uyarak çimler, otlar, sazlar, papatyalar ve diğer çiçekler bir dansdır tutturmuşlar. Bir sağa, bir sola, salınarak, öne ve arkaya yaylanarak.

Çoban Ali, önce hafiften üflediği kavalına biraz canlılık katıp, daha derinden, ta yüreğinin derinliklerinden bir nefes vermiş. Daha yanık, daha duygulu. İşte o zaman kavalın ezgisi daha gür çıkmış. Dizem daha bir gizem ve etkileyicilik kazanmış. Yayılmış tüm doğaya dalga dalga. Ezginin dizemi yayıldıkça uzun uzun, rüzgar gücünü arttırmış, otları, sazları, çiçekleri yalayarak. Bitkiler boyunlarını bükerken rüzgarın okşayışıyla bir o yana, bir bu yana. Rüzgar da keyiflenmiş bu salınmadan. Coştukça coşmuş Çoban Ali'nin büyüleyici ezgisiyle. Sanki Çoban Ali çalıyor, doğa da geçmiş karşısına dans ediyormuş.

Kavalın sesi küçük su birikintisinden de duyulmuş. Önceleri yumuşak uzun dizemler olarak; sonraları coşan, çağlayan duygular olarak. Sudaki yuvasına gizlenmiş uyuklayan küçük bir balık, birden dikkat kesilmiş bu hoş ezgiye. Önce dinlemiş gözlerini yumarak. Sonra coştukça kavalın sesi, duramamış yerinde, dolanmış suyun içinde bir o yana bir bu yana. Kuyruğunu sallamış ezginin dizemi ile. Kuyruğu açıldıkça tül tül suyun içinde, bedenini kıvırdıkça suda ilerlemek, dönmek, dans etmek için, kavalın sesine hayran kalmış.

"Kimdir bu kadar güzel çalan acaba?" diye zıplamış suyun içinden. Kıyıdaki ağaca, sırtını dayamış Çoban Ali'yi görünce, uzaktan kıyıya doğru yaklaşmış süzülerek.

Çoban Ali, kavalına düşüncelerini üflerken, farkına bile varmamış kıyıda çırpınan, zıplayan güzel balığın. Bir an, suya birşey düşmüş gibi ses çıkınca, kavalını üflemeyi durdurup bakmış kıyıya doğru. Olur a, kendi kuzularından biri, su içmek isterken ayağı kayıp yuvarlanmıştır belki suya. İlk bakışta korktuğu gibi bir olay olmadığını görünce merakla su kenarına doğru emeklemiş.

İşte bu anda, sudan fırlayıp havada çırpınan güzel kırmızı balığı görmüş. Küçük balıkmış sesi çıkaran, suya düşerken "cup" diye. Kaval susunca bir an için, rüzgar çiçekleri, otları, sazları okşamayı durdurmuş.

Ezginin dizemiyle dans eden çiçekler, otlar, sazlar durmuşlar birden.

Sessizce beklemişler, "Ne olacak?" diye.

Çoban Ali, elleri üzerinde suya doğru eğilince, içinde bir oyana, bir bu yana çırpınan, kıvrak hareketle dolanan, kırmızı balığı görmüş. Kuyruğunu yayarak tül tül, kıvrılırken suyun içinde, tüm güzelliğini sergilemeye çalışıyormuş küçük balık. Çoban Ali bakmış ki küçük balık sevgi ile çırpınıyor suyun içinde, hemen bağdaş kurup kıyıya, kavalını çalmaya başlamış. Her zamanki gibi önce incecikten yavaş yavaş, sonra coşarak, yüreğindeki sevgiyi yansıtarak üflemiş. Kavalın sesi coştukça, çimler, otlar, çiçekler ve sazlar da başlamışlar salınmaya. Ezginin dizemine, gizemine ve coşkusuna uygun olarak, önce ağır ağır, sonra hızlanarak, dalga dalga.

Bir yanda suyun içindeki balığın kıvraklığı, bir yanda bitkilerin salınımı, bir yanda Çoban Ali'nin kavalından çıkan ezginin büyüleyici duygusallığı, yayılmış doğaya perde perde...

Kuşlar gelmişler cıvıldaşarak ağacın dallarına. Kuzular melemişler arada ezginin dizemine uyarak. Tüm doğa ezginin duygusallığını yaşayarak çalkalanmış kıvrıla kıvrıla...

Çoban Ali bakmış ki doğa dans ediyor kavalını çalarken; O da kendini kaptırmış bu dansa ve daha canlı, daha içten üflemiş kavalını...

Günler haftaları, haftalar ayları kovalamış. Çoban Ali ve sürüsü gelirken su kenarına, koyunların çıngırakları ile kuzuların meleyişleri duyulunca uzaktan, çimler, otlar, çiçekler, sazlar kucaklaşırmışlar sevinçten. Kuşlar doluşurmuş ağacın dallarına. Doğa hazırlanınca büyük şölene, suyun kenarına bağdaş kurup kavalını çıkarırmış Çoban Ali. Daha ilk ezgi süzülürken kavalın deliklerinden suda bir kıpırdanma başlar, küçük kırmızı balık fırlayarak suyun içinden, "Ben de hazırım" dermiş. Çoban Ali çalmaya başlayınca kavalını; gözlerini kapar, içinin güzelliğini üflermiş derinden...

Bir gün bakmış ki küçük balık kırmızı yüzünü sudan çıkarmış, kara gözleri ile öylece hareketsiz bakıyor. Dayanamamış onun bakışlarına. Çoban Ali belki de aylardır ilk kez dudaklarını kıpırdatıp:

- Çok mu seviyorsun?

- Evet aşığım.

- Ümitsiz bir aşk o zaman seninki.

- Olsun ama çok güzel.

- Nasıl anlıyorsun geldiğimi?

- Çimler hışırdıyor, çiçekler fısıldaşıyor, kuşlar cıvıldıyor, bir hareket geliyor doğaya. Toprak ve su bile etkileniyor. Ben de yuvamdan çıkıp yanına kadar geliyorum ezginin eşliğinde, dans ederek.

- Çok güzel yüzüyorsun.

- Fark ettin demek.

- Hele kuyruğunu açınca, gelin duvağı gibi oluyor.

- Kuyruğum çok güzeldir.

- Aslında her şey çok güzel. Kara gözlü kıvırcık tüylü kuzular, ağaçlarda kıpırdayan küçük kuşlar, salınan, dalgalanan çimler, çiçekler, fısıldaşan sazlar, çimenlerin arasında serpişmiş beyaz papatyalar, şu içinde yüzdüğün duru su, karşıdaki dağlar, ıssız tepeler... Hepsi çok güzel.

- Doğa katıksız olunca çok güzeldir.

- Görmek isteyene.

- Evet.

- Ben de bu güzelliğin içinde çalıyorum kavalımı.

- En güzel sevgiyi yansıtarak.

- Gözlerimi yumup içimden geldiği gibi.

- Yalnız içinden geldiği gibi değil bence. Ben o ezgilerde duygularını, sevecenliğini de duyuyorum. Sanırım diğerleri de benim gibi.

- Çok mu seviyorsunuz benim ezgilerimi?

- Evet. "İşte doğanın aşkı" diyoruz sen gelirken.

- Herkes, herşey aşık mı sence?

- Evet.

- Ben de aşığım. Doğaya. Onun katıksız güzelliğine...

Çoban Ali, kavalı yine dudaklarına ***ürüp yavaştan üflemeye başlamış. O güzelliği anlatmak istercesine, nefesini öyle kullanmış, öyle güzel ezgiler çıkmış ki kavaldan, tüm doğa büyülenmiş, karşısına geçip dans edip oynamışlar hep birlikte.

Küçük balık kah başını suyun yüzünde tutarak, kah sağa sola kıvrılıp, kuyruğunu sallayarak, eşlik etmiş ezginin dizemiyle dans eden doğaya. Onun çırpınırken ürettiği kıpırtılar, yavaş yavaş sevgisini ve aşkını yaymışlar suyun üstüne. Halka halka, dalga dalga...

Çoban Ali her gün, koyunları otlamaları için yayınca, suya eğilir, balıkla konuşur dururmuş. Bu konuşmalar çok uzun sürdüğü için eskisi kadar çok çıkmaz olmuş kavalın sesi. Ne yapsın Çoban Ali, hem konuşup hem de kaval çalamaz ki. Sabırla kavaldan çıkacak ezgiyi bekleyen doğa, kaval sesinin gecikmesine tepki gösteriyormuş. Rüzgar hızla eserken, ağacın yaprakları arasında soğuk ıslık çalıyor, çiçekler ve çimler yerlere kadar eğilip onun hırçınlığından kaçıyormuş. Çoban Ali aldırmadan çevrenin tepkisine, sevgisini konuşurmuş küçük balıkla. Mutluluk içinde...

Küçük balık sevildiğini gördükçe daha neşeli, daha kıvrak çırpınırmış suyun içinde. Balık yorulunca konuşmaktan, Çoban Ali'den kavalını çalmasını istermiş. O zaman Çoban Ali, suyun kenarına bağdaş kurup üflermiş kavalını. Sevgi konuşmaları ile mutluluğu yaşamış olan Çoban Ali, çalınca kavalını, tüm doğa, yine dans ederek katılırmış ezgiye. Eskisinden daha canlı, daha içten. Buralara hiç kış gelmiyor, doğa hep yeşil ve neşe dolu yaşıyormuş tüm coşkusuyla...

Bir gün, koyunları ile su başına doğru ilerlerken Çoban Ali, karşı yönden patikadan, kendine doğru gelen bir adam görüvermiş. Keskin gözleri, adamın niçin buralarda olduğunu hemen anlamış.

Daha uzaktan omuzunda asılı duran oltası ile bu adamın bir balıkçı olduğunu görmüş. Balıkçı, sabahın erken saatlerinde buralara gelmiş, balık avlamak için. Çoban Ali'den de erken...

Balıkçı omzuna dayadığı oltası ile ıslık çalarak, sallana sallana gelirken kendine doğru, ürkerek bakmış Çoban Ali. Balıkçı yanından geçerken yüreği hoplamış birden. Göz ucuyla korkarak baktığında, oltanın ucunda sesizce süzülüp duran, kendisinin çok iyi tanıdığı, sevgisini paylaştığı küçük kırmızı balığı görmüş. Küçük balık, yakalandığı otlanın ucunda, açık ağzından asılmış, çırpınmadan, sesizce uzanıyormuş. Hareketsiz tül gibi uzayıp giden kuyruğu, kocaman açılmış, bağıramayan, çığlık atamayan ağzı, donuk gözleri ile ölümün, bitmiş bir yaşamın sessizliğini yayıyormuş çevreye.

Ama balıkçı mutlu, yakaladığı avın keyfi ile dudaklarını büzmüş, gönlünce ıslık çalıp duruyormuş. Çoban Ali'nin gözleri doluvermiş birden. Yanaklarından aşağıya süzülüvermiş yüreğinin acısı, sicim gibi... Gözleri buğulu, hızlı adımlarla, koşarcasına yürümüş suyun başına doğru, bir umutla. Ola ki, balıkçı bir başka balığı tutsun. Kendi sevgi dolu balığı yaşıyor olsun. Suyun kıyısına gelince, hemen çömelip suya doğru, gözleri ile küçük balığını aranmış...

Rüzgar hafiften esiyor, çimler, çiçekler, ağaçlardaki yapraklar bile kıpırdamadan sessizce bekleşiyormuşlar. Kuşlar gelmeye başlamış sessizce. Fazla gürültü, patırtı yapmadan. Küçük kanat çırpıntısı ile dallara konup bekleşmişler. Çoban Ali, ağlamaklı bir sesle, suya doğru seslenmiş, sevgisini dile getirmiş,

"Belki küçük balık duyar da çıkar" diye. Oltanın ucundaki bir başka balık olsun, kendi küçük balığı sudan çıksın,

"Korkma ben buradayım" desin diye, beklemiş. Gözlerinden yaşlar akarken, suyun yüzeyi öylece durgun ve sesiz kalmış. Ne bir kıpırdanma, ne bir dalgalanma...

Çoban Ali kavalına sarılmış hemen. "Belki, duymadı geldiğimi" diyerek en yanık, en içten ezgiyi üflemeye başlamış ağır, ağır. Yalnızca doğa, rüzgarın da etkisiyle sızlanmış yavaşça. Yanık kaval sesi, dalga dalga yayılırken doğaya, çimlerin, çiçeklerin arasından dolana dolana dolaşırken dağları bayırları, küçük balığı, onun sevgisini fısıldamış ağlayarak. Doğa da sızıyla dinlemiş kavalın acı dolu ezgisini...

Çoban Ali unutuvermiş koyunlarını. Aşkam olunca koyunlar, hüzünlü çobanı dağda bırakıp kendiliklerinden dönmüşler köye, ses çıkartmadan. Çoban Ali, su başında öylece kalmış…

Dizleri üzerinde, ağzında kavalı, susmadan üflemiş yüreğinin tüm acısını. Onun ezgileri yankılanmış gecenin karanlığında...

Yıllar sonra buralara gelen insanlar, sessiz doğanın güzelliğini görüp, su başındaki ağaca sırtlarını dayayarak oturduklarında, gözlerini kapayınca ağacın yapraklarının birbirine sürterken çıkarttığı sesi, bir ezgiye benzetmişler. Çimler, çiçekler, suyun kenarındaki sazlar bu sese ayak uydurup salınarak dans edermişler. Kuşlar da bir başka öter, yanık yanık ezgilerle Çoban Ali'nin sevgisini yansıtırmış durmadan. Su kenarında, daha önce hiç görmedikleri bir kırmızı çiçek salınırmış bir o yana, bir bu yana...

Bu çiçek, insanlara çok değişik gelirmiş. Kimse onun gibi bir çiçek görmemiş o güne kadar. Yapraklarının uçlarında püsküller varmış. Tül tül uzanan, rüzgarla dalgalanan kıvrılan püsküller. Çiçek, uzun ince bir boruyu andırıyormuş. Üzerinde siyah noktalar varmış dizi dizi. Çiçeğe şöyle bir dikkatle bakınca kavala benziyormuş. Rüzgar estikçe çiçek kıvrılıyor, sallanıyor, çevreye bir ezgi yayılıyormuş kaval sesini andıran.

İnsanlar bu çiçeğe "Kaval Çiçeği" demişler. Kaval çiçeği, yalnız bu su başında bulunurmuş. Nereye ***ürseler, nerede yetiştirmeye çalışsalar olmamış. Yalnız bu su başında, kendi kendine yetişmiş, büyümüş. Kışın yaprakları dökülür, çiçeği kurur, bir çalı gibi dururmuş suyun kenarında. Bahar gelince, doğa uyanırken, o da uzun kış uykusundan silkinir, renklenip çiçek açar, bol yeşil püsküllü yapraklarıyla Çoban Ali'nin ezgilerini çalarmış, doğa dans etsin, baharı kutlasın diye...

Bir duygu düşünün; Çok kutsal olsun. Ona saygınız ve sevginiz sonsuz olsun. Birden karşınıza çıkan bir olanak, size herşeyi unutturabilir. Onun peşinde gidiverirsiniz. Bu tuzağa yakalanırsınız. Ne kaybersiniz? Çok. Belki de herşeyinizi...

Balıklar öğrendiklerini en çok 14 saniye saklayabilirmiş. Sonra her şeyi unuturmuşlar. Bazen biz de öyle yapmıyor muyuz?

Herşeyi unutup bir şeyin peşine takılıp gitmiyor muyuz? Bu durumda bıraktıklarımız nelerdir? Sonunda elimizde kalan çoğunlukla, o kutsal duygunun izleridir. Bu anılar sonsuza değin sürüp gider. O duygu kaybolmaz. Biz ise yok olup gitmişizdir.

Acaba hep böyle mi olmalı? Bizler yanılgının bedelini hep yaşamla mı ödemeliyiz? Bana kalırsa en az bir kez daha şans tanınmalı. Ama, ee yazık ki, gerçek böyle değil işte.
 
Kararsızlık denizinde bir damla.

Evet sevgilim uzun zamandir kararsizlik denizinin içinde çirpinip duruyorum.Kararsizligim ve ben artik bütünlesmisiz sanki.Ne o beni ne de ben onu birakamiyoruz.Senden ayrildigimdan beri böyleyim aslinda.Ney nasil yapmam gerektigine,ne yapmam gerektigine bir türlü karar veremiyorum.Birçok insan var etrafimda sevebilecegim...Hatta beni senin beni sevdiginden çok daha fazla sevebilecek,bana hiç düsünmeden ömrünü adayabilecek insanlar var.Ama olmuyor!Dogru olanin hangisi oldugunu birtürlü bilemiyorum,anlayamiyorum!Karsiliksiz sevginin sonu yok daha dün sana artik seni bir dost gözüyle sevecegimi söylerken bile kararsizliklar içinde yitip gidiyordum...Ama en sonunda söyledim ve herzamanki gibi yine pisman oldum!Sikildim artik sevgilim...Senden ayrildiktan sonra sürekli yanlislar yapmaktan ve yaptigim yanlislarin ardindanda kararsizliklar ve pismanliklar içinde kivranmaktan sikildim.

Bazen öyle bir noktaya geliyorumk ki solugum tükeniyor,bedenim,ruhum,kalbim ayni anda isyan etmeye basliyor!Iste o zamanlarimda delicesine haykirmak ve nefesim tikanana kadar hiçkira hiçkira aglamak istiyorum.Yardim dilenebilecegim hiçkimsem yok.Benim tek dostum,sirdasim,yol göstericim sendin artik hiçkimsem yok!Kalabaliklar arasinda yapayalnizim sevgilim,sensiz kimsesizim.Binlerce insan var etrafimda derdimi dinlemeye,acimi paylasmaya hazir ama olmuyor iste.Kim yardim edebilrki bana?Kimin elinden birsey gelir?Ya da kimin gücü yeter beni bu kararsizlik denizinin içinde bogulmaktan kurtarmaya?Yetmez iste sevgilim..Sen gittikten sonra da beni hayata tekrar döndürmeye hiçkimsenin gücü yetmedi zaten...

Evet senden sonra da asklarim oldu eger merak ediyorsan!Asklarim ve ayriliklarim oldu bir sürü ...Kendi kararsizliklarimin bedelini ödetip aci çektirdigim insanlarda oldu elbet.Ama inan bana hiçbirini de bilerek yapmadim,hiçkimseyi üzmek,kirmak istemedim ama onlar israrla yaklastilar bana,bei degistirebileceklerini,yeniden hayata döndürebileceklerini umud ettiler ama sonuç hep hüsran oldu iste!Bazende ben yaklastim bazilarina belki beni kurtarabilirler,belki bu sefer mutlu olabilirim umuduyla...Ama nafile!Üç gün bes gün ve sonrasinda her zaman oldugu gibi herseyde,her sözde seni aramaya baslamalarim!Ve tüm bu kararsizliklarin,ayriliklarin ardindan yine içine düstügüm kararsizligim...Sokaktaki her sesi sen sanisim,her telefonu sensin diye açisim,her ayak sesine belki gelmissindir diye kosusum...Ve nihayet yine; Ben,karsiliksiz sevgim,acilarim,kararsizligim ve pismanliklarim...

Yalniz degilim aslinda. Baksana bana senden kalan birçok dostum var iste!Tabii gözyaslarimida unutmamak gerek...Onlar benim en vefali dostum.Onlar beni bir tek gece bile yalniz birakmayan dostum...Ve sonra uykusuz gecelerim var tabii.Günes dogana kadar bana bikip usanmadan yoldaslik eden sokaklarin sonuz karanligi var!Anilarin var bana senden kalan,yataga her uzanisimda uykuya dalmadan uzun uzun düsündügüm anilarimiz var.Ve içimdeki sonsuz sensizligime inat birazcvik bile azalmayan bu deli sevdam var...Görüyormusun sevgilim?Sen beni birakip gitmis olsan bile ben yalniz degilim aslinda.Sen gittin ama birçok acimasiz fakat acimasiz oldugu kadarda vefali dost biraktin ardinda...
 
Karaman'ın Koyunu Sonra Çıkar Oyunu

243 senesi Kösedağ savaşından ve bozgunundan sonra, Selçuklu ordusu çekilmiş, Moğol ordusu yer yer Anadolu’yu istilaya başlamıştı. Moğollar Müslüman olmadıkları için, Müslüman Türklere karşı çok düşmanca hareket ediyorlardı. Kuvvetçe çok üstün durumda bulunuyorlar ve her savaşta galip geliyorlardı. Konya’yı istila ettikten sonra, Kerimüddin Karaman Bey zamanında Karaman’ın üzerine yürüdüler. Tarih takriben 1258 sıraları idi. Karamanoğlulları telaşa düştüler. Zira Moğollar direnen yerlerde halkı kılıçtan geçiriyorlardı. Ne yapıp yapıp, bu putperest Moğolları yenmek lazımdı. Karamanlılar basit bir harp hilesi düşündüler. Netice de Moğollar baskın yapacaklardı. Moğol ordusu Konya üzerinden Karadağ’a doğru ilerliyorlardı. O tarihte Karadağ ormanla kaplı idi. Karaman askerleri koyun postuna bürünerek, bir koyun sürüsünün arasına karıştılar. Sürü ile birlikte Moğol ordusuna doğru yaklaşmaya başladılar. Moğol ordusu, sürüyü gasbetmek, yiyip içmek için bir kaç koyun yakalayıp! kestiler, kızarttılar ve içkiyle beraber yemeye başladılar. Tam sızdıkları sırada, koyun postuna bürünen Karaman askerleri üzerlerindeki postları atarak, Moğolların üzerlerine çullandılar. Bir yandan da ormanda gizlenmiş bulunan esas ordu, Moğollara hücum etti. Bütün Moğol ordusu orada yok edildi. Tek tük kaçıp kurulabilen Moğollar da etrafa bu deyimi yaydılar.
 
Kara Kurbağa ve Mavi Gözlü Çocuk

Karakurbağa yirmi yedi ocak gecesi şehrin kuzey yakasındaki evini terkedip gitti. O gece şehirdekiler, karakurbağanın neden vıraklamadığını düşünüyorlardı. Şehre doğru vıraklayan kurbağa göçmeye karar verdiği gün susmak zorunda kalmıştı. Yosun yatağını, ıvır zıvır eşyaları toparlayarak nehir kıyısına yüzdü. Büyükçe bir nilüfer yaprağına veda mektubunu yazdı.
Yirmi sekiz ocak sabahı, meraklı birkaç adam kurbağayı aramak için yola koyuldular. Adamlardan biri su ürünleri uzmanıydı. Diğeri tankerlerle evlere su taşıyan bir firmanın sahibi. Bir diğeri de çevreyi koruma derneği kurucu üyesi.
Karakurbağanın veda mektubu şehrin büyük meydanında halka karşı okundu. Herkes gözyaşları içinde çılgınca alkış tuttu. Müzeler genel müdürü bu kıymetli bir vesikadır diyerek mektuba el koydu. Onu büyük bir cam fanus içinde turistlere göstermek istiyordu.
Hiç kimse ama hiç kimse kurbağanın nereye gittiğini merak etmemişti. Çirkin, zavallı ve kaygan karakurbağa kimin umurundaydı.
Yıllar sonra mavi gözlü bir çocuk, müzeyi gezerken veda mektubunu gördü. Babasına nilüfer yaprağının niçin müzeye konulduğunu sordu.
Baba, o bir mektuptur dedi. Karakurbağanın göçünü anlatıyor. Okursan daha iyi anlarsın. Mavi gözlü çocuk mektuba eğildi ve okumaya başladı ; ‘’Bana şehre doğru vıraklayan kurbağa adını siz verdiniz. Yıllar var ki nehrimi kirletmemeniz için haykırıyorum. Artık evimi terketmek zorundayım. Size yalnızlığı, kirletilmiş güzellikleri ve sunî alışkanlıklarınızı bırakıyorum. İçimde saklı kalan binlerce satır var.
Vıraklamak nedir bilemezsiniz. Bizim de gönlümüzce ağlamaya, anlamaya, yaşamaya hakkımız var. Bunu bilemezsiniz. Ben sizin halinize ağlamıyorum. Evimi terkedeceğim, onun için üzülüyorum.
Bu nehrin anlamı, yosun bağlamış kurbağa yuvalarında saklıdır.Sizin gözleriniz mavi. Ama benim nehrim kahverengiye çalıyor. İçinizde bir kurbağa barındıramayacak kadar küçüldünüz.. Nehir akıp giden bir yoldur. Asırlardır bu yolu izliyor atalarımız. Yosun bahçelerinde büyüyor çocuklarımız. Kirli nehir, solmuş beyaz bir gül gibi dağılır gider. Siz hiç güneşin misafir olmadığı karanlık bir yuvada yaşamak ister misiniz ? Ben istemem Yine de ağlamayacağım. İçinizdeki nehirleri soldurmuşsunuz, benim nehrim solmuş ne çıkar.
Mavi gözlü çocuğun içi burkulmuş, gözleri dolu dolu olmuştu. Babasına döndü sorular sormaya başladı ; İçimizdeki nehrin anl***** öğrenmek istiyordu.
Bütün ısrarlarına rağmen baba, soruları cevapsız bıraktı. Doğrusu ne diyeceğini bilememişti.
Mavi gözlü çocuk karakurbağanın neden göçtüğünü anlamak istiyordu. Söylemek istediği önemli düşünceleri vardı. Son bir kez daha babasına döndü ve ‘’içimdeki nehrin kurumasını istemiyorum’’ dedi. Hem hiç bir kurbağa nehrini terketmesin. Ya da benim gözlerim mavi olmasın.
 
Kara Erik, Çağla

Harput’ta yaşantı artık tek düzelikten çıkmıştır. On dokuzuncu asrın sancılı günleri en acımasız ve en tipik tarihi olaylarıyla yaşanmaktadır. Henüz harbin yaraları çok tazedir ve yaralar kanamaktadır. Yıllar yılı debdebelerle geçmiş olan Harput yaşantısı üzerine bir kâbus çökmüştür. Birkaç yıl öncesine kadar hiç kimse ne olup bittiğinin farkında değildir.Bir İmparatorluğun bitişine şahit olduklarının bilincinde değillerdir. Ne Harput ve ne de Harputlular , Harput’un bittiğini gün be gün tükendiğini yeni yeni fark etmektedirler. Her geçen gün Harput’ tan bir şeyler kopartmakta, bir şeyler ***ürmektedir. Harput ahalisi, yavaş yavaş Mezra’ya bir göç telaşı içine girmişlerdir. Dünya Sosyoloji tarihinde eşine ender rastlanılır olaylar Harput’ta cereyan etmektedir ki, kocaman bir şehir ahalisi evlerini kendi elleri ile yıkıp, aşağıdaki ovaya, mezraya göç etmektedirler. Hiç kimse de bu işe akıl sır erdirememektedir. Bazı devlet memurları da, tayin isteyip gitmektedirler.
Rahmetli babam Yusuf BİCAN, o yıl on altı yaşındadır.
Harput’ta bu göç hareketi sürdüğü sıralarda, babam da düzenli olarak atı ile mezraya gidip, işlerini halledip tekrar Harput’a dönmektedir.

O yıllarda yaşanan bu sevda olayını, babam bir arkadaşına anlatırken dinleyip şahit oldum. Babamın çok sevip saydığı Hamedi’li Veli Efendi adında bir arkadaşı vardı. Onun için, ‘Veli, insanın namusunu emanet edebileceği bir dosttur.’ derdi. Veli Efendi bir gün babamı ziyarete gelmişti. Evimizin bahçesinde oturuyordu. Annem çay yapmış, ben ise çayları dolduruyordum. Tarih 25 Nisan 1966, -iki gün önce 23 Nisan Bayramına katılmıştım, oradan hatırlıyorum- erikler çiçek açmıştı.

Veli efendi, erik çiçeklerine bakarak “Yusuf, bu kaçıncı erik çiçekleri?” deyiverdi.
Babam, “Kırk yedi...” derken gözlerinden bir damla yaş düştü. Şaşırmıştım, babam durduk yere neden hüzünlenmişti.
Veli efendi, “Hele anlat, nasıl olmuştu o iş?” dedi.

Babam anlatırken sanki ben orada yokmuşum gibiydi. O sadece Veli efendiye anlatıyordu. Çünkü çocukların yanında aşk meşk hikayeleri anlatılmazdı. Çok merak etmiştim. İyi ki de dinlemişim. O gün çok hoşuma gitti. Hiç ama hiç unutmadım. Bundan sonrasını babam şöyle anlattı.

“Veli, yaşım atmış üç oldu. Olayın üzerinden kırk yedi yıl, evet, tastamam kırk yedi yıl geçti. Erikler, tam kırk yedi kere meyve verdiler, çoğu kuruyup gitti.
Her günkü gibi, bizim beyaz ata binmiş Mezra’ya gidiyordum. Harput’un çıkışındaki çıkmalı evin pencere camı birkaç kere çalındı. Hem de o kadar şiddetli ki, cam kırılacak gibiydi. Bakıp bakmamakta tereddüt ettim. İçimden bir ses, dönüp bak, dedi. Dönüp bir baktım ki, ne göreyim, bir ay parçası, bir huri kızı, başından oyalı yazması kaymış, bir çift yeşil gözle gülüyor. Eliyle ‘gel gel!’ diye de işaret ediyor...
Deli olacağım. Sabahın bu vaktinde rüya mı, hakikat mi farkında değilim. Harput gibi bir yerde, çok ender rastlanabilecek bir durumdu. Bir kızın böyle serbest, böyle özgürce hareket etmesi pek normal karşılanmazdı...
Yaklaştım atı pencerenin altına çektim. ‘Yusuf!’ dedi. Adımı bile biliyordu. Ama ben, daha önce onu hiç görmemiştim. Gözlerim, gözlerine takılı kalmıştı. Dilim tutulmuştu. O konuşuyor, ben dinliyordum. Ama cevap veremiyordum. Nutkum tükenmişti. İçine düştüğüm o iki yeşil göz, beni esir almıştı. Kız, sarı ipek saçlarını da hiç gizlemiyordu. O an, o sarı ipek saçların bir ömür boyu, boynuma dolanıp kalacağını bilmiyordum. Dalıp gitmiştim...
‘Yusuf, al sana bir kara erik yolda yersin’ dedi. Eriği aldım. Erik değil, sanki gökteki dolunayı bana vermiş gibiydi. Alıp mendilimin içine koydum.
Sonra ‘Yusuf, beni buradan al. İstersen dünyanın ötesine gelirim. Ama beni mutlaka al. Yeter günlerdir yolunu beklediğim. Dün gece uyumadım, bekledim sabaha kadar .Uykuda kalırsam seni göremem diye çok korktum...’ dedi.
Sadece, ‘Peki peki, tamam...’ diyebildim.
Ah bu cahil kafam, niye acele edip de, o gün alıp gitmedim. O gün Mezre’ye de gitmedim. Atımı eve çevirdim.
Meydan mahallesine bir rüzgâr gibi girdim. Anam, Pembe Hanım, pencereden görüp korkmuş. Yusuf niye böyle telaşla erkenden geri döndü diye. Hemen aşağıya, kapıya inmişti, ‘Oğlum, hayrola. Bu halin ne böyle?” dediğini duyar gibiyim. ‘Ana’ dedim ‘gir içeri kapı ağzında anlatamam. Ben bittim.’ Anamın gözleri büyüdü birden. ‘Hayrola ne var oğul’ dedi. Bir solukta olanı biteni anlattım. Anam kahkahalarla gülmeye başladı. Ben bu defa anama kızıyordum. İşin ciddiyetini anlamamış gibi davranıyordu. ‘Ana, gülmeyi bırak. Eğer o kızı yarın bana istemezseniz şu Harput Kalesi var ya; giderim, oradan kendimi aşağıya atarım. Bütün Harput da bana ağlasın, sen de ağla.’ dedim. Anam, ‘Delisin sen.’ dedi. ‘Bir kız için insan kendini kaleden mi atarmış; o kız senin gadan ala oğul, bir çaresine bakarız.’ derken işin ciddiyetini de anlamıştı. Anam da, ben de, sabaha kadar yatamamıştık. Anam endişe duymuştu. Bense hayaller ülkesindeydim. Sabaha kadar düğünümüzü hayal ettim. ‘Yusuf beni buradan al!..’ sözü sabaha kadar kulaklarımda çınladı durdu.
Anam konuyu babama açtığında, babam pek önemsememiş. Kızın ailesini, babasını çok yakından tanıdığını, memur Mehmet Efendi’nin kızı olduğunu, bize de münasip bir gelin olabileceğini belirtmiş. Lâkin işlerinin o günlerde çok yoğun olduğunu; Halep’e külliyetli miktarda gön ve tabaklanmış hayvan derisi göndermesi gerektiğini, askeriyenin ayakkabı ihtiyacının çok önemli olduğunu falan söylemiş.
Bense, bu arada, geçen üç günümün, üç asır gibi geçtiğini biliyorum, ama sonradan bir ömre bedel olacağını bilmiyordum.
Dördüncü gün; babamın yüzüne bakarak -o devirde bir evlât babasına böyle bir konuda asla bir şey söyleyemezdi- ‘Baba, benim işim ne oldu?’ dedim. Babam, şöyle cevapladı: ‘Galiba geç kaldık. Mehmet Efendi’nin tayini Payitaht’a çıkmış. Üç gün önce gitmişler...’
Gök kubbe başıma düşmüştü. Başım dönüyordu. Yine dilim tutulmuştu. Öylece babamın yüzüne bakıyordum. Babam durumumu görünce sarsıldı. ‘Demek bu kadar önemliydi.’ dedi. Yüzümü öptü. ‘Sana çok daha güzel bir eş alacağım, merak etme; unutursun bu günleri, sonrada gülersin haline.’ diyerek elimden tutup yukarıya çıkardı.
Divanın üstüne abanmış ağlıyordum. Babam ‘Hiç görülmemiş bir şey...’ dedi.
Babamın cevabı kulaklarımda çınlıyordu; ‘Onlar gitti, şimdi üç günlük yoldalar...’.
Üç günlük yol nedir ki, bilmiyordum. Sandım ki, dünyanın öteki ucuna gitmiştiler. Oysa, olsa olsa Kömürhan Köprüsü’nü ya geçmiştiler, yahut oradaydılar. Bu günkü aklım olsaydı, gider bulurdum onu. Niye biliyor musun? Ben ona söz vermiştim. O bana gönül vermişti. Ama o gerçeği bilmiyordu. Bilmeyecekti. Mutlaka intizar etmiştir bana.”
Cüzdanından bir kara erik çekirdeği çıkardı. “İşte bana bu kara eriği vermişti. Eriği yemeye kıyamadım .Mendilimin içinde çürüdü. Sadece çekirdeği kaldı. Askere giderken de yanım da ***ürdüm. Tam yarım asır geçti. O nerededir şimdi? Veli kardeş, bir haber alsam, bilsem yerini, gider bulurdum. Dayayıp dizlerine başımı, derdim ki: ‘Ben sözümde durdum. Babamın da kastı yoktu. Sizin gideceğinizi nereden bilecektim...”
Bu olay Harput’ta duyulmuş. Babamın arkadaşları “O eriği niye yemedin?” diye yıllarca takılıp, şaka yaparlarmış. Anlayacağınız dile düşmüş, halk ona bir de türkü yakmış, o gün bugündür bu türkü dillerde söylenir durur.
“Kara erik çağala, ye ki yaran sağala”

On altı yaşında yaşadığı ve asla unutamadığı bu olayı, elli yıl sonra anlatırken gözlerinin yaşardığını gördüğümde hayret etmiştim. Hakikaten eskinin aşkları başkaymış. Şimdi, kendisini de, yaşadığı büyük aşkı da saygı ile anıyorum...
Bu olayı anlattıktan bir yıl sonra babam vefat etti. ‘Kara eriğin çekirdeği’, hâlâ cüzdanındaydı. Sonra ne oldu, ben de bilmiyorum. Ona ve Harput’un bağrında yatan tüm dostlara Tanrıdan rahmet diliyorum.
Derler ya: ‘Harputlu severse tam sever. Harput’un sevdaları bir ömür sürer.’
Bu vuslata ermemiş sevda da, bir ömür sürmüş meğer...
 
Kanun Adamı

Mübaşir tıklım tıklım dolu olan salona dönerek “Hakim John Ross başkanlığında duruşmaya başlanacaktır, herke ayağa kalksın” diye bağırdı. Kürsünün arkasındaki kapı açıldı, hakim John Ross ve dört yardımcısı yerlerini aldılar. Hakim eliyle işaret ederek oturabilirsiniz hareketini yaptı. Şimşir tokmağını takuzuna üç defa vurarak salonu sükunete davet etti, gür sesi ile “Lütfen, herkes sussun yoksa salonu boşaltmak zorunda kalacağım” dedi. Bir anda salon büyük bir sessizliğe gömüldü.
Sanık sandalyesinde yirmibeş ile otuz yaş arasında bir adam, iki polis arasında oturuyordu. Genç adamın bu beşinci duruşmasıydı.Suçlanma sebebi ise yirmidört yaşındaki karşı komşusu Jennifer Bis’i tahammülden öldürmekti. İddia makamı savcı, daha birinci duruşmasında gösterdiği deliller ile id***** istemiş, jüri de adamı suçlu bulmuştu ancak Irwing Been yapmış olduğu bir üst mahkeme müracaatıyla alacağı cezanın kesinleşmesini dört defa erteletmeyi başarmış, bu durum karşısında da hem basının hem kamuoyunun ilgisinin daha da artmasına sebep olmuştu. Her duruşma bir evvelkinden daha fazla kalabalık olmaya başlamıştı. Bir üst mahkemeden gelen son cevapta bu duruşmanın son olup cezanın kesin hükme bağlanıp uygulamaya başlanması yolundaydı.
- Bay Been lütfen ayağa kalkın, size yüce mahkememizin hakkınızda vermiş olduğu kararı okuyacağım. Hakkınızda verilen bu karar, jüri üyelerinin ve hakimler kurulunun ortak almış olduğu karardır ve temyiz yolu kapalıdır. Bu arada sizi tebrik etmek isterim, zira bundan evvel dört duruşmada da verilen kararı erteletme başarısı gösterdiniz. Savcılık ve dinlenilen şahitlerin ifadelerine göre, suçunuz sabit görülmüş olup ömür boyu hapse mahkum oldunuz. Bu mahkumiyetinizi eyalet hapishanesinde geçireceksiniz, ayrıca kamu hizmetlerinden faydalanamayacaksınız. Duruşma bitmiştir, mahkumu ***ürebilirsiniz.
İki polis eşliğinde cezaevine geldiğinde onu önce soyup banyo yaptırdılar sonra hapishanenin özel elbise ve ayakkabılarını verip 547 nolu hücresine ***ürdüler. Bu hücre bundan böyle ömrünün sonuna kadar geçireceği altı metrekarelik bir odaydı. Uyuşturucu iğne yapılmış gibi duyguları ve beyni körelmiş, hiçbir şey hissetmez olmuştu. Ne olmuştu da bu duruma düşmüştü.
Mutlu bir ailesi vardı. Ailenin tek evladı idi. Babasının bir marangoz atölyesi vardı, annesi ise ev hanımıydı. Çocukluk yılları oldukça mutlu geçmişti, kolejden sonra avukat olmak için hukuk fakültesine gitmek istiyordu, nitekim bunu başardı da. Babası kalpten öldüğünde hukuk fakültesi birinci sınıftaydı fakat babasının ölümünden sonra annesine bakmak için tahsilini bırakmak zorunda kalmıştı. Long Island da kendilerinin olan tek katlı bir evde yaşıyorlardı. Dostlarının yardımıyla bankada bir iş bulmuştu. Been oldukça yakışıklı sayılırdı, atletik vücutlu, 1.77 boyunda, yüz hatları narin ve kibar görünüşlü idi. Okul yıllarında hocaları dahil bütün sınıf ona hayrandı, kızlar onunla çıkmak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Annesi babasının yokluğuna ve acısına dayanamayıp iki sene sonra ölmüştü, şimdi hayatta tek başına kalmıştı, bir dayısı vardı o da Kanada’da yaşıyordu.
Cinayet günü karşı komşusu Jennifer Bis bankaya gelmiş, doğru onun bankosuna yönelmiş, para çekmek istediğini söylemişti. Jennifer’ın annesi, babası ve kocası bir uçak kazasında ölmüşler, hava yollarının verdiği tazminatla hayatını sürdürüyordu. Oldukça güzel, uzun boylu, simsiyah saçlı bir bayandı. Been ile çocuklukları birlikte geçmişti, ikisi kardeş gibi büyümüşlerdi. Hatta bir gün Jennifer’ın babasının içinde oynarlarken uyuya kalmışlar bütün mahalleyi ve polisi ayağa kaldırmışlardı. Jennifer, Been askere giderken kendisine uğur getiresi için üstünde ismi yazılı, gümüş bir künye armağan etmişti.
- Been, biraz acele eder misin? Yapılacak çok işim var.
- Tamam Jennifer, bitmek üzere.
Jennifer, istediği parayı aldı ve alel acele bankadan ayrıldı. Jennifer bankadan ayrıldıktan sonra Been, Jennifer’ın banka hesap cüzdanını unutmuş olduğunu gördü. “Neyse, akşam eve döndüğümde kendisine uğrar veririm” diyerek cüzdanı cebine koydu. Mesai bitiminde eve dönüp üstünü değiştirirken defter aklına geldi. Jennifer’la Been’in evleri karşılıklıydı. Been koşarak yolu geçip Jennifer’ın kapısını çaldı.
- Hoş geldin Been, içeri gel bende mutfakta yemek yapıyordum, birer kahve içeriz. Ben kahve yaparken sende şu peyniri rendeler misin? Akşam için spagetti yapıyorum, istersen yemeğe kal beraber yeriz.
- Sağol Jenn, ben kalmayayım. Sam ile buluşup basket maçına gideceğiz.
Kahvelerini içtiler, biraz sohbet ettiler sonra geç kaldığını fark ederek acele ile oradan ayrıldı. Ertesi gün saat onbir civarında bankaya iki sivil polis geldi.
- Bay Been, bizimlemerkeze kadar gelmeniz lazım, bir konu hakkında bilginize ihtiyacımız var.
Üç saatlik sorgu sonunda tutuklanıp, Eyalet hapishanesine sevk edildi. Beşinci duruşma sonunda cezası kesinleşmiş, ömür boyu hapse mahkum olmuştu.
Been, kafese konmuş aslan gibi onbeş gün hücresinde bir o duvardan bir diğerine gidip geldi. Bir türlü olanları kabullenemiyordu, Jennifer’ı o öldürmemişti.Sonra karar verdi, cezaevinin marangoz atölyesinde çalışacaktı. Yaptığı müracaat cezaevi idaresi tarafından kabul edilince çalışmaya başladı, nede olsa bu baba mesleğiydi, eli yatkındı. Bu atölyede bazı kooperatiflere ve mütehayitlere pencere kasası ve kapı yapılıyordu. Been çalışırken aklına bir şey geldi, neden yarım kalan hukuk tahsilini tamamlamasın? Hemen harekete geçti. Marangoz atölyesinde çalışanlara saatte yirmibeş sent ödeniyordu, şimdiye kadar kazandıklarına elini sürmemişti, idarede çok denecek kadar parası olduğunu biliyordu.Cezaevi müdürüne durumu anlattı ve onayını aldı, zaten müebbet hapse mahkum olduğundan zararsız bir talepti. Kendisine gerekli olan bütün kitapları ve ikinci el bir daktilo makinası listesini verip dışardan getirtmişti. Marangozhanede çalışırken hücresine bir masa ve birkaç raf yapmıştı. !
Gelen bir yığın kitabı ve daktilosunu yerleştirdikten sonra çalışmaya başladı.
Bu çalışma tam altıbuçuk yıl devam etti. Eğer kamu hizmetlerinden mahrum olmasa, imtihanlara ilk girişinde çok iyi derece ile avukat olabilirdi. Kendisinin en çok ilgisini çeken konu kanunun boşluklarından en iyi nasıl faydalanabilmek olmuştu. Bu konuda o kadar iyi olmuştu ki onun için her maddede bir boşluk buluyor ve bunu en iyi şekilde değerlendiriyordu. Bazen kendini onbeş yıla mahkum edip bu mahkumiyetten nasıl kurtulacağını araştırıp sonunda iki yılla paçayı yırtardı. Bu tür oyunlar onun en büyük eğlencesiydi. Cezaevi Been’in pratik yapması için imkanlarla dolu bir yerdi. En çok cezası kesinleşmemiş mahkumlar üzerinde çalışıyordu. Bu mahkumlarla bire bir konuşup, suçu, yapılış nedenini ve şeklini tartıştıktan sonra mahkuma kesin kararını bildiriyor ceza kesinleştiğinde Been’in yorumları doğru çıkıyordu. Been cezaevinde o kadar ün saldı ki ona herkes “Yargıç Been” diyordu. Bütün mahkumlara hatta mahkumların avukatlarına bile yardımcı oluyordu, tekrar temyize başvurmalar!
ının yollarını gösteriyordu. Bazı suçlular onun sayesinde ceza indirimden bile faydalanmıştı. Kendisi istemediği halde sırayla her gün bir mahkum hücresini paspaslıyor, yatağını düzeltiyor, lavabo ve klozetini temizliyordu. Bütün mahkumlar ona hayranlık, sevgi ve saygı ile davranıyorlardı.Bir müddet sonra ünü eyalet sınırlarını bile aştı. İlk geldiği gün hapishane müdürü ona “Sana baktığım zaman iki şey görüyorum; bir acımasız bir katil, ikincisi çok iyi ve dürüst biri. Bunlardan hangisi olduğunu bana ispat et” demişti. Ülkedeki diğer hapishanelerdeki ensesi kalın babalar avukatlarını gönderip, yardım talebinde bulunuyorlardı. Been de elinden gelen her şeyi yapıyordu. Belkide kendisine yapılan bu haksızlık karşısında adaletten öç alıyordu.
Bir sabah tıraş olurken duvarda asılı duran çizelgeye gözü takıldı. Buraya geleli ondört yıl üç ay ondokuz gün olmuştu. Tekrar tıraşına geri döndü, bu sefer yüzünü daha dikkatli incelemeye başladı. Şakakları beyazlaşmaya başlamıştı “Yaşlanıyorum artık...” dedi kendi kendine ama hala atletik bir yapıya sahipti.
Birkaç gün sonra, öğle vakti cezaevi baş gardiyanı hücresine geldi.
- Müdür seni görmek istiyor.
Beraber müdürün odasına gittiler
- Sen dışarı çıkabilirsin.Bay Been ile yalnız görüşmek istiyorum.Buyurun, oturun Bay Been, kahve ister misiniz?
- Hayır, teşekkürler.
- Bay Been, bana iyi bir insan olduğunuzu ispat ettiniz.Ancak zaman zaman adalete ve yargıya ciddi bir şekilde müdahale etmeniz beni son derece kaygılandırdığı zamanlar olmadı değil. Şimdi size güzel bir haberim var.
Müdür derin bir nefes aldı.
- Bay Been, yarın sabahtan itibaren serbestsiniz yani bundan böyle adalet bakanlığı tarafından cezanızın geri kalan kısmı silinmiş durumda, bu da bakanlık tarafından size gönderilen bir milyon dolarlık manevi tazminat çeki.
- Nasıl oldu bu?
- Sizin öldürmüş olduğunuzu düşündüğümüz maktulü siz değil sizin yan komşunuz Tom adındaki adam öldürmüş. Adam son dönemlerde kanser tedavisi görüyormuş, ölümüne bir gün kala her şeyi itiraf etmiş. O zaman kullanılan ve bulunamayan suç aletlerinin yerlerini söylemiş. Bay Been sizi özleyeceğiz, ha bu da adalet bakanlığının özür mektubu.
Been hücresine ne zaman ve nasıl geldiğiniz hiç hatırlamıyordu, kafasını bir türlü toplayamıyordu. Bu gece burada kalacak, yarın sabah erkenden evine dönecekti, zamanını kitaplarını kutulara yerleştirmekle geçirdi.
Sabah erkenden yola çıkmak için avluya çıktığında dondu kaldı. Bütün avlu beşbin mahkumla dolu olmasına rağmen çıt çıkmıyordu. O yürüdükçe kalabalık yavaş yavaş yarılıyordu. Dış kapının üzerinde bir çarşafa yazılmış “Güle Güle Yargıç Been” yazısı asılmıştı. Kapıya yirmi adım kala birden bir alkış koptu. Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi.
Kapıdan çıktığında onu resmi kıyafetli bir limuzin şoförü bekliyordu. Şoför yavaşça yaklaştı ve “Beni Carlo Tanelli gönderdi, emrinizdeyim efendim” dedi. Been arabaya bindi adresi verdi. Evine geldiklerinde evi boyaları dökülmüş, harap bir şekilde buldu. İçeri girdi kendisine ait olan bazı hatıraları aldı ve arabaya geri döndü. Şoföre kendisini Capitol Otel’e ***ürmesini söyledi. Büyük bir süite yerleşti, resepsiyonun tavsiye ettiği bir mimarlık ofisiyle bağlantı kurdu, evinin adresini verdikten sonra yapılacak işleri not ettirdi ve akşam saat sekize kadar maliyeti ve işin bitiş tarihini kendisine bildirilmesini istedi. Sonra daktilosunun başına geçti ve adalet bakanlığına bir dilekçe yazdı. Dilekçedeki belli bazı maddeler şunlardı:
1- Kendisinden adli hata sonucu alınmış olan ondört senenin iade edilmesi
2- İade edilecek ondört yıl boyunca insan hayatına kasıt hariç hiçbir suçtan mahkumiyet ve ceza almaması.
3- Kendisine Federal avukatlık verilebilmesi için en kısa zamanda bir sınav düzenlenmesi
4- Cezaevinde yatmış olduğu ondört yıl için onbeş milyon dolar ödenmesi.
5- Tüm sicilim temizlenecek.
Bu dilekçeye onbeş gün içinde olumlu cevap verilmediği taktirde konuyu Uluslararası Lahey Adalet Divanına iletileceğini belirterek dilekçeyi sadece bakanın imzası ile alınabilecek şekilde özel ulakla yolladı. Akşam saat sekiz sularında mimarlık bürosundan telefon geldi. Hesaplar ve zamanlama ayarlanmış buna göre evin dekorasyonu yüzseksenbeşbin dolara ve onbeş gün sonrası teslimat belirlenmişti. Been derhal başlamalarını istedi. Ardından bir numara çevirdi
- Carlo Tanelli mi? Ben Yargıç Been
Kendisine göndermiş olduğu araba için teşekkür ettikten sonra kendisinden yapılmasını istediği bazı isteklerini on gün içinde olması için ricada bulundu.
Bindokuzyüz senelerin başlarında Amerika göçmen kabul etmeye başlamıştı. Göçmen gelenlerin başlarında İtalya, İskoçya, Korsika, İspanya, İrlanda ve kuzey ülkelerden bazıları vardı. Ama İtalyanlar örf ve adetleriyle beraber kaba kuvvetlerini de yanlarında getirmişlerdi. Aradan bir asır geçmesine rağmen hala kendi kanunlarına göre yaşıyorlardı.
Adalet bakanı özel ulakla gelen mektubu aldı. Hemen sekreterini çağırdı, yarın öğlene kadar bütün randevularını iptal etmesini, danışmanlarını ve müşavirlerini toplantı salonunda toplamasını istedi. Bakan projeksiyon makinasına mektubu koydu. Birkaç dakika kimseden ses çıkmadı. Masada yirmibir kişi vardı, danışmanlardan biri
- Peki bu adam yarın bir banka soyarsa, bu cezasız mı kalacak?
Bir diğeri ise
- Been’in kötü niyetli olduğunu zannetmiyorum, öyle olsaydı avukatlık sınavı talep etmezdi. Şahsen ben böyle bir adamın bizim takımda olmasını çok isterdim, hem bu güne kadar kanundışı hiçbir harekette bulunmadı.
O sırada kapı açıldı. Danışmanlardan biri girdi.
- Efendim, adam çok sıkı koruma altında. Otelde üç oda yan yana tutmuş, orta dairede kendi kalıyor diğer ikisinde korumalar, hepside silahlı. Kapıda da dört kişi var. Dışarıya pek ender çıkıyor.
Toplantıda olanlardan biri bakana bir gazete uzattı. Büyük puntolarla başlık atılmıştı. “ŞEYTANIN AVUKATI TAHLİYE OLDU” Altında da iki fotoğraf vardı, biri Been’in son hali diğeri beşbin mahkumun ayırdığı yolda ilerleyen tek başına bir adam, karşısında da “Güle Güle Yargıç Been” yazılı bez afiş. Toplantı tam altı saat sürdü. Oybirliği ile Been’in isteklerinin yerine getirilmesine karar verildi.
Öğleden sonra saat iki gibi Been’in odasındaki telefon çaldı, arayan Carlo Tanelli idi.
- Söylemiş olduğun her şey yapıldı. Doğrusunu istersen bu kadar masrafı neden yaptığını çok merak ediyorum. Sana uğrasam gidip beraber bakabilir miyiz?
İçeri girdiklerinde Carlo çok şaşırdı. Been’e dönüp,
- Bu yaptığından emin misin?
Şehrin dışında bir depo kiralamış, buranın büyük bir bölümünü yargılandığı adliye binasının bir nolu duruşma salonunun aynısının yapılmasını sağlamıştı. Salon, gerçeğine tıpatıp aynı yapılmıştı.
- Carlo, gel diğer tarafa bakalım.
Diğer tarafta Been’in cezaevinde ki hücresinin aynısı idi, sadece tek fark kapısının demir parmaklık yerine, dışarısı görülmeyecek şekilde yapılmış olmasıydı. Otele döndüğünde mafya babalarından Alberto Salli’yi aradı, yapılmasını istediklerini sıraladı.
Mahkeme salonu doluydu, jüri, dinleyiciler, zabıt katibi, iddia makamı ve hakimler yerlerini almışlardı. Sanık sandalyesinde ise John Ross oturuyordu. Bir gün önce bilmediği bir sebepten dolayı kaçırılmış ve gözleri bağlı olarak mahkeme salonuna getirilmişti. Etrafına baktı, burası kendisinin hakimlik yaptığı salondu. Savcıda iddia makamı olarak yerini aldı, bu Been idi. Kürsüdeki hakim Barodan atılmış bir avukattı, diğer kişiler ise Alberto Salli tarafından toplanmış sahte kişilerdi. Hakimin soracağı bütün soruları Been hazırlamıştı. Hakim salonu sükunete davet ettikten sonra sanığa dönerek
- Bay Ross, uzun zamandır bu mahkemenin hakiliğini yapıyorsunuz. Bundan ondört yıl dört ay önce hakim olarak bir cinayet davasına bakıyordunuz. Size sorumuz şu; bu cinayet davasında sadece iki tanık vardı ve suç aleti de bulunmamıştı. Nasıl oldu da böyle önemli bir davayı karara bağladınız? Adalet bakanlığı tarafından yapılan incelemeden sonra bu dava ile ilgili olarak suçlu bulunduğunuz için bugün buradasınız. Bu konuda iddia makamı savcının söylemek istedikleri var mı?
- Sayın hakim ve jüri üyeleri, sanık sandalyesinde oturmakta olan Bay Ross biraz sonra kendisine sorulacak olan sorulara muhakkak cevap verecektir. Ancak o davada ömür boyu ceza almış olan suçsuz bir insanın çekmiş olduğu manevi çöküntüyü aynen kendisinin de yaşaması için bir kişilik hücrede ağır hapis cezası ile cezalandırılmasını iddia makamı olarak talep etmekteyiz.
Ross o kadar şaşkınlık içindeydi ki yanındaki masada oturan savcıyı tanımamıştı. Sabahleyin evinden çıktığı sırada kapıda bekleyen arabadan üç kişi çıkmış belediye başkanının kendisini görmek istediğini söyleyip arabaya bindirmişlerdi, bindirir bindirmezde hemen ağzını ve gözlerini kapatmışlardı taki mahkeme salonuna girinceye dek.O günkü duruşma tanıkların dinlenmesi için sona ermişti.
İkinci duruşma başlamıştı, sanık yerine getirilmişti. Hakim sanığa sordu
- Bahis konusu olan cinayet davasında siz hakimidiniz. Şahitlerin ifadelerinin ne olduğunu bize söyler misiniz?
- Birinci şahit olan yan komşusu cinayetin işlendiği saatlerde Been’in cinayetin işlendiği evden koşarak çıktığını söylemişti. İkincisi ise evden “ya benim olursun yada seni öldürürüm” diye bağırıldığını söylemiş bunun üzerine polise haber vermişti.
Hakim diğer soruya geçti
- Bay Ross, bu olayda başka görgü tanığı olup olmadığını araştırdınız mı? Yoksa bu iki tanık size kafi geldi mi?
- .........
- Bay Ross, sorumu duyabildiniz mi?
- .........
- Evet, saygıdeğer jüri üyeleri bu son duruşma idi. Şimdi sizlerden kararınızı vermenizi istiyorum, duruşmaya saat onbeşe kadar ara verilmiştir.
- Jüri kararını verdi mi?
Hakim kararın yazılı olduğu kağıdı aldı.
- Bay Ross, ayağa kalkın lütfen. Bütün jüri üyeleri oybirliği ile sizi suçlu bulmuştur, bunun üzerine mahkeme heyeti de vermiş olduğu ceza, bazı hafifletici sebeplerden ötürü size dokuzyıl beş ay ağır hapis cezası verilmiştir. Suçluyu ***ürebilirsiniz.
Ross hücresine ***ürüldü. Yarım saat sonra Been hücrenin kapısını açtığında Ross’u yatağında oturur buldu.
- Bay Ross, biraz konuşabilir miyiz?
- Benden daha ne istiyorsunuz?
- Bakın Bay Ross, size halen yardım edebilirim. İstediğim sadece bir soruya doğru cevap vermeniz. Neden bahis konusu olan bu davayı oldu bittiye getirdiniz?
Uzun bir sessizlikten sonra
- O davanın görüldüğü günlerde hem eyalet yüksek mahkemesi hem de şehir mahkemesinin hakim seçimleri vardı. Eyalet mahkemesine şehir mahkeme hakimi, şehir mahkemesine de ben adaylığımı koymuştum. Hakimle ben anlaşarak bu davayı pek uzatmadan neticelendirip kamuoyundan gelecek olan oyları daha yükseltebileceğimizi düşündük.
- Teşekkür ederim Bay Ross, senelerdir cevabını aradığım bir soruydu bu.
- Siz neden bu kadar ilgilisiniz?
- Bay Ross, beni tanımadınız dimi? Bana daha dikkatli bakın.
- Çıkartamıyorum.
- O cinayet davasında mahkum ettiğiniz bendim Bay Ross.
- ………
- Bay Ross, artık evinize dönebilirsiniz.
Ross ikinci kattaki kapısının dairesini açtı. Yalnız yaşıyordu, karısı birbuçuk yıl önce ölmüştü, bir oğlu vardı o da Atlanta’daydı. Salonundaki koltuğa çöker gibi oturdu, şaşkın ve yorgundu. Biraz sonra vücudu hafifçe sarsıldı sonra arkaya yaslanır gibi oldu. Bay Ross kalp krizinden ölmüştü.
 
Kantin Yolu

Oğlum kalk işe geç kalacaksın.

Serkan annesinin bu sözleri ile uyandı. Saat sabahın altısı idi. Bu saatte kalkmak ona kış günü buz gibi soğuk suyla yıkanmak kadar zor geliyordu. Zaten izlediği filmden dolayı gece ikide yatmıştı. 4 saatlik uyku harbi zulümdü onun için. 10 dakikaya ancak kendine gelebildi , sanki sarhoştu da yeni ayılıyor gibiydi. Kendine geldiğinde yataktan yavaşcça kalktı , elleriyle yorgun uykulu gözlerini ovdu. Öyle bir ovuşu vardı ki gören gözlerini çıkartıyor sanırdı. Zaten bir gün amcasının 4 yaşında küçümen kızı onu o halde görünce “Serkan abi ne yapıyorsun gözünü çıkartıyorsun” diye avaz avaz bağırmıştı. Serkan’da gülümsemişti gülememişti kızın şok haline. Aklına bunlar geldiğinde gülümsedi olanlara. Belki amcası bugün getirirdi minik Bahanur’u. Oyun oynardı onunla belki saklambaç falan. Bu düşünce ile gideceği aklına gelmişti hareketlendi hemen. Hazırlanmaya başladı. Peki neydi işi , Serkan hazırlanırken ben de size kısaca anlatayım.

Serkan bir ilköğretim okulunda kantinci idi. Üniversiteyi bitirmesine rağmen bir kantinci idi. Bazen bunu düşününce oldukça üzülürdü. 18 sene okumasına rağmen ancak kantinci olabilmişti. Peki nasıl olmuştu bu. Üniversiteyi bitirdikten sonra birkaç işe girmişti. Evet gerçekten de birkaç işe girmişti. İlkinden yediği patron kazığından sonra başka işlere girişmişti. İki işe birden başlamıştı birisi bir müzik şirketinin arşiv kayıtlarının internet databaselerini oluşturmaktı yani fazla uzun süreli bir iş değildi. Diğer işi de yarı günlük bir gece işiydi. Mal sayımı yapıyordu. İki işte hoşuna gidiyordu garip olmalarına rağmen. Özellikle bulduğu ilk iş olan dersane öğretmenliğinde bir hafta içinde öğretmenlik niyetine yaptığı broşür dağıtımından sonra (ki bu yüzden işten toplu halde çıkmışlardı ) bu işler çok güzel geliyordu. Sonuçta işleri kendisi bulmuştu ve işlerden birisi gezmelik bir işti diğeri de sevdiği ortam olan Kadıköyde idi. Hayatından memnundu ta ki babası bir okul ! kantini alana kadar. Babası bu okul kantinini sen işleteceksin diyince babasına olan saygısından ses çıkartamadı ve kabul etti. Girdiği işlerden çıktı istemeden çıkmıştı ama çıkmıştı. Bir ayda başlayacağı dördüncü iş olacaktı bu ; 4. garip iş. İşe başladığında sevmediği bir ortama girdiğinden dolayı somurtkandı. Zaten çocukları da sevmezdi. Özellikle ilkokul çocuklarını. Kendisine göre şımarıktı onlar hiçbir özellikleri yoktu. Sadece oyun oynarlar derslere girerler sahte sevgiler gösterirlerdi. O yüzden ilk günlerde yüzü pek gülmedi. Patates kokusunun da üstüne işlemesi( Kantinde patates yapmanın sorunuydu bu patates kokusunun insan üstüne nefsetmesi) iyice sinirli hale sokmuştu. Teneffüslerde bu sinirle öğrencilere bağırır hale gelmişti. Günler geçtikçe sinirleri azalmaya ortama biraz da olsa alışmaya başladı. Öğrencilere daha da yumuşak davranıyordu. Onun için inanılmaz bir şey oldu öğrenciler onu sevmeye başlamıştı. Bu onun için oldukça hoş bir şeydi. Sevilmek , biri tara! fından sevilmek , birileri tarafından sevilmek. Ne hoş bir şeydi bu. Herkes “Serkan abi bir tost” , “Serkan abi bir patates” , “ Serkan abi nasılsın” dedikçe öğrencilere karşı bir garip olmuştu. Çünkü diğer elemanların adını bile bilmiyordu öğrenciler sadece ona adı ile hitap ediyorlardı. Bu da ne kadar sevildiğinin göstergesi idi.Sevmediği kişiler tarafından seviliyordu. Zamanla o da onları sevmeye başladı. Çocukları sevmeyen Serkan artık yolda şirin bir çocuk görse sevesi geliyor bazılarını da başlıyordu sevmeye. Sevmediği bir işten böyle güzel şeyler öğrenebilmek Serkan için belki de hayatın anlamıydı. Artık kantini seviyordu , çocukları seviyordu. Bugün de kantine gidecekti. O gün de güzel olacaktı , bunu hissedebiliyordu. Güzel olmasa da umurunda değildi aslında varsın kötü olsundu. Belki anlatacak bişeyler çıkartabilirdi.Biraz uzun sürdü ama işi böyleydi Serkan’ın.

Serkan hazırlanmıştı , son rütüşları da yapıyordu. Saçına jöleyi sürmekle meşguldü. Hafif uzundu saçları. Uzatmaya karar vermişti , değişikliğin kendisi için iyi olacağını düşünmüştü. Babası:

-Serkan hazırmısın çabuk ol geç kalacaksın işe.
-Geldim baba.

İşe annesi ile babası bırakıyorlardı. Onlar da başka bir kantine gidiyorlardı. Gitmişken de Serkan’ı bırakıyorlardı. Kendi işleri erken başladığından Serkan her zaman işe erken gitmek zorunda kalıyordu. 1,5 aydır gidiyordu işe ama minibüs ya da otobüsle işe nasıl gidileceğini hala öğrenememişti. Lazım olmazdı herhalde ama öğrenmesi gerekliydi belki bir gün ihtiyacı olabilirdi. En iyisi bu gün işten bir süreliğine ayrılıp yolu öğrenmeliydi. Merdivenden inerken bu hesapları yapıyordu. Arabalarını bıraktıkları otoparkın arka kapısından girdiler. Arabalarına doğru giderken ilginç bir şey gördüler otoparkın ön kapısı bir minibüs tarafından kapanmıştı. Arka kapısı ancak yayaların girebileceği kadar dar olan otoparktan araba ile çıkmanın tek yolu olan ön kapı artık kapalıydı. Otopark bekçisi ile yaptıkları konuşmada park halindeki minibüsün fren sisteminin bozulmasından dolayı hafif yokuş olan otoparkta kayması ve tam yokuş olan çıkış kapısına doğru düşerek orayı çarprazlamasına ka! patması idi. Apartmanlar arası yapılmış olan bu otoparkın girişi de doğal olarak dardı bu yüzden bir minibüsün çarprazlama olarak bu girişi tıkaması girişin açılmasını oldukça geciktirecekti. Yokuş aşağı çarprazlama kaymış olan minibüsü otopark görevlileri çıkartmaya çalışıyorlardı. O sırada Serkan’da arabalarında bir umutla minibüsün yoldan çıkmasını bekliyordu. Babası da adamların yanındaydı. Görevliler arabayı çalıştırmışlar geri geri çıkmaya çalışıyorlar tekerleri devamlı sağa sola döndürüyorlardı. Bu sayede minibüs oturduğu yuvadan kurtulabilirdi ama minibüs geri gidemiyordu devamlı patinaj yapıyordu. Bunun nedeninin ön tarafın fazla ağır olduğuna kanaat getiren görevliler minibüsün arka tarafına Serkan ile babasını oturttular ve bir iki deneme daha yaptılar ama sonuç gene başarısızdı. Serkan işe geç kalacaktı bu gidişle. Babasına işe minibüsle gitmesi gerektiğini söyledi. Babası da tek çare minibüs olacağından kabul etti.Bu konuşmadan kısa bir süre sonra babası bir ark! adaşı ile bir telefon görüşmesi yaparak onun arabasını o günlük ödünç aldı. Arkadaşının işyeri yakındı oraya giderek arabayı alacaktı. Hep beraber yola koyuldular. Beş dakika kadar yürüdüler iş yerine geldiklerinde Serkan onlara hayırlı yolculuklar diyerek gitti. Şimdi hangi minibüse gitmesine karar vermeliydi. Gideceği yer Yenibosnaydı oturduğu yer de Şirinevlerdi. İki minibüs vardı oraya giden acaba hangisi geçerdi. Minibüs durağına geldiğinde ilk Yenibosna arabasına atladı.

-Merhaba Sultan Abdül okulundan geçer mi?
-Hangi okul?
-Sultan Abdül okulu.
-Valla bilmiyorum. Bir okulun önünden geçiyoruz ama onun da adını bilmiyorum.
- Siz şimdi E-5 ten Yenibosnaya girdikten sonra cami yolundan geçmiyor musunuz? -Evet? -Tamam o zaman o okuldan da geçersiniz o zaman. Borcum ne kadar dı? -750,000 -Buyrun.

Ne adamlar var diye düşündü Serkan.Geçtikleri yolu tanımayan minibüs şoförleri ha ilginç. Tebessümlüydü bu olay üzerine. Bari yanlış minibüse binmiş olmasındı. Minibüs hareket etti tamda tahmin ettiği gibi E-5 ten cami yoluna girdi ama hesaba katmadığı bir şey oldu minibüs cami yolu + dereyolu yapmıştı. İşte bu olmamalıydı. Hemen orada inmesi gerekti ama inmedi belki ileride tekrar cami rotasına döner diye düşündü ama her düşünülen şeyin olmadığı gibi bu da olmadı. Minibüs gittikçe gitti ta bilmediği yerlere geldi. Daha sonra bir sol yaparak gitmek istediği rotaya paralel hale geldi. Neyse dedi belki ileride bir yerde bildiğim bir yer vardır diye düşündü beklemede kaldı. Araç gidiyordu ama gittiği yerleri hiç çıkartamıyordu. Tam telaş olmuştu. Kesin kaybetmişti yolu ama tam o sırada tanıdık bir dükkan gördü. Akşam iş dönüşü eve gelirken fark ettiği bir dükkandı. İşyeri fazla uzak olamazdı oraya. Minibüs bir süre daha gittiğinde bir okul gördü kendi okulu değildi ama inmesi g! erekti. Zaten kaybolmuştu artık yolu bulabilmesi tüm ipuçlarını birleştirebilmesi gerekti. Birincisi tanıdık gelen dükkandan fazla uzaklaşmamışı bu da okula fazla uzak olmadığı anlamına geliyordu. İkincisi de bir okulun önünde inmişti minibüsten. Bunu bilerek yapmıştı nedeni de basitti. Emekli öğretmen babasından öğrendiği bişey vardı “Okulun olduğu yerde başka okullar da vardır” . O yüzden burada inmişti okul buralarda bir yerde olmalıydı ama nerede. Caddeden karşıya geçti ve ilk sokaklardan birisine daldı. Kendi okulunun olduğunu tahmin ettiği yere doğru yürümeye başladı. İlk gördüğü kişiye Sultan Abdül okulunun nerede olduğunu soracaktı. Bir bayan gördü ileride;

-Afedersiniz Sultan Abdül ilköğretim okulu nerede biliyor musunuz acaba? -Neresi? -Sultan Abdül? -Hayır bildiğim kadarı ile buralarda öyle bir okul yok. -Hmm. Teşekkür ederim yinede sağolun.

Strese girmişti şimdi okula da geç kalmıştı artı kaybolmuştu ve cep telefonunun şarjı da bitmişti. Herkes merak edecekti onu. Kantinin anahtarı da sadece kendisinde idi. Bu düşünce iyice gerginleştirmişti onu.Ayrıca kadının okulu tanımaması da cabası idi nasıl bilmezdi okulu? Acaba yanlış bir semte mi gelmişti? Bilemiyordu. Bir kişiye daha soracaktı biraz daha yürüdü. Bu arada bir okulun yanından daha geçti. Babasının okul yanında okul tezi doğru gibiydi. O okulu da geçtikten sonra bir kişi daha gördü.

-Merhaba Sultan Abdül ilköğretim okulu ne tarafta acaba biliyor musunuz?
-Sultan Abdul mü?
-Evet.
-Bildiğim kadarı ile buralarda öyle bir okul yok
-Allah Allah olması lazım ama.
-Belki olabilir ama ben bilmiyorum da duymadım da öyle bir okul.
-Neyse gene de sağolun.

Durum ilginçleşiyordu. Neden kimse bilmiyordu okulun adını Yenibosna değil miydi burası nereye gelmişti? Bir terslik vardı ama neydi. Biraz daha yürüdükten sonra bir kişi daha gördü adama sanki son umuduymuş gibi baktı ve gene o okulu sordu.

-Sultan Abdul mü?
Gene aynı cevabı almıştı.
-Bildiğim kadarıyla Yenibosna da böyle bir okul yok.
Şaşırmıştı iyice kendisini resmen farklı bir yerde zannederken doğru yere gelmiş olduğunu fark etti. Kayıp değildi aslında onu anlamıştı. Sadece kaybolduğunu farzediyordu ama neredeydi bu lanet okul neden kimse adını bilmiyordu sanki bir kabusta gibiydi birisi onu cimdiklemeliydi. Acaba adama onu cimdiklemesini söylese adam yanlış anlar mıydı. Attı hemen bu düşünceyi kafasından kesin uyanık olduğuna karar vermişti nedenini bilmese de.
-Olması lazım ama. Ben orada çalışıyorumda yanlış minibüse binmişim yanlış yerde indim ve işe geç kaldım oraya ulaşmam lazım. -Ne yalan söyleyeyim bu çevrede hiç böyle bir okul yok. Yalnız bir okul var iki isimli Muratpaşa diye. Diğer ismini bilmiyorum belki o okul olabilir aradığın okul.
-Belki olabilir. Ne tarafta bu okul? Adam tarif etti Serkan da teşekkür ederek oradan uzaklaştı. Kendi okulunun iki ismi var mıydı bilmiyordu hiç dikkat etmemişti. O okul olmasını umuyordu sadece. Adamın tarif ettiği yolu izlerken buraları daha önce gördüğü hissine kapıldı garipti bu his. Daha sonra bu hissin gerçek oluğuna kanaat getirdi burası okulunun çevresi idi. En sonunda bulmuştu okulu acele etmeye başladı. Okula yeterince geç kalmıştı zaten. Okul yokuşunu çıkarken babası ile işte beraber çalıştığı amcasını gördü. Onu aradıkları belliydi.

-Oğlum nerelerdeydin?
Sinirliydi.
-Sadece kayboldum.
-Bir ara baktım arkama yoktun ne zaman gittin. Niye gittin. Amcası da merakla olayları izliyordu o da telaş olmuştu.
-Sen demedin mi minibüsle git diye baba.
-Tamam dedim de arkadaşımın arabasını ödünç aldım aklına gelmedi mi araba varsa minibüse ne gerek var diye.
-Peki ne zaman gittin?
-Siz arabayı almaya dönünce hayırlı yolculuklar dedim ve gittim.
-Dedin mi?
-Evet duymadınız mı?
-Hayır duymadık. İşler çığırından çıkıyordu acayip şeyler olmaktaydı oldukça ilginç bir güne başlamıştı ve devam ediyordu. -Tam arabaya binecektik ki sen yoktun.Bu arada telefonun niye kapalı idi?
-Şarjım bitmişti. Babası da pes etmişti artık. Hep beraber kantini açmaya gittiler. Elemanlar bile merak etmişlerdi. Hepsi dışarıda onu bekliyorlardı. Elemanlarla neredeyse yaşıt olduğundan patron işçi ilişkisi yoktu genelde arkadaşlık varı o yüzden rahat konuşuyorlardı.

-Serkan nerelerdin?
-Sormayın kayboldum.

Derken gülmeye başladı haline bunun üzerine elemanlarda gülmeye başladılar.babası amcası falan dışarıda olduğundan elemanlara kısaca her şeyi alattı. Kimsenin okulun adını bilememesini okulu resmen tesadüfler sonucu bulmasını falan anlattı. Bu arada amcasının kızı Bahanur’u gördü.

-Merhaba Seekan abi.
R leri söyleyemiyordu küçük Bahanur. Bu da onu daha bir şeker yapıyordu. İlgilendi biraz çocukla. Babasının gitmesini bekledi biraz da azar işitti beklerken. Hem kaybolmuş hem de azar işitmişti. Babası gittikten sonra okulun bahçesinde biraz oturmaya karar verdi. Otururken okulun adamın dediği gibi iki adı var mı diye kontrol edeyim dedi. Züğürt Paşa yazıyordu sadece. Evet Züğürt Paşa yazıyordu. İnanılmaz ama gerçekti herkese annesi ile babasının çalıştığı okulun adını vermişti. Bir değil iki değil herkese.

Şok geçirmekteydi. Kaybolmasının tek nedenini bulmuştu.kendi kendisine sordu.
-Peki ben neden herkese Sultan Abdülü sordum?
 
Kanlı Dudaklar

Feryadım dağları deliyor sanki. Yüreğim kaldırmıyor artık olanları. Tamam ben kazandım dediğim bir anda bir de bakıyorum ki aslında ben herşeyimi kaybetmişim...

Umutlarım hayallerim hepsi avuçlarımın arasında sımsıkı duracak sanmıştım. Oysa şimdi hepsi parmaklarımın arasında birbir kayıp gidiyorlar. Yetişemiyorum, duyuramıyorum sesimi kimseye. Yardım istemeye gururum elvermiyor... Haykırıyorum git demek istiyorum sana sadece git beni bana bırak ve git. Beni kanlı kaderime bırak ve git...

Bir an maziye dalıyorum birbirmize kavuşmak için yaptıklarımızı hatırlıyorum da keşke hiçbirini yapmasaydım, yapmasaydık... Bir mutluluk oyununun içinde bulduk kendimizi. Ta ki bir zamanlar dudaklarına değerken yüreğimin atışlarıyla birlikte titreyen dudaklarım, öksürüklerimle beraber kanlanana kadar...

Artık anlıyordum gitmek gerekiyordu... Sessizce girdiğim hayatından yine sessizce çıkmak gerekiyordu. Çünkü bu kanlı dudakları öpemez senin dudakların... Veremli bir kızın dudaklarındaki pis kanla kirletme dudaklarını GİT... Beni kanlı kaderimle bırak ve git. Ama sana neden git dediğimi asla bilme. Çünkü seni de ortak edemem bu kanlı kadere.... GİT SADECE GİT..
 
Geri
Üst