Sure meali paylaşımları..

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan Z1rT
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
sebe suresi meali

Mekkî olup 54 âyettir. Bu sûre-i şerife, ihtiva ettiği konulardan biri olan ve 15. âyette geçen Sebe’ halkı sebebiyle bu ismi almıştır. Diğer birçok Mekkî sûre gibi tevhid, nübüvvet ve âhiret esaslarını hatırlatmayı gaye edinir. Bu hakikatler bazı peygamber kıssaları ile de desteklenir. Ezcümle: Hz. Davud (a.s.) ile Hz. Süleyman (a.s.)’a Allah Teâlâ’nın verdiği iktidar, onların çağdaşı olan Sebe’ medeniyeti anlatılırken, nimetin ancak şükürle devam ettiği dersi verilir. Müşriklerin şüpheleri izale edilir. Sûre kâfirleri tevhide dâvet ederek sona erer.


.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Bütün hamdler, güzel övgüler gerçek ilah olan Allah’a mahsustur ki göklerde ve yerde olan her şey O’nundur.
Âhirette de hamdler O’na mahsustur.
O hakîmdir, habîrdir (tam hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyden hakkıyla haberdardır). [92,13]
2 – Yere giren ve oradan çıkan, gökten inen ve oraya yükselen ne varsa O, hepsini bilir. O rahîmdir, gafurdur (merhamet ve ihsanı boldur, çok affedicidir).
3 – Kâfirler: “Başımıza gelecek kıyamet (dirilme ve duruşma) diye bir şey yok!” diye iddia ettiler.
De ki: “Hayır! Rabbim hakkı için o gelecektir!
O gaybları bilen öyle bir Zattır ki O’nun ilminden göklerde ve yerde zerre miktarı birşey bile kaçamaz.”
Zerreden daha küçük ve daha büyük hiç bir şey yoktur ki her şeyi açıklayan kitapta (levh-i mahfuzda) bulunmasın. [7,187; 20,15; 10,53; 64,7]
4 – Böylece Allah, iman edip güzel ve makbul işler yapanları ödüllendirir.
İşte onlara bir mağfiret ve çok değerli bir nasib vardır. [59,20; 38,28]
5 – Âyetlerimize karşı koymak için çalışanlara,
hükmümüzden kurtulacaklarını sananlara,
iğrenç ve gayet acı bir azap vardır.
6 – Kendilerine ilim nasib edilenler,
sana indirilen kitabın, Rabbin tarafından gelen gerçeğin ta kendisi olduğunu
ve o mutlak kudret sahibi, bütün güzel övgülere lâyık olan Allah’ın yolunu gösterdiğini bilirler. [7,43; 36,52; 30,56]
7 – Böyle iken kâfirler kendi aralarında şöyle dediler:
“Siz ölüp de tamamen parçalandıktan ve çürüdükten sonra
size yeniden yaratılacağınızı söyleyerek peygamberlik iddia eden bir adam gösterelim mi?
8 – Yalan uydurup onu Allah’a mı mal ediyor; yoksa kendisinde delilik mi var, bir türlü anlayamadık.”
Hayır, öyle değil, âhirete inanmayanlar azap ve derin bir sapıklık içindedirler.
9 – Onlar gökte ve yerde önlerinde ne var, arkalarında ne var bakmadılar mı? Eğer dilersek onları yerin dibine geçiririz, yahut üzerlerine gökten parçalar düşürürüz. Elbette bunda Rabbine yönelen her kul için ibret vardır. [51,47-48; 36,81; 40,57]
10-11 – Biz Davud’a tarafımızdan bir imtiyaz verdik: “Ey dağlar! Ey kuşlar! Onunla beraber tesbih edin, şevke gelip Allah’ın yüceliğini terennüm edin.” dedik.
Ayrıca demiri ona yumuşattık (demiri şekillendirme kudreti verdik) “Bütün bedeni örtecek uzun zırhlar yap, onları dokumada intizama dikkat et ve siz de ey Davud ailesi! Hepiniz faydalı ve makbul işler yapınız, çünkü Ben yaptıklarınızı görüyorum.” buyurduk. [21,80] {KM, Mezmurlar 96,11-12; 97,5; 114,4}
Demir madenini işletmeyi eskiden yalnız Hititliler ve Filistinliler biliyor ve bunun sırrını saklıyorlardı. Davud (a.s.) zamanında İsrailoğulları da işletmeye başlayıp, büyük bir kuvvet elde ettiler.
Bu âyetten itibaren, Cenab-ı Allah, bazı peygamberlere lütfettiği birtakım mûcizelerden bahsetmektedir. Kur’ân’ı Kerîm’in âyetlerinin, birden fazla irşad vecihleri ihtiva ettiği, müfessirlerin ittifakiyle sabittir. Dolayısıyla bu âyetlerin bildirdikleri çeşitli mânalar arasında bir de, bilimsel ve teknolojik gelişmelere teşvik işareti sezilmektedir.
Peygamberler hidâyet rehberi olarak gönderildikleri gibi, onları yaptıkları her işte örnek almaya çalışıp, rehberliklerinden yararlanmak da müminlere düşen bir görevdir. Allah Teâlâ Peygamberlere mûcize olarak verdiği nimetlerle onların nübüvvetlerini ispat etmenin yanısıra, kâinata koyduğu bilimsel kanunlardan istifade işinde de onların örnek alınmalarını, işaret yoluyla teşvik etmektedir. Hatta denebilir ki manevî kemalat gibi maddî kemalatı da, beşeriyete ilkin mûcize eli hediye etmiştir. Bu gerçeğe bir işaret olarak geleneksel san’atlar, peygamberlerden birini san’atlarının piri ve önderi saymışlardır: (gemiciler Hz. Nuh’u, saatçılar Hz. Yusuf’u, terziler Hz. İdris’i gibi (aleyhimü’s-selâm).
Davud (a.s.)’ın dağları konuşturmasında gramafon, plak, teyp tekniğine; demirin yumuşatılması ve erimiş bakırın sel gibi akıtılmasında, madenleri işletip sanayii geliştirmeye; Süleyman (a.s.)’ın bir günde iki aylık mesafeyi havaya binerek kat etmesinde uçak teknolojisine, Mûsa (a.s.)’ın değneği ile taştan, topraktan su çıkarmasında artezyene, İbrâhim (a.s.)’i, ateşin yakmamasında ateşe dayanıklı maddelerden elbise yapmaya, Îsâ (a.s.)’ın felçlileri hatta ölmüşleri tedavi edip diriltmesinde tıbbî tedavinin en ileri noktalarına; Süleyman (a.s.)’ın ilimde ileri gitmiş vezirinin, takrîben iki bin km. uzaklıktan Belkıs’ın tahtını getirmesinde televizyona hatta daha ileri seviyelere teşvik sezilmektedir.
12 – Süleyman’ın emrine de rüzgârı verdik. Onun sabah gidişi bir aylık mesafe, akşam dönüşü de bir aylık mesafe idi.
Onun istifadesi için, erimiş bakırı kaynağından sel gibi akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı, onun önünde çalışırlardı. Onlardan kim emrimizden saparsa, ona ateş azabı tattırırdık. [21,81] {KM, I Krallar 7. bölüm; II Tarihler 4,6}
13 – O cinler ona kaleler, heykeller, havuz büyüklüğünde çanak ve leğenler, sabit kazanlar gibi istediği şeyleri yaparlardı.
Ey Davud hanedanı, şükür gayreti içinde olun. Kullarımdan gereği gibi şükredenler çok azdır.
Timsal: Canlı veya cansız bir şeyin biçimine benzer yapılan herhangi bir şekle denir. Onun için Razî bunun izahında “nakışlar” demekle yetinmiştir. Canlıların tasvirleri hadislerle yasaklanmış ise de, bir şeriatte mahzurlu olan şeyin bir başkasında mübah bırakılması mümkündür. Fakat Hz. Süleyman (a.s.) Tevrat ahkâmına bağlı idi. Tevrat’ta ise sûret yapmak yasaklandığından (Çıkış 20,4) Hz. Süleyman (a.s.)’ın yaptırdığı resimlerin cansızlara ait manzaralar ve nakışlar olduğu ihtimali ağır basmaktadır.
14 – Süleyman’ın ölüm fermanını çıkarmamızdan sonra, cinler ve çevresindekiler onun öldüğünü, ancak dayandığı asasını bir ağaç kurdunun yemesi sonucunda, kendisinin yere yıkılmasından sonra anlayabildiler.
O, yere düşünce cinler kesin olarak anladılar ki şayet gaybı bilmiş olsalardı kendilerini zelil ve perişan eden angarya işlerde devam edip gitmezlerdi.
15 – Gerçekten Sebe’ halkına, oturdukları diyarda bir ibret dersi vardı. Onların meskenleri sağdan soldan iki bahçe ile çevrili idi. Peygamberleri kendilerine dedi ki: “Allah’ın nimetlerinden yiyiniz, içiniz, O’na şükrediniz. Ne hoş bir diyar! Ne iyi, ne müsamahalı ve bağışlayıcı bir Rab!”
Sebe’: Yemen’de yerleşmiş bir kabile adı olup başkentleri Ma’rib, bu günkü San’a civarında yer alıyordu. Kurdukları üstün medeniyet dillere destan idi. Hz. Süleyman (a.s.) vesilesiyle mânen de yükselen bu millet, daha sonra şirke ve tefrikaya mâruz kaldı. M.Ö. 5. asırda ünlü Ma’rib barajının çöküşü ile bu ülkenin yıldızı da söndü.
16 – Fakat onlar bu dâvete sırtlarını döndüler, Biz de onların üzerlerine kükremiş, hırçın mı hırçın, bendleri yıkan bir sel gönderdik.
O güzelim bahçelerini, içinde sadece buruk yemişli, ılgınlık, biraz da dikeni çok, meyvesi az ağaçlardan ibaret bozulmuş bahçelere çevirdik. [27,22;24]
17 – Biz inkâr ve nankörlükleri sebebiyle onları böylece cezalandırdık. Zaten nankörlükte çok ileri gidenden başkasını cezalandırır mıyız?
18 – Onların diyarlarıyla, feyz ve bereket verdiğimiz kutlu beldeler arasında sırt sırta vermiş, biri birinden görülebilen nice kasabalar var ettik ve bunlar arasında düzenli ulaşım imkânları sağladık.
“Oralarda geceler ve gündüzler boyunca, güven içinde gezin dolaşın!” dedik.
Meskûn yerlerin birbirine yakınlığı, ülkenin refah ve bereketini gösteriyordu. Feyz ve bereket verilen şehirler ise Şam ülkesinin şehirleridir.
19 – Fakat onlar: “Ya Rabbena, seferlerimizin arasını uzaklaştır (şehirlerimiz birbirine çok yakın, bunların arasını uzat, daha uzun mesafelere gidelim, ülkemizi genişlet) diye dua ettiler ve böylece kendilerine yazık ettiler.
Biz de onları dillere destan olan, hayret ve ibretle bahsedilen masal haline getirdik, başka yerlere göç etmeleri suretiyle darmadağın ettik. Bunda elbette çok sabırlı, çok şükürlü olan kimselerin alacakları hayli ibretler vardır. [28,581; 16,112]
Onlar kazanç hırsıyla, fakirleri daha çok soymak için yol konaklarının aralarının uzaklaştırılmasını bilfiil temenni ettiler.
İngiliz müsteşrik Muir, o zaman Yemen ile Şam arasında ticaretin çok mühim olup iki tarafı da zenginleştirdiğini anlattıktan sonra Hadramut ile Eyle arasında yetmiş konak bulunduğunu, bu konakların bugünkü konaklara uyduğunu belirtir.
Sebe’lilerin darmadağın olmaları darbımesel haline geldi. Öyle ki bugün bile Araplar, bir topluluğun darmadağın olmasından bahsederken: “Sebe’liler gibi darmadağın oldu” derler.
20 – Hakikaten İblis onlar hakkındaki zan ve temennisini gerçekleştirdi, muradına erdi. Müminlerden bir kısmı hariç, onun peşine düştüler. [7,17; 17,62]
Yemende tevhide inanan bir cemaatin devam ettiği, bu âyetten anlaşılmakta olup, tarihi ve arkeolojik bulgular da bunu desteklemektedir.
21 – Aslında şeytanın onlar üzerinde bir sultası, zorlayıcı gücü yoktu. Ancak âhirete iman edeni, o konuda şüphe eden kimselerden ayırt edip ortaya çıkaralım diye ona bu fırsatı verdik. Rabbin her şeyi hakkıyla gözetlemektedir.
22 – De ki: “Allah’tan başka, tanrılığını iddia ettiğiniz şeylere istediğiniz kadar yalvarın durun bakalım, ele ne geçireceksiniz? Onların ne göklerde ne yerde, size verecekleri zerre kadar bir fayda yoktur.
Onların oralarda en ufak bir ortaklıkları yoktur. Allah’ın onlardan bir yardımcısı da yoktur. [35,13]
23 – Allah’ın huzurunda, O’nun izin verdiğinden başkasının şefaati fayda vermez.
Nihayet o kıyamet saati dehşetinden duydukları korku giderilince:
O dirilenler birbirlerine “Rabbimiz neye hükmetti?” diye sorarlar.
Ötekiler: “Hak ve adalet neyi gerektiriyorsa o hükmü verdi.” derler. “O, yüceler Yücesi, büyükler Büyüğüdür.” [2,255; 53,26; 21,28]
24 – Söyle onlara: “Göklerden, yerden sizi rızıklandıran kimdir?
(Onların cevaplarını beklemeden “Allah’dır” de!
O halde ya biz veya siz, ikimizden biri doğru yol üzerinde veya besbelli bir sapıklıktayız.”
Bu âyet, münazarada insaf prensibine işaret etmektedir. Hakikate sahib olan kimse, başlangıçta bunu iddia etmeyecek, hakikat karşısında rakibi ile kendisini eşit mesafeye yerleştirecektir. Delilini ortaya koyan, netice alacaktır. Aksi halde tartışma gerçekleşemez.
25 – De ki: “Siz bizim suçlarımızdan sorguya çekilecek değilsiniz,
biz de sizin yaptıklarınızdan sorgulanacak değiliz.” [10,41; 109,1-5]
26 – De ki: “Rabbimiz kıyamet günü hepimizi bir araya toplayacak
sonra da aramızdaki hükmü verecektir.
O, tam adaletle hükmeden ve her şeyi bilen bir hâkimdir.” [30,14-16]
27 – De ki: “O’na şerik saydıklarınızı bana gösterin bakayım!
Hayır, öyle şey yok!
Doğrusu şu ki Allah, azîz ve hakîmdir (mutlak galip olup tam hüküm ve hikmet sahibidir).
28 – Ey Resûlüm! Biz seni bütün insanlığa rahmetimizin müjdecisi, azabımızın uyarıcısı olarak gönderdik,
lâkin insanların ekserisi bunu bilmezler. [7,158; 25,1; 6,116; 12,103]
Bu âyet Hz. Muhammed (a.s.)’ın risaletinin belirli bir millet, dil ve coğrafya ile sınırlı olmayıp evrensel, yani bütün zamanlar ve mekânlar için geçerli olduğunu açıkça gösterir.
29-30 – Bir de: “Eğer doğru söylüyorsanız vâd ettiğiniz kıyamet ne zaman gerçekleşecek?” derler.
De ki: “Sizinle öyle bir buluşma günümüz var ki
ondan ne bir an ileri geçebilirsiniz, ne de bir an geri kalabilirsiniz.!” [42,18; [71,4; 11, 104-105]
31 – Kâfirler: “Biz ne bu Kur’ân’a, ne de bundan öncekilere inanırız.” derler.
O zalimleri; sen, Rab’lerinin huzuruna duruşma için getirildiklerinde, birbirlerine laf atarken bir görseydin!
Zebûn edilen, dünyada güçsüz bırakılanlar o kibirli olan önderlerine:
“Ah! Sizin yüzünüzden bu hallere düştük,
siz olmasaydınız biz de iman edecektik!” diyecekler.
32 – Öte yandan dünyada iken kibirlenenler o zebûn edilenlere, ezilenlere:
“Size hidâyet geldikten sonra, biz mi sizi ondan uzaklaştırdık.
Bilakis, siz zaten suçlu kimselerdiniz!” [7,38-39; 14,21; 40,47-48]
33 – Ezilenler de kibirlilere:
“Hayır! İşiniz gücünüz, gece gündüz dolap!
Siz daima Allah’a nankörlük etmemizi,
Ona birtakım şerikler uydurmamızı bizden isterdiniz” derler.
Ve böyle atışırlarken hepsi, azabı gördükleri o esnada, pişmanlıklarını içlerine atarlar...
O inkârcıların boyunlarına ateşten demir halkalar takarız.
Bu, yaptıklarının adil bir karşılığı değil midir?
34 – Uyarmak üzere Peygamber gönderdiğimiz hiçbir belde yoktur ki
onların ileri gelen, varlıklı ve şımarık olanları:
“Biz sizinle gönderilen şeyleri reddediyoruz, bunu böyle bilesiniz!” demiş olmasınlar.
35 – Ve ilave ettiler: “Bizim malımız da, evladımız da sizinkinden daha fazla, sizden daha güçlüyüz.
Biz öyle iddia ettiğiniz gibi azaba falan da uğrayacak değiliz!” [26,111; 11,27; 6,53-133; 23-55-56; 9,55; 7,4; 11-17]
36 – De ki: “Rabbim dilediği kimsenin rızkını, nasibini bollaştırır,
dilediğinin nasibini kısar.
Ama insanların ekserisi bu gerçeği bilmezler.”
37 – Bizim nezdimizde size değer kazandıran şey, ne mallarınızın, ne de evlatlarınızın çokluğu değildir.
Şu var ki, iman edip güzel ve makbul işler yapanlara
bu gayretlerinden ötürü kat kat mükâfat verilecek ve onlar cennetin yüksek köşklerinde güven ve huzur içinde olacaklardır. [17,21]
38 – Âyetlerimize karşı koymak için mücadele edenler
ve elimizden kaçıp kurtulacaklarını zannedenler ise zorla getirilip azabın içine atılacaklardır.
39 – De ki: “Rabbim dilediği kimsenin nasibini bollaştırır, dilediğinin nasibini de kısar.
Siz hayır yolunda her ne harcarsanız Allah onun yerini doldurur.
O rızık verenlerin en hayırlısıdır.”
40 – Gün gelecek, hepsini mahşerde toplayacak, sonra da melaikeye: “Şunlar size mi tapıyorlardı?” diye soracaktır. [5,116; 25,17]
41 – Onlar: “Müşriklerin iddialarından Seni tenzih ederiz. Bizim dostumuz, koruyucumuz onlar değil, sadece Sensin!
Hayır, onlar bize değil, cinlere tapıyor ve ekserisi onlara inanıyorlardı.” diye cevap verirler. [4,117]
42 – İşte bugün kiminiz kiminize ne fayda, ne de zarar vermeye güç yetiremezsiniz.
O kâfirlere de diyeceğiz ki: “Yalan saydığınız o ateş azabını tadın da
yalan mıymış gerçek miymiş söyleyin bakalım!”[32,20]
Aslında sadece fayda söz konusu olup, zarar bahis mevzuu olmamasına rağmen böyle buyurulması şöyle açıklanabilir:
1. Aczlerinin tam olduğunu göstermek 2.Müşriklerin ibadet etmeleri halinde şeriklerin fayda, ibadeti terketmeleri halinde ise onlara zarar veremeyeceklerini bildirmek içindir. 3.Ebu’s-suûd gibi bazı müfessirlerin izahına göre fayda celbetme veya zararı savma kasdedilmektedir. Yani zarar kelimesinin başında hazf-i muzaf vardır.
43 – Kendilerine parlak deliller halinde âyetlerimiz okunduğunda o zalimler:
“Bu, başka değil, sırf sizi atalarınızın ibadet ettiği tanrılarınızdan uzaklaştırmak isteyen bir adam!” dediler.
Ve yine dediler ki: “Bu Kur’ân başka değil, sırf bir iftira!”
Ve yine kâfirler, gerçek kendilerine geldiğinde “Bu besbelli bir büyüden başka bir şey değil!” dediler.
44 – Biz onlara Kur’ân’dan önce, okuyacakları kitaplar vermedik, keza senden önce onları uyarmakla görevli bir peygamber de göndermedik.
45 – Bunlardan, (Mekke müşriklerinden) öncekiler de hakkı yalan saymışlardı.
Halbuki bunların güç ve kuvveti onlarınkinin onda biri kadar bile değildir.
Buna rağmen azabı engelleyemediler.
Peygamberlerimi yalan saydılar ama, redlerine karşı Benim reddedişim nasıl olurmuş, iyice gördüler! [46,26; 40,82]
46 – De ki: “Size bir tek nasihat edeceğim: İkişer ikişer veya teker teker Allah hakki için durup düşünmenizi,
hem sonra bu arkadaşınızda delilikten eser olmadığını iyice anlamanızı istiyorum.
O, ancak şiddetli bir azaptan önce sizi sakındırmak için gelen bir peygamberdir.”
47 – De ki: “Sizden bu hizmetim için hiçbir ücret istemiyorum, (ücret sizin olsun!)
Benim ücretim yalnız Allah’a aittir ve O, her şeye şahittir.”
48 – De ki: “Rabbim hakkı, gerçeği, yerli yerine kor.
O bütün gaybları, bütün gizlileri bilir.”[21,18]
49 – De ki: “İşte gerçek geldi, bütün açıklığıyla ortaya çıktı. Yalan ve sahte olan ise sönüp gitmeye mahkûmdur.” [17,81]
50 – De ki: “Eğer ben yoldan saparsam, kendi aleyhime olarak saparım. Şayet doğru yolu bulursam, bu da Rabbimin bana vahyetmesi sayesindedir. O herşeyi işitir, kullarına pek yakındır.”
51 – Kıyamet günü o kâfirler can kaygısına düştükleri zaman bir görsen! Artık kaçacak hiç bir yerleri yoktur ve cehenneme yakın bir yerde yakalanmışlardır.
52 – İş işten geçtikten sonra “Peygambere inandık.” demektedirler; ama uzak yerden, ta dünyadan imanı nasıl alabilsinler? [32,12]
Maksat şudur: Dönüş ve tövbeleri dünyada kabul edilirdi. Halbuki dünya hayatı, çoktan geçmiş durumda. Dünya, şimdi âhiretten o kadar uzak ki!
Bu, muhali taleb etmektir: Âhiretteki inanmalarının, dünyada iken müminlere imanlarının temin ettiği faydayı sağlamasını beklemektedirler.
53 – Halbuki daha önce onu inkâr etmişlerdi ve uzak bir yerden gayba atıp tutuyorlardı! [18,22; 45,32]
54 – Neticede, tıpkı daha önce benzerlerine yapıldığı gibi, kendileriyle arzu ettikleri şey arasına sed çekilir.
Çünkü onlar, kıyamet hakkında gerçekten insanları kötü zanna düşüren bir şüphe içindeydiler.
Kâfirlerin arzuları, o günkü imanlarının geçerli olup, cehennemden kurtularak cennete girmeleri idi. Fakat bu temennileri gerçekleşmeyecektir.
 
secde suresi meali

Mekke’de indirilmiş olup 30 âyettir. 15. âyetinde, âyetleri dinleyen müminlerin secdeye kapandığını ifade etmesinden ötürü bu sûreye Secde sûresi denilmiştir. Bu âyet, tilavet secdesi âyetlerindendir.
Sûrenin gayesi, iki bölüm halinde yer almıştır. Birincisi: Kur’ân’ın, Allah’ın sözü olup, onu kabul edenlerin ve etmeyenlerin âkıbetlerini bildirmek. İkincisi: Hz. Mûsa (a.s.)’a da böyle bir hak kitap verilerek İsrailoğullarının doğru yola ve zafere ulaştırılması. Sûre, âhirette gerçekleşecek bazı durumları bildirip, müminleri müjdeleyerek sona erer.


Bismillâhirrahmânirrahîm
1 – Elif, Lâm, Mîm.
2 – Bu kitabın, âlemlerin Rabbi tarafından indirildiğinde hiçbir şüphe yoktur.
3 – Yoksa: “Onu uydurdu” mu diyorlar? Bilakis, o gerçeğin ta kendisidir.
Senden önce kendilerini uyaran hiçbir peygamber gelmemiş olan bir toplumu, doğru yolu bulmaları ümidiyle uyarman için
Rabb’in tarafından gönderilmiştir. [30,41]
İsmâiloğulları içinde çıkan tek Peygamber, Hz. Muhammed (a.s.)’dır.
4 – Allah o hak mâbuddur ki gökleri, yeri ve ikisinin arasındaki varlıkları altı günde yaratmış, sonra da arşına kurulmuş mutlak hükümrandır. [7,54]
Sizin O’ndan başka ne hâmîniz, ne şefaatçiniz yoktur. Hâlâ gereğince düşünmez misiniz?
5 – Gökten yere kadar her işi düzenleyip yönetir.
Sonra bütün bu işler, sizin hesabınıza göre bin yıl tutan bir günde O’na yükselir. [65,12]
Bu âyet, sırlarla dolu bir âyet olup akrebiyyet ile kurbiyyetin farkına işaret ediyor. Allah kulunda dilediği anda tasarruf eder, ona “Şahdamarından daha yakındır.” Nasıl ki güneşin ışınları bütün parlak şeylere bir anda ulaşır. Kul ise, O’ndan çok uzaktır, O’na yükselmesi ömürlere sığmaz. Nitekim, yerdeki parlak şeyler güneşe yükselemezler. Âyette geçen “emr” iş demek olup maksat, kâinattaki bütün hadiselerdir.
6 – İşte gaybı ve şehadeti, görünmeyen ve görünen âlemleri bilen, mutlak galebe ve kudret, mutlak rahmet sahibi O’dur.
7 – Yarattığı her şeyi güzel ve muhkem yapıp insanı ilkin çamurdan yarattı.
8 – Sonra onun neslini, önemsiz bir suyun özünden, menîden üretti.
9 – Sonra ona en uygun şeklini verdi, ona ruhundan üfledi.
Size kulaklar, gözler, gönüller verdi.
Ne az şükrediyorsunuz! [4,171; 17,85]
10 – Bir de: “Â! yerin altında toz olup kaybolduğumuz zaman,
gerçekten bu hale gelmiş olan bizler mi yeniden yaratılacağız!” derler.
Hatta onlar Rab’lerinin huzuruna varacaklarını da inkâr ederler.
11 – Sen de ki: “Sizi, canınızı almakla görevlendirilen ölüm meleği vefat ettirecek,
sonra da Rabbinizin huzuruna ***ürüleceksiniz.”
12 – Bir görseydin o suçluları: Rab’lerinin huzurunda, mahcupluktan başları önlerine eğilmiş şöyle derken:
“Gördük, işittik ya Rabbenâ! Ne olur bizi dünyaya bir gönder!
Öyle güzel, makbul işler yaparız ki!
Çünkü gerçeği kesin olarak biliyoruz artık!” [19,38; 67,10; 6,27-29]
13 – Eğer dileseydik bütün insanlara hidâyet verir, doğru yola koyardık.
Lâkin “Cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla dolduracağım” hükmü kesinleşmiştir. [10,99]
14 – “Öyleyse, siz nasıl bugünkü buluşmayı unuttunuz ve bu unutmayı ömür boyu sürdürdüyseniz,
Biz de bugün sizi unuttuk.
Yaptıklarınızdan ötürü, tadın bakalım sürekli azabı!” [45,34; 78,27-30]
15 – Bizim âyetlerimize ancak o kimseler inanır ki kendilerine o âyetler hatırlatıldığında, derslerini hemen alır, secdeye kapanır, Rab’lerine hamd, O’nu takdis ve tenzih ederler, asla kibirlenmezler.
16 – Teheccüd için yataklarından kalkar, cezalandırmasından endişe içinde, rahmetinden de ümitli olarak Rab’lerine dua edip yalvarırlar ve kendilerine nasib ettiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.
17 – İşte onların dünyada yaptıkları makbul işlere mükâfat olarak gözlerini aydın edecek, gönüllerini ferahlatacak hangi sürprizlerin, hangi nimetlerin saklandığını hiç kimse bilemez. [4,22; 10,26] {KM, II Korintos. 12,4}
Bu âyet, cennet nimetlerini pek güzel tavsif etmektedir. Hiç kimse kendisi için hazırlanan nimetleri bilemez. Çünkü bu nimetler maddî gözlerden saklıdır. İbn Abbas’ın dediği gibi, bu dünyada, cennete dair bileceğimiz şeyler, sadece birtakım isimlerden ibarettir. Onların gerçek mahiyetleri dünyadaki hallerinden farklıdır. Allah Teâlâ hadis-i kudsîde şöyle buyurmuştur: “Salih kullarıma öyle nimetler hazırladım ki: ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de beşerden birinin hatırından geçmiştir.”
18 – Öyle ya, mümin olan, hiç fâsık gibi olur mu? Bunlar asla bir olamazlar. [45,21; 38,28; 59,20]
19 – İman edip, güzel ve makbul işler işleyenlere, yaptıklarına karşılık konukluk olarak Me’va cennetleri vardır.
20 – Yoldan çıkmış fâsıkların ise barınakları cehennemdir.
Her ne zaman oradan çıkmak isteseler yine oraya itilirler.
Onlara: “Cehennem azabını yalan sayıyordunuz. Tadın da görün bakalım!” denir. [22,22; 34,42]
21 – O kâfirlerin dönüş yapmaları ümidiyle, onlara en büyük azaptan önce, dünyada açlık, musîbet, esaret, ölüm gibi peşin bir azap tattıracağız.
22 – Rabbinin âyetleri ile kendisine nasihat edildiğinde sırtını dönüp uzaklaşan kimseden daha zalim kimse olur mu?
Biz o suçlulardan elbette intikam alıp onları cezalandıracağız.
23-24 – Şu bir gerçektir ki, sana verdiğimiz gibi Mûsâ’ya da kitap vermiş, sana vahyettiğimiz gibi ona da vahyetmiştik.
Dolayısıyla onun da böyle bir vahiy aldığından hiç tereddüdün olmasın.
Biz ona verdiğimiz kitabı, İsrailoğullarına rehber kıldık.
Onlar sabrettiği ve âyetlerimize kesin olarak inandıkları müddetçe,
Biz, emir ve irşadımızla onlardan doğru yolu gösteren önderler tayin ettik. [17,2]
Âyet-i kerime, Hz. Mûsâ (a.s.)’a, Hz. Muhammed (a.s.)’ın dünyayı şereflendireceğine dair bilgi ihtiva eden bir kitabın gönderildiğini ifade etmektedir.
Yahut maksat şudur: İlahî vahiy yalnız Hz. Muhammed (a.s.)’a verilmiş değildir. Daha önce Hz. Mûsâ’ya da verilmişti. Onun için bu hususta şüpheye düşmek akıl kârı değildir.
25 – Senin Rabbin kıyametteki büyük duruşma günü ihtilaf ettikleri hususlarda onlar arasında kesin hükmü elbet verecektir. [45,16-17]
26 – Yurtlarında dolaştıkları nice nesillerin hayatlarını sona erdirmemiz, onları doğru yola irşad etmiyor mu?
Elbette bunda ibretler vardır.
Hâlâ nasihat dinlemeyecekler mi? [19,98; 7,92; 27,52; 22,45-46]
27 – Görmüyorlar mı ki biz otsuz, kır araziye su sevk ediyoruz, onun sayesinde, hayvanların ve kendilerinin yiyecekleri ekinleri yetiştiriyoruz.
Hâlâ bunları görmeyecekler mi?
28 – Bir de: “Eğer iddianızda doğru iseniz bu fetih (zafer veya kesin hüküm) ne zaman? derler.
29 – De ki: “Fetih günü, kâfirlere imanları fayda vermez, onlara mühlet de verilmez.” [4,84-85]
30 – Şimdi sen onları kendi hallerine bırak.
Yardımımızı veya onların helâk edilmelerini bekle!
Çünkü onlar da senin helâk olmanı bekliyorlar. [52,30; 11,93; 44,59]
 
lokman suresi meali

Mekke’de nâzil olmuş olup 34 âyettir. Sure-i şerifenin konuları arasında en dikkate değer bölüm Hz. Lokman’ın oğluna yaptığı nasihatlerinakleden kısım olduğundan, bu hakikatlerin önemini göstermek üzere sûreye Lokman adı verilmiştir. Lokman, Kur’ân’da adı geçen tek hekim olmaktadır.
Önce Kur’ân’ın hikmet dolu olan bir kitap olduğu vurgulanır. Sonra Allah’ın kâinattaki kudret, hikmet ve birliğine dair bazı deliller zikredilir. Peşinden Lokman’ın hikmetin ta kendisi olan tavsiyeleri bildirilir. Böylece akıl ve tefekkürün gayesi olan hikmet, beşeriyet için bir ideal olarak gösterilir. Daha sonra bazı vahdaniyet delilleri, insanın Rabbine ve O’nun dinine olan ihtiyacı bildirilip, bilgisi ne kadar ilerlerse ilerlesin, insan için gayp olarak kalacak bir alanın hep mevcud olacağı hatırlatılır.


Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Elif, Lâm, Mîm.
2 – Şunlar hikmet dolu kitabın âyetleridir.
3 – İyi davrananlar için hidâyet rehberidir, rahmettir.
4 – Onlar namazı hakkıyla ifa ederler, zekâtı verirler, âhirete de tam olarak iman ederler.
5 – İşte onlardır Rab’lerinden bir hidâyet üzere olanlar ve işte onlardır felah bulanlar!
6 – Öyle insanlar da vardır ki hiçbir delile dayanmaksızın,
halkı Allah yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için asılsız sözler ve hikâyelerle meşgul olurlar.
İşte onları zelil ve perişan eden bir azap vardır. [39,23]
Nadr İbn Hâris adında Mekkeli bir müşrik, İran’la yaptığı ticaret esnasında acem masalları ihtiva eden kitaplar satın almış ve Mekkeli hemşehrilerine getirerek şöyle demişti: “Muhammed size Âd ve Semûd halklarının masallarını anlatıyor. Ben de size Rum ve Acem masallarını söyleyeceğim.” Bunları okuyarak, aklı sıra halkı, Kur’ân’dan uzak tutmaya çalışırdı.
Bazı müfessirler lehv’i, “Allah yolundan alıkoyan şarkı” olarak tefsir ederler. Nüzul sebebi olarak zikredilen bu olaylarla beraber, âyetin beyanının genel olup Kur’ân’la alay edenlerin hepsini kapsadığı meydandadır.
7 – Kendisine âyetlerimiz okunduğunda, sanki onları işiten kendisi değilmiş gibi, sanki kulaklarında ağırlıklar varmış gibi,
son derece kibirli olarak sırtını dönüp uzaklaşır. Onlara gayet acı bir azap verileceğini müjdele!
8 – İman edip, güzel ve makbul işler yapanlara naim cennetleri vardır.
9 – Ebedî kalmak üzere oralara girerler;
Allah’ın vâdi haktır, gerçektir. O, azîz ve hakîmdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
10 – O gökleri, gördüğünüz gibi, direksiz yarattı.
Yere de, sizi sarsmaması için, ağır baskılar, yani ulu dağlar koydu ve orada her türlü canlıyı üretip yaydı.
Gökten de bir su indirdik, orada her güzel çifti yetiştirdik. [51,49]
Diğer muhtemel mâna: “O, gökleri, görebileceğiniz direkler olmaksızın yarattı.”
11 – İşte bunlar Allah’ın yarattıklarıdır. Peki, gösterin bakalım O’ndan başkası ne yaratmış! Doğrusu, o zalimler besbelli bir sapıklık içindedirler.
12 – Biz Lokmana “Allah’a şükret” diye hikmet verdik.
Kim şükrederse kendisi için şükreder.
Kim nankörlük ederse bilsin ki Allah müstağnidir, hiçbir şeye muhtaç değildir, her türlü övgüye lâyıktır. [17,7]
13 – Hani Lokman oğluna nasihat ederken: “Evladım! dedi, sakın Allah’a eş, ortak uydurma! Çünkü şirk pek büyük bir zulümdür.” [6,82; 17,23] {KM, Çıkış 20, 3-17)
14 – Biz insana, annesine babasına iyi davranmasını emrettik.
Zira annesi onu nice zahmetlerle karnında taşımıştır.
Sütten kesilmesi de iki yıl kadar sürer.
İnsana buyurduk ki: “Hem Bana, hem de annene babana şükret,
unutma ki sonunda Bana döneceksiniz.” [2, 233; 46,15; 17,24]
15 – “Eğer onlar, şerik olduğuna dair hiçbir bilgin olmayan şeyi
Bana ortak sayman için seni zorlarlarsa sakın onlara itaat etme!
Ama o durumda da kendileriyle iyi geçin, makul bir tarzda onlara sahip çık!
Bana yönelen olgun insanların yolunu tut!
Sonunda hepinizin dönüşü Bana olacak
ve Ben işlediklerinizi tek tek size bildirip karşılığını vereceğim. [29,8]
“Kendileriyle iyi geçin, mâkul bir tarzda onlara sahip çık!” demek günaha iştirak etmeksizin İslâm’ın razı olacağı iyilik ve insanlığın gerektireceği şekilde beraberlerinde bulun! Mesela; yemek, içmek, giymek gibi ihtiyaçlarını düzene koymak, eziyet etmemek, ağır söylememek, hastalıklarını tedavi ettirmek, vefatlarında defnetmek gibi dünyaya ait yardımlarda bulunmak demektir.
16 – “Evladım, yapılan iş; bir hardal tanesi kadar küçük olsa, bir kayanın içinde saklı da olsa, yahut göklerin veya yerin herhangi bir noktasında bile bulunsa, mutlaka Allah onu meydana çıkarır.
Allah öyle latîf, öyle habîrdir (ilmi gizliliklere pek kolay bir tarzda nüfuz eder). [21,47; 99,7-8] {KM, Luka 8,17; Matta 10,26; Markos 4,22}
17 – Evladım, namazı hakkıyla ifa et, iyiliği yay, kötülüğü de önlemeye çalış, ve başına gelen sıkıntılara sabret.
Çünkü bunlar azim ve kararlılık gerektiren işlerdendir.
18 – Kibirli davranarak insanlara yüzünü dönme, yerde çalımlı çalımlı yürüme!
Çünkü Allah kibirle kasılan, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez. [17,37]
19 – Yürürken ölçülü, mûtedil yürü!
Konuşurken sesini ayarla, bağırarak konuşma!
Unutma ki seslerin en çirkini, avazı çıktığınca bağıran eşeklerin sesidir.
20 – Görmüyor musunuz ki Allah göklerde ve yerde olan şeyleri sizin hizmetinize vermiş.
Görünen görünmeyen bunca nimete sizi garketmiş?
Yine de, öyle insanlar var ki hiçbir bilgiye, yol gösterici bir rehbere veya aydınlatıcı bir kitaba dayanmaksızın Allah hakkında tartışıp durur.
21 – Kendilerine: “Gelin, Allah’ın indirdiği buyruklara uyun!” denilince:
“Hayır, biz babalarımızdan ne görmüşsek onu uygularız, sadece onlara uyarız” derler.
Peki şeytan atalarını o alevli ateş azabına çağırmış olsa da mı onların peşinden gidecekler? [2,170; 43,22]
22 – Kim etrafına hep iyi davranarak yüzünü ve özünü Allah’a teslim ederse o kimse, en sağlam tutamağa sarılmıştır.
Bütün işlerin sonu Allah’a raci olur. Kararlar onun divanından çıkar.
23 – Her kim de dini inkâr ederse, onun küfrü seni üzmesin.
Sonunda Bize dönecekler ve Biz de onlara yaptıkları her şeyi bir bir bildirip karşılığını vereceğiz.
Allah kalplerden geçen düşünceleri dahi bilir. [10,70]
“Bildireceğiz” demekten maksat, yaptıkları bütün kötülükleri bildirip onların ikrarlarını almaktır.
24 – Biz onlara kısa bir süre ömür sürme imkânı veririz,
ondan sonra da şiddetli bir azaba mahkûm ederiz.
25 – Şayet onlara: “Gökleri ve yeri yaratan kimdir?” diye soracak olursan, elbette “Allah’tır” diye cevap vereceklerdir.
De ki: “el-Hamdü lillah (ki müşrikler bile O’nu inkâr edememektedirler!)
Fakat onların ekserisi bunun anlamını bilmezler (yani o müşrikler bu itiraflarıyla, çelişki içine girdiklerini fark etmezler).”
26 – Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır.
Muhakkak ki Allah müstağnîdir, hamîddir (hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, her türlü övgüye lâyıktır).
27 – Eğer Allah’ın kelimelerini yazmak üzere, dünyadaki bütün ağaçlar, kalem olsaydı ve denizlere de yedi deniz daha katılıp bütün onlar da mürekkep olsaydı, bunlar tükenir yine de Allah’ın sözleri tükenmezdi.
Allah, öyle azîz, öyle hakîmdir (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir). [3,39-45; 4, 171; 18,109; 54,50; 79,12-13]
28 – Ey insanlar! Sizin hepinizi yaratmak veya hepinizi öldükten sonra diriltmek bir tek kişiyi diriltmek gibidir.
Allah semîdir, basîrdir (her şeyi hakkıyla işitir ve görür). [36,82; 54,50]
29 – Bilmiyor musun ki Allah geceyi gündüze katıyor, gündüzü geceye katıyor,
böylece sürelerini uzatıp kısaltıyor.
Güneş’i ve Ay’ı, hizmete koşmuş, her biri belirlenen bir vâdeye kadar akıp gidiyor. Gerçekten Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. [22,61.70; 65,12]
30 – Bu, böyledir. Çünkü Allah gerçeğin, hakkın ta kendisidir.
Müşriklerin O’ndan başka yalvardıkları tanrılar ise batıldır. Gerçekten Allah çok yücedir, çok büyüktür.
31 – Görmez misiniz ki gemiler Allah’ın lütfu ile denizde yüzüyor.
Bu, Allah’ın varlığının ve kudretinin bazı delillerini göstermek içindir.
Elbette bunda pek sabırlı, çok şükürlü olanlar için ibretler vardır.
32 – Denizde iken onları dağlar gibi dalgalar kapladığında, bütün kalpleriyle yalnız Allah’a yalvarırlar.
Fakat O, onları kurtarıp karaya çıkarınca bir kısmı işi gevşetir, imanla inkâr arasında ortada kalır.
Bizim âyetlerimizi gaddar ve nankör olandan başkası inkâr etmez. [17,67; 29,65; 35,32]
33 – Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının!
Öyle bir günden çekinin ki o gün hiçbir baba evladına asla fayda veremez, evlat da babasına fayda sağlayamaz.
Allah’ın vâdi elbette gerçektir. O halde sakın sizi dünya hayatı aldatmasın ve çok hilekâr şeytan da sizi Allah ile aldatmasın, Allah’ın affına güvendirmesin! [4,120; 14,22; 35,5] {KM, Hezekiel 18,20; Galatya. 6,5}
34 – Kıyamet saatinin ne zaman geleceğini yalnız Allah bilir. Yağmuru da O indirir, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Hiç kimse nerede öleceğini de bilemez. Herşeyi mükemmel tarzda bilen ve her şeyden haberdar olan, Allah’tır. [6,59]
Bazı âlimlerimiz bu âyetteki beş bilinmeyen konuya mugayyebat-ı hamse derler. Bir hadis-i şerifte de bunu teyid etmek üzere “Beş şey vardır ki onları Allah’tan başkası bilemez” buyurulduktan sonra bu âyet zikredilmiştir. Münavi’nin dediği gibi, hadisin mânası: “Bu beş şeyi Allah’tan başkası, bütün özellik ve incelikleriyle. bilemez.” Şu halde bu hadis Allah Teâlânın bazı makbul kullarına, hatta bu beşten bazı gaybî şeyleri bildirmesine mani değildir. Çünkü bu, sınırlı gayblardandır. Mu’tezilenin bunu inkâr etmesi de mânasızdır.
Bir de şuna dikkat etmek gerekir. Gayb, mutlak gayb ve izafî gayb diye iki çeşittir. Âyet, mutlak gaybın, başkası tarafından bilinmesini reddediyor. İzafî gayb, bazı şartlara, bazı durumlara, bazı şahıslara göre gayb iken bazılarına göre gayb olmayan hususlara denir. Mesela İstanbul’daki insan, Tokyo’da cereyan eden hadiseyi bilemez. Ama vasıtalara sahip olan kimse, televizyon teknolojisi sayesinde görebilir. Bir sene sonra yağmurun ne zaman, ne kadar yağacağı mutlak gaybdır. Ama Allah, dünya atmosferinde yağmurun sebeplerini var ettikten sonra, diğer insanlar için yağmur zamanını bilmek gayb olduğu halde, meteoroloji uzmanları tahmin raporu verebilir.
Diğer bir konu ana karnındaki ceninin cinsiyetini bilme işidir. Son dönemde ultrason gibi cihazlarla bunu tesbit mümkündür. Âyet-i kerime “Rahimlerde olanı yalnız Allah bilir” buyuruyor. “Mâ” Arapçada en umumi bir lafızdır. Kapsamı son derece geniştir. Doğacak çocuğun her türlü maddî özelliklerine, genetik özelliklerine şamil olduğu gibi bütün istidatları, kabiliyetleri, hayat mukadderatı, ta cennete veya cehenneme girinceye kadar bütün özellik ve ayrıntıları dahildir ki bu gaypların yanında, kız mı erkek mi olacağı meselesi zikre bile değmez. Geçen asırlardaki müfessirler için, cinsiyeti bilmek mutlak gayb durumunda olduğundan, bazıları bilinmeyecek şeylere misal verme kabilinden bunu söz konusu etmişlerdir.
 
rum suresi meali

60 âyet olup Mekke’de nâzil olmuştur. Sûrenin, Bizans’ın İranlılara yenildiği 615 yılında nâzil olduğu anlaşılıyor.
Burada Rûmların mağlub edilip daha sonra zafer kazanacaklarını bildirdikten sonra, âhiret hayatının zarurî ve mâkul olduğuna dair deliller getirilir. Daha sonra şirk iptal, tevhid tesis edilir. Ölmüş, kurumuş arzı dirilten Allah’ın, dilediği takdirde dalâletteki insanlığı da kurtarıp diriltebileceğine işaret edilir.
Sûrenin son kısmında, hakkı kabul etmemekte ısrar eden kâfirler körlere benzetilir. Sonunda kaybedenlerin onlar olacağı, Hz. Peygamber (a.s.)’ın ve müminlerin sabır ve sebat göstermeleri neticesinde muzaffer olacakları müjdelenir. Böylece sûrenin başlangıcı ile sonu güzel bir uyum ortaya koyar.


Bismillahirrahmanirrahim.
1 – Elif, Lâm, Mîm.
2-3 – Rumlar yakın bir yerde mağlub oldular.
Ama bu yenilgilerinden sonra galip gelecekler.
Edna’l-ard: “Arap diyarının Rumlara en yakın yerinde” demektir. Zira Araplar arasında malum olan “arz” bundan ibarettir. Bu en yakın yer ise Şam bölgesidir. Yahut “Rûm ülkesinin Araplara en yakın yeri” demektir.
Bi’setin 5. yılında Mekke müşriklerinin Müminlere tazyikleri artmıştı. Müslümanlar Habeşistan’a hicrete yönelmişlerdi. Sasaniler de Bizans’ı çok müthiş bir şekilde mağlup etmiş Ürdün, Filistin, Mısır, hatta Anadolu’yu onlardan alarak İstanbul boğazına Kadıköy’e dayanmışlardı.
Gerek Müslümanların, gerek Rûmların üç-beş sene gibi bir zamanda düşmanlarını yenecekleri, hiç kimsenin hayal edemeyeceği bir şeydi. Böyle iken 2-5. âyetler iki gaybî müjde verdi: Rûmların galip geleceği sırada Müslümanların da zafer kazanacakları müjdelendi. Herakliyus 624’de Azerbaycan’a kadar ilerledi-ğinde, Müslümanlar da Bedir zaferini kazandılar. 627’de en büyük darbeyi vurup nihaî zaferi kazanırken, Müslümanlar Hudeybiye zaferini gerçekleştirdiler.
4-5 – Birkaç yıl içinde. Çünkü işleri karara bağlama yetkisi, başında da sonunda da Allah’a aittir.
O gün, müminler de, Allah’ın verdiği zafer sayesinde sevinecekler.
Allah dilediğini muzaffer kılar. Zira O, azîzdir, rahîmdir (mutlak galiptir, sınırsız merhamet ve ihsan sahibidir). [5,82 - 83]
6 – Bu, Allah’ın vâdidir. Allah verdiği sözden caymaz, fakat insanların ekserisi bunu bilmezler.
7 – Bildikleri, sadece dünya hayatının dış görünüşüdür; ama âhiretten habersiz, gafildirler.
8 – Onlar azıcık olsun kendi başlarına kalıp düşünmediler mi ki:
Allah gökleri, yeri ve ikisinin arasında olan bütün varlıkları gerçek bir gaye ile, belirli bir vâdeye kadar yaratmıştır.
Ama insanların birçoğu, Rab’lerinin huzuruna çıkacaklarını inkâr ediyorlar.
Bu ayet onları kendi vicdanlarında bir muhasebeye davet etmekte ve vicdanlarından hareketle dış âlem hakkında birtakım gerçeklere ulaşmalarını istemektedir.
9 – Onlar dünyayı hiç dolaşmıyorlar mı ki,
kendilerinden önce yaşayanların âkıbetlerinin nasıl olduğunu görsünler?
Onlar, kendilerinden daha güçlü idiler.
Toprağı altüst etmiş, sular, maden, ekin gibi nimetlerden yararlanmış ve şimdikilerin yeri imar edişlerinden daha fazlasıyla imar etmişler, resulleri de kendilerine aşikâr, parlak deliller getirmişlerdi.
Ama hakikati reddettiler ve sonuçta yok olup gittiler.
Allah onlara asla zulmetmedi,
lâkin onlar kendi öz canlarına zulmettiler.
10 – Sonra, o fenalık yapanların âkıbetleri, en fena bir âkıbet oldu.
Çünkü Allah’ın âyetlerini yalan saydılar.
Bir taraftan da onlarla eğleniyorlardı. [6,110, 61,5; 5,49]
11 – Allah, kâinatı yaratmaya ilkin başlayan,
sonra onu tekrar yapan, öldürdükten sonra diriltendir.
İşin sonunda da hesap vermek üzere O’nun huzuruna ***ürüleceksiniz.
12 – Kıyamet koptuğu gün, o suçlu kâfirler ümitlerini tamamen kesip susarlar.
13 – Ortaklarından kendilerine bir tek şefaatçi dahi bulunmaz, zaten onlar ortaklarını da rededeceklerdir.
14 – Kıyamet saati gelip çattığında,
işte o gün, müminlerle kâfirler birbirlerinden ayrılırlar.
Müminler cenneti, kâfirler ise cehennemi dolduracaklardır.
15 – İman edip güzel ve makbul işler yapanlar cennet bahçelerinde ağırlanarak neşelenirler.
16 – İnkâr edip âyetlerimizi ve öldükten sonra dirilmeyi,
Allah’ın huzuruna çıkmayı yalan sayanlar ise, azaba atılırlar.
17 – Haydi siz akşama girerken, sabaha çıkarken
Allah’ı takdis ve tenzih edin, namaz kılın. [11,114; 20,130]
18 – Göklerde ve yerde hamd, güzel övgü O’na mahsustur.
İkindi vaktinde de, öğleye girerken de,
O’nu takdis ve tenzih edin, namaz kılın! [91,3-4; 92,1-2; 93,1-2]
19 – O, ölüden diriyi çıkarır, diriden ölüyü çıkarır ve ölmüş toprağa hayat verir.
İşte siz de öldükten sonra böylece diriltileceksiniz. [36,33-34; 22,5-7; 7,57]
20 – O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerinden biri:
Sizi topraktan yaratmış olmasıdır.
Sonra dünyaya yayılmış beşeriyet haline geldiniz.
21 – O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerinden biri de:
Kendilerine ısınmanız için, size içinizden eşler yaratması,
birbirinize karşı sevgi ve şefkat var etmesidir.
Elbette bunda, düşünen kimseler için ibretler vardır. [7,179]
22 – O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerinden biri de: Gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin farklı olmasıdır.
Elbette bunda bilen ve anlayan kimseler için ibretler vardır. [4,1; 29,43; 49,13; 78,8]
23 – O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerinden biri de:
Geceleyin veya gündüzün uyumanız ve O’nun geniş lütfundan geçim vesileleri aramanızdır.
Elbette bunda işiten kimseler için ibretler vardır.
24 – O’nun delillerinden biri de:
Gâh korku, gâh ümit vermek için size şimşeği göstermesi, gökten bir su indirip ölmüş toprağa onun sayesinde hayat vermesidir.
Elbette bunda aklını çalıştıran kimseler için ibretler vardır.
25 – O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerinden biri de göğün ve yerin, Kendisinin buyruğu ile kaim olmaları,
belirlenen yerde sapasağlam bulunmalarıdır.
Sonra sizi yattığınız yerden bir çağırdı mı, birden kabirlerinizden çıkıverirsiniz! [35,41; 22,65; 17,52; 79,13-14; 36,53]
26 – Göklerde ve yerde kim varsa O’nundur.
Onların hepsi, isteyerek veya istemeyerek O’na itaat ederler.
27 – Mahlûkları ilkin yoktan yaratan, ölümden sonra da dirilten O’dur.
Bu diriltme O’na göre pek kolaydır.
Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O’nundur.
Gerçekten O azîz ve hakîmdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
28 – Bakın, Allah size kendi hayatınızdan bir temsil getiriyor:
Hiç, elinizin altındaki köle ve hizmetçilerden, size nasib ettiğimiz servette, onların payları da sizinki ile eşit olacak derecede,
kendinize ortak yaptığınız, kendinize itibar ettiğiniz kadar onlara da itibar edip saydığınız
ortaklarınız var mıdır?
İşte Biz aklını kullanan kimseler için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.
29 – Fakat zalimler bir bilgiye dayanmaksızın, körü körüne heva ve heveslerine tâbi oldular.
Allah’ın şaşırttığını artık kim doğru yola getirebilir? Bu işte onlar hiç bir yardımcı bulamazlar.
30 – O halde sen, batıl dinlerden uzaklaşarak yüzünü ve özünü, hak din olan İslâm’a yönelt.
Yani Allah’ın insanları yaratmasında esas kıldığı o fıtrata uygun hareket et.
Allah’ın bu hilkatini kimse değiştiremez. İşte dosdoğru din budur.
Fakat insanların ekserisi bunu bilmezler. [17,172; 12,103; 6,116]
31-32 – Başka her şeyden geçerek O’na tam gönül verin,
O’na karşı gelmekten sakının, namazı hakkıyla ifa edin!
Ve asla dinlerini parça parça edip
kendileri de öbek öbek olan o müşriklerden olmayın!
Öyle ki her hizip, kendi yanındakiyle böbürlenmektedir [6,159].
33-34 – İnsanlar bir derde düşünce, başka her şeyi unutarak
yalnız Rab’lerine gönülden yalvarırlar;
Sonra Allah onlara nezdinden bir rahmet ve bolluk tattırınca,
bir de bakarsın ki onlardan bir kısmı Rab’lerine eş, ortak koşuyor
ve böylece Allah’ın nimetlerine nankörlük ediyorlar.
De ki: “Bir süre eğlenin bakalım, yakında öğrenirsiniz!”
35 – Yoksa Biz onlara bir ferman indirmişiz de,
o ferman mı Allah’a şirk koşmalarını bildiriyor?
36 – İnsanlara bir nimet, bir bolluk tattırdığımızda onunla sevinip şımarırlar.
Şayet kendi yaptıkları sebebiyle başlarına bir fenalık gelirse, hemen ümitsizliğe düşerler. [2,95; 4,78-79; 11,10]
37 – Görüp anlamıyorlar mı ki Allah dilediği kimsenin nasibini bol bol verir, dilediğinin nasibini kısar.
Elbette bunda iman edecek kimseler için alınacak ibretler vardır.
38 – O halde yakınlarına, yoksula ve yolcuya hakkını ver.
Allah’ın rızasına nail olmak isteyenler için böyle yapmak daha hayırlıdır. Felaha erenler de işte onlardır.
39 – Şunu unutmayın: Başkalarının mallarıyla artış sağlasın diye faize verdiğiniz para, zahiren fazlalaşsa da Allah’ın nezdinde artmaz.
Ama Allah’ın rızasını arzulayarak verdiğiniz zekâtlar,
O’nun nezdinde bereketlenir.
İşte böyle yapanlar ödüllerini kat kat artırırlar.
40 – Allah O yüce Rabdir ki sizi yaratır, sonra rızıklandırır, sonra tayin ettiği vâde geldiğinde sizi öldürür, sonra da diriltir.
Düşünün bakalım: Sizin, ibadette Allah’a ortak yaptığınız putlar içinde bunlardan herhangi bir şeyi yapabilen var mı?
Allah onların iddia ettikleri ortaklardan münezzehtir, yücedir.
41 – Allah’ın buyruklarını umursamayan şu insanların
kendi tercihleri ile yaptıkları işler yüzünden karada ve denizde (bütün dünyada) bozukluk ortaya çıktı, nizam bozuldu.
Doğru yola ve isabetli tutuma dönme fırsatı vermek için,
Allah, yaptıklarının bazı kötü neticelerini onlara tattırır. [7,168] [21,35; 2,155]
42 – De ki: “Dünyayı gezin de daha önce geçmiş toplumların âkıbetlerinin nasıl olduğuna bakıp anlayın.
Onların da ekserisi müşrik idiler.”
43 – Öyleyse Allah tarafından, o geri çevirilmesi mümkün olmayan gün gelmeden önce,
sen yüzünü, özünü dürüst bir şekilde dosdoğru dine yönelt!
O gün insanlar zümre zümre ayrılacaklardır.
44 – Kim inkâr ederse inkârının zararı kendisinedir.
Kimler de güzel ve makbul işler yaparlarsa, onlar da kendileri lehine iyi bir hazırlık yapmış olurlar.
45 – Zira Allah iman edip güzel ve makbul işler yapanları lütfu ile ödüllendirecektir.
O, kâfirleri asla sevmez.
46 – O’nun varlığının ve kudretinin delillerinden biri de:
Size rahmet eserlerini tattırması, emri ile gemilerin akıp gitmesi ve O’nun lütfundan nasip aramanız ve şükretmeniz için, rüzgârları müjdeci olarak göndermesidir.
47 – Ey Resulüm! Biz senden önceki ümmetlere de resuller gönderdik.
O peygamberler ümmetlerine parlak deliller getirdiler, ama çoğu iman etmedi.
Biz de o suçlulardan intikam aldık.
Çünkü müminleri desteklemek, Bize düşen bir borç idi. [10,103; 6,12]
Mûcizeler, bu parlak delillerin bir kısmıdır. Allah’ın kâfirlerden intikam alması ise, onları cezalandırarak o zalimlerden, müminlerin intikamını alması demektir.
48 – Allah o azamet sahibidir ki rüzgârları gönderir, rüzgârlar bulutları kaldırır.
Sonra o bulutları gökte dilediği gibi yayar ve parça parça dağıtır.
Bir de bakarsın ki aralarından yağmur akıp duruyor!
Derken onu kullarından dilediklerine ulaştırınca, derhal yüzleri gülüverir. [7,57]
49 – Halbuki onlar, daha önce Allah’ın üzerlerine yağmur indireceğinden tamamen ümitsiz idiler.
50 – İşte bak, Allah’ın rahmetinin eserlerine!
Ölmüş toprağa nasıl hayat veriyor!
İşte bunları yapan kim ise, ölüleri de O diriltecektir.
O, her şeye hakkıyla kadirdir.
51 – Eğer Biz onlara sıcak, kavurucu bir rüzgâr göndersek, onlar da o yeşillikleri sararmış, kavrulmuş görseler, ondan sonra nankörlük etmeye koyulurlar. [56,63-67]
Daha önce Allah’ın kendilerine ihsan ettiği sayısız nimetleri unuturlar. Menfaatlerinin zedelendiğini görünce hemen o yüce Yaratıcıyı itham etmeye kalkışırlar.
52 – Şunu bil ki: Sen ne ölülere sesini duyurabilirsin, ne de arkasını dönüp uzaklaşan sağırlara bu dâveti işittirebilirsin. [63,36; 67,10]
53 – Sen, körleri de şaşkınlıktan, yanlış yola girmekten kurtaramazsın.
Sen ancak, âyetlerimize iman etmeye yatkın kimselere çağrını duyurabilirsin. Çünkü onlar hakka teslim olurlar.
54 – Allah o kadirdir ki sizi bir zaaftan yaratmakta, sonra zaafın ardından bir kuvvet yaratmakta, müteakiben kuvvetten sonra bir zaaf ve ihtiyarlık yapmaktadır.
O dilediğini yaratır. Her şeyi bilen, her şeye kadir olan, yalnız O’dur.
55 – Kıyamet (duruşma) saati gelip çattığında suçlu kâfirler yemin ederek dünyada sadece bir saat kaldıklarını ileri sürerler.
Onlar (dünyada iken de doğruluktan) işte böyle döndürülüyorlardı.
Duruşma için kabirden kalkıp mahşere sevk edilen kâfirler, dünyada veya kabirde ancak bir saat kadar kaldıklarını söylerler. Burada şu ihtimaller vardır: 1- Yalan söylemeleri 2- Dünya hayatının süresini unutmuş olmaları 3- Kendilerine Yeterli ömür süresi verilmediği iddiasıyla mazeret kapısı aralamaya girişmeleri.
56 – Kendilerine ilim ve iman nasib edilenler ise derler ki:
“Siz Allah’ın kitabınca ba’s (dirilme) gününe kadar durdunuz.
İşte bugün dirilme günüdür, fakat siz bunu bilmiyordunuz.”
57 – O gün zalimlere, mazeretleri fayda vermeyeceği gibi, onlardan özür dilemeleri de istenilmez.
Dünyaya gönderilip Allah’ı razı etme, imanlı bir hayat sürme fırsatı verilmez.
58 – Biz gerçekten bu Kur’ân’da insanlar için nice meseller getirdik.
Eğer sen onlara karşı istedikleri bir mûcizeyi getirmiş olsan dahi, o kâfirler: “Siz ancak, batıl iddialar peşindesiniz” derler. [10,96-97; 6,111; 15,14-15]
59 – İşte Allah, ilim peşinde olmayan, gerçeği aramayanların kalplerini böyle mühürler.
60 – O halde sabret!
Çünkü Allah’ın vâdi kesindir.
Sakın ona inanmayanlar seni paniğe düşürmesin, seni dayanıksız bulmasın ve seni endişelendirmesinler.
 
ankebut suresi meali

Mekkî dönemde nâzil olmuş olup 69 âyettir. Bazı müfessirler sûrenin başında münafıklardan bahseden on âyetin (2-11) varlığı sebebiyle, bunların Medine döneminde indiğini düşünürler. Halbuki burada Medine’dekinden farklı olarak kâfirlerin uyguladığı baskıdan korkup ikiyüzlü bir tutum izleyen kimseler söz konusudur. Bu ise Mekkede mevcut idi. Müminlerin Mekkede en fazla tazyik edildiği dönemde bu sûrenin indiği anlaşılıyor. Müşrikler kötü âkıbet ile tehdit edilmektedirler. Müminlere, baskıya dayanmaları, zor gelirse hicret etmeleri hatırlatılmaktadır. Tevhid ve âhiretin güçlü delilleri de sûrede serdedilmektedir.

Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Elif, Lâm, Mîm
2 – Müminler sadece “İman ettik” demeleri sebebiyle kendi hallerine bırakılıvereceklerini, imtihana tâbi tutulmayacaklarını mı zannettiler? [9,16; 2,214]
3 – Biz elbette kendilerinden önce yaşamış olanları denedik.
Allah elbette şimdiki müminleri de imtihan edip iman iddiasında sadık olanlarla, samimiyetsiz olanları elbette bilecektir.
Fahreddin Razî der ki: Müfessirler, bu âyeti zahirî şekliyle anlamanın, Allah’ın ilminde değişme ve yenilenme gerektireceğini zannederler. Zira Allah Teâlâ imtihan etmeden önce de neticeyi bilmektedir. Bu düşünce ile âyetteki “Allah bilecek” kısmını “Allah gösterecek, ortaya çıkaracak, ayırd edecek” diye açıkladılar. Biz de deriz ki: âyeti zahirî şekliyle anlamak, daha uygundur. Çünkü Allah’ın ilmi, bir sıfattır ki onda, her şey vâki olduğu gibi zuhur eder. Mesela imtihandan önce Allah bilir ki “Zeyd itaat edecek, Amr ise isyan edecek. Sonra imtihan sırasında da bilir ki birinci itaatli, ikinci âsi. İmtihandan sonra bilir ki Zeyd itaat etti, Amr ise isyan etti. Her üç durumda da O’nun ilmi değişmez. Değişen sadece ilmin konusudur.”
İbnu’l-Muneyyir ise şöyle der: “Gerçekten, Allah’ın ilmi birdir. Her mevcuda, var olduğu sırada veya önceki ve sonraki şekliyle nasıl ise öyle taalluk eder.” Fakat unutmamak gerekir ki burada sebebin zikredilmesinden maksud, müsebbebe dikkat çekmektir. Yani “bilecek” demekten maksat “hak ettiği ödülü veya cezayı verecek” demektir.
4 – Kötülükleri işleyenler hükmümüzden kaçıp kurtulacaklarını mı zannettiler? Ne fena hükmediyorlar!
5 – Kim Allah’a kavuşmayı ümid ediyorsa bilsin ki Allah’ın tayin ettiği vâde mutlaka gelecektir.
O her şeyi hakkıyla işitir ve bilir.
6 – Kim de cihad ederse sırf kendi nefsi hesabına cihad eder.
Muhakkak ki Allah, âlemlerden ve özellikle insanlardan müstağnidir, kimseye ihtiyacı yoktur. [45,15]
7 – İman edip güzel ve makbul işler yapanların elbette günahlarını örteceğiz ve onların yaptıkları çalışmaları en güzel şekilde mükâfatlandıracağız. [4,40]
8 – Biz insana, yapacağı en hayırlı iş olarak, annesine ve babasına iyi davranmasını bildirdik.
Ama bununla beraber, onlar senden, hakkında bilgin olmayan bir şeyi, Bana şirk koşmanı isterlerse, itaat etme!
Hepinizin dönüşü Bana’dır ve Ben de yapageldiğiniz şeyleri bir bir bildirip karşılığını vereceğim. [17,23-24; 31,14-15] {KM, Matta 10,34-37}
9-10 – İman edip güzel ve makbul iş yapanları elbet hayırlı insanlar arasına dahil edeceğiz.
Kimi insanlar vardır ki “Allah’a iman ettim” der, fakat Allah yolunda olduğu için işkence edilince halkın bu baskısını, Allah’ın azabı gibi sayar.
Şayet senin Rabbinden zafer ve galebe gelirse “Biz sizinle beraberdik” diyeceklerdir.
Oysa Allah, insanların kalplerinin neleri sakladığını pek iyi bilmektedir. [22,11; 5,22; 4,141]
11 – Elbet, Allah iman edenleri bilip ortaya çıkaracak, elbette, münafıkları da bilip ortaya çıkaracaktır.
12 – Kâfirler müminlere:
“Bizim yolumuza tâbi olun, günahlarınız bizim boynumuza, yükünüzü biz taşırız” derler.
Oysa bunlar, ötekilerin hiçbir günahını yüklenmezler.
Onlar açıkça yalancıdırlar. [35,18; 70,10 - 11]
13 – Ama onlar mutlaka kendi yükleri ile beraber başka yükleri de
yani başkalarını saptırmanın vebalini de taşımak zorunda kalacak ve kıyamet günü uydurdukları iftiralardan sorguya çekileceklerdir. [16,25]
14 – Çok önce Biz Nûh’u halkına resul olarak gönderdik.
O da aralarında bin yıldan elli yıl eksik kaldı.
Netice de onlar zulümlerine devam ederken tufan onları boğdu. {KM, Tekvin 9,29}
15 – Onu ve gemide bulunanları kurtarıp
o gemiyi ve o hadiseyi bütün insanlara ibret vesilesi yaptık. [54,15; 69,11-12; 36,41-44]
16 – İbrâhim’i de resul olarak gönderdik.
“Ey benim halkım, dedi, yalnız Allah’a ibadet edin ve O’na karşı gelmekten sakının.
Eğer bilirseniz, böyle yapmanız sizin için daha hayırlıdır.”
17 – Siz Allah’tan başka bir takım putlara tapıyorsunuz.
Bunları Allah’a şerik yapmakla, açıkça yalan uyduruyorsunuz.
Oysa Allah’tan başka ibadet ettiğiniz putlar, sizin rızıklarınızı yaratıp sizi rızıklandırmaya güç yetiremezler.
O halde rızkınızı Allah nezdinde arayın, yalnız O’na ibadet edin ve O’na şükredin, sonunda yine O’nun huzuruna ***ürüleceksiniz.”
18 – “Şayet siz beni yalancı sayarsanız, sizden önceki birtakım ümmetler de resullerini yalancı saymıştı.
Elçinin görevi imana zorlamak değil, sadece açıkça tebliğ etmektir.”
19 – Peki o inkâr edenler dünyada gezerek
Allah’ın, mahlukatı yoktan nasıl yarattığını,
sonra da bu yaratmayı tekrar tekrar yaptığını görmüyorlar mı?
Şüphesiz ki bu işler, Allah’a göre kolaydır. [30,27; 52,35-36]
20 – De ki: “Dünyayı gezin dolaşın da,
Allah’ın yaratmaya nasıl başladığını anlamaya çalışın.
Sonra, Allah tekrar yaratmayı da ölümden sonra diriltmeyi de gerçekleştirecektir.
Allah elbette her şeye kadirdir.”
21 – O, dilediğini cezalandırır, dilediğine merhamet eder.
Hepiniz O’nun huzuruna ***ürüleceksiniz.
22 – Sizler ne yerde, ne gökte Allah’ın hâkimiyetinin dışına kaçarak kurtulamazsınız.
Sizin Allah’tan başka ne koruyanınız, ne de yardımcınız yoktur.
23 – Allah’ın âyetlerini ve âhirette O’na kavuşmayı inkâr edenler, işte onlar, Ben’im merhametimden ümitlerini kesenlerdir.
Onlara gayet acı bir azap vardır.
24 – Halkının ona verdikleri cevap:
“Öldürün onu!” veya “Ateşe atın!” demekten başka bir şey olmadı.
Ateşe attılar ama Allah onu ateşten kurtardı.
Elbette bunda iman edecek kimseler için ibretler vardır. [37,97 - 98].
25 – İbrâhim onlara şöyle dedi:
“Siz dünya sevgisinin ürünü olarak Allah’tan başka birtakım sevgili putlar edindiniz.
Ama sonra kıyamet günü gelince
birbirinizi red ve inkâr edecek,
birbirinize lânet edeceksiniz.
Barınacağınız yer ateş olacak
ve kendinize hiçbir yardımcı bulamayacaksınız. [7,38; 43,67]
26 – İbrâhim’in söylediklerine Lût iman etti.
İbrâhim: “Ben” dedi, “Rabbimin emrettiği yere hicret edeceğim.
O, azîz ve hakîmdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).”
27 – Biz İbrâhim’e (evlat ve torun olarak) İshak ile Yâkub’u ihsan ettik.
Onun neslinden gelenlerde, peygamberliği ve vahyi devam ettirdik. Ona dünyada mükâfatını verdik. O âhirette de elbette salihlerden olacaktır. [2,130; 21,7; 19,49]
28 – Lût’u da halkına resul olarak gönderdik.
Onlara dedi ki: “Nedir bu haliniz?
Siz dünyada sizden önce hiç kimsenin yapmadığı pek iğrenç bir şey yapıyorsunuz.
29 – Allah’ın bu uyarmasından sonra
siz hâlâ şehvetle erkeklere varacak,
yolu kesecek
ve toplantılarınızda edepsizlik yapmaya devam edecek misiniz?”
Halkının ona cevabı şundan ibaret oldu:
“Doğru söylüyorsan bizi tehdit ettiğin, Allah’ın o azabını getir de görelim!”
30 – “Ya Rabbi!” dedi, “bu müfsitler, bu bozguncular gürûhuna karşı bana Sen yardım eyle!”
31 – Melaikeden olan elçilerimiz İbrâhim’e,
(İshak’ın doğumuna) dair müjde getirdiklerinde:
“Haberin olsun, dediler, biz bu şehrin halkını imha edeceğiz, çünkü oranın halkı büsbütün zalim kimselerdir.”
32 – İbrâhim: “Ama Lût da orada!” deyince onlar şöyle cevap verdiler:
“Orada bulunanları biz pek iyi biliyoruz.
Onu ve yakınlarını kurtaracağız,
yalnız eşi geride kalıp helâk edilenler arasında olacak.”
33 – Elçilerimiz Lût’a gelince, onları, halkının tecavüzlerinden koruyamayacağı düşüncesiyle üzüldü, eli kolu bağlanıp göğsü daraldı.
Onlar dediler ki: “Bizden yana endişe etme, üzülme!
Biz seni ve yakınlarını kurtaracağız, yalnız eşin geride kalanlar arasında yer alacaktır.”
34 – “Büsbütün yoldan çıkmaları sebebiyle, biz bu şehir halkının üzerine gökten bir azap indireceğiz.”
35 – Biz aklını kullanıp düşünen kimseler için, o memleketten âşikâr bir ibret vesilesi (harabe) bıraktık. [37,137 - 138]
36 – Medyen halkına da kardeşleri Şuayb’ı gönderdik, onlara dedi ki:
“Ey benim halkım! Yalnız Allah’a ibadet edin, âhiret gününü bekleyin
ve ülkede fesatçılık yaparak düzeni bozmayın!”
37 – Fakat onlar kendisini yalancı saydılar.
Bunun üzerine müthiş bir zelzele, kendilerini kıskıvrak yakalayıverdi, oldukları yerde çökekaldılar.
38 – Âd ve Semûd halklarını da imha ettik.
Siz ey (Mekkeliler) bunu, kalan ev harabelerinden anlıyorsunuzdur.
Şeytan onlara yaptıkları kötü işleri süsledi ve onları yoldan çıkardı.
Halbuki onlar aklı fikri yerinde, açıkgöz kimselerdi.
39 – Karun’u, Firavun’u ve Haman’ı da helâk ettik.
Mûsa kendilerine belgelerle, mûcizelerle geldi, ama onlar o ülkede kibirlendiler, büyüklük tasladılar, fakat hükmümüzden kurtulamadılar. [28,76-81] {KM, Sayılar 16. bölüm}
40 – Onlardan her birini kendi suçu sebebiyle cezaya çarptırdık:
Kiminin üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik,
kimini korkunç bir gürültü bastırıverdi,
kimini yerin dibine geçirdik,
kimini de suda boğduk.
Allah onlara zulmetmedi, onlar asıl kendi kendilerine zulmettiler.
41 – Allah’tan başka hâmi, sığınacak tanrı edinenlerin durumu,
tıpkı kendine yuva yapan örümceğin haline benzer.
Halbuki en çürük yuva, örümcek ağıdır.
Keşke bu gerçeği bir bilselerdi!
42 – Allah, onların Kendisinden başka hangi varlıkları tanrılaştırıp yalvardıklarını elbette bilir.
O, aziz ve hakîmdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
43 – İşte bazı gerçekleri anlatmak için,
Biz bu kabil temsiller getiriyoruz, ama bunları, ancak ibret almasını bilenler anlar.
44 – Allah gökleri ve yeri, gayesiz değil, hak ve hikmetle, gerçek bir gaye ile yarattı.
Elbette bunda iman edecek kimseler için alınacak dersler vardır. [53,31]
45 – Sana vahyedilen kitabı okuyup tebliğ et, namazı hakkıyla ifa et.
Muhakkak ki namaz, insanı, ahlâk dışı davranışlardan, meşrû olmayan işlerden uzak tutar.
Allah’ı namazla anmak, elbette en büyük fazilettir.
Allah bütün işlediklerinizi bilir.
46 – Zulmedenleri hariç, Ehl-i kitab ile en güzel olan şeklin dışında bir tarzda mücadele etmeyin ve onlara şöyle deyin:
“Biz, hem bize indirilen kitaba, hem size indirilen kitaba iman ettik.
Bizim İlahımız da sizin İlahınız da bir ve aynı İlahtır ve Biz O’na gönülden teslim olduk.” [16,125; 20,44; 57,25]
47 – Biz, işte sana da bu Kitabı indirdik.
Daha önce kitap verdiğimiz kimseler buna da iman ederlerdi. Şunlardan da ona iman edenler vardır.
Bizim âyetlerimizi kâfirlerden başkası inkâr etmez.
Daha önce kitap verilenlerden Hz. Peygamber (a.s.)’dan önceki dönemde yaşamış Ehl-i kitap, “ve min haülai” (şunlardan da) kısmından maksat ise Hz. Peygamberin çağdaşı olan Ehl-i kitap kasdedilmektedir.
48 – Ey Resulüm! Sen vahyimizden önce kitap okuyan veya yazı yazan bir insan değildin; eğer böyle olsaydı, batıl iddia peşinde olanlar şüphe edebilirlerdi. [7,157; 25; 5,6]
Hz. Peygamber (a.s.)’ın ümmîliğin yaygın olduğu bir topluma mensup olduğu bilinmektedir. Kendisinin de ümmî, yani öğrenim görmemiş, okur yazar olmayan bir zat olduğu, tarihî bir gerçektir. Halbuki Kur’ân-ı Kerimde çok çeşitli bilim dallarına ait bilgiler, ilmî prensipler, neticeler, atıflar veya işaretler vardır. Sadece Yahudi ve Hıristiyan dinlerine ve kutsal kitaplarına dair bilgileri göz önünde bulunduracak olursak büyük bir yekün teşkil eder. Bu konulara girmek, hele hele o alanın ilim adamları arasındaki ihtilaflı konularda görüş bildirmek, eleştiri yapmak, karar verip hükme bağlamak, bilgi sahiplerinin bile yanaşamayacağı bir iştir.
Şu halde Kur’ândaki bu bilgilere bir merci lâzımdır. Kur’ânı tebliğ eden ve kırk yıllık ömrünü kendi hemşehrilerinin arasında geçiren Hz. Muhammed’in; okul, öğretmen görmediği, hatta yazma bile bilmediği kesindir. Zira Kur’ân, sayısız muhaliflere karşı bu âyeti bildirmiş, hiçbir düşman çıkıp da onun yazı bildiğini ileri sürememiştir. Öyleyse Kur’ân’ın her şeyi bilen Allah Teâlâ tarafından gönderildiği kesinlik kazanmaktadır.
49 – (Şüpheye en ufak yer yok) O, kendilerine ilim nasib edilenlerin kalplerini aydınlatan parlak âyetlerdir.
Evet, Bizim âyetlerimizi zalimlerden başkası inkâr etmez. [10,96 - 97]
50 – Onlar diyorlar ki: “Ona Rabbinden âyetler (mûcizeler) indirilseydi ya!
De ki: “Âyetler sadece Allah’ın nezdindedir.
Sizin keyfinize göre değil, kendi hikmeti gerektirdiğinde Peygamberine verir.
Ben ancak gerçek durumu bildiren, uyaran bir elçiyim.” [17,59]
51 – Hem kendilerine okunan bu kitabı indirmemiz onlara kâfi gelmiyor mu?
Elbette bunda iman edecek kimseler için bir rahmet ve yeterli bir ders vardır. [26,197; 17,92]
52 – De ki: “Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter.
O, göklerde ve yerde olan her şeyi bilir.
Gerçek ortada iken, batıla iman edip Allah’ı inkâr edenler,
işte asıl ziyana ve hüsrana uğrayanlar onlar olacaktır.” [69,44 - 47]
53 – Senden çarçabuk başlarına azabı getirmeni istiyorlar.
Eğer belirlenmiş bir vâdesi olmasaydı azap onlara muhakkak gelmişti bile!
Fakat hiç farkına varmadıkları bir sırada o kendilerine ansızın gelecektir. [8,32]
54 – Senden çarçabuk başlarına azabı getirmeni istiyorlar.
Ama ne diye böyle sabırsızlanıyorlar ki?
Zaten cehennem kâfirleri kuşatmış bulunuyor.
Burada sebebin hâli, müsebbebin hâli durumunda gösterilmiştir. Zira cehenneme girme sebebi olan inkâr ve isyan, şimdiden, kâfirleri kuşatmış bulunmaktadır.
Şöyle de denilmiştir: Küfür ve isyanlar, gerçekte cehennemdir. Ama bu dünyada bu surette tezahür etmiştir.
55 – O gün azap onları hem üstlerinden hem ayaklarının altından kaplayacak da,
Allah onlara: “Yaptıklarınızı tadın bakalım!” buyuracak. [7,41; 39,16; 21,39; 54,48 - 49; 52, 13 - 16]
56 – Ey iman eden kullarım! Benim sizi yerleştirdiğim dünyam geniştir.
(Bir yerde dininizi uygulayamazsanız başka yere hicret edebilirsiniz.)
Onun için yalnız Bana ibadet ediniz.
57 – Her can ölümü tadacaktır.
Sonunda Bizim huzurumuza getirileceksiniz.
58 – İman edip güzel ve makbul işler yapanları, cennetin yüksek köşklerine yerleştireceğiz.
İçinden ırmaklar akan o cennetlere, onlar devamlı kalmak üzere gireceklerdir.
İyi iş yapanların mükâfatları ne güzel!
59 – Onlar, sabreden ve yalnız Rab’lerine dayanıp güvenen müminlerdir.
60 – Nice canlı mahlûk var ki rızıklarını kendileri taşıyamazlar.
Ama sizi de, bütün onları da rızıklandıran Allah’tır.
O her şeyi hakkıyla işitir ve bilir.
61 – Eğer onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?
Güneş’i ve Ay’ı kim hizmetinize âmade kıldı?” diye sorarsanız elbette “Allah!” diyeceklerdir.
Öyleyse nasıl oluyor da bu gerçekten uzaklaştırılıyorlar?
62 – Allah kullarından dilediğine bol rızık verir, dilediğinin nasibini de kısar.
Muhakkak ki Allah her şeyi bilir.
63 – Eğer onlara: “Gökten su indirip ölümünden sonra yeri canlandıran kimdir?” diye sorsan elbette: “Allah’tır!” diyeceklerdir.
De ki: “Hamd olsun Allah’a ki, (kâfirler bile onun bu vasıflarını inkâr edemiyorlar.)
Bütün hamdler, güzel övgüler aslında Allah’a mahsustur, fakat onların ekserisi bunu düşünüp anlamıyorlar.”
64 – Düşünseler şunu da anlarlardı ki: bu dünya hayatı geçici bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir ve ebedî âhiret diyarı ise, hayatın ta kendisidir.
Keşke bunu bir bilselerdi!
65 – Gemide yolculuk yaparken boğulma tehlikesine düşünce bütün kalpleriyle yalnız Allah’a yalvarırlar.
O da onları kurtarıp karaya çıkarınca bir de bakarsanız ki yine müşrik oluvermişler! [17,67; 31,32]
66 – Neticede kendilerine verdiğimiz nimetlere nankörlük edip, güya geçici bir zevk alırlar.
Alsınlar bakalım, yakında öğrenirler!
67 – Görmüyorlar mı ki etraflarında bulunan insanlara saldırılırken, can güvenlikleri yokken,
Biz Mekke’yi güvenli, emin bir belde yaptık.
Hâlâ mı batıla inanıp Allah’ın nimetlerini inkâr edecekler? [106,1-4; 28,57; 14,35; 90,1; 14,28]
68 – Uydurduğu yalanı Allah’a isnad edenden veya kendisine gelen hakikati yalan sayandan daha zalim kim olabilir? Kâfirler için cehennemde yer mi yok!
69 – Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücahede edenlere elbette muvaffakiyet yollarımızı gösteririz.
Muhakkak ki Allah iyi davrananlarla beraberdir.
 
kasas suresi meali

Mekke’de nâzil olmuş olup 88 ayettir. Hz. Mûsâ (a.s.)’ın kıssasının Kur’ân-ı Kerim’de en tafsilatlı anlatıldığı bir sûre olması itibariyle el-Kasas adını almıştır. Gerçekten, bu sûre-i şerifede Hz. Mûsâ (a.s.)’ın doğumu, Mısır’dan çıkmaya mecbur kalması, Medyen’e hicreti, orada evlenmesi, kendisine ve kardeşi Harun (a.s.)’a risalet verilmesi, Firavun’a gidip ona tebliğde bulunmaları, Karun kıssası, Hz. Mûsâ’nın İsrailoğullarını kurtarıp Mısır’dan çıkarması, onları takib eden Firavun ve ordusunun denizde boğulmaları anlatılır.
Kur’ân, Hz. Peygamber (a.s.)’ı Hz. Mûsâ’ya benzetir. Hz. Mûsâ’ya inanmanın, Hz. Peygamber (a.s.)’a da imanı gerektirdiğini vurgular. 48-52 pasajı, bu hususu açıklar. Sûre, son kısmında, Hz. Peygamberin tebliğinin muzaffer olacağını açıkça haber verir.


Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Tâ. Sîn. Mîm.
2 – İşte şunlar gerçeği açıklayan kitabın ayetleridir.
3 – İnanacak kimseler için, sana Mûsâ ile Firavun’un arasında geçen olayların bir kısmını, gerçeğe tam uygun olarak anlatacağız.
4 – Doğrusu Firavun, ülkesinde (Mısır’da) zorbalık yaptı, büyüklük tasladı. Halkını çeşitli fırkalara ayırdı. Onlardan bir topluluğu, erkek evlatlarını kesmek, kız evlatlarını ise hayata atmak suretiyle özellikle zayıflatmak istiyordu. O, bozguncunun teki idi.
Mısırlılar, İbranîlerin dıştan gelecek bir tehlike ile işbirliği yapacağı endişesi ile İbranî nüfusunu azaltıyorlardı. [12,43]
5-6 – Biz ise o ülkedeki güçsüzlere ihsanda bulunmak, onları dünyada örnek şahsiyetler yapmak ve ülkeye onları vâris kılmak, onlara dünya hâkimiyeti vermek; Firavun’u, Haman’ı ve onların ordularını ise korktuklarına uğratmak istiyorduk. [7,137; 26,59; 29,39; 40,24]
Haman, muhtemelen, özel bir isim olmayıp eski Mısır dininde tanrı Amon’a mensup başrahibe verilen Ha Amen ünvanının Arapçasıdır. Bu sûrenin 38. âyeti ile 40,36-37. ayetleri de bunu destekler.
7 – Bunun içindir ki Mûsâ dünyaya gelince annesine şöyle ilham ettik:
“Onu bir süre emzir, şayet onun başına bir şey geleceğinden endişe edersen, ırmağa bırak, hiç endişe etme, hiç üzülme;
Zira Biz onu sana kavuşturacağız ve onu resullerden yapacağız.”
8 – Firavun’un ailesi onu, kendilerine ileride bir düşman ve başlarına bir dert olması için ırmakta bulup yanlarına aldılar.
Doğrusu Firavun da, Haman da, askerleri de yanılıyorlardı.
9 – Firavun’un hanımı onu sandıktan çıkarınca, kocasına:
“Bana da, sana da neşe kaynağı olacak sevimli bir çocuk! Öldürmeyin onu, olur ki bize fayda sağlar, bakarsın biz onu evlat da ediniriz” diyordu.
(Kendileri açısından, yanlış bir iş yaptıklarının) farkında değillerdi.
Son cümledeki zamir Firavun ailesine ait olabileceği gibi genel olarak insanlar, özellikle saray mensuplarına da ait olabilir. Bu son ihtimale göre, maksatları şu idi: “Halk, işin farkına varmaz, bizim çocuğumuz sanırlar.”
10 – Mûsâ’nın annesi, çocuğunun Firavun’un eline geçtiğini öğrenince aklı başından gitti, onun dışındaki her şeyi unuttu.
Eğer, Biz vâdimize inananlardan olması için kalbine sabır kuvveti vermeseydik, neredeyse işi açığa vuracak, gidip çocuğa sahip çıkacaktı.
11 – İşte bu haldeyken Mûsa’nın annesi, onun kız kardeşine: “Sen, çaktırmadan onu izle!” dedi.
O da, kendisini ele vermeksizin kardeşini uzaktan gözetledi.
12 – Biz daha ilk günden itibaren, onun süt emziren kadınların memelerinden emmesini önlemiştik.
Kız kardeşi bu durumu öğrenince onlara:
“Ona güzelce bakabilecek, onun iyiliğine olan her işi yapacak bir aile tavsiye etmemi ister misiniz?” dedi.
13 – Böylece onu annesine kavuşturduk ki gözü aydın olsun, tasalanmasın ve Allah’ın vaadinin gerçek olduğunu, fakat insanların çoğunun bunu anlamadıklarını öğrensin.
14 – Mûsâ yiğitlik çağına erip olgunlaşınca Biz ona hikmet ve ilim verdik.
Biz iyilik edenleri işte böyle mükâfâtlandırırız.
15 – Mûsa, bir gün, halkın habersiz olduğu bir sırada şehre girdi.
İki adamı, birbiriyle kavga eder vaziyette gördü. Onlardan biri kendi kavminden, öbürü ise düşmanının kabilesinden idi.
Hemşehrisi, düşman olana karşı ondan yardım istedi.
Mûsa da bir yumruk atıp onu öldürdü.
Arkasından: “Bu, dedi, şeytanın işindendir, kötü bir iştir. O gerçekten saptırıcı açık bir düşmandır.” {KM, Çıkış 2,11 vd.}
16 – “Ya Rabbî, ben kendime yazık ettim, affeyle beni?” dedi.
Allah da onu bağışladı. Çünkü O gafurdur, rahîmdir.
17 – “Ya Rabbî! dedi, bana lütfettiğin bu nimetler hakkı için, artık suçlulara asla arka çıkmam.”
18 – Sabaha kadar endişe içinde, etrafı kontrol ederek geceyi geçirdi.
Sabahleyin, bir de baktı ki dün kendisinden yardım isteyen soydaşı, yine Musa’yı imdadına çağırıyor. Mûsa ona: “Belli ki sen azgının tekisin!” dedi.
19 – Bununla beraber Mûsa, hem kendisinin hem de soydaşının hasmı olan adamı tutup onları ayırmak isterken soydaşı (kendisini yakalayacağını sanarak):
“Ne o, Mûsa!” dedi, “dün bir adam öldürdüğün yetmemiş gibi bugün de beni mi öldürmek istiyorsun?
Senin tek isteğin ülkede bir zorba olmaktır, asla ıslah etmek, ara bulmak istemiyorsun.”
20 – Derken, şehrin öte başından bir adam koşarak geldi ve dedi ki:
“Ne yapıyorsun Mûsa? Yetkililer idam istemi ile senin hakkında karar vermek üzere toplantı halindeler. Beni dinlersen derhal şehri terk et!
Ben, hakikaten senin iyiliğini isteyen biriyim!”
21 – Hemen oradan ayrılıp, hep etrafını kontrol ederek endişe içinde şehirden çıktı ve:
“Şu zalimler güruhunun elinden beni halas eyle ya Rabbî!” diye yalvardı.
22 – Medyen tarafına yönelince: “Umarım Rabbim beni doğru yola yöneltir.” dedi.
23 – Medyen’in su kuyularına varınca orada davarlarını suvaran bir grup insan buldu.
Onların gerisinde de, kendi hayvanlarını uzakta tutmaya çalışan iki kadın gördü
“Siz niçin bekliyorsunuz?” diye sordu.
Onlar da: “Çobanlar hayvanlarını suvarıp ayrılmadıkça, biz suvarmayız.
Babamız da hayli yaşlı olduğundan iş bize kalıyor” diye cevapladılar. {KM, Çıkış 2,16}
24 – Bunun üzerine onların davarlarını suvardı, sonra gölgeye çekilip: “Ya Rabbî! Bana lütfedeceğin her türlü nimete muhtacım!” diye dua etti.
25 – Az sonra o iki kızdan biri utangaç bir tavırla yürüyerek çıkageldi ve
“Bize sunduğun suvarma hizmetinin ücretini vermek üzere babam seni dâvet ediyor.” dedi.
Mûsâ onun yanına girip başından geçen olayları anlatınca o zat:
“Endişe etme, o zalimlerin elinden artık kurtuldun!” dedi.
26 – Kızlardan biri: “Babacığım, dedi, bunu işçi olarak tut, zira senin çalıştıracağın en iyi adam, böyle kuvvetli ve güvenli biri olmalıdır.”
27 – Babaları ona: “Kızlarımdan birini seninle evlendirmek istiyorum.
Buna karşılık sen de sekiz yıl yanımda çalışırsın; şayet süreyi on yıla çıkarırsan, o da senin ikramın olur.
Ben seni zahmete sokmak istemem. İnşaallah benim dürüst bir insan olduğumu göreceksin.”
28 – Mûsa: “Bu seninle benim aramızdaki bir sözleşmedir.
Bu iki müddetten hangisini yerine getirirsem bana itiraz edilemez.
Yaptığımız bu sözleşmeye Allah da şahit olsun.” dedi.
29 – Mûsâ müddeti tamamlayıp ailesiyle Mısır tarafına doğru yolda giderken, dağ tarafında bir ateş fark etti.
Ailesine: “Durun, dedi, ben bir ateş fark ettim.
Gideyim belki yol hakkında bir bilgi alır,
veya bir ateş koru getiririm de ateş yakıp ısınma imkânı bulursunuz.” [20,10] {KM, Çıkış 3,1}
Hz. Mûsâ kıssasında geçen dağ, Sina dağıdır.
30 – Oraya varınca kutlu mekândaki vâdinin sağ tarafında bulunan ağaçtan şöyle nida edildi:
“Ey Mûsa! Rabbülâlemin olan Allah Ben’im.”
31 – “Haydi asânı yere bırak!”
Mûsâ onun çevikçe hareket eden bir yılana dönüştüğünü görünce derhal kaçtı, bir kere olsun dönüp arkasına bile bakmadı.
“Gel Mûsâ! Endişe etme, çünkü sen güven içinde olanlardansın!”
32 – “Elini koynuna sok! Şimdi çıkar:
İşte kusursuz, pırıl pırıl ışık saçıyor.
Yılana karşı korkudan ötürü tavır alma saikiyle kanat gibi açılan kollarını kendine çekip toparlan, korkma artık!
İşte bunlar, Rabbin tarafından Firavun ile onun ileri gelen yetkililerine gönderilen iki mûcizedir.
Onlar gerçekten iyice yoldan çıkmış bir gürûhtur.”
33 – “Ya Rabbî! dedi, Ben yanlışlıkla onlardan bir adam öldürdüm, bu yüzden beni öldürmelerinden korkuyorum.”
34 – “Kardeşim Harun’un ifadesi benimkinden daha düzgündür,
onu da benimle beraber yardımcı olarak görevlendir ki beni tasdik etsin,
Doğrusu beni yalancı saymalarından endişe ediyorum.” [20,26-30]
35 – Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Seni kardeşinle destekleyeceğiz,
size öyle bir kudret vereceğiz ki ayetlerimiz sayesinde onlar size el uzatamayacaklardır.
Siz de size tâbi olanlar da, mutlaka galip geleceksiniz.” [20,36; 19,51; 5,67; 33,69; 58,21; 40,51-52]
36 – Mûsa o açık belgelerimizle, mûcizelerimizle onlara geldiğinde: “Bu,” dediler, “sırf uydurma bir sihir!
Hem böylesi bir iddianın, peygamberlik dâvasının veya sihrin, önce yaşamış atalarımız zamanında bulunduğunu da işitmedik!”
37 – Mûsa da: “Kimin Kendi tarafından hidâyet getirdiğini ve bu dünya hayatının sonunda hayırlı âkıbetin kime nasib olacağını Rabbim pek iyi biliyor.
Şu bir gerçektir ki zalimler iflah olmazlar. Allah’ın cezasından kurtulamazlar.
38 – Firavun da dedi ki: “Ey benim danışmanlarım ve devlet adamlarım!
Ben sizin benden başka bir ilahınız olduğunu bilmiyorum.
Hâman! Haydi benim için tuğla ocağını tutuştur, balçığı pişir, fazlaca tuğla imal ettirip benim için öyle yüksek bir kule yap ki,
belki de onun vasıtasıyla yükselip Mûsâ’nın (varlığını iddia ettiği) Tanrısını görürüm!
Aslında, ben onun yalancının biri olduğu görüşündeyim ya (neyse!)” [26,29; 43,54; 79,23-24] {KM, Tekvin 11,3-4}
Merhum Elmalılı M. Hamdi Yazır bu âyetin tefsirinde şöyle der: “Firavun çok iyi bilirdi ki şu mahlûkatı yaratan kendisi değildir, kendisini de bir yaratan vardır. Fakat uluhiyetin yalnız Allah’ın olduğunu tanımıyor. Yaratmak ve yaratıcılık kavramlarına haksızlık ediyor. Hukuk ve yasama yetkisi kendi iradesinden ibaret imiş, hukuku kendisi koyarmış ve kendi dilediği gibi yaparmış, ne isterse o olurmuş, hükmünü ve idaresini bozacak üst bir makam ve kuvvet yokmuş gibi gösteriyor.
Bu sebepten, insanlar onun idaresine boyun eğmekten başka bir şey tanımasın, hep onu sevsin, hep ondan korksun, hep ona kul olsun, ona tapsın istiyor, hem mâbudluk iddia ediyor, hem de sizin için benden başka ilahınız olduğunu bilmiyorum” diye insaflı görünmek istiyor. Göklerin ve yerin Rabbi, sanki gökyüzünü araştırmakla görünmesi gereken bir cisim ve cismi varmış gibi zannettirerek halka karşı ilim ve fen yolunda bir oyun ve tuzak yapmak üzere kule yapmayı emrediyor.”
39 – Böylece o ve orduları, haksız yere ülkede büyüklük tasladılar ve huzurumuza dönüp hesap vermeyeceklerini zannettiler. [85,13-14]
40 – Biz de kendisini de, ordularını da yakalarından tuttuğumuz gibi denize fırlatıverdik.
İşte bak, zalimlerin sonunun ne olduğunu gör!
41 – Onları insanları ateşe çağıran önderler yaptık.
Bu dünyada halkı çalıştırıp desteklerini sağlasalar da, kıyamet günü en ufak bir yardım bile görmeyeceklerdir.
42 – Bu dünyada arkalarına bir lânet taktık, kendilerine lânet yağdırılıyor.
Kıyamette, o büyük duruşma gününde ise, en çok nefret edilenlerden olacaklardır. [85,13-14; 47,13; 11,98-99]
43 – Biz daha önceki bazı nesilleri imha ettikten sonra,
insanların vicdanlarını aydınlatacak, basiretlerini açacak bir delil, bir hidâyet rehberi ve bir rahmet tezahürü olmak üzere
Mûsa’ya Tevrat’ı verdik ki düşünüp ibret alsınlar. Ama bunu yapmadılar.
44 – Sen ise ey Resulüm, Mûsa’ya emrimizi vahyettiğimiz sırada sen o vâdinin batı tarafında bulunmuyordun.
O devirde olup bitenlere şahit olanlardan da değildin. [3,44; 12,102; 11,49]
45 – Bilakis, Biz aranızda birçok nesiller yarattık
ve onlardan sonra birçok çağlar geçip gitti.
Sen Medyen halkı arasında oturmuş da, âyetlerimizi onlardan okuyarak öğrenmiş de değilsin.
Fakat seni resul olarak Biz gönderdik ve bunları Biz vahyettik de o sebeple biliyorsun.
46 – Hem Biz Mûsa’ya seslendiğimiz zaman sen dağın yanında da değildin, fakat düşünüp ders alsınlar diye, daha önce kendilerini uyarmak üzere peygamber gelmemiş olan bir halkı uyarıp aydınlatman için,
Rabbin tarafından bir rahmet eseri olarak seni resul yapıp orada cereyan eden şeyleri sana bildirdik. [26,10; 79,16; 19,52]
47 – Eğer senin halkın inkâr ve isyanları yüzünden kıyamet günü duruşmasında başlarına azap geldiğinde:
“Ey Ulu Rabbimiz, dünyada iken bize de peygamber göndermiş olsaydın,
biz de âyetlerine uyarak müminler arasına dahil olurduk!” demesinler diye seni resul gönderdik. [6,156-157; 5,19; 4,165]
48 – Buna rağmen yine de kendilerine tarafımızdan hakikat, (yani Kur’ân ve Peygamber) gelince:
“Mûsa’ya verilen Kitabın benzeri ona da verilse ya!” diyorlar.
Oysa daha önce Mûsâ’ya verilen vahyi de inkâr etmemişler miydi?
Ve hatta: “Bunlar, birbirini destekleyen iki sihir (aldatmaca) biz hepsini reddediyoruz!” demişlerdi. [10,78; 23,48; 74,24]
49 – De ki: Bu iddianızda tutarlı iseniz, bu iki kitaptan daha doğru, daha mûteber olup,
Allah tarafından gelmiş olan başka bir kitap gösterin ona tâbi olayım!” [6,91-92; 6,155; 5,44; 46,30]
50 – Eğer senin bu dâvetini kabul etmezlerse, bil ki onlar sadece heva ve heveslerine uymaktadırlar.
Halbuki Allah tarafından bir delil olmaksızın kendi heva ve hevesine tâbi olandan daha şaşkın ve sapkın kimse olabilir mi?
Allah, zulmü kendine meslek edinen kimseleri hidâyet etmez, emellerine ulaştırmaz.
51 – Düşünüp ibret almaları için Biz, sözümüzü birbiri ardından getirdik.
52 – Daha önce kendilerine kitap verdiğimiz ilim sahipleri buna da, Kur’âna da inanırlar. [2, 121; 3,199; 17,107-108; 5,82-83]
53 – Kendilerine Kur’ân okununca şöyle derler:
“Ona iman ettik, O Rabbimizden gelen gerçeğin ta kendisidir.
Biz zaten daha önce de Allah’a teslim olmuş kimselerdik.”
54 – İşte onlar, gösterdikleri sabır ve sebattan dolayı çifte mükâfat alırlar.
Onlar kötülüğe iyilikle mukabele eder ve kendilerine nasib ettiğimiz mallardan, Allah yolunda harcarlar. [57,28]
55 – Anlamsız, çirkin sözler işitince yüzlerini çevirip uzak durur ve şöyle derler:
“Bizim işlerimiz bize, sizinkiler de size aittir.
Selâm olsun size, hoşça kalın!
Cahillerle arkadaşlık etmeyi arzulamayız biz” [25,72]
56 – Sen dilediğin kimseyi doğru yola eriştiremezsin,
lâkin ancak Allah dilediğini doğruya ulaştırır
O, hidâyete gelecek olanları pek iyi bilir. [2, 272; 12,103] {KM, Yuhanna 6,44}
57 – “Doğru söylüyorsun, ama biz sana tâbi olup o doğru yolu tutarsak,
yerimizden yurdumuzdan olur, burada barınamayız” dediler.
Oysa tarafımızdan bir rahmet olarak Biz, onları her türlü ürünün getirilip toplandığı, güvenli, dokunulmaz bir yere (Mekke-i Mükerreme’ye) yerleştirmedik mi?
Ne var ki onların çoğu bu nimetin kadrini bilmezler.
Kureyşliler, İslâm’a girmeleri halinde diğer kabileler tarafından dinlerinden dönmekle suçlanarak ülkelerinden çıkarılacaklarını zannediyorlardı.
Onların bu sözü, bütün dönemlerde, yeni bir çağrının isabetli olduğunu fark etmekle beraber çevresi ile arasını açacağını düşünen insanların hakkı tanımakta gösterdikleri tereddüdü de ifade eder.
58 – Bununla beraber Biz, kazançlarının çokluğu sebebiyle şımarmış pek çok memleketi helâk ettik. İşte yerleri!
Kendilerinden sonra oralarda pek az oturuldu.
Bütün onlara Biz vâris olduk (hepsi geçti, bâki Biz’iz).
59 – Senin Rabbin ülkelerin anakentlerinde halka âyetlerimizi okuyan bir elçi göndermedikçe o ülkeleri imha etmez.
Biz zaten, ahalisi zulmü meslek edinmiş olandan başkasını imha etmeyiz. [6,92; 7,158; 42,7; 46,27]
60 – Size verilen nimetler, geçici dünya metâı, dünyanın süsüdür.
Allah’ın size sakladığı âhiret mükâfatı ise daha hayırlı, daha devamlıdır. Hâlâ aklınızı çalıştırmayacak mısınız? [16,96; 3,198; 13,26; 87,16-17; 2,166,167; 16,52-53]
61 – Kendisine güzel bir vaadde bulunduğumuz ve ona kavuşacak olan mutlu kimsenin hali, dünyada geçici olarak yaşatmamızın ardından
kıyamet günü hesap ve azap için tutuklu olarak getirilen kimsenin haline hiç benzer mi?
62 – O gün Allah müşriklere:
“Nerede Benim ortaklarım olduğunu iddia ettiğiniz şerikler?” diye seslenir. [6,94; 19,81; 46,5-6; 29,25]
63 – (Şeytanlardan ve insanlardan putlaştırılmış oldukları için) kendileri hakkında azap hükmü kesinleşmiş olanlar:
“Ulu Rabbimiz! İşimiz meydanda, azdırdığımız kimseler işte karşımızda, inkâr edemeyiz.
Ama sırf kötülük olsun diye değil, kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık. Onları zorlamadık.
Onların iddiaları ile, onların bizi putlaştırmaları ile hiçbir ilişkimiz olmadığını ilan ediyoruz,
Sana sığınıyoruz. Zaten aslında onlar bize tapmıyorlardı, kendi hevalarına tapıyorlardı.”
Ebu’s-suûd efendi azap hükmü kesinleşmiş olanlarla ilgili olarak der ki: Bunlar şeytanlardan olan şerikleri veya Allah’tan başka rab edindikleri liderler ve önderleridir. Onları rab saymaları, verdikleri her emirde, yasakladıkları her hususta kendilerine itaat etmeleridir.
64 – Bu defa onları putlaştıranlara hitaben:
“Haydin, şeriklerinize yalvarın da onlardan yardım isteyin!” denir.
Yalvarırlar ama onlar bunlara cevap veremezler.
Fakat cevap olarak, karşılarına çıkan azabı görürler.
Ne olurdu yani, dünyada iken bu gerçeği anlayıp hakkı kabul etselerdi!..
65 – Nitekim o gün kâfirlere Allah: “Size gönderilen resullere ne gibi bir cevap vermiştiniz, tutumunuz ne olmuştu?” diye seslenir.
66 – Birden dünyaları kararır, bir tek kelime ile olsun cevap veremezler; birbirlerine soracak halleri de kalmaz.
67 – Ama inkârdan dönüş yapıp iman eden, güzel ve makbul işler yapan kimseler felah bulanlardan olmayı umabilirler.
68 – Senin Rabbin dilediğini yaratır, dilediğini seçer. Onların ise seçme hakları yoktur.
Allah, onların uydurdukları şeriklerden münezzehtir, yücedir. [33,36]
Müfessirlerin ekserisi böyle anlarken, Taberî ile Zemahşerî şöyle mâna verirler: “Senin Rabbin dilediğini yaratır ve insanlar için en iyi olanı seçer.”
69 – Senin Rabbin onların gerek kalplerinin gizledikleri, gerek açıkladıkları her şeyi bilir. [13,10]
70 – O’dur Allah. O’ndan başka yoktur İlah.
Başta da sonda da, dünyada da âhirette de bütün hamdler, güzel övgüler O’nadır.
Hüküm yetkisi O’nundur.
Sonunda varacağınız yer de O’nun huzurudur.
71 – De ki: “Söyleyin bakalım, eğer Allah geceyi ebedî olarak uzatıp kıyamete kadar karanlık yapsa,
Allah’tan başka size gündüzü getirecek tanrı var mıdır?
Hâlâ dinleyip kabul etmeyecek misiniz?”
72 – De ki: “Söyleyin bakalım! Gündüzü ebedî olarak uzatıp kıyamete kadar gündüz yapsa,
Allah’tan başka, koynunda istirahat edip sükûnet bulacağınız geceyi getirecek tanrı var mıdır?
Hâlâ gerçeği görmeyecek misiniz?”
73 – O, rahmetinin eseri olarak gece ile gündüzü var etti ki, geceleyin istirahat edesiniz, gündüzün de hayatınız için çalışıp Allah’ın lütfundan nasibinizi arayasınız ve O’nun nimetlerine şükredesiniz. [25, 62]
74 – Allah’ı bir tanımayıp O’na şükür yerine şirke girenlere ise günü gelince O, şöyle seslenecek:
“Ortağım olduğunu iddia ettiğiniz şerikleriniz nerede, ortaya çıksınlar bakalım!”
75 – O gün her ümmetten birer şahit çıkarırız.
Resulleri yalancı sayanlara da:
“Haydi bakalım, varsa delilinizi ortaya koyun!” deriz.
O zaman onlar, hak ve hakikatin Allah’a ait olduğunu kesinlikle anlar
ve uydurdukları tanrılar ise ortada görünmez olur.
76 – Yoldan sapanlardan biri olan Karun da Mûsa’nın ümmetinden olup
onlara karşı böbürlenerek zulmetmişti.
Ona hazineler dolusu öyle bir servet vermiştik ki o hazinelerin anahtarlarını bile güçlü kuvvetli bir bölük zor taşırdı.
Halkı ona: “Servetine güvenip şımarma, böbürlenme! Zira Allah böbürlenenleri sevmez!” demişti. {KM, Sayılar 16. bölüm}
77 – “Allah’ın sana ihsan ettiği bu servetle ebedî âhiret yurdunu mâmur etmeye gayret göster, ama dünyadan da nasibini unutma! (ihtiyacına yetecek kadarını sakla).
Allah sana ihsan ettiği gibi sen de insanlara iyilik et, sakın ülkede nizamı bozma peşinde olma! Çünkü Allah bozguncuları sevmez.”
78 – Karun “Ben bu servete sadece ilmim ve becerim sayesinde kavuştum.” dedi.
Peki şunu da bilmiyor muydu ki Allah, daha önce kendisinden daha güçlü ve serveti daha fazla olan nice nesilleri helâk etmişti?
Ama suç işlemeyi meslek edinen sicillilere artık suçları hakkında soru sorulmaz. [39,49; 41,50]
79 – Karun bir gün, yine bütün ihtişam ve şatafatıyla halkının karşısına çıktı.
Dünya hayatına çok düşkün olanlar:
“Keşke bizim de Karun’unki gibi servetimiz olsaydı.
Adamın amma da şansı varmış, keyfine diyecek yok!” dediler.
80 – Âhirete dair ilimden nasibi olanlar ise:
“Yazıklar olsun size! Bu dünyalıkların böylesine peşine düşmeye değer mi?
Oysa iman edip güzel ve makbul işler yapanlara Allah’ın cennette hazırladığı mükâfat elbette daha hayırlıdır.
Buna da ancak sabredenler nail olur.”
81 – Derken Biz onu da, sarayını da yerin dibine geçiriverdik.
Ne yardımcıları Allah’a karşı kendisine yardım edip, onu kurtarabildi, ne de kendi kendisini savunabildi.
Krş. KM, Sayılar, 16
82 – Daha dün onun yerinde olmaya can atanlar bu sabah şöyle dediler:
“Vah bize! Meğer Allah dilediği kimsenin rızkını bol bol verir, dilediğinin rızkını kısarmış!
Şayet Allah bize lütfedip korumasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi.
Vah vah! Demek ki gerçekten kâfirler iflah olmazmış!”
83 – Ama âhiret diyarına gelince:
Biz orayı dünyada büyüklük taslamayanlara, fesatçılık ve bozgunculuk peşinde olmayanlara veririz.
Hayırlı âkıbet, günahlardan sakınanlarındır.
84 – Kim iyilik yaparsa, âhirette ondan çok daha iyi bir karşılık görür.
Kim kötülük işlerse, bilesiniz ki kötülük işleyenler ancak yaptıkları kötülük kadar ceza görürler. [27,90]
85 – Kur’ân’ı sana indirip onu okumanı, tebliğ etmeni ve muhtevasına göre hareket etmeni farz kılan Allah, elbette seni varılacak yere döndürecektir.
De ki: “Kimin hidâyet getirdiğini, kimin besbelli sapıklık içinde olduğunu Rabbim pek iyi bilmektedir.” [7,6; 5,109; 39,69]
Bu âyet, halkının azgın önderleri tarafından zulme mâruz bırakılarak hicrete mecbur kalan Hz. Peygamber (a.s.m)’ın, muzaffer olarak Mekke’ye kavuşacağını müjdelemektedir.
86 – Sen bu kitabın senin kalbine indirileceğini hiç ümid etmiş değildin.
O, ancak Rabbinden bir rahmet eseri olarak gönderildi.
O halde sakın kâfirlere arka çıkma!
87 – Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra, sakın onlardan seni hiç kimse vazgeçirmesin.
Sen insanları Rabbine ibadet etmeye dâvet et ve sakın müşriklerden olma!
88 – Allah ile beraber başka hiçbir ilaha yalvarma! Ondan başka ilah yoktur.
O’nun vechi (zatı) hariç, her şey yok olacaktır. Hüküm O’nundur ve hepiniz O’nun huzuruna ***ürüleceksiniz. [55,26-27]
 
furkan suresi meali


77 âyet olup Mekke’de nâzil olmuştur. Bir önceki Nur sûresinde işaret edilen Kur’ân’ın evrenselliği bu surenin ilk âyetiyle bir serlevha haline getirilir. Vahiy ve nübüvvet konusunda müşriklerin itirazları çürütülür. Hak ile bâtılı ayırdeden bu Furkan’ın, bu dini benimseyenleri fikren ve ruhen yükselteceğine, hayatlarında önemli değişiklik yapacağına işaret etmekte, iyiyi de kötüyü de açıkça ortaya koyup tercihi muhataba bırakmaktadır. Sûrenin son kısmı ise bu dini benimseyen “Rahman’ın kulları” nın faziletli hayat programlarını vermektedir.

Bismillâhirrahmânirrahîm
1 – Hayır ve bereketi ne muazzamdır o Zatın ki bütün ins ve cinni uyarsın diye o has kuluna doğruyu eğriden ayıran Furkan’ı indirdi. [18, 1-2; 4,136; 25,32; 17,1; 72,19; 41,42; 7,158]
2 – Göklerin ve yerin hâkimiyeti O’nundur. O asla evlat edinmedi, hâkimiyette hiç bir ortağı olmadı. Her şeyi yaratıp nizam veren ve her şeyin varlığını bir ölçüye göre belirleyen O’dur.
Âyetin aslında “takdir” tabiri kullanılmaktadır. Bunun anlamı şudur: Allah kâinattaki bütün varlıkları yaratmakla kalmaz, onlardan her birine mahsus bir yapı, biçim, boy, miktar, her aşamadaki gelişme sınırı, ömür müddeti gibi bütün yönlerini belirler. Tevhid inancını olanca kapsamıyla bildirdiği için bu âyet-i kerime, Hz. Peygamber tarafından, konuşmaya başlayıp aklı eren çocuklara, Kur’ân’dan ilk öğretilmesi gereken yerlerden olarak tavsiye buyurulmuştur.
3 – Böyle iken müşrikler Allah’tan başka birtakım tanrılar edindiler ki,
hiçbir şey yaratmaya güçleri yetmez,
üstelik kendileri başkası tarafından yaratılırlar.
Başlarına gelen zararı savamaz, kendileri için fayda celbedemezler,
ne öldürmeye, ne diriltmeye ve ne de ölümden sonra tekrar diriltmeye güçleri yetmez. [53,23; 46,4; 16,20; 31,28; 54,50; 36,53; 37,19]
4 – Kâfirler: “Kur’ân onun uydurduğu bir yalan olup, bu hususta başkaları da kendisine yardımcı olmuşlardır” diye iddia ettiler.
Onlar böylece, kesin bir yalan söyleyip zulmettiler.
5 – Ayrıca: “Onun söyledikleri, kendisi için yazdırtmış olduğu ve sabah akşam kendisine dikte ettirilen önceki nesillerin efsanelerinden başka bir şey değildir” dediler.
Müşrikler Hz. Peygamber (a.s.)’dan 40 yaşından sonra her yönü ile mükemmel bir eser görüp onu Allah’ın kelamı kabul etmeyince kaynak aramaya mecbur kaldılar. Az çok yazı çiziştiren bir iki azatlı köleden başkasını bulamadılar: Addas, Yesar ve Cebr. Halbuki bunlar gibi yüzlercesi bir araya gelse bile Kur’ân’a benzeyen bir eser ortaya koyamazlardı. Diğer taraftan, eski efendilerine rağmen onların Hz. Peygamberin safına katılmaları düşünülemezdi. Onun yanında yer almaları, canlarından daha değerli gördükleri bir hakikat bulduklarını gösterir. Hem öğretmiş olsalar, çıraklarına bağlanıp teslim olabilirler miydi? İşte daha bunun gibi gerekçeler sebebiyledir ki Kur’ân onların bu iddialarını “kesin bir yalan söyleyip zulmediyorlar.” diyerek kestirip atmıştır.
6 – De ki: “Onu, göklerdeki ve yerdeki bütün sırları bilen Yüce Allah indirdi. O, gerçekten gafurdur, rahîmdir.” (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur).
7 – Yine: “Ne oluyor bu Peygambere, böyle Peygamber mi olur:
Yemek yiyor, çarşı pazarda dolaşıyor!
Bari yanında heybetli bir melek olsaydı da etrafındaki insanları korkutup uyarıda bulunsaydı!” [21,8; 23,24; 6,9; 17,9]
Müşriklerin zihniyetine göre, insanlar üzerinde etkili olmak için beşer değil de, beşer üstü bir varlık, hiç değilse güçlü bir kral olup yanında, istediği her şeyi yaptıracağı heybetli bir melek bulunmalıydı.
8 – “Yahut kendine bir hazine verilse, yahut kendisinin içinden yiyeceği bir bahçesi olsaydı!”
Hasılı o zalimler: “Doğrusu siz, sadece büyülenmiş bir adamın peşine düşmüşsünüz.” dediler.
9 – İşte bak senin hakkında nasıl tutarsız misaller getiriyorlar.
Doğrusu onlar saptılar, artık asla yol bulamazlar!.
10 – Hayır ve bereketi ne muazzamdır o Zatın ki
dilediği takdirde senin için bundan daha iyisini, içinden ırmaklar akan cennetleri verir. Senin için orada saraylar yaptırır. [17,93]
11 – Ayrıca onlar kıyameti de yalan saydılar. Kıyameti yalanlayana ise Biz alevli bir ateş hazırladık.
12 – Bu ateş onları, daha uzaktan görünce, onun öfkesinden gürlediğini ve korkunç homurtusunu işitirler.
13 – Elleri boyunlarına kelepçelenmiş, ayakları bukağılı olarak cehennemin daracık bir yerine tıkılınca, orada yok olmak için can atarlar.
14 – Kendilerine “Bugün bir kere değil, defalarca dövünüp durun, ölümü isteyin” denilecek. [52,16; 14,21]
15 – De ki: “Bu mu iyi, yoksa takvâ ehline vaad olunan ebedî cennet mi?”
Orası onlar için bir mükâfat ve pek güzel bir âkıbettir. [15,48; 38,53; 41,28]
16 – Orada arzu ettikleri her şey bulunacak, hem ebedî olarak kalacaklardır.
Bu, Rabbinin üzerine aldığı ve müminlerce hep istenen bir vaadidir.
Müminlerin dualarında bu ebedî cennetin kendilerine verilmesini istediklerine ve cennetin gerçekten istenmeye lâyık bir yer olduğuna işarettir. Ayrıca müminlere cennetin verilmesine dair melaike tarafından yapılan: “Ya Rabbenâ, onları kendilerine vaad ettiğin Adn cennetlerine yerleştir.” duasına da işaret vardır.
17 – Gün gelir, Allah müşriklerle, onların Allah’tan başka ibadet ettikleri putlarını diriltip bir araya toplar ve şöyle buyurur:
“Siz mi saptırdınız bu kullarımı, yoksa kendileri mi yoldan çıktılar?”
18 – Onlar şöyle cevap verirler: “Sübhansın! Yüceler Yücesisin! Senden başka dost edinmeyi düşünmek bize yaraşan şey değildir.
Ne var ki Sen onları ve babalarını, nimetlerine mazhar edip ömür vererek yaşatınca onlar Sen’i anmayı unuttular
ve helâke müstahak bir güruh haline geldiler.” [34,40-41; 46,5-6]
Veli: Hâmi, koruyucu, yönetici, dost, bir kimsenin işlerini deruhde eden anlamlarına gelir.
19 – “İşte gördünüz a!” denir o müşriklere, “Taptığınız nesneler söylediklerinizde sizi yalancı çıkardılar.
Artık ne azabı savmaya, ne yardım temin etmeye çare bulamazsınız.”
(İşte ey bütün insanlar! Bilin ki İçinizden kim bu şirk koşma zulmünü işlerse,
ona büyük bir azap tattıracağız.
Bu hitap değişikliğine Nesefî dikkat çekmiştir. Aksi halde, müşrik olarak ölüp haşredilmiş kimselerin âkıbetleri zaten kesinleştiğinden, onların muhatap sayılmalarının mânası yoktur.
20 – Senden önce gönderdiğimiz peygamberler de yemek yer, çarşılarda ihtiyaçlarını temin ederlerdi.
Böylece sizi birbirinizle imtihan ediyoruz: bakalım buna sabredecek misiniz, sabredemeyecek misiniz?
Rabbin zaten her şeyi görmektedir. [46,9; 18,110; 21-8; 12,109]
21 – Âhirette huzurumuza gelip Bizimle karşılaşacaklarını düşünmeyenler:
“Bize elçi olarak melekler gönderilmeli yahut Rabbimizi görmeli değil miydik?” dediler.
Gerçekten onlar kendilerini büyük görüp azgınlıkta haddi iyice aştılar. [6,124; 17,92]
22 – Günü geldiğinde, melekleri görecekler;
fakat o gün o suçluları sevindirecek hiçbir haber olmayacak
ve melekler onlara: “Sevinmek size haram! haram!” diyecekler. [15,8; 8,50; 6,93; 41,30-32]
23 – Onların yaptıkları her işin üzerine varıp, hepsini toz duman edeceğiz. [14,18; 2,264; 24,39]
24 – Ama o gün, cennetlikler, kalınacak yerlerin en iyisinde, dinlenme yerlerinin en güzelinde bulunacaklardır. [59,20; 25,76]
Cennette uyku olmadığından, makîl, “dinlenme yeri” anlamını ifade eder.
25 – Gün gelecek gök, beyaz bulutlar şeklinde yarılıp dağılacak, melekler bölük bölük indirilecek. [69,15-17]
26 – İşte o gün tam hâkimiyetin Rahman’a ait olduğu iyice açığa çıkacaktır.
Kâfirler için o gün, çok çetin bir gün olacaktır. [69,17; 2,210; 40,16; 74,9-10; 21,103]
27-29 – O gün zalim, parmaklarını ısırır “Eyvah! der, keşke o Peygamberle birlikte yol tutsaydım.
Eyvah! Keşke falanı dost edinmeseydim! Vallahi bana gelen öğütten (Kur’ân’dan) beni o uzaklaştırdı.
Zaten şeytan, insanı (işte böyle uçuruma sürükleyip sonra da) yüzüstü, yalnız bırakır.” [59,16; 14,22; 33,66-68]
30 – O gün Peygamber: “Ya Rabbî, halkım bu Kur’ân’ı terk edip ondan uzaklaştılar!” der.
Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kur’an-ı Kerim’i okuyan bir kimse sonradan (terk eder ve okumayı) unutursa, kıyamet günü cüzzamlı olarak Allah’ın huzuruna çıkar” (Ebu Davut, vitr 21)
31 – İşte böylece Biz her Peygamber için suçlulardan bir düşman ortaya çıkardık.
Ama tasalanma! Senin Rabbin yol gösterici ve yardımcı olarak yeter mi yeter! [6,112-113]
32 – Bir de o kâfirler dediler ki: “Bu Kur’ân ona toptan, bir defada indirilmeli değil miydi?”
Halbuki Biz vahiyle senin kalbini pekiştirmek için böyle ara ara indirdik ve onu parça parça okuduk. [17,106]
33 – Onların sana itiraz için getirdikleri hiç bir temsil, hiç bir soru olmaz ki, ona karşı Biz sana gerçek durumu bildirmeyelim ve en güzel açıklamayı yapmayalım.
34 – O halde sen o kâfirlere de ki:
“Yüzleri üstünde sürünen sürüler halinde cehenneme tıkılacak olanlar yok mu,
işte onlar yerce en fena, yolca da en sapıktırlar.” [17,98; 54,48]
35 – Gerçekten Biz, Mûsâ’ya kitabı verdik ve kardeşi Harun’u da ona yardımcı yaptık.
36 – “Haydi âyetlerimizi yalan sayan o halka gidiniz!” dedik. Sonunda o toplumu yerle bir ettik.
37 – Nûh’un halkına gelince, onlar Peygamberlerini yalancılıkla suçladıklarında onları suda boğduk
ve kendilerini insanlar için bir ibret vesilesi yaptık.
Zalimlere de gayet acı bir azap hazırladık. [69,11-12]
38 – Âd’ı, Semûd’u, Ress halkını, bu arada daha birçok nesilleri de inkârda ısrarları sebebiyle helâk ettik. [17,17; 23,31]
39 – Onların her birine uymaları için geçmişlerden misaller verdik.
Ama öğütleri tutmadıkları için hepsini kırıp geçirdik.
40 – Şu Kureyş müşrikleri, belâ yağmuruna tutulan,
üstüne taş yağdırılan şehre de vardılar.
Peki, orada olup biteni fark etmediler mi?
Doğrusu onlar öldükten sonra diriltileceklerini hiç düşünmezler. [26,174; 37,137-138; 15,76-79]
41 – Seni gördüklerinde mutlaka seni alaya alır ve:
“Allah’ın, elçi olarak gönderdiği bu şahıs mı imiş!
Bula bula bunu mu bulmuş?” [21,36; 13,32]
42 – “Eğer biz sebat etmeseydik, nerdeyse bizi tanrılarımızdan vazgeçirecekti.” derler.
Ama kendilerini bekleyen azabı gördükleri vakit,
asıl yoldan sapanın kim olduğunu işte o zaman anlayacaklardır.
43 – Baksana şu kendi heva ve heveslerini tanrı edinen kimseye!
Artık sen mi vekil olacaksın ona, işlerini sen mi yürüteceksin? [35,8; 28,56; 45,23]
“Gök kubbesi altında Allah’tan başka tapılan şeyler içinde hevadan daha müthişi yoktur.” (Hadis-i Şerif, Taberanî’den, Âlûsî)
44 – Yoksa sen onlardan çoğunun söz dinlediğini, yahut aklını çalıştırdığını mı sanıyorsun?
Doğrusu onlar yolu şaşırmada davarlar gibi, hatta daha da şaşkındırlar. [67,10]
45-46 – Bakmaz mısın Rabbin gölgeyi nasıl uzatıyor?
Dileseydi onu hareketsiz kılardı. Sonra nasıl Güneş’i ona delil kılıyoruz?
Sonra da nasıl tutup onu azar azar Kendimize doğru dilediğimiz yere alıyoruz.
Âyet-i kerîme ışığa bağlı olarak gölgenin görünmesine, güneşin yükselmesiyle gittikçe gölgenin kısalmasına dikkat çekiyor. Allah’ın kâinata koyduğu kanunlara ve o nizamın kurucusuna işaret ediyor.
47 – Size geceyi örtü, uykuyu bir istirahat, gündüzü de dağılıp çalışma vakti kılan O’dur. [91,4; 78,10; 28,73]
48-49 – Rüzgârları rahmetinin önünden müjdeci olarak gönderen de O’dur.
Ölü diyarlara hayat vermek ve yarattığımız nice hayvanlara ve insanlara su vermek için gökten tertemiz suyu da Biz indirmekteyiz. [22, 5; 42,28; 30,50]
50 – Bu gerçeği, insanların iyice düşünmeleri için Biz, farklı üsluplarla anlatsak da onların çoğu nankörlükten başka bir şey yapmıyorlar.
Âyet-i kerime şu mânaya da gelebilir: “Biz yağmuru insanlar yani ülkeler arasında taksim ettik ki insanlar düşünüp ibret alsınlar.”
51 – Eğer isteseydik her şehre bir uyarıcı peygamber gönderirdik. [6,19-92; 11,17; 7,158]
52 – (Fakat evrensel uyarma görevini sana verdik) O halde sen asla kâfirlere itaat etme
ve Kur’ân’a dayanarak onlarla büyük bir mücahede gerçekleştir. [9,73]
53 – Biri tatlı, susuzluğu giderici, öbürü tuzlu ve acı iki denizi salıveren,
birbirine karışmadan akıtan; fakat aralarına bir engel, aşılmaz bir sınır koyan O’dur. [27,61; 55,19-21]
54 – İnsanı bir parça sudan yaratıp da
soy ve evlilik bağından oluşan bir sülale haline getiren de O’dur.
Senin Rabbin her şeye kadirdir.
55 – Buna rağmen bir kısım insanlar, kendilerine, tapmaları halinde fayda, tapmamaları halinde zarar veremeyen birtakım şeyleri tanrılaştırıp, Allah’ın dışında onlara ibadet ettiler.
Zaten kâfir, Rabbine karşı hep batıla arka çıkar. [36,74-75]
56 – Biz seni sadece müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.
57 – De ki: “Benim bu hizmet için sizden istediğim hiç bir ücret yoktur.
Tek isteğim, dileyen kimsenin Rabbine giden yolu bulmasıdır.” [38,86; 26,89; 42,23]
58 – Öyleyse sen ölmeyen, o mutlak hayat sahibi Allah’a dayan ve O’nu hamd ile tesbih et.
Onun kendi kullarının günahlarından haberdar olması yeter. [57,3; 73,9; 67,29]
59 – Gökleri, yeri ve ikisinin arasında olan şeyleri altı günde yaratan,
sonra da arşı üzerine hükümran olan O’dur.
O rahmandır, sen O’nu, Kendisine, o her şeyi Bilen’e sor! [4,59; 42,10; 6,115]
60 – O müşriklere “Rahman’a secde edin!” denildiğinde:
“Rahman da ne imiş! Bize emrediyorsun diye secde mi edeceğiz?” dediler
ve bu dâvet onları imandan büsbütün uzaklaştırdı. [26,23] {KM, Vahiy 3,12; Resullerin işleri 17,23}
Kâfirler, kasden bilmezlikten gelip alay etmek için böyle sordular, yoksa rahman kelimesini bilmediklerinden değil. Aksi halde “Rahman kim?” diye sorarlardı. Onlar, düşman oldukları İslâm’a tepkilerini böylece belirtmek istiyorlardı. Zira İslâm’ın bir özeti ve sembolü olan Bismillâhirrahmânirrahîm’de yer alması ve Kur’ân’da Allah lafza-i celalinden sonra uluhiyetin ikinci özel ismi olarak elliden fazla âyette zikredilmesi, onları rahatsız ediyordu.
61 – Gökte burçlar yaratan, onların içinde bir kandil (güneş) ve nurlu bir ay yerleştiren Allah, yüceler yücesidir, hayır ve ihsanı sınırsızdır. [15,17; 71,16; 67,5; 10,5]
62 – Tefekkür ederek ders almak veya şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü peş peşe getiren O’dur. [14,33; 7,57; 36,40; 3,190]
63 – Rahman’ın has kulları o kimselerdir ki onlar yerde tevazu ile yürürler.
Cahiller kendilerine laf atarsa “Selâmetle!” derler. [17,37]
Zorba, mağrur, saygısız, kaba ve haşin değil, sükûnet ve vakar ile, alçak gönüllü bir şekilde, terbiyeli ve nazik yürürler. Etrafa sıkıntı vermezler. Cahillik edenlere çatmaya tenezzül etmezler.
64 – Geceyi Rab’lerine secde ve kıyam ile, ibadetle geçirirler. [15,17-18; 32,16; 39,9]
Yatışları, kalkışları hep Allah için olur.
65-66 – “Ey Ulu Rabbimiz, derler, cehennem azabını bizden uzaklaştır.
Zira onun azabı tahammülü zor, ömür tüketen bir derttir.
Ne kötü bir varış yeri, ne fena bir yerleşim yeridir orası!”
67 – Rahman’ın o has kulları, harcamalarında ne israf eder, ne de eli sıkı davranırlar; bu ikisinin arasında bir denge tuttururlar.
Masraf, mutlaka gerekli bir durum veya ihtiyaç yahut tamamlayıcı güzellik için olur. Bu sınırın ötesi israftır.
68 – Onlar, Allah’la beraber başka bir tanrıya yalvarmazlar.
Allah’ın muhterem kıldığı bir canı haksız yere öldürmezler.
Zina etmezler.
Kim de bunları yaparsa günahının cezasını bulur.
69 – Kıyamette, o büyük duruşma gününde onun cezası katmerli olur ve azapta, zillet içinde ebedî kalır.
70 – Ancak şu var ki dönüş yapıp iman edenler güzel ve makbul işler işleyenler bundan müstesnadır.
Allah onların kötülüklerini iyiliklere, günahlarını sevaplara çevirir.
Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur). [4,48; 93]
71 – Kim tövbe edip güzel ve makbul işler yaparsa, gereğince tövbe eden işte odur. [4, 110; 9,104; 39,53]
72 – O kullar, yalan şahitlik etmezler.
Boş söz ve işlere rastladıklarında vakarla oradan geçip giderler.
73 – Kendilerine Rab’lerinin âyetleri hatırlatıldığında, onlara karşı sağırlar ve körler gibi davranmazlar.
74 – Ve şöyle niyaz ederler: “Ey keremi bol Rabbimiz!
Bize gözümüzün, gönlümüzün süruru olan temiz eşler ve nesiller ihsan eyle,
bizi müttakilere önder eyle!”
Yalnız müttaki olmakla yetinmeyip, müttakilerin önderi olmak arzusu, ne ulvî bir düşüncedir! Bundan yüksek bir fikrî ilerleme ve ideal düşünülemez.
75-76 – İşte onlara, hak yolda sabır ve sebat göstermelerine karşılık, kendilerine cennetin üstün sarayları verilecek.
Oraya selâmla, hürmetle buyur edileceklerdir.
Hem de devamlı kalmak üzere oraya gireceklerdir.
Orası ne güzel varış yeri, ne güzel bir yerleşim yeridir! [11,108, 19,58; 39,20] {KM, Yuhanna 14,2}
77 – De ki: “Duanız olmazsa Rabbim size ne diye değer versin ki?
Ama siz, ey inkârcılar! Size bildirdiklerimi yalan saydınız, artık bu günahtan yakanızı kurtaramayacaksınız.”
 
nur suresi meali

64 âyet olup Medine devrinde indiğinde ittifak vardır. Hicretin 6. yılında ve Ahzab sûresinden birkaç ay sonra nâzil olmuştur. Sûre adını, nur âyeti denilen 35. âyetinden almaktadır. Nur sûresi, toplum ve özellikle aile ile ilgili prensipler getirmiştir. Zinanın haram olup zinakârların cezası, iffetli kadın ve erkeklere zina isnad etmenin cezası, kendi eşine zina isnad etmenin hükmü, Hz. Âişe’nin, kendisine yapılan iftiradan berî olması, evlere girerken izin isteme, kadın erkek ilişkileri, kadınların örtünmeleri, mahremler, evliliğe teşvik, Allah’ın hidâyeti, bazı tevhid delilleri, ev içinde aile fertleri ile ilgili âdap, bütün toplumu ilgilendiren durumlarda müminlerin sorumlulukları ilh. bu konuların başlıcalarını oluşturur. Daha önceki sûreler, Müslümanlara ümit verirken bu sûre İslâm nûrunun ne doğuya, ne batıya mensup olmayan evrensel bir nur olup dünyanın her tarafına yayılacağını (âyet: 55) müjdelemektedir.

Bismillâhirrahmânirrahîm
1 – Bu, indirdiğimiz ve uygulanmasını gerekli kıldığımız bir sûredir. İyice belleyip dersinizi alırsınız diye onun içinde açık seçik âyetler indirdik.
2 – İmdi, zina eden kadın ve erkeğin her birine yüz değnek vurun. Eğer Allah’a ve âhirete iman ediyorsanız, Allah’ın hükmünü uygulama işinde sakın acıma hissi sizi etkisi altına alıp da uygulamayı engellemesin. Hem onların bu cezalandırılmalarında müminlerden bir cemaat da bulunup şahid olsun! {KM, Tesniye 22,28-29}
İslâm hukukuna göre, bu ceza, bekârlara ait olup, evli zinakârlara recim uygulanır. Değnek diye çevirilen celde, cild kökünden gelip cilde tesir eden, ete geçmeyecek şekilde vurmadır. Ceza uygulanırken kürk, palto gibi kaba elbiseler çıkarılır, fakat gömlek gibi giyecekler çıkarılmaz.
Cezanın uygulanması, esnasında en az dört kişi bulunmalıdır.
3 – Zinakâr, ancak bir fâhişe veya putperest bir kadınla evlenmek ister. Fâhişeyi de ancak bir zinakâr veya putperest nikâhlamak ister. Böyle bir evlilik müminlere haram kılınmıştır. [24,26-32; 2,221; 4,25; 5,5]
Burada: Müşrikler, zinayı mübah sayıp hafife alanlar ve bir de böyle olmayanlar diye üç kısım vardır. Birinci kısımla evlenmek haramdır. Haramlığı kesin zinayı helâl sayıp hafife alanların yaptıkları bu iş küfür olduğundan onlar da müşrik sayılırlar, kendileri ile evlenme caiz olmaz. Zinası sabit olan fakat bunu mübah saymayan bir kadını, bir mümin nikâhlarsa, nikâh geçerli olur. Fakat tahrimen mekruhtur. Bu üçüncü kısımda, farklı içtihadlar vardır. Bazılarına göre âyet, yasaklamayıp sadece toplumdaki bir durumu bildirmektedir. Bazılarına göre ise, nikâhlanma yasaktır.
4 – İffetli kadınlara zina isnad edip de buna dair dört şahid getiremeyen herkese seksen değnek vurun ve bundan böyle, onların şahitliklerini artık ebediyyen kabul etmeyin. Çünkü bunlar gerçekten fâsıkların ta kendileridir! [4,24] {KM, Tesniye 22,13-21}
İslâm hukukunda “kazf” denilen bu iftirayı yasaklamanın hikmeti insanları, başkalarının cinsel ilişkileri ile ilgili dedikodulardan engellemek, toplumun ve fertlerin haysiyet ve şerefini korumaktır. Bu dedikodulardan en fazla zarar gören kadınları böylesine koruyan, başka hiç bir sistem mevcut değildir. Böylesi gerçek veya gerçek olmayan, ama ilgi çeken haberlerle bir yandan insanlar karalanmakta, öbür yandan insanlar cinsel yönden tahrik edilmekte, fuhuş ve ahlâksızlık yayılmaktadır. İslâm hidâyetinden uzak bir kısım medyanın maalesef en fazla yer ayırdığı bu konuların ıslahı, bütün toplumlarda büyük bir gayret ve ihtimam beklemektedir.
5 – Ama bu iftira suçundan sonra tövbe edip halini düzeltenler bu fâsıklık damgasından kurtulurlar. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir.
Tövbe ile had cezasının düşmeyeceğinde ittifak vardır. Hanifi mezhebinde “fasıklık damgası” düşer, fakat şahitliğinin ömür boyunca kabul edilmemesi hükmü devam eder. Şafiî mezhebine göre tövbe, hem fasıklık damgasını kaldırır, hem de şahitliği iade eder.
6-7 – Kendi eşlerini zina etmekle suçlayıp da buna dair kendileri dışında şahit bulamayan kocalar ise, kendilerinin doğru söylediklerine dair ayrı ayrı dört kere Allah adına yemin eder, şahitlik eder, beşinci kere ise, yalancı olması halinde, Allah’ın lânetinin kendi üzerine gelmesini isterler.
8-9 – Hanımının ise, kocasının bu suçlamasında yalancı olduğuna dair ayrı ayrı dört kere Allah adına yemin ve şahitlik etmesi, beşincide ise kocası doğru söylemişse, Allah’ın gazabının kendi üzerine çökmesini dilemesi, kendisinden cezayı kaldırır.
10 – Allah’ın sizin hakkınızda lütuf ve merhameti olmasaydı, eğer O Allah, tövbeleri kabul buyuran, yaptığı her iş, verdiği her hüküm hikmetli olan bir zat olmasaydı, müstahak olduğunuz bütün cezaları hemen verir, sizi perişan ederdi.
11 – O İftirayı çıkaranlar, içinizden küçük bir gruptur.
Siz o iftirayı kendi hakkınızda fena bir şey sanmayın, bilakis o sizin için hayırlıdır.
O iftiracılara gelince, onlardan her birinin, kazandığı günah nisbetinde cezası vardır.
Bu yaygaranın elebaşılığını yapan şahsa ise cezanın en büyüğü vardır.
Benî Mustalık gazvesinde Hz. Peygamber (a.s.)’a Hz. Âişe refakat etti. Dönüşte Medine yakınında ordu konakladı. Hareket edileceği sırada Hz. Âişe (r.a.) tabiî ihtiyaç için kafileden geride kalmıştı. Deve üzerindeki hevdeç içinde taşınıp kendisi de zayıf olduğundan, farkına varılmayıp kafile hareket etmiş, Hz. Âişe ihtiyacını giderdikten sonra kolyesini düşürdüğünü fark edince onu ararken kafileyi kaçırmış, geldiğinde, sadece hareket sonrası kontrolü ile görevli Safvan (r.a.) kalmıştı. Devesine Hz. Âişe’yi bindirip kendisi yaya Medine’ye döndüler. Münafıkların başı İbn Übey yaygara çıkarıp namus iftirası attı. Dedikodu yayıldı.
Herkesten sonra dedikoduyu işiten Hz. Âişe iftiranın dehşetinden donup kaldı. Hz. Peygamberden izin isteyip babasının evine döndü. Hastalandı, dünya başına zindan oldu. Tam bir ay kadar sonra, bu âyetler vahyedilip Allah tarafından mâsumluğu, kıyamete kadar her gün ve her saat okunacak şekilde ebediyyen tescil edildi.
12 – Siz ey müminler, bu dedikoduyu daha işitir işitmez, mümin erkekler ve mümin kadınlar olarak birbiriniz hakkında iyi zan besleyip: “Hâşa, bu besbelli bir iftiradan başka bir şey değildir!” demeniz gerekmez miydi?
Kur’ân, böylesi durumlarda müminlerin, birbirlerine sahip çıkmalarını, hüsnüzannın esas olduğunu etkili bir üslupla istemektedir. Asr-ı saadette bunun bol ve güzel örnekleri bulunmakla beraber, maalesef çok az da olsa yaygaraya kapılanlar olmuştu.
13 – O iftiracılar dört şahit getirselerdi ya!
Şahitlerini getirmediklerine göre, onlar Allah katında yalancıların ta kendileri olarak tescil edileceklerdir.
14 – Hem dünyada, hem de âhirette Allah’ın lütuf ve merhameti sizinle olmasaydı, daldığınız bu yaygaradan dolayı mutlaka başınıza müthiş bir ceza gelirdi.
15 – O sırada siz o iftirayı dilden dile birbirinize aktarıyor, işin aslına dair hiç bilginiz olmayan sözleri ağızlarınızda geveleyip duruyordunuz ve bunu basit, önemsiz bir şey sanıyordunuz.
Halbuki o, Allah’ın nazarında pek büyük bir vebaldi!
16 – Nasıl oldu da onu işitir işitmez: “Böylesi iftiraları ağzımıza alamayız, böyle şeyler bize yakışmaz. Hâşa! Bu pek büyük, pek çirkin bir bühtandır.” demediniz!
17 – Eğer mümin iseniz, Allah böylesi bir şeyi tekrarlamaktan sizi kesinlikle sakındırıp yasaklıyor.
18 – Ve Allah âyetleri size açık açık bildiriyor. Allah alîm ve hakîmdir (her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
19 – Müminler arasında çirkinliklerin yayılmasını arzu eden kimseler için, dünyada da âhirette de gayet acı bir azap vardır. Allah bilir, siz bilemezsiniz.
20 – Eğer Allah’ın sizin üzerinizdeki lütfu ve inayeti olmasaydı
ve eğer Allah pek şefkatli ve merhametli olmasaydı, başınıza müthiş bir azap gelirdi.
21 – Ey iman edenler! Sakın şeytanın izinden gitmeyin!
Her kim şeytanın peşinden giderse bilsin ki o kendisinden hep fena, çirkin ve meşrû olmayan şeyleri yapmasını ister.
Eğer Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, sizden hiçbiriniz asla temize çıkamazdı.
Ancak Allah dilediğini temizleyip arındırır.
Çünkü Allah her şeyi hakkıyla işitir ve bilir. [4,79; 2,208]
22 – İçinizden fazilet ve imkân sahibi olanlar, akrabalara, fakirlere, Allah yolunda hicret etmiş olanlara sadaka vermeme hususunda yemin etmesinler!
Affedip müsamaha göstersinler.
Siz de Allah’ın sizi affedip müsamaha göstermesini arzu etmez misiniz?
Allah gerçekten gafurdur, rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur).
23 – Şu kesin ki, hayasızlıktan habersiz, iffetli mümin hanımlara, zina iftirası atanlar dünyada da âhirette de lânete uğrarlar.
Onlara müthiş bir azap vardır. [33,57]
24 – Gün gelecek, dilleri, elleri ve ayakları yapmış oldukları bütün kötülükleri tek tek bildirerek aleyhlerinde şahitlik edecektir. [32,20; 17,36; 36,65]
25 – O gün Allah onlara hak ettikleri karşılığı tam tamına verecek
ve onlar da Allah’ın, gerçeği açıklayan, hakkın ta kendisi olduğunu anlayacaklardır. [50,22]
26 – Kötü kadınlar ve kötü sözler, kötü erkeklere;
kötü erkekler, kötü kadınlara ve kötü sözlere;
temiz kadınlar ve temiz kelimeler ise temiz erkeklere;
temiz erkekler de temiz kadınlara ve temiz sözlere yakışır.
Bu temiz insanlar, o iftiracıların dedikodularından berîdirler,
onlara mağfiret ve değerli büyük bir nasip vardır.
27 – Ey iman edenler! Kendi evleriniz dışındaki evlere,
sahiplerinden izin isteyip onlara selâm vermeden girmeyiniz!
Böyle yapmanız sizin için daha münasiptir.
Olur ki düşünür, hikmetini anlarsınız.
Cahiliye Arapları selâm ve haber vermeden evlere dalarlardı. Bu âyet, mesken dokunulmazlığını, evlere giriş kuralını belirledi. Hz. Peygamberin tatbikatı ve hadisleri bu konuyu da yeterli derecede açıklamıştır. Hadislerden biri, girmek isteyenin önce selâm verip sonra “Girebilir miyim” diye izin istemesini, üçüncü tekrardan sonra izin verilmezse geri dönmesini bildirir.
28 – Şayet orada hiçbir kimse bulamazsanız size izin verilmeden oraya girmeyiniz!
Eğer size: “Müsait değiliz, geri dönün.” denirse dönün!
Bu sizin için daha nezih, daha münasiptir.
Allah yaptığınız her şeyi tamamen bilir.
29 – İçinde oturulmayan fakat sizin faydalanma hakkınız bulunan evlere girmenizde mahzur yoktur.
Ama hiç unutmayın ki Allah açığa vurduğunuz ve gizlediğiniz her şeyi bilir.
30 – Mümin erkeklere bakışlarını kısmalarını ve edep yerlerini açmaktan ve zinadan korumalarını söyle!
Bu, onlar için en uygun olan davranıştır.
Allah yaptıkları her şeyden hakkıyla haberdardır. {KM, Matta 5,28}
Âyette “kısma” anlamına gelen “gadd” kelimesi, kısmilik ifade eden “min” edatı ile kullanılmıştır. Kısıtlanan şey erkeklerin kadınlara bakmaları, insanların birbirlerinin edep yerlerine bakmaları veya müstehcen görüntülere bakmalarıdır.
Bir hadis meali: “Namahreme ilk bakış sana ait olup, sorumluluğu yoktur. Ama ikincisi yani bakışı devam ettirmen senin aleyhindedir.” Bakmanın caiz olduğu yerlerden biri evlenme niyetiyle birbirini görme sırasında olur. Erkeğin örtmesi farz olan yeri, göbeği ile diz kapağı arasıdır. Kadınınki ise, elleri ve yüzü hariç, baştan aşağı bütün vücududur. Şafîî gibi birçok müçtehide göre yüzü de örtünme yerine dahildir.
31 – Mümin kadınlara da bakışlarını kısmalarını ve edep yerlerini açmaktan ve günahtan korumalarını söyle.
Yine söyle ki mecburen görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler.
Başörtülerini yakalarının üzerini kapatacak şekilde örtsünler.
Zinet takılan yerlerini kocaları, babaları, kocalarının babaları,
oğulları, üvey oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları,
mümin kadınlar, ellerinin altında bulunanlar (köleler), erkeklikten kesilip kadınlara ihtiyaç duymayan hizmetçileri
veya henüz kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocuklar
dışında kimseye göstermesinler.
Saklı zinetlerine dikkat çekmek için, ayaklarını da vurmasınlar.
Ey müminler! Hepiniz toptan Allah’a tövbe ediniz ki felaha eresiniz! [35,59]
Zinetlerden maksat, ya kolye, küpe, bilezik gibi zinetlerin yerleri yahut bizzat zinet eşyalarıdır. Birinci görüş daha ağır basar. Örtülecek yerlerden istisna el, yüz ve ayaklardır. Yüz ile ayakların örtülmesinin farz olduğunu söyleyen âlimler de vardır.
32 – İçinizden evli olmayanları, köle ve cariyelerinizden evlenmeye müsait olanları evlendirin! Eğer fakir iseler, Allah lütfu ile onların ihtiyaçlarını giderir. Çünkü Allah’ın lütfu geniştir. Her şeyi hakkıyla bilir (ihtiyaçları ve lütfa lâyık olanları da bilir).
Âyetteki emir kipinin farziyet ifade etmediğine karineler vardır. Kesin olan, evlenmenin şahsî bir tasarruf olduğudur. Ancak burada emir, akrabalar ve yakını olmayanlar için düşünülür ise yöneticilerin evlendirme konusunda yardımcı olmasının mendup olduğunu gösterir.
33 – Evlenme imkânı bulamayanlar ise, Allah lütfu ile onların ihtiyaçlarını giderinceye kadar iffetli kalmaya çalışsınlar!
Eliniz altındaki köle ve cariyelerinizden mükâtebe yapmak isteyenler olursa ve siz de onlarda liyakat görürseniz mükâtebe yapınız! Allah’ın size ihsan ettiği maldan siz de onlara veriniz. (Mecburî hizmet bedellerini ödemelerine yardım ediniz).
Dünya hayatının geçici metâını elde etmek için, sakın cariyelerinizi -hele iffetli olmak isterlerse- fuhşa zorlamayın! Her kim onları fuhşa zorlarsa, bilinmelidir ki zorlanmalarından sonra, Allah kendileri hakkında gafurdur, rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur). [9, 60; 4,25]
Köle veya cariye efendisine başvurup hürriyetini satın almak istediğini söylerse, efendisi ona ödemesi gereken meblağı bildirip bunu ödemesi halinde hür olacağına dair onunla bir akit imzalar. Bu akde, “mükâtebe” denilir. Bu durumda çalışıp para kazanma imkânı bulması için efendisi ona vakit imkânı da verir. Zekât fonunun sarf edileceği sekiz bölümden biri de “rikab” adı ile bu bölüm olduğundan mükâtepler bu yardımdan da yararlanırlar.
Öte yandan bu âyet, Cahiliye dönemine ait fuhuş evleri işletmesini de kesinlikle ilga etmiştir.
34 – Muhakkak ki size dinin hükümlerini açıklayan âyetler, sizden önce gelip geçenlerin hallerinden misaller ve Allah’a karşı gelmekten sakınacaklar için birtakım öğütler indirdik.
35 – Allah göklerin ve yerin nurudur. O’nun nûrunun misali, tıpkı içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. Lamba bir sırça (cam) içinde, o sırça da sanki parlayan incimsi bir yıldız!
Bu lamba, ne yalnız doğuya, ne de yalnız batıya mensup olmayan kutlu, pek bereketli bir zeytin ağacından tutuşturulur. Bu öyle bereketli bir ağaç ki, nerdeyse ateş değmeden de yağ ışık verir. Işığı pırıl pırıldır. Allah dilediği kimseyi nûruna iletir, gerçeği anlamaları için insanlara böyle temsiller getirir. Allah her şeyi bilir. [4,174; 39,22; 57,28; 6,122; 57,19] {KM, II Samuel 22, 29; I Yuhanna 1,5; Yuhanna 8,12}
Nur: “Görmeye vesile olan ışık” veya “Işık kaynağı” anlamına gelir. Bu anlamı ile nur yaratılmış olduğundan, âyetin ilk cümlesi: “Allah, güneş vb. ışık saçan cisimleri yaratmak sûretiyle gökleri ve yeri aydınlatan” veya “Göklerde ve yerde olanları sapıklıktan kurtaran, hidâyete erdiren, aydınlığa çıkaran” diye tefsir edilir. Başka geniş tefsirler de vardır. Hülasa nur ismi, Allah Teâlâ hakkında bazı âlimlerce mecazî, bazılarınca da hakikî mânada değerlendirilir. Birçok çağdaş müfessir, bu âyetin devamında, başka bazı gerçekler arasında, bir de elektrik ampülüne işaret edildiği kanaatindedirler.
36-37 – O nura, Allah’ın, yükseltilmesine ve içlerinde kutlu isminin zikredilmesine izin verdiği evlerde (mescidlerde) kavuşulur. Oralarda, sabah akşam O’nun şanını yücelterek tenzih eden öyle yiğitler vardır ki, ne ticaretler, ne alım ve satımlar onları Allah’ı zikretmekten, namazı hakkıyla ifa etmekten, zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar kalplerin ve gözlerin dehşetten halden hale döneceği, alt üst olacağı bir günden endişe ederler. [39,47; 73,40; 18,14,42; 76,10; 62,9; 63, 9; 72,18]
Âyetteki “evler” mescitler olarak tefsir edilmekle beraber aynı zamanda “müminlerin evleri” diye de tefsir edilir. Hatta bazı müfessirler bu ikinci izahın ağır bastığı kanaatini taşırlar (Tefhimu’l-Kur’ân). Zira İslâm’da ibadet mâbedlerle ve ruhban sınıfı ile sınırlı değildir.
38 – Allah Teâlâ onlara yaptıklarına karşılık en güzel mükâfatı verecek, onların mükâfatlarını kendi lütfundan artıracaktır.
Allah dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır. [39,34; 25,16; 16,31; 6,160]
39 – Dini inkâr edenlere gelince:
Onların işleri düz, ıssız bir çöldeki serap gibidir ki susayan onu su zanneder.
Nihayet onun yanına varınca su namına hiçbir şey bulamaz… Fakat Allah’ı bulur.
O da onun hesabını tam tamına görür. Zira Allah hesabı pek çabuk görür. [25,23]
40 – Yahut o kâfirlerin duygu, düşünce ve davranışları derin bir denizdeki yoğun karanlıklara benzer.
Öyle bir deniz ki onu, dalga üstüne dalga kaplıyor...
Üstünde de koyu bulut.
Üst üste binmiş karanlıklar...
İçinde bulunan insan, elini uzatsa nerdeyse kendi elini bile göremiyor.
Öyle ya, Allah birine nûr vermezse artık onun hiçbir nûru olamaz. [2,257; 6,122]
41 – Baksana göklerde olan, yerde olan herkes, kanatlarını çarparak uçan dizi dizi kuşlar, hep Allah’ı tesbih ederler.
Onlardan her biri kendi duasını ve tesbihini pek iyi bellemiştir. Allah onların yaptıklarını hakkıyla bilir. [17,44; 22,18]
42 – Göklerin ve yerin hâkimiyeti Allah’ındır.
Bütün işler O’na ***ürülür, hüküm O’nun kapısından çıkar.
43 – Baksana, Allah bulutları sevk ediyor, sonra onları bir araya getirip üst üste yığıyor.
İşte görüyorsun ki bunların arasından yağmur çıkıyor.
O, gökten, -oradaki dağlar büyüklüğünde bulutlardan- dolu indirir de onunla dilediğini vurur, dilediğini de ondan korur.
Bu bulutların şimşeğinin parıltısı nerdeyse gözleri alıverecek!
44 – Allah gece ile gündüzü birbirine çeviriyor, geceyi gündüze, gündüzü geceye dönüştürüyor, sürelerini uzatıp kısaltıyor. Elbette bunda görebilenler için alınacak bir ders vardır. [3,190]
45 – Allah her canlıyı sudan yarattı: Kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür.
Allah dilediğini yaratır. Çünkü Allah her şeye kadirdir.
46 – Gerçekten Biz hükümlerimizi açıklayan âyetler indirdik.
Allah dilediği kimseyi doğru yola hidâyet eder.
47 – Çünkü niceleri: “Biz Allah’a ve Resulüne inandık ve itaat ettik” derler de sonra onlardan bir kısmı, buna rağmen geri dönerler. İşte bunlar mümin değildirler. [4,150]
48 – Aralarında hükmetmesi için Allah’ın ve Resulünün hükmüne dâvet edildiklerinde, bir de bakarsın onlardan bir kısmı yüz çeviriyor! [4,60-61; 105]
49 – Ama hüküm kendilerinden yana gözükmeye görsün, tam bir itaat içinde koşa koşa gelirler.
50 – Sahi, kalplerinde bir inkâr hastalığı mı var bunların?
Yoksa imanda şüpheye mi düştüler yahut Allah’ın ve Resulünün kendilerine zulüm ve haksızlık yapacağından mı endişe ediyorlar?
Doğrusu, asıl zalimler hem de kendi kendilerine haksızlık edenler, onların ta kendileridir!
51 – Haklarında hüküm verilmek üzere Allah’a ve Resulüne dâvet edilen müminlerin söyledikleri tek söz:
“Hay hay! Baş üstüne!” demek olmuştur. İşte felaha erenler onlar olacaklardır.
Gerçek müminin başlıca özelliği, karşı karşıya kaldığı her durumda Allah’ın rızasını gözetmek,
Allah ve Resulünün Kur’ân ve hadislerde varid olan hükümlerine gönül rızası ile uymaktır.
Aksine davranış münafıkların vasfıdır.
52 – Kim Allah’a ve Resulüne itaat eder, Allah’ı tazim edip O’na karşı gelmekten sakınırsa,
işte ebedî başarı ve mutluluğa erenler onlar olacaklardır.
53 – Senin kendilerine emretmen halinde hicret edeceklerine veya savaşa çıkacaklarına dair vargüçleriyle yemin billah ettiler.
De ki: “Yemine ne hacet! Yemin etmeyin, sizden istenen makul bir itaattır.
Elbette Allah yaptığınız ve yapacağınız her şeyi bilir”
54 – De ki: “Allah’a itaat edin, Peygambere de itaat edin!
Eğer sırtınızı dönerseniz bilin ki Peygamber kendi görevinden,
siz de kendi yükümlülüğünüzden sorumlu olursunuz.
Ama ona itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş olursunuz.
Yoksa, peygamberin görevi, açıkça tebliğ etmekten başka bir şey değildir.” [13,40; 88,21-22]
55 – Allah içinizden iman edip makbul ve güzel işler işleyenlere kesin olarak vaad buyurur ki:
Daha önce müminleri dünyada hakim kıldığı gibi kendilerini de hakim kılacak, kendileri için beğenip seçtiği İslâm dinini tatbik etme gücü verecek ve yaşadıkları korkulu dönemin arkasından, kendilerini tam bir güvene erdirecektir.
Çünkü onlar, yalnız Bana ibadet edip hiçbir şeyi Bana şerik yapmazlar.
Artık bundan sonra kim küfrana saparsa, işte onlar yoldan çıkıp Allah’a karşı gelmiş olurlar. [2,30; 38,26; 27,16; 21,105; 14,14; 28,6; 6,165; 7,69; 8,26; 7,129; 22,41]
56 – Öyleyse ey müminler, siz namazı hakkıyla ifa etmeye devam edin, zekâtı verin,
Peygambere itaat edin ki merhamete nail olasınız!
57 – İnkâr edenlerin dünyada Allah’ın hükmünden kaçıp kurtulacaklarını sakın zannetme!
Onların varacakları yer ateştir. Gerçekten ne kötü bir sondur bu!
58 – Ey iman edenler! Ellerinizin altında bulunan köle ve hizmetçileriniz ile
içinizden henüz bülûğa ermemiş çocuklarınız,
odanıza girmek için şu üç vakitte sizden izin istesinler:
Sabah namazından önce, öğle vakti istirahat için elbiselerinizi çıkardığınız zaman ve bir de yatsı namazından sonra.
İşte bu üç vakit, mahremiyet vakitlerinizdir.
Ama bunların dışında izinsiz girmelerinde ne sizin için ne de onlar için bir mahzur yoktur.
Çünkü sizin birbirinizin yanına girip çıkmanız kaçınılmazdır.
İşte Allah size âyetlerini böylece açıklar.
Gerçekten Allah, alîm ve hakîmdir (her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
59 – Çocuklarınız büluğa erdiklerinde ise, kendilerinden büyük olanları nasıl izin istiyorlardı ise,
odanıza girmek için her vakitte izin istesinler!
İşte Allah size âyetlerini böylece açıklar.
Çünkü Allah her şeyi bilir, her hükmü yerinde açıklar.
60 – Evlenme arzu ve ümidi kalmamış olan ihtiyar kadınların, zinet yerlerini teşhir etmeksizin, dış giysilerini çıkarmaları, günah değildir.
Bununla beraber sakınmaları, kendileri yönünden daha iyidir.
Allah her şeyi işitir, gizli âşikâr her şeyi bilir.
61 – Görme özürlü, topal veya hasta gibi özürlülerin
sizin evlerinizden yemek yemelerinde mahzur olmadığı gibi,
sizin de eşlerinize yahut çocuklarınıza ait evlerinizden,
babalarınızın evlerinden, annelerinizin evlerinden,
erkek kardeşlerinizin, kız kardeşlerinizin evlerinden,
amcalarınızın evlerinden, halalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerinden, teyzelerinizin evlerinden
yahut anahtarları size bırakılıp sahip çıkmanız istenen yerlerden
veya arkadaşlarınızın evlerinden yemek yemenizde mahzur yoktur.
İster toplu, ister ayrı ayrı yemenizde de sakınca yoktur.
Evlerinize girdiğiniz zaman Allah katından kutlu, feyizli ve bereketli bir iyi dilek temennisi olarak birbirinize selâm verin!
İşte Allah size âyetlerini böylece açıklıyor.
Umulur ki düşünüp hikmetini anlarsınız. [58,8] {KM, Matta 10,12}
Sefere çıkanlar, savaş gazilerine, yaralılara ve özürlü fakir kimselere evlerine sahip çıkmaları için evlerini teslim ederlerdi. Bunlar da çekindiklerinden dolayı, o evlerden yiyip içmezlerdi. Bunun mübahlığı böylece kesinleştirilmiş olmaktadır.
62 – Gerçek müminler ancak öyle kimselerdir ki
Allah’a ve Resulüne bütün kalpleriyle iman etmiş olup, bütün toplumu ilgilendiren meseleleri görüşmek üzere onun yanında bulundukları vakit ondan izin almadıkça ayrılıp gitmezler.
Senden izin isteyenler hakikaten Allah’a ve Resulüne gerçekten iman edenlerdir. Öyle ise bazı işleri için senden izin istedikleri zaman, sen de onlardan dilediğin kimselere izin ver ve onlar için Allah’tan af dile. Muhakkak ki Allah gafurdur, rahîmdir.
İslâm toplumunu ilgilendiren önemli meselelerin görüşüldüğü yere gitmek ve oradaki yetkilinin izni olmadıkça ayrılmamak bir vecibedir. Hayatî bir mazeret olmadıkça izin taleb etmek caiz görülmediği gibi mazereti kabul edip etmemek de Hz. Paygamber (a.s.) ile İslâm toplumunun yöneticilerinin takdirindedir.
63 – Resulullah’ın sizi çağırmasını, sizin birbirinizi dâvet etmenizle bir tutmayın.
Allah elbette sizden, birbirini siper edinerek sıvışıp gidenleri bilir.
Öyleyse Peygamberin emrine aykırı hareket edenler başlarına dünyada bir bela gelmesinden yahut âhirette gayet acı bir azap gelmesinden korkup çekinsinler!
Resulullahın çağrısına uymak farzdır. Onun duasına Allah Teâlâ icabet buyurur. Dolayısıyla ihtimamla itaat gerekir. Âyet aynı zamanda şunu da ifade eder: Müminler, Hz. Peygambere hitab eder veya ondan bahsederken sadece ismini zikretmekle kalmayıp onun nübüvvet makamını ifade eden “Resulullah”, “Resul-i Ekrem”, “Peygamber Efendimiz” gibi bir vasfını söylemelidirler. Ayrıca ona salat-ü selâm getirmelidirler. [35,56]
64 – Dikkat edin! Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. O şu anda içinde bulunduğunuz durumu da pek iyi biliyor. İnsanların kendi huzuruna ***ürülecekleri büyük duruşma günü, yapmış oldukları şeyleri tek tek kendilerine bildirip karşılığını verecektir. Allah her şeyi pek iyi bilir. [2,144; 26,218-220; 10,61; 11,5; 18,49; 75,13]
 
müminun suresi meali

118 âyet olup Mekke döneminin sonunda nazil olmuştur. Hac sûresi, müminlerin dünya ve âhirette felaha ereceğini bildirmişti. Peşinden gelen bu sûre, bu felahın, hangi şartlara ve vasıflara bağlı olduğunu bildirir. Daha sonraki uzun bölümde (23-73. âyetler) bu şartları haiz olan nebîlerin fazilet mücadeleleri örnek verilir. Sonra âhiret hayatına geçilir. Öldükten sonra dirilmeyi akıllarına sığdıramayan kâfirlere Allah’ın muazzam kudretinin delilleri zikredilir. Müteakiben iman ve inkâr ehlinin âhiretteki âkıbetleri bildirilir.
Hz. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: “Resulullah (a.s.)’a vahiy indiğinde biz yanında arı vızıltısı gibi bir ses işitirdik. Bir gün ona vahiy indi, bir süre bekledik. Derken üzerindeki bu hal açıldı, hemen kıbleye dönüp ellerini kaldırdı: “Ya Rabbî, bizi çoğalt, eksiltme. Değerimizi artır, bizi hakir kılma. Bize ver, mahrum etme. Bizi tercih et, başkalarını bizim üzerimize tercih etme. Bizden razı ol ve bizi razı eyle” diye dua etti. Sonra da: “Bana on âyet indirildi ki kim bu âyetlerdeki buyrukları yerine getirirse cennete girer.”


Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Muhakkak ki müminler, mutluluk ve başarıya erdiler.
2 – Onlar namazlarında tam bir saygı ve tevazu içindedirler.
3 – Onlar boş şeylerden uzak dururlar. [25,72]
4 – Onlar zekât vermek için çalışırlar. [91,9-10; 41,6-7]
5-7 – Onlar mahrem yerlerini günahlardan korurlar. Yalnız eşleri ve cariyeleri ile ilişki kurarlar. Çünkü bunu yapanlar ayıplanamazlar. Ama bu sınırın ötesine geçmek peşinde olanlar, işte onlardır haddi aşanlar.
8 – O müminler üzerlerindeki emanetleri gözetirler, verdikleri sözleri tam tamına tutarlar.
Ahitler: Gerek kendi aralarındaki akitler, gerekse Allah Teâlâya karşı verdikleri ahitlerdir.
9 – Onlar namazlarını vaktinde eda edip zayi etmekten korurlar.
Namazlarını vakti vaktine, huşû içinde devam ettirirler.
10 –11- “İşte vâris olanlar, ebedî kalacakları Firdevs cennetine vâris olanlar onlardır onlar. [19,63; 43,72]
12 – Şu bir gerçektir ki Biz insanı süzme çamurdan yaratırız. [30,20; 6,2; 32,8]
İnsanın süzme çamurdan, yani balçığın özünden yaratıldığını bildiren âyetler, insan bedeninin toprakta yetişen ya da toprağın bileşiminde bulunan çeşitli organik veya inorganik maddelerden oluştuğuna, toprakta yetişen besinlerin özümlenmesi yoluyla bu unsurların sürekli olarak canlı hücrelere dönüştüğüne işaret etmektedir. Böylesi bir vücuda bunca imkânları ve sistemleri lütfeden Allah’a şükretme gereğini hatırlatmaktadır. 12-14. âyetlerde geçen mazi sigaları, bu yaratılış başından kıyamete kadar devam ettiğinden, muzari (geniş zaman) anlamı taşımaktadırlar.
13 – Sonra onu nutfe (sperm) halinde sağlam bir yere yerleştiririz.
14 – Sonra nutfeyi (rahim cidarına) yapışan bir hücreye, bunu da mudgaya, yani bir çiğnem et görünümündeki varlığa, mudgayı kemiklere dönüştürür, sonra da kemiklere et giydirip, derken yeni bir yaratılışa mazhar ederiz. İşte bak da Yüceler Yücesi Allah’ın ne mükemmel yaratan olduğunu bir düşün! [22,5]
15 – Ve bütün bunlardan sonra, siz ey insanlar, ölürsünüz. [21,35]
16 – Sonra büyük duruşma (kıyamet) günü diriltilirsiniz.
17 – Yine şu da bir gerçektir ki, Biz sizin üstünüzde yedi tabaka yarattık. Biz yaratmadan da, yarattıklarımızdan da habersiz değiliz. [2, 29; 40,57; 32,4-12; 17,44; 71,15; 65,12]
“Tarâik” tarîkanın çoğuludur. Bu, göklerin, Allah katında inen emirlerin geçtiği yer olması itibariyledir (Talak,12). Müfessirlerin çoğu burayı yedi gök diye açıklarlar. Elmalılı M. H. Yazır ise “İnsanın yedi idrâk yolu, yani görme, işitme, tatma, koklama ve dokunmanın yanında akıl ve vahiy yolları” olduğunu düşünür.
18 – Biz gökten belirlediğimiz bir ölçüye göre su indirir ve onu yerde dinlendiririz. Ama dilersek onu yerden gidermeye de kadiriz.
Âyette geçen “eskennâhu” yağmur sularının durgunlaştırılmasını ve yerde dinlendirilmesini ifade eder. Yağmur suları toprak tarafından yavaş yavaş emilerek dibe iner. Eğer böyle olmayıp birden inseydi veya sel halinde akıp gitseydi hem büyük zararlara sebep olur, hem de canlılar, yağmurun hayat veren faydalarından mahrum kalırlardı.
Diğer taraftan Zümer 21. âyetinin beyan buyurduğu üzere Allah, gökten indirdiği yağmur sularını yerde süzdürüp menbalara yerleştirmekte, oralarda dinlendirmekte, sonra o depolardan yeryüzüne çıkartıp canlıların istifadesine vermektedir. Dikkat etmeli ki yağmur, bütün kâinat içinde, milyonlarca yıldız arasında yalnız dünyada mevcuttur. Bu su olmasaydı, hayat düşünülemezdi. Bu büyük nimet elbette tesadüfî değildir.
19 – O su ile sizin için birçok meyvelerini yediğiniz hurma ve üzüm bağları yetiştiririz. [16,11; 36,34-35]
Hurma ve üzüm Araplarca en marûf meyveler olduğundan, misal olarak yalnız bunlar zikredilmiştir.
20 – Sina Dağından çıkan bir nebat da yetiştiririz ki o ağaç hem yağ, hem de yiyenlere bir katık çıkarır.
Bu ağaç zeytin ağacıdır.
21 – Davarlarda da sizin için ibretler vardır.
Onların içinden çıkan sütle sizi besleriz.
Daha onlarda sizin için nice faydalar bulunur.
Onların etinden de yersiniz. [16,5-7; 36,71-73]
22 – Onlara da, gemilere de binersiniz. [17,70]
23 – Bir zaman, halkını irşad etmesi gayesiyle Nuh’u gönderdik de:
“Ey halkım, dedi, yalnız Allah’a ibadet ediniz.
Zira sizin Ondan başka ilahınız yoktur. Gerçek bu iken hâlâ şirkten sakınmaz mısınız?”
24-25 – Halkından ileri gelen birtakım kâfirler: “Bu,” dediler, “sizin gibi bir insandan başka bir şey değil, böyleyken size hakim olmak istiyor.”
“Allah bize mesaj ulaştırmak isteseydi, (böyle sizin gibi bir insan göndermez), melaike indirirdi.
Nitekim biz atalarımızdan da böyle bir şey işitmedik.
Bu delinin tekinden başka biri değil.
Ona biraz süre tanıyın, sonra iş aydınlanır, siz de gereğini yaparsınız.”
26 – Nuh: “Ya Rabbî, dedi, beni yalancı saymalarına karşı Sen yardım et bana!”
27 – Biz de ona vahyedip bildirdik ki: “Nezaretimiz altında ve bildirdiğimiz şekilde gemiyi yap.
Buyruğumuz gelip tandır kaynayınca her cinsten birer çift ile haklarında azap hükmü takdir edilmiş olanlar dışında kalan aile halkını yanına al! Zalim ve kâfirler hakkında sakın Bana başvurma! Çünkü onlar suda boğulacaklardır.”
Hud, 40 âyet münasebetiyle belirttiğimiz gibi “tandır kaynaması” mecaz olarak, işlerin ciddileşmesi anlamını verir. Fakat esas anlamı, gemideki ocağın, su kazanını kaynatması demektir. Şayet o zaman buharlı gemi yok idiyse, bu ifadenin, ileri çağlardaki buharlı gemilere işaret ettiği söylenebilir.
28 – “Sen ve beraberinde olanlar gemiye yerleşince de ki: “Bizi o zalim toplumun elinden kurtaran Allah’a hamd-u senalar olsun!”
29 – “Ya Rabbî, beni güvenli ve kutlu bir yere indir. Çünkü sen konuklayanların en iyisi, en mükemmelisin.” [43,12-13; 11,41]
Gemideki bereket ve kutluluk, selâmettir. Karaya çıktıktan sonraki bereket ise neslin çoğalması ve peş peşe gelen hayırlardır.
30 – Bunda elbette alınacak çok ibretler var. Gerçekten Biz insanları imtihan etmekteyiz.
31 – Onlardan sonra başka nesiller yarattık.
32 – Onların içinden “Yalnız bir Allah’a ibadet ediniz, zira sizin O’ndan başka tanrınız yoktur.
Gerçek bu iken hâlâ şirkten sakınmaz mısınız?” diyen bir peygamber gönderdik.
33-34 – Onun halkından kâfir olup âhiret buluşmasını yalan sayan ve kendilerine dünya hayatında bol nimet verdiğimiz eşraf takımı:
“Bu,” dediler, “sizin gibi bir insandan başka bir şey değil,
baksanıza sizin yediklerinizden yiyor, sizin içtiklerinizden içiyor. Eğer siz, sizin gibi bir beşere itaat edecek olursanız, büyük bir kayba ve hüsrana uğrarsınız.” [21,8; 25,7]
Peygamberin beşer oluşuna ve onun diğer insanlarla eşit oluşuna delil olarak, diğer insanlar gibi yeme ve içmesini ileri sürdüler. Bunlar ise mutlak olarak her canlıda bulunan sıfatlardır: Demek ki, onlar insan için de mükemmelliği yeme, içmede ve hayvani lezzetlerde görüyorlardı.
35 – “Ne o,” dediler, bu adam siz ölüp de toprak ve kemik haline geldikten sonra sizin diriltilip mezardan çıkarılacağınızı mı vâd ediyor?”
36 – “Heyhat! Heyhat! Size vâd edilen şey ne kadar da uzak!”
37 – “Hayat sadece dünya hayatından ibarettir,
ölür gideriz, ancak bir kere yaşarız ve ölümden sonra asla diriltilmeyiz!”
38 – “Bu adam, uydurduğu yalanı Allah’a mal eden bir iftiracıdan başkası değildir ve biz hiçbir surette ona inanmayız!”
39 – O Resul: “Ya Rabbî, dedi, beni yalancı saymalarına karşı Sen bana yardım eyle!”
40 – Allah buyurdu: “Tasalanma, çok geçmeden onlar pişman olacaklardır!”
41 – Derken korkunç bir ses onları bastırıverdi. Adalet yerini buldu.
Onları sel süprüntüsüne çevirdik.
Zalimler güruhunun canı cehenneme! [40,78]
42 – Onlardan sonra yine başka nesiller dünyaya getirdik.
Salih, Hûd, Şuayb (a.s.) ve onlardan başka peygamberlerin nesilleri sözkonusudur.
43 – Hiç bir ümmet vâdesini ne öne alabilir ne de erteleyebilir.
44 – Sonra resullerimizi peş peşe gönderdik. Hangi ümmete peygamberi geldiyse onlar onu yalancı saydılar.
Biz de onları birbiri ardından imha ettik.
Onlardan geriye bıraktığımız, sadece ibret verici hikâyeleri! İman etmeyen o halkın canı cehenneme! [16,36; 36,30]
45-46 – Sonra da Mûsa ile kardeşi Hârun’u âyetlerimizle ve apaçık delille Firavun ile ileri gelen yardımcılarına gönderdik.
Onlar da hakkı kabulden kibirlendiler.
Zaten onlar kendilerini çok büyük gören bir zümre idi.
47 – Dediler ki: “Kendi kavimleri bizim hizmetçi kölelerimiz iken
şimdi kalkıp bizim gibi beşer olan bu iki adama mı inanacağız?” [26,29]
48 – Böyle deyip onları yalancı saydılar. Kendileri de helâk edilenler gürûhuna dahil oldular. [28,43]
47. âyet, inkârcıların umumiyetle içine düştükleri bir hatayı ortaya koymaktadır: Gerçekten onlar, insana, yalnızca bu dünyadaki mevkiine, toplum içindeki konumuna göre değer verirler. Onların insan hakkında başta gelen değer ölçüleri makam ve mansıptır. Böylece onlar, bizatihi insana, onun düşüncesinin ve inancının kalitesine, sahip olduğu ahlâkî ve insanî vasıflarına değer vermezler. 48. âyet bize gösteriyor ki, inkârcıların bu yanlış değer ölçülerine dayanarak peygamber hakkında vardıkları hüküm, kaçınılmaz olarak kendilerini felakete ***ürür.
49 – Oysa doğru yolu tutmaları ümidiyle biz Mûsâ’ya kitabı verdik.
Doğru yolu tutmaları söz konusu ümmet, Hz. Mûsa’nın Mısır’dan çıkarıp kurtardığı kendi halkıdır, İsrailoğullarıdır. Yoksa Firavun ve onun ileri gelen çevresi ve Kıbtî halkı değildir. Zira Tevrat, Firavun ve ordusunun boğulmalarından sonra indirilmiştir.
50 – Meryem’in oğlunu ve annesini bir ibret vesilesi kıldık ve onları pınarları akan ve yerleşmeye elverişli yüksekçe bir yere yerleştirdik. [21,91; 19,22]
51 – Siz ey peygamberler! Helâl ve hoş şeylerden yiyip için, makbul ve güzel işler işleyin! Zira Ben yaptığınız her şeyi bilmekteyim.
Bazı müşriklere göre peygamber yemek yiyemezdi [25,7]. Cenab-ı Allah buyuruyor ki: “Helâl hoş yiyecekleri yemek, onlardan aldığı kuvveti güzel davranışlarda kullanmak, şükrünü yerine getirmek pek yerindedir. Çirkin olan, haram kazanıp haram yemektir.”
52 – Ve hepinizin dini bir tek dindir. Ben de sizin Rabbinizim, öyleyse Bana karşı gelmekten sakının!
Dinin esası akaidde, şeriatların esasında birdir. Fakat o esasların dalları olmak üzere peygamberlere indirilen farklı şeriatlar hususî hükümler ihtiva ederler. Bir hadiste: “Peygamberler, babaları (dinleri) bir, anneleri (şeriatları) ayrı kardeşlerdir.” buyurulmuştur.
53 – Ama peygamberleri izlediklerini iddia eden ümmetler fırkalara ayrılıp bölük bölük oldular. Her grup, kendilerine ait görüşten ötürü memnun ve mutludur.
54 – Sen onları, bir süreye kadar daldıkları gaflet içinde kendi hallerine bırak! [86,17; 15,3]
55-56 – Kendilerine verdiğimiz servet ve evlatlarla nimetlerini artırdığımızı mı sanıyorlar? Hayır, onlar işin farkında değiller! [9,55; 3,178; 68,44-45; 74,11-16]
57 – Ama asıl Rab’lerine duydukları saygıdan dolayı çekinenler.
58 – Rab’lerinin âyetlerini tasdik edenler.
59 – Rab’lerine hiç ortak tanımayanlar.
60 – Rab’lerine dönüp hesaba çekileceklerinden, yaptıkları hayırları kalpleri titreyerek yapanlar.
61 – Evet, işte onlardır hayırlara koşanlar ve o işlerde öne geçenler!
62 – Biz hiç kimseye takatinin üstünde yük yüklemeyiz.
Nezdimizde gerçeği bildiren, insanların yaptıklarını tam tamına tesbit eden bir kitap vardır.
Bundan ötürü asla haksızlığa uğratılmazlar. [17,13; 18,49]
Kitaptan maksat: Levh-i mahfuz veya hesap (amel) defterleridir.
63 – Fakat onların kalbleri bundan gafildir.
Ayrıca onların bundan başka birtakım pis işleri daha var ki onları işler dururlar.
64 – En nihâyet onların refaha dalıp gitmiş olanlarını azapla kıskıvrak yakaladığımızda birden feryadı basarlar.
Allah Mekke müşriklerini yedi sene kıtlıkla imtihan etti. Bu âyette geçen azaptan maksat, bu kıtlık, yahut Bedir’de bozguna uğramalarıdır.
65 – Fakat onlara şöyle denilecektir: “Bugün hiç boşuna sızlanmayın!
Zira siz Bizden hiçbir surette yardıma mazhar olmayacaksınız.”
66-67 – “Âyetlerim size okunduğunda, siz kibirlenerek sırtınızı çevirirdiniz,
geceleyin onun aleyhinde ileri geri konuşarak saçmalardınız.” [40,12]
68 – Peki onlar Allah’ın sözünü anlamaya çalışmadılar mı?
Yoksa önce geçip gitmiş babalarına hiç gelmemiş olan, ömürlerinde ilk defa duydukları bir şeyle mi karşılaştılar?
69 – Yoksa şu aralarında yaşamış olan Resulü, tanıdıkları biri olmadığı için mi reddediyorlar?
Tanımamaları mümkün değildi. Bilakis ona çocukluğundan beri “el-Emin” derlerdi. Hiç yalan söylemediğini, mükemmel ahlâkını, kimseden ilim öğrenmediğini, iddiacı, şöhret peşinde biri olmadığını pek iyi biliyorlardı.
70 – Ne o, yoksa “Onda bir delilik var!” mı diyorlar?
Oysa o onlara gerçeğin ta kendisini getirdi,
ama gerçek onların çoğunun işine gelmiyor.
Müşrikler, Hz. Peygamber (a.s.)’ın akılca pek üstün, fikir ve tefekkürünün gayet sağlam olduğunu pek iyi bilirlerdi.
71 – Fakat gerçek onların keyiflerine tâbi olsaydı
göklerin de, yerin de, oralarda yaşayanların da düzenleri bozulur, yıkılıp giderlerdi.
Halbuki Biz onlara şan ve şeref getiren, öğüt veren kitap verdik ama,
ne var ki onlar bu dersten yüz çeviriyorlar. [43,31; 44; 21,50; 17,100; 4,53]
Şan ve şeref getiren “Kur’ân” dır. Gerçekten Kur’ân-ı Kerim ve Resul-i Ekrem (a.s.) bu ümmetin adını ebedîleştirmiştir.
72 – Ey Resulüm, yoksa bu hizmetlerinden ötürü sen onlardan bir ücret istiyorsun da,
bu, kendilerine ağır geldiği için mi senden uzak duruyorlar?
Fakat bilsinler ki en iyi karşılık, sana Rabbinin vereceği mükâfattır. Çünkü O, rızık ve nimet verenlerin en hayırlısıdır. [6,90; 42,23; 34,47; 38,86; 36,21]
73 – Sen gerçekten onları dosdoğru bir yola çağırıyorsun.
74 – Ama şu da gerçek ki âhirete inanmayanlar, yoldan sapıyorlar.
75 – Eğer Biz onlara merhamet edip, uğradıkları belayı giderseydik, yine onlar azgınlıklarında devam edip giderlerdi. [8,23; 6,28-29]
76 – Biz onları çeşitli azaplara da uğrattık.
Buna rağmen yine de Rab’lerine boyun eğip O’na yalvarıp yakarmadılar. [6,43]
77 – Ama ne zaman onların önüne ceza gününe mahsus zorlu bir azap kapısını açarsak, işte o zaman birden bütün ümitlerini yitiriverirler.
İlk nesil için maksat, müşriklerin başına Bedir bozgununun gelmesidir.
Ayrıca ölüm veya kıyamet günü de kasdedilmiş olabilir.
78 – Ey insanlar, Rabbinizin buyruklarına kulak verin.
Çünkü sizde işitme ve görmeyi sağlayan kulak ve gözleri, düşünüp hissetmenizi sağlayan kalpleri yaratan O’dur.
Şükrünüz ne kadar da az! [12,103; 34,13]
79 – Sizi çoğaltıp dünyaya yayan da O’dur. Muhakkak yine O’nun huzuruna ***ürüleceksiniz.
80 – Hayatı veren de, öldüren de O’dur.
Gece ile gündüzü peş peşe getiren de O’dur.
Öyleyse hâlâ aklınızı başınıza alıp bunları bir düşünmez misiniz? [36,40; 25,62]
81 – Ama böyle yapmak yerine, kendilerinden önceki münkirlerin dediklerini dediler.
82-83 – “Ölüp toprak ve kemik haline geldikten sonra biz dirilecekmişiz ha!
Bize de, daha önce babalarımıza da bu vaad edilip durdu.
Doğrusu bu dirilme işi, öncekilerin masallarından, başka bir şey değil!” dediler. [79,11-14; 36,77-79]
84 – De ki: “Bütün dünya ve içinde yaşayanlar kimindir söyleyin bakalım, biliyorsanız.”
85 – Elbette: “Allah’ındır” diyeceklerdir. Öyleyse, sen de ki: “Neden aklınızı başınıza almıyorsunuz?” [39,3]
86 – “Peki, yedi kat göğün ve yüce arşın Rabbi kimdir?” diye sor.
87 – Elbette, “Allah’tır”, diyeceklerdir.
Öyleyse, sen de ki: “İnandığınız Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?”
88 – De ki: “Peki her şeyin gerçek yönetimini elinde tutan,
Kendisi her şeyi koruyup gözeten, ama Kendisi himaye altında olmayan kimdir? Biliyorsanız söyleyin bakalım! [36,83; 21,23; 15,92-93]
89 – Elbette, “Allah’tır” diyecekler.
Sen de ki: Öyleyse nasıl oluyor da büyülenip gerçekten uzaklaşıyorsunuz?”
Cahiliye arapları, Allah’ın varlığına ve birliğine inanıyorlardı. Fakat Kur’ân’a, Hz. Peygamber (a.s.)’a ve âhirete inanmıyorlardı.
90 – Hayır, Biz onlara gerçeği getirdik; fakat buna rağmen onlar yalanı tercih ediyorlar. İşte gerçek:
91 – “Allah asla evlat edinmedi. O’nun yanı sıra hiçbir tanrı da yoktur.
Öyle olsaydı her tanrı kendi yarattıklarını yanına alır ve onlardan biri diğerine üstün gelmeye çalışırdı.
Allah o müşriklerin isnat ve nitelendirmelerinden münezzehtir.” [21,22]
Allah’tan başka tanrı olsaydı, O öbür tanrıların hâkimiyetlerini menetmeye çalışırdı. Bu yüzden aralarında savaşırlardı.
92 – Görünmeyen ve görünen, gizli ve âşikâr her şeyi bilen Allah, onların iddia ettikleri şerikleri olmaktan yücedir. [10,18]
93-94 – De ki: “Ya Rabbî, eğer onlara vâd edilen o azabı bana göstereceksen, beni o zalimler güruhu içinde bırakma!”
95 – Biz onlara vâd ettiğimiz azabı sana göstermeye elbette kadiriz.
96 – Fakat onlar ne yaparlarsa yapsınlar, sen yine de kötülüğü en iyi tarzda sav.
Biz onların, senin hakkındaki asılsız iddialarını pek iyi biliriz.
97-98 – Sen de ki: “Ya Rabbî! Şeytanların vesveselerinden, onların yanımda bulunmalarından Sana sığınırım!”
99-100 – Âhireti inkâr edenlerden birine ölüm gelip çatınca, işte o zaman:
“Ya Rabbî!” der, “ne olur beni dünyaya geri gönderin, ta ki zayi ettiğim ömrümü telafi edip iyi işler yapayım.”
Hayır, hayır! Bu onun söylediği mânasız bir sözdür. Çünkü dünyadan ayrılanların önünde, artık, diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır. [32,12; 6,27 63,10-11; 14,44; 7,53; 42,44; 40,11]
Öleceği sırada, her biri cehennemdeki yerini ve iman etmiş olması halinde gireceği cenneti görünce o zaman bu temennide bulunacaktır.
Berzah: Kabir hayatı.
101 – Sûra üflendiği zaman, o gün artık ne aralarındaki akraba tutkunluğu bir fayda verir,
ne de kişi bir başkasının halini sormayı hatırından geçirir.
Âhirette tek konum yoktur; çeşitli safhalar vardır. Hesap ve hüküm zamanında sorma yoktur. Ama cennetlikler ve cehennemlikler yerlerine girdikten sonra birbirlerine soru sorup konuşurlar.
102 – O gün kimin iyilikleri mizanda ağır basarsa onlar kurtulacaklar.
103 – Kimin iyilikleri tartıda hafif kalırsa, işte kendilerini ziyana sokanlar,
cehennemde ebedî kalanlar onlar olacaklardır.
104 – Orada yüzlerini alevler yalar da, ateş dudaklarını yaktığında, dişleri açıkta kalıverir. [14,50; 21,39]
105 – Allah Teâlâ onlara şöyle buyurur:
“Âyetlerim size okunurdu da siz onları yalan sayardınız değil mi?” [4,165; 17,15; 67,8-11]
106-107 – “Ey Ulu Rabbimiz”, derler, “azgınlığımız, kötü talihimiz ağır bastı,
biz de yoldan sapan kimseler olduk bir kere.
Ama ne olur ey Ulu Rabbimiz, kurtar bizi bu ateşten, eğer bir daha o kötülükleri yaparsak
işte o zaman, kendimize iyice yazık eder, zalimin teki oluruz!”
108 – Allah Teâlâ: “Kesin sesinizi, sakın bir daha Bana bir şey söylemeye kalkışmayın!” buyurur.
109-110 – Kullarımdan, bir kısmı “inandık ya Rabbî! Affet günahlarımızı, merhamet et bize,
çünkü Sen merhamet edenlerin en iyisi, en hayırlısısın!” dediklerinde, onları alaya alan sizler değil miydiniz!
Sonunda sizin bu davranışlarınız Beni gönlünüzden geçirmeyi, Beni yâdetmeyi size unutturdu da, onlarla eğlenip durdunuz.
111 – İşte Ben de sabretmelerine karşılık bugün onları ödüllendirdim.
İşte umduklarına kavuşanlar onlardır.
112 – Sonra Allah cehennemdekilere der ki: “Size kalsa, dünyada kaç yıl kaldınız?” [30,55; 46,35]
113 – Onlar: “Bir gün veya daha da az. Ne bilelim, isterseniz bunu tam tamına aklında tutanlara sor!
Zira bizim aklımız başımızdan gitmiş durumda.” diye cevap verirler.
114 – Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Siz, doğrusu pek az kaldınız.
Bu gerçeği bir bilseydiniz, Bana isyan etmezdiniz.”
115 – “Bizim sizi boşuna yarattığımızı,
Bizim huzurumuza dönüp hesap vermeyeceğinizi mi sandınız?”
Bütün canlıların gayesi, Allah’ın kendilerine verdiği imkânları, hilkate uygun bir şekilde kullanmaktır.
116 – “Öyleyse artık şu gerçeği bilin ki Allah yüceler yücesidir.
Gerçek hükümran O’dur. O’ndan başka tanrı yoktur.
Pek değerli arşın Rabbidir”
117 – O halde, kim tanrılığını ispat eden hiç bir delili olmamasına rağmen,
Allah’la beraber başka bir tanrıya taparsa,
âhirette Rabbinin huzurunda hesabını verecek, cezasını çekecektir.
Şurası muhakkak ki kâfirler asla iflah olmazlar.
118 – Öyleyse (ey Resulüm ve ey mümin!) Sen şöyle dua et:
“Ya Rabbî, Sen bizi affet, Sen bize merhamet et.
Zira merhamet edenlerin en hayırlısı Sensin Sen!”
 
hac suresi meali


78 âyet olup ekseriyetin kanaatine göre, Medine’de inmiştir. Fakat nüzulünün Mekke’de devam ettiğine katılmayan yok gibidir. Mekke’de başlayıp Medine’de indiğini kabul edenler 19 - 24 kısmının Medine döneminde nazil olduğunu kabul ederler.
Bir önceki Enbiyâ sûresinin sonunda kıyametin dehşetine değinilmiş ve müminlerin, kâfirlere hakim kılınacağı îma edilmişti. Bu sûre ise önce kıyamet hallerini bildirmekte sonunda ise müşriklerle savaşma izni vermektedir. Hac sûresi, şu üç topluluğa hitap etmektedir. 1. Mekkeli müşriklerin inançlarındaki çelişkiler belirtilmiş, şirkte ısrar etmeleri halinde fecî bir âkıbetin kendilerini beklediği bildirilmiştir. 2. Tevhide inanmış, fakat tehlikeye girmek istemeyen kararsız müminler tenkid edilmiş, Allah rızasını ve cenneti kazanmanın ucuz olmadığı anlatılmıştır. 3. Allah’ın emirlerine teslim olan müminlere cihad izni verilmiş ve hakimiyet elde etmeleri halinde haiz olmaları gereken vasıflar bildirilmiştir.


Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Ey İnsanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Gerçekten kıyamet saatinin depremi müthiş bir olaydır! [99,1-2; 69,14-15; 56,4,6; 33,11]
2 – Onu göreceğiniz gün... Çocuğunu emziren anne, dehşetten çocuğunu unutup terk eder. Hâmile olan her kadın çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş olmuş görürsün, halbuki gerçekte onlar sarhoş değildirler. Fakat Allah’ın azabı pek çetindir.
3 – Öyle insanlar vardır ki, hiçbir bilgiye dayanmaksızın Allah hakkında tartışıp durur, her azgın ve hayasız şeytanın peşine takılır.
Hak din dışındaki inanç grupları Allah’ın dini hakkında çeşitli iddialar ileri sürerler. “Melekler Allah’ın kızlarıdır.”, “Kur’ân geçmiş insanların düzmesidir.”, “Çürümüş toz toprak olmuş insanlar diriltilemez.” gibi. Hülasa âyet din konusunda, heva ve hevesine uyarak cahilce tartışma yapan herkesi kapsar.
Kendisine tâbi olanları din dışına çıkmaya çağıran insan şeytanları, kâfir reisler yahut İblis ve askerleri kasdedilmiş olabilir.
4 – O şeytan ki alnında âdeta şöyle yazılmış: “Bu, kendisini dost edineni yoldan çıkarır ve doğru alevli ateşe sürükler”
5 – Ey insanlar! Eğer siz öldükten sonra dirilmekten şüphe ediyorsanız, bilin ki: Biz sizi ilkin topraktan, sonra bir nutfeden, sonra (rahim cidarına) yapışan bir hücreden, sonra esas unsurlarıyla hilkati tamamlanmış, ama bütün azalarıyla henüz tamamlanmamış bir çiğnem et görünümünde bir ceninden yarattık ki, kudretimizi size açıkça gösterelim. Dilediğimizi belli bir süreye kadar ana rahminde durdururuz. Sonra da sizi bir bebek olarak dünyaya çıkarırız. Sonra güç kuvvet kazanıncaya kadar sizi büyütürüz. İçinizden kimi henüz çocukken öldürülür, kimi de hayatın en perişan biçimine döndürülür. Öyle ki daha önce bildiği şeyleri bilmez hale gelir.
Yeri de kupkuru görürsün, ama oraya Biz su indirince çok geçmeden kıpırdanır, kabarır da gözü gönlü açan her güzel çiftten nice nebat bitirir. (16,70; 23,13.14; 30,54; )
İnsanların aslı, atası olan Hz. Âdem topraktan yaratıldığı için “sizi topraktan yarattık” buyuruldu. Ayrıca her insanın bedeninin toprakta bulunan elementlerden teşkil edildiği de kasdedilmiş olabilir.
Bu âyet insanın ana karnında şu safhalardan geçtiğini bildirmektedir. 1. Sperma (nutfe) 2. Alaka: Asılıp tutunan, sülük gibi bir yere yapışan şey demek olup aşılanmış yumurtanın rahim cidarına tutunmasını ifade eder. 3. Muhallaka ve gayr-i muhallaka: Hilkati kısmen tamamlanmış, kısmen tamamlanmamış bir çiğnem etten, yani uzuvları zaman içinde oluşan canlı, yani embriyo safhası. [23,14] âyeti bunlara ilaveten son olarak iskelet ve iskelete et giydirme, sonra da bir başka yaratılış verme safhalarını da ilave eder. Bu anlatım karşısında, son yüzyılda yaşayan bilim adamları hayret ve hayranlık duymuşlardır. Zira daha 18. ve 19. asırda bile Avrupa’da eski hurafeler, bilim çevrelerini bile etkiliyordu. Oysa Kur’ân’ın bu anlatımını, ilerleyen Anatomi ilmi günümüzde kesin olarak tesbit etmiştir (M. Bucaille, Kur’ân ve Bilim, s. 300 - 304; Prof. Dr. Keith Moore, The Developing Human, (With İslamic Additions) Toronto, London, Tokyo, Philadelphiaets. 1983. Bu kitap, tamamen bu konu ile ilgilidir).
6 – Bütün bunlar böyle cereyan etmektedir.
Çünkü Allah hakkın, gerçeğin ta kendisidir
ve çünkü ölüleri dirilten de O’dur. Her şeye hakkıyla kadir olan da O’dur. [41,39; 36,82]
el-Hakk sözlükte: “gerçek, hakikat, doğruluk” anlamlarına gelir. Allah’ın güzel isimlerinden olarak mânası: “Varlığı ve ilahlığı kesin olan, hakkı ve gerçeği izhar eden, son derece âdil, vâdinde doğru olan” demektir.
7 – Ve şunu da bilin ki o kıyamet saati kesinlikle gelecek ve Allah kabirlerde olanları diriltecektir. [36,78-80; 51]
8 – Hal böyleyken öyle insanlar vardır ki hiç bir bilgiye, hiç bir delile ve hiç bir aydınlatıcı kitaba dayanmaksızın Allah hakkında tartışır durur. [38-39; 4,61; 63,5; 31,20]
9 – Allah yolundan saptırmak için kibirle kabararak tartışmasını sürdürür.
Onun hakkı dünyada bir rüsvaylık olduğu gibi, kıyamet günü de ona can yakıcı azap tattıracağız.
Bu âyetlerde, ilmin başlıca üç vesilesi önem kazanır: 1. Vahiy (aydınlatıcı bir kitap) 2. İlim, yani direkt olarak gözlem ve deney sonucu kazanılan bilgi. 3. Gerçeği bildiren rehber.
10 – O vakit kendisine: “İşte bu, dünyada işlediklerinin cezasıdır. Yoksa Allah kullarına en ufak bir haksızlık bile yapmaz.” denilir. [44,47-50]
11 – Öyle insanlar vardır ki Allah’a, sırf bir hesaba binaen,
imanla küfrün arasında bir yerde ibadet eder. Şayet umduğu faydayı elde ederse onunla huzur bulup sevinir, eğer bir sıkıntı ve imtihana mâruz kalırsa yüzüstü dönüverir.
Dünyayı da âhireti de kaybeder. İşte besbelli olan hüsran budur.
Bu âyet dine tam bir güvenle değil de, kuşkulu ve menfaatine bağlı olarak pamuk ipliği ile bağlananları temsilî olarak anlatır. Bunlar ordunun bir kıyısında durur gibidirler. Ganimet elde edilirse işin içine dalarlar, tehlike belirir belirmez kaçarlar.
12 – Allah’tan başka, kendisine ne zarar ne de yarar sağlamayacak şeylere yalvarır. İşte besbelli sapıklık budur.
13 – Hatta bazen da kendisine zararı yararından çok olacak kimselere yalvarıp yakarır.
Ne kötü bir efendi, ne fena bir yandaştır o!
14 – Gerçek şu ki: Allah iman edip makbul ve güzel işler işleyenleri, zemininden ırmaklar akan cennetine yerleştirecektir. Elbette Allah dilediğini yapar.
15 – Kim Allah’ın, Resulünü dünyada ve âhirette desteklemeyeceğini zannederse, haydi öfkesinden bir ip alıp tavandan uzatsın, boğazından geçirsin. Sonra nefesini kessin de bir baksın, bulduğu bu tedbiri, bu çırpınışları öfke duyduğu şeyi, Allah’ın Resulüne yardımını engelleyecek mi?
Dine karşı olan, Hz. Peygamberin dininin yücelmesini bir türlü çekemez, kıskanır. Oysa Allah’ın Peygamberine yardımı o derece kesindir ki, o düşmanın yapacağı tek şey, kahrından kendini boğmaktır. Kendini asmakla beraber, âhiretten bakabilirse baksın bakalım: Din galip gelmesin diye başvurduğu bu çare, Allah’ın dinine yardımına sanki mani olacak mı olmayacak mı?
16 – İşte Biz Kur’ân’ı, böyle açık âyetler halinde indirdik. Gerçek şu ki Allah, dilediği kimseyi doğru yola iletir.
17 – (Kâmil ve makbul şekliyle) iman edenler, Yahudiler, Sâbiîler, Hıristiyanlar, Mecûsiler ve Müşrikler... Allah kıyamet günkü büyük duruşmada onlar arasındaki kesin hükmünü verecektir. Çünkü Allah her şeye hakkıyla şahittir. [2,62; 5,69]
Bu âyette altı din sayılmış olup yalnız birincisine iman vasfı verilmiştir. Ötekilerinde de şirk bulaşığı olmakla birlikte yalnız altıncı grubun müşrik olarak nitelendirilmesi, sırf şirk inancı olup tevhidin tam karşısında olması sebebiyledir. Hıristiyanlar, Mecûsiler, Sâbiîler Allah’tan başka varlıklara da tanrısal nitelikler yakıştırsalar da bu varlıkları esasta tek Tanrının tecessümü gördüklerinden kendilerinin Tek Tanrıya ibadet ettiklerini düşünmektedirler.
Kur’ân, Yahudilerden şirke düşen bir gruptan bahseder. Bu hepsini kapsamasa da, tek tanrıcılığa bağlı olmakla birlikte dini kendi ırklarına tahsis etmeleri, âhiret inancını reddetmeleri gibi sebeplerle Hz. Mûsâ’nın dininden uzaklaşmış olmaları sebebiyle hak din dışında sayılmışlardır. Sâbiîler: merkezleri Harran’da olup Kuzey Irakta yerleşmiş, kendilerinin Hz. Yahya (a.s.)’a mensup olduklarını söyleyen cemaat yahut Şit ve İdris (a.s.)’a mensup olduklarını söyleyip “unsurlar gezegenler, gezegenler de melekler tarafından yönetilir” deyip yıldızlara ibadet eden topluluktur. Mecusîler ise biri hayır, diğeri şer tanrısı olarak iki ilaha inanırlar. Aslında Yezdan tek İlah olup, Ehriman dünyadaki zahiri şerlerin izahı için geliştirilmiş görünüyor.
18 – Bilmez misin ki göklerde ve yerde bulunan kimseler,
hatta güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar bütün canlılar
ve insanların da birçoğu Allah’ın yüceliğine secde ediyorlar.
İnsanların çoğu hakkında ise azap hükmü kesinleşmiştir. Allah’ın zelil kıldığını aziz edecek kuvvet yoktur. Şüphesiz ki Allah ne dilerse yapar. [16,48; 17,44; 41,38]
Rü’yet burada bilmek anlamındadır. Mâlumun son derece zahir olduğunu belirtmek için “görmek” tabiri kullanılmıştır.
Âyetin esas maksadı, bütün kâinatın Allah’a inkiyad secdesi halinde olduğunu, yani O’na tam boyun eğdiklerini bildirmektir. O’nun hükümranlığı, isteseler de istemeseler de insanları da kapsamaktadır. Zira inanmayan insanlar da O’nun koyduğu hayat kanunlarına tam boyun eğmektedirler. Âyetin baş tarafında “yerde bulunan kimseler”in secdelerinden maksat, ihtiyarî olmayan bir itaat secdesi”ndir.” İnsanların çoğunun secdesi”nden maksat ise, müminlerin yaptıkları ihtiyarî ibadet olup mükâfatı gerektiren de bu tarzda olan itaattir.
19-21 – Şu iki hasım takım, Rab’leri hakkında çekişip durmaktalar.
Dini inkâr edenlere ateşten elbiseler biçilmiştir. Başlarının üstünden kaynar sular dökülür.
Öyle ki onunla içlerinde olan her şey, bütün organları, hatta derileri bile eritilir. Bir de bunlara demirden topuzlar vardır.
22 – Bunalmaları sebebiyle, her ne vakit cehennemden çıkmak isterlerse, gerisin geriye oraya itilirler ve kendilerine:
“Çıkmak yok! İster istemez, bu yakıcı azabı tadacaksınız!” denir.
23 – İman edip makbul ve güzel işler yapanları ise Allah, içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştirecektir.
Orada altın bilezikler ve incilerle bezenirler. Orada giyim kuşamları da ipekten olacak.
Krallar ve zenginler altın ve kıymetli taşlardan yapılmış zinetler takınırlardı. Bu âyet, bu tasvirle, cennetliklere verilecek büyük ödülü, insanlara anlatma gayesine yöneliktir.
24 – Çünkü onlara sözlerin en güzelini söylemek nasib edilmiş, bütün güzel övgülere lâyık olan Allah’ın yoluna hidâyet edilmişlerdir. [14,23; 13,23-24]
“En güzel söz” kelime-i şehadettir. Yahut: “Hamd, bize yaptığı vâdi gerçekleştiren Allah’a mahsustur” sözüdür.
25 – Kendileri dini inkâr edenler, üstelik insanları Allah’ın yolundan ve gerek şehirli, gerek taşralı bütün insanlara müsavi olmak üzere kıble ve ibadet yeri yaptığımız Mescid-i Haramdan engelleyip uzaklaştıranlar bilsinler ki kim orada böyle zulüm ile haktan ve adaletten sapmak isterse ona can yakıcı bir azap tattırırız. [8,34]
Mekke’de arazi ve ev satmanın hükmü, keza evleri kiraya vermenin hükmü, bu âyet vesilesi ile fakîhler arasında farklı içtihadlara konu teşkîl etmiştir. İmam Ebû Hanife gibi bazı imamlar, hac mevsiminde kiralamayı mekruh saymışlardır. Evinde yer olan Mekkelilerin, hacıları misafir etmesi gerektiğini söylemişlerdir. Tafsilat için tefsirlere ve fıkıh kitaplarına bakılabilir.
26-28 – Zira Biz vaktiyle İbrâhim’e Beytullahın yerini belirlediğimiz zaman: “Sakın Bana hiç bir şeyi ortak koşma ve Ben’im Mâbedimi tavaf ederken, kıyamda, rükûda veya secdede olarak ibadet edenler için tertemiz tut!” Hem bütün insanları hacca dâvet et ki gerek yaya, gerek uzak yollardan gelen yorgun argın develer üzerinde sana gelsinler. Gelsinler de bunun kendilerine sağlayacağı çeşitli faydaları görsünler ve Allah’ın kendilerine rızk olarak verdiği kurbanlık hayvanları, belirli günlerde Allah’ın adını anarak kurban etsinler. Siz de onların etinden hem kendiniz yiyin, hem de yoksula ve fakire yedirin. [3,96-97; 2,127; 2,198; 6,143] {KM, Levililer 1, 9.13.17}
Hac veya umre niyetiyle mîkatlarla belirlenen Hareme yani kutsal bölgeye ihramsız girilmesi haramdır. Fakat Kâbeyi ziyaret gayesiyle gelmeyenler hakkında farklı görüşler vardır. Ebû Hanife’ye göre mîkat sınırları içinde oturanlar Mekke’yi ihramsız ziyaret edebilir. Fakat dışardan gelenler ihramsız giremezler.
Kurban kesilecek günler, eyyam-ı nahr denilen Zilhicce ayının 10, 11 ve 12. (kurban bayramının 1, 2 ve 3.) günleridir. Haccın başlıca faydaları şunlardır: Hacıların kendi şehirlerini temsilen, dünyanın diğer yörelerinden gelen temsilcileri ile birlikte Rabbülalemin’e yaptıkları küllî ibadet, orada yaşadıkları küçük bir mahşer uygulaması, dünyadaki servet, nüfuz, asalet vb. bütün ayrıcalıkların silinip bütün insanların Allah huzurundaki eşitliklerinin tescili ve dünya çapında çarpıcı bir şekilde gösterilmesi, hacının kalbinde ve şuurunda meydana gelen güzel duygular, ahlâkının daha da güzelleşmesi yönünde aldığı etkiler, dünyanın en ücra yerlerinden gelmiş müminlerle yaptıkları temas ve görüşmeler olup neticede de Allah’ın rızasına ve cennetine nail olmalarıdır. Hac sırasında kesilen kurbanın etinden yemek mendup, muhtaçlara vermek ise vaciptir. Ebû Hanife’ye göre ise hem yemek hem vermek caiz, fakat vacip değildir. Emir sîgası her zaman vücup ifade etmez. “Fakiri doyurun” emri, zenginlere verilmeyeceği mânasına gelmez. Zira ashab kurban etini zengin, fakir komşu ve akrabalarına da verirlerdi. Cahiliyede kişinin kendi kurbanından yemesi yasaktı. Onun için kurban kesenin biraz yemesi menduptur.
29 – Bundan sonra saçlarını, tırnaklarını kesip üstlerindeki başlarındaki kirleri gidersinler ve diğer hac görevlerini yerine getirsinler, dünyanın bu en kıdemli mâbedini bir kere daha tavaf etsinler.
Kâbe hakkında atîk sıfatı: 1. Eski, kıdemli, 2. Başkasının hâkimiyetinden uzak, 3. Şerefli ve hürmet edilen, demektir.
30 – İşte durum bundan ibaret. Artık kim Allah’ın hürmet edilmesini emrettiği şeyleri tazim ederse bu, Rabbinin nezdinde kendisi için sırf hayırdır. Yenilmesi haram kılınanlar dışında, bütün hayvan size helâl edilmiştir. O halde Allah’ın yasakladığı her şeyden, özellikle pis putlardan ve yalan sözden kaçının. [7,33; 6,145; 16,115]
Hz. Peygamber (a.s.m): “Yalan yere şahitlik etmek, Allah’a şirk koşmak gibidir.” buyurmuştur. Yalancı şahitler, fakîhlere göre halkın önünde yargılanıp, gerekirse cezalandırılırlar. Günümüzde bu gaye, yalancı şahidi basın yolu ile ilan etmek tarzında gerçekleştirilebilir.
31 – Allah’a ortak tanımayan halis muvahhidler olun. Çünkü bilin ki Allah’a şirk koşan kimse, gökten düşüveren ve kuşların didik didik edip kapıştığı birine yahut rüzgârın uzak ve ıssız bir yere savurduğu kimseye benzer. [6,71]
32 – Bu böyledir. Artık kim Allah’ın şeairini tazim ederse, şüphe yok ki bu, kalplerin takvâsındandır.
Allah’ın şeairi, O’nun, kendisine ibadete vesile olmak üzere haklarında saygı göstermeye, kulluk vazifelerini onlar vesilesiyle yapmaya insanları dâvet ettiği eserlerdir. Bunlara gösterilen saygı da, onlar hakkında gösterilen kusur da, Allah’a karşı yapılmış sayılır. Onlar müminlerin varlıklarıyla öyle kaynaşmışlardır ki kalplerini kesip parçalamadıkça kendilerinden ayrılmazlar: Kur’ân, Kâbe, Peygamber, namaz, ezan gibi.
33 – O kurbanlıklarda belirli bir süreye kadar sizin çeşitli menfaatleriniz vardır. Sonra varacakları yer, o en kıdemli mâbedde son bulur. [5,2-97; 48,25]
34 – Biz her ümmete kurban ibadeti koyduk ki
Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları keserken Allah’ın adını ansınlar.
Şunu unutmayın ki hepinizin ilahı bir tek İlahtır.
Öyleyse yalnız O’na teslim olun. Sen ey Resulüm! O alçak gönüllü, samimi ve ihlâslı olanları müjdele! [21,25; 108,2]
Bu âyet kurban keserken besmele çekmenin vacib olduğuna delildir. Kurban sadece hacılara değil, bütün Müslümanların ittifakiyle Müslüman olan herkese şamildir. Fark sadece bazı müçtehidlerin vacip görmeyip, müekked sünnet saymalarındadır.
35 – Onlar ki; yanlarında Allah anıldığında kalpleri saygı ile ürperir. Başlarına gelen dertlere sabrederler. Namazlarını hakkıyla ifa eder, Allah’ın kendilerine nasib ettiği nimetlerden, O’nun rızasında harcayıp dururlar.
36 – Biz kurbanlık büyükbaş hayvanları da sizin hakkınızda Allah’ın dininin şeâirinden kıldık.
Onlarda sizin için hayır vardır.
Onlar boğazlanmak üzere saf halinde dururken onları kestiğiniz zaman Allah’ın adını anın.
Yanı üstü yere yıkılınca da onlardan hem siz yiyin, hem kanaat gösterip istemeyene, hem de isteyen fakire yedirin! İşte böylece onları size âmâde kıldık ki şükredesiniz. [5,2; 22,28; 36,71-73]
37 – Fakat unutmayın ki ne onların etleri, ne de kanları asla Allah’a ulaşacak değildir.
Lâkin Ona ulaşan tek şey, kalplerinizde beslediğiniz takvâdır, Allah saygısıdır.
O bu hayvanları size âmâde kıldı ki, sizi doğru yola eriştirdiği için O’nun yüceliğini ilan edesiniz. Öyleyse güzel davrananları müjdele! [22,34; 108,2] {KM, Levililer 1,9.13.17; Amos 5,22-24}
İbadetlerin, hayır ve hasenatın kabulünün başta gelen şartı ihlâstır. Allah’ın rızasını gözetmek gerekir. Zira bunların mükâfatını vermek yalnız Allah’ın yetkisindedir. O halde sadece Onu razı etmeye çalışmalıdır. “İşlerin kıymeti ancak niyetlere göredir. Herkesin niyet ve maksadı ne ise, eline geçecek olan da odur.” hadis-i şerifi de bu gerçeği beyan etmektedir.
Âyetteki tasvir ise kanların ve etlerin Allah’a yükselmeyeceği imajı ile, kurbanın gayesini küçük çocuklara bile mükemmel tarzda anlatmaktadır.
38 – Muhakkak ki Allah iman edenleri koruyup müdafaa eder. Çünkü Allah hain ve nankör olan hiçbir kimseyi sevmez.
39 – Kendilerine savaş açılan müminlere, savaşmaları için izin verildi.
Çünkü onlar zulme mâruz kaldılar.
Allah onlara zafer vermeye elbette kadirdir. [39,36; 65,3; 9,14-16; 3,142; 47,31]
Cihada ait emirler şöyle bir sıra dahilinde olmuştur: Hz. Peygamber (a.s.) tebliğ görevini yürütürken ilkin müşriklerden yüz çevirmesi emredildi [15,94]. Sonra güzel mücadele, tatlı münakaşa talimatı verildi [16,125]. Derken bu âyetle zulme karşı savunma savaşına izin verildi. Bundan sonra da düşmanların hücum ve taarruzları şartına bağlı olarak mukabele etme emri verildi.
Daha sonra hürmetli aylar (eşhur-i hurum) geçmek şartıyla cihad kabul edildi [9,5].
En nihayet mutlak surette cihad farz kılındı. (İbn Âbidîn, Reddu’l-Muhtar’dan.)
40 – O müminler ki tamamen haksız yere, sırf “Rabbimiz Allah’tır!” dediklerinden ötürü yerlerinden yurtlarından kovulmuşlardı.
Eğer Allah insanların bir kısmının zararını diğer bir kısmı ile savmasaydı manastırlar, kiliseler, havralar ve Allah’ın adının çok anıldığı mescidler yıkılır giderdi.
Dinine yardım edene Allah da elbette yardım edecektir. Muhakkak ki Allah pek kuvvetlidir, mutlak galiptir. [60,1; 85,15; 47,7-8; 37, 171-173; 58,21]
41 – Onlar öyle mükemmel insanlardır ki şayet kendilerine dünyada hakimiyet nasib edersek namazlarını hakkıyla ifa eder, zekâtlarını verir,
iyi ve meşrû olanı yayar, kötülüğü önlerler.
Bütün işlerin âkıbeti elbette Allah’a aittir. [24,55]
Bu âyet, özellikle iktidarı ellerinde bulunduran Müslümanların yaşayışlarında intizam ve istikametin gerekliliğini ifade etmektedir. Namaz ve zekât görevlerinin hemen ardından iyiliği yayma, kötülükleri önleme görevine yer verilmesi, toplumun ahlâk ve nizamını koruyup geliştiren yöneticilerin üstün değerlerini ifade etmektedir.
42-44 – Eğer onlar seni yalancı sayıyorlarsa sen bil ki
onlardan önce Nuh’un halkı, Âd ve Semûd halkları,
İbrâhim ve Lut’un halkları, Medyen ahalisi de resulleri yalanlamışlardı.
Mûsâ da yalancı sayılmıştı. Ben de şöyle yaptım: Her seferinde inkârcılara mühlet verdim. Sonra da tuttuğum gibi işlerini bitirdim.
Onların inkârına mukabil nasıl olurmuş Benim inkârım, cümle âlem görüp bildi!
Yalnız Hz. Mûsâ (a.s.) hakkında meçhul (edilgen) fiil kullanılması, yalancı sayanların kendi milleti değil de, başkaları olduğu içindir. Onu kıbtiler tekzip etmişlerdi. “Benim inkârım, yani nimeti mihnete, hayatı helâke, imar ve bayındırlığı harabeye dönüştürmem nasıl olurmuş!” anlamınadır.
45 – Halkı zulümde artık onmaz derecede ileri gitmiş nice şehirleri yok ettik!
Öyle ki şimdi hepsinin yerinde yeller esiyor: Üstü altına gelmiş binalar, körelmiş kuyular, yerle bir olmuş muhteşem saraylar... [11,102; 21,11]
46 – Peki bu inkârcılar biraz olsun dünyayı gezip dolaşmazlar mı ki,
hiç değilse bu sayede düşünüp duygulanacak gönüllere,
gerçeğin sesini işitecek kulaklara sahip olsunlar.
Ne var ki onlarda kör olan, gözler değil, asıl kör olan sinelerindeki gönüller!
Bu âyet geçmiş nesilleri, tarihî, maziden kalan harabeleri inceleyerek ibret almaya, basiretlerini işletip, dünyadaki gerçek vazifelerini yapmaya, onların hatalarını tekrar etmemeye teşvik etmektedir.
47 – Onlar senden o tehdit edildikleri azabı, çarçabuk getirmeni isterler. Telaşa kapılmasınlar, Allah vâdinden asla dönmez.
Bilin ki Rabbinizin ölçüsüyle bir gün, sizin hesabınıza göre bin yıl gibidir. [32,5] {KM, Mezmurlar 15,4; II Pier 3,8}
Azabı çarçabuk isterler. Ama Allah dilediği vakit gönderir, isterse geciksin. Zira Allah sabûrdur, halîmdir: Cezalandırmada acele etmez. Nitekim bu tehdidini ilk defa Bedir’de gerçekleştirmiştir. Âyet ayrıca zamanın izafî olduğunu bildirmektedir.
48 – Zulümde aşırı giden nice memleket vardı ki Ben onlara önce mühlet verip sonra da tuttuğum gibi işlerini bitirdim! Herkesin dönüşü ancak Banadır.
49 – De ki: “Ey insanlar! Benim görevim sırf sizi açıkça uyarmaktır.
50 – İman edip makbul ve güzel işler yapanlara bir mağfiret ve çok değerli bir nasip vardır.
51 – Âyetlerimizi akılları sıra etkisiz bırakmak için çabalayıp duranlar ise, cehennemlik olanların ta kendileridir.
52 – Senden önce hiç bir resul veya nebî göndermedik ki, halkının hidâyetini umarak gayret gösterdiğinde,
Şeytan onun temennisi hakkında bir vesvese vermek, ümidini kırmak istemesin.
Ama Allah, şeytanın attığı o vesveseyi giderir,
sonra da âyetlerini sapasağlam, muhkem kılar.
Zira Allah alîmdir, hakîmdir (her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
Âyette geçen “temennâ” fiilinin ilk ve meşhur anlamı “arzu ve temenni etmek, ummak” dır. Bu kökten “ümniyye” ise isim olarak “temenni edilen şey” mânasına gelir. Âyette her iki kelime de bu mânalarda kullanılmışlardır. Her peygamber gibi Hz. Peygamber (a.s.) da halkının hidâyete tâbi olup dünya ve âhiret mutluluğuna erişmelerini arzu ediyordu. Şeytan ise, Hz. Peygamberi ümitsizliğe düşürmek için, ins şeytanlarından dostlarına da onun önüne engeller koymak için vesvese veriyordu.
Risaletin başlangıcında müminler sayıca çok az olup işkenceye mâruz bırakılınca, şeytan diğer insanlara da vesvese vererek: “Bu din gerçek olsaydı, genel kabule mazhar olurdu. Demek ki Allah da bundan razı değil ki öbür taraf daha fazla” diye vesvese veriyordu. Böylece herkes bir imtihanla karşı karşıya kalıyordu.
Din, zaten aslında bir imtihandır. Mücahede ve aklî muhakeme ile batılı terk edip hakka sarılmakla insan bir değer kazanır. Şeytanın bu vesvesesine karşı, Allah, Resulünün ve müminlerin sebatlarına mükâfat olarak onları teyid edip Peygamberinin tebligatının gerçek olduğunu izhar eder. Hz. Peygamber bile ilk anda vesveseye mâruz kalsa da, “İsmet (Allah’ın risaletini koruması)” vasfı karşı çıkıp o vesveseyi boşa çıkarır.
Âyetin mânası bu iken, bazıları “temennâ”nın ender kullanılan okuma mânasını almış, Necm suresi ve Garanik uydurma kıssası ile, nesh konusu ile irtibatlandırıp garip bir senaryo ortaya çıkarmışlardır ki Allah da, Resulü de Kur’ân da bundan münezzehtirler.
53 – Yine de Allah’ın bu vesveseye fırsat vermesi, şeytanın attığı vesveseyi kalplerinde bir hastalık, bir şüphe olanlar ve kalpleri katılaşanlar hakkında bir imtihan vesilesi yapmak içindir.
Gerçekten, zalimler, pek derin bir muhalefet ve düşmanlık içindedirler.
54 – Ve yine, ilimden nasibi olanların bu Kur’ân’ın senin Rabbin tarafından gönderilen gerçeğin ta kendisi olduğunu iyice anlayıp da
onu bütün kalpleriyle tasdik edip gönülden tazim ederek bağlanmaları içindir.
Elbette Allah iman edenleri dosdoğru yola, isabetli tutuma yöneltir.
55 – Dini inkâr edenler ise, son saat ansızın gelip çatıncaya veya o kısır gün kendilerine gelinceye kadar,
Kur’ân hakkında şüphe içinde kalır giderler.
Kısır gün: Ardından başka gün doğmayan gün demektir. Âdeta her gün, kendinden sonra gelen günü doğuran bir ana durumundadır. Arkası gelmeyen gün ise “kısır gün” anlamındadır.
56 – O gün hakimiyet yalnız Allah’ındır.
İnsanlar arasındaki hükmünü verir.
İman edip makbul ve güzel işler yapanlar, Naim cennetindedirler. [25,26; 82,19]
57 – Dini inkâr edip âyetlerimizi yalan sayanlara ise zelil eden bir azap vardır. [40,6]
58 – Allah yolunda hicret edenleri,
sonra da bu uğurda öldürülenleri veya ölenleri ise
Allah pek güzel bir tarzda nimetlerine mazhar edecektir.
Allah elbette nimet verenlerin en iyisidir. [4,100; 56,88-89]
59 – O, mutlaka onları memnun olacakları yere yerleştirecektir.
Muhakkak ki Allah her şeyi hakkıyla bilir, hilim ve şefkati boldur.
60 – İşte böyle... Kim kendisine yapılan haksızlığa karşı misliyle karşılık verdikten sonra yine tecavüze uğrarsa, elbette Allah ona yardım edecektir.
Çünkü Allah afüvdür, gafurdur (affı ve mağfireti boldur).
Kur’ân, şahısların kendilerine karşı yapılan kusurları affetmenin büyük bir fazilet olduğunu bildirir (3, 134). Bunu takvâ sahibi olmanın başlıca şartlarından sayar. Fakat bu âyet, haksızlığa mâruz kalan kimsenin, isterse karşılık verme hakkını da kabul etmektedir. Yalnız bunu, kötülük edene, ettiği kadarıyla karşılık vermenin cevazı ile sınırlamış, daha fazla bir cezaya izin vermemiştir.
61 – Bu böyle... Çünkü Allah öyle sınırsız kudret sahibidir ki gâh gündüzü kısaltarak geceyi uzatır, gâh geceyi kısaltarak gündüzü uzatır ve çünkü Allah semîdir, basîrdir (her şeyi hakkıyla işitip görmektedir).
“Gecenin karanlığından gündüzün aydınlığını çıkaran Allah, Cahiliye ve inkâr karanlığından adalet aydınlığını da çıkarmaya kadirdir.” Âyette, açık olmasa da, bu mânaya bir îma sezilmektedir.
62 – Bu böyle... Çünkü Allah hakkın, gerçeğin ta kendisidir.
Müşriklerin O’ndan başka yalvardıkları tanrılar ise batılın ta kendisidir ve tam anlamıyla yüce ve büyük olan da ancak Allah’tır.
63 – Görmedin mi ki Allah gökten yağmur indirir de yer yemyeşil oluverir. Allah latiftir, habîrdir (lütfu boldur, her şeyden haberdardır). [31, 16; 27,25; 6,59; 10,61]
Latîf: Letâfet’ten “gizliliklere nüfuz eden”, lutf’dan ise “lütuf ve ihsanda bulunan” anlamına gelir. Latîf isminin tecellisiyle Allah öyle işler takdir eder ki bunlar gerçekleşip gözle görülünceye kadar, hiç kimsenin anlayamayacağı bir gizlilik ve incelikle cereyan eder.
64 – Göklerde ne var, yerde ne varsa hep O’nundur ve muhakkak ki Allah ganîdir, hamîddir (hiç bir şeye ihtiyacı yoktur, bütün övgülere lâyıktır).
65 – Görmedin mi ki Allah yerde olan her şeyi
ve Kendi emriyle denizlerde yüzen gemileri, sizin hizmetinize verdi?
Yerin üstüne düşmesin diye, göğü O tutuyor.
Gök ancak O’nun izniyle düşebilir.
Çünkü Allah raûfdur, rahîmdir (insanlara karşı çok şefkatli ve merhametlidir). [45,13; 13,6; 31,30]
Bütün hayvanları, bitkileri, madenleri ve bütün varlıkları Allah insanların hizmetine vermiştir.
66 – Size hayatı veren de O’dur. Sizi müteakiben öldürecek ve tekrar diriltecek olan da O’dur. Gerçekten insan pek nankördür! [2,28; 45,26; 40,11]
67 – Biz her ümmete kendi dönemlerinde uyguladıkları özel bir ibadet yolu belirledik.
Öyle ise onlar din işinde asla sana muhalefet etmesinler.
Sen insanları Rabbinin yoluna dâvet et! Çünkü sen gerçekten hakka ***üren dosdoğru bir yolun üzerindesin. [2,148; 5,48; 28,87]
Onların muhalefeti mesela kurban konusunda olmuştur. Çünkü onlar “Allah’ın öldürdüğü hayvanın (yani leşin) etini yemek sizin boğazladıklarınızdan daha hayırlıdır.” diyorlardı. Âyet şunu ifade eder: “Önceki peygamberler nasıl bir hayat tarzı getirdilerse, sen de öyle bir hayat tarzı getirdin. Dolayısıyla insanların, senin getirdiğin şeriata karşı çıkmaya hakları yoktur.”
68 – Eğer seninle mücadele ederlerse de ki: “Allah sizin yaptıklarınızı pek iyi bilmektedir.” [10,41; 46,8]
69 – O büyük duruşma günü, hakkında ihtilaf ettiğiniz konularda aranızdaki nihaî hükmü Allah verecektir. [42,15; 60,3; 32,25]
70 – Bilmez misin ki, Allah gökte ve yerde olan bütün şeyleri bilir?
Bunların hepsi bir kitapta mevcuttur.
Bütün bunlar Allah’a göre pek kolaydır.
71 – Müşrikler Allah’tan başka,
O’nun, tanrılıklarına dair hiç bir delil göndermediği
ve kendilerinin de onlara ibadet edilmesinin cevazı hakkında kesin bilgi sahibi olmadıkları bir takım nesnelere ibadet ediyorlar.
İşte o zalimlerin hiç bir yardımcısı olmayacaktır. [23,117]
72 – Âyetlerimiz karşılarında açık açık birer delil olarak okunduğunda kâfirlerin yüzündeki inkârcı tavrı hemen fark edebilirsin.
Öyle ki, nerdeyse kendilerine âyetlerimizi okuyanlara saldıracak olurlar.
De ki: Sizi bundan da beter kızdıracak olan şeyi de bildireyim de görün:
“İşte cehennem! Allah onu kâfirlere vâd etmiş bulunuyor.
Ne kötü bir sondur o!” [25,66]
73 – Ey insanlar! İşte size bir misal veriliyor, ona iyi kulak verin: Sizin Allah’tan başka yalvardığınız bütün sahte tanrılar güç birliği yapsalar da, bir sinek bile yaratamazlar. Hatta sinek onlardan bir şey kapsa, onu dahi kurtarıp geri alamazlar. İsteyen de, kendinden istenilen de, kaçan da kovalayan da ne kadar güçsüz!
Heykel şeklindeki putlar; üzerlerine bulaşan bir yiyeceği almak için konan bir sineğin konmasını bile önleyemezler. Sinek kendilerinden bir şey kapıp ***ürse onu geri alamazlar. En âciz ve küçük görülen canlılardan birine bile söz ve güç geçiremeyen nesneler nasıl olur da, eşref-i mahlûkat olan insanın ilahı olabilir? Bu, tefsir kitaplarında özetle anlatılan mânadır.
Fakat âyet bir başka yöne daha işaret etmektedir. Allah kâinatı öyle bir sistem halinde yaratmıştır ki, en küçük şey, en büyük şeyle irtibatlıdır. Güneş sistemini kim yaratmış ve yönetiyorsa bir sineği, sineğin vücudundaki gözünü yaratıp o sistem içinde dolaşıp görmesinin ortamını yaratan da O’dur. Mesela bir sineği küçük görerek sistem dışında yaratmaya teşebbüs edenler, onun bedenini dünyanın dört bir yanına dağılmış unsurlardan özel ve hassas terazilerle toplamaya mecbur kalırlar. Kaldı ki o cansız zerreleri toplamak yetmez. Zira sineğin vücudundaki bütün hücreler canlı bir organizma teşkil edip her biri onun yaratılış gayesine göre ayarlı olarak çalışırlar. Maddî sebepler bu neticeyi elde edip o cansız zerrelerden böyle hayat dolu ve kâinat sisteminin bütün unsurlarıyla ilişkilerini ayarlamasını bilen, programlayabilen bir sineği yaratmaları mümkün değildir. İşte Kur’ân bu âyetle: “Bütün maddî sebepler toplansa, onların iradeleri de olsa, bir tek sineğin vücudunu ve o vücudu, cihazlarını, sistemlerini özel bir terazi ile ölçü ile toplayamazlar. Toplasalar da o vücudun gerekli mikdarında durduramazlar. Durdursalar da, daima tazelenmekte olan ve o vücuda girip çalışan zerreleri, hücreleri düzenli tarzda çalıştıramazlar. Öyleyse bütün güvenilen maddî sebepler, bir sineğe sahip çıkamazlar”
74 – Allah’ı lâyık olduğu tarzda bilemediler. Muhakkak ki Allah pek kuvvetlidir, mutlak galiptir. [30,27; 85,12-13; 51,58; 57,25; 58,21]
75 – Allah meleklerden de insanlardan da elçiler seçer. Allah elbette semî ve basîrdir (her şeyi hakkıyla işitir ve görür).
76 – O onların yaptıklarını da yapacaklarını da, olanı da olacağı da bilir. Bütün işler yalnız Allah’a raci olur, onlar hakkındaki nihaî hükmü O verir. [72,28; 5,67]
77 – Ey iman edenler! Rükû edin, secde edin, hasılı yalnız Rabbinize ibadet edin, hayırlar işleyin ki felaha eresiniz. [3,200]
78 – Allah yolunda gereği gibi cihad edin. Sizi insanlar içinde bu emanete ehil bulup seçen O’dur. Din konusunda, size hiçbir zorluk da yüklemedi. Haydin öyleyse babanız İbrâhim’in milletine ve yoluna! Bundan önce de, bu Kur’ân’da da, size Müslüman adını veren O’dur. Ta ki Resul size şahid olsun, siz de diğer insanlar nezdinde Hakkın şahitleri olasınız. Haydin namazı hakkıyla ifa edin, zekâtı verin ve Allah’a sımsıkı bağlanın. O sizin biricik mevlanız, efendinizdir. O, ne güzel mevla ve ne güzel yardımcıdır. [6,161; 2,128]
Cihad, düşmana karşı bütün gücünü harcamak demek olup üç kısımdır. Birincisi; açıkça kendisini belli etmiş düşman ile yapılan cihad. İkincisi; şeytan ile yapılan cihad. Üçüncüsü; Nefisle yapılan cihad. Buradaki emir bu üç kısmı da kapsamaktadır. Zira âyette mücahede tabiri kullanılmış olup mukatele (savaşmak) kavramından daha geneldir.
Allah’ın elçisi yeryüzünde Hakkın şahididir. Rabbine olan muazzam iman ve güveni, adalet, takvâ, mükemmel ahlâk örneği olması, yaşayan bir Kur’ân olması ile Allah’ın rızasının tecessüm etmiş şeklidir. Onu gören Hakkı görmüş gibi olur. Kendisinden sonra da müminler bu hususta onu örnek almalıdırlar. Müminlerin hallerine davranışlarına bakanlar, bunda Allah’ın varlığının delillerini, müminlerin de O’nun varlığına ve birliğine şahitliklerini okumalıdırlar. Hülasa hakkıyla cihad yapmanın, dine uymanın ve Müslümanlığı yaşamanın nasıl olacağını Peygamber size bizzat gösterip öğretsin. Hakkın şahidi, peşinden gidilecek bir örnek olsun. Siz de ona uymak sûretiyle, bütün insanlar için, Hakkın örnek tutulacak birer şahitleri olasınız.
 
enbiya suresi meali

112 âyet olup, Mekke döneminin sonlarında inmiştir. Bir önceki Tâ hâ sûresinin sonlarında geçen dümdüz yolu, geniş tarzda anlatır. Mekke müşriklerinin akaid esaslarına yaptıkları itirazlara cevaplar verir. İnsanlara tarihin çeşitli dönemlerinde doğru yolu gösterip fazilet mücadelesi yapan nebîlerin (Mûsâ, Harun, İbrâhim, Lût, İshak, Yâkub, Nûh, Davud, Süleyman, İsmâil, İdris, Zülkifl, Yunus, Zekeriyya, Yahya ve Îsâ nebîlerin (aleyhimü’s-selâm), bilhassa Hz. İbrâhim (a.s.)’ın islam dînini tebliğlerini ve faziletlerini ayrıntılı olarak nakleder.
Sonunda bu kıssaların gayesi olarak, İslâm’ın tek din olduğu bildirilip Hz. Peygamber “aleyhi’s-selâm” teselli edilerek sûre sona erdirilir.


Bismillahirrahmanirrahim
1 – İnsanların hesap verme vakti yaklaştı. Ama onlar hâlâ koyu bir gaflet içinde haktan yüz çevirmekteler. [16,1; 54,1]
2-3 – Rab’leri tarafından kendilerine gelen her yeni uyarıyı,
alaya alıp kalpleri eğlenceye dalarak dinlerler.
Hem o zalimler aralarında kulis yapıp, şu fısıltıyı, gizlice yayarlar: “O da sizin gibi bir insandan başka bir şey değil.
Şimdi siz göz göre göre sihire mi kapılacaksınız yani?” [17,48; 25,9]
4 – Resul dedi ki: “Rabbim gökte olsun, yerde olsun, söylenen her sözü bilir.
O öyle mükemmel işitir, öyle mükemmel bilir ki!” [17,48; 25,9]
5 – (Kur’ân’ı kime mal edecekleri konusunda şaşırıp kaldılar,
cevapları kendilerini bile tatmin etmeyip durmadan fikir değiştirdiler.) “Hayır!” dediler, “bu adğâsu ahlam: karışık karışık rüyalar.”
“Yok yok, böyle değil, anlaşılan onu kendisi uydurmuş!”
“Hayır! bu da değil, galiba o bir şair!”,
“Öyleyse önceki peygamberlere verilen mûcizeler kabilinden istediğimiz mûcizeyi bize göstersin!” [17,59; 10,96-97]
6 – Kendilerinden önce imha ettiğimiz hiç bir şehir halkı iman etmedi, şimdi bunlar mı iman edecekler?
7 – Biz senden önce de, ancak kendilerine vahiy gönderdiğimiz birtakım erkekleri peygamber gönderdik. Şayet bilmiyorsanız, bunu bilenlere sorunuz. [12,109; 16,43]
“Bilenler” diye tercüme edilen kelimenin aslı “Ehlu’z-zikr” yani “kitap, tebliğ veya uyarının muhatapları” demektir. Tevrat, İncîl, Kur’ân esas itibariyle bir kitap ve uyarıdır.
8 – Biz onları yiyip içmeyen bedenden ibaret kılmadık; hem dünyada onlar ebedî olarak da kalmadılar.
İnsan olarak onlar yemeye içmeye muhtaç idiler. Onlar ölümsüz de değildiler, ömür sürelerini tamamlayıp vefat ettiler.
9 – Sonra onlara verdiğimiz sözü yerine getirdik.
Onları ve beraberlerinde bulunan dilediğimiz kullarımızı kurtardık, haddi aşanları ise helâk ettik.
10 – Muhakkak ki, hayatınız için gerekli notları içeren,
size şan ve şeref sağlayan bir kitap indirdik. Neden düşünmüyorsunuz? [43,44]
11 – Zulme batmış nice beldelerin bellerini kırdık, onlardan sonra da başka toplumlar yarattık. [17,17; 22,45]
12 – Onlar bizim baskınımızı hisseder etmez, derhal bineklerini mahmuzlayarak oradan kaçmaya yeltendiler.
13 – “Yok,” dedik, “koşup kaçmaya çalışmayın, dönün o içinde şımardığınız refah ve konfora! Dönün o konaklarınıza ki sorguya çekileceksiniz.”
14 – “Eyvah! dediler, gerçekten biz zalim kimselermişiz! (Eyvah! Eyvah!)”
15 – Bu feryatları sürüp gitti. Nihayet onları öyle yaptık ki biçildiler, sönüp kül oldular...
16 – Elbette Biz göğü, yeri ve aralarında olan varlıkları oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. [38,27; 53,31]
Yüce Allah kâinatı dolduran kudret, hikmet ve sanat mûcizelerini insanlar inceleyip onların Yaratıcısını tanısınlar, onlardaki menfaatlerini elde etsinler, onların ebedî cennetteki asıllarına delâletlerini anlasınlar ve bir de burada yaptıkları işlerin, iyilikler için mükâfat, kötülükler için ceza olarak karşılığını alsınlar, böylece hak yerini bulsun diye yarattığını burada beyan buyuruyor.
17 – Eğlenmek isteseydik nezdimizde eğlenecek çok şey bulurduk! Faraza yapacak olsak, öyle yapardık!
Bu âyetten maksat, Allah’a eş, evlat, kız, oğul, nesil isnad eden şirk inançlarını, açıkça reddetmektir. Zira yüce âlemde melâike, hûriler gibi mahlûklar zaten vardı. Onlar dururken yeryüzünden eş, evlat edinmeye gerek olmazdı.
18 – Hayır! Biz gerçeği söyler, gerçeği yaparız!
Hakkı batılın tepesine indiririz de beynini parçalar, bir anda canı çıkar o batılın!
Allah hakkındaki böyle boş düşüncelerinizden ötürü yuh aklınıza, yazıklar olsun size!
19 – Halbuki göklerde olsun, yerde olsun kim varsa O’nun mülküdür. O’nun nezdindeki melekler O’na ibadeti, ne gurur meselesi yapar, ne de ibadetten yorulurlar. [4,172]
20 – Gece gündüz, usanmadan, ara vermeden tesbih ve ibadet ederler. [66,6]
21 – Buna rağmen, yine de onlar, yerde birtakım varlıkları, insanları öldükten sonra diriltecekleri zannı ile tanrı edindiler.
22 – Halbuki gökte ve yerde, Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı oraların nizamı bozulurdu.
Demek ki o yüce arş ve hükümranlığın sahibi Allah, onların zanlarından, onların Allah’a reva gördükleri vasıflardan münezzehtir, yücedir! [23,91]
Faraza Kâinatta kemal sıfatları ile muttasıf, yani ilmi, kudreti, iradesi mutlak ve sınırsız olan birden fazla ilah bulunsaydı, şu ihtimaller olabilirdi: 1. Onlardan yalnız birinin hükmü yürüseydi diğerleri âciz ve noksan olurlardı ki bu ilah olmakla bağdaştırılamaz. 2. Her biri eşit kudret ve hakimiyete sahip olsalardı, ayrı ayrı nizamların bulunması gerekirdi. O takdirde de, mevcut olan bu nizam bulunmazdı. 3. İlahların fazla değil, sadece iki tane olup bunların bir tek nizam kurup birleştikleri varsayılırsa iki etkenin (illetin) bir nesne (malül) üzerinde çekişmesi sonucu ortaya çıkar, nizamın devamı imkânsız olurdu. 4. Birbirleriyle anlaşmazlık halinde olsalardı zaten baştan beri nizam kurulamazdı.
Bu âyet-i kerime Kelam ilminde, tevhidin ispatında en önemli kaynak teşkil eden esaslardan biridir. Kelamda buna bürhan-ı temânu’ adı verilir.
23 – O, yaptıklarından sorumlu değildir. O’nu sorguya çekecek kimse yoktur, ama insanlar mutlaka sorgulanacaklardır. [15,92-93; 23,88]
24 – Yine de tuttular, O’nun yanısıra başka birtakım tanrılar edindiler. Ey Resûlüm! De ki: “İddianızı ispatlayın, delilinizi getirin görelim!”
Böyle bir delil de getiremediklerine göre de ki: “İşte bu tevhid, benimle beraber olanların ve benden önceki peygamberlerin bildirisidir.” Hayır, onların çoğu gerçeği bilmiyor ve bu sebeple de ondan yüz çeviriyorlar.
25 – Nitekim senden önce hiç bir peygamber göndermedik ki ona:
“Benden başka İlah yok, öyleyse yalnız Bana ibadet edin!” diye vahyetmiş olmayalım. [43,45; 16,36; 21,92]
26 – Gerçek bu iken, bazıları kalkıp: “Rahman evlat edindi!” iddiasında bulundular.
O, bundan münezzehtir.
Bilakis onların evlat dedikleri melekler O’nun ikram ve takdirine mazhar olmuş kullarıdır. [16,57; 43,19]
27 – O, kendilerine sormadıkça hiç bir söz söylemezler, sadece O’nun emirlerini yerine getirirler.
28 – O onların yaptıklarını da yapacaklarını da,
açıkladıklarını da gizlediklerini de bilir.
Onlar, sadece O’nun razı olduğu kimse hakkında şefaat ederler.
O’na duydukları tazimden ötürü çekinir, titrerler. [2,255; 34,23]
29 – Onlardan kim çıkıp da “O’nun yanı sıra ben de İlahım!” diyecek olursa, buna karşılık cehennemi veririz. İşte Biz zalimleri böyle cezalandırırız.
30 – Hakkı, inkâr edenler görüp bilmediler mi ki
göklerle yer bitişik (bir bütün) idi, onları Biz ayırdık,
hayatı olan her şeyi sudan yaptık. Hâlâ inanmayacaklar mı?
Kâinatın yaratılışı konusunda bilime yol gösteren teorilerin en çok kabul görenleri, Kur’ân’ın bildirdiği hususlara yaklaşmaktadır. Güneş sisteminin oluşumu, şöyle izah edilmektedir: “Güneş ve gezegenler, önce bir bulutu andıran gaz ve toz (nebula) halinde idi. Bu kütle, çekim kuvvetinin etkisiyle dönmeye ve soğumaya başladı. Bu dönüşün süratli olması sebebiyle yoğunlaşan ana kütlelerden bazı parçalar kopup, ana kütlelerin etrafında dönmeye devam ettiler (...) Gezegenler nihâyet iyice soğuyarak bugünkü şekillerini aldılar.” (Prof. Dr. A. Kızılırmak, Astronomi Dersleri, II,198-201, İzmir, Ege Üniv. Mat. 1966)
31 – Yerin insanları sarsmaması için oraya dağlar yerleştirdik.
Maksatlarına ermeleri için orada geniş yollar, geçitler yaptık.
32 – Göğü de dengesizliğe düşmekten korunmuş bir tavan durumunda yarattık.
Onlarsa hâlâ gökteki delillerden yüz çevirmektedirler. [51,47; 91,5; 50,6; 2,22; 12,105]
Portakalın meyvesini saran kabuğu gibi dünyayı saran atmosfer tabakasına işaret olup göklerdeki kudret delillerine dikkat çekmektedir.
33 – Geceyi ve gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı yaratan O’dur. Her biri bir yörüngede yüzmektedir. [6,96; 36,40]
34 – Senden önce hiçbir insana dünyada, ebedî hayat nasib etmedik.
Sanki sen ölsen, onlar ebedî mi kalacaklar!
[55,26-27]
35 – Her can ölümü tadacaktır.
Biz, sizi sınamak için gâh şerle, gâh hayırla imtihan ederiz.
Sonunda Bizim huzurumuza getirileceksiniz.
36 – Kâfirler seni görünce: “Bu mu sizin ilahlarınızı diline dolayan adam!” diye alay etmekten başka bir şey yapmazlar.
Ama bütün kâinatı yaratan Rahman’a gelince Onun anılmasını reddediyorlar.
(Böylece, asıl kendilerinin alay edilmeye müstahak olduklarını düşünmüyorlar!) [25,41-42]
Müşrikler kendi âciz, cansız putlarına toz kondurmak istemezken, bütün kâinatı bunca hikmet, sanat, kudret ve rahmetiyle yaratıp varlıkta tutan Rahman’ın birliğinin anılmasına tahammül edemiyorlar. Böylece asıl kendilerinin ne kadar akıldan uzak, alay edilmeye müstehak olduklarını düşünmüyorlar.
Bu âyette, Allah’ın Rahman vasfı ile anılmasına karşı Mekke müşriklerinin diretmesine işaret edilmektedir. Az sonra gelecek 42. âyet de bu mânayı teyid eder. Zira o âyet, Rahman sıfatını zihinlere yerleştirme gayesine matuftur. (Anlam böyle verilmezse diğer meallerde düşülen boşluğa düşülür).
37 – İnsan, yaratılışça çok acelecidir (Bunu pek iyi biliyorum. Onun için, kendisini uyardığın azabın çarçabuk gelmeyişini alay konusu ediyor). Hele durun biraz, Beni de aceleye getirmeyin, yakında âyetlerimi size göstereceğim! [17,11]
38 – Ama yine de onlar: “Gerçeği söylüyorsanız, gösterin artık bu azabı, bu vâdin gerçekleşmesini daha ne kadar bekleyeceğiz!” diye söyleniyorlar.
39 – Dini olduğu gibi, bu azabı da böyle inkâr edenler,
onun tepelerine ineceğini, o ateşin yüzlerini ve sırtlarını yalamasını önleyemeyeceklerini,
kendilerine yardım edecek hiç kimsenin bulunmayacağını bir bilselerdi! [39,16; 7,41; 14,50; 13,34]
40 – Onların beklentilerinin hilafına,
o ateş öyle apansız gelecek ki, kendileri birden donakalacaklar.
Artık ne onu geri çevirecek güçleri olacak, ne de kendilerine süre verilecek!
41 – Senden önce de nice peygamberlerle böyle alay edilmişti.
Ama alay konusu yaptıkları o azap, alay edenleri her taraftan sarıvermişti. [6,34; 3,195]
42 – De ki: “Geceleyin veya gündüzün gelecek tehlikelere karşı o Rahman’dan başka sizi kim koruyabilir?”
Ama bunu bilip Kendisine yönelecekleri yerde, onlar Rab’lerini anmaktan yüz çevirmekteler. [19,45]
Bu mâna üzerinde duran İbn Kesir, bu âyette min edatının gayr anlamına geldiğini delil zikrederek ispatlar.
43 – Ne o, yoksa, akılları sıra, onların Bizden başka kendilerini savunacak tanrıları mı var? (Nerede!)
O tanrılaştırdıkları nesneler kendi kendilerini bile koruyamazlar.
Öyleyse, o müşrikleri Bize karşı hiç mi hiç koruyamazlar. Onlar Bizim tarafımızdan zaten bir destek görmezler. [36,75]
44 – Kaldı ki Biz onlara da, babalarına da nimet verdik. Öyle ki uzayan ömürlerinin tadını çıkarıp avundular.
Ama hükmümüzün yere yönelerek onu yavaş yavaş eksilttiğini görmüyorlar mı? Durum böyle iken onlar nasıl galip gelebilirler? [46,27; 13,41]
Bu âyetin mânası, etraf kelimesine verilecek mânaya göre değişir. Bu kelime ise birçok anlamda kullanılır. Coğrafî veya küresel anlam gibi, mecazî anlam da mümkündür. Şu halde: 1. Müslümanların kuvvet kazanıp kâfirlerin topraklarını elde edip fetihler yapmaları. 2. Yerin ileri gelen insanları, âlimleri veya en iyi insanları gittikçe azalmaktadır. 3. Fennî yönden tefsir eden bazı zatlar; yağmurların, sellerin, rüzgârların etkisiyle dağların aşınmasını veya kutup bölgelerinin basıklığını düşünmektedirler.
45 – De ki: “Ben Sizi sadece vahiyle uyarıyorum. Fakat belli ki sağırlar ikaz edildikleri zaman bu çağrıyı duyamazlar.”
46 – Eğer onlara Rabbinin azabından bir esinti bile dokunsa: “Eyvah, yazıklar olsun bize, biz gerçekten kendimizi bu azaba müstahak etmekle kendimize zulmetmişiz!” derler.
Bu âyet Kur’ân’ın icazına, pek veciz ve özlü beyanına açık örneklerden birini teşkil eder: Bu cümleden esas maksat, pek az bir azap ile fazlaca korkutmaktır. Onun için cümlenin her kelimesi o maksadı pekiştirir. Şöyle ki 1. in: Şart edatı, azabın azlığına ve önemsizliğine işarettir. 2. Nefha hem bir defaya ait sigası, hem de tenvîni ile azabın önemsizliğini ima eder. 3. Mess hafif dokunma demektir. 4. kısmilik bildiren min edatı. 5. Nekâl ve ikab gibi kelimeler yerine azab kelimesi. 6. Allah’ın Rab isminin ifade ettiği şefkat, hudutsuz şefkatin izin verdiği bir azap, nisbeten hafif bir azap sayılır.
47 – Biz kıyamet gününe mahsus, öyle doğru ve hassas teraziler koyacağız ki, hiçbir kimseye zerre kadar haksızlık edilmez. Hardal tanesi ağırlığınca da olsa, yapılan iyi veya kötü işi oraya getirip tartarız. Hesap görücü olarak Biz fazlasıyla yeteriz. [18,49; 4,40; 31,16]
48 – Biz, Mûsâ ile Harun’a, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için bir ışık ve öğüt olan Furkan’ı (hakkı batıldan ayıran kitabı) verdik.
Furkan: hakkı batıldan, doğruyu eğriden, hayrı şerden ayıran, buna dair ölçüler getiren şey demektir. Kur’ân’ın bu sıfatı, ikinci bir özel ismi olarak kullanılmıştır. [2,53; 3,4; 25,1]
Bu âyetten 91. âyete kadar, bazen kısa, nadiren uzunca, peygamber kıssaları yer alır. Bunlarda şunların vurgulandığı intibaını ediniriz: 1. Peygamberlik insanlığın başından beri vardır, Hz. Muhammed (a.s.) ilk defa bu iddiada olan biri değildir. 2. Önceki nebîlerin risaleti Hz. Muhammedinkinden farklı olmayıp, bilakis aynı inançları öğretmişlerdi. 3. Peygamberler çeşitli tepkiler ve işkencelerle karşılaşmışlar, ama sonunda Allah’ın özel inayetine nail olmuşlar, dâvaları galip gelmiştir. 4. Peygamberler Allah’ın seçkin kulları olmakla beraber beşerdirler. Beşerin çektiği sıkıntı, zaaf ve ihtiyaçlara mâruzdurlar. Bu hususlarda insanüstü değillerdir.
49 – O müttakiler, görmedikleri halde Rab’lerini gıyabında tazim eder ve hem de kıyametten, o duruşma saatinden korkup titrerler. [50,33; 67,12]
50 – İşte bu da sana indirdiğimiz kutlu bir mesajdır. Hal böyle iken siz onu inkâr mı edeceksiniz?
51 – Biz Mûsâ’dan önce de İbrâhim’e hidâyet ve akl-ı selim verdik. Biz onun halini pek iyi biliyorduk. [6,83; 2,124-141; 11,51-60; 16,120-123]
Hz. İbrahim’e verilen rüşd, ya nübüvvetten önceki hidâyet ve güzel hal yahut nübüvvet olabilir.
52 – O vakit babasına ve halkına: “Nedir bu karşısında durup taptığınız heykeller?” dedi.
Bu sûrede en ayrıntılı kıssa Hz. İbrâhim (a.s.)’ın kıssasıdır. Zira İbrâhim’in şirki perişan etmesinin, Mekke müşrikleri üzerinde tasavvur edebileceğimizin çok ötesinde bir etkisi vardı. Zira, onu öğündükleri cedleri biliyor, onun kurduğu Kâbe’yi en kıymetli varlıkları sayıyor, ona bağlı olmanın maddî manevî nimetlerinden yararlanıyorlardı. Kur’ân’ın Hz. İbrâhim’in putları kırdığını anlatması, onları canevlerinden vuruyordu.
53 – “Biz, dediler, atalarımızı bunlara tapar bulduk, biz de onların yaptıklarını yapıyoruz.”
54 – “Yemin ederim ki, dedi, siz de atalarınız da besbelli bir sapıklık içindesiniz.”
55 – Onlar: “Sen ciddi misin, yoksa şakacı insanların yaptığı gibi bizimle eğleniyor musun?” dediler.
56 – “Yoo! Şaka ne demek! dedi İbrâhim. Doğrusu sizin Rabbiniz, ancak gökleri ve yeri yarattığı gibi bütün onların da Rabbi olan Zattır. Ben de bu gerçeğe şahitlik edenlerdenim.”
57 – Ve içinden: “Allah’a yemin ederim ki, siz dönüp gittikten sonra mutlaka bu putlarınızın başına bir çorap öreceğim!” diye ekledi.
58 – Onların bütün putlarını paramparça etti, yalnız, halk, belki de olup biten olay hakkında kendisine sorarlar düşüncesiyle, onların büyüklerine dokunmadı.
leallehum ileyhi yerciûn “Olup biten olay hakkında kendisine sorarlar diye” cümlesindeki zamir hakkında üç ihtimal zikredilir: 1. Büyük put. Maksat şudur: Müşrikler ona başvursun, bilgi ve çözüm arasınlar. O da âciz olunca, putların bir hiç olduğunu anlasınlar. 2. İbrâhim’i sorumlu tutup ona sorsunlar, o da delillerini onlara anlatsın. 3. Putların boşluğunu anlayıp Rabbü’l-âlemin’e dönsünler.
59 – Dönüp de olanları görünce dediler ki: “Kim acaba tanrılarımıza bunu reva gören? Her kimse o, muhakkak ki zalimin teki!”
60 – İçlerinden bazıları: “Sahi! İbrâhim adındaki bir delikanlının onları diline doladığını işitmiştik!”
61 – “Haydin, dediler, getirin onu halkın huzuruna ki çekeceği cezaya onlar da şahit olsunlar.”
62 – “Söyle bakalım İbrâhim!” dediler, “sen mi yaptın tanrılarımıza karşı bu işi?”
63 – “Belki de,” dedi, “şu büyükleri yapmıştır. Eğer konuşurlarsa sorun bakalım onlara!”
64 – Bunun üzerine vicdanlarına dönüp içlerinden: “Asıl zalim İbrâhim değil, bu âciz putlara ibadet edip bel bağlayan sizler, biz müşriklermişiz!” dediler.
Şöyle açıklayanlar da vardır: “Putlarınızı yalnız ve savunmasız bıraktığınız için asıl siz zalimsiniz” diyerek birbirlerini suçladılar.
65 – Fakat bunu dışa vurmayıp sonra yine önceki görüşlerine dönüp İbrâhim’e: “Bunların konuşmadıklarını sen de pek iyi bilirsin!” dediler.
66-67 – “O halde,” dedi, Allah’tan başka, size ne fayda ne de zarar veremeyecek şeylere mi tapıyorsunuz! Yuh size de Allah’tan başka o taptıklarınıza da! Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?”
68 – “Eğer yapacağınız bir şey varsa, dediler, o da bunu yakmaktır. Böyle yapın da tanrılarınıza sahip çıkın!” [29,24]
69 – Biz ateşe şöyle ferman ettik: “Dokunma İbrâhim’e! Serin ve selâmet ol ona!”
Allah’ın pek iyi bilinen normal kanunları, bu kabîl ender mûcizelerden daha az harika değildir. Kur’ân Allah’ın kanunlarında değişiklik olmayacağını bildirir (35,43). Demek ki 36, 82 gibi bir anda yaratmayı bildiren âyetler, kâinatın altı günde (41,9-12) yaratıldığını bildiren âyetlere zıt değildir.
İnsanlar bu gün, hiç yakmayan soğuk alev yapmayı bilmektedirler.
70 – Hülasa onu tuzağa düşürmek istediler ama, Biz asıl onları hüsrana uğrattık. Asıl tuzağa düşenler kendileri oldular.
71 – Onu Lût ile beraber kurtarıp, bütün insanlar için kutlu ve feyizli kıldığımız diyara ulaştırdık.
Bu bereketli ülke Şam (Filistin) diyarıdır. Birçok peygamber orada yetişmiş ve dini oradan yaymışlardır. Şam’ın manevî bereketinin yanında, oradaki nimetlerin ve ürünlerin bolluğu da kasdedilmiş “olabilir.”
Hz. İbrâhimin kıssası Tevrat, Tekvin, 11. ve 12. bölümlerinde anlatılır. Fakat oradaki ayrıntılara rağmen Kur’ân, bazı önemli hususlarda çok farklıdır. Mesela; 1.Tekvin’de hicretten önceki tebliği, ateşe atılması vs. yer almaz. 2. Hicreti, geçim derdi gibi bir sebeple yurdundan çıkması tarzında anlatılır. 3. Babasının kendisine baskısı bildirilmez, hatta hicrette yanında onu ***ürdüğü bildirilir. Bunlar, birçok oryantalistin peşin hükümle yaptıkları iftiraları çürütüyor, Kur’ân’ın o kitaplardan nakletmeyip, bilakis onların üzerinde, hakem olduğunu ispatlıyor.
72 – Ona ayrıca İshak’ı, üstelik bir de Yâkub’u ihsan ettik. Hepsini de erdemli insanlar kıldık.
73 – Onları buyruklarımızla insanlara doğru yolu gösteren önderler yaptık.
Kendilerine hayırlı işler işlemeyi, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar yalnız Bize ibadet ederlerdi.
74-75 – Lût’a da hüküm ve ilim verdik ve onu iğrenç işler yapan şehir halkından kurtardık ki gerçekten onlar kötü ve itaat dışına çıkmış fâsık bir güruh idiler. Kendisini de şefkat ve himayemize aldık. O gerçekten erdemli kimselerdendi. [29,26; 11,69; 15,57-76]
Hüküm: Peygamberlik veya dâvalı tarafları arasında hâkimlik anlamınadır. Lût (a.s.), Hz. İbrâhim (a.s.)’a iman ve onunla beraber hicret etmişti [29,26]. Sonra Allah Teâlâ ona da nübüvvet verdi. Onu da Sedum şehrine gönderdi.
76 – Nuh’u da önderlerden kıldık. O İbrâhim ve Lût’dan çok önce, Bize yakarmıştı.
Biz de duasını kabul buyurup onu, yakınlarını, evlatlarını ve halkından iman edenleri büyük bir beladan kurtardık. [54,10; 71,26-27]
77 – Âyetlerimizi yalan sayan halka karşı da ona destek olup onlardaki haklarını aldık. Gerçekten onlar kötü bir toplum idi. Bu yüzden Biz de onların hepsini suda boğduk. [11,40]
78 – Davud ile Süleyman’ı da... Hani bir defasında onlar bir ekin konusunda hüküm veriyorlardı. Şöyle ki: Geceleyin bir grup insanın koyun sürüsü ekin tarlasına yayılmış, zarar vermişti. Biz de onların bu hükümlerine tanık oluyorduk.
Davud (a.s.) davarın kıymeti, zararın miktarına eşit olduğu için, onun tazminat olarak tarla sahibine verilmesine hükmetmiş, oğlu Süleyman (a.s.) ise, tarlanın davar sahibine verilip eski haline gelinceye kadar ona bakmasını, davarın da tarla sahibine teslim edilip o vakte kadar sütünden, yavrularından, tüylerinden faydalanmasını taraflar için daha uygun bulmuştu. Babası da onun bu içtihadını beğenmişti.
79 – Biz çözümü ihtiva eden hükmü Süleyman’a bildirdik. Bununla beraber, her birine bir hüküm ve bir ilim verdik.
Dağları ve kuşları Davud’un emrine verdik. Onunla beraber takdis ve ibadet ederlerdi. Biz dilediğimiz her şeyi yapma kudretine sahibiz. [34,10; 38,18-19] {KM, Mezmurlar 148,7-10}
80 – Bir de sizi savaşınızın şiddetinden koruması için ona, zırh yapma sanatını öğrettik.
Peki bütün bunlar için şükrediyor musunuz? [34,9-11]
Davud (a.s.)’dan önce de zırh vardı, fakat plak halinde idi. Zırhı, kumaş gibi dokuyup zincirle tutturma işini o başlattı. Rivayete göre o Cenab-ı Allah’tan elinin emeği ile bir geçim vesilesi dileyince O da kendisine zırh yapmayı ilham etmişti.
81 – Süleyman’a da şiddetli rüzgârı âmade kıldık. Rüzgâr, onun emriyle kutlu beldeye doğru eserdi. Çünkü her şeyin gerçek mahiyetini Biz biliriz. [38,36; 34,12]
82 – Kendisi için dalgıçlık ve daha başka birtakım işler yapan bazı cinleri (şeytanları) da onun emrine verdik. Biz onları gözetim altında tutardık. [38,37-38]
83-84 – Eyyûb’u da an. Hani o: “Ya Rabbî, bu dert bana iyice dokundu. Sen merhametlilerin en merhametli olanısın” diye niyaz etmiş, Biz de onun duasını kabul buyurup katımızdan bir lütuf ve ibadet edenlere bir ders olmak üzere, hastalığını iyileştirmiş, kendisine aile ve dostlarını bir misliyle beraber vermiştik. {KM, Eyub 42,10.13}
Müfessirler derler ki: Hz. Eyyûb (a.s.) Rûm diyarında Peygamber idi. Serveti ve hanedanı, evlatları pek fazla idi. Allah onun mallarını giderdi, sabretti. Çoluk çocuğunu aldı, sabretti. Sonra bedenine hastalıklar ârız oldu, sabretti. Fakat halk: “Onun başına bunca derdin gelmesi boşuna değil, büyük bir günahı olmalı!” deyince, şifa niyazında bulundu. Allah da şifa lütfetti. Tevrat da “Eyyubun Kitabı”nda onun felsefi çizgiler taşıyan destanî hikâyesini ayrıntılı olarak anlatır. Onun Yahudi veya Rum olmayıp Kuzey Arabistan’da yaşayan Arap kökenli Nabat halkından olduğu da söylenmiştir. Gerçek durumu yalnız Allah bilir.
85 – İsmâil’i, İdris’i, Zülkifl’i de an! Onların hepsi sabır fazileti ile bezenmişlerdi.
Zülkifl (a.s.)’ın nerede yaşadığı hakkında kesinlik yoktur. Tefsirlerdeki çeşitli ihtimaller içinde nisbeten kuvvetlisi onu, Hızkil ile aynı sayan görüştür. Bu zat Habur nehri civarında tebliğde bulunmuştur. Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde makamı bulunmakta ve asırlardan beri kökleşmiş kuvvetli bir gelenekle onun burada yaşadığına inanılmaktadır. Ülkemizin özellikle Güneydoğu Anadolu bölgesinde son derece yaygın olan Zülküf adı bundan ileri gelmektedir.
86 – Bundan ötürü onları rahmetimize aldık. Gerçekten onlar salih ve erdemli kişilerdi.
87 – Zünnûn’u da an. Hani o halkına kızmış, onlardan ayrılmış, Bizim kendisini sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Sonra karanlıklar içinde şöyle yakarmıştı: “Ya Rabbî! Sensin İlah, Senden başka yoktur ilah. Sübhansın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin! Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!”
“Balığın yoldaşı” mânasına gelen Zünnûn, Yunus (a.s.) olarak tefsir edilir.
Allah Teâlâ, inkârlarında ısrar eden bu halka, elçisi Yunus (a.s.) vasıtasıyla helâk edici azap vaad etti. Bununla beraber, onların bu azapla imha edilmemeleri ihtimali de vardı. Dolayısıyla Yunus (a.s.) için, evla yani en iyi tutum, halkını dine dâvete devam etmesi idi (Razî). Azap gelmek üzere olduğundan o ayrılıp gemiye bindi. Daha matlub olan tutumu terk ettiğini görerek çok üzüldü. Daha sonra Allah onu kurtarıp sahile çıkardığında, ahaliden iman edenler olduğunu görünce bu içtihadında isabet etmediğini anlamıştı. Bu kıssada esas hedef, tövbenin af sebebi olduğunu bildirmektir. Vallahu a’lem.
88 – Onun da duasını kabul buyurduk ve kendisini o sıkıntıdan kurtardık. İşte Biz müminleri böyle kurtarırız.
89 – Zekeriyya’yı da an. Hani o: “Ya Rabbî, beni evlatsız, tek başıma bırakma ki (lütf edeceğin evlâdım) bana vâris olsun. Bununla beraber iyi biliyorum ki, herkes fanidir, herkesten sonra baki kalan, bütün vârislerin en iyisi olan Sensin Sen!”
90 – Onun da duasını kabul buyurduk. Ona Yahya’yı armağan ettik. Bunun için de eşini çocuk doğurmaya elverişli hale getirdik. Doğrusu onlar hayırlı işlere koşuşur, iyilikte yarışır, hem ümit, hem endişe içinde Bize yakarırlardı. Gerçekten Bize derin bir saygı gösterirlerdi.
91 – İffet ve namusunu gerektiği gibi koruyan Meryem’i de an.
Biz ona rûhumuzdan üfledik,
hem onu, hem oğlunu cümle alem için bir ibret yaptık. [15,29; 32,9; 66,12; 16,66]
92 – İşte sizin bu dininiz bir tek dindir. Rabbiniz de Ben’im. Öyle ise yalnız Bana ibadet edin! [23,51-52; 5,48]
93 – Ama insanlar aralarındaki bu birliği param parça ettiler.
Fakat sonunda yine Bize dönecekler.
Birliği bozup paramparça olmalarından Cenab-ı Allah razı olmadığından onlara hitab etmekten vazgeçip üslûbu değiştiriyor.
94 – Bu durumda artık kim mümin olarak makbul ve güzel işler yaparsa onun gayretleri inkâr edilmez, yaptıkları makbul olur.
Biz bütün gayretlerini onun hesabına yazıp geçirmekteyiz. [18,30]
95 – İmha ettiğimiz bir memleket halkının, mahşerde huzurumuza gelmemesi mümkün değildir.
Yok edilmeye müstehak olan bir ülke halkının yaşaması, veya dünyaya dönmesi veya yok olma noktasına geldikten sonra pişmanlık duyarak tövbe edip dönüş yapması mümkün değildir, mânaları da verilmiştir.
Allah’ın bir topluma, geçici bazı sapıklıklarından dolayı değil, kötülüklerde ısrar ve inad etmesi sebebiyle gazab ettiğini ifade eder.
96-97 – Nihayet Ye’cüc ve Me’cüc’ün sedleri açılıp her tepeden dünyaya akın etmeye başladıkları,
doğru vâdin vaktinin yaklaştığı sıra,
işte o zaman, kâfirlerin gözleri birden donakalır.
“Eyvah, bizlere! Biz bundan tam bir gaflet içinde idik,
daha doğrusu kendimize zulmettik!” diyecekler.
98 – “Hem siz, hem de Allah’tan başka taptığınız tanrılar,
hepiniz cehennem odunusunuz,
siz hep beraber cehenneme gireceksiniz!”
99 – Eğer onlar gerçekten tanrı olsalardı oraya girmezlerdi.
Ama hepsi orada ebedî olarak kalacaklardır. [66,6]
100 – Onlar orada inim inim inleyecekler, kendilerini sevindirecek hiçbir haber de işitmeyeceklerdir.
101 – Ama kendileri hakkında Bizden ebedî mutluluk takdir edilmiş olanlar,
cehennemden uzak tutulacaklardır. [11,106]
102 – Onlar cehennemin hışırtısını bile işitmeyecek,
canlarının çektiği nimetler içinde ebedî kalacaklardır. [10,26; 55,60]
103 – O en büyük dehşet (Sûra ikinci üfleyiş) dahi onları tasalandırmaz.
Melekler onları: “İşte size vâd olunan gün bugündür!” diye karşılarlar.
104 – Gün gelecek, gök sahifesini, tıpkı kâtibin yazdığı kâğıdı dürüp rulo yapması gibi düreceğiz.
Biz ilkin yaratmaya nasıl başladıysak diriltmeyi de Biz gerçekleştiririz.
Bu, üzerimize aldığımız bir vaaddir. Bunu gerçekleştirecek olan da Biz’iz. [39,67]
Kur’ân’ın nâzil olduğu ortamda yazı rulo yapılan bir kağıda yazılıyordu. Şimdiki tarzda kitap (mushaf) burada söz konusu değildir. Açılan rulo yazılıp işi bittikten sonra kâtip tarafından anında rulo haline getirilirdi.
105 – Şu kesindir ki Biz Zikir’den (Tevrat’tan) sonra Zeburda da: “Dünyaya salih kullarım varis olacaklar. Dünya onlara kalacak” diye yazmışızdır. [4,163; 17,55; 39,67] {KM, Mezmurlar 37,29; Matta 5,4}
Cenab-ı Allah, sûre boyunca naklettiği peygamber kıssalarında hükmeden ilahî bir kanuna dikkat çekerek, sûreyi hitama erdiriyor. Demek genel insanlık içinde Kitap ehli, Kitaba bağlı olmayanlara galip gelmiştir. Sonra yine Kitaba tâbi olan İsrailoğulları, daha sonra Hz. Îsa’ya bağlı olanlar, daha sonra da Müslümanlar öncülüğü almışlardır. Liyakatlerini ispatladıkları müddetçe Müslümanlar yine üstün geleceklerdir. Zebur’da olduğu gibi (Mezmurlar, 37, 29) Allah Kur’ân’da da bildiriyor ki dünyanın vârisliği, tevhide bağlı, şirkten ve tefrikadan uzak olup en güzel ve sağlam işler işleyen kullara aittir (Elmalılı M. Hamdi Yazır).
106 – Bu Kur’ân’da da elbette Allah’a ibadet eden kimseler için bir mesaj vardır. [7,128; 40, 51; 24,55]
107 – İşte bunun içindir ki ey Resulüm, Biz seni bütün insanlar için sırf bir rahmet vesilesi olman için gönderdik!
Âlemler yerine insanlar demekten maksadımız, birçok müfessir gibi, mânayı insanlar üzerinde yoğunlaştırmaktır. Zira Türkçede kullanışımızda âlem denince insan o geniş mekanda, geri plana itilmektedir.
Cenab-ı Allah bütün âlemlere, özellikle akıl sahibi varlıklara merhametinden dolayı Hz. Peygamber (a.s.)’ı göndermiştir. O öyle kapsamlı bir rahmettir ki bütün akıl sahiplerine iyilik ve kurtuluş yolunu göstermekte, gerek dünyada gerek âhirette mutluluk vesilelerini öğretmektedir. Öyle ki onun getirdiği birçok prensibi, dinine inanmayanlar bile benimseyip uygulamakta, dünyevî yönden yararlanmaktadırlar.
108 – De ki: “Bana yalnız ve yalnız şu gerçek vahyolunuyor “Sizin ilahınız tek İlahtır. Hâlâ mı O’na teslim olmayacaksınız?” [14,28-29; 41,44; 2,185]
109 – Yine de yüz çevirirlerse de ki: “İşte sizin hepinizi de tam eşit şekilde hakka çağırdım. Artık tehdit olunduğunuz o kıyamet gününün yakın mı uzak mı olduğunu bilemem.”
110 – Şüphesiz ki Allah sözün açık olanını da, gizli olanını da bilir. Hem sizin gizlediğiniz, şeyleri de bilir.
111 – “Ne bileyim, belki de bu mühlet sizin için bir imtihandır ve hayattan biraz daha yararlandırma için yapılan bir ertelemedir.”
112 – Resulullah sonunda şöyle dedi: “Ya Rabbî, adaletle hükmünü ver! Rabbimiz rahmandır, sizin bunca isnad ve iftiralarınıza karşı yegâne müsteandır.”
Kâfirler İslâm’ın köpük gibi sönüp gitmesini gözlüyorlardı. Onların bu beklentilerine, bu isnatlarına karşı Resulullah Efendimiz Cenab-ı Allah’ın yardımını ümitle bekliyordu.
Muhtemel ikinci mânaya göre kâfirler Kur’ân hakkında iftiralarda bulunarak “şiir, büyü, efsane” diyorlardı. Hz. Peygamber onların bu iftiralarına karşı Kur’ân’ı galip kılması için Allah’a yöneliyordu. İslâm aleyhinde, benzeri propagandalara mâruz kalan müminlerin yapacakları niyaz bu olmalıdır. Müsteân: “Kendisinden yardım istenilen” demektir.
 
taha suresi meali

135 âyet olup Mekkede inmiştir. Hz. Peygamber (a.s.)’ı teselli ile başlar, risaletinin kesinlikle muvaffak olacağını müjdeler. Hz. Mûsâ kıssası tafsilatlı olarak bildirilerek, tavsiye edilen sabır ve zaferin en müşahhas örneklerinden biri verilmiş olur. Daha sonra Hz. Peygamberin uğradığı muhalefet ve bu karşı koymanın âkıbeti ele alınır. Sûrenin Meryem sûresi ile aynı sıralarda nâzil olduğu ve bunun da nübüvvetin takriben 6. yılı olduğu düşünülebilir. Hz. Peygamberi açıkça tesellisinin hemen peşinden, birden bire Hz. Mûsâ’ya geçişte şu gizli ve güzel münasebet vardır: Hicaz arapları Hz. Mûsâ isimli bir peygamberin varlığını duymuşlardı. İşte Allah, Hz. Mûsâ’yı nasıl hiç beklemediği bir şekilde peygamber yapmışsa ve bu garip zat nasıl Firavun’un saltanatını sarsmışsa, bu Peygamber de benzer tebliğlerde bulunup başarılı olacaktır.
Sûre daha sonra Hz. Âdem’in şahsında insanoğlunu bekleyen şeytan tehlikesine karşı uyarmakta, bilahare mahşer manzaralarını göstererek bütün insanlığı irşad etmektedir.
Bu kutlu sûrenin, İslâm tebliğ tarihinde, Hz. Ömer (r.a.)’ın İslâma girişine vesile olması ile önemli bir hatırası vardır. Hz. Peygamberi öldürmek üzere yola çıkan Ömer, kızkardeşi Fatıma ile eniştesi Said (r.a.)’ın Müslüman olduğunu yolda öğrenince önce onların işini bitirmek üzere evlerine geldiğinde onlar Tâ hâ sûresini okumakta idiler. Sakladılar. Zorlayınca Kur’ân sayfalarını çıkardılar. İkisine de hücum etti. Yüzünden kanlar akan Fatıma “Müslüman olduk. Öldürsen de dönmeyiz.” dedi. Bu ihlâslı çığlık ve kesin karar üzerine Ömer Tâ hâ sûresini dikkatle okuyup düşündü, düşündü. Evden Müslüman olarak ayrılıp Hz. Peygamberin huzuruna giderek ona biat etti.


Bismillahirrahmanirrahim.
1-2 – Tâ Hâ. Kur’ân’ı sana, meşakkat çekip, bedbaht olasın diye indirmedik.
Tâ hâ: kesin mânasını yalnız Allah’ın bildiği huruf-i mukattaa’dan olmakla beraber, bu hususta yapılan başlıca tefsirler: 1. Hz. Peygamberin isimlerindendir. 2. Yüce Allah’ın isimlerindendir. 3. Yemindir. 4. “Ey insan!” demektir.
3-4 – Yüce gökleri ve yeri yaratan tarafından onu, Yaratana saygı duyanı uyaran, irşad eden buyruklar halinde tedricen indirdik.
5 – O, Rahman’dır (Sonsuz merhamet ve şefkat sahibidir), rububiyet arşına kurulmuştur.
6 – Göklerde ne var, yerde ne varsa O’nundur.
Bu, ikisi arasında olan, yerin altında olan da O’nun’dur.
7 – İster yavaş konuş, ister açıktan, O’na göre birdir. Zira O gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir. [25,6]
8 – O’dur Allah, O’ndan başka yoktur ilah.
En güzel isimler ve vasıflar O’nundur.
9 – Sahi, olmadı mı senin haberin, Mûsâ’nın durumundan?
10 – Hani o çölde, gece yol alırken, bir ateş gördü uzaktan.
“Durun!” dedi, ailesine: “Bir ateş ilişti gözüme.
Oraya doğru gideyim, Belki oradan bir kor alıp size getiririm. Belki orada yolu bilen birini bulurum.” {KM, Çıkış 3. bölüm}
11 – Ateşin yanına varınca birden: “Mûsâ!” diye nida edildi.
Hz. Mûsâ Medyen’den Mısır’a ailesi ile dönüyordu.
Tûr dağının da içinde bulunduğu Tuvâ vadisine geldiğinde, karanlık ve soğuk bir kış gecesinde bir oğlu dünyaya geldi. Yolu kaybetmiş, davarları dağılmıştı. En muhtaç olduğu şey ateş idi. Allah lütfundan ötürü ateşte tecelli etti ki o da buraya yönelsin (Krş. Tevrat, Çıkış, 3).
12 – “Haberin olsun: Senin Rabbin Benim!” denildi. “Çıkar pabuçlarını hemen! Çünkü kutsal vâdidesin sen! (Evet evet) Tuvâ’dasın sen!” [79,16] {KM, Çıkış 3,5}
Krş. Tevrat, Çıkış, 3 ve 4. bölümler. Bu konu Tevrat ve onun açıklaması durumunda olan Talmud’dan okununca, Kur’ân’ın ihtiva ettiği farklılıklar görülür ve Kur’ân’ın kopya ettiğini iddia eden oryantalistlerin utanması gerekir.
13 – Peygamberliğe seçtim seni,
Öyleyse iyi dinle sana vahyedileni! [7,144]
14 – Muhakkak ki Ben’im gerçek İlah.
Benden başka yoktur ilah.
O halde sen de yalnız Bana ibadet et!
Beni anmak için namaz eda et!
15 – Elbet gelecek kıyamet saati. Nerdeyse açıklayasım geliyor onun vaktini.
Ta ki her kişi bulsun orada bütün yapıp ettiğini, işlerinin karşılığını.
[99,7-8; 52,16; 27,65; 7,187; 31,34]
16 – Buna inanmayanlar, nefsinin arzu ve ihtiraslarının peşine düşenler, sakın seni ona inanmaktan vazgeçirmesin, sonra sen de helâk olursun!
17 – Mûsâ, şu sağ elinde tuttuğun şey de ne? {KM, Çıkış 4,2}
18 – “O asamdır,” dedi, “üzerine dayanırım, onunla davarlarıma yaprak çırparım, ayrıca onunla daha birçok ihtiyacımı gideririm.”
19 – “Bırak onu Mûsâ!” buyurdu.
20 – Hemen bıraktı. Bir de ne görsün: Hızla kıvrılıp sürünen, kocaman bir yılan oldu!
21 – “Tut onu! Korkma, Biz onu eski haline çevireceğiz!” buyurdu.
22 – Bir de elini koynuna sok! Bir başka mûcize olarak çıkar onu hiç pürüzsüz, parlak mı parlak! [28,32] {KM, Çıkış 4,6}
23 – Böylece sana en büyük mûcizelerimizden birini göstermek istiyoruz.
24 – Firavun’a git! Çünkü o, iyice azdı. [26,10-15] {KM, Çıkış 4,10-16; 6,30}
25-27 – “Ya Rabbî,” dedi, genişlet göğsümü, kolaylaştır işimi, çözüver şu dilimin bağını.
28 – Ta ki anlasınlar sözümü!
29-30 – Bana da ailemden birini,
yardımcı kıl, Harun kardeşimi!
31 – Onunla beni takviye et!
32 – Onu bu işime ortak et!
İslâm’a göre Hz. Harun, Hükümdarın yanında bir din yetkilisinden ibaret olmayıp risalet işinde ortaktır. İslâm hukukçuları buradan müşterek hakimiyetin meşruluğu hükmünü çıkarırlar.
33 – Ta ki Seni daha çok tesbih ve tenzih edelim.
34 – Ve Seni daha çok analım.
35 – Aslında Sen bizim bütün hallerimizi hakkıyla görmektesin.”
36-37 – “Mûsâ!” dedi, “istediklerin sana verildi. Zaten başka bir sefer de sana lütufta bulunmuştuk.” [28,7-13] {KM, Çıkış 2,1-10}
38 – O vakit annene ilham edip dedik ki:
39 – “Onu bir sandığa yerleştirip denize bırak! Deniz onu sahile atsın. Bana da ona da düşman olan biri onu alsın!” Ve “Ey Mûsâ! nezaretim altında yetiştirilmen için sana karşı insanların gönüllerinde tarafımdan bir sevgi bıraktım!” [28,7-9]
Eski Ahid Çıkış kitabında yer alan kıssaya göre Nil nehrinden onu alan Firavun’un kızı, İslâmi geleneğe göre ise hanımıdır.
Hz. Mûsâ’nın annesi, oğlunun da diğer yeni doğan İsrail çocukları gibi öldürüleceği korkusuyla, onu Nil nehrine bıraktı. Eşi Asiye, kocası ile sarayının bahçesinde gezinirken fark edip ırmaktan sandığı çıkarttı. Kalbi çocuğa sevgi ile doldu. Mûsâ’nın ablası onu izlerken, çocuk için süt annesi aradıklarını öğrenince, gelecek âyetteki teklifi yaptı.
40 – Kız kardeşin, denizden seni alanların yanına varıp: “Ona iyi bakacak birini size buluvereyim mi?” diyordu. Böylece seni annene kavuşturduk ki gözü aydın olsun, üzülmesin.
Derken sen büyüdün, bir adam öldürdün de Biz seni o sıkıntıdan kurtardık.
Seni, ey Musâ, türlü türlü imtihanlarla sınayıp yetiştirdik.
Bu yüzden de yıllarca Medyen halkı içinde kaldın. Sonra da takdirimizle, buraya geldin! [28,12]
Hz. Mûsâ, kasıtlı olmaksızın kazaen bir kıbtinin ölümüne sebeb olmuştu. [28,15-16]
41 – “Seni Ben seçip Peygamberliğime hazırladım.” [7,144]
42 – “Haydi kardeşinle birlikte âyetlerimle gidiniz, sakın Beni anmakta gevşeklik göstermeyiniz!”
43 – Gidin. Firavun’a, zira o iyice azdı.
44 – Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitab edin. Olur ki aklını başına alır, yahut hiç değilse biraz çekinir.” [16,125]
45 – “Ya Rabbenâ” dediler, “doğrusu, korkarız ki o bize son derece kötü davranır, hatta ileri gidip daha da azar.”
46 – “Korkmayın!” buyurdu, “Ben sizinle beraberim, her şeyi işitir ve görürüm.”
47 – “Haydi varın da şöyle deyin ona:
Rabbin tarafından gönderilen elçileriz biz sana!
İsrailoğullarını bizimle gönder ve işkence etme onlara!
Rabbinden bir belge ile geldik biz sana.
Kurtuluş hastır, bu doğru yolu tutanlara!”
Son cümleden maksat, “selâm olsun” anlamında bir dilek değil, haber kipi olarak bir hüküm bildirmektir.
48 – “İnan ki bize: “Dini yalan sayıp ondan yüz çeviren, mutlaka azaba uğrayacaktır!” diye vahyedildi.” [79,37-39; 92,14-16; 75,31-32]
49 – “Firavun: “Sizin Rabbiniz de kimmiş ey Mûsâ!” dedi.
50 – “Rabbimiz,” dedi, “her şeyi yaratan,
sonra da onu yaratılış gayesine uygun yola koyan,
Yüce Yaradandır (buna iyice inan)”
Allah her şeyi yaratıp şekil ve özelliklerini, varlığını sürdürme yollarını gösterendir. 1. Mesela insanlara yapacakları işlere en uygun olacak el ve ayak vermiştir. 2. İnsana, hayvanlara, bitkilere, madenlere, havaya, suya vs. işlevleri için en uygun durumları vermiştir. 3. Her şeye, işlevini, gereği gibi yerine getirmesine elverişli imkânlar vermiştir, o yola koymuştur. Kulağa işitmeyi, göze görmeyi, balığa yüzmeyi, kuşlara uçmayı, toprağa bitki çıkarmayı, ağaca çiçek açıp meyve vermeyi öğreten O’dur. Hz. Mûsa, Allah’ı tanıtmak için, işte öyle kısa, fakat yoğun bir cümle söyledi ki yığınlarla kitap yazılsa yine onun mânasını ihata edemez.
51 – Firavun dedi ki: “Peki o zaman, önceki nesillerin durum ve âkıbeti ne olur?”
52 – “Onların durumu, Rabbimin yanındaki bir kitaptadır. O, ne şaşırır, ne de unutur.” dedi.
53 – O’dur ki yeri size beşik yaptı.
Orada sizin için yollar ve geçitler açtı.
Gökten de size yağmur indirdi.
İşte o su ile türlü türlü bitkilerden çiftler çıkardık. [21,31; 13,3]
Ezvac (çiftler) denilmesi bitkilerdeki erkek ve dişi unsurların çiftleşmesine işarettir.
54 – Hem siz yiyin, hem davarlarınızı otlatın!
Elbette bunda aklı olanlar için âyetler, Allah’ın kudretine deliller vardır.
55 – Sizi, ey insanlar, Biz yerden yarattık.
Yine oraya göndereceğiz ve oradan tekrar Biz çıkaracağız. [7,25]
Hz. Ali (r.a) bir hutbesinde. “Ey insanlar, siz ebediyet için yaratıldınız. Babalarınızın sulblerinden rahimlere, oradan dünyaya geçiyorsunuz. Dünyadan berzaha (kabre), oradan da ya cennete, ya da cehenneme gideceksiniz.” deyip bu âyet-i kerimeyi okumuştu.
56 – Biz Firavun’a bütün âyetlerimizi, delillerimizi gösterdik, fakat o bunları yalan saydı ve gerçeği kabul etmemekte direndi. [54,42]
57-58 – “Sen,” dedi, “sihirdeki maharetinle bizi yerimizden yurdumuzdan çıkarmak için mi geldin ey Mûsâ!”
“O halde bilmiş ol ki biz de seninki gibi bir sihirle karşı koyacağız.”
“Şimdi sen, bizim de senin de caymayacağımız uygun bir buluşma vakti tayin et, düz, geniş bir alanda karşılaşalım!”
59 – Mûsâ: “Karşılaşma zamanı, bayram günü olsun, halk sabahleyin toplansın.” dedi.
Unutmamak gerekir ki saray hanedanı ve Mısır’ın ileri gelen yöneticileri ile halkın dini, birbirinden çok farklı idi. Ayrı tanrıları, ayrı mabedleri ve âhiret hakkında ayrı düşünceleri vardı. İsrailoğulları ile tevhide inanan başka insanlar, takriben nüfusun %10’unu oluşturuyordu. Bu şartlar altında Firavun, Mûsâ (a.s.)’ın sebeb olabileceği dinî inkılabdan çok endişe ediyor ve halk nezdinde onu gözden düşürmeye büyük önem veriyordu. Ama hilesi, tamamen tersine dönüp kendisinin başına geçti.
60 – Firavun işlerini ayarlamaya girişti, bütün çare ve hilelerini, en usta sihirbazlarını toplayıp buluşma yerine geldi. [7,112; 10,79]
61 – Mûsâ onlara: “Yazık size!” dedi, “Allah hakkında yalan uydurmayın,
yoksa O size öyle bir azap gönderir ki kökünüzü keser.”
“İftira eden, muhakkak perişan olur.”
62 – Bunun üzerine onlar aralarında tartışmaya ve fısıldaşmaya, kulislere başladılar.
63 – Sonunda: “Her hâlde, dediler, bunlar, sizi sihirleriyle yurdunuzdan çıkarmak isteyen ve en ideal yaşam düzeninizi ortadan kaldırmak isteyen iki büyücü!”
64 – O halde bütün hünerlerinizi toplayıp sıra sıra, merasim düzeninde meydana çıkın.
Bugün ölüm kalım günüdür. Kim bugün üstün gelirse, iflah olacak odur!
65 – Onlar: “Mûsâ! İstersen hünerini önce sen ortaya koy, istersen biz ortaya koyalım!” dediler.
66 – “Hayır, siz ortaya koyun!” dedi. Bir de ne görsün:
onların sihirleri sayesinde, ipleri ve sopaları, kendisine gerçekten hareket ediyormuş gibi geldi.
67 – Mûsâ birden, içinde bir endişe duydu.
Büyücüler iplerini ve değneklerini atıp, Hz. Mûsâ’ya yüzlerce yılanın kendisine doğru geldiği hissini verince, o elinde olmaksızın bir an için korkmuş olabilir. Bu, peygamberlere bile büyünün bir dereceye kadar etki edebileceğini gösterir. Bu kabîl şeyler, peygamberlerin ismetine aykırı değildir. İsmete (yani günahlardan korunmuş olma sıfatına) aykırı olan, vahye tesir etmesidir ki böyle bir şey yoktur.
68 – “Endişe etme!” dedik, “zirâ sen galip geleceksin.”
69 – Elindeki değneği ortaya at, onların yaptıklarını yutacaktır.
Çünkü onların yaptığı, sihirbaz oyunudur.
Büyücü ise, nereye varırsa varsın, hiçbir yerde iflah olmaz.
Bu emir üzerine Hz. Mûsâ (a.s.) asasını bırakınca o, sihirbazların bütün aletlerini yuttu. Böylece büyücüler bunun bir sihir değil, ilahî bir mûcize olduğunu anladılar.
70 – Derken bütün büyücüler secdeye kapandılar.
“Harun ile Mûsâ’nın Rabbine iman ettik!” dediler.
71 – “Ya!” dedi Firavun, “benden izin çıkmadan ona inandınız ha!
Demek ki size sihri öğreten ustanız oymuş!
Ellerinizi ve ayaklarınızı farklı yönlerden keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım!
Kimin azabının daha şiddetli, daha devamlı olduğunu işte o zaman anlayacaksınız!” [7,123]
72 – “Mümkün değil” dediler, “bize gelen bunca delillere ve bizi Yaratana karşı seni tercih edemeyiz.
İstediğin hükmü ver. Senin hükmün nihayet, bu dünyada geçer.”
73 – “Biz Rabbimize iman ettik. Onun günahlarımızı, (özellikle bizi yapmaya zorladığın sihir günahın)ı affedeceğini umuyoruz.
Allah elbette daha hayırlı ve O’nun mükâfatı daha devamlıdır.”
74 – Doğrusu kim Rabbine kıyamette suçlu olarak gelirse onun yeri cehennemdir.
Orada ne ölür kurtulur, ne de yaşamı hayat sayılır. [35,36; 87,11-13; 43,77]
75 – Her kim de makbul ve güzel işler yapmış mümin olarak gelirse, onlara da pek yüksek mevkiler vardır.
76 – Zemininden ırmaklar akan Adn cennetleri var.
Onlar oraya ebedî kalmak üzere girecekler.
İşte kötülüklerden arınanların mükâfatı budur.
77 – Biz Mûsâ’ya şöyle vahyettik: Kullarımla geceleyin Mısır’dan yola çık.
Asanı vurarak denizde onlara kuru bir yol aç!
Firavun’un size ulaşmasından ve boğulmanızdan endişe edip korkmayın! [26,52; 44,23]
78 – Firavun da askerleriyle onun peşine düştü. Deniz onları öyle bir sardı ki birden yutuverdi. [26,60-66]
79 – Böylece Firavun halkını kurtuluşa değil, yanlış yola, çıkmaza ***ürdü. [11,98]
80 – Ey İsrail evlatları! Sizi düşmanlarınızdan kurtardık. Tûr’un sağ tarafında Mûsâ ile konuşmayı size vâd ettik. Size çölde kudret helvasıyla bıldırcın lütfettik. [2,51]
Onları orada bırakıp, Allah Teâlâ İsrailoğullarına, bu büyük lütfunu hatırlatıyor. Zira kesin olan toptan yok edilmekten, Allah kendilerini kurtarmıştı.
Dünya hayatlarını kurtarmadan sonra, daha da önemli olan ebedî hayatlarını kurtarma vesilesi olan Tevrat nimeti hatırlatılıyor. Tevrat’ın verilmesi için yapılan vaad Hz. Mûsâ’ya yapıldığı halde, bütün o insanlara yapılmış olarak ifade buyuruluyor. Zira dünya ve âhiret mutluluklarına vesile olan bir kitaptan istifade edenler onlar olacaklardı.
81 – O halde size verdiğimiz rızıkların en hoş ve temiz olanlarından yiyin, ama bu hususta taşkınlık yapmayın, yoksa gazabım tepenize iniverir.
Kimi de gazabım çarparsa artık o uçuruma düşmüştür.
82 – Şu da muhakkak ki inkârdan dönüş yapan, iman eden, güzel ve makbul işler yapan, böylece doğru yola giren kimseyi de affederim.
83 – Hem seni halkından çabucak ayrılıp gelmeye sevkeden sebep ne ey Mûsâ?
Hz. Mûsâ, ümmetinden 70 kişi seçerek Tevrat’ı almak üzere onlarla Tûr’a gidiyordu. Kendisi, Rabbine olan şevkinden ötürü ilerleyip o yetmiş nakibi geride bırakmıştı.
84 – “Onlar,” dedi, “beni izliyorlar. Benden daha çok razı olman için sana kavuşmakta acele davrandım ya Rabbî!”
85 – Allah buyurdu: “Sen öyle biliyorsun amma onlar senin izinde değiller,
Zira Biz senin ayrılmandan sonra halkını sınadık ve Samirî onları yoldan çıkardı.” [17,138] {KM, Çıkış 32,4.24; Hoşea 8,5-6; I Krallar 1,28}
Tevrat’a göre (Çıkış, 32,4 ve 24) bu altın buzağı heykelini yapan bizzat Harun (a.s.)’dır. Halbuki Kur’ân-ı Kerim gerçeği ifade eder. Bunu yapanın, Samirî olduğunu bildirip, Hz. Harun’un bundan berî olduğunu ilan eder.
86 – Mûsâ derhal son derece kızgın ve üzgün olarak halkına döndü: “Ey milletim! dedi, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı?
Verilen sözün üzerinden çok uzun süre mi geçti, yoksa Rabbinizin gazabının tepenize inmesini mi istiyorsunuz ki bana olan vâdinizden caydınız?”
87 – “Biz,” dediler, “kendi güç ve irademizle sana olan vâdimizden dönmedik. Fakat biz o halkın, Mısırlıların zinet eşyalarından birtakım ağırlıklar yüklenmiştik.
Onları ateşe attık. Samirî de kendi mücevheratını atıverdi.
İsrailoğulları Mısır’dan çıkmadan önce Mısırlılardan bir miktar altın ve zinet eşyaları ödünç almışlardı. Hz. Mûsâ’nın dönüşü gecikince Samirî: “Onun engellenmesinin sebebi, sizdeki bu emanetlerdir.” dedi. Bunun üzerine, altınları getirip onun önünde topladılar. Samirî de eritip buzağı şekline koydu. Sonra Cebrail (a.s.)’ın bineğinin izinden avuçladığı bir avuç bereketli toprağı sürünce, buzağı ses çıkardı. Razî’ye göre bunun sebebi ona hayat girmesi değil, heykele konulmuş olan bazı deliklere hava girmesi sonucunda buzağı heykeli ses çıkarmıştır.
88 – Derken o, ahali için böğürme marifeti olan bir buzağı heykeli döküp çıkardı. Samirî ve arkadaşları: “İşte bu, sizin de, Mûsâ’nın da tanrısıdır, ama Mûsâ bunu unuttu!” dediler.
Son cümlede, Hz. Mûsâ’nın unuttuğunu iddia ettikleri söz ile, şu iki şey kasdedilmiş olabilir: Samirî ve taraftarları: “Bu buzağı tanrıdır, fakat Mûsâ bunu unutup gitti.” yahut “Mûsâ, onun tanrı olduğunu unuttu” demek istemişlerdi.
Burada bu halkın maddeciliğine de ayrıca işaret edilmiş olabilir: Som altın buzağı heykeli karşısında akılları başlarından gitti. “Bu dururken insan başka şeyin ardına düşer mi?” demek istediler, vallahu a’lem.
89 – Onlar görmüyorlar mıydı ki o heykel, kendilerine mukabele edecek bir çift laf söyleyemiyordu.
Kendilerine gelen bir zararı önleyemediği gibi, onlara fayda da sağlamıyordu.
90 – Doğrusu, Harun onlara, bundan önce: “Ey milletim!” dedi, “siz bu heykel ile imtihana tâbi tutuldunuz.
Şu kesindir ki sizin Rabbiniz Rahman’dır (çok şefkatli ve merhametlidir).
O halde beni izleyin ve emrime itaat edin!”
91 – Onlar ise: “Mûsâ yanımıza dönünceye kadar ona tapmaya devam edeceğiz!” diye karşılık vermişlerdi.
92-93 – Mûsâ döndüğünde bu durumu bilmediğinden: “Harun!” dedi, “onların saptığını gördüğünde benim izimce gelmene ne mani oldu, yoksa emrime karşı mı geldin?” deyip onu sakalından tutarak çekmeye başladı. [7,142]
94 – “Ey anamın oğlu!” dedi Harun, “lütfen sakalımdan, saçımdan beni çekiştirip durma. Ben, senin “İsrailoğullarının içine ayrılık soktun, sözümü dinlemedin!” diyeceğinden endişe ettim.”
95 – Bu sefer Samirî’ye dönerek: “Samirî! peki senin derdin nedir?” dedi.
96 – “Ben,” dedi, onların görmedikleri bir şeyi gördüm.
O resul’ün izinden bir avuç toprak alıp onu potanın içine attım. İşte böylece nefsim böyle yapmayı bana hoş gösterdi.”
Samirî bu sözü ile şunu demek istemişti: “Ben onların göremediklerini, yani Hayat bineği üzerinde sana gelen Cebrail (a.s.)’ı, gördüm. Kalbime bu duygu geldi, onun izlerinden bir avuç toprak aldım, onun bereketinden yararlanmak istedim.”
97 – “Defol!” dedi Mûsâ, artık ömür boyunca sen: “Bana dokunmayın, benden uzak durun!” diyeceksin, yalnız yaşamaya mahkûm olacaksın.
Ayrıca senin asla kurtulamayacağın bir ceza günü var.
Şimdi tapınıp durduğun tanrına bak! Biz onu yakacağız, sonra da ufalayıp denize savuracağız.” {KM, Tesniye 9,21}
Samirî’nin bundan sonra ağır bir bulaşıcı hastalığa yakalanması sebebiyle yalnızlığa terk edilmiş olması mümkündür. Bir kısım oryantalistler Samiri’yi, Hz. Mûsâ’dan birkaç asır sonra kurulan Sameriyye şehrinden sanıp, Kur’ân’ın tarihî bir noksanlık yaptığını, iddia ederler. Onlara kalsa (hâşa) Hz. Peygamber (a.s.), Yahudi kaynağından aldığı bilgiyi böyle anlatmış olmaktadır.
Oysa Samirî özel isim olmayıp, Samirî ırk ve bölgesine mensubiyet bildirir. Mezepotamya’nın en meşhur halklarından olan Sümerler vardı. Mısırlıların, bu konumda olan şahıslara Samirî veya Samerî demiş olmaları rahatlıkla düşünülebilir (Mevdudî, Tefhim). Mevcut Tevrat nüshalarında bu konu “Çıkış” kitabı boyunca anlatılır. Bu arada, peygamberlik hakkında iftiralara da rastlanır (Mesela; güya Harun (a.s.) buzağı heykelini yapıp İsrailoğullarını ona tapmaya çağırmıştır (Çıkış, 32,1-6). Bunların tahrifat kabilinden olduğunu söylemeye gerek yoktur.
98 – Sizin İlahınız yalnız Allah’tır. Ondan başka ilah yoktur. O her şeyi ilmi ile ihata etmiştir.
99 – İşte böylece sana geçmiş mühim olaylardan bir kısmını anlatıyoruz.
Tarafımızdan sana da bir zikir verdik. [41,41; 15,9; 21,50]
Zikr: Tevhid ve tebliğ tarihindeki birçok ibretli hadiseyi, peygamberlerin örnek davranışlarını, halklarını eğiten irşadlarını, birçok mûcizeyi hatırlatarak Hz. Peygambere de bu özelliklerin verildiğine delâlet eden Kur’ân-ı Kerimdir. Kur’ân’ın, bunların yanında insanı eğiten, yetiştiren, uyaran, yönlendiren ilahî direktifler (buyruklar) ihtiva ettiğini de ifade eder.
100 – Kim ona sırtını çevirirse, muhakkak ki o, kıyamet günü büyük bir vebal yüklenecektir. [11,17]
101 – O yükün altında daimî olarak kalacaklardır. Kıyamet günü bu yük, onlar için ne ağır bir yük olacak!
102 – Sûra üfleneceği gün, Biz suçlu kâfirleri, gözleri (korku ve heyecandan) gömgök vaziyette haşredip toplayacağız.
Mahşer meydanında gözleri gömgök, yüzleri kapkara, velhasıl pek çirkin vaziyette toplanmaları kasdedilmiştir.
103 – Kendi aralarında sessizce konuşurken:
“Dünyada, olsa olsa on gün kadar bir şey kaldınız.” derler.
104 – Aralarında konuştukları konuyu Biz pek iyi biliriz.
Onların en mûtedil ve en makul olanı, o zaman “Siz bir günden daha fazla kalmadınız.” diyecek. [30,55; 79,46; 35,37; 23,112-114]
105-106 – Bir de sana o gün, dağların durumunu sorarlar. De ki:
“Rabbim onları darmadağın edecek, ufalayıp savuracak, yerlerini dümdüz, boş vaziyette bırakacak.”
107 – “Orada artık ne iniş, ne yokuş göreceksin!”
108 – O gün insanlar, Hakkın dâvetçisine hiç bir tarafa sapmadan uyarlar.
Rahman’ın azametinden dolayı sesler kısılmıştır.
Artık bir fısıltıdan başka bir ses işitemezsin. [19,38; 54,8]
109 – O gün, Rahman’ın şefaat izni verip sözünden razı olduğu kimselerden başkasının şefaati fayda vermez. [2,255; 53,26; 21,28; 78,38]
110 – O, onların geleceklerini de geçmişlerini de bilir. Kulların ilmi ise bunu asla kavrayamaz. [2,255]
Son cümle şu mânaya da gelebilir: “Onlar ise bilgi kapasiteleri ile Allah’ı kavrayamazlar.”
111 – Bütün yüzler, hayatın ve hakimiyetin tam mânasıyla sahibi olan Hayy-u Kayyum’a baş eğmiştir.
Zulüm yüklenerek gelen, gerçekten perişan olmuştur. [31,13]
112 – Mümin olarak güzel ve makbul işler işleyen ise, ne zulümden, ne de haklarının çiğnenmesinden korkar.
113 – İşte böylece bu kitabı Arapça bir Kur’ân olarak indirdik ve onda uyarı ve tehditlerimizi farklı üsluplarla anlattık.
Ta ki insanlar Allah’a karşı gelmekten korunsunlar ve ta ki o, kendilerine bir ibret ve uyanış versin.
İbret verecek şey, Kur’ân veya yapılan tehditler olabilir.
114 – Demek ki gerçek Hükümdar olan Allah çok Yücedir.
Sana vahyedilmesi henüz tamamlanmadan unutma endişesi ile Kur’ân’ı okumada acele etme ve: “Ya Rabbî! Benim ilmimi artır.” de! [23,116; 75,16-19; 114,2] {KM, Çıkış 15,18; İşaya 24,23}
Vahyin başlangıcında Peygamber Efendimiz, vahyedilen âyetleri unutmamak için gayri ihtiyarî içinden dilini kıpırdatarak tekrarlıyordu. Bu, müteakip âyetleri de bellemesine engel olabilirdi. Allah Teâlâ Kıyame, 16-18 âyetleriyle unutturmama garantisi verince, Hz. Peygamber rahatladı.
Allah, Resul-i Ekremine ilmini artırmasından başka bir şey artırmayı istemesini emretmemiştir. İbn Mes’ud (r.a) bu âyeti okuduğunda: “Ya Rabbî, benim ilmimi, imanımı ve yakinimi (kesin inancımı) artır.” diye dua ederdi.
115 – Doğrusu Biz daha önce Âdem’e de vahiy ve emir vermiştik, ne var ki o ahdi unuttu, onda bir kararlılık bulamadık.
Bir zelle sebebiyle Hz. Âdem’in cennetten çıkarılmasının, hikmeti tek kelime ile “ilahî görevlendirme”dir. Beşeriyetin bütün fikri ve manevî terakkileri ve her türlü kabiliyetlerinin gelişmesi ve insanlığın mahiyetinin Allah’ın isimlerine mükemmel bir ayna olması, o görevin sonuçlarındandır. Şayet cennette kalsaydı, melekler gibi makamı sabit kalırdı. Çok sayıda melâike zaten vardı. Allah’ın hikmeti, dünyanın mâmur edilmesini ve nihayetsiz makamlara çıkabilecek insanın istidatlarını geliştirmeye elverişli bir imtihan diyarı gerektiriyordu.
116 – Düşünün ki Biz, bir vakit meleklere: “Âdem’e secde edin!” dedik. Hepsi secde ettiler, yalnız İblis diretti.[2,34; 7,11; 38,72]
117 – Biz de dedik ki: “Âdem! İyi bil ki bu, sana da eşine de tam bir düşmandır.
Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra perişan olur, helâke sürüklenirsin!”
Perişanlık “geçim derdine düşmek” diye tefsir edilir.
118-119 – “Sen cennette asla açlık çekmeyecek, asla çıplak kalmayacaksın.
Orada asla susuzluk çekmeyecek ve güneşin kavurucu sıcağına mâruz kalmayacaksın.
120 – Ama şeytan ona vesvese verip: “Âdem! dedi, “ister misin sana ebediyet (ölümsüzlük) ağacını, zamanın geçmesiyle zeval bulmayan bir devlet ve saltanatı göstereyim?” [2,35] {KM, Tekvin 3,22; Vahiy 22,14}
121 – Derken ikisi de o ağacın meyvesinden yediler. Bunun üzerine edep yerlerinin açık olduğunu fark ettiler. Derhal cennet yapraklarıyla üzerlerini örtmeye başladılar.
Böylece Âdem Rabbine karşı geldi de yanıldı.
Ebu’suud Efendi şöyle der: Hz. Adem’in küçük hatası hakkında Cenab-ı Hakk’ın “isyan ve gavâye” tabirini kullanması, onun evlatlarını benzeri iş yapmaktan güçlü bir surette sakındırmak içindir.
122 – Sonra Rabbi onu seçti, tövbesini kabul etti ve onu hidâyetine mazhar etti.
123 – Onlara hitaben buyurdu ki: Kiminiz kiminize düşman olarak cennetten yere ininiz.
Sonra ne zaman Benden bir rehber gelir de, kim ona tâbi olursa, artık o ne yolu şaşırır, ne de bedbaht olur.
122 ve 123. âyetler bu konu bakımından çok önemlidir (Krş. 2,37-38). Allah Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın tövbelerini kabul ettikten sonra dünyaya gönderiyor. Demek ki dünyaya göndermek cezalandırma değil, bir taltiftir. Allah insanı, böylece dünyaya, halife (yetkili) olarak gönderiyor (2,30), dünyayı mâmur etme yetkisi ile donatıyor. Bu görevlendirme de gerekçesiz değildir. Gök, yer, dağlar gibi diğer yaratıklar bu görevi kabul etmemişler (33,72) sadece insan yüklenmiştir. Hz. Âdem’in ömrü, dünyanın ömrüne göre çok kısa olduğundan, onun evlatları kendisine halef olmuşlardır.
124 – Ama kim Benim zikrimden yüz çevirirse kitabımı dinlemez ve Beni anmaktan gaflet ederse, ona sıkıntılı bir hayat vardır ve Biz onu kıyamet günü kör olarak diriltir, duruşmaya getiririz.
125 – “Ya Rabbî,” der, “ben gözleri gören biri olduğum halde neden beni kör olarak haşrettin?” [17,97]
126 – Buyurur ki: “Bu böyledir. Nasıl âyetlerimiz sana geldiğinde sen onları unuttuysan, bu gün de sen öyle unutulur, bir kenara atılırsın.”
127 – İşte inkârda ve günahta hadlerini aşanları ve Rab’lerinin âyetlerine inanmayanları böyle cezalandırırız.
Âhiret azabı ise elbette daha şiddetli ve daha devamlı olacaktır.
128 – Bugün meskenlerinde dolaştıkları, daha önce yaşamış bunca nesilleri helâk edişimiz, onları yola getirmedi mi?
Elbette bunda akıllı kimseler için alınacak dersler vardır. [22,46; 32,26]
129 – Eğer Rabbin tarafından daha önce verilmiş bir söz ve tayin edilmiş bir vâde olmasaydı, azap onlara çoktan gelmiş olurdu!
130 – O halde onların söylediklerine sabret!
Güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbinin yüceliğini ilan et, O’na hamdet!
Gecenin bazı vakitlerinde, gündüzün bazı taraflarında da O’na ibadet et ki memnun ve mutlu olasın.
Burada beş vakit namaza işaret edilmektedir. Âyette geçen hamd ile tesbihten maksat namazdır. Güneşin doğmasından önce sabah namazı: batmasından önceki, İkindi namazı: gecenin bir kısım saatleri, akşam ile yatsı: gündüzün bazı taraflarındaki namaz ise öğle namazıdır.
131 – Onlardan bazı zümrelere, sırf kendilerini denemek için verdiğimiz dünya hayatının süslerine gözünü dikme!
Rabbinin sana verdiği nimet, hem daha hayırlı ve değerli, hem de daha devamlıdır. [15,88; 93,5]
132 – Ailene ve ümmetine namaz kılmalarını emret, kendin de namaza devam et!
Biz senden rızık istemiyoruz, bilakis senin rızkın Bize aittir.
Güzel âkıbet, takvâdadır, yani Allah’ı sayıp haramlardan korunmaktadır.
Razi’nin belirttiği üzere, Allah, kullarına ihtiyacı olmadığını, namazı, ibadeti kullarının kendi faydaları için emrettiğini böylece belirtmiş olmaktadır.
Tevrat’ın elimizdeki nüshasında sık rastlanan bir tanımlamaya göre, namaz “kıskanç bir Tanrıya ödenen bir vergi veya haraç olarak değil” fakat sadece ifa edenin kendi yararına olan bir fiil olarak anlaşılmalıdır.
“Senden rızık istemiyoruz, kendinin ve ailenin rızkını temin için çalışmanı ve bu yüzden risalet görevini ihmal etmeni istemiyoruz.” demektir.
133 – “O resul, gerçek peygamber olduğuna dair Rabbinden bizim istediğimiz bir mûcize getirse ya!” dediler.
Onlara önceki semavî kitaplarda bulunan deliller gelmedi mi?
Bu âyetten Kur’ân’ın, önceki semavî kitaplarla aynı temel gerçekleri dile getirdiği anlaşılmaktadır. O kitaplarda Hz. Peygamber (a.s.)’ın geleceğine dair haberlere de îma edildiği düşünülebilir (Tesniye 18, 15 ve 18; Yuhanna 14, 16 ve 15, 26 ve 16,7). Böylece Hz. Peygamberin gelmesinin orada bildirilenlerin bir beyyinesi, bir ispatı olduğu belirtilmiş oluyor.
134 – Şayet Biz peygamber gelmeden kendilerini azab ile helâk edecek olsaydık onlar:
“Ey Ulu Rabbimiz, ne olurdu bize bir elçi gönderseydin de, biz böyle rezil ve hakir olmadan önce senin âyetlerine uysaydık!” derlerdi. [10,97; 6,155-157; 10,110]
135 – De ki: “Herkes beklemede!
Siz de gözleyin bakalım! Doğru yolu tutanların, hidâyete erenlerin kim olduğunu yakında anlayacaksınız!” [25,42; 54,26]
 
meryem suresi meali

98 âyet olup Mekke’de inmiştir. Hz. Meryemin bakire olarak Hz. Îsa’yı dünyaya getirmesini tafsilatlı olarak anlatan kıssa ile başlar. Kehf sûresindeki bazı peygamber kıssalarının peşinden Zekeriyya, Yahya, Îsa, İbrâhim, Mûsâ, İsmâil, İdris (aleyhimu’s-selâm) dan bahseder. Sonra nebîlerin yolundan sapanlara dikkat çeker. Şirkin çeşitli şekillerini çürütür.
Meryem sûresi, Hz. Îsa’nın adı etrafında türeyen çeşitli batıl inançları reddeder. Bu sûre Hz. Îsa hakkında gerçek inancı açıkça bildirmekte olup Habeşistan’a hicret eden müminler bunu orada okumaktan çekinmemişlerdir. Okumaları Necaşî ve yakınları üzerinde olumlu bir tesir uyandırmıştır. Hz. İbrâhim’den bahsedilmesi muhacirler için büyük bir teselli vesîlesidir. Zira o da hicret etmiş ve sonunda iyi bir akıbete kavuşmuştur. Son bölümünde müşriklerin aleyhteki çabalarına rağmen müminlerin felaha ereceği müjdelenmektedir.


Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd.
2 – Bu, Senin Rabbinin, kulu Zekeriyya’ya olan lütuf ve ihsanının anlatımıdır. [3,38-41] {KM, Luka 1,5-25}
3 – O Rabbine gizlice seslenip şöyle niyaz etmişti:
4 – “Ya Rabbî, iyice yaşlandım, kemiklerim zayıfladı, eridi, başımdaki saçlarım ağardı, beyaz alevler gibi tutuştu.
Ya Rabbî, Sana her ne için yalvardıysam, asla mahrum kalmadım.”
5-6 – Doğrusu ben arkamdan yerime geçecek akrabamdan ötürü endişeliyim.
Eşim de kısır! Bana lütf-u kereminden öyle bir vâris nasib et ki bana da, Yâkub hanedanına da vâris olsun.
Onu, razı olacağın bir insan eyle ya Rabbî!” [3,38-39]
Zekeriyya (a.s.) Harun (a.s.) neslindendi. İsrailoğulları Filistin’i fethettikten sonra ülkeyi 12 kabileye miras olarak dağıttılar. 13. olan ve Harun (a.s.)’ dan gelen Levililer’e de dinî hizmetler düştü. (Eski Ahid, I. Tarihler, 23)
7 – “Zekeriyya!” buyurdu Allah. “Biz, sana adı Yahya olacak bir oğul müjdeliyoruz. Daha önce, kimseyi ona adaş yapmadık (Bu adı alan olmadı).”
Yahya: “O yaşayacak, yaşasın, manevî erdemleriyle hep diri kalsın, her zaman hatırlansın” demektir. (Bu kıssa hakkında bkz. Luka, 1,5 - 22)
8 – “Ya Rabbî, dedi, nasıl benim çocuğum olabilir ki eşim kısır, ben ise bir pîr-i faniyim!”
9 – Melek dedi: “Öyledir, fakat Rabbin buyurdu ki: Bunu yapmak bana pek kolay! Nitekim seni yoktan var eden de Ben değil miyim?” [76,1]
10 – “Bana bir alâmet göster ya Rabbî!”, dedi. Allah buyurdu:
“Senin alâmetin, sağlığın yerinde olmasına rağmen üç gün insanlarla konuşamamandır” [3,41]
11 – Derken, mâbeddeki bölmesinden halkının karşısına çıkıp “Sabah akşam Rabbinizi tenzih ve O’na ibadet edin!” diye işarette bulundu. [Mihrab için bkz. 3,37]
12-14 – “Yahya! Kitaba var kuvvetinle sarıl!” dedik ve henüz çocuk iken ona hikmet verdik.
Tarafımızdan bir merhamet, arı duru bir gönül de ihsan ettik.
O, Allah’ı sayıp günahtan sakınan bir insandı.
Anne ve babasına iyi davranan hayırlı bir evlattı, asla zorba ve isyankâr biri değildi.
15 – Doğduğu gün de, vefat ettiği gün de, diriltilip kabirden kalkacağı gün de selâm olsun ona.
Bu hadisenin Yeni Ahid’de anlatımı için bkz. Luka, 1,5 - 22. Kur’ân ile İncîl’in anlatımında şu iki fark vardır: 1. Zekeriya (a.s.)’ın konuşmaması bir işaret ve alâmet iken Luka inciline göre bir nevi cezadır. 2. Onun konuşmaması üç gün iken İncîl’e göre Yahya (a.s.)’ın doğumuna kadar sürmüştür.
16 – Kitapta Meryem’i de an! Hani o, ailesinden ayrılıp doğu tarafında bir yere çekiliverdi.
Beyt-i Mukaddesin veya evinin doğu tarafına çekilmişti. Hıristiyanlar doğu tarafını kıble edinmişlerdir.
17 – Onlarla kendisi arasına bir perde gerdi.
Biz de ona Ruhumuzu gönderdik de, ona kusursuz, mükemmel bir insan şeklinde görünüverdi. [26,193-194.]
18 – Meryem irkildi ve “Ben” dedi, “Rahmana sığındım senden.
Eğer Allah’ı sayıp günahtan sakınan bir kimse isen çekil yanımdan!”
19 – Ruh: “Ben” dedi, “Rabbinden sana gelen bir elçiyim.
Sana tertemiz bir erkek çocuk hediye edeyim diye geldim.”
20 – Meryem: “Nasıl oğlum olabilir ki bana eli değen bir tek erkek bile olmamıştır. İffetsiz bir kadın da değilim!”
Kur’ân-ı Kerim Hz. Meryem’in bakire, yani hiçbir erkek ile evlilik ilişkisi olmadığını bildirir. Mevcut İncîllere göre Yusuf, Meryem’i eş olarak aldı. Yalnız Hz. Îsa dünyaya gelinceye kadar onunla birleşmedi (Matta 1,24 - 25). Încîl’e göre Îsa’nın Hz. Meryem’den doğan Yâkub, Şem’un ve Yahuda isimli erkek ve ayrıca kızkardeşleri vardı (Matta 13,55).
21 – Ruh: “Öyledir, ama Rabbin: “Bu iş bana pek kolaydır. Çünkü biz onu insanlara kudretimimzin bir alâmeti ve tarafımızdan bir rahmet kılacağız ve artık bu, hükme bağlanmış, olup bitmiş bir iştir.” dedi.” [3,45; 48,50]
22 – Sonra çocuğuna hamile kaldı ve bu haliyle uzakça bir yere çekildi.
Uzaklaşması, çocuğuna babasız hamile kaldığının güçlü bir delilidir. Normal tarzda olsaydı evini, barkını, her şeyini bırakıp uzak bir yere çekilmezdi.
23 – Derken doğum sancısı onu bir hurma ağacına dayanmaya zorladı.
“Ay!” dedi, “n’olaydım, keşke bu iş başıma gelmeden öleydim, adı sanı unutulup gitmiş biri olaydım!”
Bu sancılar Hz. Meryem’in diğer anneler gibi doğurduğunu, Îsa (a.s.)’ın herhangi bir çocuk gibi dünyaya geldiğini gösteriyor. Hz. Îsa’nın insanlardan uzak bir yerde doğduğu anlaşılıyor.
24 – Derken, Ruh, ona aşağıdan şöyle seslendi: “Sakın üzülme!” dedi, “Rabbin senin alt yanında bir su arkı meydana getirdi.
Bunu söyleyen: Melek veya yeni doğan çocuk olabilir.
25 – “Haydi, hurma dalını kendine doğru silkele, üzerine taze hurmalar dökülsün.”
26 – “Artık ye, iç, gözün aydın olsun!
Eğer herhangi bir insana rastlarsan:
“Ben Rahman’a oruç adamıştım, de,
o sebeple bugün hiç kimseyle konuşmayacağım”
27 – Onu kucağına alıp akrabalarına getirdi.
“Kız Meryem! dediler, sen ne çirkin bir şey yapmışsın öyle!”
28 – “Ey Harun’un kardeşi! Baban kötü bir insan değildi. Annen de iffetsiz bir kadın değildi!”
Arapçada eb (baba), eh (kardeş) ve uht (kız kardeş) kelimeleri birçok durumda geniş mânada kullanılır. Gerçek bir kardeşlik değil, akrabalık ve mensubiyet bildirir. Hz. Peygambere (a.s.) bu, bir müşkil olarak sorulmuş, o da: “Meryem zamanındaki insanlar, kendilerinden önce geçen peygamberlerinin ve iyi kimselerin isimlerini çocuklarına isim yaparlardı, yani onlara nisbet edilirlerdi.” buyurmuştur. Nitekim: Hz. Safiyye, bazı kadınların kendisine “Yahudi kızı Yahudi!” dediklerini şikâyet edince Hz. peygamber şöyle buyurmuştu: “Sen niçin onlara: “Oh ya, Harun babam, Mûsâ amcam, Muhammed eşim oluyor, daha ne isterim!” deseydin ya!”
29 – Meryem, (bana değil, çocuğa sorun dercesine) çocuğu gösterdi: “Nasıl olur da, dediler, beşikteki bebekle konuşuruz?” [23,50]
30 – Derken bebek: “Ben Allah’ın kuluyum, dedi, O bana kitap verdi, beni peygamber olarak görevlendirdi.
Hz. Îsâ (a.s.)’ın bu sözü İncîl’de de yer alır (KM, Matta, 12,18)
31 – “Nerede olursam olayım beni kutlu, mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe bana namazı ve zekâtı farz kıldı.”
32 – “Anneme saygılı, hayırlı evlat kılıp, asla zorba, bedbaht ve hayırsız biri yapmadı” [17,23; 31,14]
33 – Doğduğum gün de, öleceğim gün de, kabirden kalkıp dirileceğim gün de selâm üzerime olsun!”
34 – İşte hakkında şüphe ve tartışmalara girdikleri Meryem oğlu Îsa konusunda
gerçeğin ta kendisi olan Allah’ın sözü budur.
35 – Allah’ın evlat edinmesi olacak iş değildir.
O bundan münezzehtir! Bir işi yapmak istedi mi, “şöyle olsun” demesi kâfidir. (36,82)
36 – “İyi bilin ki Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse yalnız O’na ibadet ediniz. Doğru yol budur”
37 – Sonra onun hakkında birtakım gruplar kendi aralarında ayrılığa düştüler.
Artık gerçeğin meydana çıkacağı o mühim günün duruşmasında vay o kâfirlerin başına geleceklere!
Bu gruplar Yahudilerle Hıristiyanlardır. Yahut Hıristiyanların Nesturîler, Yâkubîler ve Melkânîler şeklinde bölünmeleridir. Tarihi akış içinde Hıristiyanlık yüzlerce gruba bölünmüştür. Titiz bir tevhid inancına sahib olan Unitaire’lerin yanında, ekserî Hıristiyanların teslisi, hatta Mormonlar gibi bir grubun politeizm’i (çok tanrıcılığı) kabul ettiklerini de görürüz. Hülasa: “Yeryüzünde başka hiç bir dinin mensupları Hıristiyanlar kadar farklı inanç fırkalarına ve din savaşlarına girmemişlerdir.” [De Glasenapp, Les cinq grandes religions, Paris, Payot, 1954, s. 415)
38 – Neler işitecek, neler görecekler onlar, huzurumuza gelecekleri gün!
Gerçeği pek güzel anlayacaklar o gün.
Ama zalimler o gün tam bir şaşkınlık içindedirler.
39 – Sen o hasret ve pişmanlık gününü, o haklarında ilâhî hükmün yerini bulacağı günü anlatarak uyar onları! Ama onlar gaflet içindeler, hâlâ iman etmiyorlar onlar.
40 – Şu kesin bir gerçektir ki bütün dünyaya ve dünyada yaşayan bütün insanlara Biz vâris olacağız (onlar sona erip baki Allah kalacak)
ve ölümden sonra hepsi diriltilip Bizim huzurumuza getirileceklerdir.
41 – Kitapta İbrâhim’i de an. O gerçekten özü sözü doğru biri idi, yani bir peygamberdi.
42 – Zamanı geldi, babasına: “Babacığım, dedi, niçin işitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bu putlara tapıyorsun?” [21,52-67] {KM, Mezmurlar 135,15-18}
43 – “Babacığım, sana ulaşmayan bir ilim geldi bana, ne olur bana tâbi ol da seni dümdüz bir yola çıkarayım”
44 – “Babacığım, sakın şeytana ibadet etme! Çünkü şeytan Rahman’a isyan içindedir. [36,60; 4,117]
45 – Babacığım, bu gidişle o Rahman’dan bile bir azabın gelip sana dokunacağından
ve senin şeytana hemdem olacağından ciddî endişe içindeyim.
46 – Babası: “İbrâhim, ne o, yoksa sen benim tanrılarıma sırtını mı dönüyorsun?
Bu işten vazgeçmezsen mutlaka taşa tutarım seni.
Şöyle bir uzun müddet benden uzak dur. Gözüm görmesin seni buralarda!”
47 – İbrâhim: “Selâmet, esenlik içinde kal, dedi. Rabbimden senin için af dileyeceğim. O gerçekten bana karşı çok lütufkârdır. [25,63; 28,55; 60,4; 9,113-114; 14,41]
48 – “İşte sizi de, sizin Allah’tan başka ibadet ve dua ettiğiniz tanrılarınızı da terkediyorum.
Rabbime niyaz edip yalvarıyorum.
Rabbime niyaz etmem sayesinde mahrum ve perişan olmayacağımı umuyorum.
Yani: “Olur ki O sana tövbe ve iman etmeyi nasib eder.” Zira kâfir için istiğfar etmenin (af dilemenin) mânası budur.
49 – Onları ve onların Allah’tan başka taptıkları putları terk edip (Şam’a yerleşince) Biz O’na İshak ile Yâkub’u hediye ettik.
Onların her birine peygamberlik verdik. [21,72; 11,71; 2,133]
Rivâyete göre: Hz. İbrâhim Şam tarafına hicret ettiğinde önce Harran’a geldi. Orada Sâre ile evlendi. Ondan İshak, İshak’tan da bilâhare Yâkub dünyaya geldi.
50 – Onlara rahmetimizden ihsanlarda bulunduk.
Onlara dillerde ve dinlerde yüksek ve güzel bir nam bıraktık. [26,84]
51 – Kitapta Mûsâ’yı da an. Gerçekten O Allah tarafından ihlâsa erdirilen bir kul idi, resul ve nebî idi.
Resul ve nebî, Kur’ân’da bazen eş anlamda kullanılmıştır. Fakat 22, 52 de olduğu gibi, bazen farklı anlam taşıdıkları da anlaşılmaktadır. Umum husus farkı olduğu söylenebilir. Yani her resûl nebîdir, ama her nebî resul olmayabilir.
52 – Hani ona Tur’un sağ tarafından seslenmiş ve özel konuşma için onu huzurumuza almıştık. [28,30] {KM, Çıkış 33,11}
Tur, Mısır ile Medyen arasında bir dağın adıdır. Hz. Mûsa (a.s.) Mısır’a giderken bir ateş görmüş, ona yaklaşınca “Ben Allah’ım! Hak mâbud Benim” sesini işitmişti. Burada Tur’un doğusu kasdedilmiştir. Medyen’den Mısır’a giderken Tur’un güneyine düşen yoldan geçtiğinden, güney cihetinden ona bakan kişiye göre, dağın sağı doğu, solu ise batı tarafında olur. Yoksa bir dağın sağı veya solu olmadığı âşikârdır.
53 – Ve rahmet ve keremimizden, kardeşi Harun’u da nebî olarak ona ihsan etmiştik. [28,34; 20,31; 26,13] {KM, Çıkış 7,1}
54 – Kitapta İsmâil’i de an. Gerçekten o, verdiği sözü yerine getiren biri idi. Resul ve nebî idi. [17,34; 61,2-3]
Hz. İsmâil, Hz. İbrâhim’in oğlu ve Hz. Peygamberin büyük dedesidir.
55 – Halkına namazı ve zekâtı tavsiye ederdi. Rabbinin râzı olduğu biri idi. [20,132; 66,6]
56 – Kitapta İdris’i de an. Gerçekten o da doğruluğun timsali biri idi, bir nebî idi. [21,85] {KM, Tekvin 5,24}
İdris’in asıl adı Uhnuh (Enoch) olup, Nuh (a.s.)’ın 3. batın dedesidir. Rivâyete göre, kendinden önceki insanlar deri giyinirken o elbise dikmeye başlamış ve giymiştir. Ona 30 sahife indirilmiştir. Kalemle ilk yazı yazan, yıldızlar ve hesap ilmi ile ilk meşgul olan odur.
57 – Biz onu üstün bir makama yücelttik.
Burada Hz. İdris (a.s.)’ın miracına işaret edilmektedir. Krş. Enoch peygamberin miracı: KM, Tekvin 5, 24.
58 – İşte bunlar, Allah’ın nimetine mazhar olmuş olan bu zatlar,
Âdem neslinden, Nuh ile beraber gemide taşıdıklarımızın evlatlarından, İbrâhim ve İsrailin nesillerinden ve hidâyete erdirip seçtiğimiz kimselerdendir.
Onlar Rahman’ın âyetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı. [6,83-90; 40,78]
Bu zatlar Hz. Zekeriya ile Hz. İdris arasında zikredilen peygamberlerdir. Bu âyet, tilavet secdesini gerektiren âyetlerdendir.
59 – Kendilerinden sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı zâyi ettiler, şehvetlerinin peşine düştüler. İşte bunlar da azgınlıklarının cezasını bulacaklardır.
Namaz, mümini Rabbi ile irtibata koyan bağdır, enerji kaynağı ile cihazı birleştiren kablo mesabesindedir. Kablosuz cihaz çalışmadığı gibi, ibadetsiz insan da karanlıkta kalır, rûh gıdasını alamaz ve güçsüz kalır. Âyet, ümmetlerin, çöküşlerinin, namazı gevşetmekle başladığına işaret ediyor.
60 – Ancak tövbe eden, iman edip makbul ve güzel işler yapanlar cennete girecekler ve asla haksızlığa uğramayacaklardır.
61 – Evet, onlar Rahman’ın kullarına gıyabî olarak vâd ettiği, dünyada iken görmeksizin inandıkları Adn cennetlerine gireceklerdir. Allah’ın vâdi muhakkak ki yerini bulacaktır. [73,18]
62 – Orada onlar boş ve anlamsız söz işitmezler, sadece selâm ve selâmet sözleri duyarlar. Orada ziyafetleri sabah akşam kendilerine sunulacaktır. [56,25-26; 73,35]
Müslim (Müslüman) ile selâm aynı köktendir. Selâm: Selâmet, esenlik, barış demektir. Müslim; hem Rabbi, hem kendi nefsi, hem de başkaları ile barış içinde yaşayıp âhirette de adı Daru’s-selâm (selâm ülkesi) olan cennete girer.
63 – İşte bu cennetlere kullarımızdan, Allah’ı sayıp günahtan sakınanları vâris kılacağız.
64 – Rabbinin emri olmadıkça biz (meleklerden olan elçiler) inmeyiz. Önümüzde ve arkamızdaki bütün geçmiş ve gelecek şeyler ve bunların arasındakiler hep O’na aittir. Senin Rabbin, hiçbir şeyi unutmaz.
Bu âyet, Cebrail (a.s.)’ın sözünü nakleder. O’nun inmesi bir süre geciktiğinden Hz. Peygamber üzülmüştü. Cenabı Allah onu teselli buyuruyor. Bunlar, Hz. Peygamber (a.s.)’a gönderilen ilahî vahiydir. Yani nasıl daha önceki peygamberler vahye nail oldularsa Hz. Peygamber de öylece nail olmuştur.
65 – O göklerin, yerin ve o ikisinin arasında olan her şeyin Rabbidir.
Öyleyse yalnız O’na kulluk et. O’na ibadetinde sabır ve sebat göster.
Ona denk ve adaş olacak hiç kimse bilir misin?
66 – Böyle iken kâfir insan: “Sahi, ben öldükten sonra diriltilip kabrimden çıkarılacak mıyım?” der. [13,5; 36,77-79]
67 – O insan hiç düşünmüyor mu ki, o hiçbir şey değilken Biz onu yaratıp var ettik?
68 – Senin Rabbine yemin olsun ki Biz onları da, şeytanları da diriltip huzurumuza toplayacağız,
sonra da cehennemin çevresinde dizüstü çökmüş vaziyette oraya getireceğiz.
69 – Sonra da her topluluktan, Rahmân’a isyan etmede aşırılık edenleri çekip ayıracağız.
70 – Sonra o cehennemi boylamaya daha çok müstahak olanları elbette Biz pek iyi biliriz.
71 – Sizden hiç kimse yoktur ki cehenneme varmasın.
Bu Rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür.
Burada vürud: girme, fakat “uğrayıp geçme” mânasında bir girme ifade eder. Bu işkâli, Hz. Peygamber (a.s.)’ın şöyle giderdiği rivayet olunmuştur. “Herkes cehenneme girer, fakat müminler için Hz. İbrâhim’e olduğu gibi ateş serin ve selâmet olur.”
72 – Sonra Allah’ı sayıp günahlardan sakınan müttakileri kurtararak zalimleri dizüstü çökmüş vaziyette orada bırakacağız.
73 – Âyetlerimiz kendilerine açık açık okunduğu zaman o kâfirler iman edenlere dediler ki: (Bu uhrevî ve manevî halleri bir tarafa bırakalım, dünya hayatının realitesine bakalım) “Bu iki zümreden, mümin ve kâfirlerden hangisinin makamı daha üstün, grup ve topluluğu daha muteberdir?” [6,53; 46,11; 26,111]
Kâfirlerin sırf geçici menfaatlere şartlanmalarını âyet pek beliğ bir şekilde beyan buyurmaktadır. Öyle ki onlar o halleri değil düşünüp anlamaya çalışmak, söz olarak bile işitmek istemiyorlar, kendilerine yapılan tebliğ, adeta bir “sağırlar diyaloguna” dönüşüyor. Onlar dünyayı kazanmak ve yaşamak için dinden uzak kalmak gerektiği düşüncesine kapıldılar. Fakat bu çok kısa ve dar görüşlülüktür. Zira onların beğenmedikleri müminler, kısa zamanda dünyada da çok ilerlediler, zengin ve azgın kâfir önderler ise perişan oldular.
74 – Halbuki Biz onlardan önce, gerek mal ve eşyaları, gerek gösterişleri daha güzel durumda olan öyle nesiller helâk ettik ki saymaya gelmez.
Kafirlerin başlıca ölçülerinin, maddî refah olup bunun, onları bekleyen âkıbeti değiştiremediği vurgulanıyor.
75 – De ki: Dini inkâr edenlere Rahman biraz mühlet versin, bundan ne çıkar?
Ama işin sonunda, onlar kendilerine vaad olunan azabı veya kıyameti görünce
işte o zaman öğrenecekler: kimmiş mevkii daha düşük ve kimmiş asker ve maiyyeti daha zayıf! [3,61; 62,6]
76 – Allah hidâyeti kabul edip doğru yola gelenlerin ise feyizlerini artırır.
Baki kalacak dürüst ve yararlı işler, Rabbinin nazarında
hem mükâfat bakımından daha üstün, hem de âkıbet yönünden daha iyidir. [9,124-125]
77 – Baksana şu âyetlerimizi inkâr edip: “Mutlaka malım mülküm de olacak, çoluk çocuğum da olacak!” diyen adamın haline!
78 – Ne o, bu adam gaybı öğrenmenin yolunu mu buldu,
yoksa Rahman’dan kesin bir söz mü aldı?
79 – Asla! İşte onun bu sözünü deftere kaydedeceğiz ve azabını da artırdıkça artıracağız.
80 – O sözünü ettiği mal ve evlada Biz vâris olacağız, nesi var nesi yoksa Bize kalacak
ve o, huzurumuza tek başına (ilk yarattığımız gibi mal ve mülkten, makam ve mevkiden hatta elbiseden bile soyunmuş olarak çırılçıplak) gelecektir.
81 – Kendilerine kalsa izzet ve kuvvet vesilesi olsun diye, Allah’tan başka birtakım tanrılar edindiler.
Dünyevî varlığa ve iktidara nerdeyse dinî bir vecd ile “tapınan” ve dünyevî başarının bu tezahürlerine tanrısal nitelikler yakıştıran insanlardan bahsediliyor.
82 – Hayır, hayır! Taptıkları o nesneler onların ibadetlerini reddedecekler ve kendilerine düşman olacaklardır. [35,14; 46,5]
83 – Görmüyor musun ki Biz kâfirlere şeytanları musallat ediyoruz, onları oynatıp duruyorlar.
84 – O halde onlar hakkında acele etme! Biz onların günlerini saymaktayız. [14,42; 86,17; 3,178; 31,24]
85 – Günü gelecek, Allah’ı sayıp haramlardan sakınan müttakileri,
Rahman tarafından ağırlanacak konuk heyet olarak toplayacağız.
86 – Suçluları da susuz olarak o yakıcı cehenneme süreceğiz.
87 – Rahman’ın huzurunda, söz almış olanlar dışında hiç kimse şefaat edemeyecek.
Bunun mânası şudur: Şefaat ancak dünya hayatında Allah’a iman eden, dine inanan için geçerli olacaktır. Keza yalnız Rahman’ın izin verdiği kimse başkaları için şefaat edebilecektir.
88 – “Rahman evlat edindi.” dediler.
89 – Böyle diyen sizler, pek çirkin bir şey ortaya attınız!
90 - 91 – Rahman’a çocuk isnad etmelerinden ötürü, nerdeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp çökecekti!
92 – Halbuki evlat edinmek Rahman’ın şanına yakışmaz. [2,116; 9,30]
93 – Göklerde ve yerde kim varsa, Rahman’ın ancak kulu olabilir.
94 – O bunların hepsini ilmi ile ihata etmiş, tek tek tesbit etmiştir.
95 – Ve onların hepsi de kıyamet günü O’nun huzuruna tek başına gelecektir.
96 – İman edip, makbul ve güzel işler yapanları Rahman, (hem Allah, hem de mahluklar nezdinde) sevimli kılacaktır.
Bu âyet indirildiğinde Mekke’de müminlere işkence ediliyordu. Âyet onlara müjde verip müminlerin yakında sempati göreceklerini bildiriyor. Bu âyeti açıklayan bir hadis meali: Yüce Allah bir kulunu sevince Cebrail’e: “Ben falanı sevdim, sen de sev!” der. Bunun üzerine Cebrail (a.s.) da onu sever ve gökte olan melekler: “Allah falanı sevmiştir, siz de seviniz!” diye nida eder. Artık göklerdekiler de onu sever. Sonra yeryüzünde de onun için bir sevgi yerleşmiş olur.”
97 – Bizim, Kur’ân’ı senin dilinle indirip kolaylaştırmamızın başlıca sebebi, senin müttakileri müjdelemen ve inatçı kimseleri de onunla uyarmandır.
98 – Hem Biz onlardan önce nice nesiller imha ettik! Onlardan hissedip gördüğün yahut sesini işittiğin bir tek kişi bile var mıdır?
 
nahl suresi meali

Mekkî dönemin sonlarında nâzil olmuştur. 128 âyettir. Bal arısı mânasına gelen nahl, 68. âyette geçer. Allah Teâlânın yaratıcılığı ve ilhamı, bal arısının bal yapmasında açıkça meydanda olduğundan Allah Teâlâ bu ilhama dikkatimizi çekmektedir. Hz. Peygamberin risaletine, imanın ve küfrün neticelerine değinilip sonra Allah’ın birliğine dair delillere geçilir. Küfür ve nankörlüğün, şükürsüzlüğün neticeleri bildirilir. Sonra esas gaye olan, insanları hak dine münasip usul ile çağırma üzerinde durularak sûre sona erdirilir.

Bismillahirrahmanirrahim.
1 – Allah’ın emri ha geldi ha gelecek! Artık onun gelmesini çabuklaştırmak istemeyin. Allah müşriklerin koştuğu ortaklardan münezzehtir, yücedir. [21,1; 54,1]
2 – Allah melekleri, kendi tarafından bir vahiy ile kullarından dilediği kimselere, “Ben’den başka tanrı yoktur. Bana karşı gelmekten sakının!” diye uyarmak üzere gönderir. [42,52; 6,124; 22,75; 21,25]
3 – O, gökleri ve yeri hikmetle, ciddi bir maksatla yarattı. O, müşriklerin koştukları ortaklardan yücedir! [53,31]
4 – Nitekim O, insanı bir damla sudan yarattı. Ama o yaman bir hasım kesiliverdi. [36,77-79; 25,54]
5 – Allah davarları da yarattı.
Bunlarda sizi soğuktan koruyan (deri, yün, kıl gibi) maddeler ve birçok faydalar vardır.
Hem onların etlerini ve ürünlerini de yersiniz.
6 – Onları akşamleyin ağıllarına getirir, sabahleyin otlaklara ***ürürken bambaşka bir zevk alırsınız! [6,142]
7 – Bunlar yüklerinizi taşırlar; öyle uzak diyarlara kadar ***ürürler ki,
onlar olmaksızın, son derece zahmet ve meşakkat çekmeden varamazdınız oralara.
Gerçekten, bunları size âmade kılan Rabbiniz pek şefkatlidir, rahmet ve ihsanı boldur. [36,71-72; 23,21-22; 40,79-81; 43,12-14]
8 – Hem binmeniz, hem de zinet olsun diye atlar, katırlar, merkepler yarattı.
Hem sizin bilemeyeceğiniz daha neler neler yaratacak!
Bu hayvanların etlerinin yenmemesine, ayrıca her zaman yeni bineklerin yaratılacağına işaret edilmektedir.
9 – Doğru yolu bildirmek Allah’a aittir. Kimi yollar ise eğridir. Şayet O dileseydi, hepinizi toptan doğru yola getirirdi. [76,3; 6,153] [10,99; 11,117-119]
İnsanın maddî hayatını sürdürebilmesi için sayısız nimetler yaratıp insanın emrine veren Allah’ın, onun manevî hayatını düzenleyen yolu göstermemesi imkânsızdır. O bu yolu göstermekle beraber, insanı o yola girmeye mecbur etmemiş, insanı eğitip kemale erdirmek kasdıyla, onun kendi iradesi ile doğru yola yönelmesini istemiştir.
10 – O’dur ki gökten yağmur indirir.
Hem içeceğiniz su ondan oluşur,
hem de hayvanlarınızı içinde otlattığınız ot ve ağaçlar!
11 – Allah o su sayesinde sizin için ekinler, zeytinlikler, hurmalıklar, üzüm bağları ve çeşit çeşit meyveler yetiştirir.
Elbette bunda düşünen kimseler için alınacak bir ders var! [27,60; 7,57; 6,99]
12 – Hem geceyi ve gündüzü, güneş’i ve ay’ı sizin hizmetinize verdi.
Diğer yıldızlar da O’nun emriyle size râm edilmiştir. Elbette aklını çalıştıran kimseler için bunda alınacak nice dersler var!
13 – Yeryüzünde türlü türlü renklerle, her çeşitten bitki ve hayvan olarak sizin için yarattığı daha neler neler var!
Elbette bunda düşünen kimseler için alınacak ibret var.
14 – Yine O’dur ki denizi sizin hizmetinize verdi ki
oradan taptaze et yiyesiniz ve takınıp kuşanacağınız zinet eşyası çıkarasınız.
Denizde gemilerin suları yara yara akıp gittiklerini görürsün.
Bütün bunlar Onun lütfedeceği nasibi aramanız ve nimetine şükretmeniz içindir.
15 – Hem dünya hareketiyle sizi sarsmasın diye,
yeryüzüne sabit dağlar koydu.
Amaçlarınıza ermeniz için ırmaklar, geçitler yerleştirdi. [79,32; 21,31] {KM, Mezmurlar 114,5}
16 – Yol bulmada yararlanacağınız daha birçok alâmetler, işaretler koydu.
Yıldızlarla da bir kısım insanlar yol bulurlar.
Yıldızlar her devirde insanlar için önemlidir. Zira insan ile yıldız arasında, insanlarla gök alemi arasında daima bir münasebet olagelmiştir. Bunun asgarisi ise insanların yıldızlar vasıtasıyla yön tayin etmeleridir. Yıldızların yerlerinin kainatın dengesindeki ehemmiyetine ve insanlarla yıldızlar arasındaki bu münasebete binaen Cenab-ı Hak yıldızların yerlerine yemin etmiştir. [56,75]
17 – Yaratan hiç yaratamayana benzer mi? Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?
18 – Halbuki Allah’ın nimetlerini birer birer saymaya kalksanız, mümkün değil, sayamazsınız. Gerçekten Rabbin gafurdur, rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur). [14,34]
Sûrenin 3. âyetinden buraya kadar olan kısmı, keza ileride gelecek 65 - 83 bölümü, kâinat kitabının değişik sayfalarını ve manzaralarını göstererek insanı bunlar üzerinde düşünmeye, bu muazzam nizamı kurup yöneten Allah’ın kudreti önünde eğilmeye, O’nun nimetlerinden yararlanıp Ona şükretmeye teşvik etmektedir.
19 – Allah sizin neleri gizleyip neleri açığa vurduğunuzu pek iyi bilir.
20-21 – O müşriklerin Allah’tan başka ibadet edip yalvardıkları sahte tanrılar ise,
hiçbir şey yaratamazlar. Zaten kendileri yaratılmaktadırlar.
Hep ölüdürler, diri değildirler.
Kendilerine tapanların bile ne zaman diriltileceklerini bilemezler. [37,95-96]
22 – Sizin ilâhınız bir tek İlâhtır. Öyle iken âhireti inkâr edenlerin kalpleri bu gerçeği de inkâr eder. Hep kibirlenip dururlar. [38,5; 39,45; 40,60]
23 – Hiç şüphe yok ki Allah, onların neleri gizleyip, neleri açığa vurduklarını pek iyi bilir ve şu kesindir ki kibirlenenleri hiç sevmez.
24-25 – Onlara: “Rabbiniz ne gönderdi?” denildiğinde “Öncekilerin masallarını!” derler.
Böylece kıyamet günü kendi günahlarını tastamam yüklenmelerinden başka, bilgisizlikleri sebebiyle saptırdıkları kimselerin günahlarının epey bir kısmını da yüklenmeleri için böyle derler.
Bak! Ne fena bir yük yükleniyorlar! [25,5-9; 74,18-24; 29,13]
26 – Kendilerinden önceki kâfirler de peygamberler için hileler, tuzaklar kurmuşlardı.
Ama neticede Allah onların binalarını ta temellerinden yıktı da üstlerindeki tavan tepelerine çöktü.
Hem de bu azap onlara hiç fark edemedikleri bir yerden geldi. [5,64; 59,2]
27 – Sonra kıyamet günü de Allah onları zelil eder ve:
“Hani” der, “nerede sizin o uğurlarında müminlere düşman kesildiğiniz ortaklarım(!)”
Kendilerine ilim nasib edilenler de: “Gerçekten her türlü zillet ve sefalet bugün kâfirlerin başınadır!” derler. [86,9-10; 26,93]
28-29 – Kendi öz canlarına zulmederlerken meleklerin canlarını aldıkları kimseler azabı görünce:
“Biz, bir kötülük olsun diye yapmıyorduk!” diye başlarını öne eğerler.
Kendilerine iman ilmi nasib edilmiş olanlar da:
“Hayır, hayır! Allah yaptığınız işi ne maksatla yaptığınızı pek iyi biliyor!
O halde girin bakalım içinde ebediyyen kalmak üzere cehennemin kapılarından!
Ne fena bir yerdir o kibirlilerin yeri!” derler. [6,23; 58,18] [35,36; 40,46]
30 – Allah’a karşı gelmekten sakınanlara ise: “Rabbiniz ne indirdi?” denildiğinde: “Hayır indirdi.” derler.
Bu dünyada güzel işler yapanlara güzel bir mükâfat var.
Âhiret yurdu cennet, dünyadan ve içindeki her şeyden elbette daha hayırlıdır.
Takvâ sahiplerinin yurdu ne güzel yurttur!” [16,97; 28,80; 93,4; 3,198]
31 – Adn cennetleri, oraya girecek onlar...
Zemininden ırmaklar akar.
Onlara orada ne isterlerse var...
İşte Allah müttakileri böyle ödüllendirir. [43,71; 41,30-32]
32 – Onlar ki melekler canlarını tatlılıkla alırlar:
“Selâm size! Yaptığınız işlerden dolayı buyurun cennete!” derler.
33-34 – Dini inkâr edenler ille kendilerine meleklerin gelmesini,
yahut Rabbinin azap emrinin gelmesini mi bekliyorlar?
Onlardan öncekiler de böyle yaptılar.
Allah zulmetmedi onlara, kendi canlarına zulmediyordu onlar!
Kendilerini buldu, yaptıkları kötü işler.
Sarıp kuşatıverdi onları alay ettikleri şeyler. [52,14]x
35 – Bir de müşrikler dediler ki: “Eğer Allah dileseydi ne biz, ne de atalarımız,
Kendisinden başkasına ibadet etmez.
Onun emri olmadan hiçbir şeyi haram kılmazdık.”
Bunlardan öncekiler de böyle söylemiş, böyle yapmışlardı.
O halde, peygamberlere açık bir tebliğden başka bir vazife düşer mi?
36 – Biz her millete bir peygamber gönderdik.
O da “Allah’a ibadet edin, tağuttan uzak durun!” dedi.
Sonra onlardan bir kısmına Allah hidâyet nasib etti, bir kısmı hakkında da sapacaklarına dair hüküm kesinleşti.
İşte gezin dolaşın dünyayı da peygamberleri yalancı sayanların âkıbetlerinin ne olduğunu görün! [21,25; 43,45; 47,10; 67,18]
Bu âyette, küfür ve dalâleti tercih edenleri Allah’ın dalâlette bıraktığı, Dünyada da ceza olarak Allah’ın onları imha edip, diyarlarını boşalttığı bildiriliyor. Müteakip âyette ise Kureyş’in inadı, Resûlullah (a.s.)’ın ise onların yola gelmelerine ne derece düşkün olduğu hatırlatılıp, üzülmemesi, zira onların, haklarında dalâlet kararının kesinleştiği kısımdan oldukları bildiriliyor.
37 – Sen onların hidâyete gelmelerine ne kadar düşkün olsan da,
şunu bil ki: Allah dalâlette bıraktığı kimselere hidâyet vermez.
Onlara yardım eden de bulunmaz. [5,41, 11,34; 7,186; 10,96-97]
Âyetin mânası şudur: Bir insan, iradesini kötüye kullanıp dalâleti tercih eder, hep orada kalmakta ısrar ederse Allah onun kalbinde dalâleti yaratır. Böyle birini, kendi isteği rağmına, zorla hidâyete getirmez (Âlûsî).
38 – Onlar var güçleriyle yemin ederek: “Allah, ölen kimseyi diriltmez!” dediler.
Hayır, diriltecek!
Bu O’nun verdiği kesin bir sözdür, fakat insanların ekserisi bunu bilmezler.
39 – Diriltecek ki hakkında ihtilaf ettikleri o ba’s, o diriliş gerçeğini meydana çıkarsın
ve bunu inkâr edenler de kendilerinin yalancı olduklarını bilsinler. [53,31; 52,14-16; 20,15]
40 – Biz herhangi bir şeyin olmasını istediğimizde,
sadece “Ol!” deriz, o da hemen oluverir. [54,50; 31,28; 36,82]
41 – Zulme mâruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri,
elbette dünyada güzel bir yere yerleştiririz.
Âhiret mükâfatı ise daha büyüktür. Bunu bir bilselerdi!
Hicretten ötürü yapılan bu vaad, kısa zamanda gerçekleşmiş, Medine’den itibaren Müslümanlar teşkil ettikleri sağlam toplum ile hakkı yaymışlardır.
42 – O muhacirler hak yolda sabreder ve yalnız Rab’lerine dayanıp güvenirler.
43 – Senden önce de, gönderdiğimiz elçiler, kendilerine vahyettiğimiz bir kısım adamlardan başka bir varlık değildiler.
Eğer bu konuları bilmiyorsanız Ehl-i zikre sorunuz.
Zikr: Muhtevasının düşünülmesi için okunup ezberlenen ve tekrarlanan metindir. “Ehl-i zikr” ilahi kitaplara vakıf olan din alimleridir.
44 – Evet, belgeler, mûcizeler ve kitaplarla gönderdik onları.
Sana da ey Resulüm bu zikri indirdik ki kendilerine indirileni insanlara açıklayasın. Umulur ki düşünüp anlarlar. [17,93-94; 25,20; 21,8; 18,110]
Bu âyetteki Zikir: Kur’ân-ı Kerim veya Sünnet-i Nebeviye olarak tefsir edilir. İkinci tefsir daha az yaygın olmakla beraber daha tutarlıdır. Zira indirilen Kur’ân’ı Hz. Peygamberin (a.s.m.) açıklaması, yine ona indirilen bu Zikir sayesinde olmaktadır. Bu âyet, Kur’ân’ın Sünnet ile açıklanması gerektiğine en kuvvetli delillerdendir. “Dinin tek kaynağı Kur’ân’dır” diyenler şöyle derler: a) Peygamberin görevi sadece tebliğdir. b) Bugün için sadece Kitap gereklidir, zira Peygamberin açıklaması olarak rivayet edilen bilgiler gerekliliğini yitirmiştir. c) Peygambere mal edilen rivayetler güvenilir yolla ulaşmamıştır.
Bunların her üçü de batıldır. Zira, a) Allah’ın muradı sırf mesajı ulaştırmak olsaydı onu melekle veya başka bir tarzda gönderirdi. İnsanlardan bir resul ile gönderdiğine göre, birçok âyette açıkça bildirdiği üzere, ona açıklama ve uygulama görevi vermiştir. b) Hz. Peygamberin Kur’ân’ı tebliğ vazifesinden başka tebyin (açıklama) ve tatbik görevi de vardır. c) Kur’ân’ın birçok hükmünü hatta namaz ve zekât gibi en kesin emirlerini Sünnetin açıklaması olmaksızın uygulamak mümkün değildir. d) Hz. Peygamberden sahih surette nakledilen çok hadis vardır. Bunları inkâr edenin tarihi de inkâr etmesi gerekir.
45-46 – Şer planları hazırlayanlar, emin mi oldular: Allah’ın kendilerini yerin dibine geçirmesinden yahut hiç ummadıkları bir yerden azabın gelmesinden, yahut gezip dolaşırlarken Allah’ın kendilerini kıskıvrak yakalamasından? Çünkü onlar, kaçıp kurtulacak durumda değildirler. [67,16-17]
47 – Yahut da kendilerini korkuta korkuta, eksilte eksilte alıvermesinden emin mi oldular? Demek ki Rabbiniz çok şefkatli, çok merhametlidir.
48 – Görmüyorlar mı ki Allah’ın yarattığı şeylerin gölgeleri bile nasıl sağdan soldan sürünüp Allah’a secde ederek dönmektedir?
49 – Hem göklerde ve yerde ne varsa hepsi, herhangi bir canlı olsun, melaike olsun hepsi Allah’a secde eder, asla kibirlenmezler.
Bu âyeti okuyanın veya dinleyenin secde etmesi vaciptir.
50 – Üstlerindeki Rab’lerinden korkar ve kendilerine ne emredilirse onu yaparlar.
51 – Allah buyurdu ki: “İki tanrı edinmeyin. O ancak tek Tanrıdır. O halde yalnız Ben’den korkun!”
52 – Göklerde ne var, yerde ne varsa hep O’nundur.
İtaat daima O’nadır.
Öyle iken Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?
53 – Hem sizde nimet namına ne varsa hepsi Allah’tandır.
Kaldı ki size bir sıkıntı dokunduğunda da yalnız O’na yalvarırsınız. [17,67; 14,34]
54 – Ama sonra sizin o sıkıntınızı giderince, içinizden bir kısmı hemen Rab’lerine ortak koşarlar.
55 – İşte verdiğimiz bunca nimete şükür yerine neticede, böyle nankörlük ederler.
Şimdi bir süre eğlenin bakalım, yakında başınıza gelecek âkıbeti öğrenirsiniz.
56 – Bir de kendilerine nasib ettiğimiz nimetlerimizden, tutuyor gerçek yüzünü kendilerinin de bilmedikleri o bilinçsiz putlara pay ayırıyorlar.
Allah hakkı için, uydurduğunuz bu iftiraların mutlaka hesabı sorulacaktır! [6,136]
57 – Allah’ın kızları olduğunu iddia ediyorlar. O, çocuğu olmaktan münezzehtir.
Hoşlandıkları erkek çocuklarını ise kendilerine yakıştırırlar. [43,15-18; 53,21-22]
58 – Onlardan birine bir kızının dünyaya geldiği müjdelenince, öfkesinden ve üzüntüsünden, yüzü mosmor kesilir.
59 – Müjdelendiği bu kötü haberin etkisiyle utanıp eşinden dostundan saklanmaya çalışır.
Şimdi ne yapsın:
Hor, hakir, itilip kakılan bir bela olarak onu hayatta mı bıraksın, yoksa toprağa mı gömsün, ne yapsın? diye kara kara düşünür!
Dikkat ediniz, ne fena hükümlerdi verdikleri bu hükümler!
60 – Âhirete inanmayanların böylesine kötü sıfatları vardır.
En yüce sıfatlar ise Allah’ındır.
Aziz O’dur, hakim O! (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
61 – Eğer Allah zulümleri yüzünden insanları cezalandıracak olsaydı dünyada tek canlı bile bırakmazdı.
Fakat onları takdir ettiği bir vâdeye kadar bekletir. Vâdeleri gelince ne bir an öne alabilir, ne bir an geriye bırakabilirler.
62 – Hem utanmadan, kendilerinin beğenmedikleri şeyleri Allah’a yakıştırıyor,
O’nun dinini, peygamberini hafife alıyorlar, hem de en güzel âkıbetin kendilerini beklediği yalanını uyduruyorlar.
Beklesinler bakalım!
Onlara olsa olsa ateş vardır!
Hem de oraya gireceklerin başında olacaklardır. [41,50; 18,35-36; 11,9-10; 19-77]
63 – Allah şahittir ki, Biz senden önce bir çok ümmete kendilerini irşad etmeleri için resuller gönderdik, fakat şeytan onların batıl işlerini kendilerine güzel gösterdi. Bu yüzden peygamberlerini yalancı saydılar.
İşte şeytan dünyada olduğu gibi, bu gün de onların dostudur. Onlara gayet acı bir azap vardır.
64 – Ey Resulüm, sana bu kitabı indirmemiz, sırf onların, hakkında ihtilaf ettikleri gerçekleri açıklaman ve sırf iman edecek kimselere hidâyet ve rahmet olması içindir.
65 – Allah gökten yağmur indirip onunla ölmüş olan yeryüzüne hayat verir.
Elbette bunda gerçeğe kulak verecek kimseler için ibret ve delil vardır.
66 – Doğrusu davarlarda da size deliller vardır:
Zira size onların karınlarındaki işkembe ile kan arasından,
halis bir süt içiriyoruz ki içenlerin boğazından âfiyetle geçer.
67 – Hurma ve üzümden hem sarhoşluk veren içki, hem de güzel gıdalar elde edersiniz.
Şüphesiz bunda aklını çalıştıran kimseler için alacak ibret vardır.
Bu âyet, hurma ve üzümden, güzel gıdadan farklı olarak sarhoşluk veren bir madde de elde edildiğini bildirmektedir. Böylece sarhoşluk veren şeylerin güzel ve makbul içecek sayılmadığı tasrih edilmekle onun ileride yasaklanacağı da ima edilmektedir. Mekke döneminde içki hakkında başka âyet yoktur. [Bkz, 2,219; 4,43; 5,90-91]
68-69 – Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: “Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurdukları çardaklardan kendine göz göz ev (kovan) edin.
Sonra da her türlü meyveden ye de Rabbinin sana yayılman için belirlediği yolları tut.”
Onların karınlarından renkleri çeşit çeşit bir şerbet çıkar ki onda insanlara şifa vardır.
Elbette düşünen kimseler için bunda alacak ibret vardır. {KM, Yoel 2,22-24}
Bu âyette vahiy, ilham anlamındadır. Kuşun uçmayı, balığın yüzmeyi, yeni doğan bebeğin emmeyi öğrenmesi gibi bütün canlıların hayat vesilelerini öğrenmeleri de ilham eseridir. Bütün büyük keşifler, önemli edebiyat ve san’at eserleri de bu kabildendir. Bal arısının harika kimyagerliğine âyet özellikle yer vermektedir.
70 – Sizi Allah yarattı. Sonra da sizi O öldürecek.
İçinizden kimi bilgi-sahibi olmasından sonra çocuk gibi, bir şey bilmesin diye-
ömrün en fena dönemine vardırılır.
Allah her şeyi hakkıyla bilir, her şeye kadirdir. [30,54]
71 – Allah sizi, maişet ve rızık hususunda kiminizi kiminize üstün kıldı.
Nasipleri bol olanlar kendi nasiplerini,
kendileriyle eşit seviyeye inecek derecede,
yanlarında çalıştırdıkları köle ve hizmetçilere vermezler.
O halde nasıl olur da Allah’ın nimetini, Allah’ın kendilerinin üzerindeki hakkını bile bile inkâr ederler? [30,28] {KM, Çıkış 21,2; I Korintos. 12,13}
72 – Allah kendilerinizden, insan kardeşlerinizden size eşler yarattı.
Eşlerinizden size oğullar, torunlar verdi ve sizleri hoş, güzel gıdalarla besledi.
Böyle iken onlar batıla inanıyor da Allah’ın bunca nimetlerini inkâr mı ediyorlar?
73 – Allah’tan başka, kendilerine, ne göklerden, ne yerden zerre miktar rızık verme gücü olmayan ve bunu yapma ihtimali de bulunmayan birtakım nesnelere tapıyorlar.
74 – Artık birtakım benzetmelerle, temsillerle Allah’a benzerler icad etmeyin.
Çünkü Allah benzeri olmadığını bilir, ama siz bu gerçekleri bilmezsiniz.
Allah’ı başka varlıklara kıyas etmeyin. O’nu muhafızlar, nöbetçiler, sekreterler aracılığı ile kendine ulaşılan dünya krallarına kıyas etmeyin. Herkes doğrudan doğruya O’nun huzuruna girebilir.
75 – Allah size bir temsil getiriyor:
Bir tarafta bir şahsın kölesi olup hiçbir güç ve yetkisi olmayan âciz bir adam,
öbür tarafta kendisine tarafımızdan bol bol rızık ve imkân nasib ettiğimiz bir zat ki
o maldan gizli-açık dilediği gibi harcayıp kullanıyor.
Hiç bu ikisi eşit tutulabilir mi?
Bütün hamdler, övgüye vesile olan her şey, Allah’a aittir.
Ne var ki onların çoğu bunu bilmezler.
76 – Allah bir de şu temsili getiriyor:
İki kişi var. Birisi dilsiz, hiçbir şey beceremez, efendisine sadece bir yük!
Ne tarafa gönderse hiçbir işe yaramaz!
Şimdi hiç bu zavallı ile, hakkı hakikati bilen,
adaleti dile getirip gerçekleştiren, dosdoğru yol üzere ilerleyen bir insan eşit tutulabilir mi?
77 – Bütün göklerin ve yerin gaybını bilmek de Allah’a mahsustur!
Kıyametin oluş işi ise, başka değil, ancak göz açıp kapama yahut daha da kısa bir anda olup biter.
Şüphe yok ki Allah her şeye kadir! [54,50; 31,28] {KM, I Korintos. 15,52}
78 – Allah sizi analarınızın karınlarından öyle bir halde çıkardı ki hiçbir şey bilmiyordunuz.
Öyle iken size kulaklar, gözler, kalpler verdi ki şükredesiniz. [67,23-24]
79 – Gökyüzünün genişliğinde Allah’ın emrine râm olarak uçan kuşları görmezler mi?
Bunları orada Allah’tan başkası tutmuyor.
Elbette bunda iman edecek kimseler için çok deliller, çok işaretler vardır. [67,19]
80 – Allah evlerinizi sizin için bir huzur ocağı yaptı.
Davarların derilerinden de, gerek göçtüğünüz, gerek konakladığınız günlerde
sizin için taşınması kolay evler (çadırlar, portatif evler) nasib etti.
O davarların yünlerinden, tüylerinden veya kıllarından bir süreye kadar faydalanacağınız
giyilecek, döşenecek ve kullanılacak eşyalar yapma imkânı verdi.
81 – Allah yarattığı şeylerin bir kısmında size gölgelikler, dağlarda da sizin için barınaklar yaptı.
Sizi sıcaktan ve soğuktan koruyacak elbiseler ve savaşta sizi koruyacak zırhlar var etti.
Böylece Allah üzerinizdeki nimetlerini tamamlar ki O’na teslimiyetle itaat edesiniz.
82 – Eğer bunca nimetlere rağmen yüz çevirirlerse sen sorumlu değilsin.
Çünkü senin açık tebliğden başka bir görevin yoktur.
83 – Müşrikler Allah’ın nimetini bilmekle beraber, bunları kendilerine veren Allah’tan başkasına ibadet etmekle bu nimetleri inkâr ederler.
Onların çoğu işte böyle nankördürler!
84 – Gün gelecek, o gün her ümmetten birer şahit getireceğiz.
Artık ne o kâfirlere konuşmaları için izin verilecek, ne de özür dileme imkânı bırakılacak. [77,35-36]
Şahit, o ümmetin peygamberi veya onun tebligatını güncelleştiren peygamber vârislerinden biridir.
85 – O zalimler cehennem azabını görünce yalvarıp yakarırlar.
Fakat ne azapları hafifletilir, ne de kendilerine mühlet verilir. [25,12-14; 18,53; 21, 39-40]
86 – Müşrikler orada şeriklerini görünce:
“Yüce Rabbimiz! Ha işte Senden başka yalvardığımız, Sana ortak saydığımız putlarımız.
Onlar yok mu onlar, işte onlar bizi şaşırttılar!” der,
onlarsa bunların suratlarına şu sözü çarparlar: “Yalancının tekisiniz siz!” [46,5-6; 19, 81-82; 29,25; 18,52]
87 – Ve o gün zalimler Allah’ın hükmüne teslim olur,
uydurdukları tanrılar da kendilerini bırakıp ortalıkta görünmez olurlar. [32,12; 20,111]
88 – Onlar ki kendileri kâfir oldukları gibi başkalarını da Allah yolundan çevirirler...
İşte başka insanları da ifsad ettikleri için, onların cezalarını kat kat artırırız.
89 – Gün gelecek, her ümmetten kendilerine birer şahit getireceğiz.
Seni de ümmetin üzerine bir şahit olarak getirip dinleyeceğiz.
Ey Resulüm, işte sana bu kutlu kitabı indirdik ki her şeyi açıklasın, doğru yolu göstersin,
Allah’a teslimiyetle itaat edecek olanlara, rahmetin ve müjdenin ta kendisi olsun. [7,6; 5,109; 4,41]
Kur’ân-ı Kerim hidâyet ve dalâletin, âhiretteki kurtuluş veya azabın sebeplerini bildirmiş, dinin hükümlerini ayrıntılı veya mücmel olarak ihtiva etmiştir. Mücmel (çok özlü) hükümleri ise, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in sünneti açıklamıştır.
90 – Allah adaleti, hatta adaletten de fazla olarak ihsanı, en güzel davranışı ve muhtaç oldukları şeyleri yakınlara vermeyi emreder.
Hayasızlığı, çirkin işleri, zulüm ve tecavüzü yasaklar. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir. [16,126; 5,8; 17,26; 7,33]
Bu âyet, iyiliğin ve fenalığın çeşitli derecelerini göstererek sağlıklı bir toplumun başlıca dayanaklarını zihinlere yerleştirmektedir. Dolayısıyla cuma namazında hutbenin sonunda okunup bu esasların hatırlatılması pek isabetlidir.
91 – Bir de sözleşme yaptığınızda Allah’ın huzurunda verdiğiniz sözü yerine getirin.
Allah’ı kefil ederek bağlandığınız yeminleri te’kid ettikten sonra bozmayın.
Hiç şüphe yok ki Allah yaptığınız her şeyi bilir. [2,224; 5,89]
92 – Bir topluluk, diğer bir topluluktan sayıca, nüfuzca veya malca daha çok olduğu için, yeminlerinizi aranızda bir aldatma ve işi bozma sebebi kılıp da
ipliğini sağlamca büküp eğirdikten sonra çözen, böylece bütün emeğini boşa çıkaran ahmak kadının durumuna düşmeyin.
Gerçekten Allah sizi bununla (sözünüzü yerine getirmekle veya nüfuz ve servet çokluğu ile) imtihan eder.
Kıyamet günü de hakkında ihtilafa düşmüş olduğunuz şeyleri size açıklayacaktır.
93 – Allah dileseydi sizin hepinizi bir tek ümmet yapardı.
Lâkin O, dilediğini şaşırtır, dilediğini doğru yola iletir.
Şu kesin ki sizler bütün yaptıklarınızdan sorguya çekileceksiniz. [10,99; 11,118-119]
Diğer dinleri yok etmeyi mübah saymak yanlıştır. Zira aksi halde Allah, insanlara seçme hürriyeti vermez, hepsini mümin ve itaatli yaratırdı. Allah kullarını imtihan etmektedir.
94 – Yeminlerinizi aranızda bir aldatma ve fesat aleti yapmayın ki sonra ayağınız sapasağlam bastıktan sonra kayabilir, insanları Allah yolundan alıkoymanız sebebiyle kötülüğün cezasını tadarsınız, âhirette de size pek büyük bir azap olur.
95 – Allah’a verdiğiniz sözü değersiz bir menfaat karşılığında satmayın!
Zira âhirette Allah nezdinde olan nimet, eğer bilirseniz, sizin için elbette daha hayırlıdır.
96 – Sizin elinizdekiler tükenir, ama Allah’ın elinde olanlar bakidir.
Biz sabredenleri, işledikleri en güzel işleri esas alarak ödüllendirecek, kötülüklerini bağışlayacağız.
97 – Erkek olsun kadın olsun, kim mümin olarak güzel işler yaparsa, elbette ona güzel bir hayat yaşatacak ve onları işledikleri en güzel işleri esas alarak ödüllendirecek, kötülüklerini bağışlayacağız.
98 – İmdi, Kur’ân okuyacağın zaman, o kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.
Kur’ân okumaya başlarken şeytandan Allah’a sığınmak yetmeyip tilavet boyunca da onun vesveselerinden sığınıp korunmaya çalışmak gerekir. Şeytanın, insanı Kur’ân hidâyetinden alıkoymak için çalıştığını unutmamalıdır.
99 – Aslında iman edip Rab’lerine güvenen ve dayananlar üzerinde onun bir nüfuzu yoktur.
100 – Onun nüfuzu, ancak onu dost edinenler ve onu Allah’a, ortak sayanlar üzerindedir.
101 – Biz bir âyetin yerine onun hükmünü neshedecek başka bir âyet getirdiğimiz zaman
-ki Allah göndereceği âyetleri pek iyi bilmektedir-
onlar: “Sen iftiracının tekisin!” dediler.
Hayır, hiç de öyle değil! Onların çoğu işin gerçeğini bilmiyorlar.
Bu âyeti nesih delili sayanlar vardır. Fakat bazı alimler neshin Mekke döneminde sözkonusu olmadığını söyleyerek âyeti şöyle anlarlar: Kur’ân aynı konuyu farklı yerlerde yeniden ele alır, yeni ayrıntılar ekler. Yahut aynı konuyu değişik yerlerde farklı örneklerle açıklar. Yahut vahyi safha safha gönderir. İnsanlara açıklamak için değişik üsluplar, yollar ve metodlar izler.
102 – Söyle onlara: “İman edenlere tam bir sebat vermek
ve Allah’a teslimiyet gösterecek Müslümanlara bir hidâyet ve müjde olmak üzere Kur’ân’ı,
Rabbin tarafından gerçek olarak getiren, Ruhu’l-kudüstür.
103 – Biz onların, Peygamber hakkında: “Mutlaka ona öğreten bir insan vardır!” dediklerini pek iyi biliyoruz.
Hakikatten uzaklaşarak tahminle kendisine yöneldikleri şahsın dili, yabancı bir dildir, halbuki bu Kur’ân, açık bir Arapça ifadedir.
104 – Allah’ın âyetlerine iman etmeyenler var ya (onlar inkârı tercih ettikleri müddetçe)
Allah onları hidâyete erdirmez.
-Onlara gayet acı bir azap vardır.
105 – Allah’ın âyetlerine iman etmeyenlerdir ki uydurdukları yalanı Allah’a mal ederler!
İşte yalancıların ta kendileri onlardır.
106 – Kalbi imanla dolu olarak mutmain iken, dini inkâr etmeye mecbur bırakılıp da yalnız dilleriyle inkâr sözünü söyleyenler hariç, kim imanından sonra Allah’ı inkâr ederek gönlünü inkâra açar, göğsüne küfrü yerleştirirse, onlara Allah tarafından bir gazap, hem de müthiş bir azap vardır.
Kureyş, Yasir ile ailesini dinden dönmeye zorladılar. Kabul etmeyince Yasir ile Sümeyye’yi develerle parçalattılar. Babası ile annesinin bu durumunu gören Ammar (r.a.) dili ile onların istedikleri sözü söyledi. Peygamberimiz (a.s.) onun ruhsatı (izni) kullandığını bildirdi. Âyet bu ruhsatı beyan buyurmak üzere indirilmiştir.
107 – Çünkü onlar dünya hayatını âhirete üstün tutmuşlar, âhiretlerini dünyalarına feda etmişlerdir ve çünkü onlar inkârı tercih ettikleri müddetçe Allah kâfirler topluluğunu hidâyete erdirmez.
108 – Bunlar o kimselerdir ki Allah onların kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlemiştir.
İşte hakkı göremeyen gafiller onlardır.
109 – Hiç şüphe yok ki âhirette de hüsrana uğrayanlar onlar olacaktır.
110 – Bundan sonra şunu bil ki: Şüphesiz ki senin Rabbin,
mihnet ve işkenceye, zulme ve baskıya uğradıktan sonra
mücahede edip sabreden, ardından da hicret edenlerle beraberdir.
Evet Rabbin, onların bütün bu güzel hareketlerine karşılık
elbette onları bağışlayıp ihsanda bulunacaktır. Çünkü O gafurdur, rahîmdir.
Burada öncelikle Habeşistana hicret eden müminlere işaret edilmektedir.
111 – Gün gelecek, herkes sadece kendisini kurtarmaya bakacak, gözü başkasını görmeyecek, her şahsa, yaptıklarının karşılığı tamtamına ödenecek, kendilerine asla haksızlık edilmeyecektir.
112 – Allah şöyle bir temsil getirir:
Bir şehir halkı vardı: Güvenlik ve huzur içinde idi, rızıkları her yandan bol bol, rahatça geliyordu.
Derken Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler,
Allah da halkının işlediği suçlar sebebiyle o şehre açlığı ve korkuyu tattırdı, (açlık ve korku elbise gibi kaplayıverdi bütün vücutlarını).
113 – Onlara, içlerinden bir peygamber geldi, onlar onu yalancı saydılar.
Derken onlar zulümlerine devam ederken, çok geçmeden azap kendilerini kıskıvrak yakaladı. [28,58-59; 14,28-29; 3,164; 2,151]
114 – Onun için siz Allah’ın size verdiği rızıklardan helâl ve hoş olarak yeyin.
Yalnız Allah’a ibadet ediyorsanız O’nun nimetlerine şükredin.
115 – Allah size sadece leşi, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanın etini haram kıldı.
Ama kim çaresiz kalırsa zaruret miktarını aşmayarak
ve başkasının hakkına da tecavüz etmeyerek,
haram kılınan şeyden yerse bunda günah yoktur.
Şüphesiz Allah çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur.
116 – Kendi dillerinizin yalan yanlış nitelendirmesiyle uydurduğunuz yalanı Allah’a mal ederek “bu helâldir, şu haramdır” demeyin.
Çünkü Allah adına yalan söyleyenler asla iflah olmazlar.
117 – Onların bütün bulacakları, dünyanın azıcık bir zevkidir.
Onlara gayet acı bir azap vardır. [31,24; 10,70]
118 – Yahudilere de, daha önce sana bildirdiğimiz şeyleri haram kılmıştık.
Bununla Biz onlara zulmetmedik.
Lâkin onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı. [4,160; 6,146; 6,119]
Daha önce indirilen, 6,146. âyetine işaret ediliyor.
119 – Bundan sonra şunu bil ki: Rabbin, cahillik sebebiyle fenalık yapan,
peşinden tövbe edip halini ve işini düzeltenleri bağışlar.
Rabbin, onların bu hallerinden sonra elbette gafur ve rahîm olduğunu gösterir.
120 – Gerçekten İbrâhim, hak dine yönelen,
Allah’a itaat üzere bulunan tek başına bir ümmet,
bütün hayırlı halleri kendinde toplayan bir önder idi.
O hiçbir zaman müşriklerden olmadı.
Yaşadığı dönemde dünyada tevhid sancağını taşıyan tek Müslüman idi. Normalde bir ümmet tarafından yürütülen bir görevi yaptığı için, bir ümmet sayılırdı.
121 – Allah’ın nimetlerine şükreden bir zat idi. Çünkü Allah onu seçmiş ve doğru yola iletmişti. [4,125; 21,51; 53,37]
122 – Biz ona dünyada iyilik verdik. Elbette o, âhirette de salihlerden olacaktır.
123 – Sonra da sana vahyettik ki: Doğru yola yönelerek İbrâhim’in dinine tâbi ol; zira o müşriklerden değildi.
124 – Sebt (cumartesi) tatili, ancak onda ihtilaf edenlere farz edilmişti.
Rabbin kıyamet günü ihtilaf ettikleri hususlarda onlar hakkında elbette hükmünü verecektir.
(Krş. Tevrat, Çıkış 20,8-11; 23,12-13; Sayılar 15,32-36) Aslında kendilerinin cuma gününü ibadete tahsis etmeleri istenmiş, muhalefet etmeleri üzerine, sıkı bir tatille cumartesi gününe riayet hükmü getirilmişti.
125 – Sen insanları Allah yoluna hikmetle, güzel ve makul öğütlerle dâvet et, gerektiği zaman da onlarla en güzel tarzda mücadele et.
Rabbin, elbette, yolundan sapanları en iyi bildiği gibi kimlerin doğru yola geleceğini de pek iyi bilir. [29,46; 20,44]
Bu âyet, İslâm tebliğinin esas metodunu tesbit etmektedir. İnsanlar başlıca üç kısımdır. Birinci kısım: aklını kullanmasını bilenler olup bunlara gerçeği anlatmak hikmetle, delilleri bildirmekle olur. İkinci kısım: daha geniş kitle olup bunlar akli delillerden çok, selim fıtratlarını koruyan fayda ve zararını düşünen kimselerdir. Bu gruba güzel öğüt vererek, hakka uymakla sağlayacakları faydaları, uymamakla mâruz kalacakları zararları anlatmak gerekir.
Bu ikisinden anlamayıp muhalif olan kâfirlere de, şartlara göre tartışmanın en verimli şekli ile gerçeği anlatıp savunmak gerekir. Unutmamalı ki Allah Firavun’a gönderdiği Hz. Mûsa ile Hz. Harun’a da: “Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitab edin. Olur ki aklını başına alır, yahut hiç değilse biraz çekinir” (20,44) talimatını vermişti.
126 – Ceza verecek olursanız, size yapılan muamelenin misliyle cezalandırın.
Ama eğer bu hususta sabrederseniz, bilin ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır. [5,45; 42, 40]
127 – Sabret! Senin sabrın da ancak Allah’ın yardımı iledir.
Kâfirlerin yüz çevirmelerinden mahzun olma, yaptıkları hilelerden dolayı da telaş edip darlanma. [9,40]
128 – Çünkü Allah fenalıktan korunanlar ve hep güzel davrananlarla beraberdir.
 
hicr suresi meali

Mekke döneminde nâzil olmuştur. 99 âyettir. 80. âyette bahsedilen Hicr ahalisi, sûreye isim olmuştur. Hicr halkı, Hz. Salih (a.s.)’ın kavmi olan Semûd halkıdır. Hicr sûresi, Kur’ân’ın Allah Teâlânın sözü olduğunu vurgulamaktadır. Bu sûre peygamberlerin tebliğleri karşısında bir grup kâfirin her zaman diretmiş olduğunu hatırlatır. Allah’ın varlığının ve birliğinin bazı delillerini serdeder. Sonra insanlığın en büyük kıssası olan Hz. Âdem (a.s.) ile İblis’in kıssasını anlatır. Büyük Kur’ân nimetine dikkat çekilerek sûre sona erdirilir.

Bismillahirrahmanirrahim.
1 – Elif Lâm Râ. Bunlar kitabın ve Kur’ân-ı Mübin’in âyetleridir.
Mübin teriminin anlamı için: (12,1;26,2; 28,2)
2 – Bir zaman olur kâfirler, “Keşke vaktiyle Müslüman olmuş olsaydık!” diye çok hasret çekerler. [6,27]
Bu pişmanlığı Allah müminlere zafer verdiğinde veya ölecekleri sırada yahut kıyamet günü dile getirirler.
3 – Bırak onları, yesin içsinler, zevklerine düşsünler, arzu ve emelleri kendilerini oyalaya dursun. Yakında bilecekler! [77,46]
4 – Bizim imha ettiğimiz her memleket hakkında mutlaka daha önce kararlaştırılmış, malum bir vaade vardır.
5 – Hiç bir ümmet vaadesini ne öne alabilir, ne erteleyebilir.
6-7 – O kâfirler, alay ederek: “Ey o kendisine kitap indirilmiş olan dediler; mutlaka sen bir delisin!
Eğer iddianda tutarlı isen, ne diye bize o melekleri getirip göstermiyorsun?” [23,70; 43,53; 25,21-22] {KM, Markos 3,22; Matta 11,18}
8 – Biz o melekleri ancak hikmet gereğince göndeririz.
Ama o zaman da, kendilerine hiç mühlet verilmez, derhal işleri bitirilir, mahvolup giderler.
9 – Hiç şüphe yok ki o zikri, Kur’ân’ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biz’iz. [5,67]
Kur’ân mesajı öyle dikkatli, titiz bir şekilde korunmuştur ki bugün dünyanın her tarafında en yaygın kitap olan bu eser, bir harf farkı olmaksızın binlerce yıldan beri okunmaktadır. Matbaa, kaydetme, ulaşım imkânlarına rağmen yirminci asırda yaşamış ünlü şahısların eserlerinde bile farklılıklar bulunması, bu işin başlı başına mûcize olduğunu gösterir.
10-11 – Senden önce gelip geçen milletlere de Biz Peygamberler gönderdik.
Ama onlara hiç bir resul gelmedi ki onunla alay etmiş olmasınlar.
12-13 – Biz böylece o inkâr ve alayı suçluların kalplerine sokarız.
Geçmiş ümmetlerin başlarına gelen felaketler ibret teşkil ettiği halde yine de onlar iman etmezler.
14-15 – Hatta o kâfirlere gökten bir kapı açsak, onlar da yukarı yükselip çıksalar,
yine de “Galiba gözlerimiz bağlandı, belki de büyüye tutulduk!” derler.
16-18 – Gerçekten Biz, gökte burçlar yarattık ve onları seyredenler için yıldızlarla süsledik.
Hem onu kovulmuş her şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı edenler olursa, onu da parlak bir ışık kovalar. [25,61; 85,1; 26,212; 37,8-10] {KM, Luka 10,18}
Burç: Kale, hisar, yüksek köşk mânalarına gelir. Gökyüzünde özel bir şekilde toplanmış olan birtakım yıldız kümelerine de burç denilmiştir. Bu kümelerin meşhur olanları on iki tane olmakla beraber, âyet-i kerimede “bürûcen” nekire şeklinde zikredildiğine göre, gökte daha keşfedilmemiş birçok yıldız kümesinin bulunduğuna işaret edilmektedir.
Şihab: “parlak ışık, alev” demektir. Göktaşı veya henüz keşfedilmemiş bir ışın türü olabilir.
Eğer göktaşı olarak düşünürsek, bunların dünya atmosferine son derecede fazla miktarda düştüğü bilinmektedir. Pek mümkündür ki, şeytanların uzayda yükselmeleri bu şihablarla önleniyordur. Fakat bunlar dünyada insanların hayatlarını imha etmezler. Zira göktaşları dünya küresini çevreleyen atmosfer küresine girer girmez yanıp kül olmakta, son derece nadir olarak, ibret olsun diye yere düşmektedir. Hasılı, dünyamız burçlarla korunmasaydı bu şihablar hayatımızı çoktan imha etmiş olurlardı.
19 – Yeri de yaydık, genişlettik ve oraya sağlam dağlar çaktık ve orada hikmetle ölçülmüş olarak her türlü nebatı yetiştirdik. [37,6] {KM, Tekvin 3,24}
20 – Orada hem siz insanlar için, hem rızkını sizin vermediğiniz daha nice yaratıklar için geçimlikler meydana getirdik.
21 – Hiçbir şey yoktur ki onu meydana getiren hazinelerin anahtarları elimizde olmasın. Biz onu ancak belirli bir ölçü ile indiririz.
22 – Aşılayıcı Rüzgârlar gönderdik. Derken gökten yağmur indirip onunla sizi suladık.
Halbuki o suyu hazinelerde depolayan da sizler değilsiniz. [39,21; 56,68-74; 16,10; 67,30]
Rüzgarların bitkilerdeki erkek ve dişi unsurlar arasında döllenmeyi sağladıklarına işaret ediliyor.
Âyetin son kısmı ise kaynak sularını oluşturan ilahî kanuna işaret ediyor. Yağmurla inen su yerde kaybolmaz. Yüzeye yakın taş havuzlarda depolanır. Tuzlardan ve kirlerden arıtılmış olarak tatlı bir hayat kaynağı halinde mahlûklara ikram edilir.
23 – Muhakkak ki hayatı veren de Biz’iz, hayatı geri alıp öldüren de ve elbette hepsine vâris olacak, hepsinden sonraya kalacak olan baki de Biz’iz.
24 – Doğrusu sizden, önden gidenleri de, geri kalanları da Biz pek iyi biliriz.
Doğup ölenleri veya ileride dünyaya gelip ölecekleri yahut İslâm’da, Cihadda, taatte öne geçip geri kalanları da biliriz. Sizin hallerinizden hiç biri Biz’e gizli kalmaz, demektir.
25 – Senin Rabbin, elbette onları mahşerde toplayacaktır. Çünkü O hakîmdir, alîmdir (tam hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyi bilir).
26 – Biz insanı kara çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık. [55,14-15; 6,2]
27 – Cinleri de daha önce, zehirli ateşten yaratmıştık.
28 – Ve hani Rabbin meleklere: “Ben, demişti, kuru çamurdan, şekillenmiş bir çamurdan bir beşer yaratacağım.”
29 – “Bu itibarla, Ben onu düzenlediğim insan şekline koyduğum ve içine ruhumdan üflediğim zaman, derhal onun önünde secdeye kapanınız.” [2,34; 7,11; 38,72]
Allah’ın isimlerinin insanda böyle tecelli etmesidir ki insanı dünyada halife kılmış ve bütün mahlûkat üzerine çıkarmıştır.
30-31 – İblis hariç bütün melekler secdeye kapandılar. O ise kibirlenip, secde edenler arasında yer almadı.
32 – Allah İblis’e: “Sen niye secde edenlerle beraber olmadın?” diye sordu.
33 – “Benim,” dedi, “kuru çamurdan şekillenmiş balçıktan yarattığın bir beşere secde etmem mümkün değildir.” [2,34; 7,12; 17,62] [38,76]
34-35 – Allah şöyle buyurdu: “O halde, defol buradan! Çünkü sen kovuldun,
ve bu lânet, hesap gününe kadar senin üzerinde devam edecektir.”
36 – “Ya Rabbî!” dedi, “O halde insanların diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver!”
37-38 – “Haydi, buyurdu, belirli bir güne kadar sana müsaade edildi.”
39-40 – İblis dedi ki: “Ya Rabbî! Beni azdırmana karşılık,
yemin ederim ki ben de dünyada onlara günahları süsleyeceğim
ve senin ihlasa erdirdiğin kulların müstesna, onların hepsini azdıracağım” [17,62; 38,82-83]
İblis şunu demek istiyor: “Ya Rabbî, benden aşağıda olan birine boyun eğmemi istedin. Benim bu emre uymayacağım sence mâlumdu. İşte böylece azmama sebep oldun ve bu da bu insanlar sebebiyle başıma geldi. İşte ben de onları azdıracağım.”
41 – Allah buyurdu: “Bu seçkin kullarımın tuttuğu yol, işte Ben’im gözettiğim dosdoğru yoldur.” [16,9; 1,6-7]
42 – “Şüphesiz Benim o seçkin kullarım üzerinde senin hiçbir nüfûzun yoktur, ancak senin peşine takılmış şaşkın azgınlar başka!”
43-44 – Şüphesiz cehennem de o azgınların hepsinin varacakları yerdir.
Oranın yedi kapısı vardır ve her kapıdan kimlerin gireceği belirlenmiştir.
İblis kıssasının hatırlatılması şu muhtevada olmuştur: Daha önceki âyetlerde kâfirlerin felakete ***üren yollara tâbi oldukları üzerinde durulmuştu. Bu sapıklıkların gerisinde, en büyük bir düşmanın bulunduğunu, insanların buna karşı daima uyanık ve tetikte olmalarının lüzumunu hatırlatmak için bu kıssaya yer verilmiş ve denilmek istenmiştir ki: “Peygamber sizi bu tehlikeden kurtarmak istiyor. Fakat siz dostunuzu düşmanınızı ayırd edemiyorsunuz.”
45 – Şeytana uymaktan korunan müttakiler ise cennetlerde ve pınar başlarındadırlar.
46 – “Esenlikle, emin olarak girin oraya!” (denir onlara).
47 – Onların kalplerindeki kini söküp çıkarmışızdır. Dost ve kardeş olarak, divanlar üzerinde karşı karşıya otururlar.
48 – Orada kendilerine hiç bir zahmet ve meşakkat dokunmaz, oradan hiç çıkarılmazlar.
49-50 – Kullarıma haber ver ki (günahları örten) gafur, (ihsanı bol olan) rahîm Ben’im.
Bununla beraber azabım da elîm mi elîm!
51 – Onlara İbrâhim’in misafirlerinden de bahset. [11,69; 51,24] {KM, Tekvin 18. bölüm}
Hz. İbrâhim (a.s.)’ın kıssasının münasebeti şudur. Bu sûrenin başında 7. âyette müşriklerin “Eğer iddianda tutarlı isen ne diye bize melekleri getirmiyorsun?” sözleri nakledilmişti. Onlara şu denilmek isteniyor: “Melekler gelirse, kesin hükmü icra için gelirler, artık size mühlet verilmez.”
52 – Onun yanına girdiklerinde “Selam!” dediler. İbrâhim: “Biz sizden korkuyoruz.” dedi.
Misafirlere ikram ettiği yiyecekleri yemediklerini görünce böyle dedi.
53 – “Korkma!” dediler. “Biz sana (büyüdüğünde) âlim olacak bir oğlunuzun dünyaya geleceğini müjdeliyoruz.” [52,28]
54 – “Beni mi müjdeliyorsunuz?” dedi. “Bana ihtiyarlık gelip çatmışken, artık beni nasıl tebşir edersiniz?”
55 – “Sana gerçeği müjdeledik, onun için ümit kesenlerden olma!” dediler.
56 – O da: “Rabbinin rahmetinden, hak yoldan sapanlardan başka kim ümit keser ki?” dedi.
57 – Ve ilâve etti: “Ey elçiler, bundan başka işiniz nedir? sorabilir miyim?”
58-60 – “Haberin olsun!” dediler, “Biz, Lut’un ailesi dışında suçlu bir topluluğu cezalandırmak için gönderildik; onun karısı hariç tüm ailesini kurtaracağız.
Zira eşinin suçlularla beraber kalmasını gerekli gördük.”
61-62 – Elçiler Lut’un evine gelince O: “Doğrusu, siz ürkülecek kimselersiniz.” dedi.
63-65 – “Yok” dediler, “Biz sana, onların şüphe ettikleri cezayı getirdik ve sana emr-i Hak ile geldik, emin ol biz sadık kimseleriz.
Hemen gecenin sonunda aileni yola çıkar, sen de arkalarından git, içinizden hiç kimse dönüp ardına bakmasın, size emredilen yere geçin gidin.” [15,8; 11,65]
Bundan maksat: “Sakın arkana bakma, yoksa taş kesilirsin.” değildir. Maksat şudur: “Arkanıza bakarsanız felakette helâk olanların müthiş çığlıkları, manzaraları ile karşılaşırsınız. Şimdi ne onların lâyık oldukları cezayı bulmaları sebebiyle sevinme, ne de üzülme zamanı değildir. Oradan hızla uzaklaşmalısınız ki azap yağmurundan etkilenmeyesiniz.”
66 – Ona şu kesin emri vahyettik: “Sabaha çıkarlarken onların kökü kesilmiş olacaktır!” [11,81]
67 – Şehir halkı da misafirlerin geldiğini duyup eğlenmek için gelmişlerdi.
68-69 – “Bunlar benim misafirlerim!” dedi, “Ne olur beni mahcûp etmeyin. Allah’tan korkun da beni rüsvay etmeyin.”
Bu âyetler onların saldırganlıkta âdeta gözlerinin döndüğünü zarif bir üslûpla ifade ediyor. Halk tarafından saygı duyulan birine, kısa süre için uğrayan bir misafir bile emin olamıyordu. Talmudda bu çürümelerin çok somut örnekleri rivâyet edilir.
70 – Onlarsa: “Biz seni elalemin işine karışmaktan menetmemiş miydik (şunu bunu korumak sana mı kalmış!)” dediler.
71 – Lût: “Eğer evlenmek isterseniz, işte kızlarım, onlarla evlenebilirsiniz” dedi.
72 – (Resulüm!) “Hayatın hakkı için onlar, kendilerini öylesine kaybetmişlerdi ki sarhoşlukları içinde sürünüp gitmekte idiler.”
Bu hitabı yapan Cenab-ı Allah’tır. Bir başka tefsire göre, hitab edenler elçi melekler “Hayatın hakkı için, onlar sarhoşlukları içinde sürünüp gitmektedirler.” demişlerdi.
73 – Güneş doğarken o korkunç ses bastırıverdi onları!
74 – Bir anda şehirlerinin üstünü altına çevirdik. Pişirilmiş çamurdan yapılmış taş yağmuruna tuttuk onları!
75 – Elbette bunda işaretten anlayanlar için alınacak nice ibretler vardır.
76 – Hem o şehir harabesi uğrak bir yol üzerindedir.
Bu şehrin harabeleri Hicaz’dan Suriye ve Mısır’a giden yol üzerindedir.
77 – Elbette bunda, iman edecekler için çok ibretler vardır.
78 – Eyke halkı da zalim mi zalim bir halk idi.
Eyke, Tebük’ün eski adı olup Şuayb (a.s)’ın halkıdır.
79 – Onlara da hak ettikleri cezayı verdik. Bu her iki şehir harabesi de uğrak bir yol üzerindedir.
80 – Hicr halkı da peygamberleri yalancı saydı.
Hicr, Semud’un başkenti idi. Kalıntıları Medine’nin kuzeybatısında el-Ula kasabasının yanındadır. Medine - Tebük karayolu üzerindedir. Hz. Peygamber (a.s.)’ın tavsiyesine uyarak, buradan geçenler orada konaklamazlar.
81 – Onlara delil ve mûcizelerimizi verdik, ama onlar bu delillerden yüz çevirdiler [41,17]
82 – Dağlarda evler yontarak güven içinde bulunuyorlardı.
83 – Bir sabah o korkunç ses bastırıverdi onları!
84 – Kazanıp ele geçirdikleri mal ve imkânlar hiçbir fayda vermedi kendilerine.
Bu âyet Hz. Peygamberi ve müminleri teselli etmektedir. Hakikatin mutlaka zuhur edeceğini, batılın savletinin devamlı olmadığını bildirmektedir.
85 – Öyle ya, Biz gökleri, yeri ve bu ikisinin aralarında bulunan varlıkları elbette boşuna değil, gerçek bir gaye ve hikmetle yarattık.
Hiç şüphe yok ki o kıyamet saati gelip çatacaktır. Öyleyse müsamaha ile tatlılıkla davran onlara. [23,115-116; 38,27; 53,31; 43,89]
86 – Elbette senin Rabbin mükemmel yaratan ve her şeyi hakkıyla bilendir. [36,81-83]
87 – Şu kesin ki biz sana Seb-i mesânî ile şu yüce Kur’ân’ı verdik.
Seb-i mesânî: Fatiha sûresidir.
88 – Sakın o kâfirlerden bir kısmına geçici bir zevk olarak verdiğimiz dünya nimetlerine göz dikme!
Onların iman etmemelerinden ötürü üzülme ve müminlere kol kanat ger, onları şefkatle koru. [20,131; 26,215; 9,128] {KM, Çıkış 18,15-16}
89 – Ve de ki: “Sizleri bekleyen felakete karşı sizi açıkça uyarıyorum.”
90-91 – Tıpkı o bölüşenlerin, O Kur’ân’ı parça parça edenlerin başlarına indirdiğimiz felaket gibi.
Muktesimîn: bölüşenler, bölenler veya yemin edenler mânalarına gelir. İlk mânaya göre: Kur’ân’ı kısım kısım ayırarak bir kısmını kabul, öbür kısmını reddedenler mânasına gelir. Bunlar, birinci derecede, kendileri de kısım kısım bölünmüş olan Yahudi ve Hıristiyanlardır. Ayrıca, inkârlarını var güçleriyle yemin ederek pekiştirenler de kasdedilmiş olabilir.
92 – Rabbin hakkı için, onların hepsini sorguya çekeceğiz!
93 – Onları yaptıkları işlerden sorumlu tutacağız.
94 – Şimdi sen, sana ne emredilmişse onu açıkça onlara söyle.
O müşriklere aldırma! [54,6; 68,10]
95 – Seninle alay edenlerin haklarından gelmeye Biz yeteriz.
96 – Onlar Allah’tan başka tanrı uyduruyorlar ama yaptıklarının sonucunu yakında öğrenecekler!
97 – Onların bu kabil iddialarından ötürü senin canının sıkıldığını çok iyi biliyoruz.
98 – Ama sen Rabbini hamd ile tenzih et ve secde edenlerden ol.
99 – Sana ölüm gelip çatıncaya kadar da Rabbine ibadet et. [74, 46-47]
Yakîn: Müfessirlerin ekserisi tarafından “ölüm” diye tefsir edilmektedir. Süleyman Ateş “kesin bilgi” diye yorumlayarak: “Rabbine ibadet et ki sana yakin gelsin, (kesin bilgiye eresin)” demektedir.
 
ibrahim suresi meali

Mekke’de nâzil olmuş olup 52 âyettir. Sûre, Kur’ân-ı Kerimin gerçekliğine dair bir girişten sonra Hz. Mûsâ (a.s.)’ın tebliğine yer verir. Daha sonra Nûh, Âd, Semûd halklarını, genel olarak inkârcıların tutumlarını ve onlara verilen dünyevî ve uhrevî cezaları bildirir.
Âhirette Şeytan’ın kâfirlere karşı yapacağı hitabeyi nakleder. Sonra Hz. İbrâhim (a.s.)’ın Mekke’de geçen kıssasına genişçe yer verir. Başlangıçta olduğu gibi Kur’ân’ın, Allah’ın insanlara yönelttiği bir bildiri olduğu hatırlatılarak sûre sona erer.



Bismillâhirrahmânirrahîm.
1-3 – Elif, Lâm, Râ. Bu, Rab’lerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, azîz ve hamîd (üstün kudret sahibi ve her işi övgüye lâyık olan) Allah’ın yoluna, göklerde ve yerdeki her şeyin sahibinin yoluna
insanları çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.
Kendilerini bekleyen o çetin azaptan ötürü vay o inkârcıların hallerine!
Vay onlara ki, âhirete inanmalarına rağmen, bile bile dünyayı âhirete tercih ederler.
İnsanları Allah yolundan çevirir de o yolu eğri büğrü göstermek isterler.
İşte onlar haktan, doğru yoldan çok uzak bir sapıklık içindedirler. [2,257; 57,9]
Kâfirler, Allah’ın rızasına tâbi olmayıp, Allah’ın dininin kendilerine tâbi olmasını isterler. Bu din, bütün örf, âdet, gelenek ve alışkanlıklarını doğrulasın, ama hoşlanmadıkları bir tek inanç ve ibadeti bile şart koşmasın isterler. Ancak bu hale getirdikten sonra dini kabul etmeye giderler.
4 – Biz her peygamberi, kendi milletinin lisanı ile gönderdik, ta ki onlara hakikatleri iyice açıklasın.
Artık Allah dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletir. O azîzdir, hakîmdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir). [7,158]
Allah hangi millete peygamber gönderirse, mesajını o milletin dili ile gönderir. Maksat, onların iyice anlamalarıdır. Bu sebeple bu âyet, kitabın mânalarının diğer dillere çevrilmesini de gerektirir. Fakat mesajı anlamak, zorunlu olarak kabulü gerektirmez. İman etmek, insanın tercihinden sonra Allah’ın takdirine bağlıdır.
5 – Bu cümleden olarak, Mûsâ’yı da “halkını karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah’ın önemli günlerini hatırlat.” diye âyetlerimizle gönderdik. Elbette bunda çok sabreden ve çok şükreden herkes için nice ibretler vardır.
6 – Bir vakit Mûsâ, kavmine: “Allah’ın, sizin üzerinizdeki nimetlerini hatırlayın:
Çünkü O sizi, size en kötü bir işkence uygulayan,
doğan erkek çocuklarınızı öldürüp kızlarınızı perişan bir hayata zorlayan
Firavun’un hâkimiyetinden kurtarmıştı.
Gerçekten bunda, Rabbinizden size büyük bir imtihan vardı.
Mûsâ (a.s.)’ın bu kabil tavsiyeleri geniş olarak Tevrat, Tesniye, 4,6,8,10,11 ve 28. bölümlerinde yer almaktadır.
7 – Ve düşünün ki: Rabbiniz şöyle ilan buyurdu: “Eğer şükrederseniz, Ben nimetlerimi daha da artırırım,
ama nankörlük ederseniz haberiniz olsun ki azabım pek şiddetlidir!”
8 – (Sözüne devam ederek “Eğer,” dedi Mûsâ, “Siz ve dünyada bulunan herkes kâfir olsa,
bilesiniz ki, Allah’ın hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, her türlü övgüye lâyıktır.” [39, 7; 64,6]
9 – Sizden önce gelip geçmiş ümmetlerin, Nuh, Âd ve Semûd halklarının
ve onlardan sonra gelip de Allah’tan başkasının tamtamına bilemeyeceği halkların başlarından geçen olaylardan haberdar olmadınız mı?
Elçileri kendilerine delil ve mûcizeler getirdiler de onlar ellerini ağızlarına ***ürüp:
“Biz, dediler, sizinle gönderilen talimatları kabul etmiyoruz. Çünkü biz, bize yaptığınız dâvetin mahiyetinden derin bir kuşku içindeyiz.” [7,65]
“Eli ağzına ***ürmek” hayret, red veya tahkir ifadesi olmalıdır. Red ve alaylarını göstermek amacıyla ıslık çalmak için olabileceği gibi, sükût işareti olarak, susmaya dâvet için de yapmış olabilirler.
10 – Peygamberleri onlara: “Hiç gökleri ve yeri yaratan yüce Yaratıcı hakkında şüphe edilebilir mi?
O günahlarınızı affetmeye çağırıyor ve muayyen bir süreye kadar size müsaade ediyor, mühlet veriyor.” dediler.
Onlarsa: “Siz,” dediler, “bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsiniz.
Siz bizi atalarımızın ibadet ettiği tanrılardan vazgeçirmek istiyorsunuz. O halde bize açık delil getirin.” [11,3]
11 – Resulleri onlara: “Evet,” dediler. “Biz sizin gibi beşerden başka bir şey değiliz.
Fakat Allah peygamberlik nimetini kullarından dilediğine ihsan eder.
Allah’ın izni olmadıkça size mûcize göstermemiz mümkün değildir.
O halde müminler yalnız Allah’a dayanıp güvenmelidirler.”
12 – “Biz neden Allah’a tevekkül etmeyelim ki gireceğimiz yolları bize O gösterdi.
Bize verdiğiniz her türlü eza ve sıkıntıya sabredeceğiz.
Tevekkül edenler yalnız Allah’a dayanıp güvenmelidirler.”
13-14 – Kâfirler resullerine dediler ki: “Ya sizi yurdumuzdan kovarız, yahut bizim dinimize dönersiniz.”
Rab’leri de onlara vahyetti ki: “Elbette Biz o zalimleri imha edeceğiz
ve onlardan sonra o ülkeye sizi yerleştireceğiz.
İşte bu, huzuruma çıkmaktan ve uyardığım azaptan çekinenler içindir.” [7,88; 27,56; 17,76; 8,30]
Bu âyet, Hz. Peygamber (a.s.)’ın vatanından hicret edeceğine, fakat daha sonra kendisini çıkaranların yerine hakim olacağına işaret etmektedir.
15-17 – Resuller Allah’tan yardım ve zafer istediler. Neticede her inatçı, zorba zalim hüsrana uğradı.
İş bununla bitmeyecek, ardından o zorba, cehenneme girecek.
Orada kendisine kanlı irinli su içirilecek, yutmaya çalışacak ama boğazından geçiremeyecek.
Ölüm her yandan ona geldiği halde yine de ölmeyecek.
Bunun arkasından da pek şiddetli bir azap daha vardır. [37,171-173; 58,21; 21,105; 50,24-26; 22,21; 35,36; 55,43-44; 37,64-68]
18 – Rab’lerini inkâr edenlerin durumu şudur: Onların iyi işleri, bir kül yığınına benzer.
Fırtınalı bir günde rüzgâr onu şiddetle savurmaktadır...
Kazandıklarından hiç bir şeyi ellerinde tutamıyorlar. İşte asıl kayıp, asıl sapıklık budur! [25,23; 3,117]
19-20 – Görüp anlamadın mı ki Allah gökleri ve yeri, hikmetle ve ciddî bir maksat için yaratmıştır.
Eğer dilerse sizi ortadan kaldırıp yepyeni bir halk getirir. Allah’a göre bu, sözü edilecek bir şey değildir. [36,77-83; 47,38]
Hitap görünüşte Hz. Peygamber (a.s.)’a, gerçekte ise bütün insanlaradır.
21 – Bir de bakarsın kıyamet gününde hepsi toplanarak Allah’ın huzuruna çıkmışlar.
Zayıflar büyüklük taslayanlara: “Biz,” diyecekler, “Sizlere tâbi idik. Şimdi siz, bize fayda sağlayıp da Allah’ın azabından azcık bir şey uzaklaştırabiliyor musunuz?”
Büyüklük taslayanlar şöyle cevap verecekler: “Ne yapalım? Allah bize yol gösterseydi biz de size gösterirdik.
Şimdi biz sabretsek de, sızlansak da sonuç değişmez.
Anlaşıldı: Bizim kaçıp sığınacağımız bir yer yok!” [34,31-33; 40,47-48; 7,38-39; 33,66-68]
22 – Hesaplar görülüp iş tamamlanınca Şeytan onlara şöyle diyecek: “Allah size doğru vaadde bulundu. Ben de size bir şeyler vaad ettim, ama sözümden caydım.
Doğrusu, benim size istediğimi yaptıracak bir gücüm yoktu.
Sadece ben sizi dâvet ettim, siz de çağrımı kabul ettiniz. O halde beni ayıplamayın, kendi kendinizi kınayın.
Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz.
Ben, sizin daha önce beni Allah’a şerik yapmanızı da reddetmiştim.”
Elbette, böyle zalimlerin hakkı gayet acı bir azaptır. [4,120; 59,16]
Allah’ın hükmü herkes hakkında kesinleşip, cennetlikler cennete, cehennemlikler de cehenneme girmeye hazırlandığı zaman Şeytan bu nutkunu irad edecektir.
23 – İman edip makbul ve güzel işler yapanlar, içlerinden ırmaklar akan cennetlere yerleştirilecekler, Rab’lerinin izniyle orada devamlı kalacaklardır.
Orada karşılaştıklarında iyi dilek temennileri “selam” olacaktır. [39,73; 13,23-24; 10,10]
Selâm: güvenlik, esenlik, her türlü zarardan kurtulma, barış anlamlarına gelip en kapsamlı bir temenni olduğundan, kaynağını da Allah’ın es-Selam ism-i şerifinden aldığından dünyada müminlere bahşedilen bir İslâm nimeti olarak cennette de devam edecektir.
24-25 – Görmedin mi Allah nasıl bir benzetme yaptı:
Güzel söz, kökü yerin derinliklerinde sabit, dalları ise göğe doğru yükselmiş bir ağaç gibidir ki
Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir.
Düşünüp ders çıkarsınlar diye Allah insanlara böyle temsiller getirir. [13,17] {KM, Mezmurlar 1,3-4; Matta 7,17-19; 13,4-32; Markos 4,1-34; Luka 8,5-18}
Burada iman, güzel ağaca benzetilmiştir. Bir ağacın damarları, gövdesi, dalları, meyveleri vardır. İman ağacının damarları ilim, marifet ve yakindir. Gövdesi ihlâstır. Dalları iyi işler ve davranışlar, meyveleri ise güzel işlerin gerektirdiği temiz huylar, güzel hasletlerdir. Bir ağacın canlılığını sürdürmesi için sulanıp bakılması gerektiği gibi iman ağacı da ilim, iyi işler, tefekkür ile gözetilmezse, o da kuruma tehlikesine mâruz kalır. Bir hadiste Hz. Peygamber (a.s.): “Elbise nasıl yıpranırsa, kalpteki iman da öylece yıpranıp eskir. O halde, imanınızı daima tazeleyin.” buyurmuştur. İbadetlere vakti vaktine devam, bu bakımı sağlar.
26 – Kötü söz ise, gövdesi toprağın üstünden kolayca çıkarılabilen, kökleşip yerleşmeyen değersiz bir ağaca benzer.
Kötü söz de köksüz bir bitkiye benzetilmiştir. Ne sağlam kökü, ne yükselen dalları, ne güzel meyveleri, ne gölgesi vardır. İşte kâfir böyledir.
27 – Allah iman edenleri hem dünyada hem âhirette o sabit söz üzerinde sağlam bir şekilde tutar. Zalimleri ise şaşırtır. Allah elbette dilediğini yapar.
28-29 – Allah’ın nimetine bedel, inkâr ve nankörlüğü tercih edenleri, ayrıca kendi halklarını da helâk yurduna, cehenneme sürükleyenleri görmedin mi?
Onların hepsi oraya girecekler. Cehennem ne kötü bir yerleşim yeridir!
30 – İnsanları Allah’ın yolundan saptırmak için birtakım ortaklar uydurdular.
De ki: “Azıcık yararlanın bakalım, nasılsa sonunda gideceğiniz yer ateştir!” [10,70]
31 – Söyle o iman etmiş kullarıma:
Namazı tam gerektiği şekilde kılsınlar ve ne alış verişin, ne de dostluğun olmadığı gün gelmeden önce, gizli ve açık şekilde, kendilerine ihsan ettiğimiz rızıklardan, nimetlerden bağışta bulunsunlar. [2,254; 57,15]
32 – Gökleri ve yeri yaratan Allah’tır.
Gökten yağmur indirip size rızık olsun diye, onunla türlü türlü meyveler ve ürünler çıkaran da O’dur.
İzni ile denizde dolaşmak üzere gemileri size râm eden,
akan suları ve ırmakları da sizin hizmetinize veren O’dur.
33 – Mûtad seyirlerini yapan güneş ile ay’ı size âmade kılan, geceyi ve gündüzü istifadenize veren de O’dur. [36,37-40; 7,54; 39,5]
34 – Hasılı O, Kendisinden dilediğiniz her şeyi verdi. Öyle ki Allah’ın size verdiği nimetleri birer birer saymaya kalkarsanız, mümkün değil, onları sayamazsınız. Gerçekten insan zalim ve nankördür. [16,18]
35 – Bir de, İbrâhim, bir vakitler şöyle demişti: “Ya Rabbî! Burayı emin bir belde kıl, beni de evlatlarımı da putlara tapmaktan uzak tut.” [2,126; 29,67; 3,96-97]
36 – “Ya Rabbî! Doğrusu onlar (putlar) insanların birçoğunu saptırdılar. Artık bundan sonra kim bana tâbi olursa, o bendendir.
Kim de bana karşı gelirse o da Sen’in merhametine kalmıştır, şüphesiz Sen gafursun, rahîmsin.”
Putlar birçok insanın sapmasına sebep olduğundan mecazî olarak saptırma işi onlara maledilmiştir. Hz. İbrâhim (a.s.) doğru yolda gidenler için dua edip nimet ve bereket istiyor. Fakat isyan edenler için ceza istemeyip, Allah’ın mağfiret ve merhametine havale ediyor. Bu onun meşhur şefkatinin tezahürlerinden biridir. Benzeri bir davranışı Hz. Îsâ (a.s.) da yapmıştır. [5,118]
37 – “Ey bizim Rabbimiz! Ben zürriyetimden bir kısmını senin kutsal mâbedinin yanında, ekin bitmez bir vâdide yerleştirdim.
Ey bizim Rabbimiz! Namazı gereğince kılsınlar diye böyle yaptım.
Ya Rabbî! Artık insanların bir kısmının gönüllerini onlara doğru yönelt, onları her türlü ürünlerden rızıklandır ki Sana şükretsinler.” [2,125-127; 5,97; 28,57] {KM, Tekvin 16. bölüm ve 17,18-20; 25,12-18}
Bu duanın bereketiyledir ki Hz. Muhammed (a.s.)’dan önce bütün Arabistan, ondan sonra ise bütün dünya oraya akın ediyorlar. Senenin her mevsiminde her çeşit sebze, meyve ve ürünler, hem de uygun fiatlarla orada bulunuyor.
38 – “Ey bizim Rabbimiz! Biz ister gizleyelim, ister açığa vuralım, yaptığımız her şeyi bilirsin. Zaten göklerde ve yerde Allah’a gizli kalan hiçbir şey yoktur.”
39 – “Hamd olsun Allah’a ki, hayli yaşlı olmama rağmen,
bu ihtiyarlık halimde İsmâil ve İshak’ı bana ihsan etti. Şüphesiz ki Rabbim duayı kabul buyurur.”
40 –“Ya Rabbî! Beni de, neslimi de namazı devamlı olarak ve gereğince kılan kullarından eyle! Duamı, lütfen kabul buyur Ya Rabbi!”[2,124]
41 – “Ey Rabbimiz! Beni, annemi, babamı ve bütün müminleri kıyamet günü affeyle.”
Hz. İbrâhim (a.s.) vatanından ayrılırken babası için Allah’a dua edip af dileme sözü vermişti [19,47]. Onu yerine getirmek üzere böyle dua ediyor. Fakat daha sonra onun din düşmanı olduğunu kesin olarak anlayınca, onunla manevî ilişkilerini de kesti [9, 114]
42 – Sen, o zalimlerin işlediklerinden, sakın Allah’ın habersiz olduğunu zannetme!
O, sadece onları, dehşetinden gözlerinin donup kalacağı bir güne ertelemektedir.
43 – O gün onlar başlarını dikmiş, gözleri donup kalmış, kalpleri bomboş koşup dururlar. [54,8; 20,108-111; 70,44]
44 – Hem, azabın geleceği günü hatırlatarak insanları uyar!
O gün zalimler: “Ey bizim Rabbimiz! diyecekler, ne olur, bize kısa bir süre ver de senin çağrına uyma imkânı bulalım ve peygamberlerin izince gidelim.”
Peki, daha önce hiç zeval bulmayıp sürekli yaşayacağınıza dair yemin eden siz değil miydiniz? [23,99-100; 6,27-28]
45 – Sizden önce, kendilerine zulmetmiş olanların diyarlarına yerleştiniz.
Onlara neler yaptıklarımız da size iyice belli oldu ve size meseller getirerek gerçekleri anlattık.
46 – Onlar tuzaklar kurdular, ama Allah nezdinde de onlara tuzak var,
isterse onların tuzakları dağları yerinden oynatacak olsun!
47 – Sakın Allah’ın, peygamberlerine yaptığı vaadden cayacağını zannetme! Allah elbette mutlak galiptir, intikam sahibidir. [3,4; 5,95]
Allah’ın intikam sahibi olmasının anlamı şudur: O, zillet şaibesinden uzak olup izzet sahibidir. Hükmünü yürütür hakkı ve haklıları aşağılamak isteyenleri vakti gelince perişan eder. Hakka hayat hakkı vermeyenlere mutluluk vermez. Allah’ın, kendisi için aldığı bir intikam söz konusu değildir. Fakat gerçeğe hakka yardım etmesi ve haklı olanların hakkını zalimlerden alması, adaletinin gereğidir. İşte Allah’ın intikamını böyle anlamak gerekir.
48 – Gün gelecek, yer başka bir yere, gökler de başka göklere çevrilecek.
Bütün insanlar kabirlerinden kalkıp tek hâkim olan Allah’ın huzuruna çıkarlar. {KM, Vahiy 21. bölüm; İşaya 65,17}
Tebdil ya özde olan bir değişiklik [4,56] veya vasıfta olan bir değişiklik [25,70] anlamlarına gelebilir. Bundan ötürü gerek eski, gerek yakın dönemde yaşamış müfessirler ve kelâm alimleri her iki mânaya göre de tefsir etmişlerdir.
49-50 – O gün suçlu kâfirlerin birbirine yaklaştırılarak kelepçelendiğini görürsün. Gömlekleri katrandandır, yüzlerini ise ateş kaplar. [37,22; 25,3; 38,37-38; 23,104]
51 – Allah her insana kazandığının karşılığını vermek için (diriltir). Allah, hesabı çok çabuk görür. [53,31; 21,1]
52 – İşte bu Kur’ân insanlara beliğ bir tebliğdir,
ta ki onunla uyarılsınlar,
ta ki Allah’ın tek İlah olduğunu bilsinler.
Ve ta ki aklı ve vicdanı temiz olanlar,
düşünüp ders alsınlar... [6,19]
 
rad suresi meali

Medine’de indirilmiş olup 43 âyettir. 13. âyette geçen ve “gök gürlemesi” anlamına gelen ra’d kelimesi, bu sûrenin ismi olmuştur. Konuları bakımından Mekkî sûrelere benzemektedir. Mekke döneminin sonlarında indiğini söyleyenler de vardır. Allah Teâlânın varlığı, birliği, vahiy, nübüvvet ve âhiret gibi iman esaslarını konu edinir. Bu gerçekleri, meseller (paraboller) ile somutlaştırarak anlatır.

Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Elif, Lâm, Mîm, Râ. İşte bunlar sana indirilen kitabın âyetleridir. Sana Rabbin tarafından indirilen Kur’ân haktır, gerçektir, ama insanların çoğu buna inanmazlar.
2 – Allah O’dur ki gökleri, sizin de görüp durduğunuz gibi, direksiz yükseltti. Sonra da Arşının üstünde kuruldu.
Güneşi ve Ay’ı hizmet etmeleri için sizin emrinize verdi. Bunlardan her biri belirli bir vakte kadar dolaşmaktadır.
Bütün işleri O yönetir. Âyetleri size açıklar ki Rabbinize kavuşacağınıza iman edesiniz. [7,54; 11,3; 36,38; 41,37; 7,54]
Ayet-i kerimede yer alan İstiva etti tabiri: Arşının üstünde kuruldu, onları hakimiyeti altına aldı ve onlar üzerinde hükmünü yürütmeye başladı demektir. İstiva’nın mânası için bkz. 7,53.
Göklerin yükseltilmesi cümlesi iki şekilde anlaşılmaya müsaittir. Birincisini mealde yazdık. İkincisi: Allah gökleri, sizin göremediğiniz birtakım direklerle yükseltti. Bu anlama göre âyetin, gök cisimleri arasındaki çekim kuvvetine işaret ettiği söylenebilir.
3 – Hem O’dur ki yeri yaydı. Orada sağlam dağlar yükseltti, ırmaklar akıttı. Her meyvenin içinde iki eş yarattı.
Sürekli olarak geceyi gündüze bürüyüp duruyor. Elbette bunlarda, iyice düşünen kimseler için, alacak nice dersler ve ibretler vardır. [10,3]
Çiçeklerin ve meyvelerin erkek ve dişi olarak çift unsurlara sahip oldukları ve bir döllenme olayının gerçekleştiğine işaret edilmektedir.
4 – Dünyada birbirine komşu parçalar,
üzüm bağları, ekinler, bir kökten tek ve çok sürgülü hurma ağaçları vardır ki, hepsi aynı su ile sulanmaktadır.
Bununla beraber tat yönünden biz onların bazısını bazısından daha üstün, daha kaliteli kılarız.
Elbette bunlarda aklını kullanan kimseler için alacak nice dersler, nice ibretler vardır.
5 – Eğer onların iman etmemelerine şaşırıyorsan bil ki asıl şaşılacak olan, onların: “Ölüp toprak olduktan sonra biz yeniden mi yaratılacakmışız?” demeleridir.
İşte onlardır Rab’lerini inkâr edenler.
İşte onlardır boyunları tasmalı olanlar.
Ve işte onlardır, hem de ebedî kalmak üzere cehennemlik olanlar. [17,49; 34,33; 46,33; 50,15]
Dünyada, küfür ve dalâlet tasması, kıyamette de ateşten tasmalar takılacaktır. Tasma mahkûm ve esir olmanın alâmetidir. Bunlar da kendi alışkanlık ve taassuplarının esiri olduklarından delilleri değerlendirmezler.
6 – Şaşılacak bir yanları da, güzellik ve mutluluk dururken, kötülüğü çarçabuk istemeleridir.
Halbuki kendilerinden önce, ibret olacak nice cezalar gelip geçmiştir. (Niçin onlardan ibret almazlar?).
Doğrusu senin Rabbin insanların zulümlerine karşı yine de mağfiret sahibidir.
Bununla beraber unutmayın ki O cezalandırdığında da cezası çetindir. [15,6-8; 29,53-54; 38,16; 8,32; 35,45; 6,147]
7 – Kâfirler diyorlar ki: “Ona Rabbinden bir mûcize indirilmeli değil miydi?” Sen, ey Resulüm, sadece bir uyarıcısın. Her millete bir yol gösteren vardır. [17,59; 2,272; 35,24]
Her topluluğa peygamberlerden yol gösteren bir zat gönderilir. O da onlara dini tanıtır, kendilerine tahsis edilen mûcize ile halkını Allah’ın yoluna çağırır. Yoksa kâfirlerin tahakkümleriyle, keyiflerine göre istedikleri mûcizeyi göstermeleri söz konusu değildir.
Âyetteki yol gösteren “hâdi” den maksat, Allah Teâlâ da olabilir. Yani: “Senin görevin sadece uyarmaktır. İndirilen âyetlerini yalan sayanların, inkârlarına kulak asma. Zira Allah, doğru yolu göstermek için lâzım gelen her şeyi ortaya koymuştur. Ama ancak Kendisinin bileceği bir hikmetten ötürü, bir kimseyi hidâyet etmesi, meşîet-i ilahiyyenin buna taalluk etmesine bağlıdır ve onun meşîeti de, Kendisine mahsus olan hikmetine bağlıdır.
ve likülli kavmin hâd cümlesinin başındaki vav’ı atıf sayarak, “Sen sadece bir uyarıcı ve her millet için yol göstericisin.” mânası da mümkündür.
8 – İşte O Allah’tır ki her bir dişinin neye gebe olduğunu, karnında ne taşıdığını, ve rahimlerin neleri eksik bıraktığını, neleri artırdığını bilir. Doğrusu O’nun katında her şey bir ölçü iledir. [23,13-14; 39,6; 53,32]
Rahimlerin kazanıp artırması. Mesela beden bakımından kimin tam cüsseli, kimin kısa boylu olacağını bilir. Mâ mevsûle olup, yumurtanın dölyatağına tutunmasından doğum vaktine kadarki dönem kasdedilmiştir; yoksa sadece, hilkatin tamamlanmasından sonraki durum sözkonusu değildir. Yani Allah Teâlâ rahimdeki varlıkların erkek mi dişi mi normal mi, sağlıklı mı, eksik mi, güzel mi çirkin mi, uzun mu, kısa mı vs. olacağını bilir, demektir. Mâ masdariyye de olabilir.
9 – Gayb ve şehâdet alemini de, görünmeyen ve görünen âlemi de bilen, büyük ve yüce olan O’dur.
10 – Sizden sözünü gizleyenle, açıkça söyleyen,
geceleyin gizlenenle gündüzün meydanda gezen O’nun bilmesi bakımından hep aynı durumdadır. [20,7; 10,61; 11,5]
11 – O insanın önünde ve ardında devamlı sûrette nöbetleşerek görevlendirilen melekler vardır. Bunlar, Allah’ın emrinden ötürü, onu koruyup kollarlar.
Bir toplum kendinde olan durumu değiştirmedikçe, hiç şüphe yok ki, Allah da o toplumda olan hali değiştirmez.
Allah bir toplum için de kötülük irade buyurdu mu, onu geri çevirecek kuvvet yoktur. Artık Allah’ın dışında onları himaye edecek kimse olamaz. [8,53]
Görevli melekler, insan günah işleyince onun için mühlet isterler, mağfiret dilerler, yahut onu tehlikelerden korurlar veya Allah’ın emri sebebiyle insanın hallerini denetlerler.
12 – Size şimşeği göstererek, hem korku hem ümit verir, yağmur yüklü ağır bulutlar oluşturur.
13 – Gök gürlemesi hamd ile O’nu takdis ve tenzih eder.
Melekler de duydukları saygıdan ötürü O’nu takdis ve tenzih ederler.
O yıldırımlar gönderir, onlarla dilediği kimseleri çarpar.
Durum bu iken onlar hâlâ Allah hakkında birbirleriyle tartışıp, ileri geri konuşurlar. Halbuki O’nun cezası pek çetindir. [2,30; 17,44]
14 – Geçerli dua O’na yapılan duadır.
Müşriklerin O’ndan başka yöneldikleri putlar ise, kendilerine hiçbir surette icabet edemezler.
Onların durumu tıpkı, ağzına su ulaşsın diye iki elini önündeki kuyuya doğru uzatan adamın durumuna benzer.
Oysa bu durumda su, hiçbir zaman ona ulaşamaz. İşte kâfirlerin duası öyle boşa gider.
15 – Halbuki göklerde olsun, yerde olsun kim varsa, isteyerek veya istemeyerek, hem kendileri hem gölgeleri hepsi sabah akşam Allah’a secde ederler. [16,48-49; 12,18] {KM, Mezmurlar 148}
16 – “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” de! Onların da kabul ettiği gerçeği sen açıkla: “Allah’tır!” de!
Ama siz kalkmış, O’nun dışında, ne kendilerine gelen bir belayı uzaklaştırmaya ve ne de kendilerine bir fayda sağlamaya gücü yetmeyen birtakım tanrılar edinmişsiniz.
De ki: “Hiç kör ile gören bir olur mu? Yahut karanlıklarla aydınlık bir olur mu?
Yoksa Allah’ın yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da yaratma işi kendilerine şüpheli mi geldi?” De ki: “Her şeyin yaratıcısı Allah’tır. O tektir, her şeyin üstünde mutlak hâkimdir.” [36, 74; 39,3; 34,23; 53,26; 19,93-95]
17 – O gökten yağmur indirir de vâdiler, dereler kendi ölçülerince dolup sel olur akar.
Sel, suların üstünde kabaran köpüğü alıp ***ürür.
İnsanların zinet veya bazı eşyalar yapmak için ateşte erittikleri madenlerin de buna benzer köpüğü olur.
İşte Allah hak ile batılı, böyle bir temsil ile anlatır: Köpük yok olup gider, insanlara faydası olan cevher kısmı ise dipte kalır. Allah işte böylece misaller verir.
18 – Rab’lerinin çağrısına icabet edenlere en güzel mükâfat, cennet vardır.
Fakat O’nun dâvetini kabul etmeyenlere gelince,
şayet dünyada olan bütün şeyler ve onların bir misli daha kendilerinin olsaydı, kurtulmaları için fidye olarak hepsini verirlerdi.
İşte bunlar çetin bir hesaba mâruz kalacaklardır.
Onların kalacakları yer cehennem olacaktır. Orası ne kötü bir yerleşim yeridir! [18,87-88; 10,26]
19 – Şimdi, Rabbinden sana indirilen vahyin hak ve gerçek olduğunu bilenle kör hiç bir olur mu? Ancak akıl sahibi kimseler düşünüp ibret alırlar. [6,115; 59,20; 11,1]
20 – Allah’a verdikleri sözde duranlar ve misakı bozmayanlar da işte onlardır.
21 – Allah’ın gözetilmesini emrettiği şeyleri gözetirler.
Rab’lerinden çekinir ve pek çetin bir hesaptan endişe ederler.
22 – Onlar, sırf Rab’lerinin rızasını kazanmak için sabreder, namazı tam gerektiği şekilde kılarlar.
Kendilerine ihsan ettiğimiz rızıklardan gerek gizli, gerek açık bir tarzda bağışta bulunur ve kötülüğe iyilikle mukabele ederler.
İşte onlardır dünya diyarının güzel âkıbetini kazananlar. {KM, Luka 6,27-28}
23-24 – O güzel akıbet Adn cennetleri olup, onlar babalarından, eşlerinden ve nesillerinden iyi olanlarla birlikte o cennetlere girerler.
Öyle ki melekler de her kapıdan yanlarına varıp: “Sabretmenize karşılık size selamlar, selâmetler! Dünya diyarının ne güzel âkıbetidir bu!” diyecekler. [38,50] {KM, Vahiy 21,12-13}
25 – Ama Allah’a verdikleri sözü iyice pekiştirdikten sonra bozanlar
ve Allah’ın gözetilmesini emrettiği şeyleri terk edenler
ve yeryüzünde fesat çıkarıp nizamı bozanlar yok mu,
işte onlara sadece lânet vardır.
En kötü yurt olan cehennem vardır.
26 – Allah dilediği kimsenin rızkını bollaştırır, dilediği kimsenin rızkını ise daraltır.
O inkârcılar, sadece dünya hayatıyla sevinirler.
Halbuki dünya hayatı, âhiretin yanında geçici, değersiz bir metadan başka bir şey değildir. [23,55-56; 87,16-17]
27-28 – Yine o inkâr edenler diyorlar ki: “Peygambere Rabbi tarafından bir mûcize verilmeli değil miydi?”
De ki: “Allah dilediğini bu tür iddiaları sebebiyle saptırır. Kendisine yöneleni de hidâyete erdirir.
İşte onlar iman edip gönülleri Allah’ı zikretmekle, O’nu anmakla huzur bulan kimselerdir.
İyi bilin ki gönüller ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” [21,5; 10,101; 6,111]
Akıllı insanların üzerinde derinden derine düşünecekleri bunca harika eserler, Hz. Muhammed (a.s.)’ın peygamberliğine dair Allah tarafından bunca âyet ve delil varken, bunları delil saymıyorlar da, kimsenin karşı koyamayacağı bir musîbeti, bir belayı isteyip duruyorlar. Halbuki bu cebir ve zorlama, ilahî hikmete aykırıdır. Yukarıda geçen bu sözlerin bir daha tekrarlanması, kâfirlerin bu isteklerini inatla sürdürdüklerini göstermektedir. Demek Peygamberimize mûcize verilmemiş değildir. Âyet onların keyiflerine göre teklif ettikleri olağanüstü şeyleri reddetmektedir.
29 – Ne mutlu iman edip de makbul ve güzel işler yapanlara!
Eninde sonunda dönüp gidilecek güzel yurt onların olacak.
30 – İşte senden önce peygamberler gönderdiğimiz gibi, sana vahyettiğimiz kitabı onlara okuman için seni de, kendilerinden önce nice milletler geçmiş olan bir millete gönderdik.
Onlar ise Rahman’a nankörlük eder, O’nu tanımazlar.
De ki: “O benim Rabbimdir. O’ndan başka tanrı yoktur.
O’na dayandım, tövbem ve dönüşüm yalnız O’nadır.” [16,63; 6,34]
31 – Eğer dağları yürütecek, yeri param parça edecek, ölüleri bile konuşturacak bir kitap olsaydı, işte o, bu Kur’ân olurdu! Doğrusu her türlü emir ve hüküm, Allah’a aittir.
Bu müminler hâlâ öğrenmediler mi ki Allah dileseydi bütün insanları hidâyet eder, doğru yola koyardı.
O kâfirlerin kendi yaptıkları işler sebebiyle başlarına durmadan bela inecek veya ülkelerinin hemen yanıbaşına düşecek ve bu hal Allah’ın vaad ettiği kıyamet gelinceye dek sürecek. Allah asla sözünden caymaz. [46,27; 21, 44; 14,47]
Daha önceki kitaplardan herhangi biri doğru yolu gösterme dışında; dağları yürütme gibi harikalar gerçekleştirseydi bu Kur’an’da böyle olurdu. Allah kitabı bu işler için değil, okunup düşünülmesi ve içindeki hidayetten istifade edilmesi için gönderilmiştir. Maddi ve manevi bütün kudret ve tesir Allahın’dır. O dilerse dağları yürütür, yeri parçalatır, ölüleri konuşturur dilerse yapmaz. Dilerse hidayet eder, dilerse etmez.
32 – Senden önce de nice peygamberlerle alay edildi. Fakat Ben, o kâfirlere akıllarını başlarına toplamaları için bir süre mühlet verdim. Ama onlar akıllanmayınca sonra da onları azabımla kıskıvrak yakaladım, cezam nasılmış, gördüler. [22,48]
33 – Tek tek her insanın ne işlediğini görüp gözeten Allah, hiç bunu yapmaktan âciz olan gibi olur mu?
Bununla beraber, tutmuşlar Allah’a ortak koşuyorlar. De ki “Haydi tavsif edin, adlandırın bakayım onları! Kimdirler, necidirler, hangi işleri gerçekleştirmişler?
Ne o, yoksa Allah’a kendi mülkünde var olup da bilmediği bir şeyi mi bildireceksiniz. Veya hiçbir gerçeğe tekabül etmeksizin sırf boş laf mı edeceksiniz?”
Doğrusu kurdukları tuzaklar o kâfirlere hoş gösterildi, hoşlandılar bundan ve hak yoldan menedildiler.
Her kimi de Allah saptırırsa artık onu yola getirecek yoktur. [10,61; 6,59; 11,6; 20,7; 53;23; 16;37]
34 – Onlara dünya hayatında bir azap vardır âhiret azabı ise daha çok çetindir. Onları Allah’ın elinden kurtaracak kimse de yoktur. [89,25-26; 25,11-15]
35 – Müttakilere vâd olunan cennetin durumu şuna benzer: Bahçelerinin içinden ırmaklar akar: Meyveleri gibi gölgeleri de devamlıdır. İşte, haramlardan korunan müttakilerin âkıbeti! Kâfirlerin âkıbeti ise ateştir. [47,15; 56,27-38; 59,20]
36 – Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler sana indirilen Kur’ân’dan memnun olurlar. Ama onlardan aleyhteki bazı gruplar, onun bir kısmını inkâr ederler.
De ki: “Bana yalnız Allah’a ibadet edip O’na hiçbir şerik koşmamam emredildi. Sadece O’na dâvet eder ve ancak O’na yönelirim.” [2,121; 17,107-109; 3,199]
37 – Böylece biz Kur’ân’ı Arapça bir hüküm ve hikmet olarak indirdik. Şayet, sana gelen bunca ilimden sonra o muhaliflerin keyiflerine uyacak olursan, Allah’ın cezasından seni koruyacak ne bir dost, ne bir hâmi bulamazsın. [11,1; 41,41-42; 31,2]
38 – Senden önce birçok peygamber göndermiş, onlara da eşler ve evlatlar vermiştik. Bunlar peygamberliğe aykırı değil ki? Mûcize iddialarına gelince Allah’ın izni olmadıkça, hiçbir resul mûcize gösteremezdi. Her devrin bir hükmü vardır. Her işin bir vâdesi vardır. [18,110]
İşte, yaratılışta böyle olduğu gibi, teşrî hususunda da durum böyledir. Allah Teâlâ, bir süre yürürlükte tuttuğu bir şer’î hükmü, sonra yürürlükten kaldırabilir, neshedebilir (Bkz. 2,106). Çünkü kitaplar, şeriatlar dünya ve âhiret mutluluğunu elde etmek için uyulması gereken kurallardır. Devirlerin değişmesi ile ihtiyaçlara göre hükümlerin değişmesi, ilahî hikmetin gereğidir. Bundan dolayı Kur’ân, Tevrat ve İncîl’in temel ilkelerini destekleyerek Ehl-i kitabın hepsini sevindirirken, o kitaplarda insanlığın olgunluk dönemine uygun düşmeyen birtakım hükümleri de nesheder. Ve bundan dolayıdır ki Kur’ân’, bütün kitaplar üzerinde müheymin (denetçi, hakem) bir kitaptır.
39 – Allah, dilediği hükmü iptal eder, dilediğini sabit bırakır. Ana kitap O’nun yanındadır.
Hiçbir sûrette değişmeyecek olan ana kitap (Levh-i Mahfuz) O’nun yanındadır. Değişecek ve değişmeyecek olan her şey orada kayıtlıdır. Bundan ötürü, şeriatlar arasında, hatta aynı kitapta dinin temel ilkelerinden olmayan bazı fer’i hükümlerin neshedilmesi, bedâ mânasına gelmez, yani Allah Teâlânın önce bilmediği bir şeyin sonradan farkına varması anlamına gelmez. Tekvin ve teşrîde mahv ve isbat (iptal ve ibka) cereyan ettiği halde, ana kitaptaki hüküm değişmez. Dolayısıyla, Tevrat ve İncîl’i ana kitap zannedip nesih kabul etmez diye iddia eden inkârcı Ehl-i kitap gruplarının inat ve inkârları pek boş bir hevestir. Halbuki tarihî bir gerçektir ki Kur’ân’dan önceki semavî kitaplar sadece nesihten değil, tahriften bile uzak kalamamışlardır.
40 – Ya onları uyardığımız birtakım belaların bir kısmını sana gösterir, ya da bundan önce senin ruhunu teslim alırız, fark etmez. Zira senin görevin sadece tebliğ etmektir, hesap görmek ise Bize aittir. [88,21-26]
Risalet ahkâmının tamamını tebliğ etmek gerekir. Fakat risalet cümlesinden olarak tebliğ edilen uyarmaların muhtevasına şahit olmak, tebliğin gereklerinden değildir.
41 – Bizim arzı (yeri) alıp onu uçlarından nasıl eksilttiğimizi görmüyorlar mı? Allah öyle hükmeder ki onun hükmünü denetleyecek hiç bir merci yoktur. O, hesabı çabuk görür.
Yani Bizim mahvimizi ve isbatımızı kabul etmek istemeyen o inkârcılar, baksalar ya, yukarıda açıklandığı üzere, önce rahmet ve kudretimizle yaymış ve ayaklarının altına sermiş olduğumuz yeri aynı durumda bırakıyor muyuz? O serili yeri, üzerinde yaşadıkları o geniş toprakları, etrafından kudretimizle sarıp sıkıştırmıyor, onu eksiltmiyor muyuz? Daraltmıyor muyuz? O ilk medde karşılık onda cezirler yapmıyor muyuz? Veya çeşitli yeryüzü olayları ile onu aşındırıp parçalamıyor muyuz? Veya o kâfirlerin vatanlarını peyderpey çevresinden eksiltip durmuyor muyuz? Nüfuslarını, topluluklarını kırarak, dağıtarak, feyiz ve bereketlerini azaltarak, arazilerini, yurtlarını daraltarak, güçlerini ezikliğe, kemallerini noksana dönüştürmüyor muyuz? Yerdeki bu değişikliği veya vatanlarındaki bu daralmayı, bu sıkışmayı görmüyorlar mı?
42 – Kendilerinden önce geçenler de tuzaklar kurdular. Fakat bütün tuzaklar Allah’ındır (Allah’ın tedbiri, onların tuzaklarını boşa çıkarır). O, her insanın ne işlediğini pek iyi bilir. Yarın kâfirler de bu dünyanın sonunun kimin olduğunu anlayacaklardır. [8,30; 27,50-55]
43 – Dini inkâr edenler: “Sen Peygamber değilsin” diyorlar. De ki: “Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter, bir de nezdinde kitap ilmi bulunanlar.” [26,197; 7,156-157]
Kitap ilmine vakıf olanlar Kur’ân-ı Kerimi lâyıkıyla anlayanlardır. Kur’ân’ı tanıyanlar, onun beşer sözü olmasının mümkün olmayıp ancak Rabbülâleminin sözü olduğunu, dolayısıyla Hz. Muhammed’in de O’nun elçisi olduğunu anlarlar. Ve hatta daha önceki kitaplarda ezcümle Tevrat ve İncîl’de O’nun peygamberliğini haber veren, belge niteliğinde cümleler vardır. Bunları hakkıyla bilen ve taassup göstermeyen insaflı Ehl-i kitap âlimleri de buna şahitlik ederler.
 
yunus suresi meali
Mekke'de nâzil olmuş olup, 109 âyetten ibarettir. Sûrenin 98. âyetinde Yûnus'tan (a.s.) ve kavminden bahsedilmesi vesilesi ile bu ad verilmiştir. Hz.Nûh (a.s.) ile Hz. Mûsâ (a.s.) ise, daha tafsilatlı bir şekilde anlatılır. Bu sûre-i şerife iman esasları üzerinde yoğunlaşır. Özellikle, Kur'ân'ın Allah Teâlânın kitabı olduğunu ispata yönelir. Bunu yaparken; 1. Kâfirlerin Kur'ân hakkındaki şüphelerini iptal eder. 2. Kur'ân'la onlara meydan okuyup, güçleri yeterse benzer bir eser ortaya koymalarını ister. 3. Özendirme ve korkutma (tergib ve terhib) metoduyla Kur'ân'ı tasdik etmeye çağırır. Allah Teâlânın tarihteki âdetine işaret ve müminleri teselli için Nûh, Mûsâ ve Yûnus (aleyhimu's-selam) kıssalarına yer verilir ve onların sabır ve sebatla, Allah'ın hükmünü beklemeleri emredilir.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 - Elif, Lâm, Râ. İşte bunlar o hikmetli kitabın âyetleridir.
2 - "İnsanları uyar! Müminlere, Rab'lerinin üstün sadakat makamı vereceğini müjdele!" diye
içlerinden bir insana vahyetmemiz insanların çok mu tuhafına gitti?
Onun için mi kâfirler: "Besbelli ki bu, sihirbazın teki!" dediler. [38,4; 64,6; 7,69; 18,2 - 3]
3 - Sizin Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan,
sonra da Arşı üzerinde hükümrân olan, her işi yerli yerince çekip çeviren Allah'tır.
Kendisinden izin çıkmadıkça, O'nun katında hiçbir şefaatçi iş bitiremez.
İşte Rabbiniz, bu vasıflara sahib olan Allah'tır. Öyleyse O'nu bir tanıyarak, yalnız O'na ibadet ediniz. Hâlâ gerçekleri düşünmeyecek misiniz? [34,3; 11,6; 6,59; 2,255; 53,26; 34,23; 43,87]
4 - Hepinizin dönüşü O'nadır. Bu, Allah'ın gerçek olarak verdiği sözdür.
Mahlûkları ilkin O yaratır.
(Yoktan yaratan yaratıcı), öldükten sonra onları haydi haydi diriltir.
Diriltir ki iman edip makbul ve güzel işler yapanları, adaletleri sebebiyle ödüllendirsin.
Kâfirlere ise, dini inkâr ettikleri için, içecek olarak kaynar su ve gayet acı bir azap vardır. [30,27; 38,56-58; 56,42-43; 55,43-44]
5 - O'dur ki Güneş'i bir ışık yaptı. Ay'ı da bir nûr kılıp, ona birtakım konaklar tayin etti ki yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz.
Allah, bunları boş yere değil, ancak hikmet uyarınca, sabit bir gerçek olarak yaratmıştır.
Bilip anlayacak kimselere Allah âyetleri böylece açıklar. [2,189; 36,40; 6,96; 38,27; 23,115-116] {KM, Tek-vin 1,14}
6 - Gece ve gündüzün sürelerinin değişerek peşpeşe gelmesinde,
Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı bunca varlıklarda,
elbette Allah'ı sayıp kötülüklerden sakınacak kimseler için nice deliller vardır. [3,190; 10, 101; 11,6]
7-8 - Onlar ki âhirette bize kavuşmayı ummaz
ve sadece dünya hayatına razı olup onunla tatmin bulur
ve onlar ki Bizim tek İlah olduğumuzun delillerinden
ve gönderdiğimiz Kur'ân âyetlerinden gaflet etmeyi sürdürür,
işte bunların, irtikâb ettikleri şirk ve isyan sebebiyle varacakları yer cehennemdir.
9 - İman edip makbul ve güzel işler yapanları ise onların Rabbi, imanları sebebiyle
içlerinden ırmaklar akan, o nimet dolu cennetlerdeki mutluluklara erdirir.
10 - Onların orada duaları; "Sübhansın Allah'ım! Her türlü noksandan münezzeh ve yücesin!", birbirlerine iyi dilek ve temennileri ise hep "selam!" dır.
Duaları "El-hamdülillahi Rabbi'l-âlemin" "Hamd âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur." diye sona erer. [33,44; 56,25 - 26; 36,58; 13,23-24; 18,1; 6,1]
11 - Eğer Allah insanların faydalarına olan şeyleri çabucak elde etmek istemelerinde verdiği gibi, müstehak oldukları şerri de çarçabuk verseydi derhal sonları gelir, helâk edilirlerdi.
Fakat Biz, huzurumuza çıkmayı arzu edip ummayanları, kendi hallerine bırakırız, azgınlıkları içinde bocalar, dururlar. [17,11]
12 - İnsan bir sıkıntıya mâruz kalınca gerek yan yatarken, gerek otururken veya ayakta iken, Bize yalvarıp yakarır.
Fakat biz sıkıntısını giderdik mi,
sanki uğradığı dertten dolayı Biz'e yalvaran kendisi değilmiş gibi
eski haline döner.
İşte (hayat sermayelerini boşuna harcayıp) haddini aşanlara, yaptıkları işler, kendilerine böyle süslenmiş, hoşlarına gitmiştir. [41,51; 11, 10, 11]
13 - Sizden önceki devirlerde geçen nice ümmetleri,
Peygamberleri kendilerine açık deliller (mûcizeler) getirdikleri halde,
zulmedip iman etmedikleri için imha ettik.
İşte suçlular güruhunu Biz böyle cezalandırırız.
14 - Sonra onların peşinden, nasıl davranacağınızı görmek için,
bu dünyada onların yerine sizi geçirdik.
15 - Böyle iken, âyetlerimiz kendilerine, açık deliller halinde okunduğunda, âhirette huzurumuza varacaklarını ummayanlar,
"Bize bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir!" derler.
De ki: "Onu kendiliğimden değiştirmem asla olacak bir şey değil.
Çünkü ben sadece bana vahyedilene tâbi olurum
ve eğer sizin arzunuza uyar da Rabbime isyan edersem, o müthiş günün azabından korkarım."
16 - De ki: "Eğer Allah dileseydi ben Kur'ân'ı size okuyamazdım,
hiçbir suretle de size onu bildirmezdi.
Bilirsiniz ki, daha önce, bir ömür boyu aranızda yaşadım, böylesi bir iddiada bulunmadım.
Aklınızı kullanıp bunu anlamaz mısınız?"
17 - Hem yalandan bir söz uydurup onu Allah'a mal eden
veya Allah'ın âyetlerini yalan sayandan daha zalim kim olabilir?
Gerçek şu ki mücrimler iflah olmazlar.
18 - Onlar, Allah'tan başka kendilerine ne zarar ne de fayda veremeyen birtakım nesnelere ibadet ediyor ve "Onlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir." diyorlar.
De ki: Böyle bir şey olacak da Allah bilmeyecek ha!
Ne o, yoksa siz Allah'a göklerde ve yerde olup da bilmediği şeylerin varlığını mı haber vereceğinizi iddia ediyorsunuz?
Hâşâ! O, onların iddia ettikleri her türlü ortaktan münezzehtir, yücedir. [13,33; 27,24]
Gerek bu âyette, gerekse başka bir çok âyette yer alan min dûnillah ibaresi bazı meallerde "Allah'ı bırakıp..." diye tercüme edilmiş. Ebu's-suûd burada der ki: "Onlar Allah'ın dışında birtakım nesnelere de ibadet ederler." demektir. Yoksa onlar Allah'a ibadeti büsbütün terk etmiş değildiler. Bilakis maksat, o ibadetle yetinmediklerini ifade etmek ve nazm-ı kerimin siyakının ortaya koyduğu üzere, o ibadeti putlara ibadete makrun kılmak, yani o ibadeti putlara ibadetle birlikte yaptıklarını bildirmektir."
19 - İnsanlar aslında tek ümmet idi. Başlangıçta hepsi tevhid inancına sahip iken sonra aralarında ihtilaf çıktı.
Şayet Allah'tan nihaî hükmü kıyamete bırakma şeklinde
önceden yapılmış bir vaad olmasaydı,
ihtilaf ettikleri konudaki hüküm çoktan verilmiş, azap tepelerine inmiş olurdu. [2,213; 11, 110; 20,129]
20 - Bir de kalkmış: "O Peygambere Rabbi tarafından bambaşka bir mûcize indirilse ya!" diyorlar.
Sen de ki: "Gayb âlemi ancak Allah'ındır. Gaybı bilmek O'na mahsustur.
O halde bekleyin bakalım, ben de sizinle beraber bekliyorum. [6,37; 17,59; 10,96-97; 15,14-15]
21 - İnsanlara uğradıkları bir dertten sonra bir nimet ve âfiyet tattıracak olursak, bir de bakarsın ki âyetlerimiz hakkında yine birtakım kötü düşüncelere sapmışlar!
De ki: "Allah'ın o tuzakların hakkından gelmesi, daha da çabuk gerçekleşir.
Haberiniz olsun meleklerimiz bütün o kötü düşüncelerinizi kaydedip duruyorlar."
22 - Sizi karada olsun, denizde olsun gezdirip dolaştıran O'dur.
Gemide olduğunuz zamanı düşünün:
Gemiler, tatlı bir rüzgârla içindeki yolcuları alıp ***ürdüğü
ve yolcular da bundan ötürü keyiflendikleri bir sırada,
birden gemiye şiddetli bir fırtına gelir, dalgalar her taraftan onları sarar
ve artık kendilerinin tamamen kuşatılıp bir daha kurtulamayacaklarını zannedince,
bütün niyaz ve ibadetlerini yalnız Allah'a yapıp gönülden O'na yalvarırlar:
"Ahdimiz olsun ki, eğer bizi bu felâketten kurtarırsan, mutlaka şükreden kullarından olacağız!" derler. [2,139] {KM, Mezmurlar 107,23-30}
23 - Fakat Allah onları kurtarınca bir de bakarsın ki yine yeryüzünde haksız taşkınlıklar ve türlü yolsuzluklar yapıyorlar.
Ey insanlar! İyi biliniz ki taşkınlığınız sadece kendi aleyhinizedir.
Elde edeceğiniz en fazla şey, bu fani hayatın geçici menfaatidir.
Sonunda dönüp Bizim huzurumuza geleceksiniz ve Biz de yaptıklarınızı size bir bir göstereceğiz. [17,67; 29,65; 31,32]
24 - Bu fani dünya hayatı bilir misiniz neye benzer?
Tıpkı şuna benzer: Gökten yağmur indiririz,
derken o yağmur sebebiyle, insanların ve hayvanların yiyerek beslendikleri bitkiler bol bol yetişir, ağ gibi etrafı sarar.
Yeryüzü renk renk, çeşit çeşit meyve ve mahsullerle süslenir,
bahçe sahipleri de o ürünleri devşirmeye giriştikleri sırada,
geceleyin veya gündüzün birden emir çıkarırız, bir afet gelir, söküp biçer.
Sanki daha dün, o şen manzara, orada hiç olmamış gibi olur...
İşte Biz düşünüp ibret alacak kimseler için âyetleri, delilleri böyle ayrıntılı olarak açıklarız.
25 - Allah insanları esenlik ve mutluluk ülkesine dâvet eder ve dilediği kimseleri doğru yola iletir. [6,127]
26 - İyi ve güzel davranışlarda bulunanlara en güzel mükâfat
yani cennet ile daha da fazlası olarak Allah'ın cemalini görmek var.
Onların yüzlerine ne bir leke bulaşır, ne de bir zillet! İşte onlar cennetliktir.
Onlar orada ebedî kalacaklardır. [9,72; 55, 60; 76,11] {KM, Yuhanna 17,3}
27 - Kötülük işleyenler ise, yaptıkları kötülük kadar ceza görürler. Kendilerini bir zillettir kaplayacak...
Onları Allah'ın bu cezasından kurtaracak bir kimse yoktur. Yüzleri sanki kapkaranlık gece parçalarıyla kaplanmıştır.
İşte onlar cehennemliktir.
Hem de orada ebedî kalacaklardır. [42,45; 14,42-44; 75,10-12; 3,106-107]
28-29 - Gün gelir, onların hepsini bir araya toplayıp sonra Allah'a şirk koşanlara:
"Siz de, taptığınız şerikleriniz de yerlerinize!" deriz. Artık onları putlarından tamamen ayırmışızdır.
Şerikleri: "Siz dünyada bize tapmıyordunuz. Allah da üzerimizde şahittir ki
sizin bize taptığınızdan hiç mi hiç haberimiz yoktu!" derler. [18,47; 30,14-43; 19, 82; 46,5-6]
30 - İşte orada her kişi, dünyada iken yaptıklarının kaç para ettiğini görür.
Hepsi, gerçek efendileri olan Allah'ın huzuruna ***ürülür
ve uydurdukları putlar ortalıkta görünmez olur. [86,9; 75,13; 17,13-14]
31 - De ki: Kimdir sizi gökten ve yerden rızıklandıran?
Kimdir kulaklarınızı ve gözlerinizi yaratan?
Kimdir ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran.
Kimdir bütün işleri çekip çeviren, kâinatı yöneten.
"Allah!" diyecekler, duraksamadan:
De ki: "O halde sakınmaz mısınız O'nun cezasından?" [3,27; 80,27-31; 67,21]
32 - İşte bunları yapan Allah'tır sizin gerçek Rabbiniz.
Gerçeğin ötesinde, dalâletten başka ne kalır?
Nasıl oluyor da haktan uzaklaştırılıyorsunuz?
33 - Öyle büsbütün doğru yoldan çıkmış, isyanda ısrar eden o fâsıklara,
imana gelmedikleri için, Rabbinin azap kararı kesinleşmiştir. [39,71]
34 - De ki: "Sizin Allah'a ortak saydığınız putlardan
mahlûkatı yaratıp onları ölümlerinden sonra da diriltebilen var mıdır?"
De ki: "Ancak Allah ilkin yaratıp sonra diriltmeye kadirdir.
Öyleyse nasıl oluyor da bu hakikatten vazgeçiriliyorsunuz?"
35 - De ki: "O şeriklerinizden hakikate ***ürecek var mı?
De ki: "Gerçeğe ancak Allah hidâyet eder."
Şimdi söyleyin bakalım; gerçeğe ulaştıran mı tâbi olunmaya lâyıktır,
yoksa elinden tutulup doğru yola ***ürülmedikçe kendisi yol bulamayan mı?
Ne oluyor size! Nasıl böyle yanlış hükmediyorsunuz?"
Mahlûkların ortak özelliği, yaratılmış ve âciz olmaktır. Aciz, âciz olanın derdine çare olamaz, mutlak hakikate ulaştıramaz, kalbine hidâyet veremez. Şuursuz putlar bunu zaten yapamadığı gibi, bu hususta şuurlu varlıklar bile fayda sağlayamazlar.
Akıl bile Allah hidâyet etmedikçe kendiliğinden bir ilim keşfedemez, kendi başına doğruyu bulamazken, mabudluk, mutlak hâdi (hidâyet veren, doğruya ulaştıran) olan Allah Teâlâ'dan başka kimin hakkı olabilir?
Burada hidâyetten maksat, bizzat ve bilfiil olan hidâyettir, vasıtalı, mecazî hidâyet değildir. Peygamberler ve doğru yolu bildiren âlimlerin vesile olma şeklindeki rehberliklerine illa en yuhda istisnası ile işaret edilmiştir. Yani Allah onları hidâyet ettiği için, onlar da vesile olabilirler. Fakat bu da hidâyeti kalpte yaratma şeklinde bizzat ve bilfiil olan hidâyet değildir.
36 - Onların çoğu sadece zanna uyarlar.
Halbuki zan asla gerçeğin yerini tutamaz.
Allah onların bütün yaptıklarını hakkıyla bilir.
37 - Bu Kur'ân, Allah tarafından gelmeyip başkası tarafından uydurulmuş olması asla mümkün değildir.
Lâkin daha önce indirilen kitapları tasdik eder
ve farz edilen hüküm ve hakikatleri açıklar.
Onda şüphe edilecek hiçbir taraf yoktur.
Rabbülâlemin tarafından gönderilmiştir. [3,7; 2,41]
38 - Yoksa "Onu kendisi uydurmuş!" mu diyorlar?
De ki: "Öyleyse, iddianızda tutarlı iseniz haydi onunkine benzer bir sûre ortaya koyun ve Allah'tan başka çağırabileceğiniz kim varsa hepsini de yardımınıza çağırın." [17,88; 2,24; 11,13]
39 - Hayır! Onlar, hakkında etraflı bir bilgi edinmeden ve henüz yorumuna tam vakıf olmadan, bu Kur'ân'ı, çarçabuk yalanladılar.
Kendilerinden öncekiler de böyle yalan saymışlardı.
Bak ve zalimlerin sonunun nasıl olduğunu anla!
40 - Onlardan Kur'ân'a iman edenler de var, iman etmeyenler de.
Rabbin, hakkı yalanlayıp halk içinde fitne ve fesat çıkaranları pek iyi bilir.
41 - Eğer seni yalancı saymakta ısrar ederlerse de ki:
"Benim yaptığım bana ait, sizin yaptığınız da size! Benim yaptıklarımla sizin, sizin yaptıklarınızla da benim ilişiğim yoktur." [109,1-6; 60,4]
42 - Onların içinde senin söylediklerini dinleyenler de var.
Fakat -üstelik akıllarını da kullanmıyorlarsa- o sağırlara sen nasıl işittirebilirsin ki?
43 - Onların arasında sana bakanlar da var.
Fakat gözleri görmeyenlere sen nasıl doğru yolu gösterebilirsin, hele basiretleri de yoksa! [25,41-42]
Baş gözü ile beraber kalb gözü de görmezse, böyle bir âmaya bir şey anlatmak mümkün olmaz. Görmekten gaye, ibret almaktır. Dolayısıyla, asıl önemli olan basirettir. Bundan ötürü kalb gözü açıksa âma, bir şeyler sezer. Hatta böyle olan bir âma, ahmak olan göz sahibinin anlayamadığını anlar.
44 - Allah insanlara asla zulmetmez. Lâkin insanlar kendi kendilerine zulmederler.
45 - Kıyamet günü Allah hepsini bir araya toplayacak.
Dünyada, gündüzün ancak bir saati kadar yaşamış gibi gelecek kendilerine. O şekilde ki sadece birbirlerini görünce tanıyacakları kadar yaşadıklarını sanacaklar.
Allah'a kavuşmayı yalan sayıp da doğru yolu tutmamış olanlar, en büyük kayba uğramışlardır. [79,46; 20,104; 70,11-15; 23,101; 77-15]
46 - Onlara vaad ettiğimiz şeylerin bir kısmını sana göstersek, yahut seni vefat ettirsek, nasıl olsa sonunda onlar bize döneceklerdir.
Elbette Allah, kendilerinin ne yapacaklarına şahittir.
47 - Her ümmetin bir Peygamberi vardır.
Peygamberleri kendilerine gelince, aralarında adaletle hükmedilir, hiç birine zulmedilmez. [39,69]
48 - Onlar: "Eğer dediğiniz doğru ise, peki bu vaadin ne zaman gerçekleşeceğini söyleyin!" derler. [42,18]
49 - De ki: "Ben kendi kendime bile, Allah'ın dilediğinden başka ne bir zararı savma, ne de bir fayda sağlama imkânına sahip değilim.
Her ümmetin belirlenmiş bir ömür süresi vardır.
Artık o vâdeleri gelince, onu ne bir saat ileri, ne de bir saat geri alamazlar." [7,34.188; 63,11]
50 - De ki: "Ne dersiniz, şayet O'nun azabı size ha yatarken gelmiş, ha gündüzün!
Mücrimlerin, bunlardan birini çarçabuk istemelerine ne sebep var ki!
51 - İş işten geçtikten sonra mı iman edeceksiniz? Demek şimdi ha! (Ama artık çok geç!). Alın da görün çarçabuk gelmesini istediğiniz şeyi! [32,12; 40,84-85]
52 - Sonra o zalimlere: "Ebedî azabı tadın bakalım! Siz dünya hayatında neyi hak ettiyseniz, sadece onun karşılığını göreceksiniz." denir. [32,14]
53 - "Sahi doğru mu bu?" diye senden haber sorarlar.
De ki: "Evet! Rabbime yemin ederim ki o elbette gerçektir ve siz bundan yakayı kurtaramazsınız." [6,134; 36,82; 34,3; 64,7]
54 - Kendi nefsine zulmeden her kişi, dünyadaki bütün şeylere malik olsaydı bile, cezadan kurtulmak için hepsini fidye olarak verirdi.
Onlar cezaları olan azabı görünce içten içe duydukları pişmanlığı açığa vururlar.
Ne çare ki, kendilerine asla haksızlık edilmeksizin, aralarında adaletle hüküm verilmiştir.
Eserre: Hem açığa vurmak, hem de, acının şiddeti sebebiyle kişinin nutku tutulduğundan söyleyememesi yani içinde gizlemek hakkında kullanılır. Yani bu kelime bu iki zıt mânaya gelmesi itibariyle ezdaddandır.
55 - İyi bilin ki göklerde ne var, yerde ne varsa Allah'ındır.
İyi bilin ki Allah'ın vâdi gerçektir, fakat insanların çoğu bunu bilmezler.
56 - Hayatı veren de, öldürüp geri alan da O'dur. Ve sonunda hepiniz O'nun huzuruna ***ürüleceksiniz.
57 - Ey insanlar! İşte size, Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdeki dertlere bir şifa, müminlere doğru yolu gösteren bir hidâyet ve rahmet geldi. [17,82; 41,44]
58 - De ki: "Allah'ın lütfuyla, rahmetiyle, evet sadece bununla sevinin!
Çünkü bu, insanların dünya malı olarak topladıkları bütün şeylerden daha hayırlıdır."
59 - De ki: "Peki, Allah'ın size ihsan ettiği rızıklardan, bir kısmını helâl, bir kısmını haram yapmanıza ne dersiniz?"
De ki: "Allah mı sizin böyle yapmanıza izin verdi, yoksa siz Allah'a iftira mı ediyorsunuz?"
60 - Uydurdukları yalanı Allah'a mal edenler kıyamet gününü ne zannediyorlar?
Gerçekten Allah insanlara karşı büyük lütuf sahibidir.
Fakat insanların çoğu bu nimete şükretmezler.
61 - Herhangi bir işte bulunsan, onun hakkında Kur'ân'dan herhangi bir şey okusan,
Sen ve ümmetinin fertleri her ne iş yapsanız, siz o işe dalıp coştuğunuzda, mutlaka Biz her yaptığınızı görürüz.
Yerde olsun, gökte olsun, zerre ağırlığınca bir varlık bile Rabbinin ilminden kaçamaz.
Ne bundan küçük, ne bundan büyük hiçbir şey yoktur ki, hepsi apaçık bir kitapta olmasın. [2,44; 6,59; 11,6; 26,217-218] {KM, Matta 10,30}
62 - İyi bilesiniz ki Allah'ın velîlerine korku yoktur, onlar üzüntüye de uğramazlar.
63 - Velîler o kimselerdir ki O'na iman edip, emirlerine aykırı hareketlerden sakınırlar.
64 - Dünya hayatında da âhirette de müjde vardır onlara.
Allah'ın hükümlerinde olsun, verdiği sözlerde olsun, asla değişiklik olmaz.
İşte bu müjdeler en büyük mutluluktur. [41,30-32; 21,103; 57,12]
65 - O inkârcıların sözleri seni üzmesin. Çünkü bütün izzet ve üstünlük Allah'ındır. O her şeyi hakkıyla işitir ve bilir.
66 - İyi bilesiniz ki göklerde ve yerde kim varsa hepsi Allah'ın kuludur,
O'nun hükmü altındadır.
Allah'tan başka birtakım şeriklere ibadet edenler de gerçekte o putlarına tâbi olmazlar.
Onlar sadece birtakım zanlara uymakta ve sırf kafadan atmaktadırlar.
67 - Dinlenip sükûnet bulmanız için geceyi karanlık, çalışıp iş yapmanız için de gündüzü aydınlık kılan O'dur.
Elbette bunda, işitip dinlemesini bilen kimseler için nice deliller ve ibretler vardır.
68 - Müşrikler "Allah evlat edindi" dediler.
Haşâ! O bundan münezzehtir. O her şeyden olduğu gibi evladı olmaktan da müstağnidir.
Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi O'nundur.
Buna dair, ey müşrikler, hiçbir deliliniz yoktur.
Ne o! Allah hakkında kesin bilgi sahibi olmadan konuşuyor,
rastgele şeyleri mi O'na isnad ediyorsunuz! [19,88-95]
69 - De ki: "Allah hakkında böyle yalan uydurup O'na mal edenler asla iflah olmazlar."
70 - Olsa olsa dünyada az bir zevk alır, ama sonunda Bizim huzurumuza dönerler.
Sonra Biz de inkâr ve nankörlüklerinden ötürü o çok şiddetli azabı onlara tattırırız.
71 - Onlara Nuh hakkındaki haberi oku: O halkına:
"Ey benim halkım, dedi, eğer benim aranızda bulunmam
ve Allah'ın âyetlerini hatırlatmam size ağır geliyorsa, şunu bilin ki ben yalnız Allah'a dayanıp güvendim.
Siz de şerik koştuklarınızla beraber toplanıp işinizi kararlaştırın ki tasasını çektiğiniz bir dert olup kalmasın.
Sonra da bana hiç mühlet vermeden hakkımdaki hükmünüzü uygulayın. [3,128; 11,55-57]
72 - Eğer bu tebliğimden yüz çevirirseniz benim kaybedeceğim bir şey yok!
Çünkü ben sizden ücret beklemiyorum ki!
Benim ücretimi siz veremezsiniz. Benim mükâfatım ancak Allah'a aittir ve bana, O'na teslim olanlardan olmam emredilmiştir. [11,29; 34,47]
73 - Yine de halkı kendisini dinlemeyip onu yalancı saydılar.
Biz de hem onu, hem de gemide beraberinde olanları kurtardık
ve bunları, o ülkeye hükmedenlerin yerine geçirdik.
Âyetlerimizi yalan sayanları ise suda boğduk.
İşte bak, uyarıldığı halde doğru yolu tutmayanların âkıbetlerinin nasıl olduğunu gör! [2,30; 39,40; 7,64]
74 - Nuh'tan sonra, kendi halklarına resul olarak daha nice peygamberler gönderdik.
Onlar kavimlerine âyetler, mûcizeler getirdiler; ama berikiler, önce yalan saydıkları şeye, bir türlü inanmadılar.
İşte haddi aşanların kalplerini böyle mühürleriz!
75 - Onlardan sonra da, Firavun ile ileri gelen yardımcılarına Mûsâ ile Harun'u delillerimizle, mûcizelerimizle gönderdik.
Ama onlar büyüklük taslayıp kabul etmeyi kibirlerine yediremediler ve suçlu bir halk oldular. [7,60]
76 - Onlara tarafımızdan gerçek ulaşınca: "Bu besbelli bir sihirdir." dediler. [27,14]
77 - Mûsâ dedi ki: "Size gelen gerçeği böyle mi nitelendiriyorsunuz?
İnsaf edin, sihir midir bu?
Şu bir gerçektir ki büyücüler iflah olmazlar."
78 - "Sen", dediler, "bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz dinden döndüresin de
ülkede önderlik ikinize kalsın diye mi geldin? Biz, mümkün değil, size inanmayız." [7,70]
Dine inanmayanların bütün düşündükleri dünya menfaati olduğundan, peygamberlere bile bakışları o açıdan oluyor.
Âyet dine hizmet edenlerin bu hususa dikkat etmelerini, en ufak bir açık verilmemesi yani müminlerin şahsî ve dünyevî menfaatlere yönelmemeleri gerektiğini ima ediyor.x
79 - Firavun: "Ne kadar usta sihirbaz varsa, hepsini bana getirin!" emrini verdi.
80 - Büyücüler gelince Mûsâ onlara: "Ortaya atacağınız ne varsa atın, hünerinizi gösterin" dedi.
81-82 - Onlar iplerini ve değneklerini atınca Mûsâ şöyle dedi:
"Yaptığınız şey, sihirdir. Allah onu boşa çıkaracaktır.
Çünkü Allah bozguncuların işini düzeltmez.
Mücrimler hoşlanmasa da, Allah sözleriyle gerçeği ortaya çıkaracaktır." [8,8]
83 - Hasılı, başlangıçta Mûsâ'ya, kendi kavminden, genç bir kuşaktan başka iman eden olmadı.
Kavmi, Firavun'un ve ileri gelen yetkililerinin, kendilerine işkence edeceklerinden korkuyorlardı.
Çünkü Firavun o ülkede son derece despot ve çok aşırı gidenlerdendi.
84 - Mûsâ: "Ey millet, dedi, Siz Allah'a iman ettiniz, O'na tam bir teslimiyetle bağlandınızsa, öyleyse yalnız O'na dayanıp güvenin!" [67,29; 73,9; 11,123]
85-86 - Onlar da şöyle cevap verdiler: "Biz de Allah'a dayanıp güvendik.
Ey Rabbimiz! Bizi o zalim kimselerin işkenceleri ile imtihan etme ve rahmetinle bizi o kâfirler güruhundan kurtar!"
87 - Mûsâ'ya ve kardeşine: "millet için Mısır'da evler hazırlayın,
evlerinizi namazgâh yapın, namazı hakkıyla ifa edin ve ey Mûsâ müminleri müjdele!" diye vahyettik. [12,21]
İsrailoğullarında aslolan, ibadetin mâbedde yapılmasıdır. Fakat işkence döneminde, ruhsat kabilinden, evleri namazgâh edinmelerine izin verilmişti. Burada din eğitimi yönünden evlerin önemli bir merkez olduğuna işaret vardır.
88 - Mûsâ: "Ey bizim Rabbimiz!" dedi. "Sen Firavun ile onun ileri gelen yardımcılarına dünya hayatında muazzam zinet, haşmet ve servet verdin.
Ey bizim Rabbimiz! İnsanları neticede Senin yolundan saptırsınlar diye mi onlara bu imkânı verdin?
Ey bizim büyük Rabbimiz, mahvet, sil süpür onların servetlerini ve kalplerini şiddetle sık!
Belli ki o acı azabı görmedikçe onlar imana gelmeyecekler."
Esas görevi ümmetinin hidayetine vesile olmak olan Hz. Musa (a.s.)'nın, muhataplarının imandan mahrum kalmaları için beddua etmesi söz konusu değildir. Bu duadan gayesi, onları azdıran servet ve ihtişamdan mahrum kalmaları vesilesi ile bunların faniliğini anlayıp dine yönelmelerini sağlamaktır. Vallahü A'lem.
89 - Allah buyurdu ki: "Dualarınız kabul edildi. Dürüst olmaya devam edin, müstakim olun ve sakın hakikati bilmeyenlerin yoluna tâbi olmayın!"
90 - Derken, İsrailoğullarını denizden geçirdik. Hemen Firavun, askerleriyle beraber haksız ve saldırgan bir şekilde peşlerine düştü.
Nihayet boğulmak üzere iken: "İman ettim. İsrailoğullarının inandığı İlahtan başka tanrı yokmuş. Ben de Müslümanlardanım" dedi. [2,50; 40,84-85; 20,78; 26,66]
91-92 - "Şimdi mi? Halbuki bundan önce isyan etmiştin, bozgunculardan olmuştun!
Biz de bugün senin bedenini denizden kurtarıp karada bir yere çıkaracağız ki
senden sonra gelecek nesillere ibret olasın."
Doğrusu insanların birçoğu bizim âyetlerimizden, ibret alınacak delillerimizden gafildirler. [28,39-41]
Mevcut Tevrat metni, Mısır'dan çıkış konusunda küçük ayrıntılara bile yer verecek kadar tafsilat ihtiva etmesine rağmen, Firavun'un bedeninin mahfuz kalacağına dair bu önemli hadiseye hiç temas etmez. Kur'ân'ın mûcizevî bir tarzda haber verdiği bu hâdise, son asırda keşfedilmiştir. Cebelein yöresinde mumyalanmadığı halde hiç bozulmamış bir ceset bulunup Londra'da Brıtish Museum'a ***ürülmüştür. En az üç bin yıllık olan bu cesedin Firavun'a ait olduğu düşünülen en az üç bin yıllık bu ceset, insanlar tarafından müzede ibretle seyredilmektedir. (Diyanet İslam Ansiklopedisi, Firavun md.)
93 - Biz İsrailoğullarını güzel bir yerde yerleştirdik, onlara helâl hoş rızıklar verdik.
Kendilerine ilim gelinceye kadar ihtilafa düşmediler, fakat ondan sonra ihtilafa başladılar.
Elbette Rabbin, aralarında ihtilaf ettikleri hususlarda kıyamet günü hükmünü verecektir. [7,137; 26,59-60]
94-95 - Eğer, faraza, sana indirdiğimiz hususlardan herhangi birinde şüphe edersen, senden önce kitap okuyanlara sor.
Celalim hakkı için, sana Rabbin tarafından gerçek gelmiştir, bunda en ufak bir tereddüdün olmasın! Sakın Allah'ın âyetlerini yalan sayanlardan olma, yoksa hüsrana uğrayanlardan olursun. [7,157]
Kur'ân, Resulullah'ın Tevrat ve İncîl'de müjdelendiğini bildirir. Ehl-i kitabın, kendi çocuklarını tanıdıkları gibi onu tanıdıklarını söyler. Bu âyetten maksat, Kur'ân'ın ve Hz. Peygamberin nübüvvetinin doğruluğuna dair bilgiyi te'kit etmektir. Yani:
"Olmaz ya, faraza onlarda bu bilginin olduğuna dair içine bir şüphe gelecek olursa şüpheye düşenin yapacağı iş, hemen deliller aramak ve ilim adamlarıyla görüşmektir. Sen de öyle yap, Ehl-i kitap bilginlerine sor, zira onlar bu konuda yeterli bilgi sahibidirler." Şu halde bu âyetten maksat: "Yahudi bilginlerinin Resulullah'ın nübüvvetini ne derece kuvvetle bildiklerini anlatmaktır, yoksa Hz.Peygamberin şüpheye düştüğünü bildirmek değildir."
96-97 - (Kâfir olarak ölüp cehenneme gideceklerine dair) haklarında Rabbinin hükmü kesinleşmiş olanlar,
her türlü mûcize de önlerine gelse, gayet acı azabı görmedikçe iman etmezler. [10,88]
98 - Azap gelip çattığı zaman imana gelip de bu imanı kendilerine fayda vermiş olan bir tek memleket halkı olsun, bulunsaydı ya!
Asla böyle bir şey vaki olmamıştır.
Ancak Yunus'un halkı müstesnadır ki bunlar iman edince,
kendilerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azabını uzaklaştırıp giderdik ve onları bir süre daha yaşattık. [21,87-88; 36,30; 37,139-148; 51,52]
99 - Eğer Senin Rabbin dileseydi, dünyada ne kadar insan varsa hepsi imana gelirdi.
Ama bunu irade etmedi.
Şimdi sen mi, imana gelsinler diye insanları zorlayacaksın?
100 - Allah'ın izni olmadıkça hiç bir kimsenin iman etmesi mümkün değildir.
(O, akıl ve iradelerini iman tarafına kullananlara iman nasib eder).
Fakat akıllarını çalıştırmayanlara ise şeytanı musallat eder, o pislikte bırakır. [11,118-119; 13,31; 88,21-22; 28,56]
101 - De ki: "Göklerde ve yerde neler ve neler var, bir baksanıza!"
Fakat bunca işaretler ve uyarılar iman etmeyecek kimselere ne fayda verir ki?
102 - Onlar, sadece kendilerinden önce gelip geçmiş milletlerin başlarına gelen felaketli günler gibi bir gün gözlüyorlar değil mi?
De ki: "Gözleyin, ben de sizinle beraber bekliyorum."
103 - Sonra Biz, resûllerimizi ve iman edenleri kurtarırız.
Böylece müminleri kurtarmak üzerimize düşen bir borçtur.
104-106 - De ki: "Ey insanlar! Eğer benim dinimden şüphede iseniz,
iyi bilin ki, ben sizin Allah'tan başka ibadet ettiğiniz şeylere asla ibadet etmem; lâkin sadece ve sadece, sizin ruhunuzu teslim alacak olan Allah'a ibadet ederim.
Bana müminlerden olmam emredildi ve "yüzünü, özünü Allah'ı bir tanıyarak dine ver ve sakın müşriklerden olma."
"Sakın Allah'tan başka, sana ne fayda ne zarar vermeyecek olan putlara yalvarma,
şayet böyle yaparsan, o takdirde kesinlikle zalimlerden olursun"
diye talimat verildi.
107 - Eğer Allah sana bir sıkıntı, bir zarar dokundurursa, onu yine O'ndan başka giderecek yoktur.
Şayet sana hayır dilerse, o durumda O'nun bu lütfunu engelleyebilecek de yoktur.
O, lütfunu ihsanını kullarından dilediğine eriştirir. O, öyle gafur, öyle rahîmdir! (affı, merhamet ve ihsanı boldur).
108 - De ki: "Ey insanlar! İşte Rabbiniz tarafından, hakikat size gelmiş bulunuyor.
Artık kim bu gerçeği kabul eder de doğru yolu tutarsa, bunun faydası sadece kendisinedir.
Her kim de bu yoldan saparsa, o da kendi aleyhine olarak sapar.
Bilin ki, ben işlerinizi yönetmeyi üstüne almış biri değilim.
109 - Sana Rabbinden ne vahyolunursa ona tâbi ol ve "Allah hükmünü izhar edinceye kadar sabret. Çünkü hakimlerin en hayırlısı, en güzel hüküm vereni ancak O'dur.
 
övbe suresi meali

Hicri 9. yılda Medine'de nâzil olmuş olup 129 âyettir. Tövbe ismi, sûrenin ihtiva ettiği konulardan birinden gelmektedir. Sûrenin meşhur olan ikinci ismi Berâe ise, sûrenin ilk kelimesidir. "İlişiği kesmek, ihtâr, ültimatom" anlamlarına gelir. Tövbe sûresi konu itibariyle, bir önceki Enfal sûresinin devamı gibidir. Başında besmele yazılı olmayan tek sûredir. Sebebi, Hz. Peygamber (a.s.)'ın böyle yapmış olmasıdır. Sûre başlarında besmelenin hükmü konusunda beş farklı görüşe sahip olan Müslümanların, yalnız burada besmelenin yazılamayacağında ittifak etmeleri, Kur'ân metninin en ufak bir değişikliğe mâruz kalmadığının delillerinden biridir.
Bu sûrenin en önemli konuları, müşrikler ve Ehl-i kitaba uygulanacak hükümler ile Hz. Peygamber (a.s.)'ın Bizans ordusuna karşı çıktığı Tebük seferi esnasında Müslümanların halet-i rûhiyelerini ortaya koymaktır.
Müslüman tarafında "beşinci kol" şeklinde çalışan ve müşriklerden daha tehlikeli olan münafıklardan, onların, İslâm birliğini parçalamak için Mescid-i Dırar'ı kurmalarından bahseder. Sûrenin sonunda müminlerin haiz olmaları gereken bazı vasıflar, cihada teşvik, Allah'ın, resul göndermek sûretiyle insanlara gösterdiği lütfu ifade eder.
1 - Allah ve Resulünden, kendileriyle anlaşma yaptığınız müşriklere son ihtar!
Hicretin 9. yılında Hz. Peygamber (a.s.) Müslümanları Hz. Ebû Bekr (r.a)'ın emirliği altında hacca göndermişti. O esnada bu âyet indirilince Hz. Peygamber bu buyruğu hacda toplanan insanlara tebliğ etmek için Hz. Ali (r.a)'ı, görevlendirdi. Bayramın birinci günü Akabe cemresi yanında hacılara hitab edip sûrenin başından 30 kadar âyeti tebliğ ederek özellikle şu dört şeyi vurguladı: 1. Bu yıldan sonra Kâbe'ye hiç bir müşrik giremeyecek. 2. Hiç kimse çıplak olarak Kâbe'yi ziyaret etmeyecek. 3. Müminlerden başkası cennete giremeyecek. 4.Müşrik kabîleler tarafından bozulmamış sözleşmeler, anlaşma süresinin sonuna kadar yürürlükte kalacak.
2 - Bu günden itibaren yeryüzünde dört ay istediğiniz gibi dolaşın ve şunu bilin ki siz Allah'ın elinden hiçbir şekilde kaçıp kurtulamazsınız ve Allah kâfirleri rüsvay edecektir. [6,134]
3 - Bu Büyük Hac günü, Allah ve Resulünden insanlara şunu ilan edin ki: "Allah da, Resulü de müşriklerden beridir. Şayet şirkten tövbe edip tevhide yönelirseniz bu, elbette sizin için daha hayırlı olur. İyi biliniz ki siz Allah'ın elinden kurtulamazsınız. Kâfirleri pek acı bir azapla müjdele! [2,196]
4 - Ancak kendileriyle antlaşma yapmanızdan sonra, şartları hiç bir şey eksiltmeksizin tamamen yerine getiren ve sizin aleyhinizde hiçbir kimseye destek vermeyen müşrikler, bu hükmün dışındadırlar.
Bunlarla sözleşmenin müddeti tamamlanıncaya kadar antlaşma şartlarına riayet edin. Allah, Kendisine karşı gelmekten, özellikle ahdi bozmaktan sakınanları sever.
5 - O halde, haram aylar çıkınca artık öbür müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayıp esir edin, onların geçebileceği bütün geçit başlarını tutun.
Eğer tövbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse onları serbest bırakın. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir (affı ve merhameti boldur). [2, 191; 9, 29-73; 66,9; 69,9]
6 - Eğer müşriklerden biri senden sığınma hakkı isteyip yanına gelmek isterse, sen ona güvence ver, ta ki Allah'ın kelamını dinlesin, düşünsün. Sonra şayet Müslümanlığı benimsemezse onu, kendisini güvenlikte hissedeceği yere (vatanına) ulaştır.
Öyle! (Bu sığınma ve gönderme işlemini yapmalı), zira onlar İslâm'ın gerçek mahiyetini bilmeyen bir topluluktur.
7 - O müşriklerin Allah yanında, Resulü yanında nasıl olup da bir ahitleri olabilir ki! (olamaz, zira onlar daima hainlik edip verdikleri sözden dönerler).
Mescid-i Haram'ın yanında antlaşma yaptıklarınız bundan müstesna olup, onlar size karşı dürüst davrandıkça siz de onlara dürüst davranın.
Allah, Kendisine karşı gelmekten, özellikle ahdi bozmaktan sakınanları sever.
8 - Evet, onların nasıl ahitleri olabilir ki, eğer size galip gelecek olurlarsa sizin hakkınızda ne ahit, ne yemin, ne hukuk, hiç bir şey gözetmezler.
Ağızlarıyla güya sizin gönlünüzü alırlar, kalpleri ise nefret duyup kaçınır. Çünkü onların ekserisi Allah'ın yolundan çıkmış fâsıklardır. [2,26]
9 - Onlar Allah'ın âyetlerini az bir dünya menfaati karşılığında sattılar da Allah'ın yolundan insanları alıkoydular. Gerçekten onlar ne fena iş yapıyorlar!
10 - Müminler hakkında ne ahit, ne yemin, ne hukuk, hiçbir şey gözetmezler.
Bunlar öyle saldırgan kimselerdir!
11 - Bununla beraber kâfirlikten vazgeçip tövbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse artık sizin din kardeşleriniz olurlar.
Bilip anlayacak kimseler için Biz âyetlerimizi iyice açıklarız.
12 - Eğer anlaşmadan sonra yeminlerini bozarlar, bir de dininize hücum ederlerse, artık kâfir güruhunun o öncüleri ile savaşın.
Çünkü onların gerçekte artık yeminleri ve ahitleri kalmamıştır. Umulur ki, hiç değilse bu durumda, inkâr ve tecavüzlerinden vazgeçerler.
Onların yeminleri yoktur, zira onlar yeminlerine riayet etmezler, aykırı davranmakta mahzur görmezler.
Demek ki savaşta hedefiniz, işkence ve eziyet edenlerin mesleğini tutup da eza ve cefada bulunmak değil, ısrarla sürdürdükleri küfür hallerinden onları vazgeçirmek olmalıdır.
13 - Ahitlerini ve yeminlerini bozup
Peygamberi vatanından sürmeye teşebbüs eden bir toplulukla savaşmayacak mısınız ki,
aslında savaşı size karşı ilk başlatanlar da onlar olmuşlardı.
Ne o, yoksa onlardan korkuyor musunuz?
Ama eğer mümin iseniz, asıl Allah'tan çekinmeniz gerekir. [60,1; 8,30; 17,76]
14-15 - Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın, onları rüsvay etsin, onlara karşı size yardım edip
zafer yolunu açsın, müminlerin gönüllerini ferahlatsın, kalplerindeki kin ve öfkeyi gidersin.
Allah Teâlâ dilediğine tövbe de nasib eder. Allah alîmdir, hakîmdir (her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
Nitekim küfrün önde gelenlerinden Ebû Süfyan bin Harb, Safvan İbn Ümeyye, İkrime İbn Ebû Cehil, Süheyl İbn Amr gibi reisler, Mekke'nin fethinden sonra tövbe edip, İslâm'ı kabul etmişlerdir.
16 - Yoksa siz, Allah sizden mücahede edenlerle Allah'tan, Resulünden ve müminlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri iyice ortaya çıkarmadan, kendi halinize bırakılacağınızı mı zannettiniz?
Halbuki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. [29,2 - 3; 3,142 - 179]
Âyetteki "ve lemmâ ya'lem" tabirinden maksat: "Allah sizden mücahede edenler ve müminler dışında sırdaş edinmeme imtihanını kazanacak halis müminleri ortaya çıkarmadan sizi kendi halinize bırakmaz." demektir.
17 - Müşrikler, kendilerinin kâfirliğine bizzat kendileri şahit iken, Allah'ın mescidlerini mâmur etmeleri kabil değildir.
Çünkü onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir ve onlar ateşte daimi kalacaklardır.
Mâmur etmek: Bina etmek, bir de oralarda ibadete devam ederek şenlendirmek şeklinde olur. Bu âyette mesacid, tekil mânada Mescid-i Haram diye tefsir edilir. Zira orası bütün mescitlerin kıblesidir, imamıdır. Ayrıca oranın her tarafı mesciddir; halbuki diğer mescitlerde bu özellik yoktur.
Burada nefyedilen durum, müşriklerin oraya girme liyakatlerini reddetmektir. Yoksa bu işin fiilen varlığı ayrı konudur.
18 - Allah'ın mescitlerini ancak Allah'ı ve âhireti tasdik eden, namazı gereği gibi kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başka kimseden çekinmeyen müminler bina edip şenlendirir.
İşte onlar cennete ve bütün muratlarına kavuşmayı umabilirler.
19 - Siz hacca gelenlere su dağıtma ve Mescid-i Haramı mâmur etme işini,
Allah'a ve âhiret gününe iman edip Allah yolunda cihad eden müminin işi ile bir mi tutuyorsunuz?
Bunlar Allah indinde eşit olmazlar. Allah o zalimler gürûhunu hidâyet etmez, umduklarına eriştirmez.
Onlar ısrarla inkâr ve zulümlerine devam ederken Allah onları zorla hidâyete erdirmez. Keza onları, kötü emellerine nail etmez.
20 - İman edip hicret edenler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler var ya, işte onlar Allah indinde daha yüksek derecelere sahiptirler ve işte onlardır umduklarına nail olanlar.
21 - Onların Rabbi kendilerinin, katından bir rahmete, bir rıdvana ve içinde daimi nimetler bulunan cennetlere gireceklerini müjdeler.
22 - Onlar o cennetlerde ebediyyen kalacaklardır.
Muhakkak ki en büyük mükâfat Allah'ın yanındadır.
23 - Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi bile veli edinmeyin.
İçinizden onları dost edinenler, zalimlerin ta kendileridir. [58, 22]
Veli: hâmi, koruyucu, birinin işlerini deruhde eden kimse, yönetici, destek veren yardımcı, dost anlamlarına gelir.
24 - De ki: "Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım ve akrabanız, ter dökerek kazandığınız mallar, kesada uğramasından endişe ettiğiniz ticaret, hoşunuza giden konaklar, size Allah'tan ve Resulünden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ve önemli ise...
o halde Allah emrini gönderinceye kadar bekleyin!
Allah öyle fâsıklar güruhunu hidâyet etmez, umduklarına eriştirmez. {KM, Matta 10,37; Luka 14,26}
Gerçek Müslüman servet, ticaret, mal, mülk sahibi olabilir. Güzel konaklarda oturabilir. Fakat bunları hiçbir zaman kalbine yerleştirmez. Hele hele Allah'tan, Allah yolundan ve O'nun yolunda cihad etmekten daha önemli hale getirmez.
Bununla beraber Ebu's-suûd Efendinin dediği gibi bu âyette öyle bir tehdit vardır ki: Allah'ın hususî lutfuna mazhar olmayan hiç kimse bundan kurtulamaz.
25 - Şu kesindir ki Allah size birçok savaşta yardım etti, Huneyn günü de... O gün ki sayıca çokluğunuz sizi böbürlendirmiş ama bu, size fayda etmemişti.
Olanca genişliğine rağmen, dünya başınıza dar gelmişti.
Sonra da bozguna uğrayarak düşmana arka çevirip kaçmaya başlamıştınız.
26 - Sonra Allah, Resulünün ve müminlerin üzerlerine sekinetini, güven veren rahmetini indirmiş, sizin göremediğiniz ordular göndermişti de Kendisini tanımayan o kâfirleri azaba uğratmıştı.
İşte kâfirlerin cezası budur! [2,248]
27 - Sonra Allah, bu savaşın peşinden, onlardan dilediği kimseleri küfürden dönüş yapmaya muvaffak eder. Zira Allah gafurdur, rahîmdir (affı ve merhameti boldur).
28 - Ey iman edenler! Müşrikler bir pislikten ibarettir. Onun için, bu yıldan sonra Mescid-i Harama yaklaşmasınlar.
Eğer yoksulluktan endişe ederseniz, Allah dilerse, sizi lütfundan zenginleştirir. Çünkü Allah alîmdir, hakîmdir (her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
Müşrikler bedenleri itibariyle, maddî varlıklar yönünden değil, batıl inançları, ahlâkî telakki ve davranışları bakımından necis sayılmaktadırlar. Mescid-i Harama girmeleri bundan dolayı yasaklanmıştır.
29 - Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde, Allah'a da, âhiret gününe de iman etmeyen,
Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan, hak dinini din olarak benimsemeyen kimselerle zelil bir vaziyette tam bir itaatle, cizye verinceye kadar savaşın.
Dinu'l-hakk izafeti "Hak dini" demek olup "hak din" den daha kuvvetlidir. İslâm'ın hakka teslimiyet esasına dayandığını Allah'ın hakkını, bütün hakların temeli saydığını, hakların kutsallığını ifade eder. (Geniş bilgi için: M. H. Yazır'ın "Hak Dini" tefsirine bkz.)
Bu âyet, Ehl-i kitabın Allah'a ve âhirete gereğince iman etmediklerini, gerçek dini kabul etmediklerini bildiriyor: Çünkü onlar Allah'ı kemal sıfatlarıyla muttasıf ve eksiklerden münezzeh olarak tanımıyorlar, âhiretin gerçek mahiyetini anlayamıyorlardı.
Bunlarla savaşmak için, evvela onların saldırmaları şarttır (2, 190). Hz. Peygamber (a.s.) müşrik araplarla ancak İslâm'ı imha etmek için silaha sarıldıklarında harbetti. Hıristiyanlar da Müslümanları ortadan kaldırmak için, İslâm devletine karşı kuvvet hazırlayıp hücum ettikleri zaman onlara karşı hazırlandı ve karşı tarafın saldırmaya hazır olmamasını fırsat bilerek baskın yapmadı. Aksine, harbetmeden geri döndü.
Cihadın gayesi gayri Müslimleri kuvvet kullanarak İslâm'a sokmak değil, İslâm'a karşı çıkan kuvvet kalmamasını sağlamaktır. Cizye, İslâm devletinin, gayri müslim vatandaşlarından aldığı cüz'î bir vergidir. Müslümanların verdiği zekât nisbetinden fazla değildir. Devletin sunduğu hizmetler karşılığı olarak alınır.
30 - Yahudiler: "Üzeyir Allah'ın oğludur" dediler. Hıristiyanlar da "Mesih, Allah'ın oğludur." dediler.
Bu onların ağızlarında geveledikleri sözlerden ibarettir.
Onlar, sözlerini daha önce geçmiş kâfirlerin sözlerine benzetiyorlar. Hay Allah kahredesiler! Nasıl da haktan batıla döndürülüyorlar?
"Allah'ın evlatları" tabiri Kitab-ı Mukaddes'te "müminler" hakkında kullanılır: Tekvin 6,2; Çıkış 4,22; Tesniye 14,1. Matta 26, 63; Luka 3,38. Hz. Îsâ hakkında: Matta 16,16.
Üzeyr, muhtemelen İsrailoğullarının peygamberlerinden Ezra'dır. M.Ö. 5. asırda yaşamış olup, mevcut şekliyle Tevrat metni onun tarafından tesbit edilmiştir. Yahudiler, Allah'ın kırk gün boyunca Tevrat'ı ona ilham edip yazdırdığına inanırlar. Yahudiliğin dinî, millî ve siyasî tarihinde böyle merkezî bir rolü olan bu zâtın çok yüceltildiği ve Yemen'de yaşayan Sadûkiyye Yahudilerinin ona "Allah'ın oğlu" dedikleri bilinmektedir. Kur'ân bunu Yahudilerin hepsine mal etmemektedir. Âyetin son kısmı bu semavî dinlerin, eski Mısır, Yunan, Roma, Pers ve Hindistan gibi yerlerde vaktiyle yaşamış şirk inançlarından etkilendiklerini ifade ediyor.
31 - Yahudiler hahamlarını, Hıristiyanlar rahiplerini ve Meryem'in oğlu Mesih'i Allah'tan başka Rab edindiler.
Halbuki onlara bir tek İlâha ibadet etmeleri emr olunmuştu. Ondan başka İlah yoktur.
O, onların ortak koştukları şirkten münezzehtir.
Rab edinme, onlara secde etme mânasında değil, din adamlarının haram ve helâl kılma yetkilerine inanmaları, onları hatasız kabul etmeleri anlamındadır.
32 - Onlar Allah'ın nûrunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek isterler.
Allah ise, nûrunu tam parlatmaktan başka bir şeye razı olmaz.
Kâfirler isterse hoşlanmasınlar! [8,8]
Allah'ın nûrundan maksat, İslâm veya Kur'ân-ı Kerimdir.
33 - O'dur ki Resulünü, bütün dinlere üstün kılmak için hidâyetle ve hak dini ile gönderdi.
Müşrikler isterse hoşlanmasınlar!
34 - Ey iman edenler! Doğrusu hahamların ve rahiplerin çoğu halkın mallarını haksız yollardan yerler ve insanları Allah'ın yolundan uzaklaştırırlar.
Altını, gümüşü yığıp Allah yolunda harcamayanlar var ya,
işte onları acı bir azabın beklediğini müjdele!
35 - Yığılan bu altın ve gümüş cehennem ateşinde kızdırılarak, bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün onlara:
"İşte! denilecek, sizin nefisleriniz için yığıp hazineye tıktıklarınız! Haydi tadın bakalım o tıktığınız şeyleri!" [44,48-49]
36 - Doğrusu, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü kesin hükmünde, ayların sayısı on iki ay olup bunlardan dördü hürmetlidir.
İşte doğru hesap budur.
O halde bu aylar konusunda kendinize zulmetmeyin,
ve müşrikler nasıl sizinle topyekûn savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekûn savaşın!
ve bilin ki Allah, ilahî sınırlara saygılı olup fenalıklardan sakınanlarla beraberdir. [22,25; 2,191-194]
Maksat, 37. ayette reddedilen nesî' uygulamasının zulüm olduğunu bildirmektir. Ayrıca şu mana da vardır: " Bu haram aylarda cihadı bırakmak veya ertelemek suretiyle düşmanlarınızın size savaş açmasına meydan verip, kendinizi kıtale uğratarak nefislerinize zulmetmeyiniz!"
37 - Hürmetli ayların yerlerini değiştirip ertelemek, sadece kâfirlikte ileri gitmektir.
Öyle yapmakla, kâfirler büsbütün şaşırtılırlar.
Allah'ın hürmetli kıldığı sayıya denk getirmek üzere onu bir yıl helâl, bir yıl hürmetli sayarlar ve böylece Allah'ın haram kıldığını helâl kabul ederler.
Kötü işleri kendilerine süslenip güzel gösterildi.
Allah kâfirler güruhunu hidâyet etmez, umduklarına eriştirmez.
Nesî uygulamasının gayesi, peş peşe gelen hürmetli aylar arasına boşluk koymak ve hac mevsimini devamlı sûrette aynı zamana denk getirmekti. Zira bu aylardaki savaş ve yağma yasağı ve ibadet uygulaması kendilerine ağır geliyordu. Ay yılı ile Güneş yılını denk getirmek için, yıla bir ay daha ekliyorlardı. Böylece hac 33 yıl boyunca gerçek tarihinin dışında yapılıyor, ancak 34. yılda gerçek Zilhıcce'de ifa edilebiliyordu. Hz. Peygamber (a.s.)'ın veda haccı, gerçek hac mevsimine denk gelmişti. Hicri 9. yıldaki veda haccından beri hac günleri gerçek tarihinde yapılmaktadır. Oysa nesî uygulaması, ibadetleri farklı mevsimlerde uygulatmayı dileyen, ilahî hikmete aykırı idi.
Kâfir, iradesini hep küfür yolunda ısrar etmeyesarf ederse, Allah zorla onu hidâyete erdirmez. Bundan, şu mâna da kasdedilebilir: "Allah o kâfirleri, emellerine nail etmez, onlara muvaffakıyet yollarını göstermez."
38 - Ey iman edenler! Size ne oldu ki "Allah yolunda seferber olunuz!" emri verilince bulunduğunuz yere yığılıp kaldınız?
Yoksa âhiretten vazgeçip dünya hayatına mı razı oldunuz?
Ama iyi bilin ki dünya hayatının zevki, âhiretin yanında pek az bir şeydir!
39 - Eğer topyekûn seferber olmazsanız,
Allah sizi acı bir azaba uğratır ve sizin yerinize başka bir topluluk getirir de siz savaşa çıkmamakla Onun dinine zerrece zarar veremezsiniz. Çünkü Allah her şeye kadirdir. [47,38]
40 - Eğer Siz Peygambere yardımcı olmazsanız,
Allah vaktiyle ona yardım ettiği gibi yine yardım eder.
Hani kâfirler onu Mekke'den çıkardıklarında, iki kişiden biri olarak mağarada iken arkadaşına: "Hiç tasalanma, zira Allah bizimle beraberdir." diyordu.
Derken Allah onun üzerine sekinetini, huzur ve güven duygusunu indirdi ve onu, görmediğiniz ordularla destekledi. Kâfirlerin dâvasını alçalttı.
Allah'ın dini ise zaten yücedir. Çünkü Allah azîzdir, hakîmdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
Hz. Peygamber (a.s.m.)'ın Hz. Ebû Bekir (r.a) ile hicret ettiği sırada, Mekke'nin güneyindeki Sevr mağarasında üç gün kalmalarına işarettir.
41 - Ey müminler! Sizler gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak hep birlikte seferber olunuz,
Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz.
Eğer anlıyorsanız, sizin için hayırlı olan budur.
Hifafen ve sikalen: Hangi halde olursanız olunuz: Kolaylık veya güçlük, sağlık veya hastalık; zenginlik veya fakirlik, çoluk çocuğun azlığı veya çokluğu, piyade veya süvari, genç veya ihtiyar mânalarına gelir.
42 - Eğer dâvet olundukları seferde peşin bir ganimet bulunsa ve orta yollu bir mesafe olsaydı, mutlaka senin peşinden gelirlerdi; fakat meşakkatli yol onlara pek uzak geldi.
Bununla beraber "Eğer gücümüz yetseydi muhakkak sizinle beraber sefere çıkardık." diye yemin edeceklerdir.
Onlar bu yalanlarıyla kendilerini mahvediyorlar. Çünkü Allah onların yalancı olduklarını kesinlikle bilmektedir.
Tebük seferi, hicri 9. yılda, çok güçlü olan Bizans İmparatorluğuna karşı olacaktı. Yolculuk çok uzun, mevsim kavurucu yaz sıcaklarının olduğu mevsim idi. Bu durum, münâfıklığın ortaya çıkmasına vesile oldu.
43 - Hay Allah seni affedesice! Niçin sence doğru söyleyenler iyice belli oluncaya
ve yalancılar da meydana çıkıncaya kadar beklemeyip
izin isteyen o münafıklara izin verdin?
44 - Allah'ı ve âhireti tasdik edenler, mallarıyla ve canlarıyla cihada katılmama hususunda senden izin istemezler. Allah, o takvâ ehlini pek iyi bilir.
45 - Senden katılmamak için izin isteyenler sadece Allah'ı ve âhireti tasdik etmeyenler, kalpleri şüphe ile çalkalanıp şüpheleri içinde bocalayıp duranlardır.
46 - Eğer onlar gerçekten sefere çıkmak isteselerdi, elbette onun için hazırlık yaparlardı.
Fakat Allah onların davranışlarını hoş görmeyip kendilerini engelledi ve kendilerine: "Oturun, oturanlarla beraber!" denildi.
47 - Şayet sizinle çıkmış olsalardı, bozgunculuk etmekten başka bir faydaları olmazdı.
Fesat ve fenalığı artırmaktan başka bir iş yapmazlardı.
Sizi fitneye düşürmek arzusuyla aranıza sokulup entrikalar çevirirlerdi.
Aranızda onlara kulak verenler de vardır. Allah o zalimleri pek iyi bilir.
48 - Gerçekten bunlar daha önce de fitne çıkarmak istemişler ve işleri tersyüz ederek seni yanıltmaya çalışmışlardı.
Nihayet, onlar hoşlanmasa da hakikat ortaya çıkmış ve Allah'ın emri galebe çalmıştı.
49 - İçlerinden bazıları: "Bana izin ver, beni fitneye ve isyana düşürme, başımı derde sokma!" der.
Bilmiş ol ki, fitneye zaten kendileri düşmüşlerdir. Cehennem elbette kâfirleri her taraftan kuşatacaktır.
50 - Sana bir iyilik gelirse onlar üzülürler ve eğer başına bir musîbet gelirse içlerinden, "Neyse ki biz daha önce tedbirimizi almıştık. Sorununuzu nasıl çözerseniz çözünüz!" deyip senin başına gelen felaketten dolayı keyifli keyifli arkalarını döner giderler.
51 - De ki: "Allah bizim hakkımızda ne takdir etmiş, ne yazmışsa başımıza ancak o gelir.
Mevlam'ız, sahibimiz O'dur.
Onun için müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler."
52 - Münafıklara de ki: "Bizim hakkımızda bekleyip gözlediğiniz, iki güzel şeyden, yani zaferden veya şehid olmaktan başka bir şey midir?
Biz ise Allah'ın, ya kendi tarafından veya bizim ellerimizle sizi azaba uğratmasını bekliyoruz.
Bekleyin bakalım, biz de bekliyoruz!
53 - De ki: "Allah yolunda, ister gönül rızasıyla verin, ister gönülsüz infak edin, verdikleriniz sizden hiçbir zaman kabul edilmeyecektir.
Çünkü siz, hak yoldan çıkmış fâsıklar güruhusunuz."
Bu âyet, nifaklarını gizlemek için bazı maddî katkılarda bulunmak isteyen münâfıklara sert bir uyarıdır.
54 - Bu teberrûlarının kabul edilmemesinin tek sebebi şudur:
Çünkü onlar Allah'a ve Resulüne karşı inkâr ve nankörlük içindedirler.
Namaza ancak üşene üşene gelirler.
Yardımda bulunurken de istemeye istemeye, gönülsüz verirler.
55 - Onların ne mallarının ne de çocuklarının çokluğu seni imrendirmesin.
O hiç de önemli değil! Çünkü Allah bunlar sebebiyle dünya hayatında onlara sıkıntı çektirmeyi
ve canlarının kâfir olarak çıkmasını dilemektedir. [20,131; 23 - 55-56]
Nifaklarının şiddeti, kalplerinde samimî imana yer bırakmamaktadır. Kendileri bunu istedikleri için, Allah da böyle dilemiştir.
56 - O münafıklar yanınızda Allah'a yemin ederek sizden olduklarını ileri sürerler.
Aslında onlar sizden değildirler.
Doğrusu onlar kâfirlerin mâruz kaldıkları durumdan endişe etmeleri sebebiyle ödleri kopan bir topluluktur.
57 - Şayet sığınacakları bir yer, yahut barınabilecekleri mağaralar, hatta başlarını sokabilecekleri bir delik bulsalardı derhal o tarafa seğirtirlerdi.
58 - Onlardan bazıları da senin zekât ve sadakaları taksim edişine dil uzatırlar.
Bu mallardan kendilerine pay verilirse memnun olurlar, verilmeyince hemen kızıp öfkelenirler.
Zekât uygulaması sonucunda Müslümanlar mallarından % 2,5 ~ % 20 nisbetinde Beytülmale veriyorlar. Bu da büyük bir yekûn teşkil ediyordu. Münafıklar aç gözlülükle, bu serveti Hz.Peygamberin şahsınınmış gibi düşünüyor, kendilerine düşen paydan çok fazlasını bekliyorlardı. Zekâtı akrabasına bile yasaklayan, bu konuda çok hassas ve dikkatli davranan Hz. Peygamber (a.s.m) onların bu aşırı isteklerini yerine getiremeyince dedikodu çıkarıyorlardı.
59 - Eğer onlar Allah'ın ve Resûlünün kendilerine verdiklerine razı olsalar ve: "Allah'ın lütfu bize yeter. Allah bize lütfundan yine verir, Resûlü de. Bizim isteğimiz sadece Allah'ın rızasıdır!" deselerdi, kendileri için elbette daha iyi olurdu.
60 - Zekâtlar sadece fakirlere, düşkünlere, zekât toplayan görevlilere, kalpleri İslâm'a ısındırılacak olanlara, esirlik ve kölelikten kurtulmak isteyenlere, borçlulara,
Allah yoluna ve bir de muhtaç kalmış yolcu ve gariplere mahsustur.
Allah tarafından kesin olarak böyle farz buyuruldu. Allah alîmdir, hakîmdir (her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir). [2,177.215]
Zekât fonu bu sekiz sınıfa dağıtılır. Hz. Peygamberin ve yakın akrabaları Hâşimoğulları'nın zekât almaları haramdır. Zekât ahkâmının ayrıntıları fıkıh kitaplarında yer alır. Hz. Ömer (r. a.)'ın nasdaki delâleti fark edip bildirmesi üzerine Hz. Ebû Bekir (r. a.)'ın halifeliği sırasında, İslâma ısındırılacak olanların hisselerinin düştüğü hususunda ashab ittifak etti. Hanefî, Malikî ve Şafiî mezhepleri de bu icmaı aldılar. Müslümanların güçsüz olması halinde bu hissenin yine işletileceğini bu mezhep fakihleri bildirirler."Allah yoluna" kısmına, sadece savaş giderleri değil, Allah'ın dinini yaymak için yapılan her türlü faaliyet dahildir.
61 - Onlardan bazıları Peygamberi incitmek için "O herkese kulak veren safın biridir." derler. De ki:
"Evet öyledir, ama hep hakkınızdaki iyi sözlere kulak veren biridir,
Allah'a inanır, müminlere güvenir.
İman edenleriniz için bir rahmettir O!"
İşte bu Resulullahı incitenler yok mu? En acı azap onlara olacaktır.
62 - Sizin yanınıza gelir, gönlünüzü hoş etmek için Allah'a yeminler ederler,
Halbuki eğer bunlar mümin iseler, her şeyden önce Allah'ın ve Resûlünün rızasını düşünmeleri gerekirdi.
63 - Hâlâ şunu anlayıp öğrenmediler mi ki, kim Allah'a ve Resûlüne karşı çıkıp düşmanlık ederse, ona muhakkak cehennem ateşi var, hem de devamlı olarak orada kalacaktır.
İşte en büyük zillet, en feci rezalet!
64 - Münafıklar, kalplerinde gizledikleri küfrü yüzlerine vuracak bir sûrenin tepelerine inmesinden çekinirler
(bir yandan da sizinle alay ederler). De ki: "Eğlenin bakalım. Allah sizin o çekinip endişe ettiğiniz şeyleri meydana çıkaracaktır!" [58,8; 47,29 - 30]
Münafıklar içyüzlerini, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ve Müslümanlar hakkında içlerinde sakladıkları gerçek düşüncelerini açıklayacak vahyin, ha geldi ha gelecek korkusu içinde idiler. Kur'ân'ın Allah'ın buyruğu olduğuna tam inanmasalar da, Resûlullah'ın birçok gizli halleri ortaya çıkardığına dair yeterli tecrübeleri olduğundan, bu korku onları hiç terk etmiyordu.
65 - Eğer kendilerine ettikleri alay hakkında soracak olursan, yaptıklarını gizler ve:
"Ciddi bir şey konuşmuyorduk, sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk!" derler.
Sen onlara kanmayıp, suçlarını itiraf etmişlercesine de ki:
"Demek, siz Allah ile, O'nun âyetleri ile ve Onun Resûlü ile eğleniyordunuz ha!"
Tebük seferine hazırlanan Müslümanların, müthiş Bizans orduları karşısında ne hallere düşeceğine dair senaryolar üretip kulis yaparak müminlerin de cesaretlerini kırmaya girişiyorlardı. Âyet onların maskelerini indiriyor.
66 - "Ey münafıklar! Hiç boşuna özür dilemeyin.
Gerçek şu ki: Siz iman ettiğinizi açıkladıktan sonra, içinizdeki inkârı açığa vurdunuz.
Sizden bir kısmınızı, (tövbeleri veya alay etmemeleri sebebiyle) affetsek de, bir kısmını suçlarında ısrar etmelerinden dolayı cezalandıracağız."
67 - Münafık erkeklerle münafık kadınlar size değil, birbirlerine benzerler:
Kötülüğü teşvik edip iyiliği menederler
ve cimriliklerinden dolayı ellerini sımsıkı tutarlar.
Onlar Allah'ı unutup terk ettiler, Allah da onları terk etti. Şüphesiz ki münafıklar, hep itaat dışına çıkan fâsık kimselerdir. [45,34]
68 - Allah gerek münafık erkeklere, gerek münafık kadınlara, gerekse bütün kâfirlere, ebedî kalmak üzere girecekleri cehennem ateşini vaad etmiştir.
O onlara yeter! Allah onları rahmetinden uzaklaştırdı. Onlara devamlı bir azap vardır.
69 - Ey münafıklar!Sizin durumunuz tıpkı sizden önce helâk olan ümmetlerin durumuna benzer.
Üstelik onlar kuvvetçe sizden daha güçlü olup, malları daha fazla, evlatları daha çoktu.
Onlar bu dünyadaki nasipleri kadar istifade ettiler.
İşte sizden öncekiler nasıl öyle nasiplerince yaşadılarsa, siz de yine kısmetinizce yaşadınız.
Siz de o boş davalara dalanlar gibi daldınız.
Onların yaptıkları işler, hem dünyada hem de âhirette boşa gitti.
İşte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileri oldular.
70 - Kendilerinden önce gelip geçmiş milletlerin başlarına gelen olaylara dair haber onlara ulaşmadı mı?
Nuh kavminden, Âd, Semud ve İbrâhim kavminden, Medyen halkından ve şehirleri yerle bir edilen toplumdan haberdar olmadılar mı?
Onlara peygamberleri açık deliller getirdi ama inanmadılar, bundan dolayı Allah'ın gazabına uğradılar.
Ama onlara Allah zulmetmedi, lâkin onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.
Şehirleri yerle bir edilen toplum Lut halkıdır.
71 - Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin yardımcılarıdır.
Onlar iyilikleri teşvik edip kötülükleri menederler.
Namazı hakkıyla yerine getirir, zekâtı verir, Allah'a ve Resulüne itaat ederler.
İşte onları Allah geniş rahmetine mazhar edecektir.
Çünkü Allah azîzdir, hakîmdir (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir). [3,104]
72 - Allah mümin erkeklere de, mümin kadınlara da, ebedî kalmak üzere girecekleri, içinden ırmaklar akan cennetler vaad etti.
Hem Adn cennetlerinde hoş hoş konaklar!
Hepsinden âlâsı ise Allah'ın kendilerinden razı olmasıdır.
İşte en büyük mutluluk, en büyük başarı budur. [10,26; 48,5; 57,12] {KM, I Pier 3,7; Tekvin 2,8-10}
73 - Ey şanlı Peygamber! Kâfirler ve münafıklarla mücahede et. Onlara karşı sert davran.
Onların varacakları yer cehennemdir. Ne kötü bir dönüş yeridir orası! {KM, Mezmurlar 45,4-5}
Tebük seferi, turnusol gibi, münafıkları ortaya çıkardı. Burada münafıklığı iyice âşikâr olanlara karşı birtakım önlemler alınmasının gereğine işaret ediliyor. Zira bu tedbirler alınmazsa münafıklar, Müslüman toplumu çürütürler.
74 - Onlar Allah'a yemin ederek, olumsuz bir şey söylemediklerini ileri sürerler.
Halbuki küfür sözünü söylediler, İslâm'a girdikten sonra inkâr ettiler, başaramadıkları, netice alamadıkları birtakım cinayetlere yeltendiler.
Münafıkların Peygamber'e ve müminlere kin beslemelerinin tek sebebi, Allah ve Resulünün Kendi lütfu ile müminlerin ihtiyaçlarını gidermesiydi.
Onlar tövbe ederlerse, haklarında hayırlı olur. Yok yüz çevirirlerse, Allah onları dünyada da âhirette de acı bir azaba uğratır.
Onlara bütün bir dünyada, ne bir hâmi, ne de bir yardımcı bulunamaz.
Küfür sözleri münafıklardan eksik olmuyordu. Meselâ: Tebük seferinde Hz. Peygamberin (a.s.m) develerinden biri kaybolunca Müslümanlar onu aramaya koyuldular. Münafıklar sinsi sinsi: "Şu adamın peygamberliğine bakın: Gökten haber alıyor, fakat devesinin nerede olduğunu bilemiyor!" dediler.
Öte yandan münafıklar, Hz. Peygamberin ordusunun Bizans tarafından hezimete uğratılmasına kesin gözüyle baktıklarından, Abdullah İbn Übeyy'i Medine'ye kıral yapma hazırlıklarına başlamışlardı.
75 - Onlardan kimi de Allah'a şöyle kesin söz vermişdi:
"Eğer Allah bize lütfundan verirse, biz de mutlaka zekât ve teberrûda bulunacak ve elbette iyi insanlardan olacağız."
76 - Fakat Allah lütfundan onlara servet verince cimrilik edip mallarının hakkını vermediler. Zaten onlar yançizip duruyorlardı.
77 - Allah'a verdikleri sözden dönmeleri ve yalan söylemeyi âdet edinmeleri sebebiyle,
Allah da bu işlerinin neticesini, kalplerinde kıyamet gününe kadar sürecek bir münafıklık kıldı.
78 - O münafıklar hâlâ anlamadılar mı ki Allah onların sırlarını da, fısıldaşmalarını da bilir
hem Allah bütün gaybleri tam tamına bilir.
79 - Müminlerden gâh farz zekât dışında gönlünden koparak bağışta bulunanları,
gâh ancak çalışıp didinerek ele geçirdikleri malları bağışlayanları dillerine dolayıp alaya alanlar var ya,
işte Allah onları alay konusu yapıp maskara etmiştir ve onlara gayet acı bir azap vardır.
Münafıkların sırf olumsuz tipler olduğunu âyet ne güzel tasvir ediyor! Kendileri zengin oldukları halde, kamu hizmeti için vermiyorlar. Elinden geldiği kadar çok verenleri ise gösteriş yapmakla suçluyorlar. Fakir olduğu için az verenler hakkında: "Şunlara bakın Bizans İmparatorluğunun kaleleri bunların sadakalarıyla fethedilecekmiş!" diyorlar.
80 - Onlar için sen ister Allah'tan af dile, ister dileme.
Yetmiş kere bile istiğfar etsen, Allah onları asla affetmeyecektir.
Evet, böyle! Çünkü onlar Allah'ı ve Resulünü tanımayıp karşı geldiler. Allah da böylesi fâsıklar güruhunu hidâyet etmez, emellerine kavuşturmaz. {KM, Matta 18,22}
Fısk, her türlü hususta diretmek ve hududun dışına çıkmak demektir. "Lâ yehdi'l-kavme'l-fâsikîn" demek, Allah onları emellerine ulaştırmaz demektir. Zira bu tekvin ve teşri çarkının üzerinde döndüğü hikmete aykırıdır. Hidâyeti, "matlub olan hidâyete ulaştıran yolu gösterme" mânasına alırsak, bellidir ki, bu hidâyet gerçekleşmiştir. Fakat fâsıklar, kendi kötü tercihleri ile bu hidâyeti kabul etmeyip düştükleri çukura düşmüşlerdi. Bu son kısım, ön tarafındaki hükmü te'kid eden bir tezyildir. Zira kâfirin affedilmesi, her şeyden önce küfründen vazgeçmesi ve hakka yönelmesine bağlıdır. Ama küfre dadanan, küfre dalan, kendisini küfürle damgalayan, bu aftan uzaktır.
Keza burada, Hz. Peygamber'in onlar için af dilemesindeki özrüne de dikkat çekilmektedir. O da, onların imana gelmelerinden me'yus olmamasıdır. Çünkü onların, sonuna kadar küfürde kalacaklarını bilmiyordu. Zira, ancak akıbetlerini kesin bilmeden sonra onlar hakkında istiğfar yasak olurdu (Ebu's-suûd).
81 - Savaşa çıkmayıp Resûlullah'tan ayrılarak geride kalanlar, oturmalarından memnun olup sevince garkoldular.
Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmekten hoşlanmayıp "Bu sıcakta sefere çıkmayın!" dediler.
De ki: "Cehennem ateşi, bundan da sıcak! Ona nasıl dayanacaksınız?
Bunu bir bilip anlasalardı! [70,15-16, 22,19, 22; 4,56]
82 - Öyleyse kazandıkları günahların cezası olarak az gülsün, çok ağlasınlar!..
83 - Eğer Allah seni bu seferden (Tebük'ten) döndürür de, sen onlardan bir toplulukla karşılaşırsan ve onlar başka bir gazaya çıkmak için senden izin isterlerse onlara de ki:
"Benimle beraber asla sefere çıkmayacaksınız, asla benim maiyetimde düşmanla savaşmayacaksınız. Mademki önce oturup seferden geri kaldınız, haydi şimdi de geri kalanlarla birlikte oturun!"
84 - Onlardan ölen hiçbir kimsenin cenaze namazını asla kılma ve kabri başında dua etmek üzere durma!
Çünkü onlar Allah'ı ve Resulünü tanımadılar ve yoldan çıkmış olarak öldüler.
İbn Übey öldüğünde, halis bir Müslüman olan oğlu Abdullah Hz. Peygamber'e gelerek cenaze namazını kıldırmasını rica etti. Pek şefkatli olan Efendimiz (a.s.m) o tarafa doğru kalkınca Hz. Ömer 80. âyeti hatırlattı. Hz. Peygamber: "Demek Allah izin verdi, ben de yetmişten daha fazla istiğfar ederim." dedi. Bunun üzerine bu âyet indirilip kesin hükmü bildirdi.
85 - Onların ne malları ne de evlatları seni imrendirmesin.
Çünkü Allah bunlarla onlara dünyada sıkıntı ve azap çektirmek istemekte ve canlarının kâfir olarak çıkmasını dilemektedir. [9,55]
86 - "Allah'a iman edin ve Resulü ile birlikte cihada gidin." diye bir sûre indiği zaman,
onlardan servet ve imkân sahibi kimseler senden sefere katılmamak için izin istediler
ve "Bırak, biz de evlerinde oturan kadınlar ve özürlülerle birlikte oturalım" dediler.
87 - Savaştan geri kalan kadınlarla birlikte oturmaya razı oldular.
Kalplerine mühür vuruldu, artık onlar (cihattaki hikmeti, Resullullaha itaat etmedeki mutluluğu) anlayamazlar. [47,20; 33,19]
88 - Fakat Peygamber ile beraberindeki müminler hem mallarıyla, hem de canlarıyla cihad ettiler.
Hayırların her türlüsü onlarındır.
Felaha erenler de onlardır!
89 - Allah onlara, içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırladı.
Onlar oraya ebediyyen kalmak üzere gireceklerdir.
İşte en büyük mutluluk, en büyük başarı!
90 - Bedevîlerden savaşa katılmamak için özürler uyduranlar, hiç değilse kendilerine izin verilsin diye geldiler.
Allah'a ve Resulüne bağlılık iddiasında yalancı olanları ise oturdular. Ne geldiler, ne de özür dilediler.
O bedevîlerden kâfir olanlar, gayet acı bir azaba mâruz kalacaklardır.
91 - Allah ve Resulüne sadık kalmak, onlar hakkında iyi düşünceler taşımak şartıyla zayıflara, hastalara
ve savaşta harcama imkânı bulamadığından dolayı savaşa katılamayanlara sorumluluk yoktur.
Zira onlar, geri kalmakla beraber, memleketlerinde iyilik ediyorlar.
İyilik edenlere diyecek bir şey yoktur.
Gerçekten Allah gafurdur, rahîmdir (affı ve merhameti boldur).
92 - Ey Resulüm! Binek temin etmen için sana geldiklerinde:
"Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum." deyince, harcayacak para bulamamaları sebebiyle
gözyaşı döke döke dönüp gidenleri de kınamak doğru değildir.
93 - Ayıplamak gerekirse, zengin ve imkân sahibi olmalarına rağmen
savaşa katılmamak için bahaneler ileri sürenler ayıplanmalıdır.
İşte onlar geride kalan güçsüz kadınlarla beraber kalmaya razı oldular.
Allah da onların kalblerini mühürledi. Artık onlar işlerin gerçek mahiyetini bilemezler.
94 - Savaş dönüşü kendileriyle karşılaşınca, katılmamaları hakkında mazeretler, bahaneler ileri sürerler.
De ki: "Boşuna özür dilemeyin, zira size inanmayacağız.
Çünkü sizin aleyhimizde çevirdiğiniz hilelerden bir kısmını Allah bize bildirdi.
Bundan böyle de, yapacağınız her şeyi Allah da, Resulü de görüp değerlendirecek, daha sonra da, gizli olsun açık olsun, her şeyi bilen Allah'ın huzuruna ***ürüleceksiniz.
O da bütün yaptıklarınızı bir bir önünüze koyacaktır."
95 - Dönüp yanlarına vardığınız zaman, kendilerini affetmeniz için Allah'a yeminler edeceklerdir.
Siz onlardan yüz çevirin. Onlara muhatap bile olmayın.
Çünkü onlar o kadar murdar kimseler ki, hesap sormak ve azarlamakla yola gelmezler.
İşleyip durdukları günahlar sebebiyle onların konutları cehennem olacaktır.
96 - Kendilerinden razı olasınız diye, size karşı Allah'a nice yeminler edecekler...
Bilesiniz ki siz onlardan hoşnut olsanız bile, o yoldan çıkmış, o pis güruhtan Allah asla razı olmaz.
97 - Bedevîler inkâr ve münafıklıkta şehirlilerden daha şiddetli;
Allah'ın, Resulüne indirdiği hükümleri tanımamaya daha yatkındırlar.
Allah her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir. [12,109]
Bedevî (a'rabî) çölde yaşayan göçebe araplara denir. Her bedevî değil, fakat genelde bedevîler, yaşadıkları çöl hayatının gereği olarak kaba ve sert huyludurlar.Böyle olunca küfür ve nifakları da daha beterdir.
98 - Kimi bedevîler, Allah yolunda harcamasını angarya ve ziyan sayar; bundan kurtulmak için başınıza türlü türlü belalar gelmesini gözler.
O belalar kendi başlarına olsun!
Allah, her şey gibi, onların söylediklerini de işitir, bütün hallerini bilir.
Müslümanlar hissedilir bir kuvvet olunca bedevîler, çıkarcı bir tutumla İslâm'a girmeye koyuldular. Gerçek imana sahip olanlarının nisbeti azdı. Göçebe olduklarından İslâm'ın cihad, savaş, zekât, namaz vs. yükümlülüklerinden uzak durup ganimet ve menfaat sırasında pay almak işlerine geliyordu.
99 - Kimi bedevîler de Allah'ı ve âhireti tasdik eder;
Allah yolunda harcamasını, Allah'a yakın olmaya ve Resulünün dualarını almaya vesile sayar.
İyi bilin ki bu, onlar için Allah'a yakınlık vesilesidir.
Allah onları rahmet diyarı olan cennete yerleştirecektir.
Çünkü Allah gafurdur, rahimdir (affı, merhamet ve ihsanı boldur).
100 - İslâm'da birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzelce tâbi olanlar yok mu?
Allah onlardan razı, onlar da Allah'tan râzı oldular.
Allah onlara içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırladı.
Onlar oralara devamlı kalmak üzere gireceklerdir. İşte en büyük mutluluk, en büyük başarı! [5,119; 59,9]
101 - Çevrenizdeki bedevîlerden ve Medine ahalisinden öyle münafıklar vardır ki onlar nifak işinde mahir olmuşlardır.
Pek sinsi hareket ettikleri için sen onları bilemezsin, ama Biz pek iyi biliriz.
Biz onları çifte cezaya çarptıracağız. Sonra da müthiş bir azaba itileceklerdir. [63,8]
102 - Diğer bir kısmı ise günahlarını itiraf ettiler. Onlar iyi işlerle kötü işleri birbirine karıştırdılar.
Onlar tövbe ederlerse umulur ki Allah da onların tövbelerini kabul buyurur.
Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir (affı, merhamet ve ihsanı boldur).
Bunlar daha önceki seferlere katıldıkları halde son Tebük seferine gelmemişlerdi. Bunlar Ebû Lubabe (r.a.) ve diğer on kadar sahabiydi. Pişmanlıklarından ötürü kendilerini Mescid-i Nebevideki sütunlara bağlamışlardı. Bu ayet nazil oluncaya kadar bağlarını çözmediler.
103 - Onların mallarından zekât al ki, bununla onları temizleyesin ve arındırasın.
Onlar için dua da et.
Çünkü senin onlar lehine duan, onlar için büyük bir huzur ve tatmin kaynağıdır.
Allah her şeyi hakkıyla işitir, bilir. [2,43] {KM, Kohale 3,30; Lukan 11,41}
104 - Bilmediler mi ki: ancak Allah, kullarının tövbelerini kabul eder, zekât ve bağışlarını alır.
Tevvab ve rahîm (tövbeleri kabul buyuran ve pek merhametli) olan da ancak Allah'tır.
105 - Ve de ki: "Çalışın: Yaptıklarınızı Allah da, Resulü de, müminler de görecekler.
Sonra gizli ve açık her şeyi bilen Allah'ın huzuruna çıkarılacaksınız.
O da yaptığınız her şeyi bir bir sizin önünüze çıkaracak, karşılığını verecektir.
106 - Sefere katılmayan bazı kişilerin akıbetleri de Allah'ın emrine kalmıştır:
Allah ister onları cezalandırır, ister merhamet eder.
Allah alîmdir, hakîmdir (her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
Belli münafıklardan başka, müminlerin haklarında karar vermekte zorluk çektikleri kimseler de vardı. Onların gerçek durumunu Allah elbet biliyordu. Fakat Allah kesin bilgilere dayanmaksızın hiç kimseyi mahkûm etmemek gerektiğini Müslümanlara öğretmek istemektedir.
107 - Bir de şunlar var ki: müminlere zarar vermek için,
küfür ve küfranı yaymak için,
müminlerin arasına ayrılık sokmak için ve daha önce Allah ve Resulüne savaş açmış adamı buyur etmek için, tuttular bir mescid yaptılar.
Bütün bunlardan sonra onlar: "Bundan, iyilikten başka maksat gütmedik." diye yemin edeceklerdir.
Allah şahit ki bunlar kesinlikle yalancıdırlar.
Bu savaş açan kişi Hazreç kabilesinden Ebû Âmir'dir. Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden önce hıristiyan rahibi olmuştu. Peygamberimizi kendisine rakîp gördü ve düşman kesildi. İslâm aleyhinde kampanya için kabileleri dolaştı.
İslâm'ın güçlenmesini önleyemeyince, son olarak Bizans İmparatorunu harekete geçirmeye çalıştı. Tebük seferine sebep de Bizans'ın savaş hazırlığı olmuştu. Medine münafıkları Ebû Amir'le işbirliği içinde idiler. Ebû Amir'le, bir üs olarak kullanmak üzere cami yapmada mutabık kaldılar. Aslında Medine'de cami ihtiyacı yoktu. İhtiyaç göstererek yaptıkları mescidde, ilk namazı kıldırmasını Hz. Peygamber'den istirham ettiler. Tebük seferinin hazırlığını öne sürerek Hz. Peygamber (a.s.m) meşgul olduğunu söyledi. Burayı kötü planlar için kullanmaya başladılar. Tebük dönüşünde Peygamberimiz orayı yaktırdı.
108 - O Mescid-i Dırarda hiç bir zaman namaz kılma!
Ta ilk günden, temeli takvâ üzere kurulan mescidde namaza durman daha münasiptir.
Orada, maddî ve manevî kirlerden arınmayı seven kimseler vardır.
Allah da temizlenenleri sever.
109 - Binasını, Allah'a karşı gelmekten sakınma ve Onun rızasını kazanma temelleri üzerine kuran kimse mi hayırlıdır;
yoksa yapısını, yıkılmak üzere olan bir uçurum kenarına kurarak onunla beraber cehennem ateşine yuvarlanan mı?
Allah zalimler gürûhunu hidâyet etmez, umduklarına eriştirmez.
Münafıklıklarına bir ceza olarak onları hayra ve felaha erdirmez.
110 - Yaptıkları bina, kendileri geberip de kalpleri parçalanıncaya kadar, içlerinde hep bir ukde olarak kalacak.
Allah alîmdir, hakîmdir (her şeyi çok iyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
111 - Allah, karşılık olarak cenneti verip müminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır.
Onlar Allah yolunda mücadele ederler, öldürürler ve öldürülürler.
Bu Allah'ın Tevrat'ta da, İncîl'de de, Kur'ân'da da üstlendiği gerçek bir vaaddir.
Verdiği sözde Allah'tan daha sadık kim olabilir?
O halde yaptığınız bu alış verişten dolayı sevinin ey müminler!
Müjdeler olsun size, işte en büyük mutluluk, işte en büyük başarı! [35,29; 39,29; 61,10] {KM, Tesniye 20. bölüm. Matta 10,34}
112 - O tövbe edenler, o ibadet edenler, o hamd edenler, Allah'ın rızası için sefer edenler,
o rükû edenler, o secdeye kapananlar, iyilikleri yayanlar, kötülükleri önleyenler
ve Allah'ın hudutlarını bekleyip koruyanlar yok mu?
İşte o müminleri müjdele! [66,5; 4,24]
"Allah rızası için sefer" kavramına: İslâm'ı anlatmak, cihad, yerine göre hicret, ilim elde etmek, insanları eğitmek, çalışıp helâl kazanç sağlamak gibi birçok alan girer. Allah'ın hudutlarını korumaya: İmanın gerekleri, ibadetler, İslâm ahlâkına uygun davranışlar, İslâm'ın her alandaki hükümleri dâhildir.
113 - Kâfir olarak ölüp cehennemlik oldukları kendilerine belli olduktan sonra,
akraba bile olsalar, müşriklerin affedilmelerini istemek,
ne Peygamberin, ne de müminlerin yapacağı bir iş değildir. [2,119]
114 - İbrâhim'in, babası için af dilemesi ise, sırf ona yaptığı vaadi yerine getirmek için olmuştu.
Fakat onun Allah düşmanı olduğu kendisine belli olunca, onunla ilgisini kesti.
Gerçekten İbrâhim çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi. [19,47-48; 60,4]
115 - Allah bir topluluğu doğru yola ilettikten sonra, nelerden sakınacaklarını kendilerine bildirmedikçe, onları dalâlete sürüklemez.
Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla bilir.
Bu âyet, müşrikler için af dilemenin yasaklığı bildirilmeden önce bunu yapanların ve haram kılınmadan önce haramları işleyenlerin sorumlu olmayacaklarını ifade etmektedir.
116 - Göklerin ve yerin hâkimiyeti Allah'ındır.
Dirilten ve öldüren O'dur. Sizin Allah'tan başka ne hâminiz, ne yardımcınız yoktur.
117 - Allah, Peygamberini savaşa katılmayanlara izin verdiğinden ötürü affettiği gibi, içlerinden bir kısmının kalpleri kaymaya yüz tutmuşken, o güçlük anında, Peygambere tâbi olan Muhacirlerle Ensarı da tövbeye muvaffak buyurdu ve sonra onların bu tövbelerini kabul etti.
Çünkü O, onlara karşı raûfdur, rahîmdir (pek şefkatli ve pek merhametlidir).
Başlangıçta kritik bir anda savaşa çıkmaya pek arzulu olmadıkları halde, nefislerinde gerçekleştirdikleri mücahede sonucunda, zaaflarını aşan sahabîlere işaret edilmektedir.
118 - Allah, savaştan geri kalan ve haklarındaki hüküm ertelenen o üç kişinin de tövbelerini kabul buyurdu.
Çünkü onlar öylesine bunaldılar ki dünya bütün genişliğine rağmen başlarına dar geldi. Vicdanları da kendilerini sıktıkça sıktı.
Nihayet, Allah'ın cezasından, yine Allah'ın kapısından başka sığınacak hiçbir yer olmadığnı anladılar da, bundan sonra, önceki iyi hallerine dönsünler diye, Allah onları tövbeye muvaffak kıldı.
Çünkü Allah tevvabdır, rahîmdir (tövbeleri çok kabul eder, tövbe edenleri sever ve pek merhametlidir).
Bu üç halis Müslüman Ka'b İbn Malik, Hilal İbn Ümeyye ve Mürâre İbn Rebi (r.anhüm) adlı sahabîlerdi. Güçlü bir şair olan Ka'b'ın bu kıssayı uzunca anlatımı okunmaya değer. Hz. Kâ'b'ın bu anlatımı, başta Buharî'nin Sahîh'i olmak üzere birçok kaynakta bulunmaktadır. Bu üç zat gerçek Mümin olduklarından Hz. Peygamber bunları dışladı. Müslümanları onlarla konuşmaktan menetti. Elli gün süren, kendilerine ise ellibin sene gibi gelen, büyük bir imtihan geçirdiler. Sadakatlerini ispatladıklarından Allah da onların tövbelerini kabul etti.
119 - Ey iman edenler! Allah'ın emirlerine karşı gelmekten sakının ve dürüst insanlarla beraber olun.
120 - Ne Medine halkının, ne de etrafındaki bedevîlerin,
Allahın Resulünden geri kalmaları ve ona ihtimam göstermeyip
kendi canlarının derdine düşmeleri olacak şey değildir (Bunu yapacak bir tek kişi bile çıkmasın).
Bu böyledir, çünkü onların Allah yolunda uğrayacakları hiçbir susuzluk, yorgunluk, açlık,
kâfirleri öfkelendirecek tarzda bir yere ayak basıp ele geçirmeleri ve düşmana karşı başarı kazanmaları yoktur ki, mutlaka o sebeple kendilerine güzel bir iş ve sevap yazılmış olmasın. Çünkü Allah iyi davrananların mükâfatlarını zayi etmez. [18,30]
121 - Onlar Allah yolunda, az olsun çok olsun, hiçbir harcama yapmazlar, hak yolda katettikleri hiçbir vadi olmaz ki,
Allah, işledikleri bu iyilikleri en güzel tarzda ödüllendirmek için, onların hesaplarına yazılmış olmasın!
122 - Bununla beraber müminlerin hepsinin top yekün sefere çıkmaları uygun değildir.
Öyleyse her topluluktan büyük kısmı savaşa çıkarken, bir takım da din hususunda sağlam bilgi sahibi olmak, dinî hükümleri öğrenmek için çıkıp gayret göstermeli ve geri döndüklerinde kötülüklerden sakınmaları ümidiyle, kavimlerini uyarmalıdır.
Bu âyet, dini iyi öğrenmenin ve öğretmenin ne derece gerekli olduğunu ortaya koymaktadır. Zira dünya ve âhiret mutluluğu; Allah'ın hidâyetinin, kurtarıcı prensip ve ölçülerinin; rûhu ve lafzı ile, İslâm'ın doğru bilinmesine bağlıdır. [9,41 - 121]
123 - Ey müminler! Size nesep ve mekân bakımından yakın olan kâfirlerle savaşın, onlar sizde bir ciddiyet ve üstün gayret görsünler.
İyi bilin ki Allah, fenalıklardan sakınan müttakilerle beraberdir. [5,54; 48,29; 9,73; 66,9]
124 - Yeni bir sûre indirildiğinde onlardan bazıları: "Bu inen kısım hanginizin imanını artırdı acaba?" diyerek vahyi küçümserler.
Ama bu, iman edenlerin imanını, yakinini artırır ve onlar sevinip birbirlerini müjdelerler.
Münafıkları nifakta sabit tutmak, zayıf müminlere ise şüphe verip imandan çıkarmak gayesiyle böyle derler.
125 - Fakat o sûreler, kalplerinde küfür ve nifak hastalığı bulunanların inkârlarına inkâr kattı ve onlar kâfir olarak öldüler. [17, 82; 41;44]
126 - Onlar, görmüyorlar mı ki her yıl, bir veya iki kere imtihan ediliyor,
çeşitli belalara çarptırılıyorlar da yine nifaklarından dönüş yapmıyor, onlar bundan ibret de almıyorlar.
127 - Aleyhlerinde bir sûre indirilince göz kırpıp alay ederek birbirlerine bakar,
sonra "Acaba bizi gören biri var mı?" diye endişe ile bakınır, gören biri yoksa hemen sıvışır giderler.
Anlamaz bir topluluk olduklarından,
(onlar nasıl iman ve Kur'ân meclisinden uzaklaşıp gidiyorlarsa),
Allah da onların kalplerini imandan uzaklaştırır. [74, 49 - 51; 70, 36-37; 61, 5]
Kur'ân'dan indirilen yeni bölümleri Hz. Peygamber (a.s.) bir hutbe tarzında müminleri toplayıp okurdu. Münafıklar, zevahiri kurtarmak için toplantıda bulunduklarından, sıkılarak otururlar, geldiklerini ispatladıktan sonra sıvışıp gitme yolları ararlardı.
Önlerine konan bu devletin, bu muazzam feyiz kaynağının kıymetini bilmediklerinden, Allah da onları bu hidâyetten mahrum bıraktı.
128 - Size kendi aranızdan öyle bir Peygamber geldi ki zahmete uğramanız O'na ağır gelir.
Kalbi üstünüze titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir. [2,129.151; 3,164; 26, 215-217]
129 - Buna rağmen aldırmaz, yüz çevirirlerse, ey Resulüm! de ki:
"Allah bana yeter. O'ndan başka tanrı yoktur.
Ben yalnız O'na dayanırım. Çünkü O, büyük Arş'ın, muazzam hükümranlığın sahibidir."
 
enfal suresi meali

Medine döneminde hicrî 2. yılda vaki olan Bedir gazasından sonra nâzil olmuş olup 75 âyettir. Adını ilk âyetinde geçen Enfal (yani ganimetler) kelimesinden almıştır. A'râf sûresinde müşriklerin uyarılıp tehdid edildikleri mağlubiyet, Enfal sûresinin indirilişinden hemen önce gerçekleştirildiği için, Enfal sûresi onun peşine konulmuştur. Enfal sûresi Bedir gazvesinde meydana gelen olayları açıklayıp bu savaştan alınacak dersleri özetler. Böylece Müslümanlara, iman, hicret, dayanışma, cihad, savaş, savaş hukuku, anlaşmalar, ganimet, sabır ve sebat, ciddiyet, disiplin, tevekkül gibi konular hakkında talimatlar verilir.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 - Sana ganimetlerin taksimini soruyorlar. De ki: "Onun taksimi Allah'a ve Resulüne aittir.
Onun için siz gerçek mümin iseniz Allah'a karşı gelmekten sakının, birbirinizle aranızı düzeltin, Allah'a ve Resulüne itaat edin.
2 - Gerçek müminler ancak o kimselerdir ki yanlarında Allah zikredilince kalpleri ürperir, kendilerine O'nun âyetleri okununca bu, onların imanlarını artırır ve yalnız Rab'lerine güvenip dayanırlar. [3,135; 39,23; 9,124]
3 - Namazı hakkıyla ifa edip kendilerine nasib ettiğimiz mallardan hayırlı işlerde harcarlar.
4 - İşte gerçek müminler onlardır.
Onlara Rab'lerinin nezdinde, cennette yüksek dereceler, mağfiret ve kıymetli bir nasip vardır.
5-6 - Nitekim pek yerinde ve gerekli bir iş için Rabbin seni evinden çıkardığı zaman da, müminlerden bir kısmı bundan hoşlanmamıştı.
Gerçek apaçık meydana çıktıktan sonra bile, onlar bu hususta seninle münakaşa ediyorlardı;
sanki göz göre göre ölüme sevk ediliyorlardı. [2,216; 3,123]
Yüce Allah ganimetlerin taksimi hakkında hükmü bildirmediği için önce bu hususta tartışma çıkmıştı. O konuda âdil hüküm Allah'a ve Resulullah'a ait olduğu gibi, Allah'ın hakkı ve adaleti gerçekleştirmek üzere Hz. Peygamber (a.s.m.)'ı Bedir gazası için sefere sevk etmesinde de, hüküm Allah'a ait idi.
Söz konusu hak: Yapılması gerekli olan iş, şirk kuvvetleri ile savaşmak, hakkı izhar etmek idi. Allah'ın rızasının müşriklerle savaşarak müstahak oldukları dersi vermekte olduğunu açıkça anlamalarına rağmen bir kısım müminler, Medine'den savaş hazırlığı yapmış olarak çıkmadıklarından savaşa isteksiz idiler.
7-8 - Allah iki topluluktan birine sizi galip kılacağını vaad ettiğinde siz silahsız olan topluluğun (kervanın) sizin olmasını arzu ediyordunuz.
Halbuki Allah ise, emirleriyle hakkı üstün kılmak
ve şirkin kuvvetini yok ederek kâfirlerin ardını kesmek istiyordu ki,
o suçlu müşrik gürûhu hoşlanmasa da, hak olan İslâm'ı yüceltsin, batıl olan şirki de ortadan kaldırsın.
9 - O vakit siz Rabbinizden yardım istiyordunuz.
O da: "Ben size peş peşe gelecek bin melaike ile imdad edeceğim" diye duanızı kabul buyurdu.
Bedir'e çıkarken Hz. Peygamber (a.s.) ashabı ile istişare etti: Hedef Şam'dan gelen Kureyş kervanı mı olsun, yoksa Kureyş ordusu mu?" Ashabın bir kısmı savaş hazırlığı ile çıkmadıklarından kervanı istediler. Peygamberimiz ordu ile karşılaşıp hücum eden düşman kuvvetini kırmak istiyordu. Yüzünde burukluk hasıl oldu. Durumu anlayan Sa'd İbn Ubade, Mikdad, Sa'd İbn Muaz (r.a) gibi zatlar, sonuna kadar fedakârlığa hazır olduklarını bildiren, cesaret verici güzel sözler söylediler. Düşman üç misli askeri ve savaş hazırlığı ile zorlu idi. Efendimiz: "Allah'ım, zafer vâdini gerçekleştir. Bu cemaat helâk olursa artık yeryüzünde Sana ibadet edecek kimse kalmayacak." diye dua etti. Allah te'yidini lütfetti.
10 - Allah bunu, sırf size bir müjde olsun ve bununla kalpleriniz güven duysun diye yaptı.
Yoksa gerçekte yardım ancak Allah'tandır, başkasından değil!
Çünkü Allah, azîzdir, hakîmdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir). [3,140-160; 9,14; 28,43]
11 - Düşman korkusundan gözünüze uyku girmediği için o vakit Allah, inâyeti ile güven ve sükûnet vermek için sizi hafif bir uykuya daldırıyordu.
Sizi temizlemek, şeytanın pisliğini, vesvesesini sizden gidermek,
kalplerinize kuvvet vermek ve savaş meydanında ayaklarınızı sabit kılmak için
gökten üzerinize su indiriyordu. [3,154; 94,5-6; 76,21]
12 - Rabbin meleklere vahyediyordu ki:
"Muhakkak Ben sizinle beraberim,
haydi siz de müminlere sebat ve cesaret verin.
Kâfirlerin kalplerine korku salacağım.
Haydi vurun onların boyunlarına, vurun onların parmaklarına!" [47,4]
13 - Evet böyle! Çünkü onlar Allah'a ve Resulüne karşı çıktılar.
Kim Allah'ın ve Resulünün karşısına çıkarsa bilmeli ki Allah'ın cezası çetindir.
14 - İşte ey kâfirler! Bunu gördünüz ya, şimdi tadın bakalım onu!
Kâfirlere ayrıca bir de cehennem azabı var!
15 - Ey iman edenler! Ordu halinde kâfirlerle savaşmak için karşılaştığınızda, onlara arkanızı dönüp kaçmayın.
16 - Her kim böyle bir günde, -savaş icabı dönüp hücum etmek için bir tarafa çekilmek veya diğer bir birliğe katılmak gibi taktik bir maksat dışında-
düşmana arka çevirirse, Allah'tan bir gazaba uğrar;
onun varacağı yer cehennemdir, o ne kötü bir âkıbettir!
17 - Siz savaşta onları kendi kuvvetinizle öldürmediniz, lâkin Allah öldürdü.
(Ey Resulüm) Attığın vakit sen atmadın, lâkin Allah attı.
Ve bunu, Allah müminleri güzel bir imtihana tâbi tutmak için yaptı. Şüphesiz ki Allah hakkıyla işitir ve bilir. [3,123; 9,25; 2,249]
İki taraf savaşa başlayınca Hz. Peygamber (a.s.) bir avuç çakıl alıp "yüzleri kurusun!" diye düşman tarafına attı. Her müşriğin gözüne bir avuç çakıl girmiş gibi gözleri ile meşgul olmaya başladılar. Orduları bozulmaya başladı. Savaştan sonra "şöyle kestim, böyle vurdum!" diye övünen Müslümanları irşad için bu hatırlatma yapıldı.
18 - İşte Allah size böyle yaptı. Çünkü Allah kâfirlerin tedbirini zayıflatır.
19 - Ey müşrikler! Siz zafer mi istiyordunuz? İşte zafer geldi!
Siz müminlere hücumdan vazgeçerseniz bu, sizin için daha iyi olur;
yok döner yine savaşa başlarsanız, Biz de başlarız!
Askeriniz çok da olsa size hiç fayda vermez, çünkü Allah müminlerle beraberdir.
20 - Ey iman edenler! Allah'a ve Resulüne itaat edin,
Kur'ân'ı ve Resulullah'ın öğütlerini işitip dururken ondan yüzçevirmeyin.
21 - İtaat kulağıyla işitip dinlemedikleri halde, bir de yalan atıp "işittik!" diyenler gibi olmayın.
22 - Çünkü Allah katında yerde gezinen canlıların en kötüsü, o düşünmeyen sağır ve dilsizlerdir. [7,179; 2,171]
23 - Şayet Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi, onlara işittirirdi.
Fakat onlara hak sözü işittirse bile onlar yine yüz çevirir ve döner giderlerdi.
24 - Ey iman edenler! Allah ve Resulü size hayat verecek hakikatlere sizi dâvet ettiğinde ona icabet edin.
Bilin ki Allah insan ile kalbi arasına girer (dilediği takdirde arzusunu gerçekleştirmesini önler)
ve siz dönüp O'nun huzurunda toplanacaksınız.
25 - Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz, hepinize şamil olur.
Biliniz ki Allah'ın cezalandırması şiddetlidir.
26 - Düşünün ki bir zaman siz dünyada az ve zayıf idiniz.
Öyle ki insanların sizi tutup kapacağından endişe ediyordunuz.
Bu halde iken Allah size yer yurt nasib etti, sizi yardımıyla destekledi,
sizi temiz ve helâl şeylerle rızıklandırdı, ta ki şükredesiniz.
27 - Ey iman edenler! Allah'a ve Resulüne hıyanet etmeyin,
bile bile aranızdaki emanetlerinize de hıyanet etmeyin!
28 - Biliniz ki mallarınız ve evlatlarınız, sadece birer imtihan konusudur. Büyük mükâfat ise, âhirette Allah nezdindedir. [64,15; 21,35; 63,9]
29 - Ey iman edenler! Siz Allah'ı sayar haramlardan sakınırsanız,
Allah size hakkı batıldan ayırd edecek bir anlayış kuvveti verir,
sizin günahlarınızı örter, sizi affeder. Allah büyük lütuf sahibidir. [57,28]
30 - Bir vakit de o kâfirler senin elini kolunu bağlayıp
zindana mı atsınlar, yahut öldürsünler mi,
yahut seni ülke dışına mı sürsünler diye birtakım tuzaklar planlıyorlardı.
Onlar tuzak kuradursunlar, Allah da tuzak kuruyordu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.
Allah tuzak kurmaz. Sadece tuzak kuran olursa, tuzağı boşa çıkarması anlamında, müşakele babından, bu fiil O'na isnad edilir. Müşakele: Muhatabın lafzını kullanarak, farklı bir mâna kasdetmektir. Mesela itaatsizlik edip sırıtan çocuğuna babası: "Sen gül bakalım, ben de sana gülerim!" derken, babanın gülmesi gibi. Müşakele üslubunda olmaksızın Allah Teâlâ hakkında tuzak, istihza, hud'a vb. kavramları kullanmak caiz değildir.
31 - Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman:
"Artık anladık! Biliyoruz! Dilesek bunun benzerini biz de söyleyebiliriz. Bu, önceden geçmiş insanların masallarından başka bir şey değildir!" derler. [25,5-6]
32 - Hani bir zaman da onlar: "Ya Rabbi, eğer bu Kur'ân senin tarafından gelmiş hak bir kitap ise
hemen üzerimize gökten taş yağdır yahut bize acı bir azap ver!" demişlerdi.
33 - Halbuki sen onların aralarında bulunduğun müddetçe Allah onları azaba uğratmaz; eğer onlar istiğfar ederlerse Allah bu takdirde de onlara azab etmez. [29,53; 38,16; 70,1-3; 26,87]
Burada "azaba uğratmaktan" maksat, onları kökten imha edecek bir azap gönderilmesidir. Hz. Peygamber (a.s.) aralarında iken, Allah Teâlâ böyle bir azap göndermeyeceğini bildiriyor.
İstiğfardan maksat ise: ya müşriklerle aynı memlekette kalan müminlerin istiğfarları, yahut kendilerinin Allah'tan mağfiret dilemeleridir.
34 - Allah ne diye onları cezalandırmasın ki
onlar kendileri Mescid-i Haramı yönetmeye layık olmadıkları halde,
üstelik orayı ziyaret etmek isteyen müminleri de geri çeviriyorlar?
Oranın hizmet ve yönetimine asıl ehil olanlar, Allah'ı sayıp O'na şerik koşmaktan sakınanlardır. Fakat onların çoğu bunu bilmezler.
35 - Onların Mescid-i Haramdaki duaları ise ıslık çalıp el çırpmaktan başka bir şey değil!
Öyleyse küfür ve küfranınızdan dolayı tadın bakalım azabı! [48,25]
Müşrikler, Hz. İbrâhim (a.s.)'ın dininin aslını değiştirdikleri gibi, hac ibadetini de değiştirmişlerdi. Erkek kadın, açık saçık el ele tutuşur, Kâbe'nin etrafında dolaşırlar, ıslık çalıp el çırparlardı. Hele Peygamberimiz Kâbe'ye geldiğinde, ona tepkinin ifadesi olarak bu gösterilerini daha da artırırlardı. Bunu bir ibadet havası içinde yaparlardı.
36 - Kâfirler, insanları Allah yolundan uzaklaştırmak için mallarını harcıyorlar.
Daha da harcayacaklar!
Ama gayelerine ulaşamayacaklarından bu, onlara yürek acısı olacak,
sonra da mağlup edilecekler.
İnkârlarında ısrar edenler toplanıp cehenneme sevk edilecekler.
37 - Ta ki Allah murdarı temizden ayırsın ve murdarları birbiri üzerine bindirip hepsini bir araya yığsın
ve topunu birden cehenneme doldursun. İşte her şeylerini kaybedenler bunlardır. [10,28; 30,14; 36,59]
38 - Ey Resulüm! O kâfirlere de ki: "Eğer Peygambere düşmanlıktan vazgeçip İslâm'a girerlerse daha önceki suçları bağışlanacak.
Yok eğer dönüp tekrar düşmanlığa başlayacak olurlarsa, zaten emsallerinin başlarına gelen haller gözlerinin önünde!"
39 - Dünyada fitne kalmayıp din, tamamen Allah'a ait oluncaya kadar onlarla savaşın.
Eğer fitneden vazgeçerlerse, onları bırakın.
Allah zaten onların yaptıklarını hakkıyla görmektedir. [2,193; 9,5-11]
Burada genel tefsire göre "fitne" şirk, "din" ise itaat ve kulluktur.
Fitne'nin tefsiri için Bakara, 191 âyetine bkz.
40 - Yok eğer yüz çevirirlerse biliniz ki Allah sizin Mevla'nız! O ne güzel mevlâ, ne güzel yardımcıdır!
41 - Bir de malumunuz olsun ki savaşta elde ettiğiniz ganimetin beşte biri Allah'ındır. Yani Resulullâha, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara (gariplere) aittir.
Eğer Allah'a ve iki ordunun karşılaştığı,
hak ile batılın iyice açığa çıktığı o Bedir günü kulumuza indirdiğimiz âyetlere iman ediyorsanız,
bu hükmü böylece kabul edeceksiniz. Allah her şeye kadirdir. [3,161; 59,6-10] {KM, Tekvin 34,25-29; Tesniye 13,17; 20,10-14}
Ganimetin beşte biri Allah yolunda harcanmak üzere ayrılır, beşte dördü ise gazilere dağıtılır. Beşte birlik kısım ise, bu âyette açıklanan beş gruba taksim edilir. Bu konudaki içtihatların ayrıntıları, fıkıh kitaplarında yer alır. Peygamberimizin hissesini muhtaçlara dağıttığı bilinmektedir.
Hz. Peygamber (a.s.)'ın zekât alması haram olan yakın akrabalarına ganimetten pay verilmekle durum dengelenmektedir.
42 - Hani Bedir savaşı günü ey Müslümanlar, Siz vadinin yakın kenarında idiniz, onlar da uzak tarafında idiler!
Kervan ise sizden daha aşağıda (deniz sahilinde) idi.
Eğer sözleşmiş olsaydınız dahi, sözleştiğiniz vakitte öyle buluşamazdınız.
Fakat Allah, takdir ettiği bir işi yerine getirmek için, sizi böyle buluşturdu ki
helâk olan, bir delile göre helâk olsun, yaşayan da bir delile göre yaşasın.
Çünkü Allah her şeyi hakkıyla işitir ve bilir. [6,122]
43 - O vakit Allah sana müşrik askerlerini rüyanda az göstermişti.
Eğer onları çok gösterseydi paniğe kapılır, emir ve kumanda konusunda ihtilâfa düşerdiniz.
Fakat Allah sizi bundan kurtardı. Çünkü O bütün sinelerin gizlediklerini pek iyi bilir.
44 - Karşılaştığınız zaman Allah sizin gözlerinizde onları az gösteriyor,
sizi de onlara az gösteriyordu ki
Allah takdir ettiği işi yerine getirsin.
Bütün işler sonuçta Allah'a raci olur (nihaî karar ve yürütme O'na aittir.) [3,13]
45 - Ey iman edenler! Savaş esnasında karşı karşıya geldiğiniz düşman birliğine karşı dayanın,
sebat edin ve Allah'ı çok zikredin ki felah bulasınız.
Ashab-ı Kiram (r.a.) ve Selef-i Salihin Allah'ı zikretmeyi en zor şartlarda ve harp meydanlarında bile terk etmezlerdi. Hatta onlar cihada giderken öyle yüksek sesle Allah'ı anıyorlardı ki gönülleri zikir ile heyecanlanıyor, ruhları cennet iştiyakıyla köpürüyordu. Gürül gürül Kur'an okuyor, yüksek sesle Allah'ı zikrediyorlardı. Öyle ki bazan Hz. Peygamber (sas) onlara: "O kadar fazla yüksek sese hacet yok, biraz kendinize acıyın!" mealinde tavsiyede bulunma ihtiyacı hissederdi.
46 - Allah'a ve Resulüne itaat edin, sakın birbirinizle ihtilaf etmeyin; sonra korkuya kapılıp za'fa düşersiniz, rüzgârınız (kuvvetiniz) gider.
Bir de tam mânasıyla sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.
Bu âyet, müminler arasında ihtilâf ve tefrikanın pek büyük bir zarar olduğunu, ehl-i hakkın ittifaklarının ise tevfik-i ilahînin, yani Allah'ın muvaffakiyet vermesinin başlıca vesilesi olduğunu bildirmektedir.
47 - Memleketlerinden çalım satarak, halka gösteriş yaparak savaşa çıkan
ve Allah yolundan insanları uzaklaştıranlar gibi olmayın.
Allah onların bütün yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.
Ne yaptılar, ne yapmadılarsa Allah hepsini ilmiyle ve kudretiyle kuşatmıştır. Onların iyi veya kötü hiçbir işleri yoktur ki O'na ulaşmasın, O'nun hakimiyeti alanına girmesin, taltif veya cezasına sebep olmasın.
48 - Hani şeytan onlara yaptıkları işi güzel gösterip şöyle demişti:
"Bugün insanlardan size galip gelecek kimse yoktur. Ben de yanınızdayım!"
Fakat iki ordu birbirini görecek hale gelip karşılaşınca gerisin geri dönüverdi ve:
"Ben, dedi, sizden uzağım, ben sizin göremediğiniz şeyleri görüyorum, ben Allah'tan korkarım. Öyle ya, Allah'ın azabı çok şiddetlidir." [59,16; 14,22]
49 - O zaman münafıklar ve kalplerinde şüphe bulunanlar diyorlardı ki: "Bu Müslümanları dinleri aldatmış, (çünkü kendilerinden çok üstün bir ordu ile savaşa girişiyorlar.)"
Halbuki kim Allah'a güvenip dayanırsa Allah ona yeter. Şüphe yok ki Allah azîzdir, hakîmdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
50 - Melekler o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vurarak "Tadın bakalım cayır cayır yanmanın acısını!" diyerek canlarını alırken bir görmeliydin! [6,93]
51 - "İşte bu, sizin ellerinizin işleyip öne sürdüğü işlerin karşılığıdır; yoksa Allah asla kullarına zulmetmez."
52 - Bunların gidişi, tıpkı Firavun hanedanının ve onlardan öncekilerin tutumu gibi oldu:
Allah'ın âyetlerini inkâr ettiler, Allah da günahları sebebiyle onları bastırıverdi.
Çünkü Allah pek kuvvetli, azabı da çok şiddetlidir. {KM, Çıkış 14. bölüm}
53 - Bu cezanın sebebi şudur: Bir millet kendilerinde bulunan güzel ahlâk ve meziyetleri değiştirmedikçe Allah da onlara verdiği nimeti, güzel durumu değiştirmez.
Bir de şundan ki: Allah her şeyi hakkıyla işitir ve bilir (dolayısıyla herkese lâyık olduğunu verir).
54 - Evet, tıpkı Firavun hanedanının ve onlardan öncekilerin tutumu gibi:
Rab'lerinin âyetlerini yalan saydılar. Biz de günahları sebebiyle onları imha ettik.
Firavun ve beraberindekileri de denizde boğduk.
Doğrusu, bunların hepsi de zalim idiler.
55 - Allah indinde bütün canlı mahlûkat içinde en kötü olanlar, inkârcılıkta ısrar edenlerdir ki onlar imana gelmezler.
56 - Onlar kendileriyle anlaşma yaptığında hiç çekinmeden her defasında anlaşmayı bozan kimselerdir.
57 - Onları savaşta ele geçirirsen, kendilerine öyle bir muamele yap ki
onların arkasındaki bütün öbür düşmanlara da ibret olsun da, akıllarını başlarına alsınlar.
Hz. Peygamber (a.s.) Benî Kurayza Yahudileri ile bir sözleşme yapmıştı. Müslümanlar aleyhinde hiç kimseye destek vermemeyi kabul etmişlerdi. Buna rağmen Bedir savaşında Mekke müşriklerine silah yardımı yaptılar. Başkanları Kâb b. Eşref Mekke'ye gidip orada müşriklerle bir ittifak gerçekleştirdi. Benî Kaynuka Yahudileri de sözleşmeye rağmen, kendi bölgelerine gelen bazı Müslüman kadınları rahatsız edip Hz. Peygamberce ikaz edildiklerinde küstahça cevap verdiler. Âyet bu ortamda indirildi.
58 - Seninle sözleşme yapan bir millette sözleşmeye aykırı bir hainlik alameti tesbit edersen, savaş açmadan önce anlaşmanın artık geçersiz kaldığını ilan et ki bunu bilme hususunda iki taraf da eşit olsun.
Çünkü Allah hainleri asla sevmez.
Bu âyet İslâm'ın uluslararası ilişkilerde çok önemli bir prensibini vermektedir. Herhangi bir tarafla anlaşma yapan kimse, süre bitinceye kadar anlaşmaya bağlı kalacaktır. Eğer ahdi bozmak için sebepler ortaya çıkmışsa, anlaşma ancak karşı tarafa haber verdikten sonra bozulabilir. Halbuki Cahiliye döneminde, karşı tarafa haber vermeden tek taraflı bozma olduğu gibi 20. asırda da bunun çok örneği vardır. Mesela İkinci Dünya savaşında Almanya bir açıklama yapmadan Rusya'ya saldırmış. Aynı şekilde İngiltere ve Rusya İran'a karşı askeri harekâta başlamışlardı.
59 - İnkâr edenler, öne geçtiklerini hiç zannetmesinler. Onlar elimizden kurtulamazlar.
60 - Düşmanlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın.
Savaş atları yetiştirin ki bu hazırlıkla Allah'ın düşmanlarını, sizin düşmanlarınızı
ve onların ötesinde sizin bilemeyip de, ancak Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutup yıldırasınız.
Allah yolunda her ne harcarsanız, onun karşılığı size eksiksiz ödenir, size asla haksızlık yapılmaz. [29,4; 24,57; 3,196-197; 9,101; 2,261]
Burada kuvvet kavramı son derecede kapsamlı bırakılmıştır. Maksat, düşmana karşı üstünlük vesilesi olacak her türlü hazırlıktır. Âyet, daha sonra, Kur'ân'ın indiği ortamda en önemli savaş vasıtalarından olan at yetiştirmeyi misal vermektedir.
61 - Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah'a güven. Çünkü Allah semîdir, alîmdir (her şeyi hakkıyla işitir ve bilir). [4,90; 47,35]
62-63 - Eğer birtakım hilelerle seni aldatmak isterlerse, hiç endişe etme. Allah sana yeter.
O'dur ki seni yardımıyla ve bir de müminlerle destekledi.
Müminlerin kalplerini birbirine ısındırıp bir araya getirdi.
Şayet sen dünyada bulunan her şeyi sarf etseydin bile yine de onların kalplerini birleştiremezdin, fakat Allah onları birleştirdi. Çünkü O azizdir, hakîmdir (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir). [3, 103]
Bu âyet-i kerime, aralarında düşmanlık olan, birbirlerinin kanlarını akıtan çeşitli kabilelerin, İslâm sayesinde kaynaşmalarına işaret etmektedir. Allah'ın bu lütfunun en bariz örneklerinden biri, 120 yıl öncesinden beri sürekli olarak birbirini kırıp geçiren, hatta âyetin inişinden daha birkaç sene önce Buâs savaşını yapan Evs ve Hazrec kabilelerinin birbirleriyle kardeş haline gelmesidir.
64 - Ey Peygamber! Allah sana ve sana tabi olan müminlere yeter.
65 - Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et.
Eğer sizden tam sabırlı yirmi kişi olursa, iki yüz kişiye galip gelir
ve eğer siz müminlerden yüz kişi olursa, kâfirlerden bin kişiyi mağlup eder;
çünkü o kâfirler gerçeği ve âkıbeti anlamayan bir güruhtur. {KM, Levililer 26,8}
66 - Ama şimdi Allah yükünüzü hafifletti, çünkü sizde savaşma konusunda bir zayıflık olduğunu müşahede etti.
O halde sizden sabırlı yüz kişi, Allah'ın izniyle onlardan iki yüz kâfire üstün gelir
ve eğer sizden bin kişi olursa, onlardan iki bin kişiye galip gelir.
Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.
67 - Bir Peygamberin, dünyada zafer kazanıp küfrü zelil kılmadıkça,
esirler edinip onları fidye karşılığında serbest bırakması uygun düşmez.
Siz dünya metâını istiyorsunuz. Allah ise âhireti kazanmanızı istiyor.
Allah azizdir, hakîmdir (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir). [47,4]
Âyetin ikinci cümlesindeki "Siz dünya metâını istiyorsunuz" hitabı, ashab-ı kiramadır.
Bedir gazvesine kadar ganimet, peygamberler için helâl değildi. Hz. Peygamber (a.s.) ashabı ile yaptığı istişare sonucunda onların ekserisinin görüşüne uyarak ve müsamaha tarafını tercih ederek, fidye almak suretiyle esirleri salıverdi. Öldürülmelerini bekleyen o esirlere fidye teklifi fidye ile canlarını kurtarma teklifi büyük bir iyilik idi. Ayrıca Medine'de okuma yazma oranı çok düşüktü. Müslümanların öğrenime herkesten çok ihtiyaçları vardı. Yazı bilen esirlerin herbirinin on müslümana öğretmesi, hem müslümanlar için hem de esirler için güzel bir netice doğurdu. Aslında Peygamberimizin bu içtihadında isabetsizlik yoktu. O içtihadında güzele ulaşmıştı. Ama Allah Teala o en güzel kuluna güzeli değil, evlayı (en güzeli) yakıştırdığı için onu ikaz buyurdu. Bu âyet-i kerime, önce içtihadında evlayı bulamadığına işaret ettikten sonra, Hz. Peygamberin yüce makamını belirtmek üzere, bundan böyle onun bu içtihadını esas kural haline getirmiştir.
Bu âyet, Bedir gazvesinde alınan esirlerden fidye alınıp salıverilmelerinden sonra indirildi. Âyet-i kerime yapılan işin isabetsiz olduğunu bildirerek başlıyor. Hemen arkasından 69. âyet o uygulamayı kabul edip, bundan dolayı gönülleri ferahlatarak şüpheye yer bırakmıyor. Hatta isabetsiz olduğu bildirilen bu uygulama, bundan böyle, benzeri durumlarda bir kural haline getiriliyor. Kur'ân Hz. Peygamber (a.s.)'ın sözü olsaydı, bu sözün baş tarafını söyleyen biri olarak, sonunu da söylemesi tasavvur edilemezdi. Zira aynı anda iki zıt rûhî durum mümkün değildir. İkinci ruh hâli galip geldiği takdirde, zaten hatalı olan öncekini silmiş olması gerekirdi. Artık kendisini küçük düşürecek olan o isabetsizliği zikretmezdi. Psikoloji bilginleri, burada iki ayrı şahsiyet bulunduğunu ve sözün şöyle diyen bir hâkim'e ait olduğunu söylerler: "Yaptığın iş pek doğru değil, bununla beraber seni affettim, bu hususta sana izin verdim, artık böyle yapabilirsin."
68 - Eğer (içtihad neticesi verilen hükümlerden ötürü azap etmeyeceğine veya ganimetleri helâl kılacağına dair) Allah'ın Levh-i Mahfuzda yazdığı daha önceki bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı size büyük bir azap dokunurdu. {KM, Tesniye 20,10-14; 13,13-18}
69 - (Ama bundan böyle fidyeyi ve ganimeti size mübah kıldım) artık aldığınız ganimetleri helâl ve hoş olarak yeyin. Allah'a karşı gelmekten sakının. Gerçekten Allah gafurdur, rahîmdir (affı, merhamet ve ihsanı boldur).
70 - Ey Peygamber! Ellerinizdeki esirlere de ki:
"Eğer Allah sizin kalplerinizde hayır yani iyi niyet, iman ve ihlâs istidadı bulursa,
sizden alınan fidyelerden daha hayırlısını size verir ve günahlarınızı bağışlar.
Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir (affı, merhamet ve ihsanı boldur).
Peygamberimizin amcası Hz. Abbas, Bedir savaşında esir edilmiş, hürriyetine kavuşmak için hem kendisinin, hem de yeğenleri Akîl ile Nevfel'in fidyelerini vermesi istenmişti. O da imkânı olmadığını ifade etmişti. Oysa Mekke ordusunun iaşesini üstüne alan Kureyşli on zenginden biri idi ve harcama sırası kendisine gelmeden savaş sonuçlanmıştı. Peygamberimiz bu maksatla harcayacağı parayı kendisine bırakmayacağını ifade etti. O: "Geri kalan ömrüm boyunca Kureyşin eline mi bakayım?" diye acındırmak isteyince Peygamberimiz: "Savaşa çıkarken hanımın Ümmü'l-Fadl'a teslim ettiğin altınlar var." deyince hiç kimsenin bilmediği bu olay karşısında mûcizeyi görmüş ve Peygamberimizin risaletini içinden kabul etmişti.
Sonra serveti iyice artmış olan Hz. Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Allah'ın, alınandan daha fazlasını verme vâdi gerçekleşti. Umarım affı da gerçekleşir."
71 - Eğer sana hıyanet etmek isterlerse unutmasınlar ki
daha önce de onlar Allah'a hıyanet etmişlerdi de, Allah onlara karşı sana imkân ve kudret vermişti,
onları senin eline düşürmüştü. Allah alîmdir, hakîmdir (her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
72 - İman edip Allah yolunda hicret edenler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenlerle onları barındıran ve onlara yardım eden Ensar var ya,
işte bunlar birbirlerinin velileridir (malda da birbirlerinin vârisidirler).
İman edip de hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret etmedikçe, sizin için mirasda onlara hiçbir velayet yoktur.
Bununla beraber eğer din hususunda sizden yardım isterlerse
sizinle aralarında sözleşme bulunan bir topluluk aleyhine olmamak şartıyla,
onlara yardım etmeniz gerekir. Allah bütün yaptıklarınızı görmektedir. [9,100-117; 59,8-9]
Müminlerin Medine'ye 622'de hicret etmelerinin hemen akabinde, Muhacirlerle Ensar arasında Hz. Peygamber (a.s.) kardeşleştirme (muahat) gerçekleştirmişti. Birbirlerine vâris oluyorlardı. Bazı tefsirlere göre, daha sonra indirilen 75. âyet bu kardeşliğin, mirasla ilgili hükümlerini kaldırarak bundan böyle müminler arasında mirasın, yalnız akrabalar arasında geçerli olacağını bildirmektedir.
73 - Dini inkâr edenler birbirlerine sahip çıkarlar. Eğer siz birbirinize yardımcı olmazsanız,
dünyada fitne kopar, müthiş bir bozukluk, bir fesat ortaya çıkar.
74 - İman edip hicret edenler, Allah yolunda cihad edenlerle onlara kucak açıp yardım eden Ensar var ya,
İşte gerçek müminler bunlardır.
Bunlara bir mağfiret, pek değerli bir nasip vardır.
75 - Bunlardan sonra iman edip hicret edenler, sizinle beraber cihad edenler var ya, işte onlar da sizdendir.
Allah'ın hükmüne göre, akrabalık yönünden yakınlıkları olanlar, birbirlerine vâris olmaya daha lâyıktırlar. Muhakkak ki Allah her şeyi hakkıyla bilir. [9,100; 33,6; 59,10]
 
Geri
Üst