Hayata Yön Veren Hikayeler...

CESET

Amerikan Adli Tıp Derneği'nin 1994'teki ödül yemeğinde başkan Don Harper Mills, San Diego'daki dinleyicilerini, aktardığı acayip bir ölüm olayındaki adli komplikasyonlarla şaşkına çevirdi. İşte hikaye:
23 Mart 1994'te Ronald Opus'un cesedini inceleyen adli tabip onun kafasından yediği kursunla öldüğü sonucuna vardı. Müteveffa, 10 katlı bir binanın tepesinden intihar niyetiyle aşağı atlamıştı. (Umutsuzluğunu geride bıraktığı bir notta açıklıyordu.) 9. katin önünden geçerken pencereden gelen bir kurşunla hayatı sona ermişti. 8. kat penceresi düzeyinde cam silicileri korumak için konulmuş bir ağ bulunduğunu, ne silahı çeken ne de müteveffa biliyordu. Kurşun olmasaydı Opus'un intihar girişimi zaten basarılı olamayacaktı. Normal olarak, diye devam etti Dr Mills, intihar etmeye karar veren biri, mekanizma tasarladığı gibi olmasa da, bunu eninde sonunda başarır.
Opus'un 9 kat aşağıdaki kesin ölüm yolunda vurulmuş olması, muhtemelen, onun ölüm modunu intihardan cinayete çevirmeyecekti. Fakat onun intihar girişiminin başarılı olmayışı savcıyı elinde bir cinayet vak'ası olduğu düşüncesine itti. Silahın patladığı 9. kattaki odada yaşlı bir adam ve karısı yaşıyordu. Tartışıyorlardı ve adam kadını silahla tehdit ediyordu. Öyle sinirlenmişti ki tetiği çekti, mermi kadını ıskalayarak pencereden dışarı yöneldi ve Opus'a isabet etti. Bir insan A şahsını öldürmeye teşebbüs eder fakat B şahsını öldürürse, o B şahsını öldürmekten suçludur. Bu suçlamayla karşı karşıya kaldığında hem adam hem de kadın silahın dolu olmadığı konusunda kesinlikle emindiler. Yaşlı adam uzunca bir süreden beri boş silahla karısını korkutmayı alışkanlık haline getirdiğini söyledi. Öldürme kastı yoktu. Böylece Opus'un öldürülmesi bir kaza oluyordu, yani silah kazara doldurulmuştu.
Araştırmalara devam edilince, ölümcül kazadan yaklaşık 6 hafta önce yaşlı çiftin oğlunu silahı doldururken gören bir tanık ortaya çıktı. Anlaşıldığına göre, yaşlı kadın oğlundan mali desteğini çekmişti ve babasının onu silahla korkutma temayülünü bilen oğul, onun annesini vuracağını umarak silahı doldurmuştu. Artık olay oğlun Ronald Opus cinayetinden sorumlu olduğu noktasına gelmişti. Tam bu sırada yeni bir viraj çıktı. Araştırmalara devam edilince annesinin ölümünü bir türlü başaramayışı nedeniyle oğlun umutsuzluğunun arttığı anlaşıldı. Bu onu 23 Mart'ta 10 katli binanın tepesinden atlayarak intihar etmeye itmişti. Ancak ölümü planladığı gibi olmamıştı; 9. katin önünden geçerken pencereden gelen kurşunun kafasına isabet etmesi nedeniyle Ronald Opus'un hayatı sona ermişti. Dosya intihar olarak kapatıldı.
 
SERVET

Bir gün Avrupa'nin ünlü sanat merkezi kentlerinden birinde gezen
çocugun biri bir vitrinde çok hos bir tablo görür. Tablo bedeli oldukça
yüksektir.
Çocuk bu tabloyu bir sonraki sene abisinin dogum gününe almayi ister ve bir is bulup kit kanaat geçinerek biriktirdigi tüm para ile magazaya gider. Sanslidir tablo hala satilmamistir. Içeri girer ve tabloyu bir süre yakindan izledikten sonra resmi yapan sanatçiyi bulur ve "Abimin dogum günü için bu resmi satin almak istiyorum, tüm paramda bu kadar" der. Ressam bir süre düsündükten sonra. Resmi paketler ve resmi satar.Çocuk paketini alir ve tesekkür ederek çikar. Magazada adamin arkadaslari da vardir ve saskin saskin sorarlar:
"Sen ne yaptin o resmin degeri milyonlar ederdi. Neden bu kadar cüzi bir rakama sattin?"
Adam cevap verir:
"Evet ben bu resme milyonlarini verecek bir sürü insan bulabilirdim,ancak tüm servetini bu resme verecek kaç kisi bulabilirdim ?..."
 
Thelma Thompson

Harp sırasında kocam New Mexiko'daki Mojave çölüne gönderilmişti. O, çölde tatbikata katılırken yanında olabilmek için ben de çölün yolunu tuttum. Kendimi cehennemin kucağına atmıştım. Ortalık yanıyordu. Küçük bir kulübede oturuyordum ve yanında olmak için tehlikeye atılarak geldiğim kocamı unutmuş, can derdine düşmüştüm. Etrafımdaki Meksikalılar ve yerliler, tek kelime İngilizce bilmediğinden, kimseyle konuşamıyordum. Sıcak rüzgar, bir taraftan bedenimi kavuruyor, diğer taraftan yediğim yemeği de, ağzımı burnumu da kumla dolduruyordu. Canıma yetmişti. Kağıda kaleme sarılıp babama bir mektup yazdım. "Gelin, beni buradan alın" dedim. "Burada yaşamaktansa hapishanede yaşamayı tercih ederim." Babamı beklerken cevabı geldi. Sadece iki satır yazmıştı: "İki adam hapishane penceresinden dışarıya baktı. Biri çamuru gördü, diğeri yıldızları." Bu iki satırı okuyunca utancımdan kıpkırmızı kesildim. Ben hep çamuru görmüştüm. Halbuki yıldızlar da vardı. Derhal yerlilerle dost oldum. Kilimlerine, çanak ve çömleklerine olan hayranlığımı belirttim. Turistlere para ile vermeye yanaşmadıkları kıymetli eşyalarından bana hediyeler verdiler. Kaktüsleri, yukka ve erguvan ağaçlarını inceledim. Kır köpeklerini tanıdım. Çöl gurubunu seyrettim. Çöl, yüzlerce yıl önce deniz dibi olduğundan kumun içinde deniz hayvanlarının kabuklarını aradım. Ne değişmişti de, dün nefret ettiğim çöle bugün bağlanmıştım? Çöl mü değişmişti? Hayır. O yine kavuruyordu. Yerliler mi değişmisti? Hayır. Onlar, yine İngilizce bilmiyorlardı...
Sadece ben değişmiştim. Pencereden kafamı uzatmış ve yıldızları görmüştüm."
 
FISILTI VE TUĞLA

Genç ve başarılı bir yönetici, yeni Jaguar'ıyla bir mahalleden
hızlı bir şekilde geçiyordu. Parketmiş arabaların arasından yola
aniden çıkabilecek çocuklara dikkat ediyordu ve bir şey
gördüğünü sanarak yavaşladı. Arabayla caddeden yavasça geçerken
hiç bir çocuk göremedi fakat, arabasının kapısına bir tuğla atıldığını
farketti. Aniden arabasını durdurarak tuğlanın fırlatıldığı yere geri döndü.
Arabadan indi, orada bulunan küçük bir çocuğu tuttu ve onu parketmiş
bir arabaya doğru iterek bağırmaya başladı; "Bunu neden yaptın?
Sen de kimsin, ne yaptığının farkında mısın?" İyice sinirlenerek devam
etti: "Bu yeni bir araba ve atmış olduğun bu tuğla bana çok pahalıya
malolacak. Bunu neden yaptın?" Çocuk yalvararak cevap verdi:
"Lütfen efendim. Çok üzgünüm ama başka ne yapabilirdim bilmiyordum.
Eğer tuğlayı fırlatmasaydım kimse durmazdı" Parketmiş bir arabanın
arkasına işaret ederken çocuğun gözyaşları çenesine süzülüyordu.
"Kardeşim kaldırımın kenarından yuvarlandı ve tekerlekli
sandalyesinden düştü, ben onu kaldıramıyorum. Lütfen onu tekerlekli
sandalyesine oturtmam için bana yardım eder misiniz? Benim için
çok ağır." Bu durumdan son derece duygulanan genç yönetici,
bogazında büyüyen yumruyu zar zor da olsa yutkundu. Yerdeki
genci kaldırarak, tekerlekli sandalyeye geri oturttu. Mendiliyle, çizik
ve yaraları sildi ve adamın ciddi bir yarası olup olmadığını kontrol etti.
Küçük çocuk genç yöneticiye dönerek "teşekkür ederim efendim, Tanrı
sizden razı olsun" dedi. Genç yönetici, küçük çocuğun, ağabeyini
kaldırımdan evine doğru ***ürmesini izledi. Bulunduğu yerden arabasına
geri dönmesi oldukça uzun sürmüştü. Uzun ve yavaş bir yürüyüştü.
Genç yönetici, kapıyı hiç tamir ettirmedi. Kapıda oluşan çöküğü,
hayatını birisinin kendisine tuğla atmasını gerektirecek kadar hızlı
yaşamaması gerektiğini hatırlatması için öylece bıraktı.
Allah, ruhunuza fısıldar ve kalbinize konuşur. Bazan,
dinleyecek kadar zamanınız olmadığında ise, size
bir tuğla fırlatır. İster fısıltıyı, ister tuğlayı dinleyin.
Tercihi siz yapın..
 
Bir otobüs duraginda karsilasmislardi ilk kez....
Biri tipta okuyordu,öbürü mimarlikta. O ilk karsilasmadan
sonra, bir kere,
bir kere, bir kere daha karsilasabilmek için, hep ayni saatte,
ayni duraktan,
ayni otobüse bindiler. Gençtiler, çok genç... Birbirileriyle
konusacak cesareti
bulmalari biraz zaman aldi ama sonunda basardilar. Ikisi de
her sabah otobüse bindikleri
semtte oturmuyorlardi aslinda. Delikanli arkadasinda kaldigi
için o duraktan binmisti otobüse, kiz ise ablasinda....
Sirf birbirilerini görebilmek için, her sabah erkenden
evlerinden çikip, sehrin öbür ucundaki o duraga, onlarin
duragina
geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra...

Okullarini bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok
mutlu...
Bazen issiz, bazen parasiz kaldilar ama öylesine siki
kenetlenmisti ki
yürekleri ve elleri hiçbir seyi umursamadilar. Ayin sonunu zor

getirdikleri günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar
olduklarinda
da hep mutluydular. Zaman asimina ugrayan, aliskanliklara
yenik düsen,
banka
hesabinda para kalmadigi için ya da tam tersine o hesabi daha
da kabarik
hale getirmek uguruna bitip-tükeniveren sevgilerden degildi
onlarinki...
Günler günleri, yillar yillari kovaladikça sevgileri de
büyüdü, büyüdü...
Tek eksikleri çocuklarinin olmamasiydi. Zorlu bir tedavi
sürecine ragman
çocuk sahibi olmayinca, ?bütün mutluluklarin bizim olmasini
beklemek,
bencillik olur? diyerek devam ettiler hayatlarina. Çocuk
yerine,
sevgilerini büyüttüler... Senin için ölürüm? derdi kadin,
simsiki sarilip
adama ve adam Hayir, ben senin için ölürüm diye yanit verirdi
hep...

Bazen eve geldiginde, aynanin üzerinde bir not görürdü kadin,
?Bir
tanem, kütüphanenin ikinci rafina bak....? Kütüphanenin ikinci
rafinda
baska bir not olurdu, Mutfaktaki masanin üzerine bak ve seni
çok sevdigimi sakin unutma?
Mutfaktaki masadan, salondaki dolaba sevgi dolu notlari okuya
okuya kosturan kadin, sonunda kimi zaman bir demet çiçek,
kimi zaman en sevdigi çikolatalar,
kimi zaman da pahali armaganlarla karsilasirdi...
Aldigi hediyenin ne oldugu önemli degildi zaten....

Hayat ne kadar hizli akarsa aksin, isleri ne kadar yogun
olursa olsun hep
birbirlerine ayiracak zaman buluyorlardi bulmasina ama kirkli
yaslarin
ortalarina geldiklerinde, daha az çalismaya karar verdiler.
Adam,
hastaneden ayrildi ve muayenehanesinde hasta kabul etmeye
basladi. Kadin da mimarlik bürosunu kapadi ve sadece özel
projelerde görev aldi. Artik daha fazla beraber
olabiliyorlardi. Bir gün sahilde dolasirken, harap
durumda bir ev gördü kadin, üzerinde ?satilik? levhasi asili
olan. ?Ne
dersin, bu evi alalim mi?? dedi adama. ?Bu viraneyi yiktirir,
harika bir
ev yapariz. Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terasi olan,
martilari
kahvaltiya davet edecegimiz bir deniz evi yapalim burayi...?
?Sen
istersin de ben hiç hayir diyebilirmiyim?? diye yanit verdi
adam.
Amerikadaki tip kongresinden döner dönmez ararim emlakçiyi...
Kaç para olursa olsun, burasi bizimdir artik....?

Sadece bir hafta ayri kalacaklarini bildikleri halde,
ayrilmalari zor
oldu adam Amerika?ya giderken. Her gün, her saat konustular
telefonla.
Gözyaslari içinde kucaklastilar havaalaninda. Fakat birkaç gün
sonra,
kocasinda bir tuhaflik oldugunu fark etti kadin. Eskisi kadar
mutlu
görünmüyor, konusmaktan kaçiniyordu. Onu neselendirmek için,
sahildeki
evi hatirlatti ve çizdigi projeyi verdi kadin ama hiç
beklemedigi bir cevap
aldi: Canim, o ev bizim bütçemizi asiyor. Sen en iyisi o evi
unut...?

Mutsuzluk, mutlulugun tadina alismis insanlara daha da aci,
daha da
çekilmez gelir. Kadin, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri.
Derdini
söylemesi için yalvardi adama, Senin için ölürüm, biliyorsun,
ne olur
anlat? diye dil döktü bos yere... Yillardir sevdigi adam,
duyarsiz ve
sevgisiz biriyle yer degistirmisti sanki. Ona ulasmaya
çalistikça, beton
duvarlara çarpiyordu kadin, her çarpmada daha fazla kaniyordu
yüregi...

Bir gün, çocuklugunun, gençliginin ve bütün hayatinin birlikte
geçtigi
arkadasina dert yanarken, ?Artik dayanamiyorum, sana söylemek
zorundayim?
diye sözünü kesti arkadasi. O, seni aldatiyor. Is yerimin tam
karsisindaki restoranda genç bir kadinla yemek yiyiyor her
öglen. Sonra
sarmas dolas biniyorlar arabaya....
Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanlari? diye bagirdi
kadin.
Onca yillik arkadasini, kendisini kiskanmakla suçladi....
Ertesi gün, ögle
vakti o restoranin hemen karsisinda bir köseye sindi sessizce
ve peri
masallarinin sadece masal oldugunu anladi... Kocasinin eskiden
ayni
hastanede çalistigi genç çocuk doktorunu tanidi hemen. Bazen
evlerinde
agirladiklari kadina nasil sarildigini gördü adamin...

Aksam kocasi eve gelir gelmez, bazen bagirip,
bazen aglayarak, bazen ona simsiki sarilip bazen de
yumruklayarak haykirdi suratina her seyi. Inkar etmedi adam.
Zamanla duygularin degisebildigi, insanlarin orta yasa
geldiklerinde farklilik aradigi gibi bir seyler geveledi
agzinda ve
bavulunu alip gitti evden. Kapidan çikarken, ?son bir kez
kucaklamak
isterim seni? diyecek oldu ama kadin, ?defol? dedi nefretle...


Ilk celsede bosandilar... Modern bir ask hikayesinin böyle son
bulmasina
kimse inanamadi. Arkadaslarinin destegiyle ayakta kalmaya
çalisti kadin.
Adamin, sevgilisiyle birlikte Amerika?ya yerlestigini ögrendi.
Bazen
yalniz kaldiginda, onu hala sevdigini hissedince, aglama
nöbetleri
geçiriyor, askin yerini, en az onun kadar yogun bir duygu olan
nefretin
almasi için dua ediyordu.

Aradan bir yil geçti... Her seyin ilaci oldugu söylenen zaman
bile,
kadinin derdine çare olamamisti. Bir sabah, israrla çalan
zilin sesiyle
uyandi. Kapiyi açtiginda, karsisinda o kadini gördü. ?Sen,
buraya ne
yüzle geliyorsun? diye bagirmak istedi ama sesi çikmadi.
?Lütfen, içeri
girmeme
izin ver, mutlaka konusmamiz gerekiyor.? dedi genç kadin.
Kanepeye ilisti
ve zor duyulan bir sesle konusmaya basladi: ?Hiçbir sey
göründügü gibi
degil aslinda. Çok üzgünüm ama o bir saat önce öldü. Geçen yil

Amerika?daki kongre sirasinda ögrendi hastaligini ve yaklasik
bir senelik
ömrü kaldgini. Buna dayanamayacagini, hep söyledigin gibi
onunla birlikte
ölmek isteyecegini biliyordu. Seni kendinden uzaklastirmak
için, benden
sevgilisi rolünü oynamami istedi. Ailesine de haber vermedi.
Birlikte
Amerika?ya yerlestigimiz yalanini yaydi. Oysa ilk
karsilastiginiz otobüs
duraginin karsisinda bir ev tutmustu. Tedavi görüyor ve
kurtulacagina
inaniyordu ama olmadi. Gece fenalasmis, bakicisi beni aradi,
son anda
yetistim. Sana bu kutuyu vermemi istedi...? Gözlerinden akan
yaslari
durduramayacagini biliyordu kadin. Hemen oracikta ölmek
istiyordu. Eline
tutusturulan kutuyu açmayi neden sonra akil edebildi. Itinayla
katlanmis
bir sürü kagit duruyordu kutuda. Ilk kagitta, ?Lütfen bütün
notlari
sirayla oku bir tanem? diyordu... Sirayla okudu; ?Seni çok
sevdim?, ?Seni
sevmekten hiç vazgeçmedim?, ?Senin için ölürüm derdin hep,
dogru
söyledigini bilirdim.? ?Fakat benim için ölmeni istemedim?
?Simdi bana
söz vermeni istiyorum.? ?Benim için yasayacaksin, anlastik
mi?? son kagidi eline alirken, kutuda bir anahtar oldugunu
gördü kadin... Ve son kagitta sunlar yaziliydi:

Sahildeki evimizi senin çizdigin projeye göre yaptirdim.
Kocaman terasta
martilarla kahvalti ederken, ben hep seni izliyor olacağım...
 
MARANGOZ

Yaşlı bir marangozun emeklilik çağı gelmişti. İşveren müteahhidine, çalıştığı konut yapım işinden ayrılmak ve eşi, büyüyen ailesi ile birlikte daha özgür bir yasam sürmek tasarısından söz etti. Çekle aldığı ücretini elbette özleyecekti. Emekli olmak ihtiyacındaydı, ne var ki. Müteahhit iyi isçisinin ayrılmasına üzüldü. Ve ondan, kendine bir iyilik olarak, son bir ev daha yapmasını rica etti. Marangoz kabul etti ve işe girişti, ne var ki gönlünün yaptığı işte olmadığını görmek pek kolaydı. Baştan savma bir isçilik yaptı ve kalitesiz malzeme kullandı. Kendini adamış olduğu mesleğine böyle son vermek ne talihsizlikti!..
İşini bitirdiğinde, işveren, evi gözden geçirmek için geldi. Dış kapının anahtarını marangoza uzattı.
- "Bu ev senin" dedi,
- "sana benden hediye."
Marangoz şoka girdi. Ne kadar utanmıştı! Keşke yaptığı evin kendi evi olduğunu bilseydi! O zaman onu böyle yapar mıydı!
 
Yoksul Çiftçi(GeRCeK Bi HaYaT)


İskoçya'da yoksul mu yoksul bir çiftçi yaşardı. Fleming 'idi adı. Günlerden bir gün tarlada çalışırken bir çığlık duydu. Hemen sesin geldiği yere koştu. Bir de baktı ki beline kadar bataklığa batmış bir çocuk, kurtulmak için çırpınıp duruyor. Çocukcağız bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Çiftçi çocuğu bataklıktan çıkardı ve acılı bir ölümden kurtardı. Ertesi gün Fleming'in evinin önüne gelen gösterişli arabadan şık giyimli bir aristokrat indi. Çiftçinin kurtardığı çocuğun babası olarak tanıttı kendini.

''Oğlumu kurtardınız, size bunun karşılığını vermek istiyorum'' dedi.

Yoksul ve onurlu Fleming ; ''Kabul edemem!'' diyerek ödülü geri çevirdi.

Tam bu sırada kapıdan çiftçinin küçük oğlu göründü.

''Bu senin oğlun mu?'' diye sordu aristokrat.

Çiftçi gururla ''Evet!'' dedi.

Aristokrat devam etti ; ''Gel seninle bir anlaşma yapalım. Oğlunu bana ver iyi bir eğitim almasını sağlayayım. Eğer karakteri babasına benziyorsa ilerde gurur duyacağın bir kişi olur.''

Bu konuşmalar sonunda Fleming'in oğlu aristokratın desteğinde eğitim gördü. Aradan yıllar geçti. Çiftçi Fleming'in oğlu Londra'daki St. Mary's Hospital Tıp Fakültesi'nden mezun oldu ve tüm dünyaya adını penisilini bulan Sir Alexander Fleming olarak duyurdu. Bir süre sonra aristokratın oğlu zatürreye yakalandı.

Onu ne mi kurtardı? Penisilin!

Aristokratın adi : Lord Randolp Churchill'idi...

Oğlunun adı ise : Sir Winston Churchill.

Kurtaran doktor : Çiftçinin oğlu Sir Alexander Fleming.



Paraya gereksiniminiz yokmuş gibi çalışın.

Hiç acı çekmemiş gibi sevin.

Hiçbir şey beklemeden verin.

Karşılığını mutlaka bir gün alırsınız...
 
IZDIRABIN ACILIGI

Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli herşeyden
şikayet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz
almaya gönderdi. Hayatındaki herşeyden mutsuz olan
çırak döndügünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir
bardak suya atıp içmesini söyledi. Çırak, yaşlı adamın
söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri
tükürmeye başladı. "Tadi nasil?" diye soran yaşlı
adama öfkeyle "acı" diye cevap verdi. Usta
kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı
çıkardı. Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına ***ürdü
ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden
su içmesini söyledi. Söyleneni yapan çırak, ağzının
kenarlarından akan suyu koluyla silerken ayni soruyu
sordu: "Tadı nasıl?" "Ferahlatıcı" diye cevap verdi
genç çırak. "Tuzun tadını aldın mi?" diye sordu yaşlı
adam, "hayır" diye cevapladı çırağı. Bunun üzerine
yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının
yanına oturdu ve şöyle dedi: "Yaşamdaki izdıraplar
tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Izdırabın miktari
hep aynidir. Ancak bu izdırabın acılıği, neyin içine
konulduğuna bağlıdır. Izdırabın olduğunda yapman
gereken tek şey, ızdırap veren şeyle ilgili hislerini
genişletmektir.

Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl
olmaya çalış...."
 
PARAŞÜTÜNÜZÜ KİM KATLIYOR

Carlos Plump Birleşik Devletler deniz kuvvetlerinde genç subaylara öğretmenlik yapıyordu. Vietnam’da jet pilotu olarak savaşmıştı. 76. uçuşu sırasında uçağı yerden havaya fırlatılan bir füzeyle vurulmuş, ancak son anda uçaktan atlamış, paraşütle yere inmişti. Ne var ki komünistlerin eline esir düşmüş, 6 yılını bir hapishanede geçirdikten sonra tekrar ülkesine dönmüştü. Şimdi genç öğrencileriyle bu paha biçilmez deneyimlerini paylaşıyordu.
Bir gün, bir lokantada eşiyle birlikte yemek yerken yakındaki masada bir adam kendisine yaklaştı ve ”Siz Yüzbaşı Plumpsınız değim mi?” dedi. Plump’ın cevap vermesine fırsat vermeden konuşmasını sürdürdü adam;
“Vietnamda Kitty Hawk savaş gemisinde savaş pilotuydunuz. Uçağınızı vurmuşlardı.”
Bütün bunları nereden biliyorsun diye sordu Plump şaşkınlıkla
Adam hemen cevap verdi;
Sizin paraşütünüzü katlamıştım. Bir taraftan eliyle ustaca katlama hareketleri yaparken “Umarım paraşütünüz hemen açılmıştır” dedi. Plump minnettarlıkla, “elbette” dedi, “katladığın paraşüt açılmasaydı, bugün burada olamazdım.” Adam tevazu ile Plump’ın elini sıkıp müsaade istedi ve yerine oturdu.
Plump o gece uyuyamadı. Hep adamı düşündü. Bir paraşütün katlanma biçimi bir pilotun ölüm kalım meselesi olacak kadar incelikli bir işti. Bir jet pilotu olarak bu detayı hiç düşünmemişti. Kim bilir Kitty Hawk’ta kaç kez yüz yüze gelmişlerdi de sıradan bir memur olarak görmüştü adamı. Sözüm ona, bir jet pilotunun yaptığı ile sıradan memurların yaptığı işler kıyaslanır şeyler değildi! Hep sıradan biri gibi görmüş olmalıydı adamı. Hayatında yeri olmayan önemsiz bir dekor gibi. Çok büyük bir ihtimalle ona bir “Merhaba” demeyi bile çok görmüştü.
Saatlerce onun yaptığı işi düşündü. Yüzlerce paraşütün iplerini birbirinden itina ile ayırışını, kumaşı inceden inceye katlamasını hayal etti. Elinin her hareketinde hiç tanımadığı birinin hayatını ellerinde tuttuğunu fark etti.
Ertesi gün dersine şu beklenmedik soruyla başladı Plump: “Paraşütünüzü kim katlıyor?” Bir süre susup cevap bekledi. Anlaşılan o ki, herkes kendi işine odaklanıyor, kendi işinin detaylarında kritik katkıları olan insanları hesaba katmıyordu.
Hepimizin hayatımızın her anında kullandığımız bir paraşüt vardır. Bizi hayatta tutan, öz güvenimizi sağlayan, ayaklarımızı yere sağlamca bastıran ya da havada asılı kalıp öteleri görmemizi sağlayan nice küçük fakat önemli detayın arkasında kimler var acaba.
Hayır, hayır; jet pilotu olmanız ya da savaşıyor olmanız gerekmiyor elbet bu soruya muhatap olmak için. Simdi sokakta huzurla yürürken biri basit bir soru sorulabilir size:
“Pantolonunuzu kim ütülüyor?”
 
ELLER

Alttaki resmi çizen, Albrecht Durer isimli 1471-1528 yillari arasinda
yasamis bir ressam.18 çocuklu bir ailenin resimle ilgilenen 2 erkek
çocugundan biri. Iki kardesin de resme karsi olaganüstü bir ilgileri ve
yetenekleri var. Her ikisi de sanat okuluna gidip büyük bir ressam olma
hayali kuruyorlar.
Aile ise bu durum karsisinda çaresiz. Madencilik yaparak geçinmeye
çalisiyorlar ve karinlarini zor doyurabilmekteler. Bu durum karsisinda iki
kardes kendi aralarinda kura çekmeye ve kazananin sanat okuluna
gitmesine, geride kalanin daha çok çalisip diger kardesi okutmasi yönünde bir
karar aliyorlar.Albert ve Albrecht arasindaki bu kurada okula giden
dönüste diger kardesi okumasi için okula gönderecek ve kendisi de madende
çalisacakti.
Kurayi kazanan Albrecht okula gider ve bütün ögretim görevlilerini
kendine hayran birakarak çok büyük basarilar elde eder.Okulu birin cilikle
bitirdiginde yöredeki bütün okullarda ismi bilinmektedir. Eve büyük bir
gururla döner. Ailesi Albrecht onuruna güzel bir yemek verir. Kendisini
öven konusmalardan sonra Albrecht söz alir ve kendisine bu basarilari
yasatan kardesine tesekkür eder. Simdi siranin kardesinde oldugunu ve
okumaya gönderecegi kardesi için madende çalismaktan büyük gurur
duyacagini söyler. Kardesinin yaniti ise; -"Imkansiz sevgili kardesim"
seklindedir."Seni okulda okutabilmek için çalistigim senelerde bütün
parmaklarim madende defalarca kirildi ve degil kalem tutmak,senin serefine su
sarap kadehini bile zor tutuyorum."Kardesinin durumuna hakikaten üzülen
Albrecht ise kendisini dünyanin en ünlü ressamlari arasina sokan o
ellerin, kardesinin ellerinin resimini çizer. Bütün dünyanin Praying Hands
(Dua eden eller) olarak bildigi esas ismi Hands (Eller) olan resim
Albrecht Durer in kardesininin elleridir.
 
TUZLU KAHVE


Kıza bir partide rastlamıştı.. Harika bir şeydi.. O gün peşinde o kadar delikanlı vardı ki..
Partinin sonunda kızı kahve içmeye davet etti. Kız parti boyu dikkatini çekmeyen oğlanın davetine şaşırdı, ama tam bir kibarlık gösterisi yaparak kabul etti. Hemen köşedeki şirin kafeye oturdular.. delikanlı öyle heyecanlıydı ki, kalbinin çarpmasından konuşamıyordu. Onun bu hali kızın da huzurunu kaçırdı.. "Ben artık gideyim" demeye hazırlanırken, delikanlı birden garsonu çağırdı.. "Bana biraz tuz getirir misiniz" dedi.. "Kahveme koymak için.." Yan masalardan bile şaşkın yüzler delikanlıya baktı.. Kahveye tuz!.. delikanlı kıpkırmızı oldu utançtan, ama tuzu kahvesine döktü ve içmeye başladı. Kız, merakla "Garip bir ağız tadınız var" dedi.. delikanlı anlattı:

"Çocukken deniz kenarında yasardık. Hep deniz kenarında ve denizde oynardım. Denizin tuzlu suyunun tadı ağzımdan hiç eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben.. Bu tadı çok sevdim. Kahveme tuz koymam bundan. Ne zaman o tuzlu tadı dilimde hissetsem, çocukluğumu, deniz kenarındaki evimizi ve mutlu ailemi hatırlıyorum. . Annemle babam hala o deniz kenarında oturuyorlar.. Onları ve evimi öyle özlüyorum ki.."

Bunları söylerken gözleri nemlenmişti delikanlının.. Kız dinlediklerinden çok duygulanmıştı. İçini bu kadar samimi döken, evini, ailesini bu kadar özleyen bir adam, evi, aileyi seven biri olmalıydı. Evini düşünen, evini arayan, evini sakınan biri.. Ev duyusu olan biri.. Kız da konuşmaya başladı.. Onun da evi uzaklardaydı.. Çocukluğu gibi.. O da ailesini anlattı. Çok şirin bir sohbet olmuştu.. Tatlı ve sıcak.. Ve de bu sohbet öykümüzün harikulade güzel başlangıcı olmuştu tabii.. Buluşmaya devam ettiler ve her güzel öyküde olduğu gibi, prenses, prensle evlendi. Ve de sonuna kadar çok mutlu yaşadılar. Prenses ne zaman kahve yapsa prensine içine bir kasık tuz koydu, hayat boyu.. Onun böyle sevdiğini biliyordu çünkü..

40 yıl sonra, adam dünyaya veda etti. "Ölümümden sonra aç" diye bir mektup bırakmıştı sevgili karısına.. Şöyle diyordu, satırlarında.. "Sevgilim, bir tanem.. Lütfen beni affet. Bütün hayatımızı bir yalan üzerine kurduğum için beni affet. Sana hayatımda bir tek kere yalan söyledim.. Tuzlu kahvede.. İlk buluştuğumuz günü hatırlıyor musun..? Öyle heyecanlı ve gergindim ki, şeker diyecekken 'Tuz' çıktı ağzımdan.. Sen ve herkes bana bakarken, değiştirmeye o kadar utandım ki, yalanla devam ettim. Bu yalanın bizim ilişkimizin temeli olacağı hiç aklıma gelmemişti. Sana gerçeği anlatmayı defalarca düşündüm. Ama her defasında korkudan vazgeçtim. Simdi ölüyorum ve artık korkmam için hiçbir sebep yok.. İste gerçek.. Ben tuzlu kahve sevmem. O garip ve rezil bir tat.. Ama seni tanıdığım andan itibaren bu rezil kahveyi içtim. Hem de zerre pişmanlık duymadan. Seninle olmak hayatımın en büyük mutluluğu idi ve ben bu mutluluğu tuzlu kahveye borçluydum. Dünyaya bir daha gelsem, her şeyi yeniden yaşamak, seni yeniden tanımak ve bütün hayatımı yeniden seninle geçirmek isterim, ikinci bir hayat boyu daha tuzlu kahve içmek zorunda kalsam da.."

Yaşlı kadının gözyaşları mektubu sırılsıklam ıslattı. Lafı açıldığında bir gün biri, kadına "Tuzlu kahve nasıl bir şey" diye soracak oldu..
Gözleri nemlendi kadının..
"Çok Tatlı!.." dedi..
 
Gerçek Dostlar

Çok samimi iki dost ve arkadaslardi. Fakat bir tanesi çok kurnaz,atilgan ve hareketli, digeri ise çok saf , dürüst ve sessizdi.

Bir gün kurnaz olan arkadas , diger arkadasin yanina giderek islerinin bozuldugunu söyler ve kendisinden para ister. Samimi dostu onu hiç kirmaz ve elindeki bütün parayi arkadasina verir.Arkadasi bu parayla islerini düzeltir.

Bir süre sonra kurnaz olan yine arkadasinin yanina gider ve arkadasinin evlenmek üzere oldugu nisanlisini çok begendigini ve kendisine vermesini ister.
Arkadasi çok sasirir, ne diyecegini bilemez.
Fakat aralarinda o kadar kuvvetli bir sevgi vardir ki arkadasina hayir diyemez,
nisanlisini arkadasina verir.

Zaman içinde Saf olanin isleri bozulur ve birden arkadasi aklina gelir...
(ben ona sikistiginda iyilik yapmistim diyerek) arkadasinin is yerine gider ve
kendisine çalismasi için is vermesini ister.Arkadasi ona is vermez.
Bizimki pismanlik ve üzüntü içinde geri döner ama yinede arkadasina kizamaz.

Bir gün sokakta dolasirken yanina hasta ve yasli bir adam yaklasir Fakir oldugu için ilaç alamadagini söyler.Bizimki yasli adamcagiza acir, istedigi ilaçlari alir ve
adamcagiza verir.Kisa bir süre sonra yasli adamin öldügünü duyar
Yasli adam çok zengindir ve bütün mirasini kendisine birakmistir.

Saf adam artik zengindir. Biraz da sevdigi dostuna olan kirginligiyla dostunun is
yerinin karsisinda bir ev alir ve oraya yerlesir.

Bir gün evinin kapisini dilenci bir kadin çalar. Yasli kadin çok aç oldugunu,
kendisine yemek vermesini ister.Bizim saf hiç düsünmeden kadini içeri alir karnini doyurur,Kimsesi olmadigini ögrendigi kadina ; Kendisinin de yanliz oldugunu söyler ve bu evde birlikte yasiyalim sen evin islerini ve yemekleri yaparsin der.yasli kadin hiç düsünmeden kabul eder. Bir süre sonra yasli kadin bizimkine, kendine uygun bir kiz bulup evlenmesini söyler,
Bizimki böyle bir kizi nasil ulaşacagini, kendisinin tanidigi olmadigini söyler.
Yasli kadin ona uygun bir kiz tanidigini ve kendisiyle görüstürebilecegini söyler.
Görüsmeler sonucunda evlenmeye karar verilir ve dügün davetiyeleri basilir.

Bizimkisi kirgin oldugu halde çok samimi dostunu yinede unutamamistir ...

Biraz da geldigi konumu görmesi açisindan samimi arkadasina da davetiye gönderir
Dügün günü gelir çatar . Saf adam dügün salonunda bir seyler söylemek istegiyle mikrafonu alir ve baslar yasadiklarini anlatmaya ;

"Eskiden çok sevdigim bir dostum vardi . Bir gün isleri bozulunca benden borç para istedi.elimdeki bütün parayi verdim. Evlenmek üzere oldugum nisanlimi çok begendigini söyleyerek benden istedi.Çok üzülerek onu da kendisine verdim . Çünkü biz gerçek dosttuk onun üzülmesini istemedim.Islerim bozuldugunda onun fabrikasina gittim ve çalismak için kendisinden is istedim. Bana is vermedi.Çok üzüldüm, ama yinede arkadasima kizmiyorum Çünkü biz gerçek dosttuk."

Bu konusma üzerine kurnaz olan arkadasi daha fazla dayanamaz mikrafonu eline alir ve baslar konusmaya;

"Benim de bir zamanlar çok sevdigim bir dostum vardi. Islerim bozuldugunda kendisinden para istedim, bütün parasini bana verdi. Sonra ondan nisanlisini istedim, üzülerek nisanlisini da verdi . Nisanlisini istememin nedeni o kadinin arkadasima layik olmamasiydi . (Hayat kadiniydi ) Kendisi çok saf oldugu için arkadasimi o kadindan bu sekilde kurtardim.
Isleri bozuldugunda gelip benden is istedi, Arkadasimi kendi emrimde çalistiramazdim, o yüzden is vermedim Günün birinde karsilastigi yasli adam benim babamdi. Babam ölmek üzereydi, onu arkadasimin yanina ben gönderdim ve mirasini ona ben biraktirdim. Evine gelen dilenci kadin benim annemdi Ona bakip iyi yasamasini saglamak için gönderdim. Su anda evlenmekte oldugu kisi de benim kiz kardesim.
Onu arkadasimla evlenmesine ben ikna ettim.

Herşey senin içindi...
 
Doğuştan Kör..

Ingiltere'de Brooklyn köprüsünde bri bahar günü kör bir adam dilencilik yapiyormuş. Dizlerinin üzerindeki tabelada ise büyük harflerle DOĞUŞTAN KÖR yazılı imiş.

Köprüden geçen bir çok insan bu acıklı manzaraya rağmen dilenciye para vermeden köprüden geçip giderken bir reklamcı durumu görmüş. Dilencinin dizleri üzerindeki DOĞUŞTAN KÖR yazılı tabelayı eline almış, arkasını cevirip bri şeyler yazdıktan sonra tekrar dilencinin dizelerine bırakmış.

Ve ne olduysa o yazıdan sonra olmuş... Köprüden geçen ve tabeladaki yeni yazıyı okuayn herkes dilencinin önündeki şapkaya para atmaya başlamış.

Reklamcının yazdığı o tek cümle dilencinin şapkasının para ile dolup taşmasını sağlamış. Ne mi yazmış reklamcı tabelaya:

"GÜZEL BİR BAHAR GÜNÜ, AMA BEN BAHARI GÖREMİYORUM.."
 
Kahve

Bir zamanlar her şeyden sürekli, şikayet eden,hayatın ne kadar berbat
olduğundan yakınan bir kız vardı.

Hayat, ona göre, çok karmaşık ve sürekli savaşmaktan, mücadele
etmekten yorulmuştu. Bir problemi çözer çözmez, bir yenisi çıkıyordu
karsısına.

Yine kızın bu yakınmaları karsısında, mesleği aşçılık olan babası ona
bir hayat dersi vermeye niyetlendi.

Bir gün onu mutfağa ***ürdü üç ayrı cezveyi suyla doldurdu ve ateşin
üzerine koydu. Cezvelerdeki sular kaynamaya başlayınca, bir cezveye bir
patates, diğerine bir yumurta, sonuncusuna da kahve çekirdeklerini
koydu.. Daha sonra kızına tek kelime etmeden, beklemeye başladı
Kızıda hiçbir şey anlamadı, bu faaliyeti seyrediyor ve sonunda
karsIlaşacağı şeyi görmeyi bekliyordu.

Ama o kadar sabırsızdı ki, sızlanmaya ve daha ne kadar
bekleyeceklerini sormaya başladı. Babası onun bu ısrarlı sorularına
cevap vermedi. Yirmi dakika sonra, adam, cezvelerin altındaki ateşi
kapattı.

Birinci cezveden patatesi çıkardı ve bir tabağa koydu.ikincisinden
yumurtayı çıkardı, onu da bir tabağa koydu.Daha sonra son cezvedeki
kahveyi bir fincana boşalttı.

Kızına dönerek sordu:

- Ne görüyorsun ?
- Patates, yumurta ve kahve !! diye alaylı bir cevap verdi kızı.

Daha yakından bak bir de dedi baba, patatese dokun.Kız denileni
yaptı;ve patatesin yumuşamış olduğunu söyledi.

Ayni şekilde,yumurtayıda incele. Kız,kabuğunu soyduğu yumurtanın
katılaştIğını gördü.

Sonunda kızının kahveden bir yudum almasını söyledi. Söylenileni
yapan kızın yüzüne, kahvenin nefis tadıyla bir gülümseme yayıldı.

Ama yinede bütün bunlardan bir şey anlamamıştı:

Bütün bunlar ne anlama geliyor baba ?

Babası, patatesin de, yumurtanın da, kahve çekirdeklerinin de ayni
sıkıntıyı yasadıklarınıª, yani kaynar suyun içinde kaldıklarını
anlattı. Ama her biri bu sıkıntının karsısında farklı tepkiler
vermişlerdi. Patates daha ince sert, güçlü ve tavizsiz
görünürken,kaynar suyun içine girince yumuşamaları ve güçten düşmüştü.
Yumurta ise çok kırılgandı; dışındaki ince kabuğu içindeki sıvıyı
koruyordu. Ama kaynar suda kalınca,yumurtanın içi sertleşmiş ve
katılaşmıştı.

Ancak, kahve çekirdekleri bambaşkaydı. Kaynar suyun içinde
kalınca,kendileri değiştiği gibi suyu da değiştirmişlerdi ve ortaya
tamamen yeni bir şey çıkmıştı.

Sen hangisisin? diye sordu kızına.

Bir sıkıntı kapını çaldığında nasıl tepki vereceksin ?

Patates gibi yumuşayıp ezilecek misin? Yumurta gibi kalbini mi
katılaştıracaksın? Yoksa, kahve çekirdekleri gibi, başına gelen her
olayın duygularını olgunlaştırmasına ve hayatına ayrı bir tat
katmasına izin mi vereceksin?

__________________
 
Biraz uzun ama sonuna kadar okumaya çalışın...



Yaşamdaki Engelleri Aşmak Üzerine Düşünceler


.Hiç hayatın getirdiği yüklerin, endişelerin ve hayal kırıklıklarının taşıyabileceğinizden daha ağır olduğu duygusuna kapıldınız mı?

Sevilen birinin kaybı sizi üzüntüler içinde bıraktı mı?

Kocanızla, karınızla ya da sevgilinizle olan sorunlarınız ilişkinizi bozma tehdidi oluşturacak boyutlarda mı? Bir kaza veya ciddi bir hastalık sizde korku veya depresyon yarattı mı? Onlara en çok ihtiyacınız olan zamanda dostlarınız ya da iş arkadaşlarınız sizi ihmal ettiler veya ortada bıraktılar mı? Mali zorluklar ve ekonomik baskılar sizi belirsizlik ve ümitsizliğe sürükledi mi? Çocuklar veya aile fertleri için duyduğunuz endişeler sizi korkutup, uykusuz geceler geçirmenize neden oldu mu? Eğer zor, sıkıntılı bir dönemden ya da bir kişisel kriz döneminden geçiyorsanız, bana her zaman güç veren bir hikayem var sizin için. Size de cesaret vereceğini umuyorum.




Fırtınanın Ortasında Sükunet



Bir zamanlar, ressamlardan sükuneti resmetmelerinin istendiği bir yarışmada birincilik kazanmış olan bir resim vardı.

Ressamların çoğu, kesin, tam bir sessizliği gösteren dingin, hareketsiz kır resimleri göndermişlerdi. Tabii bu da bir sükunet şeklidir ama elde edilmesi en zor sükunet hali ödülü kazanan resmin gösterdiği sükunetti.

Bu, gürüldeyen çılgınca anaforların bulunduğu ve bütün gücüyle köpüren, kuduran bir nehrin resmiydi, ama azgın akıntının üzerinde asılmış incecik bir dalda, içinde orada öylece oturan ve fırtınaya rağmen şarkısını söyleyen küçücük bir kuş un olduğu ufak, güzel bir kuş yuvası bulunuyordu.

Işte inancınızın sınandığı an, fırtınanın ortasıdır.







Zorluktan Gelen Başarı



Okyanusun dibinde yatan bir istiridye, su üzerinden akıp geçsin diye, kabuğunu açmış. Su içinden geçerken, solungaçları yiyecekleri toplayıp midesine gönderiyormuş. Aniden, yakındaki bir balık, bir kuyruk darbesiyle kum ve çamur fırtınası yaratmış. Istiridye de kumdan nefret edermiş; zira kum öylesine pürüzlüymüş, kabuğunun içine bir kum tanesi kaçsa son derece rahatsız olurmuş. Istiridye derhal kabuğunu kapamış ama çok geç kalmış; zira sert ve pürüzlü bir kum taneciği içeri girip, iç derisi ile kabuğu arasına yerleşmiş.




Aman Allahım, şu kum tanesi istiridyeyi ne de çok rahatsız ediyormuş. Ama, kabuğunun içini kaplaması için kendine verilmiş olan salgı hücresini derhal çalıştırarak, minik kum tanesinin üstünü kaplamaya başlamış; ta ki, nefis, parlak ve düzgün bir örtü oluşana kadar... Istiridye, yıllar yılı, minik kum taneciğinin üstüne katlar eklemeğe devam etmiş ve sonunda müthiş güzel, parlak ve son derece değerli bir inci oluşmuş.




Bazen karşılaştığımız problemler bu kum taneciğine benzer; bizi rahatsız ederler ve niye bize bu derece eziyet çektirip asabileştirdiklerine şaşarız; fakat azmin getirdiği cesaret ve kuvvetle, sorunlarımızın ve zayıflıklarımızın üstesinden geliriz.




Daha alçakgönüllü, dualarımızda daha ısrarlı, çevremizdekilere daha yakın, daha akıllı ve sorunlarımıza karşı daha dayanıklı hale geliriz. Gizli bir gücün yardımı ile birden, yaşamımızdaki pürüzlü kum tanecikleri, bize kuvvet ve güç veren değerli incilere dönüşür ve bir çoğumuza ümit ve ilham kaynağı oluştururlar.





Çok acı çekmiş olmak birçok dili bilmek gibidir: Acı çekene, çok daha fazla sayıda insanı tanıma fırsatı verir.




Hayatta başarısız olanların çoğu, vazgeçtikleri anda başarıya ne kadar yakın olduklarını farketmemiş olanlardır!



Denemenin anlamı sadece değer sınaması yapmak değil, onu arttırmaktır.



Mutlu insan belli bir konumda olan insan değil, belli tavırları olan insandır.


-- Hugh Downs





Şu eski deyiş ne kadar da doğru: "Karanlığın ortasında durup, her yer aydınlıkmış gibi davranmak; zafer budur!"




Sınırların içinde tutuklu olan insan, "Yapılamaz" diyen insandır. Aerodinamik yasalarına göre gövdesi tüylü iri arılar uçamaz. Bunun sebebi de, gövdenin, kanatların açılışına büyüklük, ağırlık ve biçim olarak oranının uçuşu imkânsız kılmasıdır. Ama tüylü arı, bilimsel gerçeklerden habersiz işine bakar ve ne olursa olsun, uçar.


Karakter kolaylık ve sükûn içinde geliştirilemez. Sadece denenme ve acı çekme yoluyla ruh güçlenebilir, görüş berraklaşır, istek körüklenir ve başarı elde edilir.



-- Helen Keller



"Bisogna soffrire per essere grandi." Bu, büyük şarkıcı Enrico Caruso'nun en sevdiği söylemdi. Kelimelerin anlamı şudur: "Büyük olmak için acı çekmek gerekir."



Zor yıllardan sonra Caruso üne kavuştu; ama bu adam sesiyle güzel
müzikten daha fazla bir şeyler iletti. Bir müzik eleştirmeni şu gözlemleri yapmıştır: "Onunki, insanı seven bir ses ama sadece bir ses de değil, başkalarının duygularına katılan bir adam." Işte büyük sıkıntılar, hayatın güçlüklerini uygun ruh durumuyla kabul eden bir insana bunu yapar.



Denemenin anlamı sadece bir şeyin değerini sınamak değil, ama bu değeri arttırmaktır; tıpkı fırtınaların meşe ağacını sadece sınamakla kalmayıp, güçlendirdiği gibi.



Zaferlerden daha muzaffer olan bazı yenilgiler de vardır.




Büyük felâketler ve kargaşalar, çoğu kez büyük beyinlere yaratıcılık aşılamıştır. En saf madenler, en sıcak fırınlarda üretilir ve en parlak şimşekler, en karanlık fırtınalardan doğar.








Sınanmayla Gelen Kuvvet




Bir elmasın güzelliği, ancak onu keserek ve parlatarak meydana çıkar. Insanlarda da ancak, sınavlar ve deneyimlerle inanç gücü oluşur.



Bir kuyumcu, elmaslar için en iyi deneme sınavlarından biri olarak, "Su Testi'ni" gösteriyor. Diyor ki, "Sahte elmas, hiçbir zaman gerçeği taş kadar parlak olmaz. Eğer gözünüz, bu farkı anlayacak kadar deneyimli değilse; basit bir deneme yolu onu su altına koymaktır. Gerçek elmas, su altında parlar ve çok net olarak görülür. Eğer gerçek bir elması, bir sahte elmasla yanyana suyun altına koyarsanız, aradaki farkı, en az deneyimli göz bile görür."




Bazı sınavlardan geçmedikçe, birçokları inançlarından emindir; fakat üzüntü ve keder suları üstlerinden aktığında, inançları parıltısını kaybeder. Ancak bu koşullar altında, gerçek inananlar, gerçek mücevherler gibi parlarlar.
Başarının sırlarından biri de, amaçtaki kararlılıktır






Her şey kötüye gittiğinde denenecek şey "yeniden"dir.





Engeller beni ezemez; her engel güçlü bir kararlılık üretir.


-- Leonardo da Vinci







Güzellik Kalır; Acı Geçer




Henri Matisse, Auguste Renoir'dan hemen hemen 28 yaş genç olmasına rağmen, bu iki büyük ressam çok iyi arkadaştı ve sık sık birlikte olurlardı. Hayatının son yılında Renoir evinde kalmak zorunda olduğunda, Matisse onu her gün ziyaret ederdi. Mafsal iltihabından yarı felçli hale gelmiş olan Renoir, hastalığına rağmen resim yapmayı sürdürüyordu. Bir gün Matisse kendinden daha yaşlı olan ressamın stüdyosunda her fırça darbesinde azap verici ağrılarla savaşmasını seyrederken, düşünmeden şunları söyledi: "Auguste, böylesine ıstırap içindeyken neden hala resim yapmaya devam ediyorsun?"



Renoir sadece şöyle konuştu: "Güzellik kalır; acı geçer." Böylece, hemen hemen öldüğü güne kadar Renoir tuvalini boyadı. En ünlü tablolarından biri olan "Yıkanan Kadınlar", ölümünden iki yıl önce, kendisini sakat bırakan bu hastalığa yakalandıktan da 14 yıl sonra tamamlanmıştır.

--The Best of Bits and Pieces


Kolay zaferler, ucuz zaferlerdir. Kazanmaya değen zaferler güç bir mücadele içinde kazanılanlardır.


Mutluluk arkadaş kazandırır, sıkıntı ise onları sınar.









Kararlılık Üzerine



Bir üniversite birinci sınıf öğrencisinin aylık Atlantik Dergisi'nin editörü Charles W. Morton'a aktardığına göre; bir keresinde bu öğrenci Harvard'ın Dekanı Briggs'in ofisine gelerek yapması gereken ödevi hakkında "Efendim, çok özür dilerim ama kendimi iyi hissetmiyorum" demiş. Briggs ise ona "Delikanlı ," demiş ve eklemiş "Şunu aklından hiç çıkarma ki; dunyadaki işlerin çok büyük bir kısmı, kendini iyi hissetmeyen insanlar tarafından yapılmakta."


Uzun yıllar önce, Calvin Coolidge, "Dunyada hiç bir şey, azmin yerini tutamaz" demişti. Yetenek azmin yerini alamaz. Yeryüzünde yetenekli başarısız adamdan daha yaygın başka bir şey yoktur. Ödülsüz dâhi neredeyse bir ata sözüdür. Eğitim de alamaz. Dünya eğitimli ve hiç bir geliri olmayan kimselerle doludur.







Külden Güzellik



Burada, olumlu tavırlarla yenilgi karşısında zafer kazanmayı gösteren bir hikâye okuyacaksınız. Bu Henry Fawcett adında genç bir adamın gerçek ve bir hayli dokunaklı hikâyesidir. Bir gün babası Henry Fawcett'i birlikte ava gitmek için çağırdı. Ormanda vahşi hayvanları avlayıp, birlikte iyi vakit geçirirlerken, baba son derece trajik bir şekilde, kazayla silahını yanlış zamanda ateşledi ve sevgili oğlunun iki gözünün de kör olmasına yol açtı. Oğlan o zaman yirmi yaşındaydı.



Kazadan önce oğlan büyük bir geleceği olan parlak, hırslı genç bir adamdı. Kaza onu sert ve acı dolu bir insan haline getirseydi, kimse onu suçlayamazdı. Önceleri bu, kendisine de böyle gibi geliyordu. Ama onu kurtaran ve derin bir depresyonun üstesinden gelmesine ve yolunu bulmasına yardımcı olan bir şey vardı. Babasını derinden seviyordu ve oğluna yaptığından dolayı duyduğu acıyla neredeyse aklını kaybetmek üzere olduğunu biliyordu.



Babasının ruh sağlığını korumanın tek yolunun müthiş acının yerine ümidi seçmek olduğunun farkındaydı. Bu da tamı tamına yaptığı şey oldu! Neşeli olmadığı zaman neşeliymiş gibi davrandı! Istemediği halde hayatla ilgileniyormuş gibi yaptı! Hiç öyle bir umudu olmadığı halde yararlı bir yurttaş olma umudu taşıyormuş gibi yaptı!



Ama, sonra garip bir şey oldu. Göstermelik davranışlar gerçeğe dönüştü! Yaşama güdüsü ve keyfi geri geldi! Mücadele etmeye ve elinden geldiği kadar hayatıyla yapabileceğinin en iyisini yapmaya karar verdi! Sonuç: Henry Fawcett Parlamentoya seçildi ve hayatının geri kalan bölümünde Parlamentonun etkili bir üyesi olarak kaldı. Son yıllarında, Başbakan William Gladstone'un talebi üzerine Posta ve Telgraf Bakanı oldu ve bu görevinde ilk koli servisi ve Posta Havaleleri dahil Ingiliz posta ve telgraf sisteminde büyük yenilikler getirdi!






Yenilgi Gibi Görünen Şeylerden Gelen Zafer!



Soğuk bir kış sabahı sahildeki bulunan küçük bir koydan bir balıkçı filosu denize açıldı. Öğleden sonra büyük bir fırtına koptu ve gece olduğunda balıkçı teknelerinden hiçbirisi limana dönememişti. Bütün gece boyunca eşler, anneler, çocuklar ve sevgililer ellerini oğuşturup, kaybolan sevdiklerini kurtarması için Tanrıya yakararak rüzgara açık kıyıda bir aşağı bir yukarı dolandılar. Bu berbat durumda, bir de kulübelerden birinde yangın çıktı. Erkekler olmadığı için yangını söndürüp kulübeyi kurtarmak mümkün olmadı.


Ancak gün ışıdığında, herkesin sevinçle gördüğü gibi balıkçı teknelerinin tümü de sağlam olarak limana döndü. Fakat, orada ümitsiz bir kişi vardı. Bu kişi yangında evi kül olan adamın eşiydi.


Kocası karaya çıkarken şöyle bağırıyordu, "Aman Allah'ım, mahvolduk! Evimiz, içindeki herşeyle birlikte yangında kül oldu!"


Adam ise, kadını şaşırtan şu sözleri haykırdı, "O yangına şükürler olsun! Yanan kulübemizin ışığı sayesinde bütün tekneler yolunu buldu ve salimen limana döndük".






Sakın Ola Pes Etmeyin


Umutsuzluğa düşmeyen insan ender bulunur. Bizim başımıza ya da moral vermeye çalıştığımız bir tanıdığımızın başına da gelse, bunun cevabı bir kelimede saklıdır: azmetmek.

Pek az şey cesaret, ısrar ve azmin değerini, aşağıdaki adamın yaşam hikayesinin betimlediğinden daha iyi betimler (sağ taraftaki sütunda yaşı verilmiştir):

yaş

Iş hayatında başarısız oldu 22
Meclis seçimlerini kaybetti 23
Iş hayatında tekrar başarısız oldu 24
Meclise seçildi 25
Sevgilisi vefat etti 26
Sinir krizi geçirdi 27
Meclis Sözcüsü seçimini kaybetti 29
Seçici Delege seçimini kaybetti 31
Kongre seçimini kaybetti 34
Kongreye seçildi 37
Kongre seçimini kaybetti 39
Senato seçimini kaybetti 46
Başkan Yardımcısı seçimini kaybetti 47
Senato seçimini kaybetti 49
Birleşik Devletler Başkanı seçildi 51

Bu kayıtlar
Abraham Lincoln'e aittir.

Önemli olan, eleştiri yapan kişi, yani ayağı takılan güçlü adama veya bir işi yapanın o işi nasıl daha iyi yapabileceğine işaret eden adam değildir. Övgüye değer kişi, arenada fiilen yer alan, yüzü toz ve ter ve kana bulanmış, kahramanca çabalayan, çabalama sırasında hatalar ve eksiklikler olabildiği için üstüste hata yapabilen ve başarısızlığa uğrayan, kendini işine vermesini bilen, haklı bir dava için kendini feda eden, sonuçta başarılı olduğunda zaferin yüce duygusunu tadan, başarısız olduğunda ise yerinin zafer veya yenilgiden bihaber, etliye sütlüye karışmayan insanların arasında olmadığını bilen kişidir.

Theodore Roosevelt
26. A.B.D. Başkanı




Eğer


Eğer çevrendekiler itidalini kaybedipte seni suçladığı zaman

Sen soğukkanlılığını muhafaza edebilirsen,

Eğer herkes senden şüphelendiği halde, sen onların bu şüphesini

Hoşgörü ile karşılayabilir ve kendine olan güvenini kaybetmezsen,

Eğer bekleyebilir ve beklemekten usanmazsan,

Yahut senden nefret edilirse sen de nefretle karşılık vermezsen,

Ve yine, ne çok iyi görünmeye çalışır, ne de çok bilgiçlik taslamazsan,

Eğer hayal kurabilir, fakat hayallerinin esiri olmazsan,

Eğer düşünebilir, fakat düşüncelerinin kölesi olmazsan,

Eğer zafer ve felaketle yüz yüze gelir

Ve bu iki sahtekarı da aynı olgunlukla karşılayabilirsen,

Eğer doğru olan sözlerinin hilekarlar tarafından ahmakları

Aldatacak bir tuzak haline getirilmesine tahammül edebilirsen
,

Yahut hayatını vakfettiğin şeylerin bir anda yıkılışını seyredebilir

Ve durup, yıpranmış aletlerle onu tekrar kurabilirsen,

Eğer bütün kazançlarını bir hamlede şansın kucağına atıp

Kurban edebilir ve sonra yeni baştan başlayabilir

Ve kaybından ötürü hiç sesini çıkarmazsan,

Eğer iş işten geçtikten sonra kalbini, sinirlerini ve enerjini

Tekrar seferber edebilir ve gayene ulaşmaya çalışabilirsen

Ve sana: "dayan" diyen iradenden

Başka hiçbir şeyin kalmadığı zaman dişini sıkmasını bilirsen,

Eğer cahillerle konuştuğun halde faziletlerini muhafaza edebilir,

Yahut krallarla dolaştığın halde gururlanıp benliğini kaybetmezsen,

Eğer ne dostlarının, ne de düşmanlarının sözleri seni incitmezse,

Eğer herkese kıymet verir, fakat kimseye fazla güvenmemeyi bilirsen,

Eğer her dakikanın altmış saniyesini faydalı olarak doldurabilirsen,

Işte o vakit, dünya da, içindeki her şey de senindir,

Ve hatta daha fazla … sen o zaman, bir Adamsın, oğlum.
-- Rudyard Kipling








Imkansız nedir?




Imkansız, vazgeçmeyi alışkanlık haline getirenler içindir. Imkansız, beyinleri kirletir, kalpleri kırar ve bedenleri mahveder. Imkansız hastalıklı bir vücut yaratır; hastalıkların nedenidir ve yaraların iltihaplanmasına yol açar. Imkansız, korkakların yaşam biçimidir ve mağlupların bahanesidir. "Bu gerçekleştirilemez", "mümkün değil", "olanaksız" - tüm bunlar yaşayan ölülerin inanç sistemi, aptalların felsefesi, budalanın nağmesi, geri zekalının düsturudur. "Bu imkansız" mantığı, ölümcüldür, zira karanlığa ***ürür ve ölümle ve tahribatla sonuçlanır.



Imkansız bir sahtekardır yalanların babası tarafından yaratılmıştır. Amacı mahkum etmektir. Imkansız, zekanıza yapılan bir hakarettir, bilginize tehdittir, ruhunuza gözdağıdır. Imkansız, gerçek olan, mantıklı olan ve doğru olan her şeye karşıdır. "Imkansız" biçimindeki bu tek kelime ile ambalajlanmış, sözde masum ve doğal bu sonuç, aslında ölümcül bir zehirdir. Imkansız, insanlığın vebasıdır; insanı köle eder, kapana alır ve elini kolunu bağlar. Imkansız'ı onaylayan kimseler için artık özgürlük yoktur. Güç yoktur, ışık yoktur, hayat yoktur, bağımsızlık yoktur. Imkansız aşağı doğru kıvrıla kıvrıla inen bir spiraldir - bir kez kıvrımlarına kapıldığınız anda aşağı inmeye başlarsınız ve hep devam edersiniz: aşağı, aşağı, aşağı, biraz daha aşağı...



Imkansız Tanrı gerçeğine karşıdır. Imkansız Cehennemin dibinden gelmektedir. Imkansızın Cennette yeri yoktur; imkansızın mantığı Cennette işlemez.




Imkansız bir sözcükten öte bir şeydir; aklın bir halidir, bir tutumdur. Onu çamura gömmez, beslerseniz ve büyütürseniz, sizinle bütünleşir ve bir parçanız haline geliverir, ta ki çare kalmayana dek... Insanı sarışı ayartıcıdır, zira ona teslim olduğunuzda artık başka hiçbir eylem gerekmemektedir; hiçbir galibiyet de gerekmez, çünkü "Imkansızdır"... Bu tutum kazanmaya değil kaybetmeye ***ürür insanı. "Imkansıza kapılanlar, eğer herhangi bir alanda mağlup oldularsa, çok yakında başka alanda da mağlup olacaklarının farkına varacaklardır, daha sonra bir başka alanda, sonra bir başkasında".


Imkansız kısır bir döngüdür. Imkansız kaybedenin davranış biçimidir. Zaferini, yaratacağı tehlikenin bilincinde olmayan kişilerin kalbinde kazanır; asil arzuları yıkar, yüksek hedefleri vurur ve düşleri parçalar. Imkansız, karanlık bastırınca ortaya çıkan bir hırsız gibidir; cesaretinizi çalar, yiğitliğinizi alır sizden ve bir kenara geçerek alay etmeye başlar, kahkahalara boğulur siz onun yanlış yollarında sendelerken. Kısacası "Imkansız" sonunda bir işe yaramaz yaratır.








Zafer Azimlilere Aittir




Gelin kabul edelim; hayat bir mücadeledir!... Özellikle de günümüzün sorunlarla dolu Dünyasında! Inanç ve cesaret ve bir sürü mücadele gerekiyor! Ama bazılarımızın sorunu, denemek gereken zamanlarda denemeyi bırakmaktır! Bazı insanlar zihinleri içinde baygınlık geçirirler. Zihinsel olarak vazgeçerler; ruhsal olarak vazgeçerler! Ama irade güçlüdür! Güçlü bir inanç, güçlü bir irade ile çoğu zaman birlikte aşılamaz gibi görünen güçlüklerin üstesinden gelmiştir.

14'üncü yüzyılda yaşamış olan büyük Moğol fatihi Timurlenk gençlik yıllarına ait şu hikayeyi arkadaşlarına anlatırmış: "Bir keresinde düşmanlarımdan saklanmak için harap bir binaya sığınmak ve saatlerce tek başıma oturmak zorunda kalmıştım. Ümitsiz durumumdan zihnimi uzaklaştırmak için kendinden çok daha büyük bir mısır tanesini yüksek bir duvara çıkartan bir karıncaya gözümü dikmiş bakıyordum. Bu işi başarmak için başarısız olan kaç deneme yaptığını saymıştım. Mısır tanesi altmış dokuz kere yere düşmüştü; ama karınca vazgeçmiyordu ve yetmişincisinde duvarın üstüne ulaştı! Bu manzara bana, vazgeçmemek için o an şiddetle ihtiyacım olan cesareti vermişti ve aldığım o dersi hiç unutmadım."

Büyük felaket ve karışıklık zamanları, sıklıkla en büyük beyinleri yaratmıştır. En saf cevher, en kızgın ocaklarda üretilir ve en parlak yıldırım, en karanlık fırtınadan doğar.




Zafer, ona en çok azmedenindir.
 
TIKANDI BABA

Sultan Mahmut kılık kıyafetini değiştirip dolaşmaya başlamış. Dolaşırken bir kahvehaneye girmiş oturmuş. Herkes bir şeyler istiyor.
Tıkandı Baba, çay getir!..
Tıkandı Baba, kahve getir!..
Bu durum Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş.
– Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı baba meselesi?
– Uzun mesele evlat, demiş Tıkandı baba.
– Anlat Baba anlat! Merak ettim deyip çekmiş sandalyeyi.
Tıkandı baba da peki deyip başlamış anlatmaya;
Bir gece rüyamda birçok insan gördüm, herbirinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. “Benimki de onlarınki kadar aksın” diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı.
Bu sefer içimden “Onlarınki kadar akmasa da olur, yeter ki eskisi kadar aksın” dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı.
Ben yine açmak için uğraşırken bir zat göründü ve:
“Tıkandı Baba, tıkandı. Uğraşma artık”, dedi. O gün bu gün adım “Tıkandı Baba”ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdi de burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz.
Tıkandı Baba’nın anlattıkları Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş. Çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına:
“Her gün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz. Her dilimin altına bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz” demiş.
Sultan Mahmut’un adamları peki demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba’ya baklavaları vermişler. Tıkandı Baba baklavayı almış, bakmış baklava nefis.
– “Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. Şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim” diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken “Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim” demiş ve işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya.
Taze baklava, güzel baklava!
Bu esnada oradan geçen bir adam baklavaları beğenmiş. Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar ve Tıkandı Baba baklavayı satıp elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış.
Müşteri baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim, diğer dilim derken bir bakmış ki her dilimin altında altın var. Ertesi akşam adam acaba yine gelir mi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş.
Müşteri hiçbir şey olmamış gibi: “Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım” demiş. Tıkandı Baba da “Peki” demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı Baba’ya her akşam baklavalar gelmiş ve adam da her akşam Tıkandı Baba’dan baklavaları satın almış. Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut:
“Bizim Tıkandı Baba’ya bir bakalım” deyip Tıkandı Baba’nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın. Sultan:
– “Tıkandı Baba sana baklavalar gelmedi mi?” demiş.
– Geldi sultanım!
– Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?
– Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağ olasınız, duacınızım.
Sultan şöyle bir tebessüm etmiş.
“Anlaşıldı Tıkandı Baba anlaşıldı, hadi benimle gel” deyip almış ve devletin hazine odasına ***ürmüş.
“Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir” demiş. Tıkandı Baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda, düştü düşecek. Sultan demiş;
“Baba senin buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar” demiş ve askerlerden birini çağırmış.
“Alın bu adamı Üsküdar’ın en güzel yerine ***ürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin” demiş.
Padişahın adamları ’peki’ deyip adamı alıp Üsküdar’a ***ürmüşler.
Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım, demişler.
Baba, “niçin?” demiş. Askerler:
“Hele sen bir beğen bakalım” demişler. Baba şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline.
“Ne olacak şimdi” demiş.
“Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını padişahımız sana bağışladı” demiş.
Adam taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Adamcağız oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu Padişah’a haber vermişler. İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş:

^”VERMEYİNCE MABUD (ALLAH) NEYLESİN SULTAN MAHMUT”…
 
Kırık Kalbim ve Sen

Seni ve seni karnında taşıyan bu şehri çıkarıyorum kalbimden. Sevgilimi elimden alırken sahte gerçekler sunan sunduğu gerçeklerle sevgililerimi bana delil olarak gösteren diğer kirli şehirler gibi bu şehri de çıkarıyorum kalbimden. Ama seni değil. İğrenç hikayelerle sevdiği kadınları en iyi şekilde malzeme olarak kullanacak bu şehrin şekilsiz bahar cesedi olmayacağıma dair kendimi saklayıp çıkıyorum bu şehirden.
Yaşama sevincimi adıma şiirlerime ve yazılarıma açtığı sonsuz savaşın soğukluğunda bulunan biçimsiz adamlara eğer onların yanında olmazlarsa yom oyacaklarını sanan zayıf kadınları ve bu insanlara yaşanacak yerler sunan bu şehri ve şehirleri çıkarıyorum kalbimden ama seni değil. Onların açtıkları savaşı tek başıma sürdürmeye mahkum olarak ve hiç bir şeyi umursamadan bu soğuk ve karanlık havaya karşı türkümü söyleyip seni sevdiğimi haykırıyorum.
Bazı şeyleri umursamamanın karşındaki kişiyi nasıl tahrip ve sinirlendirdiğini bana öğrettiğin için teşekkür ederim ey sevgili.
Aşkları hep kendi istediği şekilde yaşayan insanlarla ve senin de kurtulmak istediğin benden ve bu şehirden çıkıyorum. Ama senden değil ey sevgili.
Aşkların umutların ve sevgilerin çoktan seçmeli sorulara bağlandığı o çatı altında bulmuştum seni. Niye tanıdığımı niye geldiğimi bilen ve geliş nedenimi gerçeklik yüzeyine çıkaran bir doğan vardı senin. Kişiliğinde yinede senin olağan üstü yapıcılığına karşın benim kahrolası iyimserliğim ve bazı konularda çekimser kalmam ve bununla beraber bütün sorumlulukları aldın benden ve sonra üstüme bırakı verdin. Bu da güzel bir olaydı aşkımız için.
Bir Perşembe günü sabahı içime attın gözlerini ve yine bir Perşembe akşamı kopardın benden. Gizli sırlarla doluydu gözlerin. Yanıp sönen okyanus fenerlerinden dalgalı bir sonbahar günü uçan martılar ne anlarsa onu anladım gözlerinden.
Bunun sonunda hayatı hep tersindin algılamaya başladım. Ve örnek olarak ta perşembeleri artık hiç sevmez oldum.
İsminde taşıdığın sıfatı alıp içinde seni taşıdığı için yine öteki şehirler gibi tutamadığım bu şehirde kalan ismini kalbim de yoğurup kalıyorum her Perşembeleri.
Aşklara kapatılmış kalbimin kilidini açan yeni zaman çilingiri olduğunu hayır anlatamam kimseye. Egemenliğimi bile sana bırakırım, ama yinede kimseye anlatamam. Kırık neyden üflenen açıklı şarkıların yüreğimde izleri olan gizemli gözlerini anlatamam.
Sanki mavi bir gül gibi üç ayda büyüttüğümüz nadide çiçeğimizi bir Perşembe günü erittin yok ettin. O kıpkırmızı dudaklarınla ve sözlerinle darmadağın ettin o mutluluğumu, ama unutmak ki sen her zaman benim kalbimde ki en güzel mai bir gülsün.
Her yer kirlenmiş insanlarla kirli olsa bile biliyorum ki sen hala ilk doğduğun gün ki bir bebek kadar saf temiz ve dürüstsün bunu unutma güzel insan. Ve güzel sevgili.
 
Kimse Bilmesin Diye, Kimse Duymasın Diye..

Bardaktan boşalırcasına yağmur yağarken...
Kendimi sokağa atıp yağmur damlalarına gözyaşımı gizlediğimi Kimse bilmesin diye İçimdeki özlem yangınını, hasret sancısıyla çarpışıp çıkardığı sesleri... Kimse duymasın diye Gök gürültüsüne kaçtığımı. Yağmura karışan gözyaşlarımın, Toprağa süzülüp gülümün yanağına bir öpücük gibi konduğunu... Hasretimin gürültüsü gökyüzünde umarsızca dolaşırken, TESADÜF' ya gülümün gözlerine değmesini. Kimse bilmesin, kimse duymasın diye Gökten damla damla yağan kar tanelerinin, "YİTİRDİĞİMİZ MELEKLER'MİŞ" rivayetine inanıp... Ben beni sokağa atıp üzerine basarken kanadığım Saçlarıma, paltoma, atkıma toplansın diye kar tanecikleri Dona dona saatlerce üzerimde taşıdığım kar taneleriyle yandım. Üzerime toplanan kartaneciklerinin içlerinde belki sende varsın diye umutlanıp... Seni eve erimeden yetiştirebilmek için, bir hırsızmış gibi sokağımdan eve kaçtığımı Ama her defasında,kar tanelerinin gözlerimin önünde su damlası olup erittiği hayallerimi, Kimse bilmesin diye, kimse duymasın diye İÇİME KANADIM Ve son umudum olan güneşi bekledim. Bütün perdeleri, bütün pencereleri
Belki güneşle geleceksin diye sonuna kadar açtım.
NE GÜNEŞ, NE SEN Hiçbiriniz...
Damlamadı güneş ışığı penceremden içeri, ve karanlık olunca herşey Umut güneşi hayallerimi eriterek indi gökyüzünden. Ellerimde bana kalan, kiminin küçük bir mum ışığında aydınlattığı, Benimse onca ışık demetine rağmen bir türlü aydınlatamadığım Hep siyah kalan ACI YÜKLÜ geceler. Kimse bilmesin, kimse duymasın diye, Belki aydınlatabilir umuduyla ateş-böcekleri aradım geceme O kadar karanlıktı ki, okadar görünmezdiki herşey, Göremedim ateş-böceklerinin ışıklarını... Kimse bilmesin, kimse duymasın diye TÜKENEN HAYALLERİMİ... Rüyalarıma taşıdım seni Kimse bilmesin, kimse duymasın diye
Bu hayatta olmayışını, rüyalarıma sakladım seni.
Yitirdiğim sesini duyacağım diye, kaybettiğim gözlerini bulacağım diye, Toprağa saklamadığım günkü gibi kalacaksın diye. İçimde sen olan rüyalarımda nefes alıp, uyandığımda nefesimi tutarak yaşadığım hayata meydan okudum. Kimse bilmesin, kimse duymasın diye
Tekrar rüyalarımda, BABAM olduğunu
Uyuduğumu kimselere anlatmadım.
Sana benzettiğim insanlara sarılıp öpmek için kendimi zor tuttuğumu Adının harflerini kalbime gözyaşlarımla ince ince kazıdığımı Kimse bilmesin diye, Kalbi kapalı gezdim. Kimse duymasın diye duygusallığımı Hiçbir gözyaşımı, boşuna harcamadım. Dahası BİRTANEM Senin yaşamaktan korkup kaçtığın "ÖLÜM ACISINI" Sen bilmeyesin diye, sen duymayasın diye Ben hep içime kanayarak yaşadım. ÖLÜMÜ ŞİMDİKİ GİBİ TANISAYDIM, SENİ TOPRAĞA GÖMMELERİNE ASLA İZİN VERMEZDİM.
 
Kim Suçlu

Evli bir çift cadılar partisine davetliydi. Dışarıya çıkmak için hazırlanırlarken kadının migreni tuttu, evde kalmak zorundaydı. Kocasına partiye yalnız gitmesini, onun eğlencesini bozmak istemediğini söyledi. Biraz tartıştıktan sonra adam kostümünü giydi ve partiye gitti, kadın da birkaç aspirin alıp yattı. Biraz uyuduktan sonra kendini daha iyi hissederek uyandı ve partiye giderek kocasına sürpriz yapmaya karar verdi. Tam hazırlanırken "acaba ben yanında değilken kocam neler yapıyor" diye düşündü ve kocasının kendisini tanımaması için değişik bir kostüm giyerek partiye gitti.

Oraya vardığında bir kenarda onu izlemeye başladı. Kocası arka arkaya değişik kızlarla ve onlarla çok yakınlaşarak dans ediyordu, nereye kadar gidebileceğini görmeye karar verdi. Onunla çok samimi bir şekilde dansetmeye başladı, kulağına dışarıya çıkabileceklerini fısıldadı.
Arabalardan birine girerek seviştiler ve gece yarısından önce maskeler çıkarılmadan kadın eve gitti, kocasının dönüşünü beklemeye başladı. Adam sabaha karşı 01.00 sularında eve döndü ve doğru yatağa gitti. Kadın "parti nasıldı kocacığım" diye sordu, adam da "sensiz hiç eğlenemedim tatlım" diye yanıtladı. "inanmıyorum" diye cevapladı kadın "bahse girerim çok eğlenmişsindir." Gerçekten hayatım, partiye gittiğimde bazı arkadaşlarla sıkıldık alt kata
inip bütün gece poker oynadık.Fakat kostümümü ödünç verdiğim o Allah'ın cezası herif harika vakit geçirdi".
 
Kim Bilir

Farkın da mısın bu gün seni aramadım kendimi böyle alıştırmalıyım biliyorum ikimize de zor gelecek ama töre böyle simdi diyeceksen ki bana keşke o gün buluşmasaydık babam bizi görmezdi dimi ama senin benimle görsünler veya görmesinler evlendirecekler di dimi buda tuzu biberi oldu hem belki böylesi iyi oldu bilsinler ki bir başkasını seviyor sevenleri ayırmanın cezası büyüktür seni tanımadan önce küçük dünyam vardı bilgisayarla uğraşır hafta sonları kuzenimle gezerdim seni tanıdıktan sonra küçük dünyamın prensesi oldun her şeyin bası sendin sanki kendimi sana adamıştım hiçbir şey düşünmez olmuştum çok sevdiğim bilgisayarla bile uğraşmıyordum artık ananemin babamı aynı evde olmamıza rağmen göremiyordum hafta sonları önceden seviyordum ama simdi sevmiyorum bizi ayırıyorlar bu kelimeye alışmam lazım ayrılık insanlar neden ayrılır bazı ayrılıklar sevilir bazıları sevilmez günde iki kez ayrılık yasıyorum biri iyi biri kotu iyi olan ise geliyorum mesai bitince isten ayrılıyorum kotu olan ise senle elma çayı içtikten sonra geleni yanı seni minibüse bindirip evin önünde yaşadığımız ayrılık bu cumartesi ne olacak sen bir kösede bende diğer sen sızın evde toplanmış kişilerle nişan olacak ben evin en kösesinde oturmuş olacağım yapacak bir şey yok aslında ikimizde ayrı yollara otobanda son surat gidiyorsun ama yolun sonunda mutlaka yol ikiye ayrılacaktır bir otobanda uzun sureden beri aynı hızda gidiyoruz yol ikiye ayrılıyor sen benim nereye gittiğimi görmeyecek bende senin ikimizde bize esen rüzgarlar tarafından gideceğiz belki kader bizi ummadığımız bir zamanda karsımıza çıkartır düşünsene senin yanında kocan ve çocukların benim yanımda da sadece karım bir alışveriş merkezinde karsı karşı geldik merhaba dedik senin kocan benim karım ne diyecek kimdi o diye sen eski sevgilim miydi diyeceksin tabi ki hayır ne diyeceksin iş arkadaşımdı biz aynı şirkette çalışıyorduk ben istifamı verdim kalanlar yine aynı tas aynı hamam çalışacaklar üzülmek yok ağlamakta belki onu benden daha çok seversin kim bilir...
 
Geri
Üst