Tarihten Sayfalar Uzuuuun Uzun Bilgi Benden Size (:

Armağanî Mehmet Efendi


Osmanlı imparatorluğunun manevî direkleri o büyük imparatorluğu altı asır ayakta tutmuştur...
İşte bunlardan biri de Dördüncü Murad Han devrinde yaşamış olan Armağanî Mehmet Efendi’dir.
Aslen Foçalı olan Mehmet Efendi, herkese bir elma hediye ettiğinden kendisine bu isim verilmiştir...
Kıymetli nasihatleri vardır. Buyurdular ki:

“Beraberce oturup kalkılan her kimse ile, ülfet ve muhabbet üzere olmak uygun olmaz.
Her ülfet ve yakınlık duyulan kimseye de, sırların kapısı açılıp söylenemez.
Yalnız emin olan, sırları saklayacak kimseye sırlar açılır, vesselâm!”

“Ahlâkı ve anlayışları birbirine zıt olanlarla oturup görüşmek, ruhlar için kurtlardır. Bunlar insanın içini kemirirler.
Huyları ve anlayışları iyi olanla oturup kalkmak ise, ruhların gıdâsı, akılların aşısıdır. Aklın bereketlere kavuşarak artmasına bunlar sebeb olur.”



“MÜMİNLER KURTULUŞA ERDİLER”

Namazın mâhiyeti ve huşû içerisinde bulunmanın önemini bildirerek şöyle buyurdu:
“Namazda huşû, namaz kılanın kurtuluşunun alâmetidir.
Nitekim Allahü teâlâ, Mü’minûn sûresi başında;
“Muhakkak ki, müminler kurtuluşa erdiler. O müminler ki, namazlarında huşû (tevâzu ve korku) sâhipleridir” buyurmaktadır.
Peygamber efendimiz de buyurdu ki:
“Bir Müslüman doğru olarak ve huşû ile iki rekat namaz kılınca, geçmiş günahları affolur.”
Yâni, Allahü teâlâ onun küçük günahlarının hepsini affeder.
Huşûu terk etmek ise, münâfıklık alâmetidir ve kalbin harâb olmasıdır.
Nitekim Allahü teâlâ, Mü’minûn sûresi 117. âyetinde meâlen;
“Gerçek şudur ki: Allah’tan başkasına tapınan kâfirler, felâha, kurtuluşa kavuşamazlar” buyurmaktadır.”


VEBADAN YETMİŞ BİN KİŞİ ÖLDÜ!..
Armağanî Mehmet Efendi, bir gün Padişahtan izin alarak akrabalarını ziyarete gidiyordu.
Üsküdar tarafında Bostancıbaşı Köprüsünden geçerken vebalıların iyi ve kötü ruhları ile bizzat konuşup, kimlerin bu hastalıktan öleceğini ve kimlerin kurtulacağını öğrendi.
Ve bir liste hazırlayarak “Dördüncü Murad Han’a takdim etti.
Bu liste verildikten üç gün sonra İstanbul’da öyle bir veba salgını vuku buldu ki, Armağanî Mehmet Efendi’nin listesine göre tam yedi gün içinde 70 bin insan ruhunu teslim etti.
Bu hadiseden sonra Armağanî Mehmet Efendi hazretleri içindeki sırrı meydana vurduğundan kendisi de memnun olmayarak Foça’ya gitti, ama oraya hemen varır varmaz vefat etti...
 
“Hatîb-ül-Enbiyâ” Hazret-i Şuayb


Hazret-i Şuayb, Mûsâ aleyhisselâmın kayınpederidir.
Kavmine güzel söz söylemesi, tatlı ve tesirli hitâb etmesi sebebiyle kendisine “Hatîb-ül-Enbiyâ” yani (Peygamberlerin hatîbi) denildi.
İnsanlara İbrâhim aleyhisselâma bildirilen dînin emir ve yasaklarını tebliğ etti...


PEYGAMBERLE ALAY ETTİLER!
Şuayb aleyhisselam önce Medyenlileri hak yola davet etti. Ancak, onlar kendisiyle alay ederek;
“Ey Şuayb! Atalarımızın taptıkları şeyleri bırakmamızı, yahut mallarımızda dilediğimiz gibi tasarruf etmeyeceğimizi sana namazın mı emrediyor?
Şüphesiz ki sen çok çok uslu ve akıllısın!” dediler.
Vaktâ ki Allahü teâlânın emrinin tecellî etme zamanı geldi.
Hazret-i Şuayb’e ve onunla beraber imân edenlere Allahü teâlâ tarafından bir rahmet olarak kurtuluş verildi.
O zalimleri ise müthiş bir azâb fırtınası ve sarsıntısı yakaladı da oldukları yerde çökekalmış bir vaziyette sabaha erdiler.
Ve böyle bir azâbla yok edildiler...
Şuayb aleyhisselâmın hak yola davet ettiği bir de Eyke ahalisi vardır.
Eyke, sık ve ağaçları birbirine girift olan ormanlığa denilirdi.
Hazret-i Şuayb’in bu mıntıkadaki ümmeti sık bir ormanlığa sahip bulunduklarından dolayı “Eshâb-ı Eyke” denilmiştir...
Eykeliler de Medyenliler gibi, kendilerine gönderilen Allah’ın Resulü Şuayb aleyhisselâmı yalanladılar ve âsî oldular.
Hazret-i Şuayb onlara;
“Siz Allah’tan korkmaz mısınız? Kileyi tam ölçünüz de hak geçirenlerden olmayınız! Ayarı doğru olan terazi ile tartı yapınız!..” dedi.
Eyke ahâlisi ise;

“HAYDİ BİZİ ÖLDÜR!..”
“Ey Şuayb! Sen de ancak bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsin.
Hem biz, muhakkak seni yalancılardan sanıyoruz.
Eğer doğrulardan isen haydi gökten bir tabakayı üzerimize düşürüver de bizi öldür” dediler.
Şuayb aleyhisselâm;
“Rabbim yaptıklarınızı çok iyi bilir” dedi. Hülâsa olarak Eykeliler de Hazret-i Şuayb’ı yalanladılar.
Onları da Zulle (gölge) gününün azabı yakaladı. “Zulle” bulutun ve ağacın gölgesine denir ki, Eyke eshâbı, helak edildiği sırada müthiş bir sıcaklık ortalığı kaplamış ve halk oldukça bunalmış idi.
Bu sırada gökyüzünde bir bulut belirmiş ve onun vesilesiyle serin bir rüzgâr esmeğe başladı.
Halk bu bulutun gölgesine sığındığı sırada bulut, bunları ateş halinde bastırarak helak ediverdi...
 
Kundaktaki bebek ve zalim hükümdar!

Muteber kitaplarda buyuruluyor ki:
“Bir kimsenin îmânı son nefeste belli olur. Bir insan, bu saâdete kavuşunca, Allahü teâlânın ihsânları başlar. Bu anda, elbette sevinir.
Saâdet sâhibi o kimsedir ki, Azrâil aleyhisselâm gelip ‘Korkma, Erhamürrâhimîne gidiyorsun. Asıl vatanına kavuşuyorsun. Büyük devlete erişiyorsun!’ der.


Fâcirin, yanî kâfirin rûhu sert olarak şiddet ile alınır ve yüzü Ebû Cehil karpuzu gibi olur.
Melekler ona hitâben, ‘Ey habîs olan rûh! Habîs olan cesetten çık’ der. O da merkep gibi bağırır.
Rûhu çıkınca, Azrâîl aleyhisselâm, onu yüzü gâyet çirkin ve siyâh elbiseli ve fenâ kokulu zebânîlere (yanî azâb yapan meleklere) teslîm eder...”


O, SADECE EMRİ YERİNE GETİRİR
Azrâîl aleyhisselâm, “Melek-ül mevt”tir, yani ölüm meleğidir.
Verilen emri yerine getirir, yani eceli gelenin canını alır. Yorum yapmaz, emre itiraz etmez. Kitaplarda şöyle anlatılır:
Cenab-ı Hak, Azrail aleyhisselâma sorar:
- Ya Azrail! Bir kimsenin ruhunu alırken hiç üzüldüğün oldu mu?
Azrâîl aleyhisselâm şöyle cevap verir:
- Ya Rabbi her şey Sana malûmdur... Bir kulunun ruhunu alırken çok üzüldüm. O da bir gemi dalgalar arasında parçalanıp batmıştı. Fakat o gemide kundakta bir bebek vardı. Anasının ölümü emrolunmuştu. Bebeğin annesinin ruhunu alırken çok üzüldüm.
Sonra o öksüz bebek, bir tahta parçasının üzerinde karaya çıkarak kurtuldu...
Bu sefer Hak teâlâ hazret-i Azrâîl’e şöyle sual eder:
-Peki, sevinerek ruhunu aldığın bir kimse hatırlıyor musun?


“KİM OLDUĞUNU BİLİYOR MUSUN?”
Azrâîl aleyhisselâm bu suale de şöyle cevap verir:
- Evet ya Rabbi! Zalim bir hükümdar vardı. Halk ondan bîzar kalmıştı, işte o zalimin ruhunu kabzederken çok sevindim.
Allahü teâlâ buyurur ki:
- O zalim hükümdarın kim olduğunu hatırlıyor musun?
Azrâîl aleyhisselâm;
- Hayır hatırlamıyorum ya Rabbi, deyince Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
- Hani o anasının canını üzülerek kabzettiğin bebek vardı ya, işte zalim hükümdar oydu!..
 
“Ebû Meysere” Amr bin Şurahbil


Amr bin Şurahbil eş-Şa’bî, Tâbiîn devri âlim ve evliyâsındandır.
İsmi Amr bin Şurahbil, künyesi “Ebû Meysere”dir. Hemedân’da doğdu.
Doğum târihi bilinmemektedir. 683 (H.63) senesi Kûfe’de vefât etti...


“ANNEM BENİ DOĞURMASAYDI!..”
Amr bin Şurahbil hazretleri, Eshâb-ı kirâmdan Abdullah bin Mes’ûd hazretlerinin önde gelen talebelerinden idi.
Hazret-i Ömer, hazret-i Ali, hazret-i Huzeyfe, hazret-i Selmân ve hazret-i Âişe vâlidemizden ve daha birçok sahâbîden hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundu.
Kendisi de Ebû Vâil Şakîk bin Seleme, Ebû İshâk es-Sebîî, Şa’bî ve Mesrûk gibi hadîs âlimlerinden hadîs-i şerîf öğrendi.
Vâdiaoğulları Mescidinde imâmlık yapması sebebiyle “Vâdiî” nisbesiyle de anıldı.
Rivâyetleri İbn-i Mâce’nin Es-Sünen’i dışında Kütüb-i Sitte’de yer aldı. Sıffîn muhârebesinde hazret-i Ali’nin yanında idi...
Amr bin Şurahbil, zamânının âlimleri tarafından medhedildi. Âlimler ondan daha fazîletli kişi görmediklerini söylemişlerdir.
O, Allahü teâlânın korkusundan; “Keşke annem beni doğurmasaydı” der ve çok ağlardı...


“SEN HİÇ KONUŞMAZ MISIN?”
Bu mübarek zat, çok cömert olup, dünyâ malına değer vermezdi. Çok namaz kıldığı için dizleri nasır bağlamıştı.
Câhiliyye âdet ve geleneklerinden uzak durur, bilhassa Eshâb-ı kirâmın yaşayış ve davranışlarına uymaya çalışırdı.
Derecesinin ve mak*****n üstünlüğüne rağmen en basit insandan ilim ve hikmet almaktan çekinmezdi...
Bir bedevi devamlı onun toplantılarına gelirdi. Ancak daima susardı. Eş-Şa’bî ona “Sen konuşmaz mısın?!.” dedi.

“DİLİME SAHİP OLUYORUM!”
Bedevi şöyle cevap verdi:
“Susuyorum, zarar görmüyorum, dinliyorum, bilgi sahibi oluyorum... Kişinin kulağına ait olan nasibi ona döner... Fakat diline ait olan nasibi başkasına gider...”
Vefâtı, Abdullah bin Ziyâd’ın vâliliği döneminde olan Amr bin Şurahbil, son anlarında şunları söylemiştir:
“İnsanların baktığı bir şeye yerimden kalkıp bakmadım... Şimdiye kadar hiçbir kölemi dövmedim...
Daha, borcunu benim ödediğim hiçbir akrabam ölmedi...”
 
Bir ömürde iki şehadet Hazreti Nevfel


Nevfel radıyallahü anh, bir gün Resûlullah Efendimizin huzuruna geldi ve;
-Ya Resûlallah, ben dua edeyim siz de amin deyin, dedi ve şöyle dua etti:
“Ya Rabbi Nevfel kuluna şehidlik ihsan eyle... Bu iki oğlumu yetim, annelerini dul eyle...”
Resûlullah efendimiz bu duaya amin dediler...
Hazreti Nevfel, bundan sonra kılıcını kuşandı ve Resûlullah Efendimiz ile beraber katıldığı ilk gazada şehid oldu...


RESÛLULLAHIN GÖZYAŞLARI...
Harbden sonra, Medine’ye dönüyorlardı.
Şehre yaklaştıklarında kadınlar Resûlullah’ı ve eshabı öven şiirler okuyorlar, bunların içinde Nevfel’in iki oğlu ile hanımı da vardı.
Resûlullah’ın huzuruna varıp hâlini sordular. Peygamberimizin gözleri yaşarmıştı.
Nevfel’in şehid olduğunu hanımına söyleyemedi ve eliyle arka tarafı işaret etti.
Arkada hazreti Ali vardı. O da Resûlullahın söylemediğini görünce eliyle arkayı işaret edip geçti.
Nevfel’in hanımı askerin en arkasından gelmekte olan hazreti Ebu Bekir’in yanına varıp kocası Nevfel’i sordu. Hazreti Ebu Bekir;
“Ya Rabbi! Habibin gönül yıkmaktan sakındı. Ben Nevfel’in şehid olduğunu söylersem Resûlullah’a muhalefet etmiş olurum.
Eğer söylemesem yalan söylemiş olurum. Sen bana yardım et.
Ya bana ilhamla ne diyeceğimi bildir ya bu hatunun kalbine bir sabır ve tahammül gücü ver”

diye dua ettikten sonra “Ya Allah!” diye nida etti. Bir de baktılar ki, hazreti Nevfel atına binmiş elinde kılınç olduğu halde tozu dumana katıp geliyor... Doğruca hazreti Ebu Bekir’in huzuruna gelip;
“Buyurun ya Eba Bekir! Beni mi çağırdınız?” dedi.
Resûlullah Efendimiz;
“Bu Allah’ın bir âyetidir, acaba kimin sebebiyle zuhur etti?” dedikleri sırada, Cebrail aleyhisselam gelerek şu haberi verdi:


“BİR KERE DAHA DESEYDİ!..”

“Ya Resûlallah! Şükür secdesi eyle! Cenab-ı Allah İsa aleyhisselâm gibi senin eshabından birine de ölüleri diriltme salahiyeti verdi.
Eğer hazreti Ebu Bekir bir kere daha ‘Ya Allah’ dese idi, Cenab-ı Allah bütün şehidleri diriltecekti...”
Resûlullah Efendimiz hemen hazreti Ebu Bekir’in sakalından öptü ve;
“Hak teâlâ sana büyük ikramda bulundu. Allah’a hamdolsun ki bana Hazreti İsa gibi ölüleri diriltme izni verilen bir ümmet verdi” buyurdu...
Hazreti Nevfel daha nice seneler yaşadı ve iki oğlu daha oldu.
Bu mübarek sahabe, Yemame Cenginde şehid edildi.
Dolayısıyla bir ömürde iki defa şehadet şerbeti içmiş oldu...
 
Şehit oğlu şehit Binbaşı İzzet Bey


1918 yılında Ermenilerin Anadolu’da yaptıkları “Türk katliamı”nın bir benzeri Azerbaycan’da yaşanmaktadır...
Osmanlı Devleti, bu vahşeti durdurmak için Azerbaycan’a Nuri Paşa komutasında bir birlik göndermek zorunda kalır.
Türk birlikleri Bakü başta olmak üzere çarpıştığı birçok bölgede yüzlerce şehit verir. Bu cephelerden birisi de Şamahı’dır.
Burada Binbaşı İzzet Bey, Aşot adındaki bir düşmanın ateş etmesi sonucunda yere yığılır.
Ağır yaralanan binbaşının yardımına, orada bulunan Gülsabah adında bir kadın yetişir.
Kadıncağız, baş örtüsünden yırttığı parçayla, askerin yarasını sarmak ister. İzzet Bey;
-Bacım kolumu sağlam tut, ben kurşunu çıkarayım, der.


“ARTIK HER ŞEY BİTTİ!..”
Kurşunu çıkaran İzzet Bey, Gülsabah Hanımdan cebinde bulunan mendili çıkarmasını ister.
Mendili alan İzzet Bey içine kurşunu koyduktan sonra;
-Artık tamamdır, her şey bitti, yaramı bağlamaya gerek yok. Kanım bu topraklara aksın, der.
Halsiz şekilde yerde uzanan İzzet Bey, o arada silah sesleri duyar...
Türk ordusu gelmiştir. İzzet Beyin yüzüne bir tebessüm yayılır...
Nuri Paşa, İzzet Bey’in yanına yaklaşır ve başını dizlerine kor.
Artık İzzet Bey son anlarını yaşamaktadır. Nuri Paşa’ya;
-Bir Türk paşasının dizlerinde can vermek benim için büyük bir şereftir, derken, mendili gösterir ve;
- Paşam! Babam, Anadolu’da topraklarımızı korumak için vuruşurken ağır yaralanmış. Vücuduna isabet eden kurşunu çıkardıktan sonra, yanında bulunan silah arkadaşlarına, “Bu kurşunu oğluma verin, ben vatanım için kahramanca savaştım, ülkem için canımı vermek üzereyim. Ona söyleyin beni yaralayan şu kurşunu yanında taşısın, bunu iki etsin” der... Paşam! Babamın vasiyetini yerine getirdim. Onun söylediği gibi kurşunu iki yaptım. Hâlâ kurşunun üzerindeki kanım kurumadı. Siz de bu kurşunu alın oğluma verin, ona babasının da kahramanca savaştıktan sonra şehit düştüğünü anlatın, bu kurşunları üçe çıkarmasını söyleyin, der.


ACIDERE’DEKİ “TÜRK MEZARI”
Halk, yaralı Binbaşıyı Şamahı’ya ***ürmek ister, fakat o vurulduğu yere defnetmelerini vasiyet eder.
Vasiyeti yerine getirilir ve onu, kendi vatanı olarak gördüğü topraklara, Şamahı yakınlarındaki Acıdere mevkiine defnederler.
O günden bugüne o kabrin adı “Türk Mezarı” olarak anılmaktadır...
 
Bi’r-i Mâûne şehitleri


Arabistan’ın Necd Bölgesinin Reisi Ebu Bera, Resulullah efendimize gelerek, Necd’de İslâm’ın tanıtılması için, öğretmen istedi.
Sevgili Peygamberimiz; “Göndereceğim kimseler hakkında, Necd halkından emin değilim!” buyurdular.
Ebu Bera’nın “Onlara kimse zarar veremez” sözü üzerine, Âlemlerin efendisi, bu kesin taahhüdü kabul buyurup, Eshâb-ı Soffa’dan yetmiş kişilik bir hey’et hazırladı ve Münzir bin Amr hazretlerinin kumandasında yola çıkardı...
(Medîneli Ensârın fakîr olanları ile Muhâcirlerin fakîrleri, “Mescid-i nebî” yanındaki “Soffa” denilen büyük çardak altında yaşarlar, ilm öğrenmek ve öğretmekle uğraşırlar, ömürlerinin çoğu Resûlullah ile birlikte cihâd etmekle geçerdi. Bunlara “Eshâb-ı Soffa” denirdi.)


“ONA SELAMIMIZI BİLDİR!”
Kendisinin ve kabilesinin İslâmiyet’le şereflenmesini isteyen Ebu Bera, Eshâb-ı Soffa’dan önce yola çıkıp, kabilesine gelerek, hey’eti himayesine aldığını, onlara hiç kimsenin dokunmamasını tenbih etti.
Ancak, yeğeni Amir bin Tufeyl kabul etmedi.
Üç kabilenin adamlarını silahlandırarak başlarına geçti ve Bi’r-i Mâûne’ye gelen Eshab-ı kiramı kuşattı.
Sahabiler biri hariç hepsi şehid edildi. Bu mübarek Eshabın son sözleri; “Ya Rabbi! Şu anda Resulullah’a durumumuzu haber verecek senden başkası yoktur. O’na selamımızı bildir!” dediler.
O anda Cebrail aleyhisselam Peygamber efendimize gelip, selamlarını ulaştırdı ve; “Onlar, Allahü teâlâya kavuştular.
Allahü teâlâ onlardan razı oldu, onlar da Allahü teâlâdan razı oldu” dedi.
Sevgili Peygamberimiz de; “Aleyhimüsselam” diye cevap verdikten sonra, çok üzüntülü olarak Eshab-ı kirama döndüler;
“Kardeşleriniz, müşriklerle karşılaştılar. Müşrikler, onları kesip biçtiler, mızraklarla delik deşik ettiler...” buyurarak, durumu haber verdiler.


“VALLAHİ CENNETİ KAZANDIM”
Bu hadisede düşmanla çarpışırken, Amir bin Füheyre hazretlerinin sırtına, Cebbâr bin Sülmâ adlı biri, mızrağını saplamıştı.
O anda hazret-i Amir; “Vallahi, Cennet’i kazandım!” demiş, Cebbar’ın ve diğer müşriklerin gözleri önünde gökyüzüne doğru çekilmişti.
Bu hadise üzerine daha sonra onu şehid eden Cebbar Müslüman olmuştu.
Harâm bin Malik radıyallahü anh da öldürücü darbeyi aldığı zaman, akan kanlarını yüzüne sürüp sonra da; “Kavmimize bildiriniz ki, biz Rabbimize kavuştuk. O bizden hoşnud oldu ve bizi hoşnud etti” diyerek ruhunu teslim etti...
 
Ebü’l Hüseyin Haddâd Hirevî



Ebü’l Hüseyin Haddâd Hirevî hazretleri, Maveraünnehir’de, Hire şehrinde yaşamış olan evliyadandır.
İnsanları haram ve şüphelilerden sakındırırdı.
Bu hususta; “Sakın şüpheli bir şeyle Mekke yoluna koyulayım demeyiniz.
Biliniz ki haram ve şüpheli şeylerden bir dirhemin altıda biri kadar bir hakkı sâhibine iâde etmek, içinde şüpheli kazanç bulunan malla yapılacak beş yüz nâfile hacdan Allah yanında daha kıymetlidir” buyururdu...
Bir gün sevdiklerine şu hikmetli sözleri söyledi:


NANKÖRE İYİLİK EDEN!..
“Azarlaması çok olanın arkadaşı az olur.
Kim fâcir, zâlim kimseye yardım ederse, onu günahlara karşı kamçılamış olur.
Kim alçak kişiden meded umarsa, kendisine ihânet etmiş olur.
Kim ilmiyle âmil olmayandan ilim öğrenmek isterse, câhilliğini arttırmış olur.
Kim ahmak adama ilim öğretmeye çalışırsa, şüphesiz ömrünü faydasız bir şeyle geçirmiş olur.
Kim nanköre iyilik ederse, nîmeti zâyi etmiş olur.”
“Her şeyin bir zekâtı vardır, aklın zekâtı da uzun uzadıya hüzünlenmek ve derin derin düşünmektir.
Bu yüzdendir ki, Resûlullah efendimizin hüznü aralıksız ve kesintisizdi.”
“Her kim dünyâyı dost edinse, iki cihânın şerrini, kötülüğünü başına alır.
Zîrâ iki cihânın saâdeti dünyâyı sevmemekte, felâketi de dünyâyı sevip tapmaktadır.”
“İnsanın, yanında bulunanlarla tatlı tatlı sohbet etmesi, onlara güzel ahlâk ile davranması, geceleri sabaha kadar ibâdet ile, gündüzleri hep oruçlu geçirmesinden hayırlıdır.”
“Bir kimsenin kalbine Allah korkusu yerleşti mi, dilinde işe yaramaz bir söz bulunmaz.
Bu korku dünyâ sevgisini ve arzusunu yakar, dünyâya rağbet etme hâlini gönülden dışarı atar.”


“BENİ HUZURUNA AL YA RABBİ”

Ebü’l Hüseyin Haddâd Hirevî hazretleri, ömrünün sonlarında, sofilerin ve dervişlerin bazı hallerinden incindi ve onları kınamaya başladı.
Fakat bu hâlini fark edince büyük bir pişmanlıkla şöyle dua etti:
“Demek ki bende hazırlık tam değilmiş, onun için bu ayıplama hâli geldi. Yâ Rabbi, beni kendi huzuruna al!”
Bu duayı ettikten sonra çok yaşamadı.
 
Eğitimci ve yazar Muallim Cevdet


Âilesi 1877 Harbinden sonra Niş’ten Anadolu’ya göçen Muallim Cevdet 1883’te Bolu’da doğdu.
İlk ve ortaokulu Bolu’da, liseyi Kastamonu’da bitirdi.
Bilâhare İstanbul’a gelerek Dârulmuallimîn-i Âliye Edebiyat Şûbesini birincilikle bitirdi.
Bir müddet İstanbul Hukuk Mektebine gitti;
daha sonra yatılı olarak İstanbul Erkek Muallim Mektebine girdi. Dârüşşafaka, Robert Koleji ve Şemsülmekâtib gibi özel okullarda öğretmenlik yaptı...

Arkadaşlarıyla Bakü’de bulunduğu sırada, bir öğretmen okulu açarak, Türk-İslâm maârifinin gelişmesine hizmet etti (1907).
Burada Rusça ve Latince’yi öğrendi. Türk milliyetçiliği konusunda makaleler yazdı.
Pedagoji ve târih araştırmaları yaptığı sırada, Rus hükümeti tarafından sınır dışı edilince İstanbul’a döndü (1908).


ÇEŞİTLİ OKULLARDA DERS VERDİ
Muallim Cevdet, İkinci Meşrutiyet döneminde çeşitli okullarda ders verdi.
Dârülmuallimîn’de pedagoji hocalığına başladı.
Robert Kolejinde Türk dili ve târihi, İstanbul Erkek Lisesinde din dersleri öğretmenliğine getirildi (1925).
Erenköy Kız Lisesinde Farsça, İstanbul Erkek Muallim Mektebi ve Gelenbevi Ortaokulunda târih ve coğrafya öğretmenliği yaptı...
Sebepsiz sık sık görev değişikliği sağlığının bozulmasına yol açan Muallim Cevdet, üzüntüsünden hastalandı ve iki yıl derslere devam edemedi. Raporunun bitiminde Başbakanlık Târih Evrâkı İnceleme Kurulu ile İstanbul Kütüphâneleri Tasnif Heyeti reisliğinde bulundu.
Üç ay hasta yürüttüğü görevine daha sonra gidemedi.
Maaşı kesildi ve işten çıkarıldı. Hastalığı arttı. 1935 senesinde 52 yaşındayken İstanbul’da vefât etti...


“BEN, ÖLÜME MAHKUMUM!”
Tahir-ül Mevlevi, Muallim Cevdet’in son anlarını şöyle anlatır:
Cevdet Beyi vefatından bir hafta önce ziyarete gittim. Zor konuşuyordu. Bana, şu yalancı dünyada birkaç gün daha misafir olarak kalabileceğini söyledi ve ilave etti:
“Ağabeyim, ben ölüme mahkumum... Bunun için doktor olmak gerekmez. Bir adam ki midesi hiçbir şeyi kabul etmezse, suyu güçlükle içerse nasıl yaşayabilir?”
Bunun üzerine teselli için “Cevdet’im, açıklamaya hacet yoksa da size manevi tıbba tevessül etmeyi tavsiye ederim” dedim.
Cevap olarak şunları söyledi:
“Ağabeyim, ben doğru bir itikat sahibiyim. Allahımı, Peygamberimi severim. Ben bütün İslam büyüklerini severim...”
 
Büyük mutasavvıf Hüsâmeddîn-i Uşâkî


Hüsâmeddîn-i Uşâkî, Osmanlı evliyasındandır. “Uşşaki” tarikatinin kurucusudur.
Sultan III. Murâd Hânın Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretlerine karşı sevgi ve hürmeti vardı ve kendisini İstanbul’a dâvet etti.
Bunun üzerine Hüsâmeddîn-i Uşâkî, Uşak’tan ayrılıp, İstanbul’a geldiğinde; Pâdişâh, erkânı ve büyük bir halk topluluğu tarafından hürmet ve tâzim ile karşılandı.
Aksaray civârında oturması için Hüsâmeddîn-i Uşâkî’ye bir ev tahsis edildi.
Bir müddet orada kalan Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretleri, Pâdişâha yakınlığından istifâde etmek isteyenlerin verdiği sıkıntı yüzünden Uşak’a dönmeye karar verdi.
Yol hazırlıklarının yapıldığını haber alan Pâdişâh, bu büyük zâtın İstanbul’da kalması için ricâda bulundu.
Uşâkî hazretleri, Sultan Üçüncü Murâd Hânın ricâsını kabûl edip, İstanbul’da kalmağa karar verdi...

ADINA DERGÂH YAPILDI...
Pâdişâhın emriyle Kasımpaşa civârında adına bir dergâh inşâ edilen Hüsâmeddîn-i Uşâkî, burada çok talebe yetiştirdi.
Sohbetlerinde çok kimseler kemâle geldi...
Hüsâmeddîn-i Uşâkî İstanbul’a geldiği zaman, evliyânın büyüklerinden Ümmî Sinân hazretleriyle görüştü. Ümmî Sinân ona Halvetîlik tarîkatında hilâfet verdi. Şeyh Ahmed-i Semerkandî ise, ona “Kübreviyye” ve “Nûr-i Bahriyye” yolunun hilâfetini vermişti.
Hüsâmeddîn Uşâkî de bu yolları birleştirerek “Uşâkîlik” tarîkatını kurdu.
Şöyle anlatılır:
İnsanların kalabalığından rahatsız olan Hüsâmeddîn Uşâkî, Pâdişâhtan hacca gitmek ve Resûlullah efendimizi ziyâret etmek için izin istedi.
Pâdişâh kendisine izin verdi. Sefere çıkmadan önce, oğlu Mustafa Efendiye hanımının hâmile olduğunu söyleyerek;
“Bizim bu fânî âlemi terk etmemiz yakındır. O saâdetli oğlumun ismini Abdürrahîm koy ve kendisinin ilim ve terbiyesi ile meşgûl ol!” diye vasiyette bulundu.


KONYA’DAN İSTANBUL’A...
Hüsâmeddîn Uşâkî, hac farîzasını yerine getirip geri dönerken, Konya’da rahatsızlandı ve 1594 (H.1003) senesinde orada vefât etti.
Cenâze namazı Konya’da kılındı. Vasiyeti üzerine İstanbul’a ***ürülmek üzere yola çıkarıldı.
Konya vâlisi, yola çıkmadan önce Hüsâmeddîn Uşâkî’nin cesedinin kokmaması için ilâçlatmak istedi.
Fakat oğulları ve talebeleri buna karşı çıkarak, Uşâkî hazretlerinin kokmayacağını söylediler ve ilâçlatmadılar.
Gerçekten, hiç kokmadan İstanbul’a getirildi şimdiki kabrinin bulunduğu yere defnedildi.
 
Müminlerin sığınağı Erkam bin Ebi’l-Erkam

Erkam bin Ebi’l-Erkam (radıyallahü anh) Eshâb-ı kirâmın ilk îmân edenlerindendir.
22 veya 23 yaşlarında iken, yedinci (veya onbirinci) Müslüman olmakla şereflendi...


ZULÜM VE İŞKENCE HAD SAFHADA!
Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) insanları İslâmiyyete davet etmeye başladığı zaman müşrikler başta Peygamber efendimize ve ilk Müslümanlara, baskı, işkence ve zulümler yapmaya başladılar.
Bu eziyet ve baskılar artınca Resûlullah efendimiz kendilerine Mekke’de emniyetli bir ev seçip orada ibâdetlerini yapmaya ve İslâmiyyeti yaymaya karar verdi.
Bunun için Safa Tepesinin doğusunda, dar bir sokaktaki Şeybeoğullarının evine bitişik Hazreti Erkam bin Ebi’l-Erkam’ın evini münasip gördü.
Peygamber efendimiz, sayıları 10-15’i geçmeyen mü’minler ile orada rahatça ibâdet etmeye, İslâm için çalışmaya devam ettiler...
İki cihân güneşi ve sevgili arkadaşları üç yıl kadar, bu ilk “İslâm Kalesi”nde bulundular.
Mekke’de nâzil olan âyet-i kerîme ve sûrelerin birçoğu bu mübârek evde geldi.
Eshâb-ı kirâm burada toplanırlar, Peygamber efendimizi görmek ve Müslüman olmak isteyen kimseleri bu “Dâru’l-Erkam” veya “Dâru’l-İslâm” ismini verdikleri Hazreti Erkam’ın evine ***ürürlerdi.
Erkam bin Ebi’l-Erkam hazretleri, İslâm târihinde büyük ehemmiyeti olan bu evini hiç satılmamak ve mirasçı olunmamak kaydı ile oğluna bıraktı.
Bu evin ayrıca bir vakfiyesi de vardır. Böylece İslâmiyette ilk vakfı yapmış oldu...


“CENAZE NAMAZIMI SA’D KILDIRSIN!”
Hazreti Erkam, geçimini kendi arazilerinden elde ettikleri mahsulden kazandıklarıyla ve ticâret ile temin ederdi.
Ubeydullah, Osman adlı oğulları Meryem, Safiyye ve Umeyye adlı kızları olmak üzere beş evlâdı bilinmektedir.
Bu mübarek sahabe 53 (m. 673)’te 83 yaşlarında iken Medine-i Münevverede vefât etti.
Son nefesini vermeden önce oğlu Ubeydullah’a “Cenâze namazımı Âşere-i mübeşşereden olan Hazreti Sa’d bin Ebî Vakkâs kıldırsın” buyurdu.
Bu sırada Medine Valisi Mervan bin Hakem idi.
Namazını kıldırma vazifesini kendisi yapmak istedi ise de, Hazreti Erkam’ın oğlu bunun mümkün olmadığını çünkü, babasının Sa’d hazretlerini vasiyet ettiğini söyledi.
Baki Kabristanına defnedildi...
 
Bedir şehitlerinden Umeyr bin Humam


Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekkeli müşriklerle yaptığı ilk muhârebe olan Bedir’de Müslümanlar üç yüz on üç, müşrikler bin kişiydi.
Bedir Harbinde Eshâb-ı kirâm güç durumda kaldıkları sırada sevgili Peygamberimiz;
“Yâ Rabbî! Bana vâdettiğin yardımı lütfet!” diye duâ ettiğinde, Enfâl sûresinin 9. âyet-i kerîmesi nâzil olup, meleklerin Müslümanlara yardım için gönderildikleri şöyle bildirilmiştir:


“ÜMMETİMİN EN HAYIRLILARI”

“O vakit Rabbinizden yardım ve zafer istiyordunuz da O size;
‘Gerçekten ben arka arkaya bin melâike ile (meleklerle) imdâd ediyorum’ diye duânızı kabûl buyurmuştu. Cebrâil (aleyhisselâm) bana gelip dedi ki:
‘Bedir Gazvesi’nde bulunanları nasıl sayarsınız?’ Ben; ‘Onlar ümmetimin en hayırlıları (üstünleri)’ dedim.
Cebrâil (aleyhisselâm): ‘Meleklerden (o muhârebede) hazır bulunanlar da bizim yanımızda aynen böyle olup, meleklerin en hayırlılarıdır’ dedi.
Bedir Gazvesi’nde her birimiz bir müşrikin başına kılıcımızı salladığımız zaman, daha kılıç hedefine varmadan, kâfirin kellesinin bedeninden ayrılıp yere yuvarlandığını görüyorduk.”
Resulullah (Sallallahü aleyhi ve sellem) müşrikler yaklaştığı zaman;
- Haydi, genişliği göklerin ve yerin genişliği kadar olan bir Cennet kazanmaya kalkın, buyurdu. Umeyr bin Humam (Radıyallahü anh);
- Ya Resulallah! Genişliği göklerin ve yerin genişliği kadar olan bir Cenneti mi? dedi.
- Evet öyle bir Cenneti, dedi. Umeyr;


“NE GÜZEL... NE GÜZEL...”
- Ne güzel... Ne güzel, dedi. Peygamber efendimiz:
- Niçin ne güzel, ne güzel diyorsun? dedi. Umeyr;
- Ya Resulallah, beni sevindiren, onu kazanacağımı umduğumdan başka bir şey değildir, dedi. Peygamber efendimiz:
- Sen onu kazananlardansın, buyurdular.
Umeyr ok torbasından birkaç hurma çıkarıp yemeye başlamıştı.
Fakat hurmaları daha bitirmeden; “Ben bu hurmaları yiyinceye kadar beklersem uzun bir zaman geçmiş olur” dedi ve hemen hurmaları atıp savaşa başladı.
Şehid düşünceye kadar da savaştı. Son yiyeceği, birkaç hurma oldu...
 
Kibirli hükümdarın hazin sonu!..


Hazret-i Ömer’in (radıyallahü anh) halifeliği zamanında birçok memleket zaptedilmiş ve buralarda yaşayanlar, İslam dinini seçmekle, kendi dinleri arasında serbest bırakılmışlardı.
Birçok milletler, kendi istekleri ile Hazret-i Ömer’in idaresine giriyorlardı...
Fethedilen memleketler arasında, Bizans sınırındaki, bugünkü Ürdün civarında bulunan Hristiyan Gassanî devleti de vardı.
Buranın halkı kendi istekleri ile Müslümanların idaresi altına girdiler.
Hükümdarları olan Cabale bin Eyham, gayrimüslimlerden cizye alınacağı ilan edilince, bu vergiyi vermemek için Müslüman olduğunu ilan etti...


BİR GARİBİN BURNUNU KIRDI!

O sene hac zamanı gelince hacca giden Cabale bin Eyham, tavaf sırasında kazara ayağına basan Feraze oğullarından birine şiddetli bir yumruk vurarak burnunu kırdı.
Adam şikâyetçi oldu. Cabale’yi halifenin huzuruna çıkardılar. Hazreti Ömer ona şöyle dedi:

- Davacını memnun edip davasından vazgeçirmezsen kısas uygulanır.
Cabale şaşırmıştı! Şöyle cevap verdi:
- Ben bir hükümdarım, o ise halktan biri, beni onunla nasıl bir tutar, kısas yaparsınız?
Hazreti Ömer Cabale’nin bu cevabına karşılık şöyle dedi:
- İslam dini, hukuk bakımından aranızda fark görmüyor.
Cabale, biraz daha ileri gitti ve;
- Ben Müslüman olunca şerefimin daha da artacağını umuyordum.
Hazreti Ömer;
- Şerefin artmıştır. Fakat hukuk önünde ikiniz aynı hükme tabisiniz, buyurdu.
Cabale bin Eyham, konuştukça batıyordu. Küstahça şu soruyu sordu:
- Peki Hristiyan olursam ne olur?


“O ZAMAN BOYNUN VURULUR!”

Hazreti Ömer, bu durumdaki dinin hükmünü bildirdi:
- O zaman (mürted, yani dinden dönme hükmü olarak) boynun vurulur...
Cabale bin Eyham’a bu hüküm ağır gelmişti.
Ertesi güne kadar izin istedi ve gece adamlarıyla Bizans taraflarına gitti ve Hristiyan dinine girdi...
Evet, Cabale’yi itiraz ettiren, hükmün adaletsizliği değildi; kibri ve fakirlerle aynı hükümlere tabi olma korkusu idi.
Fakat Bizans, ona İslamiyetin gösterdiği müsamaha ve adaleti göstermedi.
Bu, Cabale’nin pişmanlığını dile getiren şiirler söyleyerek ölmesine sebep oldu.
Son pişmanlık fayda vermedi ve Cabale bin Eyham bu dünyadan rezil bir şekilde göçtü gitti...
 
“Devecibaşı” Ahmed Sârbân


Ahmed Sârbân hazretleri, Tekirdağ-Hayrabolu’da doğdu. 1545’te yine aynı şehirde vefât etti.
Ahmed Sârbân, küçük yaşta ilim öğenmeye başladı.
Daha sonra Yeniçeri Ocağında “26. Orta”yı meydana getiren “Deveci Ortası”na kaydoldu.
Çalışkanlığı ve zekâsı sâyesinde Devecibaşılığa kadar yükseldi.
Kânûnî Sultan Süleymân Hanın Irakeyn Seferine Sârbânbaşı, yani “Devecibaşı” olarak katıldığından bu lakapla tanındı.
Yine bu seferde, orduda gönül ehli Pîr Ali Sultan adında mübarek bir zât vardı.
O, Ahmed Sârbân’ı gördüğü anda ondaki ilme karşı kâbiliyet ve istidâdı sezdi.
Kendisine pekçok nasîhatlerde bulundu.
Ahmed Sârbân sefer dönüşü görevinden ayrılarak kendisini tamâmen Pîr Ali Sultan’ın sohbetlerine verdi ve onun muhabbet halkasında eridi.
Gönlünden dünyâ ve makam sevgileri silindi gitti...


HAYRABOLU’YA YERLEŞTİ...
Ahmed Sârbân hazretleri, hocasının vefâtından sonra Hayrabolu’ya geldi. Orada pek çok talebe yetiştirdi...
Bir gün talebeleri arasından birinin, hâllerini anlayamadığı evliyâullahtan bir zatın aleyhinde konuştuğunu duyunca;
“Evliyâya eğri bakma, Kevn ü mekân elindedir.
Mülke hükmün süren oldur, iki cihân elindedir.
Sen ânı şöyle sanursun; sencileyin bir âdemdir,
Evliyânın sırrı vardır, gizli âyân elindedir...”
diyerek, velilerin cenâb-ı Hak katındaki değerine işâret etti. O talebe de tövbe etti...
Ahmed Sârbân hazretlerinin çok huysuz ve geçimsiz bir hanımı vardı.
Efendisini görmeye gelenlere içeriden; “Siz bu adamdan ne meded umuyor ve ne hayır bekliyorsunuz?” diyerek bağırırdı...


“KIYMETİNİ BİLEMEDİM!..”
Bir gün bu mübarek zatın talebeleri “Nasıl oluyor da hocamız böyle bir hanımla yaşayabiliyor?” diye düşündüler.
Onların bu düşüncelerini anlayan mübarek, şu cevâbı verdi:
“Benim böyle bir kadına tahammül etmem, nefsânî değildir.
Bu, talebelerimize verdiğimiz bir derstir. Maksat, çirkin huylu insanlarla da iyi geçinmektir. Sizin elinizdeyse nefsinizi içinizden atın bana öyle gelin. İşte bu kadar!..”
Ahmed Sârbân hazretleri 1545 (H.952) yılında vefât etti. Doğum yeri olan Hayrabolu’da adına yaptırılan türbenin hazîresine defnedildi.
O huysuz hanım, beyinin kıymetini vefâtından sonra anladı ve gece-gündüz; “Ah ah! Yazık çok yazık ki, ben senin kadrini, kıymetini bilemedim” diyerek ağlardı...
 
Garip Ali ve padişahın kızı


Zamanın padişahının kızına sevdalanan Garip Ali adında saf bir genç, kafasını bir oraya vuruyor olmuyor, bir bu yana vuruyor olmuyordu...
Onu seven ve acıyanlar “Sen bir de Ali Heytî hazretlerine git be Ali’m” dediler.
O da, umutsuz, bîçare Ali Heyti hazretlerine vardı, mer***** anlattı.
O mübarek de dinledi ve;
-Ali, ben ne dersem yapmaya razı mısın, Padişahın kızına ulaşabilmek için, dedi. Garip Ali gözlerini dört açarak dedi ki:
- Efendim, siz bu işi hâlledin, ne dilerseniz yaparım, uğruna her şeye hazırım.
-Ben ne dersem yapacaksan bu iş olur; hem de itirazsız...
Ali derhal kabul etti bu şartı.


ISSIZ MAĞARA GÜNLERİ...
Ali Heyti hazretleri, Garip Ali’yi bir dağın tepesindeki mağaraya ***ürdü.
Issız bir yerdi orası. Ona şu tembihte bulundu:
-Şu kayanın üstüne otur ve kim gelirse gelsin, ne olursa olsun kesinlikle umursamadan sadece “Allah” de!
Garip Ali söylenene uydu: “Allah, Allah, Allah...” demeye başladı...
Haftada bir Ali Heyti hazretleri ona yemek getiriyordu. Ali, Ali Heyti hazretlerini her gördüğünde;
-Hani, nerede? Padişahın kızı ne oldu, niye gelmedi? diye soruyor; her defasında “Sabret, sen sadece Allah de!” cevabını alıyordu...
Ali’nin namı şehre yayılmaya başladı, civardan geçen kervanların haber vermesiyle Garip Ali, “Memleketin uzağından gelmiş, ıssız bir mağaraya sığınmış bir büyük Allah dostu, hiç durmadan Allah diyen bir velî” olarak şehirde anılmaya başlanıldı.
Öyle ki, onun hakkında, nice kerametleri söylendi, nice kişiler onun nefesinin tesirinden bahsetmeye başladılar...
Bu arada Ali Heyti hazretleri yine âdeti üzere Ali’nin yanına haftada bir uğruyor, yemek ***ürüyor ve ona “Az kaldı, bekle, Allah de” diyordu...


GÜNLERDEN BİR GÜN...
Günlerden bir gün, Padişahın kızı hastalandı. Memleketin bütün tabibleri çaresiz kaldılar hastalık karşısında... Dediler ki Padişaha:
-Efendim zamanımızın büyüklerinden Allah dostu bir Ali Heyti hazretleri var, bir de ona soralım; bu hastalık karşısında biz nâçar kaldık...
Padişah, o mübarek zatı davet etti huzuruna. Mer***** anlattı...
Ali Heyti hazretleri, Padişaha nasıl bir yol gösterecekti acaba?!. Yarını bekleyelim...
 
“Buraya gelenleri muradına kavuştur”


Dün bahsettiğimiz gibi, Ali Heyti hazretleri hemen Garip Ali’nin bulunduğu mağaraya gitti ve ona:
-Evladım, Padişah maiyetiyle senin yanına geliyor.
Sana ne teklif ederse etsin sakın kabul etme! Ancak kızının zevceliğini teklif ederse hemen kabul et, dedi.
Garip Ali gelişmelerden memnundu. Demek ki sevdiğine kavuşmak üzereydi!..


PADİŞAH, GENCE İMRENDİ
Padişah maiyetiyle birlikte mağaraya geldi. Bir derviş, hararetle “Allah, Allah” diyor. İmrendi ona.
Ali Heyti hazretleri, Padişahın mer***** aktardı Garip Ali’ye.
Zavallı kızının rahatsızlığından, bütün halkın üzüntülü olduğundan ve şifanın belki onun duası vesilesi ile Allah’tan gelebileceğinden bahsetti...
Ali, yüreği yanmış bir halde, sevdiğinin ızdırabını ciğerlerinde hissetmesine rağmen, Ali Heyti hazretlerine verdiği sözü unutmadı ve sadece “Allah, Allah” dedi. Ali Heyti hazretleri Padişaha dönerek:
-Padişahım gördüğünüz gibi, sadece Allah diyor, ona hediye verseniz iltifatını celbetmek için, bize yüzünü dönmesi için, dedi.
Padişah, mülk hediye etmek istedi, makam teklif etti, Garip Ali her teklifte “Allah” dedi... Ali Heyti hazretleri Padişaha yaklaşarak:
-Padişahım bir de kerimenizin izdivacını teklif etseniz, dedi. Padişah hiç tereddüt etmeden Ali’ye döndü ve:
-Kızımı, biricik kerîmemi nikâhınıza alır mısınız? dedi.
Garip Ali şokta! Yanlış mı duymuştu yoksa! Padişah ona, kızı Selma’nın nikâhını teklif ediyordu ha!
Nasıl bir hâl bu aman ya Rabbî! Bir Garip Ali, emeli için kırk gün Allah dedi ve emeline kavuştu...

“HAKİKİ SEVGİLİ SENSİN!”
Garip Ali düşündü, içlice düşündü, içine konuştu, içinde kavruldu, yandı:
“Ben ki bir kız için, sevdam için kırk gün sadece Allah dedim; emelime kavuştum...
Ya Rabbî! Ya senin için, şanın için ‘Allah’ deseydim?!.
Sen her bir emelden öte, en ötede en yakında hakiki hükümdar ve Sevgilisin... Ey şanı Yüce... Garip Ali’nin de, Padişahın da Rabbi...”
Garip Ali açtı ellerini ve herkesin duyabileceği bir sesle;
“Ya Rabbî! Buraya gelenleri muratlarına kavuştur! Benim muradım ise hemen sana kavuşmaktır” dedi ve “ALLAH” diyerek oracıkta ruhunu teslim etti...
Bir Allah adamıyla istişarenin neticesinde ebedi saadete kavuştu...
 
“Sultânü’ş-Şuarâ” Bâkî Efendi


Bâkî Efendi, on altıncı asrın büyük âlim ve şairlerindendir.
Devrinde “Sultânü’ş-Şuarâ” lâkabıyla anılan, şöhreti daha sonraki asırlarda da devam eden ve bugün divan şiirinin en büyük 5-6 üstadından biri olarak kabul edilen Bâkî’nin ası adı Mahmud Abdülbâkî’dir.
Fatih Câmii müezzinlerinden Mehmet Efendinin oğludur...


SARAÇ ÇIRAĞI İDİ...

1526 yılında doğan Bâkî Efendi, fakir bir ailenin mensûbu olması dolayısıyla, çocukluğunda saraç çıraklığına verilmiş,
fakat okumak ve öğrenmeye karşı içindeki büyük arzu ve heves taşıdığı için medreselere devam imkânı bulmuş iyi bir tahsil görmüştür.
Medresede talebe iken şiir söylemeye başlayan Bâkî Efendi, henüz 18-19 yaşında iken İstanbul şairleri arasında bir mevki kazanmış ve dikkati çekmiştir.
Bâkî’nin üstadı, Bayezıd Camiinde tanıştığı Zâtî’dir. Bâkî, hocası Mehmet Efendi için nazım ettiği “Sünbül” redifli kasideyle geniş şöhrete ermiştir.

Bâkî, daha sonraki dönemde Kânunî Sultan Süleyman’ın yakın alaka ve iltifatını kazanmış, bu devirde refaha ve bütün İmparatorluğa yayılan bir şöhrete ermiştir.
Fuzûlî’nin Bağdat civarında yaşaması ve Azeri Türkçesiyle yazması dolayısıyla XVI. asır Türkiye’sinin ve Osmanlı Türkçesinin en büyük şairi vasfını ve şöhretini kazanmış olan Bâkî, divan şiirine yeni bir ses getirmiştir.

İlmiye sınıfının bütün derecelerini geçip Rumeli Kazaskerliği de yapan ve artık Şeyhülislâmlık makamına gelebilecek olan Bâkî Efendi,
o devrin en büyük âlimlerinden İbni Kemalpaşa ve ondan sonra da Ebussuud Efendinin şeyhülislam olmalarıyla meşihat makamına gelemez ve onlar gibi hizmet veremediği için üzülür...


BÂKİ KALAN BU KUBBEDE...

Bâkî Efendi bu dünya hayatının gayesini şu beyitle çok güzel özetlemiştir:

“Âvâzeyi bu âleme dâvûd gibi sal
Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş”


Her şeyin gelip geçici olduğu bu fani dünyada, insanın, kendisini hatırlatacak, iyi bir şekilde anılmasını sağlayacak işler yapmış olmaktan başka geride bir miras bırakmasının önemine ve bunun dışında her şeyin zaman içinde yok olup gideceğine dikkat çekmiştir...

1600 yılında Kazaskerlik görevinde iken vefat eden Bakî Efendinin cenaze namazını Fatih Camii’nde Şeyhülislâm Sun’ullah Efendi kıldırır ve Edirnekapı Kabristanına defnedilir.
 
“Şimal yıldızı” Dehkan Killetî


Şeyh Dehkan Killetî, Maveraünnehir’deki yaşamış olan evliyanın meşhurlarındandır.
Menkıbeleri Reşahat isimli eserde anlatılır. Doğum ve vefat tarihleri hakkında bir bilgi yoktur. Buhara’da yaşamış ve orada vefat etmiştir...

Hakîm Tirmîzî’nin naklettiği bir hadiste belirtildiği gibi, evliyânın bir kısmı İbrahim aleyhisselam, bir kısmı Mûsâ aleyhisselam, bir kısmı İsâ aleyhisselam, bir kısmı da Muhammed aleyhisselamın fıtrat ve meşrebinde olur.
Mahmûd İncirfagnevî hazretleri, Tabakat kitaplarının ifadesine göre, mânâ ayağı Hazreti Mûsâ’da olan, O’nun fıtrat ve meşrebinde bulunan bir veliydi...


PEK ÇOK TALEBE YETİŞTİRDİ
Abdülhalık Goncdüvânî hazretlerinin halifelerinden Hâce Evliyâ-i Kebîr, Hâce Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretlerinin huzûrunda, sohbet ve hizmetinde bulunmakla çok yüksek derecelere kavuştu.
Onun, Ahmed Sıddîk’tan sonra ikinci halîfesi oldu. Pekçok talebe yetiştirdi...
Hâce Evliyâ-i Kebîr hazretleri, vefâtına yakın, kendisine halîfe olarak talebelerinden dört tânesini seçerek bildirdi.
Bunların isimleri; Hâce Zekî Hudâbâdî, Hâce Sukümânî, Hâce Garîb ve birisi de; aşağıda bir menkıbesini anlatacağımız Hâce Dehkân-ı Kılletî’dir.

Anlatıldığına göre Evliyâ-i Kebîr Buhârî’nin talebesi olan Şeyh Dehkan Killetî hastalanmıştı. Mahmûd İncirfagnevî hazretleri, onun ziyaretine gitti.
Şifa dileklerinde bulunduktan sonra huzurundan ayrıldı. İncirfagnevî hazretleri çıktıktan sonra Şeyh Dehkan hazretleri şöyle dua etti:


“BİR VELÎ KULUNU GÖNDER!”

“Allahım, ölümüm yaklaştı. Ölümüm sırasında velî kullarından birini gönder de bana yardım etsin, işimi kolaylaştırsın.”

Şeyh Dehkan hazretleri duasını tamamlar tamamlamaz Mahmûd İncirfagnevî hazretleri tekrar içeri girdi ve; “Ölünceye kadar sana hizmete geldim” dedi ve vefat edene kadar yanından ayrılmadı.

Kısa bir zaman sonra da Şeyh Dehkan Killetî hazretleri ruhunu teslim etti.
Kabri, Buhara’nın şimalinde (kuzey), şehre on kilometre kadar uzaklıktaki Kıllet köyündedir...
 
Âmir oğullarından Evs bin Hârise


Abdurrahmân Cevzî, Hanbeli fıkıh âlimidir. 1114’te doğup, 1202’de Bağdat’ta vefat etti. “Ebül-ferec ibni Cevzi” adı ile meşhurdur.
Tefsir, hadis ve Hanbeli fıkıh ve tarih bilgilerinde derin âlim idi. Yüzden fazla kitap yazdı. “El-mugni” tefsiri meşhurdur...



HASETLERİNDEN İNANMADILAR!

Abdurrahmân Cevzî hazretleri nakletmiştir:
Nemle “radıyallahü anh” babası Ebû Nemle’den şöyle rivâyet etmiştir:
Benî Kurayzâ Yahûdîleri Muhammed aleyhisselâm gelmeden önce, Onun vasıflarını kitaplarında ders olarak okuturlardı.
Çocuklarına Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sıfatlarını, isimlerini ve Medîne’ye hicret edeceğini devâmlı anlatarak öğretirlerdi.
Muhammed aleyhisselâma peygamberliği bildirilince ve Medîne’ye hicret edince hasetlerinden inkâr ettiler...
Yine Abdürrahmân Cevzî şöyle bildiriyor: Katâde “radıyallahü anh” şöyle demiştir:
Yahûdîler, Hazret-i Muhammed ile müşrik Arablara karşı yardım beklerlerdi ve şöyle duâ ederlerdi:
‘Yâ Rabbî! Tevrât’ta geleceğini ve vasıflarını okuduğumuz ümmî peygamberi gönder. Arab müşriklerini cezâlandırsın ve öldürsün!’
Muhammed aleyhisselâm zuhûr edince, Onun Yahûdîlerden olmadığını görerek haset ettiler ve kabûl etmeyip, kâfir oldular.
Ama O’nun, hangi milletten olduğuna bakmayıp, âlemlere rahmet olarak gönderildiğini inkâr etmeyenler de vardı...
İşte, Peygamber Efendimizden önce yaşamış ve O’nun geleceğini müjdelemiş olanlardan biri de Âmir oğullarından Evs bin Hârise idi.
Kavmine O’nun geleceğini söyler ve eğer o zamana yetişirlerse O’na iman etmelerini tavsiye ederdi.
Bu zat ölmek üzere idi. Akrabâları yanında toplandılar ve ona;
“Gençliğinde evlenmedin. Mâlik’ten başka oğlun yoktur. Hâlbuki kardeşinin beş oğlu vardır” dediler. Evs bin Hârise onlara şöyle dedi:
“Allahü teâlâ ateşi taştan çıkarmaya kâdirdir. Benim neslimi de Mâlik’ten çoğaltır.”



“ONA YARDIM EDİNİZ!”

Sonra yüzünü oğlu Mâlik’e döndürdü ve vasiyetini yaparak, birkaç da beyit okudu. Son iki beyiti şöyledir:

“Âl-i gâlib neslinden bir Peygamber çıkacak,
Zemzem ile Hacerin arasında duracak.
Bütün şehir halkıyla Ona yardım ediniz,
Ey Âmiroğlulları, saadet Ona yardımda olacak.”
 
Tâbiinin büyüklerinden Râbi bin Huseym


Râbi bin Huseym, Tâbiinin büyüklerindendir. Kûfe’de yaşamıştır. Kıymetli nasihatleri vardır... Bir gün oğlu dedi ki:
-Babacığım! Annem sana güzel bir tatlı yaptı, hemen getireyim mi?
-Getir evladım, dedi. Çocuk onu getirmek için odadan çıkınca kapıyı bir dilenci çaldı. Adam, elbiseleri yırtık, orta yaşta, salyası çenesine akmış birisiydi. Hazreti Râbi;
-Onu içeri alın, dedi.


“O BİLMİYORSA, ALLAH BİLİYOR!”

Babası oğluna, tepsiyi dilencinin önüne koymasını işaret etti. Çocuk denileni yaptı. Adam tepsinin yanına geldi. Büyük büyük lokmalarla yutmaya başladı. Tepside hiç tatlı kalmadı. Oğlu;
-Babacığım, annem emek çekti bu tatlıyı senin için yaptı, ancak, sen onu ne yediğini bilmeyen bu adama yedirdin, dedi. Babası da;
-Yavrum, o bilmiyorsa Allah biliyor ya... dedi ve arkasından da şu âyet-i kerimeyi okudu:
“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça, gerçek iyiliğe elbette erişemezsiniz.”
Râbi bin Huseym hazretleri bir gün de buyurdu ki:
“Ölümü çok anınız çünkü o sizin beklemekte olduğunuz, ortada görünmeyen bir şeydir.
Ortada olmayan şey uzun süre ortadan kaybolursa artık onun dönmesi yaklaşmış demektir ve bunun üzerine sahipleri onu beklemeye başlarlar...”
Bu sözleri söyledikten sonra ağladı ve şunları söyledi:

“Yarın, yer sarsılıp üzerindeki her şey yıkıldığı zaman...
Melekler sıra sıra dizilip, Rabbinin emri geldiği zaman ve o gün cehennem ortaya konduğu zaman ne yaparız?”



“BABANA İYİLİK, HAYIR GELDİ”
Arkadaşları anlatıyor:
“Bir gün, yanımızda Râbi bin Huseym de olduğu halde Abdullah İbn Mesud’la birlikte dışarı çıktık.
Fırat Nehrinin kenarına geldiğimizde, ateşi tutuşmuş büyük bir tuğla ocağına rastladık.
Oradan kıvılcımlar uçuşuyordu. Dilim dilim alevler yükseliyordu. Rabî, ateşi görünce olduğu yerde kaldı.
Onu şiddetli bir titreme aldı ve şu âyet-i kerîmeyi okudu:
(Bu ateş, onlara uzak bir yerden gözükünce, onun kaynamasını ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlanarak, dar bir yerden atıldıkları zaman, orada, yok olup gitmeyi isterler! Bir kere yok olmayı değil, birçok kere yok olmayı isteyin, denir.)
Daha sonra bayılıp yere düştü. Ayılıncaya kadar başında beklediler ve sonra evine getirdiler...
Ölüm döşeğindeyken kızı ağlamaya başladı. Ona, “Kızım! Niçin ağlıyorsun? Babana iyilik, hayır geldi” deyip ruhunu teslim etti.
 
Geri
Üst