Tarihten Sayfalar Uzuuuun Uzun Bilgi Benden Size (:

Büyük cihangir Timur Han

Büyük Türk hükümdarı Timur Han, 1336’da Türkistan’daki Keş’te doğdu. 1370 yılında hükümdar olan Timur Han, askerî ve idarî düzenlemeler yaptı. Daha sonra seferlere çıkarak kısa zamanda bütün Orta Asya ve İran’ı ele geçirdi...


YILDIRIM BAYEZİD’E SIĞINDILAR...

1395 yılında Derbendi ele geçirerek kuzeye yönelen Timur Han, Ukrayna ve Kiev üzerine yürüdü. Özi Irmağı kıyısında bulunan Kırım ve Azak çevresindeki Ceneviz kolonilerini ele geçirdi ve Moskova’ya dayandı. 1398’de de Hindistan’a girdi...
Delhi’yi ele geçiren Timur Han, 1400’de toplanan kurultaydan sonra Gürcistan Seferine çıkma kararı aldı. Ardahan ve Kars üzerinden Bingöl’e geldi. Ahmed Celayir ve Kara Yusuf, Timur Han’dan kurtulmak için Osmanlı Sultanı Yıldırım Bayezid Han’a sığındılar. Bayezid Han da, Timur Han’a bağlı olan Erzincan’ı ele geçirdi. Timur Han ise 1400 yılında Erzincan’a tekrar hakim oldu ve Sivas, Malatya ve Behisni şehirlerini ele geçirdi. Suriye üzerine yürüyen Timur Han, Halep’i ve Şam’ı aldı. 1402 yılında Erzurum, Erzincan, Kemah ve Kayseri üzerinden Ankara’ya doğru hareket etti...


Ankara’da Çubuk ovasında yapılan savaşta Osmanlı kuvvetlerini büyük bir bozguna uğratan Timur Han, Yıldırım Bayezid’i esir aldı...


Bir yıl Anadolu’da kalan büyük cihangir, bütün Anadolu illerini ele geçirdi. 1403’te Gürcistan, 1405’te Çin seferine çıktı. Pir Muhammed’i yerine veliaht bırakan Timur Han, Otrar’da vefat etti. Ancak, sağlığında çok sevdiği torunu Muhammed Sultan için yaptırdığı Semerkant’taki türbeye ***ürülerek defnedildi.


“VASİYETİMİ ASLA UNUTMAYIN!”

Timur Han, ölüm döşeğinde şunları söyledi:
“Oğullarım! Milletin refahını, saadetini sağlamak için sizlere bıraktığım vasiyeti ve tüzükleri iyi okuyun, asla unutmayın ve tatbik edin. Milletin dertlerine derman bulmak vazifenizdir... Zayıfları koruyun, yoksulları zenginlerin zulmüne bırakmayın... Adalet ve iyilik etmek, düsturunuz, rehberiniz olsun...”
Sonra oğlu Pir Muhammed Mirza’yı yanına çağırdı ve onu kendi yerine bıraktığını söyledi. Gözlerini yumdu ve; “Tek üzüldüğüm şey, oğlum Şahruh’u göremeden ölmemdir. Fakat ne yapayım, Allahü teâlâ böyle murad etmiş” dedi. Sonra da Kelime-i şehadeti söyleyerek ruhunu teslim etti.
 
“Baban gelirse, beni çağır oğul!”


Köyün yağız delikanlısı Ali, hâfız olmuştu... Ağzı dualı anası; “Bir de oğlumun mürüvvetini görsem!” diye geçirdi içinden... Ve köyün, güzel olduğu kadar terbiyeli kızı Adeviye’yi istedi Ali’sine... Çok geçmeden de sâde bir düğünle evlendirdi...
Ancak vatan toprakları tehlikedeydi o günlerde. Adeviye, Ali’yi kendi elleriyle hazırladı cepheye. “Git Ali’m!.. Vatan için, doğacak evlâdımız için git” dedi...


“ALİ’MDEN HABER VAR MI?”

Ali gitmişti bir kış soğuğunda. Cepheden şehitlerin haberi tez ulaşıyordu köye. “Ali’mden bir haber var mı?” diyordu Adeviye kalbi yerinden fırlarcasına. Bir haber yoktu Ali’den. Sağ mıydı, yaralı mıydı, adı sanı bilinmez bir yerde şehitlerin arasına mı karışmıştı, bilen yoktu... Adeviye günlerce, mevsimlerce bekledi, bekledi...
Günler yokluk, kıtlık ve sıkıntıyla geçiyordu. Asker Ali’den iyi veya kötü, bir haber gelmiyordu. Adeviye’nin tesellisi minik yavrusu Cevdet’i olmuştu. Çalan her kapı, duyulan her ayak sesi, Adeviye’nin yüreğini hoplatıyordu. Ya gelen Ali ise! Rüyalarına sık sık giren Ali, evine gelmiyordu bir türlü...

...Ve, babasının bir fotoğrafını göremeden büyüyen Cevdet, yürümeye başlamıştı... Cevdet, Çanakkale’yi anlatan ninnilerle büyümüş; masal yerine, destanlar dinlemişti anasından.
Ülke düşmandan temizleneli yıllar olmuştu. Ali’nin âkıbetinden haber yoktu. Köylü; “Kocan şehit olmuştur, bekleme artık Ali’yi” diyemedi...
Yaslı anacığına acısını unutturmaya çalışan Cevdet büyümüş, iş güç sahibi olmuştu. Adeviye ne vakit bir yere gidecek olsa, “Baban gelirse, çağır beni oğul!” derdi...


CEVDET’İNE DİYECEKLERİ VARDI!..


Günler yerinde durmadı. Zaman çark misali döndü. Alınlarda çizgiler derinleşti, saçlara beyazlıklar aktı. Adeviye, Ali’nin geleceği ümidiyle yaşadı durdu...
Savaş yıllarının taze gelini, şimdilerin nurlu ninesi Adeviye, güçten takatten kesilmişti artık. Geri dönülmez hastalığın pençesine düşmüştü. İyice ağırlaşmıştı... Cevdet’ini yanına çağırdı, yavaşça “Oğlum!” dedi. “Bana iyi baktınız. Hakkınızı helâl edin. Baban bir gün gelirse ona; annem seni hep bekledi, de...”
Cevdet’in ve oradakilerin gözlerinden sicim gibi yaşlar süzülürken, Adeviye aniden irkilerek doğruldu, kapıya doğru gülümseyerek “Hoş geldin Ali, hoş geldin!” diyerek ruhunu teslim etti...
 
Bir hikmet ehli Cimmeni


Cimmeni hazretleri, Maliki mezhebi fıkıh âlimlerindendir. Nesebi eshab-ı kiramdan Mikdad bin Esved’e kadar uzanır. 1628 (H.1037) senesinde Tunus’ta Cimmane kasabasında dünyaya geldi. İlim tahsil etmek için Cezayir’e gitti. Orada birçok âlimden Maliki fıkhını öğrendikten sonra ilmini artırmak için Mısır’a gitti...


KİTAPLARINI KURTARAMADI!..

Kahire’de dokuz sene kalan Cimmeni hazretleri, burada el-Ezher’de büyük âlimlerin derslerine devam etti. Her birinden icazet alarak memleketine dönmek üzere İskenderiye’den gemiye bindi. Ancak gemi yolda battı. Kendisi kurtuldu, fakat kitapları denizde kayboldu. Bunun üzerine tekrar Kahire’ye döndü ve kitapları yeniden temin etti. Tekrar memleketine gitmek üzere yola çıktı ve Tunus’a salimen ulaştı. Buradan Cerbe adasına giderek insanlara ilim öğretmeye başladı...
Bu mübarek zatın, kıymetli nasihatleri vardır. Sevdiklerine buyurdu ki:

“İnsanlar Allahü teâlâdan korktukları müddetçe, doğru yolda yürürler. Bu korku kalblerinden gitti mi, yollarını kaybederler.”

“Bir kula bak; vaktini boşa harcıyorsa, boş şeylerle vakit geçiriyorsa, Allahü teâlâyı anmıyorsa, bilesin ki, Allahü teâlâ onu sevmiyor.”

“Açlık nûrdur. Tokluk ateştir. Şehvet odundur. Şehvet ve tokluk bir araya gelince, ateş yanmaya başlar. Sâhibini yakıp bitirir.”

“Herkesin kalbinde, cömertlere karşı muhabbet, cimrilere karşı nefret vardır.”


SABIR NEDİR?..

Sabır; Allahü teâlânın emirlerine muhâlif olan davranışlardan uzaklaşmak, O’ndan gelen musîbetlere sükûnetle karşılık vermek ve fakirlik ihsân ettiği zaman, zengin görünmektir.”

“İlim tahsil ettiği hâlde, bununla amel etmeyene âlim denilemez.”

“Allahü teâlâyı sevmenin alâmeti, bütün ahlâkta ve bütün işlerde, O’nun sevgili peygamberi olan Muhammed aleyhisselâma uymaktır.”


Cimmeni hazretleri 1722 (H.1134) senesi Rebiul-evvel ayının onbeşinde cuma gecesi Cerbe’de vefat etti. Ders verdiği medresenin bahçesine defnedildi. Talebelerine son nasihat olarak şunları söyledi:


“Sizden yüz çevirenin peşine düşmeyin!”
 
Çanakkale kahramanı Binbaşı Bedri Bey


Çanakkale muharebelerinde destan yazan vatan evlatlarının kahramanlık menkıbeleri, yeni nesillere ışık tutmaktadır. Bu kahramanlardan biri de Binbaşı Bedri Bey’dir...


“HER ŞEYİMİ SANA BORÇLUYUM”

Allah yolunda vatan ve millet için canını seve seve fedâ eden Binbaşı Bedri Bey’in rûhî derinliğini ifâde eden, annesine, hanımına ve bir arkadaşına yazmış olduğu mektuplar, bir Müslümanın mânevî ufkunu teşhîs etmeye ve onun mânevî mertebesini ve ölümündeki asâleti ifâdeye kâfîdir.
Binbaşı Bedri Bey, şehâdetinden kısa bir müddet evvel annesine yazdığı mektubunda diyor ki:


“Vâsıyyetimdir.

Canım anneciğim,

Her şeyimi, ama her şeyimi sana borçluyum. Hep sana hizmet etmeyi, yanında kalmayı, sana hürmet etmeyi, güzel kokunu koklamayı arzuladım. Çok az kısmet oldu. Bu dünyâda sana doyamadım.
Anneciğim, dünyâyı sevemedim, tat da alamadım. Allah’ın emir ve rızâsına aykırı her şey beni rahatsız etti. Velhâsıl dünyâ bana küstü, ben de ona. Eğer sen veya ben önce gidersek, önce giden kucağını açıp beklesin! Elbette kavuşacağız. Saçından bende bir tutam var. Onu yanımda taşıyorum. Ölürsem, Allah’ın izniyle bu, kahramanca bir ölüm olacaktır. Saçının telleri, yanımda kalsın. Sakın ağlama! Bil ki, göğsümde Kur’ân var! Kalbimde îmân ve dudaklarımda da son olarak Allah’ın zikri olacak. Gönlün müsterih olsun!
İbâdetlerimin, zikirlerimin hepsini bağışladım. Elimde bir şey kalmadı. Rabbimin huzûruna bomboş gidiyorum. Fakat O’nun gufrânının beni sımsıkı kuşatacağını umuyorum. Sana başka ne yazayım, evvel gidene selâm olsun!..
Oğlun Bedri”


HERKESİ İMRENDİRECEK TEVAZU...
Binbaşı Bedri Bey, bu mektubunda yalnız zâhirî hayâtından, benliğinden değil, Allah yolunda kazandıklarından bile, onları başkalarına bağışlayarak vazgeçtiğini ve Rabbine “hiç”leşmiş bir hâlde teveccüh ettiğini, herkesi imrendirecek bir tevâzû ve asâletle ne güzel ifâde ediyor!..
 
Gülen şehid Ebu Akil


Yemame Harbi, Hazret-i Ebubekir (radıyallahü anh) devrinde, 633’te, yalancı peygamber Müseyleme’tül-Kezzab ordusuna karşı yapılmıştır...


MÜSEYLEME ÖLDÜRÜLDÜ...

Müseyleme’tül-Kezzâb, peygamber olduğunu ileri sürerek büyük fitne çıkarmıştı. Hâlid bin Velîd komutasındaki İslâm ordusu bu alçak fitnecinin üzerine sevk edilmişti. Harbin başında İslâm ordusu daha önce gönderilen İkrime ve Şurahbil ordusu gibi geriledi. Hatta Benî Hanîfe kabilesinin mürtedleri, Hâlid bin Velîd’in çadırına girip yağma yapmaya başlamışlardı.
Bu sırada İslâm askeri geri dönüp şiddetli bir hücum ile Müseyleme’tül-Kezzâb’ın ordusunu bozdu. Yine bu sırada Hazreti Vahşi; Hazreti Hamza’yı şehîd ettiği mızrak ile Müseyleme’tül-Kezzâb’ı öldürdü.
Bu cengde Müseyleme’tül-Kezzâb’ın kırk bin kişilik ordusundan yirmi bini öldürülmüş, fakat Müslümanlardan da iki binden ziyade şehîd verilmişti. Bunun üç yüz altmışı muhacirden, kırk kadarı da ensârdan ve kalanı da tâbiînden idi. Şehîd olanların içerisinde yetmişten ziyade hafız vardı.
Yemame Savaşı bütün şiddeti ile devam ediyordu... Yalancı peygamber olan Müseyleme için Müslüman sahabiler şanlı hücumlarını başlatmışlardı. Onların içinde ensardan bir genç vardı, daha taze idi, çiçeği burnunda olan bir gençti. Adı Ebu Akil idi.


“ZAFER HANGİ TARAFIN?”

Abdullah ibn-i Ömer (radıyallahü anh) anlatıyor:
Ebu Akil’i devamlı kontrol ediyordum, bir ara kâfir darbesi ile yere yıkıldı. Kan kaybediyordu. Çadırıma ***ürdüm, kanını sildim. Sanki ölmüş gibiydi. Bu ara tekrar hücuma geçildi. “Ey ensar gösterin yiğitliğinizi” nidası Ebu Akil’in kulağına gelince hemen yerinden fırladı ve gözden kayboldu. Onu araya araya buldum gördüm ki kollarını bile kaybetmiş ve yere yuvarlanmıştı. Ölmek üzere idi. Fakat dudakları ile bir şeyler söylemek istiyordu. Kulağımı ağzına iyice dayadım ve:
- “Ey Ebu Akil ne diyorsun?” dedim. Ebu Akil kendisini topladı ve şöyle dedi:
- “Zafer hangi tarafın?” Ben; “Müjde, Müslümanlar kazandı” dedim. Baktım ki Ebu Akil gülüyor. Güldü ve bu tebessüm ile ruhunu teslim ederek şahadet şerbetini içti...
 
“Anamın elini benim için öp!”


Çanakkale muharebelerinin kahraman gazilerinden Mehmet Çavuş (Aşkın) hatıralarında diyor ki: “İngiliz donanması Saroz’dan top atışları ile bize son derece ağır kayıplar verdiriyordu. Her taraf toz duman içindeydi. Top mermilerinin düştüğü yerler alev alev yanıyordu. Düşman gemilerinin her ateşinden sonra ortalıkta kopmuş kol ve bacaklar, feryad edip inleyen yaralılar, dehşet verici bir manzara arz ediyordu. Buna rağmen askerimizin gayret ve cesaretinden hiçbir şey eksilmiyordu.
Böyle bir atıştan sonra, aynı birlikte silah arkadaşım Recep Eniştemi, iki ayağı kopmuş çalıların üzerinde gördüm, henüz sağ idi. Yanına kadar gidebildim. Onu o vaziyette görünce ağlamaya başladım. Henüz ruhunu teslim etmeyen eniştem:


“O SAADET BANA YETER”
“Kardeşim niçin böyle ah edip ağlarsın, benim ciğerimi dağlarsın! Allah’ın verdiğine merhaba! Takdir-i ilâhi böyle imiş! Onun kazası geri çevrilmez ve hükmüne mani yoktur. Elimizden ne gelir. Arzuladığım şehadet, cihad yolunda oldu. O saadet bana yeter! Sen sağ kalırsan, anamın elini benim için de öp! Hakkını helal etsin!” dedikten sonra “Başımı kıbleye doğru çevir!” diyebildi... Ruhu çoktan uçmuştu...


“ÜZERİMDE HARB EDİNİZ!”
Daha sonra birliklerimiz, İngilizlerin yeni getirdikleri takviye birliklerinin sahilden içerilere ilerlemesini engellemekle görevlendirildi. Alayımız yürüyüşe geçti. Karayürek Deresi’ne doğru iniyorduk... Bir akşam beni keşif kolu çıkardılar bu derenin yatağında geziniyordum. Çok susamış idim. Dere şırıldıyordu, mataramı doldurdum. Birkaç yudum içtiğimde, içtiğim suyun tadı çok başka idi. Avucuma mataradan su aldığımda, matarama su yerine kan doldurduğumu anladım.
Hemen sonra alayımız geldi ve birden kendimizi düşman ateşi içinde bulduk. Pusuya düşmüştük. Birçok arkadaşımız gafil avlandı. Bunlardan, köylümüz olan Halil, bölükle birlikte süngü hücumuna kalkmıştı, ağır bir yara alarak yanıma yıkıldı. Bir müddet sessiz kaldı ve sonra: “Ahretlik, ölümüm yaklaştı, öldükten sonra cesedimi geriye ***ürtme, buraya ellerinle göm! Üzerimde harb ediniz! Ta ki gazilerin ayak seslerini Allah! Allah! nidalarını rahatlıkla duyayım!” dedi ve gülerek ruhunu teslim etmişti.
 
Dünyaya verilen insanlık dersi!..


Tarihin şeref levhasıdır Çanakkale... Kolay kolay ne anlatılır orada yaşananlar ne de aklı alır insanın orada yaşananları...
Hangi akıl kabul eder, et ve kemikten bir ordunun zırhlıları püskürteceğini?.. Gül bahçesine koşarcasına ölüme atılan babayiğitlere kim inanır? Topun tüfeğin, uçağın karşısına süngüsüyle çıkan birine kim “akıllı” der... İşte onlar bütün bunları yaptılar ve göğüslerindeki sarsılmaz imanla cennete uçtular... Geride ise akıllara durgunluk veren hatıralar bıraktılar...
Evet, bugün de; bir kolu ile bir ayağını kaybeden işgalci güçlerin komutanı olarak görev yapmış olan Fransız generali Bridges’in hatıralarından uzanıyoruz Çanakkale’ye... Yurduna döndükten sonra anlattığı bir hatırasında şöyle diyor Bridges:


“NİÇİN YARDIM EDİYORSUN?”

“Fransızlar! Türkler gibi mert bir milletle savaştığınız için daima iftihar edebilirsiniz... Hiç unutmam. Savaş alanında çarpışma bitmişti. Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk. Az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zayiat vermişlerdi. Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutamayacağım. Yerde bir Fransız yatıyor, bir Türk de kendi gömleğini yırtmış onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu. Tercüman vasıtası ile aramızda şöyle bir konuşma geçti:

“Niçin öldürmek istediğin askere yardım ediyorsun?
Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:

“Bu Fransız yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı. Bir şeyler söyledi, anlamadım ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok. İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün...”


GENERALİN AĞLADIĞI AN!..

Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım...
Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı. O anda gördüğüm manzara karşısında âdeta kanımın donduğunu hissettim. Çünkü, Türk askerinin göğsünde bizim askerinkinden çok daha ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkamıştı. Tabii, az sonra ikisi de öldü...”

***
Savaş hatıraları bitmez... Bu vesileyle, Çanakkale Savaşını kazanarak; vatanı, bayrağı ve milleti için hayatının baharında şehit düşen (adı bilinen ve bilinmeyen) bütün kahramanlarımızı minnet, şükran ve rahmetle anıyor, ruhlarına Fatihalar gönderiyoruz...
 
Bir şeref tablosu Galiçya


Galiçya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun kuruluşundan, İttifak Devletleri’nin Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgilerine kadar, Avusturya tacına bağlı olup, bu imparatorluğun bir eyaletiydi. Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman, Galiçya’ya göz koymuş bulunan ve uzun zamandır gizli ajanları vasıtasıyla hazırlık yapmış olan Rusya, 1914 Eylülünde Doğu Galiçya’yı işgal etmiş, 1915 Mayısında ise Alman ve Avusturya hücumu karşısında çekilmek zorunda kalmıştı...


15 BİN ŞEHİT VERİLDİ!..

Birinci Dünya Savaşı sırasında müttefiklerimize yardım için asker gönderdiğimiz Galiçya cephesinde, 33 bin asker ve subaydan meydana gelen 15. Kolordumuz 15 bin şehit ve yaralı vermişti. Ruslara karşı savaşan ordumuz, her türlü imkansızlığa rağmen kahramanca çarpışmış ve üzerine düşen görevi layıkıyla yerine getirmişti.

Şair Süleyman Nazif’in Galiçya adlı eserinde, 15. Kolordu Komutanı Yakup Şevki Paşa tarafından bizzat onaylanmış olan Galiçya kahramanlarının hikâyeleri anlatır. İşte onlardan biri:

“62. Alay, 3. Tabur, 10. Bölük... Çineli Ali oğlu Mehmed... Bölük Komutanı Mustafa Efendi’ye, 421 rakımlı tepenin doğusundaki ve orman içindeki siperleri ele geçiren düşmana karşı saldırması emredilmişti. Mustafa Efendi bölüğü ile düşman üzerine atıldı. Osmanlı askerlerinin saldırı silahı daima süngüdür. Süngü şakırtısına karışan “Allah Allah” sesleri düşmanı pek şaşırtmış, darmadağın etmişti. Yakayı kurtarabilen Moskoflar kaçmaya başlamışlardı. Bu elli kişilik ateş parçası Müslüman evladı, bütün siperleri Ruslardan temizleyerek geri almayı başarmışlardı.


“YAŞASIN 10’UNCU BÖLÜK!”

Tam bu sırada, bir düşman şarapneli Mehmed’i göğsünden yaralamış, takatsiz düşürmüştü. Sırtını ara siperine dayayarak arkadaşlarına bakan yiğit Mehmed, ‘Bu siperleri biz yaptık, hepimiz ölürüz, yine düşmana vermeyiz!’ diye haykırıyordu...
Fakat Mehmed’in yarası hafif değildi. O vaziyette bile aralıksız, yağmur gibi yağan düşman şarapnelleriyle âdeta alay ediyordu.
Aslan Mehmed’in son sözü ‘Yaşasın 10. Bölük!’ oldu ve Kelime-i şehadet getirerek ruhunu teslim etti...”

Çanakkale’de, Sina’da, Yemen’de, Kafkasya’da bizlerden fatiha bekleyen şehitlerimiz kadar şerefle ve rahmetle anılmayı hak eden, Galiçya kahramanlarını da unutmayalım...
 
Tufeyl bin Amr (radıyallahü anh)


Tufeyl bin Amr Dûsî radıyallahü anh, meşhur bir şâirdi. Misâfirperver ve cömert bir insan olduğu için, herkes tarafından sevilirdi. Yemen taraflarında mamur ve verimli bir beldede oturan Devs kabilesine mensuptu.


ZİLKEFEYN PUTUNU YIKTI!..

Peygamber efendimiz, Mekke’de İslâmiyeti açıkça yaymaya başladığı yıllarda, gece gündüz insanlara nasîhat veriyor, onları İslâm dinine davet ediyordu. Mekkeli müşrikler ise, Resûlullahın bu gayretini boşa çıkarmak için hiç durmadan uğraşıyorlardı.
Tufeyl bin Amr Dûsî radıyallahü anh kendisi bizzat şöyle anlatır:

“Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Medîne’ye hicret edince, Bedir, Uhud ve Hendek gazâları yapıldı. Müslümân olanlardan bir cemâat ile birlikte, Hayber Gazâsında Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanına gittik. Mekke fethedilinceye kadar Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında bulundum. Mekke’nin fethinden sonra, beni Zilkefeyn adında bir putu yıkmak için gönderdi. Gidip o putu yıktım, geldim. Ondan sonra, vefâtına kadar Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile berâber oldum...”

Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtından sonra Araplardan dinden dönenler oldu. Tufeyl bin Âmr “radıyallahü anh” bir grup Müslümânla Yemâme tarafına cihâda giderken yolda bir rüyâ gördü. Çok etkilenmişti. Rüyâsını arkadaşlarına şöyle anlattı:
“Başımı tıraş ettiler, ağzımdan bir kuş çıkıp uçtu. Bir kadın beni gördü, alıp karnının içine koydu. Oğlum beni çok aradı, bulamadı...”


RÜYASINI KENDİ TABİR ETTİ

Arkadaşları bu rüyâsını hayra yordular. Kendisi, “Ben bu rüyâmı şöyle tabîr ettim, dedi: Başımı tıraş etmeleri, bu gazâda başımı vereceğimi, şehîd olacağımı gösterir. Ağzımdan çıkan kuş rûhumdur. Beni karnına koyan kadın yeryüzüdür. Oğlumun beni çok arayıp bulamaması ise, onun bu gazâda şehîd olmayı çok isteyip, şehîd olamamasını gösterir.”

Tufeyl bin Âmr “radıyallahü anh” bunları söyledikten sonra muharebe meydanına atıldı ve şehîd oldu. Oğlu Amr ise çok yara aldı. Fakat sonra sıhhâte kavuştu. Hazret-i Ömer’in “radıyallahü anh” halîfeliği zamânında Yermük senesinde o da şehîd oldu...
 
Abbasi halifesi Me’mûn


Me’mun, Abbasi halifelerindendir. Halife Hârun’ür-Reşid’in oğludur... Hârun’ür-Reşid’in ölümünden sonra oğlu Emin tahta geçti. Hârun’ür-Reşid, Emin’i velîahd yapmış, ondan sonra da kardeşi Me’mûn’un, hükümdar olmasını kararlaştırmıştı. Emin, hükümdar olunca kardeşi Me’mûn’u velîahdlıktan azletti. Çünkü saltanatı oğlu Abdullah’a bırakmak istiyordu...


İMAM ALİ RIZA’YI ÇOK SEVERDİ

Emin bu konuda kendisine engel olmak isteyen kimseyi dinlemedi ve kardeşi Me’mûn’u ortadan kaldırmak için, ordusunu üzerine gönderdi, fakat ordusu bozuldu ve kendisi Hicri 198. yılında öldürüldü.

Me’mûn, kardeşi Emin’le savaşırken ona galip gelirse, halîfeliği İmâm Ali Rızâ hazretlerine vereceğini ilan etti. Çünkü onu çok severdi. Halîfe Me’mûn kardeşi ile olan savaşı kazandıktan sonra, İmâm Ali Rızâ’ya bir mektup göndererek, hilâfeti kendilerine terk edeceğini bildirdi. İmâm Ali Rızâ birçok sebepler ileri sürerek bu teklifi kabul etmedi...


Bir gün Halîfe Me’mûn ava çıkarken, çocukların oynadığı sokaktan geçti. O esnada, bütün çocuklar sokaktan kaçtı. Muhammed Cevâd da orada çocukların yanında duruyordu. Yalnız o olduğu yerden ayrılmadı. Bunun üzerine Halîfe Me’mûn ona yaklaşarak: “Ey çocuk! Sen neden kaçmadın?” diye sorunca, İmâm-ı Takî “Ey Emîr-ül-Müminîn, yol dar değil ki, kenara çekilip genişleteyim. Suçum yok ki, senden korkup kaçayım. Senin suçsuz kişileri incitmeyeceğine inanıyorum” diye cevap verdi.


SEN KİMİN OĞLUSUN?

Bu güzel yüzün ve tatlı sözlerin sâhibi olan çocuk halifenin hoşuna gitti. Ona; “Sen kimin oğlusun?” diye sorunca, “İmâm Ali Rızâ’nın oğluyum” cevâbını verdi. Halîfe, İmâm Ali Rızâ’yı rahmetle andı. Daha sonra Me’mûn, kızı Ümmü Fadl’ı Muhammed Cevâd’a nikâh etti...
Ümmü Fadl, bir gün babası halife Me’mûn’a bir mektup yazarak, İmâm-ı Takî’nin kendisinin üzerine başka bir hanım almak istediğini şikâyet etti. Halife Me’mûn cevap yazarak; “Seni İmâm-ı Takî’ye verirken, Cenâb-ı Hakk’ın ona helâl ettiğini haram etmedim. Bundan sonra bana bu konuda şikâyet mektubu yazma” dedi.

Halife Me’mun 833 senesinde vefat etti. Ölümü esnâsında, “Ey mülkü dâim olan Allah’ım, mülk ve memleketini ve hattâ her şeyini kaybeden kuluna merhamet et” dedi...
 
Yemame şehidi Sabit bin Kays


Sabit bin Kays radıyallahü anh, Muhacirîn’in en meşhurlarından ve Sevgili Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve selem) hatiplerindendir.
Peygamber efendimiz, Medîne-i münevvereye teşrif ettikten sonra Medîneli Müslümanlardan söz aldı. Bu söz alma esnâsında hatîpliği ile meşhûr olan Sâbit bin Kays hazretleri, son derece, fasih ve beliğ olarak dedi ki:


NEYİ VAAD EDİYORSUNUZ?

“Biz kendimizi ve çocuklarımızı nelerden koruyorsak, sizi de onlardan koruyacağız. Buna karşılık bize neyi vaad ediyorsunuz?”
Peygamber efendimiz, bu samîmî karşılama ve suâle karşı tek kelime ile cevap verdiler: “Cenneti!”


İKİ BİN ŞEHİD VERİLDİ

Orada olan herkes bu cevaptan çok memnun olup, hepsi de, “Razıyız” dediler. Böylece kadın erkek bütün Medîneliler, Resûlullah efendimize bî’at ettiler, söz verdiler.
632 senesinde Tuleyha isminde birisi, Peygamber olduğunu iddia etti. Halîfe Hazreti Ebû Bekir, Hâlid bin Velid hazretlerinin komutasında bir orduyu Tuleyha bin Huveylid’i yola getirmek üzere gönderdi. Bu ordunun bir kanadına Sâbit bin Kays kumandanlık yaptı...
Tuleyha yola getirildikten sonra Hâlid bin Velid kumandasında, İslam ordusu Müseylemet-ül Kezzâb ile Yemame’de çarpıştı. Bu savaşta Müseyleme ve 20 bin mürted öldürüldü. Buna karşı iki bin İslâm askeri şehîd oldu...
Sâbit bin Kays ve Ebû Dücâne’nin de aralarında bulunduğu üç yüz altmış Muhâcir ve o kadar da Ensâr şehîd oldu.


KUL HAKKINDAN KURTULAYIM!

Yaralılar arasında bulunan Sabit bin Kays, şehid olmadan önce yanındaki sahabiye şöyle dedi:
“Ben sana şimdi vasiyet ediyorum. Sen benim arkadaşımsın. Benim atım filan çadırın yanında bağlıdır. Atımın gümüş işlemeli eyeri de hemen oradadır. Sen yarın sabah erkenden git, o çadırın yanındaki atımın eyerini atımın üzerine vur, atımın yularından tut, ordu kumandanı Halid bin Velid’e ***ür. Bu atımı satsın, onun parasını al, üzerimde hakkı olan insanlara, falanlara benim borcumu öde. Öde ki, ben kul haklarından kurtulmuş olarak şehitlik makamına yükseleyim.”
 
Fıkıh âlimi Ahmed Zâhid


Ahmed Zâhid, evliyânın büyüklerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimidir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1416 (H.819) senesi Rebî’ul-evvel ayının yirmi dördünde, Kâhire’de vefât etti. Maksem’de kendi yaptırdığı câminin yanına defnedildi. Kabri ziyâret yeridir.


İLMİ İLE ÂMİL BİR ZAT
Ahmed Zâhid küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. Şeyh Hasan Şüsteri ve zamânında bulunan büyük velîler ile görüşüp onların sohbetlerinde yetişti. Ahmed Zâhid, kâbiliyeti ve üstün gayretleri ile kısa zamanda yetişerek kemâle geldi. İlmi ile âmil olan âlimlerin büyüklerinden, tasavvuf yolunda bulunan yüksek derece sahiplerinin üstünlerinden oldu. Tasavvuf ehli arasında kendisi için, zamânında bulunan evliyânın Cüneyd-i Bağdâdî’si denirdi.
Bu mübarek zat, birçok yerde hayır ve hasenât olarak ilim yuvaları, câmiler yaptırdı. El-Maksem’deki câmisi en meşhûr olanıdır. Burada vaaz edip ders verirdi.

Ahmed Zâhid, vefâtına yakın bir kâğıda şunları yazdı:

“Ben, fakîr Ahmed Zâhid derim ki! Kelime-i şehâdetin mânâsına kalbiyle inanıp ve diliyle de söyleyen bir kimseyim. İslâm dîni dışındaki her din ve inanıştan ve Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği Ehl-i sünnet ve cemâat fırkası dışındaki her fırkadan uzağım. Allahü teâlâya ve Allahü teâlâdan gelen şeylerin hepsine, O’nun murâdına uygun îmân ettim. Resûlü Muhammed aleyhisselâma ve getirdiklerine O’nun bildirdiği şekilde îmân ettim. Aklıma, hatırıma gelen şeylerin hiçbirisine Allahü teâlâ benzemez. Bu şehâdetimi Allahü teâlâya emânet bırakıyorum. Allahü teâlâ, kendisine emânet bıraktığım bu güzel inanışım ile, muhtaç olduğum son nefeste yardım eder ve îmân ile gitmemi nasîb eder inşâallah...


BU MEYYİTE AZAP YAPMA!..

Ey kardeşlerim, size Allahü teâlâdan korkmayı, O’nun emirlerini öğrenmeyi ve öğrendiklerinizle amel etmenizi tavsiye ediyorum. Beni defnettiğinizde, başucumda Fâtiha ve Bekara sûresini okuyunuz. Yâsîn ve Tebâreke sûrelerini de okuyup, hâsıl olan sevâbı bana hediye ediniz ve üç defâ şöyle deyiniz: “Yâ Rabbî! Muhammed aleyhisselâmın ve O’nun Ehl-i beytinin ve Eshâb-ı kirâmının hürmetine bu meyyite azap yapma!..”
Arkamdan hayır ve hasenâtta bulununuz. Talebelerim ve çocuklarım benim vârisimdir...”
 
Osmanlı ulemâsından Yayabaşızâde Efendi



Yayabaşızâde Efendi, Osmanlılar zamânında yetişen hadîs, fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerindendir. İsmi, Hızır bin İlyâs bin Abdülvehhâb’dır. “Yayabaşızâde” ismiyle tanınır. İstanbul’da Eyüb Sultan semtinde doğup yetişti. Doğum târihi bilinmemektedir...

İLME OLAN İSTİDÂDI YÜKSEKTİ...

Yayabaşızâde, çocukluğunda Yeniçeri Ocağına kayıtlı iken orada verilen ders esnâsında ilim öğrenme istidâdının fazla olması dikkatleri çekti. Bunun üzerine ilmiye sınıfına geçti. Mâlülzâde Nakîb Efendiden ders almağa başladı. Zâhirî ilimlerdeki tahsîlini bu zâtın huzûrunda tamamladıktan sonra, o zamanda bulunan Halvetiyye büyüklerinden Vişne Efendinin sohbetlerine devâm etti. Tasavvufta yüksek derecelere kavuştu...

Yayabaşızâde Efendi, Osmanlı ordusunda bulunup, Allah yolunda gazâ etmenin fazîletine dâir vaaz ederdi. Sultan Üçüncü Mehmed Hân ile gittiği Eğri Seferinde, Tabur Cenginde, 1596 (H.1005) senesi Rebî’ul-evvel ayının yirmi sekizinci günü şehîd oldu. Cenâzesini İstanbul’a getirmek istedilerse de, gördükleri bir rüyâ üzerine, Tatar Pazarcığı beldesinde, Dülbendzâde Câmii avlusunda defnettiler...
Bu mübarek zatın Eğri seferine gitmesi şöyle anlatılır:
Sultan Üçüncü Mehmed Hân, Eğri Seferine çıkarken, Orduyu vaaz ve nasîhat ile takviye etmesi için Yayabaşızâde Efendiyi de berâber ***ürmek istedi. O da Allahü teâlânın dînini yaymak niyetiyle sefere katılmayı kabûl etti.


ASKERİ MUHAREBEYE HAZIRLADI

Sefere çıkmadan evvel, elindeki Beydâvî Tefsîri’ni, talebelerinin büyüklerinden Bosnalı Hüseyin Efendiye gönderip; “Mütâlaa ettikçe bize duâ etmeyi unutmasın” dedi. Bundan sonra pâdişâh ile birlikte sefere çıktı... Yol boyunca askeri çok güzel bir şekilde muhârebeye hazırladı. Muhârebe esnâsında bir ara askerin durumu bozulup, firâr kaçınılmaz bir hâl almışken, Yayabaşızâde Efendi, Pâdişâhın huzûruna çıkıp;

“Sultânım! Ricâlullah bizimle birliktedir. Bir mikdâr daha harbe tahammül ediniz. Neticede zafere ulaşacaksınız. Beni de duânızdan unutmayınız. Bu uğurda şehîd olacağımı ümid ediyorum” dedi ve toplanan askerle düşman üzerine at sürdü. Büyük kahramanlıklar gösterdi, nihâyet şehîd oldu. Şehîd olduğunda mübârek vücûdunda birçok kılıç ve mızrak yarası vardı...
 
“Silsile-i aliyye”den Ubeydullah-ı Ahrâr


Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Türkistan’ın büyük velîlerindendir. 1403 (H.806) senesinde Taşkent’te doğdu. Kendilerine “Silsile-i aliyye” adı verilen ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak dünyâ ve âhirette saâdete kavuşmalarına vesîle olan büyük âlim ve velîlerin on sekizincisidir. 1490 (H.895) senesinde Semerkant’ta vefât etti...


İSTANBUL’UN MANEVİ FATİHİ

Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul’u muhasara altına alınca bu mübarek ona görünür ve; “Askerlerine cenk etmelerini emreyle!” buyurur. Kendisi de küffar üzerine at koşturur. Malum olduğu üzere İstanbul’un fethi müyesser olur. Bu sebeple ona “İstanbul’un manevî fâtihi” denilir...
Hikmetli sözleri pek çoktur.
Buyurdu ki:
“Bütün kerametleri bize verseler, fakat itikadımız ehl-i sünnet değilse, hâlimiz haraptır. Eğer bütün haraplıkları, çirkinlikleri verseler itikadımız ehl-i sünnet ise, hiç üzülmemeliyiz.”

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri hastalanmıştı... Seksen dokuz gün yattı. Vefâtından on iki gün önce; “Eğer sağ kalırsam, beş ay sonra seksen dokuz yaşım tamam olup, doksana girerim. Bâzı büyükler, ömrünün yıl sayısı ile hasta yattığı gün sayısı arasındaki uygunluğu; “Bir günlük hastalık (humma), bir senenin keffâretidir” hadîs-i şerîfinde buyrulan husûsa uygun olduğunu söylemişlerdir” buyurdu.

Mübareğin, 1490 (H.895) senesi Rebîu’l-evvel ayının sonunda, bir cumâ günü hastalığı ağırlaştı. Tam o sırada, Semerkand’da büyük bir zelzele oldu. “Akşam namazının vakti girdi mi?” diye sordu. “Evet girdi” dediler. Akşam namazını îmâ ile kıldı. Yatsı vakti girdiği sıralarda, son nefeslerini veriyordu...


BİR NUR GÖRÜLDÜ VE...

Talebelerinden Hâce Muhammed Yahyâ şöyle anlatmıştır:
“Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin mübârek nefeslerinin kesilmesi yaklaştığı sırada, akşam ile yatsı arasında bir vakitte idik. Bulunduğu odada birkaç lâmba yaktılar. Ev son derece aydınlık olmuştu. Bu sırada Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin iki kaşı arasından, birdenbire şimşek gibi bir nûr çıkıp öyle parladı ki, evde yanmakta olan lâmbalar, o nûr arasında sönük kaldı. Herkes bu nûru gördü. Bu nûr parladıktan sonra, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri son nefesini verip vefât etti.”
 
O bir alperen Şeyh Edebâlî


Şeyh Edebâlî hazretleri, Osmanlı Devletinin kuruluşunda hizmeti geçen büyük İslâm âlimidir. Osman Gâzinin kayınpederi ve hocasıdır. Karaman civârında 1206 (H.603) yıllarında doğduğu tahmin edilmektedir. 1326 (H.726) yılında Bilecik’te vefât etti...


OĞUZ BOYLARI ANADOLU’DA...

İlk tahsîlini memleketinde yaptıktan sonra Şam taraflarına giden Edebâlî hazretleri, hadîs-i şerîf, tefsîr ve fıkıh ilimleri tahsîl etti. Tasavvuf yoluna meyletti. Zamânının büyük âlimlerinden feyz aldı. Memleketine döndü. Anadolu’yu aydınlatan alperenlerden; derviş mücahidlerden oldu... O yıllarda Selçuklu Devleti çöküntüye doğru gidiyor, Anadolu’da bir karışıklık hüküm sürüyordu. Moğolların önünden kaçan Oğuz boyları Anadolu’ya büyük gruplar hâlinde gelerek çeşitli bölgelere yerleşiyorlardı. Bu boylardan biri de önce Karacadağ, sonra da Söğüt mıntıkasına yerleşen Kayılar idi ve başlarında Ertuğrul Bey bulunuyordu. Daha ilk zamanlardan îtibâren Ertuğrul Bey ve oğlu Osman Gâzinin başından geçen hâdiseler ve onların velîler ile olan münâsebetleri büyük bir devletin müjdesini veriyordu...

Şeyh Edebâlî hazretleri, damadı Osman Gâzi’ye buyurdu ki:

“Oğul! İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, gün batarken ölürler. Unutma ki dünya sandığın kadar büyük değildir. Dünyayı bize büyük gösteren bizim küçüklüğümüzdür. Hırsımız, bencilliğimiz... Güçlüsün, akıllısın, söz sahibisin; ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilemezsen, sabah rüzgârında savrulup gidersin!.. Öfken ve benliğin bir olup aklını yener! Daima sabırlı, sebatlı ve irâdene sahip olasın...
Vazifen çetin, yükün ağırdır oğul! Hizmette önde ücrette geride olasın. Vazifenin en ağırına talip olmaktan kaçmayasın. Vazifenin ağırlığı Yaratan’ın kullarına ihsanıdır...
Ananı, atanı say; bereket büyüklerle beraberdir!..”


İLİM SÂHİPLERİNİ KORUYUNUZ

Şeyh Edebâlî hazretleri, vefâtlarına yakın talebelerine şöyle vasiyet etti:
“Tevâzu; zenginlere karşı kibirli, yoksullara karşı alçak gönüllü olmaktır.”
“Toprağa bağlanınız, suyu isrâf etmeyiniz, mîrâsınızın sağlam kalmasına dikkat ediniz, veriniz, elleriniz yumuk, kapalı kalmasın, ilim sâhiplerini koruyunuz, ağaç dikiniz!”
“Asıl ölüm, ilimden payını almayanlar içindir. Faydalı ile faydasızı bilenler bilgi sâhipleridir.”
 
Büyük müderris Pîr Fethullah


Pîr Fethullah hazretleri, velîlerin önde gelenlerindendir. Kastamonu’da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1456 (H.861) târihinde Erzincan’da vefât etti. Hocası Pîr Muhammed hazretlerinin Câmi-i Kebîr yakınındaki kabri yanına defnedilmiştir...


MOLLA CÂMÎ’NİN TALEBESİ

Pîr Fethullah hazretleri, gençliğinde ilim tahsîli için Tebriz ve Horasan’a gitti. Orada Molla Câmî hazretlerinden okudu. Sonra Uzun Hasan onu müderris olarak, Erzincan’daki bir medreseye tâyin etti. Pîr Fethullah, Erzincan’da Halvetî yolunun büyüklerinden Şeyh Muhammed Erzincânî hazretlerine talebe oldu. Onun bereketli sohbetlerinde mânevî ilimlerde yetişip kemâle geldi. Çok kerâmetleri görüldü...
Pîr Fethullah hazretlerine vefâtından az önce talebeleri;
-Efendim, sizden sonra yerinize kimi bırakıyorsunuz? diye sormuşlardı. Bunun üzerine Pîr Fethullah hazretleri;
-Vefâtımdan sonra cenâzemi musallâya koyduğunuzda karşı dağ tarafından biri gelir. Cenâze namazımı kıldırır. O kimse bizim vekîlimizdir. Ona tâbi olun! buyurdular.


HACI HALÎFE OLDUĞU ANLAŞILDI

Hakîkaten Pîr hazretleri vefât ettiklerinde cenâzesini musallâya koydular. Dağ tarafından bir kimse çıkıp oraya geldi ve cenâze namazını kıldırdı. Oradakilere duâlarda bulundu ve;
-O kişi inşâallah biz âcizizdir. Birkaç gün sonra tekrar görüşmek nasîb olur, diyerek oradan ayrılıp, dağ tarafına gitti. Talebeler, sonra bu zâtın Hacı Halîfe olduğunu anladılar. O sırada Hacı Halîfe de Antep’teydi. Oralarda bulunanları irşâdla uğraşırdı...


ONU ERZİNCAN’A GETİRDİ...

Pîr Fethullah hazretlerinin talebelerinden biri hemen Antep’e gitti. Hacı Halîfe’nin dergâhına varıp onu sordu. Oradakiler erbaînde, kırk gündür ibâdettedir. Çıkmasına iki gün kaldı dediler. Hacı Halîfe halvetten çıktığında, Pîr Fethullah hazretlerinin talebesi, olanları anlatıp onu Erzincan’a ***ürdü.
Pîr Fethullah hazretlerinin yolunu Erzincan’da Hacı Halîfe devâm ettirdi...
 
Muhammed Senûsî hazretleri, Cezâyir’de Tilemsân şehrinde yetişen tasavvuf büyüklerindendir. Hadîs, kelâm, mantık ve kırâat âlimidir. Şerîf olup, soyu hazret-i Hasan’a dayanmaktadır. Bunun için “Hasenî” diye nisbet edilmiştir. Anne tarafından Senûs isimli şerefli bir kabîleye mensûb olup, buna nisbetle de “Senûsî” denilmiş ve bununla meşhûr olmuştur...


ÇOK MERHAMETLİYDİ...

Hayırlı, mübârek, fâdıl ve sâlih bir zât olarak yetişen Senûsî hazretleri, ilk olarak babasından ders aldı. Sonra zamanının büyük âlimlerinden istifâde etti. Kendilerinden ilim öğrendiği hocalarını çok sever, hürmet ve hizmette kusûr etmezdi. İlim tahsîl etmekteki bu üstün gayret ve edebi sebebiyle, kısa zamanda yükselerek, zamânında bulunan âlimlerin önde gelenlerinden oldu. Kendisine “Şeyh-ül-allâme” denildi. Hakîkî İslâm âlimlerinin büyüklerinden, sâlih, âbid ve ârif bir zât oldu...

Muhammed Senûsî, yumuşak huylu ve çok sabırlı bir zât idi. Başkalarından, kendisini üzecek, incitecek bir söz duysa, buna kızmadığı ve gücenmediği gibi, yüzünü bile ekşitmezdi. Tebessüm ederek, güzel konuşmaya devâm ederdi.
Mahlûklara karşı da çok merhametli idi. Buyurdu ki:

“İnsanın, yürürken bile yumuşak ve mülâyim olması, önüne bakarak yürümesi, karınca gibi, yerde bulunabilecek ufak bir canlıya bile zarar vermemek için dikkatli olması gerekir.”

Muhammed Senûsî hazretleri, 1428 (H.832) senesinde doğdu. 1490 (H.895) senesinde bir pazar günü Tilemsân’da vefât etti. Vefâtında 55 yaşlarında olduğuna dâir kayıtlara da rastlanmıştır.


BU NASIL HÂLDİR?..

Senûsî hazretlerinin hanımı anlatır:
Gecenin ilk kısmında bir miktar uyuyup, sonra kalkar, kendi kendine sitem eder ve; “Hem Cehennem azâbından korkuyorsun, hem de Cennet’e gideceği kendisine haber verilmiş bir kimse gibi uyuyorsun. Bu nasıl hâldir?” derdi. Sonra da fecre, sabaha kadar ibâdet ve tâat ile meşgûl olurdu.
Ölüm hastalığında mescide gidemez oldu. Yatağından çıkamayacak durumda olduğu zaman bile namazını terk etmedi. On gün hasta kaldı. Vefât ederken buyurdu ki:

“Hak sübhânehü ve teâlâ bizlere ve bizleri sevenlere, vefât ederken Kelime-i şehâdeti söylemeyi nasîb etsin. Ondan bunu dileriz.”
 
“Kıraat İmâmı” Esved bin Yezîd


Esved bin Yezîd bin Kays en-Nehâî hazretleri, Tâbiinin meşhur kıraat imamlarındandır. Eshab-ı kiramdan birçoklarıyla görüşerek onlardan kıraat ilmini öğrendi. Hazret-i Ömer’in (radıyallahü anh) hilafeti zamanında daha çok genç iken hac vazifesi için Mekke-i Mükerreme’ye geldi ve burada Hazret-i Ömer’in sohbetinde bulundu...


BEŞ BELDENİN MEŞHURLARI...

Eshâb-ı kirâmın, kırâati ile meşhur olanlarından, Kur’ân-ı kerîmi okuyan ve ezberleyen ve kırâat ilminde “İmâm”lık derecesine yükselen Tâbiîn-i izâm, beş ayrı beldede meşhur olmuşlardır. Bunlardan; Saîd bin Müseyyib, Sâlim bin Utbe, Ömer bin Abdülazîz, Atâ bin Yesâr, Muâz bin Hâris, Abdurrahmân bin Hürmüz el-A’rec, Muhammed bin Müslim, Müslim bin Cündeb ve Zeyd bin Eslem, Medîne-i münevverede; Ubey bin Umeyr, Atâ bin Ebi Rebâh, Tâvus bin Keysân, İkrime, Mücâhid bin Cebr Mekke’de; Alkame bin Kays, Esved bin Yezîd, Abîde bin Amr, Amr bin Şurahbil, Hâris bin Kays, Said bin Cübeyr, Rebî bin Heysem, Amr bin Meymûn, Ebû Abdurrahmân Sülemî, İbrâhim Nehâî, Zirr bin Hubeyş Kûfe’de; Muâz, Câbir bin Zeyd Ebü’l-Âliyye, Nasr bin Âsım-ı Leysi, Yahyâ bin Ya’mer, Hasan-ı Basrî, Muhammed bin Sîrîn ve Katâde bin Diâme Basra’da; Mugîre bin Ebû Şihâb, Huleyd bin Sa’d Şam’da meşhurdular...

Aişe-i Sıddıka vâlidemiz Esved bin Yezîd için “Irak’ta benim nezdimde Esved’den daha kerem sahibi kimse yoktur” buyurmuştur.
Esved bin Yezîd’in namaza karşı gösterdiği hassasiyet tarif edilemeyecek kadar büyüktür. Haris en-Nehaî anlatıyor:
“Esved’le beraber Mekke’ye yolculuk yaptık. Namaz vakti olunca ne halde olursa olsun, isterse sarp ve haşin bir yerde, isterse devesinin ayağının birisi yüksekte birisi alçakta olsun, hiç beklemeden hemen devesini çöktürür ve namazını kılardı!”


İBRETLER VE NASİHATLER...
Bu büyük “İmam”ın vefatında da çok büyük ibret ve nasihatler vardır... Hayatı boyunca günaha kapı aralamamış olan bu mübarek zat, vefat ederken ağlayıp sızlamaya başlıyor. Kendisine bu ağlamasının gereksiz olduğunu söyleyenlere karşı o şöyle buyuruyor:
“Ağlamaya benden daha lâyık kim var? Ben ağlayıp sızlamayayım da kim ağlasın sızlasın! Allah’a yemin ederim ki, O, beni mağfiret etse de, istediğim şeylerden dolayı Allah’a karşı duyduğum utanç benim için çok büyüktür!..”
 
Bir gönül sultanının babası Mevlânâ Hamidüddin


Hace Ubeydullah-i Ahrar hazretleri; Mevlânâ Hamidüddin Şâşî ve onun mübarek oğlu Mevlana Hüsameddin Buhari hazretleriyle yaşadıklarını bizzat kendisi şöyle anlatıyor:
“Hâlimin başlangıcında Buhara’ya gittim. Mübarekşah Medresesine indim. Mevlânâ Hamidüddin Şâşî oğlu Mevlânâ Hüsameddin bizim kim olduğumuzu öğrendikten sonra pek çok iltifat edip kitap okumakla meşgul olmamı tavsiye ettiler. Dedemin, kendi aile yakınlarına gösterdiği alâka ve yardım kalmadığını söyleyerek sanki onların mükâfatını vermek istediler. Medresede bana fevkalâde güzel bir hücre verdiler...”


“GAFLETE DÜŞTÜĞÜNÜ GÖRMEDİM!”

Yine Hace Ubeydullah hazretleri şöyle anlatır:
“Mevlânâ hazretlerinin bâtınlarındaki topluluk ve istiğrak hali çok büyüktü. En zevksiz ve cansız bir insan bile bir görüşte kendisine tutulurdu. Cezbesi onu sardığı zaman vücudunu öyle bir hararet kaplardı ki, kış günü ayaklarını buzlu suya sokarlardı. Mirza Uluğ Bey kendilerine Buhara kadılığını teklif edip zorla o makamı vermişlerdi. Mahkemede oturup dâvâlara bakarken bir bölük tarikat isteklisi de yer alır ve Mevlânâ’ya yönelip bâtın feyzini aktarmaya bakarlardı. Ben de o mahkemede hazır bulunurdum, öyle bir yerde otururdum ki, kendileri beni görmez, ben kendilerini görürdüm. Bunca çetin mesele ve dış dünya derdi arasında, bâtınlarının ‘Hâcegân’ yolunu bir an için bile unuttuğunu, gaflete düştüğünü görmedim. Kendi nisbet ve hâllerini gizlemekte ve dışlarını halka verirken içlerini Hakka inhisar ettirmekte müstesna bir kuvvet sahibiydiler...”


“BENDEN SELİM KALB İSTİYORLAR”

Yine Hace Ubeydullah Hazretleri anlatıyor:
“Mevlânâ Hüsameddin, babası Mevlânâ Hamidüddin’in ölüm döşeğinde ter döktüğü an, yanı başında idi. Son derece perişan haldeydi. Ona sordu: ‘Sana ne oldu baba?’ Cevap aldı: ‘Benden selim kalb istiyorlar. O bende yoktur. Nasıl elde edileceğini de bilmiyorum!’ Oğlu devam etti: ‘Bütün kuvvetinizi sarf edip bir lâhza bana yönelin! Selim kalbi anlarsınız!’ Bir saat kadar geçti. Gözleri kapalı, yatan hastada büyük bir değişiklik görüldü. Baba, gözlerini açıp dedi ki: ‘Oğlum, Allah sana mükâfatını versin. Meğer topyekûn ömrümüzü bu tarikate sarf etmeliymişiz. Yazık ki, onu kaybetmişiz!’... Ve iyi evlâd sayesinde, bu dünyadan huzur içinde göçtü...”
 
Azılı müşrik Âsım bin Ebî Avf’ın sonu


Uhud Harbinde sevgili Peygamberimiz, son emirlerini verdiler. İslâm Ordusunun, nelere dikkat etmesi gerektiğini, açık açık bildirdiler... Sonra, mübârek ellerinde tuttukları kılıcı göstererek buyurdular ki:
“Bu kılıcın hakkını yerine getirmek şartıyla, kim almak ister?”
Mücâhidlerin hepsi istiyordu. Fakat Ebû Dücâne hazretleri, heyecandan yerinde duramıyordu. Edeple sordu:


“BU KILICIN HAKKI NEDİR?”

“Yâ Resûlallah! Bu kılıcın hakkı nedir?”
“O’nun hakkı, eğilip bükülünceye kadar; düşmanın yüzüne vurmaktır, vurmaktır... Onun hakkı, Müslüman öldürmemen, onunla kâfirlerin önünden kaçmamandır. Onunla Allahü teâlâ sana zafer yahut şehîdlik nasîb edinceye kadar, Allah yolunda çarpışmandır...”
“Kılıcı, o şartla alabilirim yâ Resûlallah...”
Peygamber Efendimiz, tebessüm ettiler. Sonra, kılıcı uzattılar. Üzerine, Arapça şu beyit yazılıydı:
“Korkaklıkta zillet, utanç; ileri atılmakta, izzet, şeref vardır. İnsan, korkaklık etse bile; kaderinden kaçamaz.”
Ebû Dücâne hazretleri o kadar sevindi ki, keyfinden, pehlivanlar gibi yürümeye başladı. Geniş ve dik adımlar atıyordu. Başına, kırmızı bir tülbent sardı. Sanki fırtına gibi, düşmana esmek için hazırlanıyordu. Aslında Eshâb-ı kirâm, mütevâzı, alçak gönüllü insanlardı. Halbuki şimdi Ebû Dücâne hazretleri biraz gururlu görünüyordu. Eshab-ı kiram, onun bu yürüyüşünden hoşlanmamıştı. Fakat Resulullah efendimiz o anda buyurdular ki:
“Bu bir yürüyüştür ki; harp meydanları dışında Allahü teâlânın gadabına sebeptir...”
Ebû Dücâne hazretleri, şâhin gibi düşman üstüne atılıyordu. Elindeki kılıcın hakkını vermek için, canını vermeye hazırdı. Önüne çıkan müşrikleri kılıçladı, kılıçladı... Kimini öldürdü, kimini yaraladı...


KUDURMUŞ BİR CANAVAR GİBİ!

Müşriklerin azılılarından Âsım bin Ebî Avf, kudurmuş bir canavar gibi Müslümanlara saldırıyor, bir taraftan da; “Ey Kureyş cemâati! Akrabâlık haklarını gözetmeyen, kavminizi bölen kimse ile çarpışmaktan geri durmayınız. Eğer O kurtulursa ben kurtulmayayım” diye bağırarak Kureyş kâfirlerini harbe teşvik ediyordu.
Ebû Dücâne hazretleri bu azılı müşrikin susturulması îcab ettiğini anlamış ve çarpışa çarpışa ona yaklaşmıştı. Nihayet bir fırsatını buldu ve bu İslâm düşmanını; Resulullahın verdiği kılıçla cehenneme yolladı...
 
Geri
Üst