Tarihten Sayfalar Uzuuuun Uzun Bilgi Benden Size (:

“Kayyûm-i Zaman” Muhammed Sıbgatullah


Muhammed Sıbgatullah hazretleri, yüksek dedeleri İmâm-ı Rabbânî’nin sağlığında, 1624 (H.1033) senesinde Serhend şehrinde dünyâya geldi. “Kayyûm-i Zaman” ismiyle meşhûrdur... Zâhirî ve bâtınî ilimlerdeki tahsîlini ve velîlik yolundaki derecelerini tamamlayarak yetiştikten sonra, kendisi de çok talebe yetiştirdi... Hâllerini çok gizlerdi. Evliyâlık yolunda üstün makamlara, çok yüksek derecelere ulaşmış olduğu hâlde, bunları açığa çıkarmayı istemezdi.


“BABAM BÖYLE OKURDU!..”

Bu mübarek zat, ömrünün sonlarına doğru Kur’ân-ı kerîmi çok yavaş sesle okurdu. Kendisine çok bağlı talebelerinden biri;
“Böyle sessiz okumanızın hikmeti nedir efendim?” diye arz etti. Bir müddet sustu ve sonra;
“Hazret-i Urvet-ül-Vüskâ (yâni babam) ömrünün sonuna doğru böyle okurdu” buyurdu...
O senelerde, Serhendliler ile kâfirler arasında bir harb olmuştu. Kayyûm-i Zaman cihâda gitmek istedi ise de yaşı çok ilerlemiş olduğundan gelmemesini ricâ ettiler. Ancak, mübarek, bir gece merak edip durumu öğrenmek için muhârebenin yapıldığı yere doğru gitmişti. Bir ara ayakları kayıp yere düştü. Hizmetçiler yetişip kendisini kaldırdıkları zaman vücûdunda kılıç yarasına benzer bir yara gördüler. Anlaşıldı ki harb eden Müslümanlar arasına gitmiş ve orada yaralanmıştı. Daha sonra, böyle mi olduğu kendisine suâl edilmiş, o ise ses çıkarmamıştı. Yaptığı güzel ve faydalı bir işi hiç söylemezdi. Kâfirlerin pek kalabalık oldukları bu harpte, Müslümanların imdâdına yetişmişti...


ONUN VEFÂTINDAN SONRA....


Kayyûm-i Zaman Muhammed Sıbgatullah hazretleri, bu yarayla altı ay yattı. Acı ve ızdıraplar çekti. Sonra şehîdlik mertebesi ile Allahü teâlâya kavuştu. Bundan sonra şehirdeki cemiyet, hattâ dünyâdaki cemiyet bozuldu. Yâni o öyle yüksek, öyle üstün idi ki, vefâtı ile meydana gelen boşluk, duyulan hüzün her tarafta anlaşılır, hissedilir oldu. 1710 (H.1122) senesinde Rebî’ul-âhir ayının dokuzunda bir cumâ günü ikindi vaktinde vefât etti. Vefâtında seksen dokuz yaşındaydı.
Kayyûm-i Zaman hazretleri vefât ettiği gün ikindi namazını kılmış, namazdan sonra Resûlullah Efendimize yüz salevât-ı şerîfe okumuştu. Bundan sonra rûhunu teslim etti...
 
Seyyid Alâeddîn Ali Semerkandî


Semerkand’da doğan Seyyid Alâeddîn Ali Semerkandî hazretleri, Buhârâ, Taşkent gibi ilim merkezlerinde ilim tahsil etti. Tefsîr, fıkıh ve tasavvuf, ahlâk ilimlerinde yüksek derecelere ulaştı. Daha sonra Anadolu’ya hicret etti. Lârende’ye (Karaman’a) geldi. 1456 (H.860) târihinde yüz elli yaşlarında iken vefât etti. Kabri, İçel’e bağlı Gülnar ilçesinin Zeyne kasabasındadır...


“MÜRŞİD KİME DENİR?”

Bir gün talebeleri; “Hocam, mürşid kime denir?” diye sordular. Bunun üzerine; “Kitâbullaha yapışıp hayır yollarına giden ve hayra erişip eriştirendir” buyurdu.
Bir gün de şöyle sordular:
“Kimlerin sohbetinden kaçınalım hocam?”
Buyurdu ki: “Dünyâyı sever, malı sever ve makâmı sever... Bunlar âlim için rüsvâylıktır. Böyle olanlardan kaçın!”
Bu mübarek zatın çok kerameti görülmüştür... Kendisini çok seven talebelerinden biri, bir gün yola çıkmıştı. Yolda onu bir eşkıyâ öldürmek istedi. Tam o sırada eşkıyâya;
“Bütün eşyâm param, neyim varsa senin olsun. Beni serbest bırak, öldürme” dedi. Eşkıya;
“Onlar nasıl olsa benim olacak benim maksadım seni öldürmektir” dedi. O zât o anda hocasını hatırladı ve şöyle yakardı:
“Yâ Rabbî! Kudretinle hocam Seyyid Alâaddîn hazretlerinden bana yardım ulaştır!”
Dua bittikten sonra, eşkıyâ o zâta üç kere bıçağı çaldı ise de, Allahü teâlânın izniyle ve Alâeddîn Ali Semerkandî’nin himmeti bereketiyle bıçak kesmedi. Bunun üzerine eşkıyâ bıçağın keskin olup olmadığını denemek için büyük taşa vurdu. Taş ikiye ayrıldı. Tekrar o zâtı kesmek istedi, fakat bıçak yine kesmedi. Eşkıyaya;


“BU SIRRI KİMSEYE SÖYLEME”

“Ey kişi! Benim bir azîz hocam var. Onun bereketiyle beni öldüremezsin” dedi. Eşkıyâ bu sözü duyar duymaz kızıp;
“Görelim bakalım hocan seni elimden kurtarabilecek mi?” dedi ve elindeki bıçakla tekrar saldırdı. Fakat o anda, âniden uzaktan elinde mızrağı olduğu halde beyaz bir ata binmiş, yeşiller giymiş bir zât yıldırım gibi geldi ve eşkıyâya öyle vurdu ki, mızrağın ucundan kıvılcımlar çıktı. Eşkıyâ o anda can verdi.
Atlının mübarek hocası olduğunu anlayan talebe, Zeyne’ye gelince, başından geçenleri henüz anlatmamıştı ki, Alâeddîn Ali Semerkandî hazretleri ona;
“Ben hayatta iken sırrımı kimseye söyleme, sakla!” buyurdu.
 
“Senin sonun da böyle olacak!..”


Bir zamanlar çok zengin ve yaşlı bir adam varmış. Artık son günlerini yaşıyormuş. Ölümünün yaklaştığını anlayınca dünyadaki tek vârisi olan oğlunu yanına çağırmış ve şu vasiyette bulunmuş:
-Oğlum! Şu altın dolu iki çuvalı görüyorsun. Ben öldükten sonra bu iki çuvaldan biri senin olsun, diğerini ise dünyanın en ahmak ad***** bulup ona ver!..


HEMEN YOLA KOYULUR...

Adam bu vasiyeti yaptıktan kısa bir süre sonra ölmüş. Oğlu babasının ölümünden sonra ilk olarak hemen vasiyeti yerine getirmek istemiş. Sarı lira dolu çuvalı yanına alarak çıkmış yollara... Başlamış dünyanın en ahmak ad***** aramaya. Rastladığı kişilere soruyormuş:
-Sen ahmak mısın, değil misin? diye. Böyle bir soruyla karşılaşan kimselerin hemen hepsi diklenerek;
-Ne demek istiyorsun sen? Ben aklı başında bir adamım, diyorlarmış... Tabii adam da altınları vereceği kimseyi bir türlü bulamıyormuş...
Adam, vasiyeti yerine getirebilmek için bu hâlde dolaşırken yolu bir düzlüğe çıkmış. Bakmış ortada kocaman bir darağacı. Üstünde ise resmi elbisesiyle beraber bir devlet adamı asılı duruyor. Orada bulunan birine sorduğunda idam edilen kimsenin hükümdarın veziri olduğunu öğrenmiş.
O arada adam, meydanın öbür tarafından büyük bir merasimle ve pürneşe gelmekte olan bir adamı görmüş. Bir de bakmış ki onun sırtındaki resmi elbise ile idam edilenin elbisesi aynı. Yanındakilere sormuş:
-Peki bu gelen adam kim? Karşısındaki adam cevap vermiş:
-Bu da yeni vezir.


“LÜTFEN ŞU ALTINLARI ALIN”

Adam bu cevabı alır almaz hemen yeni vezirin yanına yaklaşmış ve;
-Babamın bir vasiyeti var. Bana dedi ki; altın ile dolu olan bu çuvalı dünyanın en ahmak ad***** bulup ona ver! Ben de şu anda bu çuvalı size vermeyi çok uygun buldum. Lütfen şunları alın, demiş...
Bunları dinleyen yeni vezirin neşeli yüzü birden gerilmiş ve hayretler içinde sormuş:
-Peki ama, dünyanın en ahmak adamı niçin ben oluyorum?
Adam, hemen cevabı yapıştırmış:
-Efendi! Senden önce, oturacağın makamdaki kişiyi kaldırıp darağacına çekmişler, sen ise kurbanlık koyun gibi aynı makama gidip oturacaksın. Büyük bir ihtimalle senin sonun da böyle olacak. Ben senin kadar bu akıbeti göremeyecek ahmak adamı nerede bulabilirim?
 
Yakub aleyhisselamın Hz. Azrail’den ricası!


Yakub aleyhisselamın, Ken’an diyârında, yâni Fenike denilen Sayda, Sûr ve Beyrut ile Filistin ve Sûriye’nin bir kısmından ibâret olan bölgede yaşayan insanlara gönderilen peygamberdir. İsmi Yakub olup İbrânice’de “Saffetullah”, yâni “Allahü teâlânın sâf ve temiz kıldığı kul” mânâsına gelmektedir. Diğer adı “İsrail” olup “Allah’ın kulu” mânâsına gelmektedir. İbrahim aleyhisselamın küçük oğlu olan İshak aleyhisselamın oğludur.


ON İKİ OĞLU VARDI...

Yakub aleyhisselamın on iki oğlu vardı. Bu yüzden, onun on iki oğlunun torunlarına “Benî İsrail”, yâni “İsrailoğulları” denilmiştir. Oğullarından her birinin sülâlesine “Sıbt”, hepsine birden torunlar mânâsına gelen “Esbât” denir. Sonradan “Yahudi” adı verilmiştir. En çok sevdiği oğlu Yusuf aleyhisselam da İsrailoğullarına peygamber olarak gönderilmiştir...


HAZRETİ AZRAİL İLE DOSTTU...

Zehril-Riyazda rivayet edildiğine göre, Yakub aleyhisselam ölüm meleği Azrail aleyhisselam ile dosttu. Bir gün hazreti Azrail, Yakub aleyhisselamı ziyarete gider. Hazreti Yakub ona;

“Ya Azrail, görüşmeye mi geldin, yoksa canımı almaya mı?” diye sorar. Hazreti Azrail;
“Gelişim ziyaret içindir” cevabını verir.
Yakub aleyhisselam;
“Senden bir ricam var” der. Azrail aleyhisselam “nedir” der. Yakub aleyhisselam;

“Ölümümün yaklaştığını, canımı almaya hazırlandığını bana önceden bildirmeni istiyorum” der. Hazreti Azrail;
“Hay hay, sana iki veya üç haberci gönderirim” karşılığını verir.


“ÜÇ HABERCİ GÖNDERDİM!”

Yakub aleyhisselamın dünyadaki ömrü dolunca bir gün yine ölüm meleği, karşısına dikilir. Yakub aleyhisselam yine sorar;
“Ziyaretçi misin, yoksa canımı almaya mı geldin” Azrail aleyhisselam;
“Canını almaya geldim” cevabını verir.
Yakub aleyhisselam;
“Sen bana daha önce iki veya üç haberci göndereceğini söylemedin mi?” diye sorunca, Azrail aleyhisselam şu cevabı verir:
“Söylediğimi yaparak sana üç haberci gönderdim: Önce, siyah iken sonra ağaran saçın, güçlü iken halsizleşen vücudun ve dimdik iken kamburlaşan belin... Ey Yakub, işte bunlar benim âdemoğullarına gönderdiğim ön habercilerdir.”
 
“Ben Allah’ın affını umarım”


Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Medine’ye geldikten sonra bütün ensâr kendisine hizmet etmek hususunda yarışıyorlardı. Enes bin Mâlik’in annesinin, hizmet yarışında yapabilecek veya verebilecek hiçbir şeyi yoktu. Bundan dolayı hemen Enes bin Mâlik’i çağırıp elinden tutarak Resul-i Ekrem’in huzuruna çıktı ve;

“Ya Resulallah, ben fakir bir kimseyim. Sizlere yardım edecek bir şeyimiz yok. Bu oğlumdur, yardım etmek ve hizmetinizde bulunmak üzere sizlere bırakıyorum. Onu kabul ediniz” dedi.
Resûl-i Ekrem efendimiz, bu içten gelen arzuyu kırmadı. Enes bin Mâlik’i yanına aldı. Bütün zamanlarında onu yanında bulundurdu.


ANNESİNDEN BİLE SAKLARDI!..


Enes bin Mâlik, Resulullah’ın hizmetine girdikten sonra O’nun bütün emirlerini büyük bir dikkat ve itina ile yerine getirmeye çalıştı. Resul-i Ekrem ile aralarında sır olarak kalmasını arzu ettikleri şeyleri büyük bir dikkatle muhâfaza eder ve onları annesine bile söylemezdi.
Enes bin Mâlik hazretleri, Resul-i Ekrem’e o kadar sokulurdu ki, âdeta ikisinin dizleri birbirine değerdi. Nitekim Hayber gazvesinde, Resul-i Ekrem, Enes bin Mâlik ile birlikte giderken dizleri birbirlerine dokunuyordu. Uhud ve Hendek gazvelerinde yine Resulullah Efendimiz ile beraberdi. Hudeybiye Barışı sırasında henüz delikanlılık çağına gelmek üzere idi. Umretü’l-Kaza’da ise Resul-i Ekrem efendimize refâkat ederek Mekke’ye gitti. Daha sonra Hayber Gazvesinde, Mekke’nin Fethinde ve Huneyn Gazvesinde de bulundu. Ayrıca Resul-i Ekrem ile birlikte Tâif muhâsarasına katıldı. Veda Haccı’nda da bulunan Enes bin Mâlik, Resul-i Ekrem’in irtihalinde Medine’de idi.
Enes bin Mâlik hazretleri, Peygamber Efendimize bu yakınlığından dolayı en fazla hadis-i şerif rivayet eden sahabilerdendi.


“KENDİNİ NASIL HİSSEDİYORSUN?”

Kendisinden rivayet olunur ki:
“Peygamber efendimiz, ölüm döşeğinde olan bir gencin yanına girdi ve ona;
-Kendini nasıl hissediyorsun? diye sordu. Genç cevaben;
-Ben Allah’ın affını umarım ve günahlarımdan korkarım, dedi.
Bunun üzerine Resulullah efendimiz buyurdular ki:
-Bu vakitte mü’min bir kulun kalbinde bağışlanma ümidi ve günah korkusu birleşince, mutlaka Allahü teala o kuluna dilediğini verir ve onu korktuğundan emin kılar.”
 
“Delâil-ül-Hayrât” ve Muhammed Cezûlî


Büyük âlim ve velî Muhammed Cezûlî hazretlerinin, salevât-ı şerîfeleri topladığı meşhur kitabı “Delâil-ül-Hayrât ve Meşârık-ul-Envâr”ı niçin yazdığı şöyle anlatılır:


SALİHA BİR HANIMI VARDI

Muhammed Cezûlî hazretlerinin saliha bir hanımı vardı. Bir gece yatağından kalktı. En güzel elbisesini giyip evden dışarı çıktı. Bunu görünce, hanımının bu saatte nereye gittiğini merak ederek arkasından o da çıktı. Onun deniz kıyısına doğru gittiğini gördü. Önünde ve ardında bir arslan mübarek hanıma bekçilik ediyordu. Kıyıya varınca denize girdi ve yürümeye devâm etti, sonunda küçük bir adaya ulaştı. Aslanlar denizin kıyısında yattılar. Orada abdest alıp, namaz kılmaya başladı. İbâdetten sonra, yine su üzerinde yürüyerek kıyıya geldi. Arslanlar da kalkarak, biri önde, diğeri arkada yürümeye başladılar. Muhammed Cezûlî daha önce eve gelip, uyuyor göründü. Üç gece gözetledi ve hanımının her gece böyle yaptığını gördü. Üçüncü gecenin sabahında, bu durumu sordu. Hanımı;
“Siz, bu durumuma şimdi mi vâkıf oldunuz? Uzun zamandır ben böyle yapıyorum” dedi.
Bunun üzerine Muhammed Cezûlî;
“Acabâ, bu kerâmete nasıl kavuştunuz?” diye sorunca, hanımı;
“Resûl-i ekreme salevât-ı şerîfe okumayı hiç bırakmadım. Nîmete bu yüzden kavuştum” dedi.
Muhammed Cezûlî;
“Devâm ettiğiniz bu salevât-ı şerîfe hangisidir?” diye sorunca, hanımı cevap vermedi. Isrâr edince;
“Bu gece istihâre edeyim, izin olursa, cevap veririm” dedi.
Sabahleyin hanımı; “Açıkça söyleyeyim, haber vermeye izin yoktur. Ancak salevât-ı şerîfeleri topla, onların içinde varsa, ‘vardır’ diye işaret ederim” dedi.


ZEHİRLENEREK ŞEHÎD EDİLDİ
Bunun üzerine Muhammed Cezûlî, kitaplarda bulunan salevât-ı şerîfeleri topladı ve bir kitap yazdı. Yazdığı bu kitabı okuduğu zaman, hanımı;
“İçinde birkaç yerde vardır. Bu kitabı okumaya devâm edenin, Allahü teâlânın rahmetine kavuşacağında şüphe yoktur” dedi.
Muhammed Cezûlî bu eserine; hayırlara deliller ve nûrların doğuşu mânâsına gelen “Delâil-ül-Hayrât ve Meşârık-ul-Envâr” ismini verdi.
Muhammed Cezûlî hazretleri, 1465 (H.870) senesinde zehirlenerek şehîd edildi. Vefat ederken, hayatında devamlı yaptığı gibi Peygamber Efendimize Salevat-ı şerife söyleyerek ruhunu teslim etti.
 
Hadis âlimi bir seyyah Ebu Yusuf el-Fârisî


Ebu Yusuf el-Fârisî (191-277 hicrî, 808-890 milâdî) İrân’ın Fesâ şehrinde doğduğu için “Fesevî” nisbetini almıştır. Hâfız, İmâm, Hüccet, Muhaddis, Müverrih ve Rahhâl (seyyâh) vasıflarıyla muttasıftır. İlim talebi yolunda şarka ve garba seyahatler yapmış, 30 yıl kadar gurbette kalmıştır. Bu uzun seyahatler kendisine çok sayıda âlimle karşılaşıp onlardan ilim alma imkânı tanımıştır.


BİN ÂLİMLE GÖRÜŞTÜ!..

Bizzat kendisi “Hepsi sika (güvenilir) olan 1000 kadar şeyhin meclisinde hazır bulundum ve rivâyetlerini dinledim” demiştir.
Hadîs ilminin ana direklerinden (erkân) biri sayılmış olan Fesevî, verâ ve takvâsıyla da ün yapmıştır. Sünnete son derece bağlı kalmıştır.

Kendisinden hadîs alanlar meyanında Tirmizî, Nesâî, İbnu Huzeyme, Ebu Avâne, İbnu Ebî Hâtim, Muhammed İbnu İshâk es-Sağânî gibi meşhurlar da vardır. Kendisinden yapılan rivâyetlerden, seyahatleri sırasında pek çok sıkıntılarla karşılaştığı anlaşılmaktadır. Bunlardan birinde, gündüzleri ders halkalarına giderek notlar aldığını, geceleri de bunları temize çekip istinsah (çoğalttığını) ettiğini belirtir. Nafaka yönünden sıkıntıya düştüğü bir kış gecesinde, mum ışığında istinsah yaparken gözüne su iner ve artık göremez olur. Hem maddî sıkıntı, hem gurbet firkati, hem de artık uğruna hayatını adadığı ilmî meşguliyetten ebediyyen mahrûm kalma düşüncesinin verdiği elem ve ızdırapla ağlar, ağlar... Bu halde uyuyakalır. Rüyasında Resûlullah efendimizi görür. Kendisine “Niye ağladın, söyle bakalım!” buyurur.
“Yâ Resulallah, gözlerimi kaybettim, artık ilimle meşgul olamayacağım, bunun için ağladım” cevâbını verir. “Bana yaklaş” buyuran Resûlullah efendimiz, Fesevî’nin gözlerini şefkat ve şifa dolu elleriyle sıvazlar.
Uyanınca gözlerine tekrar kavuştuğunu gören Fesevî, oturup yazma ve istinsah işlerine ara vermeden devam eder...


ONA RÜYADA SORDULAR!..

Kendisini, böylesine ilme vermiş olan Fesevî’yi ölümden sonra rüyasında gören Abdân İbni Muhammed el-Mervezî: “Allahü teala sana nasıl muâmele etti?” diye sorar. Aldığı cevap şudur: “Günahlarımı affetti ve aynen yeryüzünde rivâyet ettiğim gibi semâda da rivâyet etmemi emretti...”
Fesevî’nin, “et-Târîhu’l-Kebîr ve el-Meşyehât” adlı kitabı çok meşhurdur...
 
“Hayrın anahtarı” Sâbit el-Benânî


Sâbit bin Eslem el-Benânî, Tâbiînin, zâhid, âbid ve müttekilerinden ve velîlerindendir. Hadîs ilminde sika, emîn, güvenilir ve îtimâd edilir bir âlimdir. Basra’nın en büyük âlim ve râvilerindendir. Sâbit el-Benânî, birçok Sahâbîden hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Enes bin Mâlik, İbn-i Ömer, İbn-i Zübeyr, Şeddâd (radıyallahü anhüm) bunlardandır. Hadîsleri Kütüb-i Sitte diye meşhûr olan altı hadîs kitabının hepsinde vardır...


ÇOK ORUÇ TUTARDI...

Enes bin Mâlik onun için der ki: “Her şeyin bir anahtarı vardır. Hayrın anahtarı da Sâbit’tir.” Bekr bin Abdullah: “Zamânının en âbid olanına bakmak isteyen Sâbit el-Benânî’ye baksın.” Şu’be: “Sâbit el-Benânî, Kur’ân-ı kerîmi bir gün ve gecede okuyup bitirir, çok oruç tutardı.” Humeyd: “Biz, yanımızda Sâbit el-Benânî de olduğu halde, Enes bin Mâlik’e giderdik. Fakat Sâbit, rastladığı bir mescitte namaz kılarken geride kalırdı. Biz hazret-i Enes’in yanına vardığımızda onu göremeyince, ‘Sâbit nerede, Sâbit nerede? Çünkü ben onu çok seviyorum’ buyururdu.” Ahmed bin Hanbel; “Enes bin Mâlik, Sâbit el-Benânî’ye, ‘senin gözlerin, Resûlullah’ın gözlerine ne kadar da çok benziyor’ der ve Resûlullah’ı hatırlayarak ağlamaya başlar, gözlerinden yaşlar akardı...”
Sâbit bin Eslem hazretleri gözlerinden rahatsızdı. Bunun için tabibe gitti. Tabib; “Bir husûsa dikkat edersen, gözlerin iyi olur” dedi. Sâbit; “O nedir?” diye sorunca tabib; “Ağlama!” dedi. Bunun üzerine Sâbit; “Ağlamayan gözde hayır yoktur” buyurdu...


“ÜÇ ŞEYİ YAPAMAZSAM!..”

Ölüm hastalığında, Sâbit bin Eslem hazretlerinin ziyâretine gittiler. Yanındakilere bir şeyler anlatıyordu. Ziyâretçiler, huzûruna girip oturunca;
“Sevgili kardeşlerim! Önceki gibi, namazlarımı kılamıyor, oruçlarımı tutamıyor, Allahü teâlâyı zikredemiyor, sizlerin yanına inemiyorum” dedi ve şöyle duâ etti:
“Allah’ım! Bu üç şeyi istediğim gibi yapamadığım zaman, beni bu dünyâda bir saat bile bırakma!”
Bunları söyledikten hemen sonra vefat etti. Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ kitabının sâhibi, Sâbit el-Benânî hazretleri için şöyle der: “Vefât ettiği zaman kabrini ker****le ördüler. Ker****lerden birisi kaydı. Kabrin içinde onu namaz kılarken gördüler. Kabrinin civarından geçenler, içeriden Kur’ân-ı kerîm sesi duyardı.”
 
“Gönlünü hoş tut yâ Resûlallah!..”


Kitaplarda bildirildiği gibi, Peygamber Efendimiz, ümmetine çok düşkündür. Nitekim, “Hiç şüphesiz ben size bir babanın evlatlarına olan durumu gibiyim” buyurmuştur. Şu hadise, O’nun, ümmetine düşkünlüğünü anlatmaya en güzel bir misaldir...


“O BİR MÜ’MİNDİR...”

Ensar’dan bir zat vefat etmek üzereydi. Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de bu zatın yanında bulunuyor, onunla ilgileniyordu. Resulullah Efendimiz ölüm meleği hazreti Azrail’in geldiğini gördü ve aralarında geçen konuşmayı şöyle haber verdi.
Resûlullah efendimiz ölüm meleğine;
-Ey ölüm meleği! Bu sahabeme yumuşak davran; şüphesiz o bir mü’mindir, buyurdu.
Azrail aleyhisselam da şöyle dedi:

-Gönlün hoş, gözün aydın olsun yâ Resulallah! Bil ki ben her mü’mine yumuşak davranırım. Ben bir insanın ruhunu alınca, onun ailesinden birisi feryat ederse, ben ruh elimde olduğu halde adamın evinin kapısında durur ve; “Bu feryat da ne oluyor? Vallahi biz bu kimseye zulmetmedik, ecelinin önüne geçmedik, kendisi için takdir edilen vakitten önce gelmedik. Onun ruhunu aldığımız için bir günaha da girmedik. Eğer Allahü tealanın yaptığına razı olursanız, sevap alırsınız. Eğer üzülür ve kızarsanız, günaha girersiniz. Sizin bizi ayıplayacak bir durumunuz yok. Hem biz size daha çok geleceğiz. Siz kötü halden sakının, kötü ölümden sakının” derim. Yâ Resulallah! Yer yüzünde köylü-şehirli, iyi-kötü kim varsa, ben her gün onları gözden geçiririm. Ben onların büyüğünü ve küçüğünü kendilerinden daha iyi tanırım. Vallahi Ya Resulallah, Allahü tealanın izni olmadan ben bir sineğin canını almaya güç yetiremem!..


“ŞEYTANI ONDAN UZAKLAŞTIRIR”

Bu hadis-i şerifi nakleden Cafer bin Muhammed hazretleri demiştir ki:

“Bana şu haber ulaştı: Azrail aleyhisselam insanları namaz vakitlerinde gözden geçirir. Ölüm anında ruhunu almak için baktığında, eğer o kimse namazlarını muhafaza eden bir kimse ise, melek ona yakın durur, şeytanı ondan uzaklaştırır. Bu arada melek ona; ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah’ sözlerini telkin eder. Bu, gerçekten büyük bir hâldir.”
 
Hocası için ölen talebe Nûreddîn Taşkendî


Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin zamânında, Taşkend’de şeyhlik iddiâsında bulunup, irşâd makâmına kurulup oturan pek çok kimse vardı. Bunlar, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine karşı kıskançlık ve ayrılık gösterirlerdi. Neticede, hepsi tek tek silinip gittiler. Ancak Taşkentli bir genç vardı ki o silinmedi. Çünkü diğerlerinin gözü şeyhlikte iken o genç, Ubeydullah-ı Ahrâr’a talebe olmak için can atıyordu. Bir gün o arzusuna da kavuştu. İşte biz bugün, hocaya bağlılığın nasıl olacağını bize yaşayışıyla gösteren o mübarek talebeden yani Nûreddîn Taşkendî’den bahsedeceğiz...
Nûreddîn Taşkendî, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebelerindendir. Doğum ve vefât târihleri belli değildir. Nisbesinden Taşkentli olduğu anlaşılmaktadır. Hayâtı hakkında fazla bilgi olmayan Mevlânâ Nûreddîn, on beşinci asırda yaşamıştır...


HÂCE UBEYDULLAH HASTALANMIŞTI...

Mevlânâ Nûreddîn, hocası Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr için kendini fedâ edenlerdendir. Bir salgında Hâce Ubeydullah tâûn hastalığına yakalandı. Mevlânâ Nûreddîn, hocasının huzûruna varıp, tam bir yalvarma ve yakarışla;
“Efendim ne olur bana izin verin. Sizin hastalığınız bana geçsin. Sizin hastalığınızı ben taşıyayım. Çünkü benim varlığım olsa da olur, olmasa da olur. Sizin vücûdunuz lâzım. Hak teâlânın sizin yüzünüzden nice nice faydalar yaratması umulur” deyince, Hâce Ubeydullah;
“Sen çok gençsin. Henüz âlemi görmemişsin ve kendin için nice ümitlerin ve gönlünde nice arzuların vardır” buyurdu. Mevlânâ Nûreddîn ağlayarak;
“Efendim! Benim bundan başka bir arzum yoktur. Kendimi size fedâ ettim” dedi.


“SAĞINA YAT VE RAHAT OL!”

Hâce Ubeydullah onun bu isteğini kabûl edip, izin verdi. Mevlânâ Nûreddîn hocasının hastalık yükünü üzerine aldı. Hâce Ubeydullah iyi olup ayağa kalktı ve talebeleri ile meşgûl olmaya devâm etti. Mevlânâ Nûreddîn hastalıktan yatağa düştü ve birkaç gün sonra da vefât etti.
Bir gün Hâce Ubeydullah kabristandan geçerken, Mevlânâ Nûreddîn, mezar içerisinde hocasından tarafa döndü. Hâce Ubeydullah; “Hey Nûreddîn! Dönme, sağına yat ve rahat ol” buyurdu. Bunun üzerine Mevlânâ Nûreddîn kıbleye dönüp yattı. Bu hâdiseyi orada bulunan ve kalp gözü açık talebelerin hepsi de gördü...
 
Avf bin Mâlik ve Sa’d bin Cüsâme


Muteber kitaplarda buyuruluyor ki: Dirilerin ruhları birbiriyle görüştüğü gibi, ölüler ile dirilerin ruhları da birbiriyle görüşür. Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki: “Allah ölümde canları alır. Ölmeyip rüyasında olan canları da alır. Ölümle ona hükmettiğini tutar, diğerini belli bir zamana kadar bırakır.” [Zümer 42]

Baki bin Muhalled ve ibn-i Mende, “Ruh” kitabında ve Taberâni “Evsat”ta, Said bin Cübeyr tarikiyle ibn-i Abbâs (radıyallahü anh)dan bu âyet-i kerime hakkında şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:

“Bana ulaştı ki, diriler ile ölülerin ruhları rüyada görüşür. Birbirinden durumlarını öğrenirler, Allahü teala ölülerin ruhlarını tutar, diğerlerinin ruhlarını belli bir zamana kadar cesedlerine geri gönderir...”


“HANGİMİZ ÖNCE ÖLÜRSE!..”

İbn-i Ebid’dünya, “Uyun el-Hikâyât” kitabında senediyle Sehr bin Havsep’ten şöyle bir hadise rivayet eder:
Sa’d bin Cüsâme ve Avf bin Mâlik, birbirlerini Allah için dost edinmişlerdi. Sa’d;
-Hangimiz daha önce ölürse öbürüne görünsün, dedi ve Avf da kabul etti.
Bu konuşmadan kısa bir zaman sonra Sa’d vefat etti. Avf bin Mâlik, onu rüyasında gördü.
“Sana ne yapıldı?” diye sordu:
“Sıkıntıdan sonra magfiret edildim” dedi.
“Nedir o sıkıntı?” dedi. Sa’d;
“Bu, filan Yahudi’den borç aldığım on dinardır, onları ok eyerine bırakmıştım. Git onları ona ver ve bil ki, ailemin başına ne gelmişse haberim vardır. Her şeyi bana bildirirler. Kedimiz öldü. Falan kızım da altı gün sonra ölecektir, ona iyi davranın” dedi.


“ONA İYİ DAVRANIN!..”

Sabahleyin, evine gittim. Eyeri aradım, aşağıya indirdim, baktım, kese içinde on dinar var. Bahsettiği Yahudi’yi çağırdım. “Senin Sa’d’da kalan bir şeyin var mı?” dedim, O da;
“O, iyi bir sahabeydi. Benden on dinar borç istedi. Ona verdim” dedi. Sonra on dinarını verdiğimde;
“Vallahi ona borç verdiğim on dinarın aynısıdır” dedi. Ben ailesine;
“Sa’d’ın vefatından sonra sizde bir olay oldu mu?” dedim. Onlar da;
“Evet şöyle şöyle olaylar oldu” dediler. Kedinin ölümünü dahi zikrettiler. Ben;
“Peki onun filanca kızı nerede” diye sordum. “Dışarıda oynuyor” dediler. Beni yanına ***ürdüler, okşadım. Baktım harareti var, ona iyi davranın dedim. Altı gün sonra kız öldü.”
 
“Haccac-ı zalim” Yusuf es-Sekafi


Haccac bin Yusuf es-Sekafi, meşhur adıyla “Haccac-ı zalim” Emevilerin meşhur valilerindendir. (661-714) Taif’te doğdu. Hem anne hem baba tarafından Sakif kabilesinin Ahlaf koluna mensuptur. Hazreti Muaviye’nin halifeliği sırasında doğdu. Sakif Kabilesi ile Emeviler arasında mevcut olan sıkı bağlılık ve ilişkiler bu dönemde de devam etti...


YİRMİ SENE VALİLİK YAPTI

Halifeliğini ilân ettikten sonra Hicaz bölgesinde bunu devam ettiren Abdullah ibni Zübeyr’in üzerine gönderilen iki bin kişilik ordunun başına kumandan olarak Haccac tayin edildi. Karargâhını Taif’te kurdu ve ilk etapta Mekke’ye giden yolları keserek şehri dolaylı yoldan abluka altına aldı. Şehre gıda sevkiyatının yapılmasını önledi. Bir süre sonra beklediği beş bin kişilik destek ordusunun gelmesinden sonra Mekke’yi kuşattı. Kuşatma devam ederken Abdullah İbni Zübeyr bir huruç hareketi neticesinde şehit oldu. Bu olay neticesinde dokuz yıldır sürdürmüş olduğu halifeliği de son bulmuş, diğer taraftan Emeviler, Hicaz bölgesinde de hakimiyetlerini sağlamış oldular. Akabinde Haccac, Hicaz, Yemen ve Yemame’ye vali olarak atandı...

Haccac, burada üç yıl valilik yaptıktan sonra Irak’a tayin edildi. Daha önce bu bölgede Hazret-i Ali taraftarları ve Hariciler sık sık Emevîler’e karşı isyan ediyorlardı. Emevîler bu isyanlardan ötürü büyük sıkıntılar çekmekte olup, orduları da mağlup olmaktaydı. Haccac, çok sert tedbirlere başvurarak kontrolü sağlamaya çalıştı. Muhaliflere destek çıkan Hicaz Valisi Ömer bin Abdülaziz’in görevden alınmasını sağladı. Daha sonra yetkileri ve valilik yaptığı alan genişletildi. Yirmi yıl boyunca Irak ve doğu illerinin valiliğini yaptı.


HİZMETLERİ DE DOKUNMUŞTUR...

Bu sert idaresinin yanında Haccâc’ın çok büyük hizmetleri de vardır. Kur’ân-ı kerim, harekesiz ve noktasızdı. Harekesini ve noktasını koydurtan odur...
Her fani gibi Haccac da artık bu dünyadan göçüyordu. Ölümü esnasında: “Allah’ım, insanlar diyorlar ki; ‘Allah Haccac’ı mağfiret etmez.’ Sen beni mağfiret eyle” dedi.
Bu söz, Ömer bin Abdülaziz’in hoşuna gitti ve ona gıbta etti. Bu sözü Hasan-ı Basrî’ye naklettikleri vakit; “Gerçekten Haccac böyle söyledi mi?” dedi. “Evet, söyledi” dediklerinde, “Öyle ise umulur ki Allahü teâlânın af ve merhametini kazanmıştır” dedi.
 
Namaz kılarken atılan tokat!..


Seyyid Taha hazretleri Hakkari’nin Nehri adındaki bir köyünde yaşardı. Bir gün bu Allah dostuna 6-7 saatlik yoldan bir zengin adam gelir ve intisap eder. Seyyid Taha hazretleri de bu adama bir tesbih hediye eder ve adam köyüne döner... Günler birbirini kovalarken bu adamın koyun sürüleri eksilmeye başlar. Dağa otlamaya giden koyunları ya kurt kapar ya da hastalanarak ölür. Adamın hanımı der ki: “Seyyid Taha hazretlerinin hediye ettiği tesbih bize uğursuz geldi galiba! En kısa zamanda tesbihi iade et!” Adam da hanımının bu sözü üzerine tesbihi Nehri’ye giden bir kafile ile gönderir...


“SİZİN NAMAZINIZ BOZULMUŞTUR!..”
Aradan yıllar geçer... Bir gün Seyyid Taha hazretlerini imtihan etmek için uzak bir yerden bir grup insan gelir. İkindi namazı vakti girer kamet getirilir ve bu grubun da içinde olduğu cemaate namaz kıldırmaya başlar mübarek... Seyyid Taha hazretleri namaz esnasında boşluğa doğru bir tokat atar. Onu imtihana gelenler şaşırır ve namaza devam ederler. Mübarak, namaz sonunda öfkeli bir ifade ile yine boşluğa doğru bir tekme savurur ve yüz ifadesini bir tebessüm kaplar. Bu duruma şaşıran gruptakilerden birisi;
-Sizin namazınız bozulmuştur, namazda anlaşılmaz hareketlerde bulundunuz, der.
Seyyid Taha hazretleri de der ki:
-Bizim bir talebemiz vardı, yıllar önce bize intisap etmişti. Bugün ikindi namazı vakti hastalanıp sekerâta girdi, fakat şeytan-ı lain bir türlü Kelime-i şehadet getirtmiyor boğazını sıkıyordu. Biz de bu duruma müdahale ettik ve şeytana sertçe bir tekme atarak talebemizin yanından uzaklaştırdık. Elhamdülillah Kelime-i şehadet getirerek ruhunu teslim etti.


ALLAH DOSTLARI KEFİLDİR!”

Bu grup, nasıl olsa denemeye, ilmini tartmaya geldik, bahse konu yere gidip bu olayı araştıralım, derler ve adresi öğrenip adamın köyüne giderler. Rahmetlinin hanımından olayı detaylı bir şekilde öğrenirler.
Gruptaki şahıslar hayret içinde kalarak hiç vakit kaybetmeden Nehri’ye dönerek Seyyid Taha hazretlerinin elini öperek talebesi olurlar.
Seyyid Taha hazretleri bu şahıslara der ki:
-Allahın dostlarına gelerek günahları için tevbe edenin imanına, malına ve namusuna Allahın dostları kefil olmuşlardır; yeter ki tevbe edenin niyeti Allah rızası olsun...
 
Resûlullah’la alay edenlerin sonu!..


İnsanları ebedî saâdete kavuşturmak için gönderilen Muhammed aleyhisselâm, Mekke’de câhiliyye devri yaşamakta olan insanları açıkça İslâma davet etti. Hakîkî kurtuluşun Allahü teâlâya îmân etmekte, nefse uymaktan, zulümden, haksızlıktan ve bütün çirkin işlerden uzaklaşmakta olduğunu bildirince, nefslerinin isteklerine, şehvetlerine uyanlar, zayıfları ezenler ve iyice azgınlaşmış olanlar bütün bu bozuk işlerine son verileceğini görerek Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerini inkâr ettiler ve O’na düşman kesildiler. Bir kısmı da kendileri gibi âciz ve fânî insanların ayıplamalarından sakınarak îmân etmediler. Nefislerine, şeytana ve şehvetlerine uyarak saâdetten mahrum kaldılar...


ÇOK İLERİ GİDİYORLARDI!..

Muhammed aleyhisselâmın insanlara ebedî saâdeti, sonsuz kurtuluşu bildirmek, onları dalâletten hidâyete kavuşturmak üzere peygamber olarak gönderildiği sırada câhiliyye devri yaşayan Mekkeliler, îmân etmeye dâvet edilince, önceleri ilgisiz davrandı. Sonra açıkça düşmanlık göstermeye başladılar. Müşriklerin bu düşmanlıkları önce alay tarzında olup, sonra hakâret şekline, daha sonra işkence safhasına girdi. Bunlardan sonra ticârî ve diğer bütün münâsebetleri kesme ve şiddet gösterme devresi başladı...
Müşriklerden Esved bin Abdülmuttâlib, Âs bin Vâil, Velid bin Mugîre ve İbni Talâtıla adındaki kimseler, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile alay etmekte çok ileri gitmişlerdi...


HAZRETİ CEBRAİL GELDİ VE...

Bir gün Cebrâîl “aleyhisselâm” Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında durdu. O kimseler Kâbe’yi tavâf ediyorlardı. Velid bin Mugîre’nin eline ok değmiş ve şişmişti. Cebrâîl aleyhisselâm yanından geçerken onun elindeki şişliğe nazar kıldı. O ânda elindeki şişlikten kan boşanmaya başladı ve öldü. Sonra Âs bin Vâil geldi. Ayağına diken batıp yaralanmıştı. Cebrâîl aleyhisselâm o yaraya işâret eyledi, yarası tâzelenip, o ânda öldü. Sonra Esved bin Abdülmuttâlib geldi. Bir yeşil yaprakla gözüne vurarak, gözünü kör etti. Onun peşinden İbni Talâtıla geldi. Cebrâîl aleyhisselâm onun da başına bir işâret koydu. Başından irinler akmağa başladı ve o ânda öldü. Allahü teâlâ onlar hakkında [Hicr sûresi 95’inci âyetinde meâlen] (Biz seninle alay edenlere kifâyet ederiz) buyurdu...
 
Edirne’nin ilk müderrisi Mevlânâ Behâeddîn


Mevlânâ Behâeddîn hazretlerinin babası Şeyh Lütfullah, Hâcı Bayrâm-ı Velî hazretlerinin önde gelen halîfelerinden idi. Bu sebeple, daha küçük yaşta iken o yüce velînin elini öpmek ve duâsına kavuşmak şerefine nâil oldu. Hâcı Bayrâm-ı Velî hazretleri tâcını Mevlânâ Behâeddîn’e hediye etti. O da bu tâcı ömrünün sonuna kadar başından çıkarmadı ve eriştiği derecelere hep Hâcı Bayrâm-ı Velî hazretlerinin tasarrufu bereketiyle kavuştuğunu bildi.
Zamânındaki büyük âlimlerden ilim öğrenerek yetişen Mevlânâ Behâeddîn, daha sonra Hâcezâde Muslihuddîn Mustafa bin Yûsuf’un hizmetine girdi. Kısa zamanda yükselerek, Hâcezâde’nin ders vekîli oldu. Önce gelen hakîkî İslâm âlimlerinin yaptıkları gibi edebe riâyet ile ilmini artırdı ve büyük âlimlerden oldu.


KISA ZAMANDA YÜKSELDİ...

Bu mübarek zat, ilminin çokluğu ile berâber, fazîlet ve güzel hâllerde de çok üstün idi. Vakitlerinin çoğunu ilim ve ibâdete ayırdı.
İlimde çok yükselip, insanlara faydalı olacak, ders verecek hâle gelince, Balıkesir Medresesine müderris oldu. Sonra Bursa’da Yıldırım Bâyezîd Han Medresesinde görevli iken, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından İstanbul’da yaptırılan Sahn-ı Semân medreselerinden birine tâyin edildi.


“YOLCULUK ZAMANI YAKLAŞTI!”

Sultan İkinci Bâyezîd Han, Edirne’de büyük ve mükemmel bir medrese yaptırınca, buraya, ilk müderris olarak bizzât Mevlânâ Behâeddîn’i tâyin etti. Böylece bu kıymetli vazîfeye tekrar başladı. Mevlânâ Behâeddîn hazretleri 1490 (H.895) senesinde vefâtına kadar bu görevde kaldı.
Rivâyet olunur ki, Mevlânâ Behâeddîn hazretleri, bir gün Edirne’de velîlerden birine rastladı. O zât Mevlânâ’ya; “Yolculuk zamânı yaklaştı. Âhirete göç etmek zamânı geldi. Devamlı âhiret hazırlığında bulunmalı değil mi?” diye hitâb etti. Mevlânâ Behâeddîn tebessüm ederek; “Evet!” mânâsına başını salladı.
Bu konuşmadan sonra evine gelen Mevlânâ, vasiyetini yaptı. Yedi gün hasta yattıktan sonra vefât etti...
 
Bir gönül sultanı Mevlânâ Tâceddîn


Mevlânâ Tâceddîn İbrahim, Allah dostlarından bir büyük velîdir. İznik’te medfundur. Bir gün, dergahına bir delikanlı girip diz çöktü mübareğin önünde.
-Hocam, nasihat almaya geldim.
Büyük velî sevgiyle baktı gence:
-Evladım, âzâlarını günah işlemekten koru. Ne için yaratılmışlarsa o yolda kullan sadece.
-İnşallah hocam. Dua edin, başarayım.
-Kalbini de dünyaya bağlama sakın.
-Dünyadan maksat nedir hocam?
-Dünya, haram ve günahlardır oğlum. Allahü tealanın beğenmediği şeyler yani.


“NAMAZLARINI KILIYOR MUSUN?”

Sonra sordu gence:
-Namazlarını kılıyor musun oğlum?
-Beş vakit kılamıyorum hocam.
Acı acı gülümseyip sordu gence:
-Sen hiç temelsiz bina gördün mü?
-Hayır hocam, görmedim.
-Niye görmedin?
-Temelsiz bina olmaz ki hocam.
-Doğru dersin. Temelsiz bina olmaz. İşte “İslam” binasının temeli de “Namaz”dır evladım. Namaz yoksa, İslamiyet de yoktur, anladın mı?
-Anladım hocam.


***
Mevlânâ Tâceddîn hazretleri bir gün yakınlarını çağırıp vasiyyetini bildirdi:
-Beni falan yere defnediniz!
Çocukları “Peki” dedilerse de, kabir yeri için başka yer düşünüyorlardı. Sordular:
-Babacığım, biz falan caminin avlusunu düşünüyorduk. Ne dersiniz?


“GÜCÜNÜZ YETERSE!..”

Cevap iki kelimeydi:
-Gücünüz yeterse!..
Biraz sonra ağırlaştı ve vefat etti. Son sözü “Namaz” olmuştu. Cenaze hizmetini görüp tabuta koydular. Düşündükleri caminin avlusuna ***ürmeyi denediler önce. Ama ne mümkün! Tabut havada bir ağırlaştı ki, bir milim ***üremediler. Kendi istediği yere doğru çevirdiler, kuş gibi hafifledi. Mecburen o yere defnettiler mübareği...
 
Türkistan evliyâsından Hakîm Süleymân Atâ


Hakîm Atâ, Türkistan evliyâsının büyüklerindendir. Asıl adı Süleymân’dır. Yerleştiği yere nisbetle “Bağırgânî” de denilmektedir. Yazmış olduğu manzumelerde kendisi Süleymân, Kul-Süleymân, Süleymân Bağırgânî, Hakîm, Hakîm Süleymân, Hakîm Hâce ve Hakîm Hâce Süleymân isimlerini kullanmıştır. Hoca Ahmed Yesevî’nin talebesi olup, aynı zamanda onun üçüncü ve Türkler arasında en tanınmış halîfesidir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1186 (H.582) senesinde vefât etti.


BUĞRA HAN KIZINI VERDİ

O devrin hükümdarı Buğra Han, velîleri seven sâlih bir kimseydi. Bu mübarek zata kızını verdi. Kızının adı Anber olup, çok güzeldi. Çeyiz olarak da birçok deve, koyun ve at verdi. Hakîm Ata kabûl etti. Buğra Han ve yardımcıları ona talebe oldular. O da Bağırgan’a yerleşti. Çok meşhûr olup, o beldeleri yıllarca nûruyla aydınlattı. Hak yolu, Resûlullah efendimizin sünnetine tam tâbi olarak, sâde bir şekilde insanlara aktarması, örnek ahlâkı ve yüksek hâlleri ile meşhûr oldu...
Hakîm Süleymân Atâ’nın zaman zaman talebelerine söylediği şu iki sözü de söylene söylene günümüze kadar gelmiştir:

“Her gördüğünü Hızır bil, her geceyi kadir bil.”

“Herkes yahşî (güzel, iyi) biz yaman, herkes buğday biz saman.”




ÜZÜLMÜŞTÜ BİR KERE!..

Hakîm Atâ hazretleri biraz esmerceydi. Bir gün Anber Hatun’un kalbinden; “Keşke kocam kara olmasaydı” şeklinde bir düşünce geçti. Hakîm Atâ, onun bu düşüncesini Allah’ın izniyle anlayıp; “Sen beni beğenmiyorsun ama, benden sonra dişinden başka beyaz yeri olmayan bir karaya düşeceksin!” dedi. Anber Hatun, bu düşüncesine çok ağlayıp tövbe ettiyse de, Allahü teâlânın o sevgili kulu üzülmüştü bir kere!..

Hakîm Atâ vefâtına yakın, Harezm’de ilim tahsîl etmekte olan oğulları Muhammed Hoca ile Asgar Hoca’yı çağırttı. Onlara;

“Vefatımdan sonra gün doğusundan kırk ebdâl gelecek, içlerinde gözü zayıf ve ayağı aksak bir kara ebdâl vardır. İddeti bitince, ananızı onunla evlendirirsiniz” dedi. Ertesi gün vefat etti.
 
Teberiklerde :D çok uzun olmuş zarzor okudum pff
 
Sünbül Efendi’nin gülü Ya’kûb Germiyânî


Ya’kûb Germiyânî, büyük velîlerdendir. Kütahya civârında Şeyhli köyünde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1571 (H.979) târihinde İstanbul’da vefât etti. Kocamustafapaşa’da bulunan Sünbül Efendi Câmii civârında medfûndur...
Ya’kûb Germiyânî, Sünbül Sinân hazretlerinin talebeleri arasına girdi. Sünbül Sinân Efendi, Ya’kûb Germiyânî’yi çok sever; “Talebe olunca, Germiyânlı Yâkub Efendi gibi olmak lâzımdır” buyururdu.
Sünbül Sinân Efendi vefât edince, Merkez Efendinin sohbetlerine devâm eden Ya’kûb Germiyânî, onun vefâtından sonra, Kocamustafapaşa dergâhında talebeleri yetiştirmeye başladı...

YÜKSEK HÂLLER SAHİBİYDİ...

Ya’kûb Germiyânî hazretleri herkesin anlayamayacağı, ehline mâlûm olan, yüksek hâller ve üstün dereceler sâhibiydi. Buyurdu ki: “Dünyâda hiç kimseye hased etmedim. Ancak dünyâya gelmeyenlere gıbta ettim. Şu üç şeyden dolayı onların hâllerine imrendim. Birincisi, bu âlem ayrılık ateşiyle yanma yeridir. Dünyâya gelmeyenlerde böyle bir firâk hâli yoktur. İkincisi, bize verilen vücûd nîmetinin ve sayısız diğer nîmetlerin şükrünü edâ etmekten âciziz. Bizde, bu acziyetten dolayı mahcûbiyet vardır. Dünyâya gelmeyenlerde ise, böyle bir mahcûbiyet yoktur. Üçüncüsü ise, bizler, kemâl mertebesinde istidâda sâhib olmadığımızdan, hep derd-i hüsrân içinde bulunuruz. Bu dert, dünyâ lezzetlerini ve yüzdeki neşe ve sürûru alıp ***ürür. Dünyâya gelmeyenlerin ise, bu lezzet ve neşeden mahrûm olmaları gibi bir durumları yoktur...”


FEYİZ VE BEREKET KAYNAĞI

Bu mübarek zatın sohbet meclisleri; feyiz, bereket ve nûr kaynağı idi. Vefât edinceye kadar buradaki vazîfesine devâm etti.

Ya’kûb Germiyânî hazretlerinin ölüm hastalığı sırasında, hastalığın elem ve şiddetinin fazlalığı sebebiyle, gözleri kapalı ve lisânı söylemez oldu. İhtiyaç gidermek için kaldırdıklarında, mecbûriyet karşısında, kıbleye karşı durdurdular. O, hastalığın şiddetiyle kendisinde değildi. Fakat o hâldeyken bile; “Helâda, kırda abdest bozarken, kıbleyi öne ve arkaya getirmemelidir” hükmü icâbı kıbleye karşı abdest bozmadı...

Ya’kûb Germiyânî hazretleri 1571 senesi Cemâziyelevvel ayında bir akşam üzeri rûhunu teslim etti. Vefâtından sonra yerine, oğlu Sinânüddîn Yûsuf geçti. Talebelerin yetiştirilmesi, mânevî olarak terbiye edilmesi vazîfesini üzerine aldı...
 
Genç bir sahabenin Resûlullâh sevgisi


Medineli bir genç, Resûlullâh efendimizin (sallâllâhu aleyhi ve sellem) yanına yaklaşmaktaydı. Bu, Talha adında bir yiğitti. Talha, kararlı bir tavırla Resûlullâh efendimizin huzuruna geldi ve hiç beklemeden;
-Ben de size tabi olmak istiyorum, yâ Resûlallâh, dedi...


HASTALANIP YATAKLARA DÜŞTÜ

Kim bilir günlerdir gönlünde ne fırtınalar kopmuştu. İşte, en sonunda kararını vermişti. Oracıkta Kelime-i şehadeti söyleyerek Eshab-ı kiramdan olma şerefine kavuştu...
Talha radıyallâhü anh, kısa bir zaman sonra ölümcül bir hastalığa yakalandı ve yatağa düştü. Etrafındakilere; Resûlullâh Efendimizi görmek istediğini belirtti. Peygamber efendimiz, bir müddet sonra ziyaretine geldi. Hazreti Talha’nın durumunu görünce, ölümünün yakın olduğunu anlamış olacak ki dışarı çıktılar ve “Talha gidiyor” buyurdular...
Bu genç sahabeyi sevenlerin yüreğine derin bir ayrılık sızısı düşmüştü... Resûlullâh efendimiz, artık her gün namazdan sonra hazreti Talha’nın yanına uğruyor, hatırını sorup gönlünü alıyorlardı. Vefat edeceği gün de yanındakilere;
“Bir şey olursa çağırın, namazında bulunayım” buyurdular.
Talha radıyallâhü anh, ölümün geldiğini anladığı bir anda;
- Bizim mahallemiz uzaktır. Ben vefat edersem Resul-i Ekrem’i cenazeme çağırmayın. Korkarım ki, Yahudiler bir fenalık yaparlar, yılan, akrep, çıyan gibi haşereler zarar verirler. Resulullah efendimize bir fenalık gelmesin. Beni defnettikten sonra haber verirsiniz, diye vasiyet etti.


NE BÜYÜK SAADET...

Bu ne büyük bir sevgiydi böyle... Ölüm anında bile Sevgililer Sevgilisi’ni düşünüyordu...
Talha radıyallâhü anhın kısa sürede aldığı bu mesafe herkesi duygulandırmıştı. Daha çocuk sayılabilecek bir yaştaki birinin, böyle samimi ve olgun davranması muhteşem bir hasletti...
Evet, hazreti Talha bir gece vefat etmişti. Vasiyetini yerine getirdiler ve gece vakti, namazını kılıp defnettiler. Sabah namazında, Resûlullâh efendimiz camidekilere Talha’yı sordu. Cemaat;
-Ya Resulullah, Talha vefat etti ve defnettik, dediklerinde, üzüldüler ve hemen, mezarının başına gittiler. Ellerini açıp ona dua ettiler. Ne büyük saadet...
 
Geri
Üst