Tarihten Sayfalar Uzuuuun Uzun Bilgi Benden Size (:

Kuzey Afrika Fatihi Ukbe bin Nafi


Ukbe bin Nafi, Hazret-i Muaviye (radıyallahü anh) zamanında İfrîkıyye (Kuzey Afrika) Valisi idi.
Tunus’ta Kayrevan şehrini inşa eden meşhur mücahittir. Yezid’in halifeliğinin ilk yıllarında ikinci defa Kuzey Afrika Valiliğine tayin edilmişti.
Ukbe, Kayrevan’a varır varmaz ordusunu toparlayıp Müslümanlarla sürekli savaş halinde olan Bizanslılarla şiddetli çarpışmalara girişti...


KARANIN BİTTİĞİ YER!..

Cihad harekâtını kesintisiz sürdüren Ukbe bin Nafi, batıya doğru ilerleyerek Tanca civarında Atlas Okyanusu’na dayandı.
İşte o zaman şu tarihî sözünü söyledi:
“Ya Rabbi! Eğer önüme çıkan şu deniz olmasaydı, senin yolunda cihad ederek daha ileri giderdim!”
Ukbe bin Nafi, karanın bittiği yerden geri döndü. Bizanslılar ve yardımcıları olan Berberîler, ondan korkarak yolundan kaçtılar.
Dönüş sırasında Maü’l-Feres diye anılan yerde konaklama yapıldı. Meğer bu bölge susuz bir yermiş.
Herkes susuzluktan neredeyse ölecek duruma gelmiş. Ukbe bin Nafi iki rekat namaz kıldı, suya kavuşmak için Allah’a dua etti.
O sırada Ukbe’nin atı ön ayaklarıyla yeri eşelemeye başladı. Ortaya çıkan bir kaya parçasının yanında sular fışkırıverdi...
Ukbe herkesi suya çağırdı. Durumu görenler çevredeki kumlukları kazarak birçok su kaynağı buldu.
Kana kana su içtiler. Buraya “Atın Suyu” anlamında “Maü’l-Feres” denildi...
Ukbe hazretleri, bu dönüş yolunda Tunus’un merkezi Kayrevan’a yaklaşmış, sekiz günlük bir mesafe kalmıştı.
Ortada kendisine karşı koyacak bir düşman gücü kalmadığını zannederek, ordusunun büyük kısmını serbest bırakıp ileri taraflara gönderdi.
Kendisi de az bir askerle Tehuze şehrine gitti. Bizanslılar da yanındaki askerlerin azlığını görünce, ona karşı savaşa başladılar.


BERBERÎLER ŞEHİT ETTİ
Berberîler içinde Müslüman olmuş, çevresinde sözü dinlenen ve çok saygı gösterilen Küseyle isminde bir adam vardı.
Ukbe Vali olarak gelince o adamın muhtemelen aşırı hırslı olduğunu düşünerek, yapılan uyarıları dinlemeden onu koyun kesip yüzmeye mecbur bırakmıştı.
Maksadı, adamın halk nazarındaki itibarını düşürmekti. O zaman eline bulaşan kanı sakalına süren Küseyle, ilk fırsatta isyan etmeye karar vermişti.
Bu adam nihayet sayıca hayli çok olan adamlarını toparlayıp Bizanslıların da desteğiyle ayaklandı.
Kahraman Ukbe ve arkadaşları şehit edildi. Ukbe’nin son arzusu da zaten şehit olmaktı...
 
Gazze’den doğan güneş İmâm-ı Şâfiî


Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden Şâfiî mezhebinin kurucusu olan İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin anne ve baba tarafından soyu Peygamber efendimizle birleşmektedir.
Dördüncü dedesi Şâfiî’nin ismine nisbetle ona da “Şâfiî” denilmiştir...
767 (H.150) senesinde Kudüs civârında Gazze’de doğdu. 820 (H.204) senesinde Mısır’da vefât etti...


YEMEN’DE KADILIK YAPTI

Bu mübarek zat daha beşikteyken, babasının vefât etmesi üzerine annesi onu Mekke’ye ***ürmüştür.
Dokuz yaşındayken Kur’ân-ı kerîmi ezberledi.
Sonra ilim tahsiline başlayıp, Mekke’de bulunan büyük hadis âlimlerinden yazmak ve ezberlemek suretiyle hadis öğrendi...

İmâm-ı Şâfiî yirmi yaşlarındayken, İmâm-ı Mâlik hazretleri onu himâyesine alıp dokuz yıl müddetle ilim öğretti.
İlimde yüksek bir seviyeye ulaşan Şâfiî, Mekke’ye dönünce Mekke’ye gelen Yemen vâlisi onu Yemen’e ***ürüp kâdılık vazifesi verdi.
Beş yıl kadar bu görevi yaptıktan sonra tekrar Bağdat’a giderek ilmini ilerletmek için İmâm-ı Azam’ın talebesi olan İmâm-ı Muhammed’den ders almaya başladı.
İmâm-ı Muhammed onu kendi himâyesine alıp yazmış olduğu kitaplarını okutmak suretiyle Irak’ta tedvin edilen (düzenlenen) fıkıh ilmini ve Irak’ta meşhur olan rivâyetleri öğretti.

İmâm-ı Şâfiî hazretleri, dîn-i İslâma hizmet uğrunda tükettiği hayâtının son anlarını, Kur’ân-ı kerîmi dinleyerek geçirmiştir.


GÜNDE BİR HATİM OKURDU

Ömrünün sonuna kadar her gün bir hatim olmak üzere, ayda otuz hatim okurdu.
Ramazân-ı şerîfte ise gece ve gündüz birer hatim olmak üzere, altmış hatim okurdu.
Mısır’da bir cumâ gecesi vefâtının yaklaştığı sırada tâkatsiz kalmıştı. O bu hâlde iken, talebesi Ebû Mûsâ Yûnus bin Abdüla’lâ yanına girmişti. Ona;
“Ey Ebû Mûsâ, bana Kur’ân-ı kerîmden Âl-i İmrân sûresinin yüz yirminci âyet-i kerîmesinden sonraki âyetleri yavaş yavaş oku!” buyurdu.
O da okumaya başladı. İmâm-ı Şâfiî, okunan âyet-i kerîmelerin mânâlarına dalmış, derin bir huşû içinde dinliyordu.
Son nefeslerini vermek üzere iken, hâlini sordular. “Dünyâdan göçüyorum... Artık ondan ayrılıyorum... Ümit şerbetini içiyorum... Kerîm olan Rabbime gidiyorum” dedi ve bir müddet sonra da vefat etti.
Kahire’de el-Mukattam Dağının eteğindeki Kurâfe Kabristanına defnedildi.
 
“Onun başını bana verin!”


Kerametler menbaı Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, evliyânın büyüklerindendir.
“Gavs-ül-a’zam”, “Kutb-i Rabbânî”, “Sultân-ül-evliyâ” ve “Kutb-i a’zam” gibi lakabları vardır.
İran’ın Geylân şehrinde 1078 (H.471)’de doğdu. 1166 (H.561)’da Bağdad’da vefât etti.
Babası Ebû Sâlih bin Mûsâ Cengîdost’tur. Hazret-i Hasanın oğlu Hasan-ı Müsennâ’nın oğlu Abdullah’ın soyundandır.
Annesinin ismi Fâtıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup seyyidedir. Bunun için Abdülkâdir Geylânî, hem seyyid, hem şerîftir.
Vefatından sonra da çok kerameti görüldü...
Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri fıkıh ve hadîs ilimlerinde müctehid idi. Kâdiriyye tarîkatının kurucusudur.
Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini her tarafa yaydı. Kıymetli nasihatleri vardır. Buyurdu ki:


“YAZIKLAR OLSUN SANA!”

“Yazıklar olsun sana! Cehennemlik işler yapıyor, cenneti umuyorsun.
Geçici şeylerle avunuyor onları seviyor ve kendinin sanıyorsun. Ama yakında elinden alacaklar...
Yaratan şu ömrü sana emanet olarak verdi, O’nun rızası yolunda yaşamanı emretti. Sen ise kendi isteğinin, heveslerinin peşinde ömrünü tükettin.
Sana verilen zenginlik, makam, sıhhat birer emanettir. Bütün bunları Yaradanın rızasına uygun yolda kullan...”


Bu mübarek zatın vefatından senelerce sonra, bir gün günahkâr adamın biri, sarhoş bir vaziyette Dergahının yanından geçerken, içeriden gelen seslere kulak kabartır.
Sonra burada ne oluyor diye dayanamayıp dergahın penceresinden kafasını içeriye uzatır.
Bakar ki dervişler ilimle meşguller. Bir müddet sevgiyle onları seyrettikten sonra yoluna devam eder...


“BEDENİ DE SİZİN OLSUN!”

Fakat yolda ecel gelip ruhunu teslim eder. Adamı defnederler. Azap melekleri gelip adamı alırlar.
Tam cehenneme atacaklarken bir ses “Durun, onun başı benimdir” der. Melekler bakarlar ki, sesin sahibi Abdülkadir-i Geylani hazretleri. Mübarek buyurur ki:
“Onun başı benim dergahımdan içeri girdi. Bizim dergahımıza giren, ateşte yanmaz. Başını bana verin gerisini ne yaparsanız yapın!..”
Bunun üzerine melekler, “Başını alırsanız, bedeni de sizin olsun” derler.
Adamcağız böylece, Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin dergâhındaki talebelere kısa bir müddet sevgiyle bakmasının mükafatını görür..
 
Osmanlı devlet adamı Râmî Mehmed Paşa


Râmî Mehmed Paşa, Osmanlı sadrâzamlarındandır. 1654’te İstanbul Eyüp’te doğdu.
Terâzici Hasan Ağa adında birinin oğludur. İlk tahsilini Eyüp’te yaptıktan sonra Reîs-ül-Küttaplık Kalemine kâtip olarak girdi.
Bu sırada şiire istidadı sebebiyle Nâbî ve Sâmî gibi devrinin büyük şâirlerinin meclisine devam ederek yükseldi.
İtaatkâr manasına gelen “Râmî” mahlasını aldı. 1686’da Dîvân-ı Hümâyûn Kalemine girdi.
Divan işlerindeki geniş bilgisi ve mahâreti göz önünde bulundurularak, 1690 yılında Beylikçiliğe tâyin olundu.
Yıllarca bu vazîfede bulunduktan sonra, 1696’da Acem Bekr Efendinin yerine Reis-ül-Küttab oldu...


PADİŞAHIN İLTİFATINI KAZANDI

Karlofça Antlaşması için yapılan görüşmelere murahhas olarak katılan Râmî Mehmed Paşa, bu müzâkerelerde gösterdiği başarılarından dolayı, pâdişâhın iltifâtını kazandı.
1703’te Daltaban Mustafa Paşanın yerine sadrâzam oldu. Yedi ay kadar sadârette kalan Râmî Mehmed Paşa, pek çok ıslahat hareketlerinde bulundu.

Harpler dolayısıyla bozulmuş olan mâlî durumu düzeltti, ancak 1703’te İkinci Mustafa Hanın tahttan indirilmesiyle sonuçlanan “Edirne Vakası” ile görevinden alındı.
Önce Kıbrıs (1703) ve arkasından Mısır Vâliliğine getirildi. Bu görevdeyken halkın hoşnutsuzluğu sebebiyle azlolunarak Rodos’a, sürgüne gönderildi...

Râmî Mehmed Paşa, çalışkan, geniş mâlumat sâhibi, mâlî işlerde ehliyetli ve gayretli bir devlet adamıydı.
Arapça ve Farsça bilir, divan edebiyatında seçkin bir üslûp üstâdı olarak tanınırdı.
Bursalı Mehmed Tâhir onun için; “Şiirde Nef’î ve Nâbî derecesinde, en büyük simâlardan olmasına rağmen, lâyık olduğu şöhreti bulamamıştır” demektedir...


PEK ÇOK ESERİ VARDIR

Râmî Mehmed Paşanın başarılı gazellerinin yer aldığı bir Dîvân’ı, Karlofça Sulh Müzâkerelerini bütün teferruâtı ile anlatan “Karlofça Sulhnâmesi” ve 1400 kadar resmî yazının toplandığı Münşeât’ı başlıca eserleridir.

Rodos’ta iken, 1704’te vefatından dört gün evvel şu gazeli söylemiştir:

“Mahv olmadayız za’f ile pirâhenimizden
Çekmez mi dahi destini gam pirâhenimizden
Lâyık mıdır ey gonce-i gülzâr-ı letâfet
Lebrîz-i tebessüm olasın şîvenemizden?
Biz mûrçe-i harmen-i sahrây-ı gilâlız
Pâymal oluruz dürr olıcak meskenimizden
Ârâyiş-i çün verd-i tahammül ola Râmî
Gitmezse ne gam mürg-i elem gülşenimizden...”
 
Kaptan-ı derya Hayreddin Paşa


Barbaros Hayreddin Paşa, büyük Osmanlı Kaptan-ı deryasıdır.
1466’da bir rivayette de 1483 yılında doğdu. Asıl adı Hızır’dı.
Din ve devlet yolunda yaptığı büyük işlerden dolayı Kanuni Sultan Süleyman Han tarafından, dine hayrı dokunan manasına gelen “Hayreddin” ismi verildi.
Doğu Akdeniz kıyılarındaki kavimler tarafından “Kızıl sakallı” manasına gelmek üzere “Barbarossa” diye tanınmaktadır...
Hayreddin Paşanın kardeşleri Oruç ve İlyas da denizci idi. Venediklilerin korkulu rüyasıydı.
Preveze’de Haçlıların büyük amirali Andrea Dorya’yı kesin bir yenilgiye uğrattı. Kuzey Afrika’yı fethetti ve Osmanlı Devleti’ne kattı.
Endülüs Müslümanlarının imdadına koştu.


“DENİZİN REİSİ VEFAT ETTİ”


Osmanlı Kaptan-ı Deryalığı’na tayini için Halep’teki Sadrazam ile buluşmaya gitti.
Makbul İbrahim Paşa’ya “Amerika’ya gitmeyi teklif etti”. Fakat kabul ettiremedi. 1544’te İstanbul’a döndü.
İstanbul’da iki sene yaşadıktan sonra 4 Temmuz 1546’da Beşiktaş’taki sahil sarayında vefat etti.
Ölümüne ebced hesabı ile “Mate reis-ül-bahr” (Denizin Reisi vefat etti. H. 953) tarihi düşürülmüştür...
Hayatı denizlerde geçen Barbaros Hayreddin Paşa, dinine bağlı, kâmil bir Müslümandı.
Rumca, İtalyanca, Arapça, Rusça, İspanyolca gibi dilleri çok iyi konuşurdu. Osmanlı Devleti’nin sınırlarını Fas’a kadar uzattı. Beşiktaş’ta bir medrese inşa ettirdi.
Serveti ile, İstanbul’un muhtelif semtlerinde hanlar, hamamlar, konaklar, evler, değirmenler, fırınlar yaptırarak, gelirlerini hayır kurumlarına ve kurduğu medresede kalan öğrenci ve muallimlerin masraflarına tahsis etti.
Vasiyetine göre 30 büyük harp gemisini ve en seçkin 800 esirini Kanuni Sultan Süleyman’a, servetinin bir kısmını Beşiktaş’taki cami, türbe ve başka hayrâtının bakım ve vakıflarına ayırmış, bir kısmını akrabalarına paylaştırmıştır...



“BEN DENİZDE OLSAM...”

Son anlarında, ölüm döşeğinde bile gözü denizlerde idi.
Havayı kontrol ediyor, “Ben denizde olsam yelkenleri indirirdim” gibi şeyler söylüyordu. Nihayet, vasiyet etti:
“Öldüğüm zaman beni deniz sesi işitecek bir yere defnediniz...”
Nitekim öyle oldu, Beşiktaş’taki türbesinde sevenleri tarafından ziyaret edilmektedir...
 
Bahri Dede ve Zigetvar’ın fethi


Avusturya arşidükü Maksimilyan, İstanbul Antlaşması’nı bozmuş, vergisini ödememiş üstelik de Erdel’e girmişti.
Bunun üzerine, Kanuni Sultan Süleyman Han hasta olmasına rağmen savaşa karar vermişti...
Hedef Viyana idi ancak önce Zigetvar fethedilmeliydi...
Kânûnî Sultan Süleymân Han, Zigetvar Seferine çıkmadan önce hazırlıklarını tamamlayıp, evliyâ kabirlerini ziyâret edip zafer için duâ etti...
Ayrıca hayatta olan evliyâ ve ulemâdan da duâ istedi. Devrin meşhûr evliyâsı olan Bahri Dede’den de duâ istemişti.
Ayrıca kendisine, fakirlere muhtaçlara dağıtır diye bir kese içinde bin altın gönderdi...


“SAVAŞA BEN DE KATILACAĞIM”
Bahri Dede Kânûnî Sultan Süleymân Hanın gönderdiği hediyeyi kabul edip bir yere sakladı. Sonra savaşa kendisinin de katılacağını haber verdi...

Nihayet ordunun hareket günü gelmişti. Bahri Dede de “Ordu-yi hümayun”la yola çıktı.
Böyle evliyâ bir zâtın aralarında bulunması pâdişâh, komutanlar ve askerler için büyük bir ümit ve moral oldu...
Zigetvar Kalesi kuşatılıp peş peşe iki taarruz yapılmasına rağmen kale fethedilemedi.
Ordunun içinde büyük bir mânevî destek olan Bahri Dede, kalenin fethedileceğini müjdeledi ve zafer için çok duâ etti...
Nihâyet üçüncü defâ büyük bir taarruz yapıldı. Bu taarruz sırasında şiddetli yağmur yağdığı için arâzi çamur ve bataklık hâlini almıştı.
Her şeye rağmen Bahri Dede gibi evliyâ bir zâttan fetih müjdesi almışlardı. Bu sebeple büyük bir azim içinde idiler...


KALE FETHEDİLMİŞTİ; ANCAK!..

Yeniçeri bölükbaşısı abdest alıp vasiyetini yazdı. Merdivenlerle kaleye tırmanıp mazgallardan birine humbara yerleştirip fitilini ateşledi.
O anda düşmanın hücûmuna uğrayan yeniçeri bölükbaşısı şehit düştü. Fakat ateşlediği humbara patlayıp kalede büyük bir gedik açtı.
Osmanlı askerleri bu gedikten dış kaleye, daha sonra da iç kaleye girerek kaleyi fethetti. Ordu zafere ulaştı...
Kânûnî Sultan Süleymân Han bu seferde hastalanıp vefât etmişti. Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa, askerin moralinin bozulmaması için padişahın ölümünü askerden gizledi.
Ordu Bursa’ya döndükten sonra, Bahri Dede, sultanın kendine hediye ettiği bin altını sakladığı yerden çıkarıp iâde etti. Kısa bir müddet sonra da vefât etti.
 
Geri
Üst