Sure meali paylaşımları..

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan Z1rT
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
kamer suresi meali

55 âyet olup Mekke’de inmiştir. Sûreye, ilk âyetinde geçip “dolunay” anlamına gelen “Kamer” adı verilmiştir. Âhireti ve Hz. Peygamber (a.s.)’ın nübüvvetini inkâr eden Mekke müşrikleri uyarıldıktan sonra, Hz. Peygamberi ve müminleri teselli için, daha önceki peygamberlerin tebliğ hayatları özetlenir ve sonunda, Kur’ân’ın dâvetinin, putperestleri yeneceği bildirilir. Ay’ın bölünmesi hem Peygamberimizin mûcizesine, hem onun tebliğinin şirkin hakimiyetine son vereceğine, hem de kıyamet sırasında Ay’ın bölüneceğine, aynı anda işaret etmektedir.


Bismillâhirrahmânirrahîm
1 – Kıyamet saati yaklaştı, Ay bölündü.
Ay’ın yarılması hicretten 5 yıl önce, Hz. Peygamber Mekke’nin çok yakınında Mina’da olduğu sırada vâki olmuştur.
2 – Ama o müşrikler her ne zaman bir mûcize görseler sırtlarını döner: “Bu, kuvvetli ve devamlı bir büyüdür!” derler.
3 – Onlar hakkı yalan saydılar, heva ve heveslerine uydular. Halbuki her iş gibi bu nübüvvetin de kararlaştırılmış bir sonu elbette vardır.
Maksat, Peygamberimizin dâvasını geçici bir hevese, yahut yanılmaya vermek isteyen, yahut insanların kabûlüne mazhar olmayacağı için kaybolup gitmeye mahkûm zanneden kâfirlerin temennilerini kursaklarında bırakmaktır.
4 – Oysa onlara kendilerini inkârdan vazgeçirecek ibretler ihtiva eden nice olaylar bildirilmişti!
5 – Bunlar son derece üstün hikmettir. Ama ne fayda! Uyarmalar kâr etmiyor. [6,149; 10,101]
6 – Sen de şimdi onları kendi hallerine terk et. Günü gelecek bir münâdî, hiç de hoşa gitmeyen, insanın görür görmez kaçacağı bir yere çağıracak.
7 – Gözleri korkudan önlerine eğildikçe eğilmiş, dehşet içinde mezarlarından çıkar, yayılmış çekirgeler gibi her tarafı dalga dalga kaplarlar.
8 – Boyunlarını, çağıran münâdîye doğru uzatmış vaziyette, kâfirler: “Bugün çok zorlu bir gün, işimiz bitik!” derler.
9 – Kendilerinden önce Nûh kavmi de Peygamberi yalancı saydı ve: “Bu delinin teki!” dediler. Onu incittiler, tebliğini engellediler.
10 – O da: “Ya Rabbî, ben mağlubum, artık Sen bana yardım et!” diye niyaz etti.
11 – Biz de derhal, boşalan bir su ile göğün kapılarını açtık.
12 – Yeri pınar pınar fışkırttık. Öyle ki her iki su kütlesi, takdir edilen o işin olması için birleşti.
13 – Biz Nuh’u, levha halindeki tahtalar ve çivilerle yapılmış gemiye bindirdik. [7,64] {KM, Tekvin 6,14}
14 – O kadri bilinmemiş değerli insana, bir mükâfat olarak gemi, Bizim inayetimiz altında akıp gidiyordu.
15 – Biz bir ibret olsun diye, o gemiyi geriye bıraktık. Haydi, var mı ibret alan? [36,41-42]
16 – Nasılmış Benim cezalandırmam ve tehdidim! Görsünler bakalım!
17 – Yemin olsun: Biz, ders alınsın diye Kur’ân’ın anlaşılmasını kolaylaştırdık. Haydi var mı düşünen ve ibret alan? [38,29; 19,97]
Bu âyeti yanlış anlayanlar, Kur’ân’ın bütün mânalarını herkesin kolaylıkla anlayacağını iddia ederler. Sathî bir şekilde okumakla anlaşılır, diye onu anlamak için öğrenime gerek olmadığını ve tefsir, hadis, fıkıh ilimlerini dikkate almaksızın açıklanabileceğini ileri sürerler. Halbuki bu âyetin yerleştiği muhtevaya bakacak olursak şu mâna anlaşılır: “İnsanlara gerçeği anlatmanın bir yolu da, inkârda direten geçmiş ümmetlerin başlarına gelen kötü âkıbetleri bildirmektir. Bir diğer vasıta ise Kur’ân’ın doğru yolu gösteren delilleri, öğüt ve telkinleridir. Biz o kötü âkıbet tehlikesiyle karşı karşıya gelmenizi istemiyoruz. Onun için, size kolay olan tarafı gösteriyoruz. Kur’ân’ın dâvetine uyar, âyetlerini düşünürseniz kolayca doğru yolu bulursunuz.”
Öte yandan bu âyet, Kur’ân’ın hafızlarının çok olacağını bildirir. 600 sayfalık hacimli bir Kitabın her nesilde milyonlarca hafızının bulunması, bu âyetin müjdelediği mûcizeyi, kıyamete kadar imzalamaya devam etmektedir. Başka hiçbir kitapta bulunmayan bu özellik şunu ispatlar: İnsanı kim yaratmışsa Kur’ân’ı gönderen de O’dur. O da kitabını korumak için, insanların onu ezberlemesini kolaylaştırmıştır.
18 – Âd kavmi de Peygamberlerini yalancı saydı. Nasılmış Benim cezalandırmam ve tehdidim! Görsünler bakalım!
19 – Biz onların üstüne o pek talihsiz günde, her şeyi söküp atan bir kasırga gönderdik.
20 – Öyle ki insanları, kökü sökülmüş, içi boş hurma kütükleri gibi fırlatıp atıyordu.
21 – Nasılmış Benim cezalandırmam ve tehdidim, görsünler bakalım!
22 – Yemin olsun: Biz ders alınsın diye Kur’ân’ın anlaşılmasını kolaylaştırdık. Haydi var mı düşünen ve ibret alan?
23-25 – Semûd kavmi de Peygamberlerini yalancı saydılar ve: “Yani biz,” dediler, “içimizden bir adamın peşinden mi gideceğiz? Böyle yaparsak doğrusu sapıtmış ve çıldırmış oluruz! Ne o, yani bu kitap, içimizden bula bula onu mu buldu, o mu buna lâyık görülmüş? Hiç de öyle değil, bilakis o, yalancının, küstahın tekidir!”
26 – Biz de Peygamberleri Salih’e dedik ki: “Sen hiç üzülme! Asıl kimin yalancı ve küstah olduğunu yarın öğrenirler!”
27 – “Biz imtihan etmek için onlara bir deve göndereceğiz. Şimdi sen onların ne yapacağını bekle ve eziyetlerine sabret.”
28 – “Hem onlara bildir ki su, aralarında nöbetleşe olacak, her su nöbetinde, sahibi hazır bulunacaktır.” [26,155]
29 – Onlar en yakın arkadaşlarını çağırdılar, o da bıçağı çıkarıp deveyi kesti.
30 – Nasılmış Benim cezalandırmam ve tehdidim! Görsünler bakalım!
31 – Biz onlara bir sayha, müthiş bir ses gönderdik, davar ağılındaki kuru ot ve çırpı gibi oldular.
32 – Yemin olsun, Biz, ders alınsın diye Kur’ân’ın anlaşılmasını kolaylaştırdık. Haydi var mı düşünen ve ibret alan?
33 – Lût kavmi de peygamberlerini yalancı saydılar.
34-35 – Biz de Lût’un ailesi dışında, hepsinin üzerine taş savuran bir fırtına gönderdik. Onları ise, tarafımızdan bir nimet olarak seher vakti kurtardık. İşte şükredenleri Biz böyle ödüllendiririz.
36 – Lût onları Bizim yakalarından tutup azaba çarptıracağımızı söyleyerek tehdit etmişti. Ama onlar uyarmalara karşı şüpheye düştüler.
37 – Onlar Lût’un misafirlerine karşı niyetlerini bozdular, onlarla yalnız kalmak için gidip gidip geldiler. Biz de gözlerini silme kör ettik. Haydi tadın Benim cezalandırmamı ve tehditlerimi! [11,77-83; 15,61-74] {KM, Tekvin 19,11}
Bu kıssa Tevrat’ın Tekvin babında, 9,1-22 Kur’ân’dakinden biraz daha ayrıntılı anlatılır. Kur’ân’da nisbeten uzun anlatıldığı yer şu bölümlerdir. [11,77-83; 15,61-74]
38 – Bir sabah kendilerini, yakalarını hiç bırakmayacak bir azap bastırıverdi.
39 – Haydi tadın Benim cezalandırmamı ve tehditlerimi!
40 – Yemin olsun: Biz, ders alınsın diye Kur’ân’ın anlaşılmasını kolaylaştırdık. Haydi, var mı düşünen ve ibret alan?
41 – Firavun hanedanına da uyaran peygamberler geldi.
42 – Onlar âyet ve delillerimizin hepsini yalan saydılar. Biz de onları mutlak galip, tam muktedir olan Allah’ın şanına yaraşır tarzda cezalandırdık.
43 – Şimdi söyleyin (ey Mekkeliler!) Sizin kâfirleriniz onlardan daha mı güçlüdür! Yoksa ilahî kitaplarda sizin ebedî olan âhirette kurtulacağınıza dair berat senedi mi var?
44 – Ne o, “Biz tam dayanışma halinde olan, muzaffer bir topluluğuz” mu diyorlar?
45 – İyi bilsinler: Onların toplu kuvvetleri bozguna uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklardır.
Bu âyet hicretten 5 yıl önce Kureyş’in ve diğer İslâm düşmanlarının hezimete uğrayacaklarını mûcizevî olarak bildiriyor. O dönemde Müslümanlar o kadar güçsüz idiler ki bir kısmı Habeşistan’a hicret etmişlerdi. Mekke’de kalanlar ise Şi’b-i Ebî Talib’de kuşatma altında idiler. Üç yıl sürecek olan bu kuşatma sırasında açlıktan nerdeyse kırılacaklardı.
46 – Daha doğrusu, onların asıl buluşma zamanları, kıyamet saatidir.
Kıyamet saatinin dehşeti ise tarif edilemeyecek kadar müthiş ve acıdır!
47 – Mücrimler tam bir şaşkınlık ve çılgınlık içindedirler.
48 – O gün cehennemde yüzleri üstü süründürülürler ve kendilerine: “Tadın cehennemin temâsını!” denilir.
49 – Muhakkak ki Biz her şeyi bir kaderle, bir ölçü ile yarattık. [25,2; 87,1-3]
50 – Bizim emrimiz sadece bir kere, hem de göz açıp kapama gibi pek hızlıdır.
51 – Gerçekten Biz sizin nice benzerlerinizi imha ettik! Haydi var mı düşünen ve ibret alan?
52-53 – Onların yaptıkları her şey, defterlerde kayıtlıdır.
Küçük, büyük her şey, satır satır yazılıdır. [82,10-11]
Her şahsın yanında bulunan kayıt melekleri (Kiramen Kâtibin) amel, yani hesap defterine, yaptığı her işi kaydetmektedirler.
54 – Ama müttakiler ise cennetlerde, bahçelerde ve ırmak kenarındadırlar.
55 – Son derece kuvvetli o Hükümdarın, hak ve dürüstlük meclisinde yerlerini alırlar.
 
necm suresi meali

62 âyettir. Mekke’de takriben risaletin 5. yılında inmiştir. Sûre adını, birinci âyetinde geçen ve yıldız anlamına gelen necm kelimesinden almıştır. Kur’ân’ın vahiy eseri olduğuna, Hz. Peygamberin miracına, onun en yüce mertebelere yükseldiğine, şirkin saçmalığına ve hakikatin galip geleceğine işaret eder. Secde âyeti ihtiva eden sûrelerden ilk nâzil olan sûredir.


Bismillâhirrahmânirrahîm
1 – Kayan yıldıza yemin olsun ki.
Âyette geçen “hevâ”: düşmek, kaymak, inmek, çıkmak mânalarına gelebilirse de, burada inmek anlamı tercih edilmelidir. Çünkü yıldız kavramı ile, Hz. Peygambere inen melek veya Kur’ân-ı Kerim arasında güçlü bir ilgi kurulmuştur. Bu meleğin veya Kur’ân’ın, yıldız gibi parlak ve ışık verici olduğu anlatılmak istenmiştir. Zira necm’in anlamlarından biri, “Kur’ân vahyinden bir seferde inen bölüm” dür.
2 – Arkadaşınız (Muhammed) yanılmadı, sapmadı, aldanmadı.
3 – O kendi heva ve hevesiyle konuşmuyor.
4 – O, kendisine vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir.
“O” zamirinden maksat, birçok müfessire göre Kur’ân’dır. Hz. Peygamber (a.s.)’ın İslâm tebliği, Kur’ân’ı açıklama niteliği taşıyan sözlerinin hepsi vahiy kaynaklıdır.
5-7 – Onu kendisine pek güçlü ve kuvvetli, o üstün akıl ve kemal sahibi olan (melek Cebrail) öğretti. [81,19-21]
Melek kendi aslî sûretine girip doğruldu. İşte o zaman kendisi en yüce ufukta idi.
8-9 – Sonra yaklaştı ve iyice sarktı. Öyle ki araları yayın iki ucu arası kadar veya daha az kaldı.
10 – O da kuluna vahyetmek istediği her şeyi vahyetti.
11 – Gözlerinin gördüğünü kalbi yalan saymadı.
12 – Şimdi siz kalkmış da onun gördükleri hakkında şüphe edip kendisiyle münakaşa mı ediyorsunuz?
13-14 – Onun bir başka inişini Sidretu’l-Müntehanın yanında görmüştü.
Hz. Peygamber’in Cibril’i ikinci defa görmesine işarettir. Bu seferinde onu aslî sûretindeki azametiyle görmüştü. Sidretu’l-Münteha, Hz. Peygamber’e miraç gecesinde gösterilen, hilkatin aldığı son şekli gösteren, emir âleminin sonundaki “şeceretu’l-kevn” yani yaratılış ağacı, kâinat ağacıdır. Başka izahlar arasında, en kuvvetlisi bu görünüyor.
15 – Me’va cenneti de onun yanındadır.
16 – O dem ki Sidre’yi bir feyiz sarıyor, sardıkça sarıyordu...
17 – Peygamberin gözü kaymadı, şaşmadı, aşmadı da.
Hz. Peygamber (a.s.) Rabbine o kadar yönelmişti ki gök melekûtunda temaşa ettiği sayısız güzellikler onu meşgul etmedi.
18 – Vallahi gördü, hem de Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü! [20,23]
19-20 – Şimdi baksanıza şu Lât’a, Uzza’ya! Ve bir de şu geride olan üçüncüleri Menat’a!
Lât Taif’de; Uzza Mekke ile Taif arasında Hurad’da bulunup Kureyş kabilesi, Menat ise Mekke ile Medine arasında Kudeyd’de bulunup Evs, Hazrec kabileleri tarafından tazim edilirdi.
21 – Erkek evlatlar size, kızlar O’na olsun, öyle mi?
22 – O zaman bu insafsız bir taksim olmaz mı?
23 – Aslında bu putlar sizin ve atalarınızın uydurduğu, kuru isimlerden, boş lafızlardan başka bir şey değildir. Allah onların tanrılıklarına delil olabilecek hiçbir şey indirmemiştir. Onlar sadece zanlarına ve nefislerinin heva ve heveslerine uyarlar. Halbuki onlara Rab’leri tarafından uyacakları mükemmel Rehber çoktan gelmiş bulunuyor!
24 – Ne o, insanoğlu kurduğu her hülyaya, içinden geçen her şeye nail olur mu sanıyor? [4,123]
25 – Hayır, öyle değil! Âhiret hayatı da, dünya hayatı da Allah’ın elindedir. Kime ve neyi vereceğini, Kendisi takdir eder.
26 – Nitekim göklerde nice melaike var ki, Allah’ın dilediği ve razı olduğu kimseler hakkında geçerli olması için izin çıkmadıkça, onların şefaatleri asla fayda vermez. [2,255; 34,23]
27 – Evet, âhirete inanmayanlardır ki melaikeyi Allah’ın kızları iddia ederek onlara kız isimleri takarlar. [43,19]
28 – Onların buna dair hiçbir bilgileri yoktur.
Sadece ve sadece zanna tâbi oluyorlar.
Oysa zan, hakikat karşısında ne ifade eder ki!
29 – O halde Bizi anmaktan, bu Yüce Kitabımızı dinlemekten uzak duran ve dünya zevkinden başka bir şey istemeyen kimseleri sen de bir tarafa bırak!
30 – Onların bilgi seviyesi ancak bu kadardır; bildikleri bilecekleri budur.
Senin Rabbin, kimin Allah’ın yolundan saptığını, kimin doğru yolda yürüdüğünü pek iyi bilir.
31 – Göklerde ne var, yerde ne varsa hep Allah’ındır.
Böyle olduğu için, sapanı ve doğru yolda olanı pek iyi bildiği, yaptıklarını kaydettiği içindir ki, kötülük işleyenleri, yaptıklarının karşılığı ile cezalandırarak,
iyi hareket edenlere de en güzel mükâfatı verecektir. [53,32; 4,31]
32 – O iyiler, ufak kusur ve günahlardan olmasa da, büyük günahlardan, aşikâr hayasızlıklardan kaçınırlar. Senin Rabbinin mağfireti boldur.
O sizi topraktan yaratırken ve siz annelerinizin karınlarında döl halinde iken mayanızın ne olduğunu gayet iyi bilir.
Öyleyse kendinizi temize çıkarmayın, övünüp durmayın. Çünkü kimin Allah’ı daha çok sayıp O’na karşı gelmekten sakındığını O pek iyi bilmektedir. [39,53; 4,39]
Kur’ân ve Sünnette kesin olarak haram kılınan, haklarında had cezası bildirilen veya âhirette azap sebebi sayılan günahlar büyük, diğerleri küçük günahlardır. Küçük günahların affedilmesi, onların günah sayılmamasından değil, Allah’ın rahmetinin genişliğindendir.
33 – Şimdi iyice dikkat edin şu sırtını çevirip uzaklaşana! [75,31-32]
34 – Azıcık verip de sonra cimrilik ederek vermeyene!
35 – Gaypların bilgisi onun yanındadır da onları kendisi mi görüyor?
36-44 – Yoksa o Mûsâ’nın ve o çok vefalı İbrâhim’in sahifelerinde bulunan şu kesin gerçekler hakkında bilgi verilmedi mi ki: Hiçbir kimse başkasının günah yükünü çekemez. İnsan, emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez. Bu gayretinin semeresi de ileride ortaya çıkacaktır. Emeğinin karşılığı kendisine tam tamına ödenecektir. Elbette son durak, Rabbinin huzuru olacaktır. O’dur güldüren ve ağlatan; O’dur öldüren ve yaşatan. [2,124; 16, 123; 35,18; 36,12; 9,105]
Hz. İbrâhim (a.s.)’ın “sahifelerin”den, Kur’ân dışındaki mevcut kutsal kitaplarda bahis yoktur.
38. âyetten şu kaide çıkar: Herkes kendi yaptıklarından sorumludur. Hiç kimse bir başkasının cezasını çekmeyi kabullenemez.
39. âyetten çıkan bazı kaideler:
a- Her kişi, çalışmasının karşılığını görecektir.
b- Hiç kimse yapmadığı işin karşılığını alamaz. Bazıları bu âyetleri anlamada aşırılığa saparak hata etmişlerdir. Başkasına bedel hac, sevap bağışlama, başkası için dua etmenin faydasız olduğunu iddia bu kabildendir. Ehl-i sünnet başkası için duanın fayda vereceğinde ittifak etmiş olup, sevap bağışlama, vekâletle yapılan işin sevabı hususunda da prensipte mutabık olup ayrıntılarda farklıdırlar. Mesela: İmam Malik ile Şâfiî’ye göre malî ibadetlerin (sadaka gibi) keza malî-bedenî ibadetlerin sevabı bağışlanabilir, ancak bedenî ibadetlerin (namaz, Kur’ân kıraatı) sevabı başkasına bağışlanamaz. Hanefîlere göre mezkûr her çeşit amelin sevabı başka bir mümine bağışlanabilir. Buna dair birçok hadis vardır. Allah, rûhuna bağışlanan kişiyi bu amellerden faydalandırdığı gibi, bu fazileti gösteren, bağışlayana da mükafat verir.
45-54 – Rahime atılan nutfeden (spermden) erkek ve dişi çiftini yaratma, öldükten sonra diriltme, tekrar yaratma O’na aittir. İnsanı zengin, kanaat sahibi ve halinden memnun etmek de O’na aittir. Müşriklerin taptığı Şi’râ yıldızının Rabbi de O’dur. Önceki Âd milletini yok eden de O’dur. Semud milletini yok edip geriye hiçbir şey bırakmayan da O’dur. Daha önce Nuh milletini yok eden de O. Çünkü bunlar çok zalim, çok azgındılar. Altı üstüne getirilen Lût milletinin şehirlerini yerle bir etti. Onları ne azaplar, ne musîbetler, neler kapladı neler! [86,6-7; 69,6-7; 26,73]
Şi’râ, gökte en parlak görünen yıldızdır. Güneşten 23 kat daha parlak olup ışığı dünyaya 8 yılda ulaşır. Cahiliye döneminde bir kısım Araplar, yıldızların insanların hayatında etkili olduğuna inanır ve Şi’râ’ya taparlardı. Bilhassa Huzaa kabilesi ona tapmasıyla meşhurdur.
55 – Artık, ey insan, şimdi Rabbinin hangi nimetinde şüphe edersin?
“Yukarıdan beri sıralanan şeyler arasında, nimetlerinin yanı sıra nikmetler, cezalar da vardır, bunlarda şükür ciheti var mıdır?” sorusuna şöyle cevap verilebilir: “Bunlar, işkence edilen müminlerin hakkını alma kabîlinden olduğundan, müminler için şükre vesiledir. Diğer taraftan bu felaketler, insanların ibret alıp kötülüklerden vazgeçmelerine, birtakım bozuklukları düzeltmelerine de vesile olmaları itibariyle nimet sayılırlar.”
56-58 – İşte bu Peygamber de, önceki rehberlerden ve uyaranlardan biridir. O yaklaşan (kıyamet) yaklaştı. O gelmeden, ne zaman olacağını bildirecek, geldiğinde de onu giderecek Allah’tan başka kimse yoktur. [46,9]
59-62 – Şimdi siz bu söze mi şaşırıyorsunuz? Hep gülüyorsunuz, ama ağlamıyorsunuz. Üstelik kafa tutuyor, oyalanıyorsunuz. Haydi artık (bırakın bu gafleti de) Allah’a secde ve ibadet edin!
Bu âyeti okuyanın veya dinleyenin tilavet secdesi yapması vaciptir.
 
zariyat suresi meali

Mekke’de nâzil olmuştur. 60 âyettir. Adını ilk âyetinde geçen kelimeden almıştır. Bu sûre-i şerife kâinatta cereyan eden bazı muazzam işlere veya onlara müvekkel kılınan melaikeye dikkat çekip, kasem ederek başlar. Kur’ân’ın ilk muhatapları olan Mekkelilerden birçoğunun dini yalanladıklarını, onların dünya ve âhiretteki âkıbetlerini, diğer taraftan müminlerin istikbalini, daha sonra Allah’ın kudret, hikmet ve birliğine dair bazı delilleri, bazı resullerin kısa kıssalarını ele alır, cin ve insin yaratılışının esas maksadının kulluk olduğunu bildirerek sona erer.


Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – O tozutup savuran (rüzgârlara)
2 – Yağmur yüklenen bulutlara,
3 – Kolayca akıp giden (yıldızlar, bulutlar vb.) şeylere,
4 – Emirleri, rızıkları, yağmurları vb. şeyleri taksim eden meleklere yemin ederim ki:
5 – Size vâd olunan diriliş elbette gerçektir.
6 – İşlerin karşılığı da mutlaka alınacaktır.
7-8 – Yollarla, yörüngelerle dolu gök hakkı için! Siz tam bir çelişki içindesiniz.
9 – Oysa bu dâvetten, ancak aklı çarpılmış olan kimse çevrilip vazgeçirilir.
Dünyadaki insanların farklı inançlarından bahsederken gök yüzünün çeşitli yollarına ve yörüngelerine yemin edilmesi, bir benzetme yapma gayesine de yönelik olabilir. Yani gökte yıldız kümeleri ve bulutlar nasıl farklı farklı ise, siz yerdeki insanlar da çeşit çeşit inançlara sahipsiniz. Demek ki insanlara gerçeği bildiren vahyin gelmesi mutlaka gereklidir.
En ufak zerreden en büyük güneşlere kadar her şeyin nizama bağlı olduğu bir kâinatta, insan gibi bir varlığın nizamsız kalması nasıl mümkün olabilir? Her şey birçok gayeye göre yaratılmışken insan gibi mükemmel varlığın gayesiz, başıboş kalması nasıl mümkün olabilir?
Burada şöyle bir incelik vardır: Âhireti inkâr edenler “çürüyüp, toz toprak olacağız, zerrelerimiz havada uçuşacak bundan sonra bedenimiz nasıl olur da birleşebilir?” diyorlardı. Oysa dünyadaki sular güneşin ısısıyla buharlaşarak zerreler halinde bir araya gelip sıkışmış bulutlar oluşturmakta sonra yeryüzüne damlalar halinde geri dönmektedirler. Her gün bunları gerçekleştiren ilahî kudretin insanların vücutlarının dağılmış zerrelerini hava, su ve toprağın içinden toplayıp bir araya getiremeyeceği iddia edilebilir mi? Toz zerreleri, su buharları ve yağmur bulutlarından bahseden ilk üç âyet, buna işaret eder gibidir.
10-12 – O kahrolası yalancılar sarhoşluk ve cehalet içinde ne yaptıklarını bilmeden atıp tutarlar. Bir de alay ederek: “Ne zaman o hesap günü?” diye sorarlar.
13 – O gün, onların ateşin üzerinde kıvrandırılacakları gündür!
14 – Onlara: “Tadın bakalım fitnenizi, tadın dünyada kaynattığınız fitne ateşinin neticesini! İşte gelmesini dört gözle beklediğiniz azap!” denilir.
15 – Ama müttakiler bahçelerde, pınar başlarındadırlar.
16 – Rab’lerinin kendilerine verdiği mükâfatları almaktadırlar. Çünkü onlar, daha önce dünyada iyi davranan kimselerdi.
17 – Geceleri az uyurlardı.
18 – Seher vakitleri istiğfar ederlerdi.
19 – Mallarında isteyenlerin ve yoksulların hakkını ayırırlardı.
20-22 – Kesin inanmak isteyenler için yeryüzünde birçok deliller vardır. Bizzat kendi varlıklarınızda da böyle deliller vardır. Hâlâ görmeyecek misiniz?
Gökte de hem rızkınız (rızkınızın vesileleri), hem de size vâd olunan cennet vardır.
23 – Göğün ve yerin Rabbine yemin olsun ki bu vaad, tıpkı sizin konuşmanızın sabit olduğu gibi bir gerçektir.
24 – Sahi! İbrâhimin şerefli misafirlerinin gelişlerinden haberin oldu mu?
25 – Onlar yanına varınca: “Selâm!” dediler. O da: “Size de Selâm!” diye cevap verdi, ama içinden: “Bunlar tanımadığım kimseler, hayırdır inşaallah!” dedi. [15,51; 4,86; 11,69]
26-27 – Onlara yemek getirmek için gizlice ailesinin yanına geçti ve semiz bir dana kebabı getirdi. Önlerine koyup “buyurmaz mısınız?” diye ikram etti. [11,69] {KM, Tekvin 18. bölüm}
28 – O sırada onlardan yana içine bir korku düştü. “Korkma!” dediler ve ona büyüdüğünde alîm olacak bir çocuklarının dünyaya geleceğini müjdelediler. [11,70-73; 15,53]
29 – Evin öbür köşesinden bunu duyan eşi, elini yüzüne vurarak: “Vay başıma gelene! Ben kısır bir kocakarı iken mi doğuracağım!” diye çığlık attı.
30 – Onlar, hanımına: “Evet, Rabbin böyle buyurdu, dediler. O, tam hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyi hakkıyla bilir.”
31 – İbrâhim: “Peki sizin gelişinizin asıl sebebini öğrenebilir miyim ey değerli elçiler?” dedi.
32-34 – “Biz” dediler, “Suçlu bir güruhun, haddini aşanların tepelerine, çamurdan pişirilip de Rabbinin nezdinde damgalanmış taşları indirmek için görevlendirildik.”
35 – Derken, oradaki müminleri şehirden çıkarma emrini verdik.
36 – Ama orada, bir hane dışında, Biz’e itaat eden aile bulamadık.
37 – Ve öyle acı bir azaptan korkanlar için, orada bir alâmet bıraktık.
Burada Ölü Deniz (Lût Gölü) kasd edilmektedir. Bu gölün güney kısmı, büyük bir felâketin izlerini bu gün bile taşımaktadır. Uzmanların tahminlerine göre Lût kavminin büyük şehri, şiddetli depremden dolayı yer altına gömülmüş, üzerini de Lût gölünün suları basmış olmalıdır. Batma zamanı da, M.Ö. iki bin yıl kadar öncesine yerleştirilmektedir ki bu da Hz. İbrâhim ve Hz. Lût (a.s.)’ın yaşadığı zamana rastlamaktadır.
Lût gölünün “Ellisan” adlı yarımada görünümündeki bölümü güneyde bulunmakta ve daha sonra meydana geldiği anlaşılmaktadır. Eski Lût gölünün bu yarımadanın kuzeyine kadar görülen tarihi kalıntıları, güneydeki kalıntılardan çok farklıdır. İşte bundan dolayı, önceleri güney kısmının bu göl yüzeyinden yüksekte olduğu, daha sonra batarak o gölün altına gömüldüğü tahmin edilmektedir.
38 – Mûsâ’nın olayında da alınacak dersler vardır. Onu âşikâr bir delille (mûcize ile) Firavun’a göndermiştik.
39 – O var gücüyle ve bütün ordusuyla sırtını çevirdi ve “Mûsâ, ya bir büyücü, ya da bir delidir!” dedi.
40 – Biz de hem onu, hem ordularını yakalayıp denizin dibine geçiriverdik. Boğulurken, pişmanlıkla kendi kendini kınıyordu.
41 – Âd halkında da alınacak dersler vardır. Onlara da ortalığı kasıp kavuran köklerini kurutan bir kasırga gönderdik.
42 – Bu rüzgâr, uğradığı her şeyi derhal kül gibi savuruyordu.
43 – Semûd ahalisinde de böyle alınacak ibretler vardır. Onlara da “Bir süre hayattan zevk alın bakalım!” denilmişti.
44 – Onlar Rab’lerinin emrinden uzaklaşıp azıtınca kendileri baka baka, o müthiş yıldırım onları çarpıverdi.
45 – Oldukları yerde çöke kaldılar, ne doğrulabildiler, ne de yardım gördüler.
46 – Daha önceleri de Nûh’un halkını helâk etmiştik. Çünkü onlar da din yolundan çıkmış kimselerdi.
47 – Göğü Biz çok sağlam bir şekilde bina ettik, onu genişleten Biziz. Çünkü Biz geniş kudret ve hakimiyet sahibiyiz.
Mûsiûn: Geniş güç ve kudret sahibi mânasına olduğu gibi “genişleten” mânasına da gelir. Allah’ın bu büyük kâinatı bir kere yaratıp bırakmadığını, bilakis onu devamlı olarak genişlettiğini gösterir. 20. yüzyılda bulunan “kâinatın genişlemesi” düşüncesi, evrenin sonlu bir büyüklüğe sahip olmasına rağmen, alan olarak sürekli genişlediğini ifade eder.
48 – Yeryüzünü de Biz döşedik, bakınız Biz ne de güzel döşedik!
49 – Her şeyi de çift yarattık ki düşünüp ders alasınız. [36,36; 43,12]
50 – “O halde, Allah’a kaçın, çabuk Allah’ın himayesine koşun. Zira ben O’nun tarafından, sizi uyarmak için gönderilen âşikâr bir elçiyim.”
Bu âyette Allah Teâlâ, Peygamberinin dili ile bu hitabı yapmaktadır. Mesela Fatiha sûresinde de bu durum vardır. Fatihanın baş tarafında gizli bir “De ki:” fiili bulunur; zira o ifadeler kulların söylemesi matlub olan sözlerdir. Kur’ân’ın daha başka yerlerinde de bazen meleklere, bazen peygamberlere ait sözlerin Allah’a izafe edildiği görülür. Sözün akışından kime ait olduğu anlaşılır. [Bkz. 19,64-65; 37,159-167; 42,10; 51,57-58]
51 – Sakın Allah’ın yanı sıra başka mâbud icad etmeyin. İşte ben O’nun tarafından, sizi uyarmak için gönderilen aydınlatıcı bir elçiyim.
52 – İşte böyle... Senin hemşehrilerinden önceki ümmetlere ne zaman bir elçi geldiyse mutlaka ona muhatapları büyücü veya deli dediler.
53 – Birbirlerine tavsiye mi ettiler, aralarında anlaştılar mı ki hep aynı şeyleri söylediler? Hayır, böyle bir tavsiye yok ama, onlar azgınlıkta müşterekler. İşte ondan, böyle söylerler.
54 – Sen de onlardan yüz çevir, yeterince onlara hakkı anlatmaya çalıştığından artık bundan ötürü seni kimse ayıplayamaz.
55 – Bununla beraber yine de hatırlatıp öğüt ver! Zira gerçeği hatırlatıp nasihatte bulunma, inananlara ve inanacaklara fayda verir.
56 – Ben cinleri ve insanları sırf Beni tanıyıp yalnız Bana ibadet etsinler diye yarattım.
Burada Allah, Allah’tan başka nesneleri şerik sayan insanları ve cinleri azarlayarak “Ben onları başkalarına kulluk etsinler diye değil, Bana ibadet etsinler diye yarattım.” diyor. Bütün kâinatı yarattığı halde onlardan sadece ikisinin ele alınmasının sebebi şudur: Kâinattaki bütün varlıklar Allah’a itaat ve ibadet içindedirler. Fakat irade ve tercih hakkı insanlarla cinlere verilmiştir. Bunların başka nesnelere yönelip şirk koşmalarını önlemek gerekir.
57-58 – Onlardan nafaka istemiyorum, beni yedirip beslemelerini de istemiyorum. Asıl bütün mahlûkların rızıklarını veren, kâmil kuvvet ve tam iktidar sahibi olan Allah Teâlâdır.
“Nafaka istemiyorum” buyruğundan maksat şudur: Dünya efendilerinin, hizmetçilerinden faydalanmaları gibi, onların hizmetleriyle imkânlarımı artırmam söz konusu değildir.”
59 – Muhakkak ki şimdiki zalimlerin de, daha önceki meslekdaşlarının payı gibi, bir azap payı vardır. Acele etmelerine hiç gerek yok, nasılsa ona kavuşacaklar!
60 – Ama tehdit olundukları o gün de gelince, çekeceklerinden dolayı vay o kâfirlerin haline!
 
tur suresi meali

Mekke’de nâzil olmuştur. 49 âyettir. Sûre Hz. Mûsâ (a.s.)’ın ilahî tecellilere mazhar olduğu dağa işaretle başlar ve Kur’ân’ın da Nur dağındaki vahiyle başladığına imâ edilir. Bu sûre, müşriklerin vahiy gerçeği karşısında nasıl suskunlaşıp bocaladıklarını, çelişkili değerlendirme ve ithamlarla gülünç duruma düştüklerini pek etkili bir tarzda ortaya koyar. Sûre kıyameti müteakip kâfirlerin cezasından, daha geniş olarak müminlerin cennet hayatından bahseder. Daha sonra, hakka karşı çıkanların hüsrana uğrayacaklarını vurgular.


Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Tûr’a (o dağa)
Tûr : Aslında dağ anlamına cins ismi olup eliflamlı olduğundan Hz. Mûsâ’ya risalet verilen dağ anlaşılır.
2-3 – İnce deri üzerine yazılmış o kitaba.
4 – Beyt-i Ma’mûr’a
Beyt-i Ma’mûr: Devamlı surette ziyaret edenlerle şenlenen Kâbe’dir. Birçok müfessire göre ise Hz. Peygamber (a.s.)’ın miraç gecesi gördüğü, gök ahalisi tarafından devamlı tavaf, ziyaret ve ibadet mahalli olan bir mâbed kasdedilmektedir. Her ikisini de kapsayabilir.
5 – O pek yüksek tavan, gök kubbeye.
6 – Ağzına kadar dolu okyanusa yemin olsun ki:
Deniz’in sıfatı olan “mescur” için: ateşle dolu, hapsedilmiş, kaynayıp taşan, dalgalı gibi mânalar da verilmiştir.
7 – Rabbinin cezası mutlaka vuku bulacaktır.
8 – Onu önleyecek hiç bir kuvvet yoktur.
9 – Gün gelecek, gök şiddetle çalkalanacak.
10 – Dağlar sür’atle yürüyecektir.
11 – O gün, hakkı yalan sayıp Peygambere yalancı diyenlerin vay hallerine!
12 – Onlar ki daldıkları batıl içinde oynayıp dururlar.
13 – O gün onlar cehenneme şiddetle itilirler.
14 – İşte, denilir, alın size yalan saydığınız ateş!
15 – Haydi söyleyin bakalım, bu da mı sihir, yoksa siz mi görmüyormuşsunuz?
16 – Girin oraya! İster dayanın, ister dayanamayın, artık hepsi bir!
Siz sadece ne yaptıysanız onun karşılığını bulacaksınız.
17 – Müttakiler ise cennetlerde nimet içindedirler.
18 – Rab’lerinin kendilerine verdikleriyle sefa sürerler. Rab’leri onları yakıcı ateşin azabından korumuştur.
19-20 – Ve onlara denilir ki: “Dünyada yaptığınız güzel davranışlardan ötürü: “Yiyin, için, afiyetler olsun!”
Onlar sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanırlar. Kendilerine temiz ve güzel hurileri de eş yaparız. [37,44]
21 – Kendileri iman edip zürriyetleri de iman ile kendilerinin izinden gidenlerin nesillerini de kendilerine kavuştururuz.
Onların emeklerinden hiçbir şeyin mükâfatını eksiltmeyiz. Onlardan her biri kazandığı güzel neticeleri ile daimdir. [74,38-40; 13,23]
Verdiğimiz mâna Ebu’s-suûd’un tercihidir. Müfessirlerin çoğu ise şöyle derler: “Her nefis, kazançları karşılığında bir rehindir.” Allah’ın insana bahşettiği sıhhat, mal, mülk, kabiliyetler âdeta O’nun kullarına verdiği borç durumundadır. Borçlunun teminatı ise kişinin nefsidir. Kim bu nimetleri meşrû şekilde kullanıp sevap kazanarak borcunu öderse rehin olan nefsini kurtaracak, aksi halde mahpus kalacaktır.
22 – Onlara canlarının istediği meyve ve et çeşitlerinden bol bol veririz. [56,20-21] {KM, Matta 8,11; Luka 13,29; Vahiy 19,9}
23 – Onlar orada içecek kadehleri kapşırlar ki bunları içmede ne saçma sapan konuşma olur, ne de günaha girilir.
24 – Etraflarında kendi hizmetlerine tahsis edilmiş, sedef içinde saklı inci gibi pırıl pırıl civanlar dolaşır.
25 – Birbirlerinin yanına gelip şöyle sorup sohbet etmeye başlarlar.
26-27 – Biz dünyada, ailemiz içinde iken sonumuzdan endişe ederdik. Ama şükürler olsun ki Allah bize lütfetti ve bizi, o kavuran ateşten korudu.
Semûm: çok sıcak rüzgâr anlamına gelip cehennemden yükselecek olan yakıcı alevlerin sıcak rüzgârı, vücudun içine işleyen alev mânasına gelir.
28 – Çünkü biz daha önce Allah’a dua ve ibadet eder, bizi ateşten korumasını niyaz ederdik. Gerçekten O, berr’dir, rahîmdir (hayırların kaynağıdır, merhamet ve ihsanı boldur).
29 – Ey Resulüm, sen irşad ve nasihatina devam et! Sen Rabbinin ihsanı sayesinde kâfirlerin iddia ettikleri gibi kâhin de değilsin, deli de değilsin.
29-43. bölümünde bu sûre, inkâr ve dalâletin her çeşidini susturan, son derece yoğun, etkili bir hitap harikası ortaya kor. Bedâhetleri, âşikâr gerçekleri inkârcıların tepelerine füzeler gibi indirir. On beş defa “Yoksa?” lafzı ile yapılıp pekiştirme ifade eden soru üslubu (istifham-ı inkârî ve teaccubî) ile “nasıl olur da bu gerçekleri reddedebilirsiniz, şaşılır sizin aklınıza!” diyerek şüphenin bütün çeşitlerini çürütür ve her bir cümlede inkâr gruplarından bir bölümünün iddialarının hülasasını iptal eder.
30 – Ne o, yoksa onlar senin hakkında:
“Ne olacak? Şairin biri! Feleğin onun başına neler getireceğini göreceğiz” mi diyorlar?
31 – De ki: “Bekleyin bakalım! Ben de sizin fecî âkıbetinizi bekliyorum.”
32 – Akılları mı kendilerinden bunu istiyor,
yoksa onlar azgın bir toplum olduklarından mı böyle yapıyorlar?
33 – Yahut Kur’ân’ı “kendi uydurdu” mu diyorlar?
Hayır! Onlar bu iddialarında samimî değiller.
Onların inanmaya niyetleri yok da onun için bu kabîl sözler sarf ediyorlar.
Vicdanları ağızlarından çıkan bu iddiayı kabul etmez. Zira Araplardan bir ferdin bütün Arapları âciz bırakacak bir eser ortaya koyamayacağını kesin bilirler.
34 – O halde bu iddialarında tutarlı iseler Kur’ân gibi bir söz getirsinler bakalım!
35 – Onlar bir Yaratan olmaksızın mı yaratıldılar?
Yoksa kendi kendilerini mi yarattılar?
36 – Yoksa, gökleri ve yeri onlar mı yarattılar?
Hayır, onlar kesin bilgiye ulaşmaya gitmezler.
37 – Yoksa Rabbinin hazineleri onların mı yanında? Yoksa kâinatı onlar mı yönetiyorlar?
38 – Yoksa onların yükselmelerini sağlayan bir merdivenleri, kuleleri var da o sayede mi göklerin haberlerini dinliyorlar?
Öyleyse o haber dinleyenleri kim ise, meleklerin sözlerini dinlediğine dair kesin bir delil getirsin!
39 – Yoksa kız çocukları O’nun da, erkekler sizin mi?
40 – Yoksa onlardan vahyi tebliğ, risalet ve irşad hizmetlerinden ötürü bir ücret istiyorsun da,
onlar ağır bir borç yükü altında eziliyorlar mı?
41 – Yoksa gayba dair bilgiler kendilerinin elinin altındadır da,
onlar oradan istedikleri tarzda yazıp kopyalıyorlar mı?
42 – Yoksa onlar bir tuzak mı kurmak istiyorlar?
Şunu bilsinler ki: Asıl kapana kısılacak olanlar, o kâfirler olacaklar.
43 – Yoksa onların Allah’tan başka bir tanrıları mı var?
Allah onların iddia ettikleri ortaklardan münezzeh ve yücedir.
44 – Şayet kendilerinin kötü bir maksatla istedikleri gibi gökten bir parçanın düştüğünü görseler, inatlarından ötürü “Bunlar üst üste yığılmış bulutlardır.” derler.
Kendilerine ceza olarak gönderildiğini inkâr ederler.
45 – O halde sen onları, darbe yiyip çarpılacakları güne kadar kendi hallerine bırak!
Bu âyetin işaret ettiği hadiselerin birincisi, Bedir zaferidir.
46 – O gün hile ve tuzakları kendilerine asla fayda sağlamaz ve yardım da görmezler.
47 – Muhakkak ki o zalimlere bundan başka azap da vardır; fakat onların çoğu bunu bilmezler. [32,21]
48-49 – Rabbinin hükmü yerine gelinceye kadar sabret. Çünkü sen Bizim himayemiz altındasın.
Namaza kalktığında Rabbini hamd ile tenzih et. Geceleyin de, gecenin sonunda yıldızların batışının ardından da O’na ibadet edip tenzih et.
Namaza kalktığında: “Subhanekellahümme ve bi hamdike” demek, mânası mümkün olduğu gibi, “Uykudan kalktığında” veya “herhangi bir meclisten, bir yerden kalktığında” mânasına da gelebilir.
 
kaf suresi meali

Mekkî olup, 45 âyettir. İsmini, birinci âyette geçen ve huruf-i mukattaa kabilinden olan Kâf harfinden almıştır. Bu sûre, kâinatta bulunan ve Allah Teâlânın üstün kudret ve hikmetine delâlet eden bazı varlıklardan bahseder, bunları yapanın, mahşerde insanları diriltmeye de kadir olduğunu bildirir. Dini yalan sayan bazı eski kavimlerin âkıbetlerini hatırlatır. Cuma, bayram ve bazen sabah namazlarında bu sûrenin Hz. Peygamber (a.s.) tarafından okunduğu nakledilmektedir.


Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Kâf. Şanlı şerefli Kur’ân hakkı için.
2-3 – Doğrusu, onlar, kendilerinden birinin, uyarıp irşad etmek için gelmesine şaşırdılar da kâfirler: “Bu, ne tuhaf şey!” dediler, “Biz ölüp de toprak olduktan sonra mı dirileceğiz? Bu, aklın alamayacağı kadar uzak bir ihtimal!” [10,2]
4 – Biz toprağın, onların bedenlerini (hücre hücre) nasıl çürüttüğünü tafsilatıyla biliriz. Zaten yanımızda her şeyin kayıtlı olduğu şaşmaz bir sicil vardır.
5 – Bilakis onlar, kendi önlerine kadar gelen gerçeği yalan saydılar.
Artık onlar kararsızlık ve perişanlık içindedirler.
6 – Hiç üzerlerindeki göğe bakmazlar mı?
Bakıp da Bizim onu nasıl sağlamca bina edip süslediğimizi, onda en ufak bir çatlaklık, dengesizlik olmadığını düşünmezler mi? [67,3-4]
Gökyüzü âlemi akıllara durgunluk verecek derecede geniş ve muazzamdır. Dünyamızdan yüzbinlerce defa daha büyük gezegenler uzayda top gibi, saniyede birkaç kilometre hızla yüzerler. Güneş sistemi samanyolu galaksisinin bir köşesine sıkışmış küçük bir yer işgal eder. Oysa daha başka bir milyon kadar galaksi mevcuttur. Bunları yaratıp varlıkta tutan muazzam kudretin ilkin yoktan yarattığı hayatı, ölüm uykusundan sonra diriltmeye gücü yetmez olur mu?
7 – Yeri de döşedik, oraya dengeyi sağlayacak sağlam ulu dağlar yerleştirdik. Orada, gönüller, gözler açan her çeşit bitkiden çiftler bitirdik. [51,49; 36,36]
8 – Bütün bunları, Allah’a yönelecek her kula Yaradan’ın kudretini hatırlatması, dersler veren birer basiret nişanesi ve ibret numunesi olması için yaptık.
9-10 – Gökten bereketli bir su indirdik. Onunla bahçeler ve biçilen ekinler, salkım salkım meyveleriyle ulu hurma ağaçları yetiştirdik.
11 – Bütün bunlar kullarımıza rızık vermek içindir.
Hem o su ile ölü toprağa hayat verdik.
İşte ölmüş insanların mezarlarından çıkışı da böyle olacaktır. [40,57; 46,33; 41,39]
12-14 – Onlardan önce Nûh halkı, Ashab-ı Ress, Semûd, Âd, Firavun halkları.
Lût’un hemşehrileri, Ashab-ı Eyke ve Tübba’ halkı da hakkı yalanladılar.
Evet onların hepsi peygamberleri yalancı saydılar da tehdidime müstehak oldular, azaba çarptırıldılar.
Arap kaynaklarında Ress adında iki yer bilinmektedir. Biri Necid, diğeri Hicazın kuzeyinde olup birincisi daha meşhurdur.
15 – Biz ilkin yoktan yaratmada bir âcizlik, becerisizlik mi gösterdik ki bu tekrar yaratmada acze düşelim?
Hayır! Öyle değil, onlar da böyle olmadığını bilirler. Ama yine de onlar bu yeniden yaratılıştan (dirilmeden) şüphe içindedirler. [30,27]
16 – İnsanı Biz yarattık. Onun için, nefsinin kendisine neler fısıldadığını, neler telkin ettiğini de Biz pek iyi biliriz.
Çünkü Biz ona şahdamarından daha yakınız.
17-18 – Zaten onun sağında ve solunda yerleşmiş iki kayıtçı vardır.
Ağzından çıkan bir tek söz olmaz ki yanında, bu iş için hazırlanmış gözcü olmasın, onun söylediğini ve yaptığını kaydetmiş olmasın. [82,10-12]
İnsanlar yirminci asırda sesleri ve görüntüleri kaydeden nice aletler geliştirdiler. Bu aletler Allah’ın kâinatta zerrelere yaptırdığı kayıt işlemini tesbit etmeye çalışmaktadırlar. Allah’ın melekleri bu aletlere muhtaç değildirler. İnsanın kendi vücudu ve çevresindeki şeyler, onun bütün yaptıklarını ve konuştuklarını en ince ayrıntıları ile kaydeden bir kamera veya teyp gibidir. Kıyamet günü, kendi kulağı ile dünyada söylediklerini işitecek ve yaptıklarını gözleriyle görecektir. Demek Allah kullarına sırf kendi ilmine göre muamele etmeyecek, bilakis adâletin: iddia, delil, inkâr, şahit, savunma gibi bütün şartlarını yerine getirecektir.
19 – Vakti geldiğinde ölüm sekeratı başlayınca, can çekiştiği sırada insana “İşte” denir, “senin en çok nefret edip kaçtığın şey!”
20 – Sûra üfürülür kalk borusu çalar. İşte bu da tehdit edilen azabın günüdür.
21 – O gün herkes beraberinde bir muhafız, bir de şahit olarak Yüce Divana gelir.
22 – Allah ona buyurur: “Sen bundan gaflet içindeydin. İşte gözünün önünden perdeyi kaldırdık, şimdi artık gözün pek keskindir!” [19,38; 32,12]
23 – Yanındaki arkadaşı “İşte!” der, “onun defteri! Her ne yapmışsa, burada yazılı!”
Yanındaki arkadaşı, bazı müfessirlere göre şahit melektir.
24-26 – Allah muhafızla şahide veya cehennem görevlisi iki meleğe: “Atın! buyuracak, atın cehenneme, her nankör, inatçı kâfiri: Hayra mani olan, haddi aşıp azan, şüpheye dalanı!
Allah’ın yanı sıra başka bir tanrı benimseyeni! Atın onu o çetin azaba!”
Hayır; bazen mal, bazen iyilik mânasına kullanılır. Burada her ikisi de mümkündür. O şahsın, malından Allah’ın ve kullarının haklarını vermediğini ifade eder. Yahut hayır ve iyilikten, hem kendisini hem de başkalarını engellediği mânasına gelir.
27 – Yanındaki arkadaş: “Ya Rabbî,” der, “onu ben saptırmadım, kendisi zaten haktan iyice uzak bir sapıklık içinde idi.” [14,22]
Yanındaki arkadaşı, şeytan onun cehenneme atılacağını anlayınca böyle diyecektir. Burada siyaktan, Allah’ın mahkemesinde bu iki yoldaşın birbirini suçladıkları anlaşılmaktadır. Anlaşılan kâfir insan, şeytan arkadaşının kendisini saptırdığını ileri sürünce o, bu cevabı vermektedir.
28,29 – “Çekişmeyin huzurumda!” buyurur Allah, “Çünkü Ben daha önce gelecek tehlikeyi size bildirmiştim. Benim verdiğim kararlar değiştirilmez. Ben, kullarıma asla zulmetmem!”
30 – O gün cehenneme Biz: “Doldun mu, dedikçe O: “Daha yok mu?” diye iştahını dile getirir. {KM, Süleymanın Meseleleri 30,15-16}
31 – Cennet de takvâ sahiplerine yaklaştırılır.
32-33 – Onlara: “İşte, denir, buydu size vâd edilen mükâfat. Hakka yönelen, koruması gereken her şeyi koruyan, insanların görmediği yerlerde bile Rahman’a hep saygılı olan ve daima Rabbine dönen bir gönül ile gelen herkese bu mükâfat vardır.
“Rahman’ı görmediği halde O’na saygı duyan” mânası da mümkündür. “O’nun Rahman olduğunu bilmesine rağmen, rahmetine güvenerek günah işlemedi, O’na saygısızlık etmedi” inceliğini düşündürmesi de mümkündür.
34 – “Haydi selâmetle girin oraya, bugün artık ebediyet günüdür.”
35 – Orada onlara istedikleri her şey verilir. Nezdimizde bundan da fazlası vardır. [10,26]
36 – Kendilerinden önce Biz öyle nesiller helâk ettik ki onlar, bunlardan daha güçlü kuvvetli idiler. Hakimiyetlerini yaymış, şehir şehir dolaşmış, “ölümden kaçıp kurtulacak bir yer yok mu?” diye her tarafı delik deşik etmişlerdi, ama hep eli boş dönmüşlerdi.
37 – Elbette bunda, içinde bir kalb taşıyan veya zihnini derleyip toplayarak can kulağıyla dinleyen kimseler için alacak bir ders vardır.
38 – Biz gökleri, yeri, ikisinin arasındaki bütün varlıkları altı günde yarattık da Bize en ufak bir yorgunluk dokunmadı. [46,33; 40,57]
39 – O halde sen onların söylediklerine karşı sabret. Gerek güneşin doğuşundan, gerek batışından önce Rabbine hamd ederek ibadet et.
40 – Geceleyin de, secdelerin peşinden de Ona ibadet et. [17,79]
Secdelerin peşinden yapılan tesbihattan maksat, namazdan sonra yapılan zikir ve tesbihat olabilir. Farzdan sonra kılınan nafile namazlar da olabilir. Hz. Peygamber (a.s.) her namazdan sonra fakirlerin 33’er kere sübhanallah, el-hamdülillah ve Allahu ekber zikrine devam etmekle zenginlerin Allah yolunda harcamalarla elde ettikleri yüksek dereceleri kazanacaklarını bildirmiştir.
41 – Münâdînin yakın bir yerden sesleneceği güne kulak ver.
42 – Bütün insanların o sayhayı kesin ve gerçek olarak işitecekleri güne kulak ver. İşte o gün mezarlarından kalkış günüdür.
43 – Muhakkak ki hayatı veren de, hayatı alıp öldüren de Biziz.
Evet, herkes Bizim huzurumuza dönecektir.
44 – Yerin yarılıp kendilerinin büyük bir hızla mahşer meydanına koşacakları gün, mutlaka gelecektir. Bu diriltip mahşerde toplama Bize göre çok kolaydır. [54,50; 31,28]
45 – Biz onların aykırı iddialarını pek iyi biliyoruz, ama sen onları kuvvet kullanarak imana getirecek bir zorba değilsin. Sen sadece uyaran bir elçisin.
Senin yapacağın iş, sadece tehdidimden endişe edecek kimseleri Kur’ân ile irşad etmektir. [13,40; 88,21-22; 2,272]
 
hucurat suresi meali

Medine’de nâzil olmuş olup 18 âyettir. Sûrenin adı, 4. âyette geçen “hucurât” kelimesinden alınmıştır. Hucurât: “odalar, bölmeler” anlamındadır. Bu sûre toplum hayatında Müslüman ferdin davranışlarını düzenlemeye dair hükümleri en yoğun tarzda ihtiva etmektedir. Allah’ın dinine, Resulüne, onun yanında konuşma âdabına, şayialara kulak asmamaya, duyulan haberi tahkik etmeye, küskünlerin arasını bulmaya, alay ve hakaret etmemeye, sû-i zandan sakınmaya, gıybetten kaçınmaya, tecessüs etmemeye, gizli halleri araştırmamaya, ırkçılıktan kaçınmaya, ihlâsa önem vermeye dair âyetler ihtiva eder.


Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Ey iman edenler: Söz ve hareketlerinizde ileri gidip de Allah’ın ve Resulünün önüne geçmeyin. Allaha karşı gelmekten sakının. Allah her şeyi hakkıyla işitir ve bilir.
Mümin, karşı karşıya kaldığı meselelerde Allah’ın ve Elçisinin bir hükmünün bulunup bulunmadığını araştırmak ve ona uymakla yükümlüdür. Diğer taraftan Hz. Peygamberin çağdaşlarının, onunla konuşurken seslerini ayarlamaları, ancak duyuracak kadar bir tonla konuşmaları istenmektedir. Daha sonra gelen müminler ise bu saygıyı onun hadis-i şeriflerine karşı göstermelidirler. Bu saygı hem sükûnetle dinleme, hem de gereklerini uygulama tarzında olmalıdır.
2 – Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin. Birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla da öylece konuşmayın. Yoksa siz farkında olmadan bütün emekleriniz hiçe iniverir. [24,63]
Hz. Peygamber (a.s.m.) Allah katında öyle yüce bir mevkidedir ki ona yapılan bir saygısızlık, küfür sayılıp bütün iyi işleri iptal ettirir. Zira ona gösterilen saygısızlık, kendisini görevlendiren Allah’a râci olur. Halbuki başka birine yapılan saygısızlık hakkında böyle bir hüküm verilmemiştir.
3 – Peygamberin huzurunda seslerini ayarlayanlar var ya, işte Allah, içindeki takvâyı ortaya çıkarmak için onların kalplerini sınamış ve onlar bu imtihanı başarmışlardır. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.
4 – Ama sana evinin dışından seslenenlerin ise ekserisi düşüncesiz, mâkul davranmayan kimselerdir.
Hz. Peygamberin çevresinde olan ashab, az çok onun hayat programını bilip, kendisini görme işini ona göre ayarlarlardı. Görüşmeyi gerektiren sebep varsa dışarda bekler, seslenip kapı çalmazlardı. Fakat dışardan gelen bedevîler, gece gündüz demeden, ne vakit gelmişlerse, onun eşlerinin odaları önünde dikilip dışarıdan çağırır, o da çıkınca konuşurlardı. Tabiatıyla bu durum onun programını altüst ederdi.
5 – Eğer onlar sen kendilerinin yanına çıkıncaya kadar bekleselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Bununla beraber Allah gafurdur, rahimdir.
6 – Ey iman edenler, herhangi bir fâsık size bir haber getirecek olursa, onu iyice tahkik edin, doğruluğunu araştırın. Yoksa, gerçeği bilmeyerek, birtakım kimselere karşı fenalık edip sonra yaptığınıza pişman olursunuz.
Peygamberimiz Velid İbn Ukbe adlı sahabîyi, Beni Mustalık kabilesine zekât toplamak için gönderdi. Velid ile onlar arasında daha önce bir kin vardı. Kabîleye yaklaştığı zaman karşısına gelen atlıların kendi aleyhinde oldukları intibaına kapılıp korkarak geri döndü ve zekât vermediklerini söyledi. Hz. Peygamber ordu toplayıp üzerlerine hücum edeceği sırada tesbitin asılsız olduğu kendisine bildirildi. Hâlid bin Velîd’i durumu tahkik etmekle görevlendirdi. Geceleyin onlara çaktırmadan gelen Halid, onların ezan okuyup cemaatle namaz kıldıklarını, hatta gece namazı bile kıldıklarını tesbit etti ve zekâtlarını alarak döndü. Bu âyet bunun üzerine nazil oldu. Bu âyete dayanarak hadis ravileri cerh ve ta’dile tâbi tutulmuşlardır. Fakihler her haberin değil, ama nebe’ tarzında önemli haberlerin tahkik edilmesini şart görürler.
Fâsık kelimesi burada, “çizgi dışına çıkmış, itaatsiz, emirleri yerine getirmeyen” anlamındadır.
7-8 – İyi düşünün ki sizin aranızda Allah’ın Resulü bulunmaktadır. Şayet o birçok işte size uysaydı, haliniz yaman olurdu.
Ama Allah size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde güzelleştirdi; inkârdan, fâsıklıktan ve isyandan ise sizi iğrendirdi. İşte Allah’tan bir lütuf ve nimet olarak doğru yolda yürüyenler onlardır. Allah her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.
Bu ifadeden anlaşıldığına göre müminlerin tümü bu hataya düşmemiş, sadece azınlıkta olan bazı kimseler bunu ileri sürmüşlerdir. “Şayet o size uysaydı (..)” hitabı, bütün sahâbeye değil, Beni Mustalık üzerine asker göndermeyi öneren sahabîleredir. “Ama Allah size imanı sevdirdi” hitabı geneldir. Bu âyet, görüşlerinde ısrar eden sahabîlerin imandan çıktıklarını değil, hata yaptıklarını gösterir. Allah Teâlâ hata yapanları şöyle uyarmaktadır: “İmanın gereği, diğer sahâbe gibi Peygambere güvenip onun görüşüne tâbi olmaktır.”
9 – Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle vuruşursa, onların aralarını bulun.
Buna rağmen biri öbürüne saldırırsa, bu saldıran tarafla, Allah’ın emrine dönünceye kadar siz de vuruşun. Döndüğü takdirde aralarını hakkaniyetle düzeltin ve hep âdil olun, çünkü Allah âdil davrananları sever.
10 – Müminler sadece kardeştirler. O halde ihtilaf eden kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki O’nun merhametine nail olasınız.
Bu âyet, dünyanın neresinde olursa olsun müminleri kardeş olarak ilan etmektedir. Ashabdan Cerir b. Abdullah, Hz. Peygamberin, kendisinden şu üç şeyi yapmak üzere biat istediğini bildirir: “Namaz, zekât ve bütün Müslümanların hayrını isteme (nasihat).” “Müslümana kötü söz söylemek fâsıklık, onunla savaşmak küfürdür” (hadis-i şerif). “Müslüman Müslümanın kardeşidir; ona zulmetmez, onu desteğinden mahrum bırakmaz. Bir kimse için Müslüman kardeşini hakir görmek kadar büyük bir kötülük yoktur.” (hadis-i şerif)
11 – Ey iman edenler! Sizden hiçbir topluluk bir başka toplulukla alay etmesin. Ne mâlum? Belki alay edilenler edenlerden daha hayırlıdır.
Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler. Belki de alay edilenler edenlerden daha hayırlıdır.
Birbirinizi, (daha doğrusu kendilerinizi) karalamayın.
Birbirinize kötü lakaplar takmayın.
İman ettikten sonra insanın adının kötüye çıkması, fâsık damgası yemesi ne fena bir şeydir!
Kim tövbe etmezse işte onlar tam zalim kimselerdir. [104,1; 68,11; 4,29] {KM, Efeslilere 5,3}
12 – Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır.
Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın. Kiminiz kiminizi gıybet etmesin.
Hiç sizden biriniz ölmüş kardeşinin cesedini dişlemekten hoşlanır mı?
İşte bundan hemen tiksindiniz!
Öyleyse Allah’ın azabından korkun da bu çirkin işten kendinizi koruyun. Allah tevvabdır, rahîmdir (tövbeleri kabul eder, merhamet ve ihsanı boldur).
Zannın çeşitleri vardır. Hüsnüzan kısmı makbul olup müminin Allah, Resulü, müminler ve aksine sebep olmadıkça bütün insanlar hakkında bu zannı beslemesi gerekir. Bazen başka çare kalmayınca zanna dayanarak hüküm verme ihtiyacı olur.
Günah olan kısım ise, insanlar hakkında haksız yere suizan besleyip onlar hakkında iyi tarafa değil de kötü tarafa yorumlar yapmaktır.
Tecessüs, insanların gizli hallerini araştırmak, keza onların gıybetini yapmak da bu âyetle şiddetle yasaklanmıştır. Gizli halleri araştırmak fertlere olduğu gibi devlet yetkililerine de haramdır. “İdareci, halkın mahrem ve gizli hallerini araştırırsa onların ahlâkını ve düzenlerini bozar.” (hadis-i şerif).
13 – Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık.
Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, sülâlelere ayırdık.
Şunu unutmayın ki Allah’ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvâda (Allah’ı sayıp haramlardan sakınmada) en ileri olandır.
Muhakkak ki Allah her şeyi mükemmelen bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır.
Takvâ: din dilinde: Kişinin, âhirette kendisine zarar verecek şeylerden sakınmasıdır. Başta şirk ve küfürden, haram ve günahlardan, hatta tenzihen mekruh şeylerden sakınma, buna dahildir.
14 – Bedeviler “iman ettik!” dediler. De ki: “Siz iman etmediniz, lâkin “İslâm olduk, size inkıyad ettik!” deyiniz.
Zira iman henüz kalplerinize girmiş değildir.
Eğer Allah’a ve resulüne itaat ederseniz, sizin emeklerinizden hiçbir şeyin mükâfatını eksiltmez. Yaptığınızı zayi etmez. Gerçekten Allah gafûr ve rahîmdir (mağfireti, merhamet ve ihsanı boldur).
Burada genel olarak bedevîler kasdedilmeyip sadece, İslâm’ın kazandığı zaferlerden çıkar sağlamak isteyen birkaç bedevî kabile kasdedilmiştir.
15 – Müminler ancak o kimselerdir ki Allah’ı ve resulünü tasdik eder ve sonra da hiçbir şüpheye düşmezler,
Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla mücahede ederler. İşte imanına bağlı, gerçek müminler bunlardır.
16 – De ki: “Dindarlık derecenizi siz mi Allah’a bildireceksiniz? (Allah sanki bunu bilmiyor da sizin iddianıza mı bakacak?)
Halbuki Allah bunu bildiği gibi, göklerde ve yerde ne varsa bilir. Evet, Allah her şeyi hakkıyla bilir.”
17 – İslâm’a girmelerini sana minnet ediyorlar. Onlara de ki: “Müslümanlığınızı bana minnet etmeyin. Asıl size iman yolunu gösteren Allah size minnet eder, eğer iman iddianızda samimi iseniz!”
18 – Muhakkak ki Allah göklerin ve yerin gaybını bilir. Bütün bunları bilen Allah, sizin yaptığınız her şeyi de elbette görür.
 
fetih suresi meali

Medine döneminde nâzil olmuştur. 29 âyettir. Adını, bu sûre-i şerifede bahsedilen ağırlıklı konulardan birinden almıştır. Bu konu, hicrî 6. yılı Zilkade ayında yapılan Hudeybiye anlaşmasıdır. Allah Teâlâ bu anlaşmayı, birinci âyette “Fethen mubina” (aşikâr zafer) olarak nitelendirmiştir. Bu sûre hicrî 6. yılda nâzil olmuştur. Sûrenin ikinci kısmı münâfıkların davranışlarını, üçüncü kısmı Müslümanlara vaad edilen zaferleri, son kısmı ise örnek İslâm cemaatinin başlıca vasıflarını ele alır.


Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Biz sana aşikâr bir fetih ve zafer ihsan ettik.
Bu fetih, Hudeybiye anlaşmasıdır. Müslümanların bir kısmı bunun zafer olacağı konusunu iyi anlayamadıkları için Hz. Peygambere: “Ya Resulallah bu zafer midir?” diye sorunca, O yemin ederek zafer olduğunu bildirmişti. Fakat uzun zaman geçmeden, bu konuda kimsenin tereddüdü kalmadı. Abdullah İbn Mes’ud gibi bazı ashabdan, şu söz nakledilmiştir: “Halk Mekke’nin fethine zafer diyor, halbuki biz asıl zafer olarak Hudeybiye anlaşmasını kabul ediyoruz.” (Buhari). Tâbiin imamlarından Zührî der ki: “İslâm tarihinde Hudeybiye zaferinden önceki hiçbir fetih, onun kadar büyük değildir. (...) Bundan sonraki iki yıl içinde İslâm’a girenlerin sayısı, o zamana kadar (19 yıl boyunca) Müslüman olanlarınkine ulaştı, hatta onu da geçti.” (Buhari Şerhi Fethu’l-Barî; İbn Hişam)
2 – Bu da Allah’ın, senin geçmiş ve gelecek kusurlarını bağışlaması, sana yaptığı ihsan ve in’amı tamamlaması, seni dosdoğru yola hidâyet etmesi.
3 – Ve sana şanlı bir zafer vermesi içindir.
4 – İmandaki yakînlerini iyice artırsınlar diye müminlerin kalplerine sekîne indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.
Hz. Peygamber (a.s.) Mekke’ye çıkarken ashab korkabilirlerdi. Nitekim münafıklar bu seferi “ölüme gitme” diye düşünmüşlerdi. Yahut antlaşmadan hemen sonra Ebû Cendel gibi bir Müslümanın müşriklere teslim edildiği sırada kendilerini tutamayabilirlerdi. Anlaşmayı hazmedemeyip itaatsizlik gösterebilirlerdi. Fakat Allah’ın o müminlerin gönüllerine indirdiği sükûnet sayesinde bağırlarına taş basıp itaatsizlikten geri durdular, imtihanı kazandılar, tehlikeli yolculukları zafere dönüştü.
5 – Bu da, Allah’ın mümin erkekleri ve mümin kadınları içinde ebedî kalacakları, içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştirmesi, onların günahlarını bağışlaması içindir. Bu, Allah katında büyük bir nailiyettir, büyük bir başarıdır. [3,185]
Kur’ân’da genel ifadeler, kadınları da kapsamına alır. Fakat burada özellikle onların mükâfatları vurgulanmıştır. Zira onlar beylerini, çocuklarını, kardeşlerini o tehlikeli seferden engellemek şöyle dursun aksine teşvik etmişler, mallarını ve çocuklarını, emanetlerini koruma görevini üstlenmişlerdi.
6 – Öte yandan, Allah hakkında kötü zanda bulunan münafık erkekler ve münafık kadınlar, müşrik erkek ve müşrik kadınları cezalandırması içindir. Kötülük, onların başlarına dönsün! Allah, onlara gazap etmiş, lânetlemiş ve onlara cehennemi hazırlamıştır. Ne kötü yerdir orası!
7 – Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah hep azîz ve hakîmdir (mutlak galip, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
8 – Muhakkak ki: Biz, seni bir şahit, bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik ki
9 – Allah’a ve Resulüne iman edesiniz, ona destek olup saygı gösteresiniz ve Allah’ı da sabah akşam tesbih ve tenzih edesiniz.
10 – Sana biat edenler, gerçekte Allah’a biat etmektedirler.
Allah’ın eli, hepsinin ellerinin üstündedir.
Kim sözünden dönerse, kendi aleyhine olarak döneklik eder.
Ama kim Allah’a verdiği sözünde durursa, Allah ona pek büyük mükâfat verir. [4,80; 9,111]
Hz. Peygamber (a.s.)’ın Mekke müşriklerine elçi olarak gönderdiği Hz. Osman (r.a)’ın öldürüldüğü haberi gelince, Hz. Peygamber sefere katılan 1400 kadar sahâbîden, ölünceye kadar savaştan kaçmayacaklarına dair biat almıştı. Bu, “Bey’atu’r-rıdvan” adı ile tarihe geçmiştir.
11 – (Hudeybiye seferine katılmayıp) kaçak durumda geri kalan bedevîler sana gelip: “Bizi mallarımız ve ailelerimiz oyaladı da ondan katılamadık.
Ne olur bizim için Allah’tan af dile!” derler.
Onlar aslında, dilleriyle, kalplerinde olmayan şeyler söylerler.
De ki: Şimdi hakkınızda Allah bir zarar veya fayda vermek isterse, kim O’na karşı koyup engelleyebilir?
Hayır! İş sizin iddia ettiğiniz gibi değil.
Allah her şeyden haberdar olduğu gibi sizin gazaya katılamayışınızın gerçek sebebinden de haberdardır.
İman etmelerine rağmen, umre çağrısına katılmayan, Medine civarındaki Eslem, Cüheyne, Gifar, Eşca gibi kabileler, bu âyetin nüzûlüne sebep olmuşlardır.
12 – Aslında siz Peygamberin ve müminlerin ailelerine artık geri dönemeyeceklerini düşündünüz.
Bu hayal, gönüllerinizde allanıp pullandı ve yerleşti.
Kötü zanlara düştünüz ve helâki hak etmiş kimseler oldunuz.
13 – Kim Allah’a ve Resulüne inanmazsa bilsin ki Biz kâfirlere alevli ateşler hazırladık.
14 – Göklerin ve yerin hâkimiyeti Allah’ındır.
O, dilediğini affeder, dilediğini cezalandırır.
Allah gafurdur, rahîmdir (affı ve ihsanı boldur).
15 – Gazaya katılmayanlar, siz ganimetleri almak için gittiğinizde: “İzin verin, biz de size tâbi olalım.” derler.
Böylece Allah’ın hükmünü değiştirmek isterler.
De ki: “Siz bizimle gelemezsiniz, zira Allah Teâlâ daha önce böyle buyurmuştur”
Bu defa da: “Hayır!” diyecekler, “siz bizi çekemiyorsunuz”
Bilakis kendileri anlayışları kıt olan, çok az anlayan kimselerdir.
Bu bedevîler Hudeybiye gazasına katılmamışlar, kaçak duruma düşmüşlerdi: Hz. Peygamber (a.s.), Hudeybiye’den hicri 6. yılın Zilhicce ayında döndü ve bu ayın geri kalan kısmı ile (7. yıla ait) muharremin ilk günlerini Medinede geçirdi. Sonra Hayber seferine çıktı. Bu sefere, sadece Hudeybiye gazasına katılanları aldı. Zira Allah Teâlâ kendisine böyle bildirmişti. Hayber’i fethedip çok ganimetler aldılar. Münafıklar, Hayber’in sonunda menfaat gördükleri için bu savaşa katılmak istediler ama, Allah’ın buyruğu gereğince alınmadılar. Âyet bu hadiseye işaret etmektedir.
16 – O gazaya katılmayıp geri kalan bedevilere de ki:
“Siz yakında çok kuvvetli ve savaşçı bir milletle savaşmaya dâvet edileceksiniz.
Onlar teslim olup boyun eğinceye kadar onlarla savaşacaksınız.
Eğer bu sefer itaat ederseniz Allah sizi pek güzel bir şekilde ödüllendirir.
Ama daha önce yaptığınız gibi arkanızı döner, cihaddan kaçarsanız, O, size gayet acı bir azap verir.”
Bu âyetteki çok güçlü millet Farslar ile Bizanslılar olup onlarla yapılacak savaşlara gaybî işaret edilmektedir. Onlarla boyun eğinceye kadar savaşılır. Âyetteki “yüslimûn” kelime mânasıyla “inkiyad etme, teslim olma” diye tefsir edilir. Eğer “çok kuvvetli millet”ten Sakif, Hevazin gibi müşrikler kasdedilirse onlar hakkında “İslâm’a girinceye kadar” diye anlaşılır.
17 – Gazaya katılmama konusunda âmaya sorumluluk yok, topala sorumluluk yok, hastaya sorumluluk yoktur.
Kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse, Allah onu, içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştirir.
Kim de itaatten yüz çevirirse onu gayet acı şekilde cezalandırır.
18-19 – Gerçekten Allah, (Hudeybiye’de) o ağacın altında sana biat ettikleri zaman, müminlerden razı oldu.
Onların kalplerindeki ihlâsı bildiği için üzerlerine sekîne, huzur ve güven indirdi. Onları hemen yakında gerçekleşen bir zaferle ve alacakları birçok ganimetle mükafatlandırdı.
Allah azîz ve hakîmdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
Allah Teâlâ bu ağacın altında biat eden 1400 kadar sahabîden razı olduğunu açıkça bildirmektedir. Bunların imanı o derece kuvvetli ve savaş hazırlığından o kadar uzak idiler ki, hallerine bakan kimse, umre için giydikleri ihramı kefen olarak giydiklerine hükmederdi. Onlardan râzı olduğunu bildiren Allah, elbette onların istikballerini de bilerek böyle buyurmuştu. Şîa ve Havariç fırkalarının onları dinden dönme ile suçlamaları, sadece kendilerine zarar verir. Söz konusu ağacı ziyaret edenler zuhur edince Hz. Ömer (r.a.)’ın onu kestirdiği nakledilir.
20-21 – Allah size daha başka birçok ganimet vâd etti. Onları ileride alacaksınız. Şimdilik size bunu verdi ve insanların ellerini sizden çekti ki müminler için Allah’ın teyidine bir delil ve ibret olsun ve sizi dosdoğru yola eriştirsin. Allah size henüz güç yetiremediğiniz ama Kendisinin (ilim ve kudretiyle) hazırladığı başka fetih ve ganimetler de vaad etti. Allah her şeye hakkıyla kadirdir.
Vaad edilen zaferler Hayber ve onu takibeden fetihlerdir. Hudeybiye sırasında müminlerin savaşacak durumdaki bütün erleri Medine’den on beş gün uzakta bulunuyorlardı. Etraftaki birçok düşman kabile bunu fırsat bilip Medine’yi işgal etmeyi düşünebilirlerdi. İçerideki müşrik, Yahudi ve münafık gruplar da onlarla işbirliği yapabilirlerdi. Allah Teâlâ, onlara fırsat vermediğini hatırlatıyor.
21. âyetteki fetih, muhtemelen Mekke’nin fethidir. “Sizin şu anda ona gücünüz yetmiyor, fakat Allah onu hazırlamış olup Hudeybiye sürecinin sonucunda ona da nail olacaksınız.” denilmiş oluyor.
22 – Eğer (o Mekkeli) kâfirler sizlerle savaşsalardı, arkalarını dönüp kaçar, sonra da ne kendilerini koruyan, ne de destek olan hiç kimse bulamazlardı.
23 – Allah’ın öteden beri câri olan kanunu budur. Ve sen Allah’ın nizamında hiçbir değişiklik bulamazsın.
24 – Mekke vâdisinde size kâfirlere karşı zafer nasib ettikten sonra, onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çeken O’dur. Allah bütün yaptıklarınızı görür.
25 – İnkârda ısrar edip sizi Mescid-i Haram’ı ziyaret etmekten ve bekletilmekte olan hediye kurbanlıkları yerine ulaştırmaktan geri çevirenler onlardır.
Eğer orada kendilerini tanımadığınız için tepeleyeceğiniz ve bilmeyerek tepelemenizden ötürü zor durumda kalacağınız mümin erkekler ve mümin kadınlar olmasaydı, Allah ellerinizi birbirinizden çekmez, savaşmanıza engel olmazdı.
Dilediği kimseleri rahmetine nail etmek için Allah böyle takdir buyurdu. Şayet onlar birbirlerinden seçilip ayrılmış olsalardı, elbette kâfirleri gayet acı bir cezaya çarptırırdık.
İslâm’a inanmış olup Mekke’den Medine’ye hicret imkânı bulamayan ve Medine’deki Müslümanlarca bilinmeyen çok mümin vardı. Kalınan zor durumlar şunlar olabilirdi: Meşakkat, diyetin gerekmesi yahut öldürülmelerinden ötürü keffaret, üzüntü, kâfirlerin kınamaları (mümin mümini öldürüyor diye ayıplamaları) müminleri bulup seçme hususunda tam araştırma yapılmaması sebebiyle günaha girme.
Allah Teâlânın gözettiği faydanın diğer boyutu şu idi: Mekke’nin kanlı bir şekilde fethedilmesini istemiyordu. Mekke’yi çevreleyen şartların hazırlanması ile, kendilerinin kanaat getirmesiyle İslâm’a girmelerini istiyordu. Nitekim Hudeybiye’den sonraki iki yıl bu maksada kâfi geldi.
26 – Kâfirlerin kalplerine taassubu, Cahiliye taassup ve tarafgirliğini yerleştirdikleri o sırada, Allah da Resulünün ve müminlerin gönüllerine huzur ve güven duygusu verdi.
Takvâ kelimesini onlara yoldaş etti. Zaten onlar bu söze pek lâyık ve ehil idiler. Allah her şeyi hakkıyla bilir.
Müminlerin on beş günlük mesafeden gelmelerine rağmen bir gün içinde umre yapıp dönmelerine izin vermeyen müşrikler sırf şu taassupla hareket ediyorlardı: “Eğer Muhammed bu kalabalıkla Mekke’de görünürse bütün Arap yarımadasında gururumuz kırılacaktır.”
Allah’ın müminlerin kalplerine verdiği güven duygusu sayesinde onlar hislerine kapılmadılar, soğukkanlı, vakarlı, dürüst davranıp bu sabırlarının mükâfatlarını gördüler.
27 – Allah, Resulünün rüyasını elbette doğru çıkaracaktır. İnşaallah siz kiminiz başını tıraş ettirmiş, kiminiz saçlarını kısaltmış olarak, Mescid-i Haram’a korkmaksızın tam bir güvenlik içinde gireceksiniz. Ama Allah sizin bilemediğiniz şeyleri bildiğinden ondan önce, yakın bir zafer nasib etti.
Sefere çıkmadan önce Hz. Peygamber, rüyasında ashabı ile güven içinde umre yaparak Mekke’ye girdiklerini görmüş ve bunu anlatmıştı. Hudeybiye’den dönerken beklentilerini bulamayınca üzüldüler. Münâfıklar ise şüpheye düşüp bazı imalarda bulunup halkın manevîyatını sarsmaya başladılar. Oysa Peygamberimizin rüyasında “bu yıl” olacağına dair işaret yoktu. Allah Teâlâ bu âyetle, bu zaferin kesin olarak vuku bulacağını gaybî bir haber olarak bildirmektedir. Bu söz ertesi yıl hicri 7. yılda zilkade ayında gerçekleşmiş, “Kaza edilen Umre” (Umret’ul-kadâ) diye tarihe geçmiştir.
28 – Bütün dinlere üstün kılmak için Resulünü hidâyet ve hak dinle gönderen O’dur. Buna şahit olarak Allah yeter.
Hudeybiye seferi hakkındaki âyetlerin peşinden Hz. Muhammed (a.s.)’ın risaletini vurgulayan bu âyetin indirilmesinin bir hikmeti de şudur: Anlaşma akdi yazılırken Mekke müşriklerinin ısrarı üzerine “Allah’ın Resûlü” sıfatını Efendimiz silmişti: İşte buna ima ederek Allah Teâlâ sanki şöyle buyurmaktadır: “Onun Allah’ın Resulü olduğunda en ufak bir tereddüt yoktur. Bir kısım insanların inanmamaları bu gerçeği değiştirmez. Allah’ın ona şahitlik edip desteklemesi yeter de artar.”
29 – Muhammed Allah’ın resulüdür. Onun beraberindeki müminler de kâfirlere karşı şiddetli olup kendi aralarında şefkatlidirler. Sen onları rükû ederken, secde ederken, Allah’tan lütuf ve rıza ararken görürsün. Onların alâmeti, yüzlerindeki secde izi, secde aydınlığıdır. Bunlar, Tevrat’taki sıfatları olup İncîl’deki meselleri ise şöyledir: Öyle bir ekin ki filizini çıkarmış, sonra da onu kuvvetlendirmiş, derken kalınlaşmış da artık gövdesi üzerinde doğrulmuş. Öyle ki ekicilerin hoşuna gider, kâfirleri de öfkelendirir. İşte böylece Allah, onlar gibi iman edip makbul ve güzel işler yapanlara mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır. [5,54] {KM, Vahiy 14,1; Matta 13, 31-32; Markos 4,26-27; Luka 13,18}
Ashabın kâfirlere karşı sert olmaları, onların kâfirlere haşin ve kaba davranmaları mânasına gelmeyip imanlarının sağlamlığı, prensiplerinin kesinliği, dürüst ve düzenli hayatları sebebiyle kâfirlerin onları kolay kolay baş eğdirememeleri, korku vererek sindirememeleri, onları menfaat ve şehvetlerle satın alamayacakları, kolay bir lokma halinde dişleri arasında öğütemeyecekleri mânasına gelir.
Secde izi, maddî alanda görülebilen yuvarlak iz değildir. Müminin Allah’a yönelmesi neticesinde elde ettiği ruh yüceliği, güzel ahlâk, vakar ve takvâ halidir. Öyle ki onları gören insanlar bunu sezerler. Nitekim İmam Malik, Suriye’yi fetheden ashab hakkında oranın Hıristiyan halkının şöyle söylediklerini nakleder: “Bunlar, Hz. Îsâ’nın havarîleri hakkında bildiğimiz o yüce meziyetleri ve üstün değerleri taşıyan insanlar.”
 
muhammed suresi meali
Medine’de nâzil olmuştur. 38 âyettir. Sûrenin adı 2. âyetinden gelmektedir. Bu sûre, İslâm’a düşmanlık eden kâfirlere karşı cihad, savaş, esirler, ganimet, müminlerin âhiretteki mükâfatları ile kâfirlerin oradaki cezaları ile münâfıkların davranışlarını söz konusu etmektedir.

Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – İnkâr edip insanları Allah’ın yolundan engelleyenlerin bütün yaptıklarını Allah boşa çıkaracaktır. [25,23]
Allah yolundan çevirmenin çeşitli şekilleri vardır. a- İman etmekten zorla menetmek, b-Müminlere baskı uygulayarak dini anlatmalarını ve dinlerini yaşamalarını engellemek, c- Din ve dindarlar aleyhinde propaganda yaparak onlara karşı güvensizlik telkin etmek, d- Kâfirlerin, çocuklarını küfür üzere yetiştirmek sûretiyle Allah’ın dininden uzak tutmaları.
2 – İman edip güzel ve makbul işler yapanlar ve Rab’leri tarafından gerçeğin ta kendisi olarak Muhammed’e indirilen vahye iman edenlerin ise günahlarını örtüp, hallerini düzeltir.
Gerçi “İman etme” vasfından sonra ayrıca “Muhammed’e indirilene iman edenler” demeye ihtiyaç yoktur. Zira iman, onun tebliğ ettiği şeylere inanmayı zaten kapsamaktadır. Bundan maksat şunu vurgulamaktır: Hz. Muhammed (a.s.)’ın risaletinden sonra, herhangi bir kimsenin, onun getirdiği dinin hükümlerine iman etmeden inançları geçerli değildir. Onun peygamberliğine ve getirdiklerine inanmak şarttır.
3 – Bu böyledir. Çünkü kâfirler batıla uydular. İman edenler ise Rab’leri tarafından gönderilen hakka uydular. İşte Allah insanlara kendi durumlarını böylece beyan eder.
Allah iki tarafın da durumlarını açıkça ortaya koyuyor. Bir taraf batıl üzerinde ısrar ettiğinden işleri geçersiz kılınmıştır. Öbür taraf ise hak yolda sebat ettiğinden, Allah onları kötülüklerden arındırmış, hayat tarzlarını düzeltmiştir.
4 – İmdi kâfirlerle savaşta karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurun. Nihayet onları iyice mağlub edince, işi sağlama bağlayın, onları esir alın. Savaş bitince onları ister lütuf olarak karşılıksız salıverir, ister fidye alarak bırakırsınız.
Durum şu ki: Allah dileseydi, onlardan intikamınızı alır, onları cezalandırırdı. Fakat O, sizi birbirinizle denemek için savaşı emrediyor.
Allah yolunda öldürülenler var ya, Allah onların yaptıklarını asla zayi etmeyecek, boşa çıkarmayacaktır. [8,67-68; 3,142; 9,14-15]
5 – Allah onları doğru yola iletir ve onların hallerini düzeltir. [10,9]
6 – Onları, kendilerine tanıtmış olduğu cennetine alır.
7 – Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) destek olursanız,
O da size yardım eder ve savaşta ayaklarınızı kaydırmaz.
8 – O inkârcılara gelince, onların hakkı yıkımdır. Allah onların yaptıklarını boşa çıkarır.
9 – Bu böyledir, zira onlar Allah’ın indirdiği buyruklarını beğenmediler.
Allah da onların bütün iyi ve güzel işlerini boşa çıkardı.
10 – Peki onlar dünyada hiç dolaşmadılar mı ki, daha önce yaşamış nesillerin âkıbetlerinin nasıl olduğuna baksınlar: Allah onları yerle bir etti.
Benzeri iş yapan kâfirleri de, benzeri âkıbetler beklemektedir.
11 – Bu böyledir, çünkü iman edenlerin yardımcısı Allah’tır, kâfirlerin ise mevlâları, dostları yoktur.
12 – Muhakkak ki Allah iman edip, makbul ve güzel işler yapanları, içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştirecektir.
Kâfirler ise dünyada zevklerini yaşamak ister, hayvanlar gibi yerler. İşte onların barınağı ateştir.
Hayvanlar rızkın kim tarafından yaratıldığını, bu nimetler karşılığında kendisinden ne beklendiğini düşünmezler. Çünkü bunlar yükümlü değildirler.
13 – Nice şehirler vardı ki halkı, seni süren Mekke şehri’nin halkından daha kuvvetli idiler.
İşte Biz, onları imha ettik ve kendilerine yardım edecek kimse çıkmadı.
Müşrikler, Hz. Peygamberi hicrete mecbur etmekle rahata kavuştuklarını sanmışlardı. Oysa bu hareketleri ile kendilerinin felâketlerini hazırlamışlardı.
14 – Rabbi tarafından apaçık bir delile tâbi olan kimse hiç, yaptığı işler kendisine süslenen ve hevâ ve heveslerinin peşinden giden kimse gibi olur mu? [13,19; 59,20]
15 – Allah’a karşı gelmekten sakınanlara vâd edilen cennetin durumu ise şudur:
Orada bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içerken lezzet veren şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır.
Onlara orada her türlü meyve ile bir de Rableri tarafından mağfiret vardır.
Bu nimetlere erişenler hiç, ateşte devamlı kalıp, kaynar sulardan içirilip bununla bağırsakları lime lime olan kimseler gibi olur mu? [55,52; 2,25; 56,20] {KM, Tekvin 2,11-14; Tesniye 8,7-10}
16 – Onlardan seni dinlemeye gelen de vardır.
Ama ne zaman ki senin yanından çıkarlar, o vakit sana kulak verip meseleleri öğrenenlere:
“Sahi, az önce o, neler söylüyordu?” diye sorarlar.
Bir kısım münafıklar, müminler arasında bulunduklarından Hz. Peygamber’e muhatap olup, onlarla beraber onun sözlerini dinliyorlardı. Fakat kalpleri onun mübarek dilinde ifadesini bulan gerçeklerden uzak olduğundan can kulağıyla dinlemiyorlar, dışarı çıkınca “Sahi! Demin ne demişti?” diye sorma ihtiyacını duyuyorlardı. Onların hâlet-i rûhiyelerini açığa çıkaran ne mükemmel bir ifade!
İşte Allah onların kalplerini mühürlemiş ve onlar da hevalarına uymuşlardır.
17 – Hidâyeti kabul edenlerin ise Allah hidâyette yakînlerini artırır ve kendilerine takva nasib eder.
Takvâ: din dilinde: Kişinin, âhirette kendisine zarar verecek şeylerden sakınmasıdır. Başta şirk ve küfürden, haram ve günahlardan, hatta tenzihen mekruh şeylerden sakınma, buna dahildir.
18 – Yoksa onlar, kıyametin kendilerine ansızın gelmesini mi gözlüyorlar?
Zaten alâmetleri geldi bile!
Ama kıyamet gelip çattıktan sonra, ibret almaları neye yarar ki! [53,56-57; 54,1; 16,1; 21,1; 89,23; 34,52]
Kur’ân’ın mûcizeli beyanı, Hz. Peygamberin tertemiz hayatı ve eğittiği ashabı ile sürdürdükleri yaşama tarzı ortada iken, hâlâ iman etmeyen kimsenin beklediği tek şey kıyamettir. Kıyametin başlıca alâmeti, âhir zaman Peygamberinin gelmesidir. Nitekim o, şehadet ve orta parmağını göstererek: “Benimle kıyametin durumu, bunların yakınlığı gibidir.” buyurmuştur. Maksat, kendisinden sonra kıyamete kadar başka bir peygamber gelmeyeceğini bildirmektir.
19 – O halde şu gerçeği hiç unutma ki:
Allah’tan başka ilah yoktur.
Sen hem kendi günahın , hem mümin erkeklerin ve mümin kadınların günahı için Allah’tan af dile.
Allah, (dünyada) dönüp dolaştığınız yeri de, (âhirette) varıp duracağınız yeri de pek iyi bilir. [6,59-60; 11,6]
“Hz Peygamber (a.s.m.)’ın olmuş veya olması mümkün her türlü günahtan ötürü af dilemesi emr ediliyor. Bu istiğfarın cevabı müteakip fetih suresinde gelecektir [48,2],
İslâm’ın insana kazandırdığı ahlâkî faziletlerden biri de şudur: Mümin, ibadet ve cihad görevini yerine getirecek, hizmete devam edecek, fakat asla yaptıklarını gözünde büyütmeyecek, “üzerime düşeni yaptım” diye durumunu yeterli görmeyecektir. Aksine: “Rabbimin benden istediklerini hakkıyla yerine getiremedim. Bilerek veya bilmeyerek hangi ihmallerim oldu?” diye bir şuur kontrolü, bir tevazu ve istiğfar halet-i ruhiyesi taşıyacaktır. Âyet Hz. Peygamber (a.s.)’a bile böyle buyurarak, aslında müminlere ders vermektedir. Bundan ötürüdür ki Hz. Peygamber: “Ben her gün Allah’tan yüz kere mağfiret dilerim” buyurmuştur.
20 – İman edenler: “Keşke savaş hakkında bir sûre indirilseydi?” diyorlar.
Fakat net ve kesin bir sûre indirilip de içinde savaşma emri zikredilince,
kalplerinde hastalık bulunanların,
ölüm sekeratına giren kimsenin bakışı gibi boş gözlerle sana baktıklarını görürsün.
Korktukları başlarına gelsin! [4,77]
21 – Onlara düşen: İtaat etmek ve tatlı söz söylemektir. İş ciddiye bindiğinde,
Allah’a verdikleri sözde dursalardı, kendileri için elbette daha hayırlı olurdu.
22 – Demek ki ey münafıklar! Siz işbaşına geçecek olursanız, ülkede fesat çıkaracak, nizamı bozacak, akrabalık bağlarını parçalayacaksınız! (Allah’a verdiği söze bile sadık kalmayan kimsenin, böylesi hakları gözetmesi de beklenemez).
23 – İşte bunlar, Allah’ın lânet edip kulaklarını sağırlaştırdığı, gözlerini kör ettiği kimselerdir.
24 – Öyle olmasaydı, Kur’ân’ı düşünmeleri gerekmez miydi? Yoksa kalplerinin üzerinde üst üste kilitler mi var?
25 – Kendilerine doğru yol iyice belli olduktan sonra, gerisin geri dinden çıkanlara muhakkak ki şeytan önce fit vermiş;
onları uzun emellere, düşürmüştür.
26 – Bu böyledir; Çünkü onlar Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara:
“Biz, bazı hususlarda size itaat edeceğiz” demişlerdi.
Halbuki Allah onların gizledikleri şeyleri hep bilmektedir.
27 – Haydi dünyada birtakım hile ve dolaplar çeviriyorlar, peki melekler, onların yüzlerine, sırtlarına vura vura canlarını aldıkları zaman halleri ne olacak? [8,50; 6,93; 4,97; 40,46]
Bu âyet kabir azabına işaret etmektedir. Zira, burada bildirilen azap, kıyamet günü hesaptan sonra kâfirlerin görecekleri cezadan başka bir cezadır.
28 – Bu böyledir: Çünkü onlar Allah’ın gazabına sebeb olan şeylerin peşine düştüler, O’nu razı edecek şeyleri ise beğenmediler.
Bu yüzden Allah da onların bütün işlerini boşa çıkardı.
29 – Yoksa kalplerinde hastalık (nifak) bulunan münâfıklar Allah’ın, kalplerinde müminlere karşı duydukları kinleri açığa çıkarmayacağını mı zannediyorlar?
30 – Eğer dileseydik onları sana tek tek gösterirdik, sen de onları simalarından tanırdın.
Hatta sen onları ifadelerinden, ses tonlarından kesinlikle tanırsın.
Allah bütün işlerinizi bilir.
31 – Sizi mutlaka imtihan edeceğiz, ta ki içinizden mücahede edenleri, sabır ve sebat gösterenleri ortaya çıkaracak ve gösterdiğiniz yararlılıkları imtihan meydanlarında örnek göstereceğiz.
Allah’ın tanıması: İşlere karşılık verilmesine, ceza veya mükâfat verilmesine esas teşkil edecek şekilde, fiilî olarak tanıyıp bilmesi demektir. Yoksa ezelî ilmiyle Allah istikbali bilmektedir.
32 – Kendileri inkâr edip insanları Allah yolundan çevirenler
ve doğru yol kendilerine iyice belli olduktan sonra bile, Peygamberin karşısına çıkanlar,
Allah’a (yani Allah’ın Peygamberine, dinine) asla zarar veremezler.
Allah onların işlerini heder edecektir.
İşlerinin heder edilmesi iki türlüdür: 1.İyi iş bilerek işledikleri şeylerin karşılığını âhirette göremeyeceklerdir. 2.İslâmı engellemek için sar fettikleri gayretler sonuçsuz kalacaktır.
33 – Ey iman edenler! Allah’a ve Resulüne itaat edin de emeklerinizi boşa çıkarmayın.
Küfür, şirk, nifak, ucüb, riya gibi hallerle emeklerinizi iptal ettirmeyin.
34 – Kendileri inkâr edip insanları da Allah yolundan çeviren, sonunda da kâfir olarak ölenler var ya,
Allah onları asla affetmeyecektir. [4,48]
35 – O halde gevşemeyin de, sizler daha üstün durumda iken, zillet gösterip barış olması için yalvarmayın.
Allah sizinle beraberdir. O, asla sizin gayretinizi kuvvetten düşürmez, emeklerinizi zayi etmez.
Âyet Müslümanların barış istemelerini menetmiyor. Maksat: Müslümanların zayıf, düşmanlarının kuvvetli olduğu anlamına gelen bir barışa yalvarmalarının doğru olmadığı fikrini vermektir.
Müslümanlar her şeyden önce kuvvetlerini ortaya koymalıdırlar. Bundan sonra barış görüşmeleri yapmalarında sakınca yoktur.
36 – Dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir.
Eğer siz iman eder ve haramlardan sakınırsanız, hem size mükâfatlarınızı verir, hem de mallarınızın tamamını istemez.
37 – Eğer onların hepsini isteyip de sizi iyice sıkıştırsaydı cimrilik eder, dayatırdınız. O zaman da, Allah, bütün ahlâkî zaaflarınızı ortaya çıkarırdı.
38 – İşte sizler Allah yolunda harcamaya dâvet ediliyorsunuz.
İçinizden bazıları cimrilik ediyor. Her kim cimri davranırsa, ancak kendine cimrilik eder.
Müstağnî (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan), Allah’tır; muhtaç olan ise sizlersiniz.
Şayet imandan ve takvâdan yüz çevirirseniz O, yerinize başka bir millet getirir de, onlar sizin gibi hayırsız olmazlar.
 
ahkaf suresi meali

Mekke döneminin sonlarında indirilmiş olup 35 âyettir. Sûrenin adı 21. âyetinde geçen kelimeden gelmektedir. Ahkâf: “Kum tepeleri” demektir. Bu sûre Havamîm grubunun son sûresidir.
Sûre Mekkeli ilk muhataplar başta olarak, hak dine karşı çıkanların, Âd halkı gibi imha edileceklerini belirtip onları uyarmakta, Hz. Muhammed (a.s.)’ın risaletini kabul etmeleri gerektiğini belirtmektedir. Sûrenin sonunda Kur’ân’ı dinleyip doğru yola giren bazı cinlerin kendi kavimlerini uyarmaya gittikleri bildirilerek, inatçı insan kâfirlerine ders verilmektedir.


Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Hâ, Mîm.
2 – Bu kitabın indirilmesi, (o üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi), azîz ve hakîm Allah tarafındandır.
3 – Biz gökleri, yeri ve bunların arasındaki varlıkları ancak gerçek bir maksatla, adalet ve hikmetle, bir de belli bir süre için yarattık. Ama kâfirler uyarıldıkları kıyamet gününden yüz çevirirler.
4 – Müşriklere de ki: “Şimdi baksanıza şu sizin Allah’tan başka ilahlaştırıp yalvardığınız putlarınıza!
Söyler misiniz, onlar yerde hangi şeyi yaratmışlar, yoksa göklerde mi bir ortaklıkları var?
(Akıl yönünden bu mümkün olmayınca, nakil yönünden putlara ibadetin gerçek olduğunu gösterin) Eğer bu iddianızda tutarlı iseniz, daha önce gelmiş bir kitap yahut hiç değilse bir bilgi kalıntısı varsa getirin görelim.”
Daha önceki kitaptan maksat, Allah tarafından gönderilen kitaplardır. Bilgi kırıntısı ise, önceki peygamberlerin öğretilerinin kalıntılarıdır. Bunlarda şirke gerçeklik payı veren bir taraf yoktur. Kutsal kitaplar bir yana, bilimsel kitaplardan veya araştırmalardan hiçbiri, Allah’tan başka bir yaratıcı bulunduğuna delâlet etmez.
5 – Kendisinin duasına, ta kıyamete kadar cevap veremeyecek olan ve esasen kendilerine yapılan dualardan habersiz o Allah’tan başka uydurulan nesnelere yalvaran kimseden daha şaşkın biri hiç olabilir mi?
6 – İnsanlar diriltilip mahşere toplandıklarında bu putlar, müşriklere düşman kesilir ve onların kendilerine tapınmalarını şiddetle reddederler. [19,81-82; 29,25]
“Kânû”daki zamirin müşriklere de râci olması mümkün olup buna göre mâna şöyle olabilir: “Müşrikler, onlara taptıklarını inkâr ederler.”
7 – Âyetlerimiz açık açık okunup beyan edildiğinde o kâfirler önlerine gelen gerçek hakkında: “Bu, besbelli bir sihirdir!” derler.
Sihir diye nitelemeleri bu kitabın sıradan bir kelam olmayıp bir insan sözü olmadığının kendi ağızlarıyla itiraf edilmesidir.
8 – Yoksa, “Kur’ân’ı kendisi uydurdu!” mu diyorlar? De ki: “Eğer ben uydurduysam zaten Allah, çok geçmeden cezamı verir. Siz bana yardım etmek isteseniz bile Allah’ın azabından beni kurtaramazsınız. (Ben cezamı çekmeye hazırım. Siz rahat olun). Demek ki sizin bu kabil laflarınız boş sözlerden, içine daldığınız yaygaradan ibarettir
Allah da bunu pek iyi bilmektedir. Benimle sizin aranızda şahit olarak O, kâfidir. O gafurdur, rahîmdir (affı, merhamet ve ihsanı pek boldur). [72,22-23; 69,44-47; 25,5-6]
9 – De ki: Peygamber olarak gelen ilk insan ben değilim ki! (Sanki peygamber olduğunu söyleyen ilk insan benmişim gibi nedir bu kadar tepkiniz?)
Dünya hayatında benim ve sizin başınıza neler geleceğini bilemem. Ben sadece bana ne vahyediliyorsa ona uyarım. Çünkü ben açıkça uyaran bir elçiden başka bir şey değilim.
Âhirette insanların mâruz kalacakları durumları bildirmek peygamberlerin görevine dahildir. Fakat dünyada neler olacağını bilmek böyle değildir. Onun için mealde “dünya hayatında” kaydını koymak gerekmiştir. Müşriklerin keyfî tahakkümle, alay etme ve işi yokuşa sürme gibi maksatlarla Hz. Peygambere yönelttikleri olur olmaz isteklerinin saçmalığı vurgulanmış ve Peygamberin görevine, kendilerinin ondan nasıl faydalanacaklarına işaret edilmiş oluyor.
10 – De ki: Söyleyin bakalım: Eğer bu Kur’ân Allah tarafından geldiği halde siz reddetmişseniz, İsrailoğullarından da bir şahit, (tevhid, âhiret vb. İman esasları gibi Kur’ân’da bildirilen hakikatlerin) benzerine şahitlik edip iman ettiği halde, siz büyüklük taslayarak iman etmezseniz sizden daha şaşkın, daha zalim kimse olabilir mi? Allah elbette böyle zalimleri hidâyet edip emellerine ulaştırmaz.
Buradaki şahit, Medine’deki en meşhur Yahudi bilgini Abdullah İbn Selâm (r.a) gibi kimselerdir.
11 – İnkâr edenler bir de, müminler hakkında şöyle derler: “Bu İslâm dini eğer önemli ve değerli bir şey olsaydı, bu Müslümanlar akıllarını kullanıp onu anlamakta bizi geçemezlerdi.” Kendileri bunu başaramayınca “Bu, zaten eski, modası geçmiş bir yalan!” deyip geçiştirmek isterler.
Mütekebbir, mağrur müşriklerin gözleri, dar dünya çıkarlarından başka bir şey görmediğinden, enaniyetleri akıl ve görüşlerini daralttığından, kendilerini ve görüşlerini hakikatin tek ölçüsü sanırlar. Müslümanlar hakkında ise peşin hükümlüdürler. Onların verdikleri en iyi not: “Akılları fazla ermeyen, safdil” olmaları şeklindedir. Böyle olunca, kendilerinin farkına varmadıkları önemli, gerçek, değerli hiçbir şeyi, müminlerin onlardan önce bulmalarını mümkün saymazlar. Kendilerinin malı olmayan hiçbir şey doğru, güzel, önemli, değerli, faydalı olamayacağı için, en parlak gerçekleri bile onlara kabul ettirmek mümkün değildir.
12 – Bundan önce, bir rehber ve rahmet olarak Mûsa’nın kitabı vardı. Bu ise, zalimleri uyarmak, iyi hareket eden müminleri müjdelemek üzere indirilmiş, onu doğrulayan Arapça bir kitaptır.
13 – Onlar ki “Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra da dürüst hareket ederler, işte onlara korku ve endişe yoktur, onlar kendilerini üzecek hiçbir durumla da karşılaşmazlar.
14 – Onlar cennetlik olup, yaptıkları güzel işlere karşılık olarak ebedî kalmak üzere o cennetlere girerler.
15 – Biz insana, anne ve babasına güzel muamele etmesini emrettik.
Zira annesi onu nice zahmetlerle karnında taşımış ve nice güçlüklerle doğurmuştur.
Çocuğun anne karnında taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer.
Nihayet insan, gücünü kuvvetini bulup daha sonra kırk yaşına girince
“Ya Rabbî!” der. “Gerek bana, gerek anneme babama lütfettiğin nimetlerine şükür yoluna beni sevk et.
Senin razı olacağın makbul ve güzel iş yapmaya beni yönelt ve bana salih, dine bağlı, makbul nesil nasib eyle!
Rabbim! Senin kapına döndüm, ben sana teslim olanlardanım.” [17,23; 31,14]
16 – İşte Biz, onların yaptıkları en güzel işlerini, taatlerini kabul edip, günahlarını affedeceğiz.
Bunlar cennetlikler arasındadırlar. Bu, onlara söz verilen gerçek bir vaaddir.
17 – Fakat bir de öyleleri var ki, kendisini imana dâvet eden anne ve babasına:
“Öf be! (Yetti artık!) Benden önce nice nesiller ölüp de geri dönmediği halde, siz beni mezarımdan dirilip çıkarılmakla mı korkutuyorsunuz!” derken,
onlar: Allah’a sığınıp yalvararak oğullarına:
“Yazık ediyorsun kendine! derler, imana gel, Allah’ın vâdi elbette gerçektir.”
O ise yine de: “Bu âhiret inancı eskilerin masallarından başka bir şey değildir” diye diretir.
18 – İşte onlar, kendilerinden önce insanlardan ve cinlerden gelmiş geçmiş topluluklar içinde,
haklarında azap hükmü kesinleşmiş olanlardır.
Çünkü onlar hüsrana uğramış kimselerdir.
19 – Herkesin, yaptığı işlere göre dereceleri vardır.
Sonuçta Allah onlara işlerinin karşılığını tam tamına ödeyecek,
onlar asla haksızlığa mâruz kalmayacaklardır.
20 – Gün gelecek, kâfirler cehennem ateşinin karşısına tutulurken şöyle denilecek:
“Bütün zevklerinizi dünya hayatınızda kullanıp tükettiniz, onlarla safa sürdünüz.
Artık bugün dünyada haksız yere büyüklük taslamanız ve dinden çıkıp fâsıklık etmeniz sebebiyle hor ve hakîr eden bir azap ile cezalandırılacaksınız.”
21 – Bir de Âd halkının kardeşleri Hûd’u hatırla.
O Ahkaf’da kavmini uyarmıştı.
Gerçekte ondan önce de, sonra da birçok uyaran peygamberler gelip geçmişti.
O: “Yalnız Allah’a ibadet edin.
Doğrusu ben, sizin başınıza gelecek müthiş bir günün azabından endişe ediyorum.” demişti.
Ahkaf sözlükte “kum tepeleri” anlamına gelir. Özel isim olarak, Arap yarımadasının güney batı kısmı olup bugün meskûn değildir. Uman’dan Yemen’e kadar bu bölgede Âd kavmi yaşamıştı. Burası eski çağlarda yeşillik iken sonradan kuraklığa mâruz kalmış olabilir.
22 – Onlar: “Sen bizi tanrılarımızdan vazgeçirmeye mi geldin!
Haydi, iddianda tutarlı isen, geleceğini bildirerek bizi tehdit ettiğin azabı başımıza getir bakalım!” dediler.
23 – O şöyle cevap verdi:
“Azabın vakti hakkında kesin bilgi Rabbimin nezdindedir.
Ben sadece benimle gönderilen mesajı size duyuruyorum.
Ne var ki sizi cahilce davranan bir toplum buluyorum.”
24-25 – Vaktâ ki, bildirilen azabı, vâdilerine doğru enlemesine yayılarak ilerleyen bir bulut halinde görünce:
“Bu, dediler, bize yağmur getiren bir bulut!”
Hûd: “Hayır, dedi, bu, sizin gelmesi için acele edip durduğunuz şeydir, yani can yakıcı azap taşıyan bir rüzgârdır!
Rabbinin izniyle her şeyi devirip yerle bir eden bir kasırgadır.”
Derken hepsi helâk olup sadece meskenleri kaldı.
İşte Biz, suça gömülmüş gürûhu böyle cezalandırırız. [7,65; 11,50; 26,123 vd.]
Burada yalnız canlıları öldürüp binaları tahrip etmeyen ve yirminci yüzyılın son çeyreğinde icad edilen bir bomba çeşidine işaret bulabiliriz.
26 – Gerçekten, Biz onlara, size vermediğimiz imkânlar vermiştik.
Kulaklar, gözler ve gönüller lütfetmiştik kendilerine.
Fakat ne kulakları, ne gözleri, ne de gönülleri kendilerine hiçbir fayda vermedi.
Çünkü onlar Allah’ın âyetlerini bile bile, inatla inkâr ediyorlardı.
Neticede alaya aldıkları o azap kendilerini her taraftan sarıverdi.
27 – (Mekkeliler!) Etrafınızda bulunan birçok şehirleri yerle bir ettik ve yanlış yoldan dönsünler diye âyetlerimizi farklı üsluplarla tekrar tekrar açıkladık!
28 – Kendilerine Allah’ın nezdinde yakınlık sağlasınlar diye Allah’tan başka edindikleri tanrılar, o müşrikleri kurtarsalardı ya!
Bilakis onlar ortalıktan kaybolup kendilerini terk ettiler.
İşte onların sapıtmalarının ve uydurup durdukları iftiralarının neticesi bundan ibarettir.
29 – Hani Biz bir vakit cinlerden bir takımını Kur’ân dinlemeleri için sana göndermiştik.
Kur’ân’ı işitip dinleyecek yere gelince birbirlerine:
“Susun, dinleyin!” dediler.
Okuma tamamlanınca kendi toplumlarına birer uyarıcı olarak döndüler. [12,109; 25,20; 29, 27; 6,130; 72,1-7]
Sahâbe ve tabiundan birçok zat, cinlerin Batn-ı Nahle’ye gelip dinledikleri hususunda ittifak ederler. İbn İshak gibi Siyer yazarları bu hadisenin, Peygamberimiz (a.s.)’ın Taif’ten çok üzgün bir şekilde döndüğü ve bu yerde konakladığı sırada vâki olduğunu bildirirler.
30 – “Ey milletimiz! dediler, biz Mûsâ’dan sonra gönderilen, kendisinden önceki vahiyleri tasdik eden, gerçeğe ve dosdoğru yola ***üren bir kitap dinledik.” [6,115; 9,33]
Cinlerin Hz. Mûsâ (a.s.)’ı ve diğer semâvî kitapları bilip inandıkları anlaşılıyor.
31 – “Ey milletimiz! Allah yoluna dâvet eden bu elçinin çağrısını kabul ve ona iman edin ki
Allah da sizin günahlarınızı affetsin ve gayet acı bir azaptan sizi kurtarsın.
Muteber rivayetlerden anlaşıldığına göre, 30. âyette zikredilen olaydan sonra cinler, peş peşe heyetler halinde Hz. Peygamber (a.s.)’ın huzuruna gelmişlerdir. Bu hadisenin en az altı kere vâki olduğu, hadislerden anlaşılmaktadır.
32 – Allah’ın elçisine icabet etmeyen kimse bilsin ki,
Allah’ın cezasından asla kaçıp kurtulamaz ve Allah’tan başka hiçbir hâmi ve dost bulamaz.
Onlar besbelli bir sapıklık içindedirler.
33 – O kâfirler şu gerçeği hâlâ anlamadılar mı ki; gökleri ve yeri yaratan ve yarattıktan sonra hiçbir yorgunluk çekmeyen Allah, ölüleri diriltmeye de, haydi haydi kadirdir!
Evet, O her şeye kadirdir. [50,15.38] {KM, Tekvin 2,3; Çıkış 31,17}
34 – Gün gelecek, kâfirler cehennem ateşine karşı tutulacaklar.
İşte o zaman, kendilerine: “Nasıl, bu ateş doğru değil miymiş?” diye sorulunca:
“Evet, Rabbimize yemin ederiz ki haktır, gerçektir!” diyecekler.
Yüce Allah da şöyle buyuracak:
“İnkâr edip durduğunuz için haydi öyleyse tadın bakalım azabı!”
35 – O halde ey Resulüm! O üstün azim sahipleri olan peygamberler nasıl sabrettilerse, sen de öyle sabret.
Onlar hakkında azap gelmesi için acele etme!
Onlar, tehdit edildikleri azabı gördükleri gün, dünyada, gündüzün sadece bir saatinden daha fazla kalmadıklarını düşüneceklerdir.
Bu bir duyurudur. Sözün kısası: “Allah’ın yolundan çıkmış güruhtan başkası helâk edilmez.” [55,46-47; 18,107; 79,46; 10,45; 73,11; 86,17]
 
casiye suresi meali

Mekke döneminin sonlarında nâzil olup 37 âyettir. Câsiye “diz üstü çöken” mânasına olup, âhirette bütün milletlerin, Allah’ın hâkimiyeti önünde dize geldiklerini ifade eden bu kelime 28. âyette geçip, sûreye adını vermektedir.
Sûrenin birinci kısmı, Allah’ı bir tanımaya dâvet eder ve âhiret hayatını zihinlere yerleştirmeyi hedefler. İkinci kısım, vahyin gerçekliğini ispata yöneliktir. Son kısım ise, kâfirlerin bozguna uğrayıp, âkibetin müminlere ait olduğunu vurgular.


Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Hâ, Mîm,
2 – Bu kitabın indirilmesi o (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) azîz ve hakîm Allah tarafındandır.
3 – Şüphesiz göklerde ve yerde müminler için Allah’ın kudret ve hikmetine dair çok deliller vardır.
4 – Siz insanların yaratılışınızda ve Allah’ın dünyanın her tarafında yaydığı canlılarda, kesin bilgiye ulaşıp gerçekleri tasdik edecek kimseler için deliller vardır.
5 – Gece ve gündüzün peş peşe gelip müddetlerinin uzayıp kısalmasında,
Allah’ın gökten bir rızık, yani yağmur indirip onunla ölümünden sonra yeryüzünü diriltmesinde,
rüzgârları evirip çevirmesinde,
akıllarını kullanıp düşünecek kimseler için Allah’ın kudretine ve hikmetine dair birçok deliller vardır.
Rüzgârlar gâh sıcak, gâh soğuk, gâh hızlı, gâh durgun, bazen kuru, bazan nemli olurlar. Bazen yağmur getirirken, bazen bulut ***ürürler. Bunlar elbette tesadüfî olmayıp, hikmet sahibi Allah’ın kanununa bağlıdır. Elbette mevsimlerin değişmesi, yeryüzünde yağmur dağılımı, su deveranı; güneşin, arzın, rüzgârların, suyun, bitkilerin, hayvanların yönetiminin birbirinden bağımsız düşünülmesinin imkânsız olduğunu ortaya koymaktadır.
6 – (O tekvînî âyetlerin yanında) işte bunlar da Allah’ın (tenzîlî) âyetleridir ki, gerçeğin ta kendisi olarak (Cebrail vasıtasıyla) okuyup beyan ediyoruz.
Allah’a ve O’nun âyetlerine inanmadıktan sonra, onlar acaba daha hangi söze inanacaklar?
7-8 – Yalana, sahtekârlığa, günaha dadanan her kimsenin vay haline!
Böylesi, Allah’ın kendisine okunan âyetlerini işitir de sonra kibrine yediremeyip büyüklük taslayarak, sanki onları hiç işitmemiş gibi inkârında direnir. Ona gayet acı bir azabı müjdele (!)
9 – Âyetlerimizden öğrendiği bir şeyler olursa, onları alaya alır. İşte onlara hor ve zelil edecek bir azabın geleceğini müjdele!
10 – Peşlerinde de cehennem onları beklemektedir. Ne kazandıkları servetler, ne de Allah’tan başka edindikleri dostlar ve hâmiler, kendilerine fayda vermez. Onlara müthiş bir azap vardır.
11 – Bu Kur’ân, hidâyet rehberidir. Rab’lerinin âyetlerini reddedenlere ise, en fenasından gayet acı bir azap vardır.
12 – Allah o yüce Zattır ki, içinde emri ve izni ile gemiler akıp gitsin, lütfundan nasiplerinizi arayıp şükredesiniz diye denizleri hizmetinize vermiştir.
13 – Hem göklerde ve yerde ne varsa, hepsini Kendi tarafından bir lütuf olarak hizmetinize veren de O’dur. Elbette bunda düşünecek kimseler için ibretler vardır. [16,53]
14 – İman edenlere söyle ki: Allah’ın ceza günlerinin gelip çatacağını beklemeyenlerin ezalarına aldırış etmesinler, kusurlarını bağışlasınlar.
Çünkü nasılsa Allah, herkese yaptıklarının karşılığını verecektir (iman edenlere de sabır ve aflarının ödülünü verecektir.)
Müminler, kâfirlerin dilleriyle, kalemleriyle veya her hangi bir vasıta ile yaptıkları suçlamalara karşı, o ahlâksız ve düşüncesiz insanların seviyelerine inmek sûretiyle, kendi yüksek vasıflarına zarar vermesinler. Onların işlerini Allah’a havale etsinler.
15 – Kim güzel ve makbul bir iş yaparsa, kendisi için yapar.
Kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir.
Sonunda Rabbinizin huzuruna ***ürüleceksiniz.
16 – Gerçekten Biz İsrailoğullarına, kitap, hükümranlık, hikmet ve nübüvvet verdik.
Onları helâl ve has nimetlerle rızıklandırdık ve onları diğer insanlara üstün kıldık.
Âyette geçen “hükm” şu üç anlama gelebilir: 1.Kitaba dair bilgi, feraset. 2.Kitaba göre amel etme. 3.Muamelatta muhakeme yeteneği.
Burası İsrailoğullarının daimî bir üstünlükleri mânasına gelmeyip, o dönemde Allah’ın dinine hizmet için seçildikleri ve hakkı tebliğ için kitabın taşıyıcıları kılındıklarını gösterir.
17 – Onlara din işinde parlak deliller, mûcizeler verdik.
Şimdi onların din konusunda ihtilaf etmeleri, sırf kendilerine gerçeğe dair ilim geldikten sonra kendi aralarındaki haset ve ihtirastan dolayıdır.
Senin Rabbin kıyamet günü, ayrılığa düştükleri hususlarda aralarında hükmünü verecektir.
18 – Sonra din işinde, seni ayrı bir şeriat yoluna koyduk. Sen ona tâbi ol, gerçeği bilmeyenlerin keyiflerine uyma. [42,13-15]
İsrailoğulları bütün insanlara yönelik din hizmetini yürütemeyince Allah bu hizmeti Hz. Muhammed (a.s.)’ın ümmetine verdiğini bildirmektedir.
19 – Çünkü Allah’tan gelecek herhangi bir cezayı önleme hususunda, onlar sana hiçbir fayda veremezler. Zalimler birbirinin dostudur. Allah ise müttakilerin dostudur!
20 – Bu Kur’ân, delilleri ile, fikirleri ve kalpleri aydınlatan basiret nurlarıdır iman edecek kimseler için hidâyet rehberi ve rahmettir.
21 – Yoksa o kötülükleri işleyip duranlar, iman edip güzel ve makbul işler gerçekleştirenlere yaptığımız muameleyi, kendilerine de göstereceğimizi,
hayatlarında ve ölümlerinde onları bir tutacağımızı mı sanıyorlar? Ne kötü, ne yanlış bir muhakeme! [59,20]
Kâinatta atomlardan güneşlere kadar her şeyde hikmet, intizam, adalet ve ölçü ile hükmeden bir rubûbiyet vardır. Onun, yaratma gayesine uygun hareket ederek ömürlerini geçiren müminleri takdir, bunun aksine hayata tuzak kuran, nizamı bozan kâfir ve fâsıkları tekdir etmemesi, adalet ve hikmetinden vazgeçmesi mânasına gelir. Gerek müminler mükâfatlarını, gerek kâfirler cezalarını ekseriya bu dünyada almadıklarına göre, demek ki netice, büyük bir mahkemeye bırakılmaktadır.
22 – Halbuki Allah gökleri ve yeri hikmetle, gerçek bir maksatla
ve bir de herkes ne kazanmışsa, kendilerine asla haksızlık edilmeksizin, ona göre karşılık görmesi için yaratmıştır.
23 – Baksana kendi heva ve hevesini ilah edinen,
ilmi olduğu halde Allah’ın kendisini şaşırtıp,
kulağını ve kalbini mühürlediği, gözlerine de perde çektiği kimsenin haline!
Hakkı görmemekte ve azgınlıkta ısrar etmesi sebebiyle
Allah’ın şaşırttığı bu kimseyi kim yola getirebilir? Düşünmüyor musunuz? [7,186]
Bu meal, “alâ ilmin” kısmının mef’ul zamirinden hal kabul edilmesi durumuna göre verilmiştir. İnsan, aklını ve ilmini, ilahî vahyin ışığı ile aydınlatmaz da, benlik iddiasına girerse, güneşin aydınlığından kendisini mahrum bırakıp, azıcık ışığına güvendiği için kendisini gecenin karanlığına mahkûm eden ateşböceği durumuna düşer. Çünkü heva ve şehvet, gözü kör, kulağı sağır, kalbi duygusuz eder. O kimse bilgin de olsa, ilmine rağmen hakkı duymaz olur. Nitekim filozofların ve dünya menfaatlerine düşkün din bilginlerinin birçoğu böyle olmuştur.
Diğer muhtemel mâna ise, “alâ ilmin” kaydını: failden hal saymaktır. Buna göre “Allah’ın, durumunu bildiği için şaşırttığı, yahut Allah’ın bir bilgiye göre şaşırttığı” demek olur.
Âhireti inkâr etmek insanın ahlâkını tamamen felç eder. Zira insanı insanlık dairesinde tutan şey, yaptıklarından âhirette hesap verme inancıdır. Bu inanç olmazsa insan vahşi hayvanlardan daha zalim olabilir.
24 – Âhireti inkâr eden kâfirler bir de şöyle dediler: “Hayat, sadece bu dünyada yaşadığımız hayattan ibarettir: Ölürüz, yaşarız. Bizi yalnız zamanın akışı helâk eder.”
Aslında, buna dair hiçbir kesin bilgileri yoktur, onlar sadece zanlarıyla böyle söylüyorlar.
25 – Kendilerine iman esaslarına ve bu arada âhirete dair âyetlerimiz açık açık okunduğunda, onların ileri sürdükleri tek iddia: “Eğer siz bu inancınızda tutarlı iseniz, gelip geçmiş atalarımızı diriltin de önümüze getirin” demekten başka bir şey olmaz. [2,28; 30,27]
26 – De ki: “Size hayatı veren Allah’tır. Sonra sizi yine O öldürür, sonra da hepinizi, hakkında hiç şüphe olmayan kıyamet (dirilme) günü bir araya toplar; ama insanların çoğu bu gerçeği bilmezler.” [64,9; 77,12-13; 11,104; 70,6-7]
27 – Göklerin ve yerin hakimiyeti Allah’ındır. Kıyamet saati gelip çattığı gün, işte o gün batıl dâva peşinde olanlar, en büyük kayba uğrayacaklardır.
28 – O gün bütün ümmetleri, bir araya toplanmış ve diz çökmüş vaziyette görürsün.
Her ümmet, hesap defterlerini okumaya çağırılır.
Daha önce ne yaptıysanız bugün sadece onun karşılığını alırsınız. [17,14; 75,13-15; 18,49]
29 – İşte karşınızda sadece gerçekleri dile getiren defterimiz. Biz sizin yaptığınız her işi bir yere kaydediyorduk. [17,14; 18,49]
Kaydetme şekillerinden biri de yazmaktır. Fakat dünyada insanlar bile kaydetmenin çeşitli şekillerini bulmuşlardır. Allah Teâlâ insanların davranışlarını, düşüncelerini kim bilir hangi tarzda kaydettirmek sûretiyle önlerine serecektir.
30 – İman edip makbul ve güzel işler yapanların yüce Rab’leri, kendilerini rahmetine alır. İşte en kesin başarı, en büyük mutluluk budur.
31 – Kâfirlere ise yüce Allah tarafından, şöyle denilir: “Âyetlerim size okunduğunda siz büyüklük taslamış ve hep suç işleyen kimseler olmuştunuz değil mi?”
32 – Size: “Allah’ın vâdi gerçektir, kıyamet (dirilme) saati mutlaka gelecektir” denildiğinde siz:
“Kıyamet neymiş bilmeyiz, biz olsa olsa bir zan ve tahminde bulunabiliriz, ama biz kesin bir tarzda ona inanmayız.” demiştiniz.
33 – Derken, yaptıkları ne kadar kötü, pis iş varsa karşılarına çıktı.
Alay ettikleri cehennem azabı, kendilerini her taraftan sardı.
34-35 – Ve kendilerine şöyle denildi: “Siz Bizi, daha önce nasıl unutup terk ettiyseniz,
Biz de bugün sizi unutup kendi halinize bırakacağız! Kalacağınız yer ateştir. Hiçbir yardımcınız da yoktur.
Bu böyle olacak, çünkü siz Allah’ın âyetlerini alay konusu yaptınız, dünya hayatı sizi aldattı.”
Bugün artık ne oradan çıkarılırlar, ne de özürleri kabul edilip dünyaya gönderilirler.
36 – Demek ki bütün hamdler, övgüler göklerin Rabbi, yerin Rabbi ve âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.
37 – Göklerde ve yerde ululuk yalnız O’na aittir. Azîz ve hakîm O’dur (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
 
duhan suresi meali

Mekke döneminin sonuna doğru nâzil olan sûrelerden olup 59 âyettir. 10. âyetinde geçip “duman, gaz” mânasına gelen “duhan” kelimesi, bu sûreye isim olmuştur. Baş tarafında, müşriklerin başına gelecek bazı felaketlerden bahsedilir. Daha sonra da Hz. Mûsâ (a.s.)’ın Firavun’a hak dini tebliğ etmesi, neticede Firavun’un boğulup onun ülkesinin bir kısmına İsrailoğullarının vâris olması, dünya hayatının gayesiz olmayıp, hayatın âhiretteki büyük hüküm gününe doğru ilerlediği, müminler ile kâfirlerin âkıbetleri bildirilir.


Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Hâ, Mîm.
2 – Açık olan ve gerçeği açıklayan bu kitaba yemin ederim ki;
3 – Biz onu kutlu bir gecede indirdik. Çünkü Biz haktan yüz çevirenleri uyarırız. [97,1; 2,185]
Müfessirlerin çoğuna göre bu kutlu gece kadir gecesidir. Bazıları ise berat gecesi olduğunu söylerler.
4-6 – O, öyle bir gecedir ki her hikmetli iş, tarafımızdan bir emir ile, o zaman yazılıp belirlenir.
Rabbinden bir rahmet olarak hep resuller göndermekteyiz. Muhakkak ki O, her şeyi hakkıyla işitir ve bilir.
Emrin hakîm şu iki mânaya gelir: 1.Hikmetli, hiçbir yanlışı olmayan iş. 2.Kesinleşmiş, önlenmesi mümkün olmayan iş.
7-8 – Yakin, kesin bilgi ve itmi’nan peşinde iseniz, bilin ki O, göklerin, yerin ve ikisi arasındaki varlıkların Rabbidir.
O’ndan başka tanrı yoktur. Hayatı veren ve hayatı alıp öldüren de O’dur. Sizin ve daha önce gelmiş geçmiş atalarınızın da Rabbidir.
9 – Fakat onlar şüphe içindedirler. Din gerçekleriyle alay edip eğlenirler.
Allah’ı inkâr edenler ve müşrikler, fikirlerinde mutaassıp olsalar da, zaman zaman kuşkulanırlar. Zira bu mükemmel kâinatın yaratıcısız olması imkânsızdır. Bu düşünce onların inançsızlığını, hiç değilse şüpheli hale getirir. Fakat dünyaya çok bağlı olduklarından, şüphelerini ileri ***ürüp imanda karar kılmaktan ekseriya mahrum kalırlar.
10-11 – O halde sen göğün, bütün insanları saracak olan aşikâr bir duman çıkaracağı günü gözle. Bu, gayet acı bir azaptır.
12 – İşte o zaman insanlar: “Ey ulu Rabbimiz, bizden bu azabı kaldır, çünkü artık iman ediyoruz!” derler. [6,27; 14,44]
Buradaki “duman” iki türlü tefsir edilmiştir:
a-Kureyş Hz. Peygambere isyanda ileri gidince o, Yusuf (a.s.)’ın yedi kıtlık yılı gibi kıtlığa mâruz kalmaları için beddua etti. Kıtlık oldu. Öyle ki köpek leşlerini bile yediler. Peygamberimize gelip, bunun kaldırılması için duasını istirham ettiler. Bu kıtlık sırasında, açlığın etkisiyle, onlar yer gök arasını duman halinde görüyorlardı. b-Kıyamet alametlerinden olarak doğu - batı arasını kaplayacak duman.
13-14 – Onlar nerede, iman nerede! Onlar ibret alan, hisse kapan insanlar değil.
Böyle olmadıkları için, gerçekleri apaçık anlatan Peygamber geldiği halde ona sırtlarını döndüler de: “Bu, başkaları tarafından bir şeyler belletilmiş delinin teki!” dediler.
Müşriklerin iddialarından biri de şu idi: “Muhammed aslında saf bir insan. Fakat perde arkasında birileri var kendisine öğretiyorlar, o da gelip bize anlatıyor.” Bellidir ki bu tutarsız bir iddiadır. Çünkü böyle bir özel öğretim olsaydı onun en yakınında olup devamlı temasta bulunduğu Hz.Hatice, Hz.Ebû Bekir, Hz. Ali, Hz. Zeyd (r.anhüm) gibi zatlara bu hal gizli kalmazdı. Eğer öyle olsaydı, bunların bağlılıkları sarsılmaz mıydı? Oysa bu zatlar, Hz.Peygamber (a.s.)’a en sadık olanlardı.
15 – Azabı üzerinizden biraz kaldıracağız, fakat siz yine eski halinize döneceksiniz. [6,28; 23,75; 10,98; 7,88-89]
12. âyetin açıklamasında bildirildiği üzere Hz. Peygamber’den dua rica etmeleri üzerine o da dua etti. Cenab-ı Allah kıtlığı kaldırdıktan sonra, şükür yerine tekrar inkârlarına döndüler.
16 – Ama o müthiş satvetle kendilerini yakalayacağımız gün, onlardan tam intikam alırız. [89, 21-24; 34,51-54]
17-18 – Biz onlardan önce Firavun’un halkını da imtihan ettik, onlara da pek değerli bir resul gelip demişti ki: “Allah’ın kullarını bana teslim edin! (benimle gitmelerine izin verin), çünkü ben size gönderilen güvenilir bir elçiyim”.
19-21 – Sakın Allah’a baş kaldırmayın, zira ben size apaçık bir delil getiriyorum.
Beni taşlayıp öldürmenizden, benim de sizin de Rabbiniz olan Allah’a sığınıyorum.
Bana inanmıyorsanız, bari beni kendi halime bırakın (bana kötülük etmeyin).”
22 – Onlar kabul etmeyince Rabbine şöyle yalvardı: “Ya Rabbî, onlar suçlu bir güruh! (Onları sana havale ettim, Sen onların hakkından gel.)”
23-24 – Yüce Allah buyurdu: “Mümin kullarımla geceleyin çıkıp git. Muhakkak ki sizi takip edeceklerdir. Denizi yarıp maiyetini geçirdikten sonra, onu olduğu gibi açık bırak. Çünkü onlar boğulacak bir ordudur.
Başka âyetlerde bildirildiği üzere, Hz. Mûsâ (a.s.) asasını denize vurarak, deniz sularının yarılmasını sağlamış, kavmi rahatça karşıya geçmiş, onları takip eden Firavun, ordusu ile beraber denizde boğulmuştu.
25-27 – Geride neler bırakmadılar neler!... Ne bağlar, bahçeler, ne pınarlar, ne çiftlikler... Ne güzel güzel konaklar, ne makamlar, içinde zevk-u safa sürdükleri ne nimetler!... [26,59; 7,137]
28-29 – İşte böyle oldu! Sonra bütün bunları, başka bir topluma miras bıraktık. Merhamete lâyık olma haklarını kaybettiklerinden, perişan hallerine gök de ağlamadı, yer de ağlamadı. Artık onlara yeni bir mühlet de verilmedi. [26,59; 7,137]
Hasan el-Basrî (r.a.) mirasçı toplumun İsrailoğulları olduğunu söyler. Katâde ise der ki: “Bunlar, Firavun hanedanlarından sonraki toplumlardır. Zira İsrailoğullarının tekrar Mısır’a döndüklerine dair bilgi yoktur.”
30-31 – Böylece, İsrailoğullarını gerçekten zelil eden, aşağılayan o işkenceden, Firavun’un işkencesinden kurtardık. Doğrusu, bu adam, haddini aşan, büyüklük taslayan zorbanın teki idi.
Burada Mekke müşriklerine şöyle bir tehdit sezdirilmektedir: “Mısır’ın ihtişamlı hükümdarını bir kağıt parçası gibi büzüp bir tarafa atan Allah, sizi de perişan edebilir.”
32 – Mûsâ’ya bağlı olanları da, durumlarını bilerek, o devirdeki bütün insanlara üstün kıldık.
33 – Onlara, apaçık imtihan içeren nice mûcizevî haller verdik.
34-36 – (Mekke müşrikleri ise), derler ki: “Biz bir kere öldük mü iş biter, artık dirilmemiz mümkün değil. Ama siz dirilme iddianızda tutarlı iseniz, daha önce gelip geçmiş atalarımızı diriltin de görelim!”
Burada “İlk ölüm” var diye, daha başka ölümlerin geleceği düşünülmemelidir. Mesela: “Falancanın ilk çocuğu dünyaya geldi” denildiğinde, o kişinin bir çocuğu daha dünyaya geleceği değil, sadece o şahsın daha önce çocuğu olmayıp ilk çocuğunun dünyaya geldiği anlaşılır.
37 – Onlar mı daha güçlü kuvvetli, yoksa Tübba’ halkı ve onlardan önceki toplumlar mı? Belli ki onlar daha güçlü idiler. Ama ağır suçlar işlediklerinden imha ettik onları!
Kayser, Kisra, Firavun sırasıyla: Roma, İran, Mısır hükümdarlarının lakapları olduğu gibi Yemen (Himyer) hükümdarlarına da Tübba’ denirdi. M.Ö. 115 - M.S. 300 arasında Sebe ülkesinde hükümran olmuşlardır.
38 – Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındaki varlıkları eğlenmek için yaratmadık!
39 – Evet, onları hak ve hikmetle, ciddî maksat ve gayelerle yarattık, ama onların çoğu bunu anlamazlar.
40 – Muhakkak ki bütün hesapların görüleceği o karar günü, hepsinin buluşacağı gündür.
41-42 – O gün dost dosta asla fayda veremez.
Allah’ın merhametine mazhar olanlar dışında, kimseye yardım da edilmez. O, gerçekten azîzdir, rahîmdir (üstün kudret sahibidir, merhamet ve ihsanı boldur). [23,101; 70,10-11]
43-44 – Muhakkak ki zakkum ağacı, günahkârların yiyeceğidir.
45-46 – Kaynar su nasıl fokurdarsa, o da erimiş maden gibi karınlarında fokurdar.
47-50 – Allah Zebanîlere: “Tutun onu da, buyurur, cehennemin ta ortasına sürükleyin.
Sonra da başının üstünden kaynar su dökün!”
ve deyin ki: “Tat bakalım!
Hani üstündün, kudretliydin, asildin!”
İşte hakkında şüphe ve mücadele edip durduğunuz gerçek budur. [52,13-15]
51-57 – Müttakiler güvenli bir makamdadırlar:
Bahçelerde ve pınar başlarındadırlar.
İnce ipekten ve parlak atlastan elbiseler giymiş olarak karşılıklı otururlar.
Hem Biz onları güzel gözlü hurilerle evlendiririz.
Onlar canlarının çektiği her meyveden rahatlıkla isterler.
İlk ölüm dışında artık orada ölüm tatmazlar.
Allah kendilerini, tarafından bir lütuf eseri olarak cehennem azabından korur.
İşte en büyük mutluluk, en büyük başarı budur!
58 – Biz Kur’ân’ı, insanlar iyi anlayıp ibret alsınlar diye, senin dilinle indirerek anlaşılmasını kolaylaştırdık.
59 – O halde neticeyi bekle!
Zaten onlar da senin başına bir felaket gelmesini can atarak beklemektedirler. [58,21; 40,51-52]
 
zuhruf suresi meali

Mekkî olup, âyet sayısı 89’dur. Zuhruf: “altın, mücevher” demektir. 35. âyette geçen bu kelimeden ötürü, Sûreye bu isim verilmiştir. Hedefi tevhid, risalet ve ölümden sonra dirilip hesap verme gerçeklerini hatırlatmaktır. Cahiliye devrindeki garip inanç ve uygulamaları da (meselâ kız evlat istememe, meleklerin Allah’ın kızları olduklarını iddia etme gibi) reddeder. Cahiliye arapları başta olarak şirke düşen insanları şirkten vazgeçirmek için Hz. İbrâhim’in dininin gerçek yüzünü ortaya koyar. Sonra Hz. Mûsâ’nın tebliğ ve hizmetine geçilir. Sûre inananların ve kâfirlerin âhiretteki âkıbetlerini anlatarak sona erer.


Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Hâ, Mîm,
2 – Açık olan ve gerçekleri açıklayan bu kitaba yemin olsun.
3 – Biz düşünüp anlamanız için onu Arapça bir Kur’ân olarak indirdik. [26,195]
4 – O, Bizim nezdimizdeki ana kitapta saklı olup çok yücedir, hikmet doludur. [56,77-80; 80,11-16]
Ümmü’l-kitab: bütün peygamberlere gönderilen ilahî mesajın, kendisinden alındığı asıl, ana kitap demektir. Levh-i Mahfuz olarak tefsir edilir.
5 – Siz kıymet bilmez bir topluluksunuz diye bu Zikr ile sizi uyarmaktan vaz mı geçeceğiz?
“Kıymet bilmez” şeklinde çevirdiğimiz müsrif kelimesi ayrıca “haddi aşan, kendi kendisini tüketen, nimetleri saçıp savuran, haktan uzaklaşmada aşırı giden, kendisine yazık eden” gibi anlamlara gelebilir. Zikr: “Hatırlatan, öğüt veren, ibretler içeren, uyaran hikmetli ve şerefli mesaj, ders” manalarınadır.
Burada, Hz. Peygamber (a.s.)’ın risaletinin başlangıcından, bu sûrenin indirildiği yaklaşık on yıllık bir sürecin sonuna kadarki dönemin, bir cümlede özetlendiğini görüyoruz. Toplumlarda yerleşmiş nice bozuklukları düzelten, hastalıklarını şefkatle tedavi eden, onları daldıkları bataklıktan kurtaran; cehalet, zulüm ve karanlıktan aydınlığa çıkaran peygamberlerini öldürmeye teşebbüs edecek kadar vahşilikte ileri giden o zalimlere böyle hitab ediliyor. Allah Teâlâ onlara şunu demek istiyor: “Sizi bu halde bırakmak Benim rahmet ve keremimle bağdaşmaz. Ne kadar serkeşlik etseniz de Ben sizi boğulmaya, helâk olmaya terk etmem. Allah insanlardan vazgeçmez.”
6 – Daha önce gelip geçmiş nesillere nice nebîler gönderdik!
7 – Onlara hiçbir nebî gelmedi ki onunla alay etmiş olmasınlar.
8 – Biz bunlardan, (senin Mekkeli muhataplarından) daha kuvvetli olan toplumlar helâk ettik. Nitekim öncekilerin kıssaları geçmiştir. [40,82; 43,56; 40,85; 33,62]
9 – Onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorarsan, mutlaka: “Onları o Azîz ve Hakîm (O mutlak galip, tam hüküm ve hikmet sahibi) yarattı.” derler.
10 – O Yaratıcıdır ki yeryüzünü sizin için beşik gibi yapmış ve yol bulmanız için yerde yollar ve geçitler var etmiştir.
Başka yerlerde, yer hakkında firaş denilirken burada mehd (beşik) denilmiştir. Böylece beşiğinde rahat eden bebek gibi, yeryüzünün insanlar için döşendiği anlatılmıştır. Oysa gerçekte yerküre, en hızlı bir uçaktan daha fazla bir hızla uzayda dönmektedir. İçindeki sıcaklık, madenleri ve taşları bile eritecek güçtedir. Nitekim bazen volkanik püskürmeler de bunu hatırlatmaktadır. Allah böylesine büyük bir varlığı, kapsadığı bitmek tükenmek bilmez imkânlarıyla, insanlığın emrine vermekteki nimetlerini hatırlatmak istiyor.
11 – Gökten, bir ölçüye göre su indiren de O’dur.
Biz onunla ölü bir ülkeye hayat veririz.
İşte siz de mezarlarınızdan öyle çıkarılacaksınız.
12 – Bütün çiftleri yaratan, binmeniz için gemileri ve hayvanları var eden de O’dur.
Âyetteki ezvac kelimesinden sadece kadın ve erkekler kasdedilmez. Allah diğer mahlûkları da çift yaratmıştır. Mesela elektriğin, pozitif ve negatif kutuplarının bir araya gelmesiyle sayısız cihazlar yapılmıştır.
13-14 – Ta ki onların üstüne binerken Rabbinizin nimetini hatırlayasınız ve şöyle diyesiniz:
“Bunları bizim hizmetimize veren Allah yüceler yücesidir, her türlü eksiklikten münezzehtir.
O lütfetmeseydi biz buna güç yetiremezdik.
Muhakkak ki biz sonunda Rabbimize döneceğiz.”
Hz. Peygamber sefere çıkarken bineğine bindiğinde, “Bismillah” deyip atın üzengisine bastıktan sonra bu âyeti okuyarak üç defa el-Hamdülillah, sonra üç defa Allahu ekber derdi. Sonra bu âyetlerde bildirilen: “Sübhanellezî sehhare lena...” duasını okurdu.
15 – Öyle iken, müşrikler tuttular kullarından bir kısmını O’nun cüz’ü (parçası) saydılar. Gerçekten insan çok nankördür.
16 – Ne o, yoksa O, yaratıklarından, aklınız sıra kızları Kendisi evlat edindi de, o değerli oğulları size mi ikram etti?
Burada müşriklerin şiddetli çelişkileri vurgulanır: Onlar kız evlatlarını, hiç adam yerine koymuyor, hatta “kızın oldu” denilince kaçacak yer arıyorlardı. Kendileri erkek çocuk isterken, hoşlanmayıp hakir gördükleri kız çocuklarını Allah’a mal ediyor. “O’nun kızları” olduğunu iddia ediyorlardı. Kur’ân kız çocuklarını hakir gördüğünden değil, onların kendi kendileriyle çelişkiye düştüklerini ortaya koymak için bu ifadeleri naklediyor.
17 – O müşriklerden her biri, Rahman’a yakıştırdığı kız çocuğunun dünyaya geldiği haberini alınca,
birden yüzü mosmor kesilir, kederinden yutkunur durur.
18 – Onlar -iddialarınca- süs içinde yetişen ve tartışmada meramını kuvvetle anlatamayan kızları mı Allah’a isnad ediyorlar? (Oysa insanın en değerli saydığı şeyi Mâbud’una vermesi gerekir).
19 – Rahman’ın kulları olan melaikeyi de dişi saydılar.
Ne o! Onların yaratıldıkları sırada hazır mı bulundular?
Onların bu iddiaları yazılacak ve bundan ötürü onlar sorguya çekileceklerdir.
20 – Bir de dediler ki: “Eğer Rahman dileseydi, biz onlara tapmazdık.”
Aslında onların ciddi bir bilgileri yoktur. Onlar sırf kafadan atıyorlar.
21 – Yoksa Bizim onlara daha önce verdiğimiz bir kitap varmış da onlar buna mı sarılıyorlar?
22 – Hayır! Ne bilgileri var, ne kitapları! Sadece şöyle derler:
“Biz babalarımızı bir dine bağlanmış gördük. Biz de onların izlerinden gidiyoruz.”
23 – İşte böylece senden önce, uyarıcı bir resul gönderdiğimiz hiçbir şehir yoktur ki oraların varlıklı kişileri:
“Biz babalarımızı bir dine bağlanmış gördük. Biz de onların izlerine uyduk!” demiş olmasınlar. [11,38; 17,16]
Varlıklı kişilerin hak dine karşı çıkmaları şundandır: 1.Bunlar mal mülk ile o derecede meşguldürler ki hak - batıl mücadelesine fikir yormazlar. Zihnen ve bedenen tembelleşmişlerdir. Kurulu düzen dışında bir şey düşünmezler. 2.Mevcut sistem sayesinde zenginleştiklerinden o düzenin devamını isterler.
24 – Peygamber onlara: “Peki, size babalarınızın bağlandığı dinden daha doğrusunu getirmişsem, yine de sürüp gidecek misiniz?” deyince onlar: “Şunu bilin ki,” dediler, “biz, sizinle gönderilen mesajı reddediyoruz.”
25 – Bunun üzerine Biz de onlardan müminlerin intikamını aldık. İşte bak peygamberlere yalancı diyenlerin sonu nasıl oldu gör!”
26-27 – Bir vakit İbrâhim babasına ve halkına şöyle dedi:
“Bilin ki ben sizin taptıklarınızdan her türlü ilişiği kestim. Ben ancak beni yaratana ibadet ederim. O bana yol gösterecektir.”
28 – O, bu sözü hakka dönsünler diye, gelecek nesillere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı.
Hz. İbrâhim (a.s.)’ın neslinde bu miras devam edegelmişti. Hz. Peygamber (a.s.)’ın risaletinden önce Mekke’de “hanifler” diye bilinen ve Hz. İbrâhim’in inancına, bildikleri kadarıyla bağlı olan insanlar vardı.
29 – Doğrusu, Ben bunları da, babalarını da kendilerine hakikat ve onu açıklayan peygamber gelinceye kadar yaşattım.
30-31 – Ama bu gerçek kendilerine gelince: “Bu sihirdir, biz bunu kabul etmeyiz” dediler ve eklediler: “Bu Kur’ân, bu iki şehirden büyük bir adama indirilseydi ya!”
İki şehir ile: Mekke ile Taif’i kasdediyorlardı.
32 – Senin Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar?
Halbuki bu dünya hayatında onların maişetlerini aralarında taksim eden, bir kısmının diğer kısmını çalıştırması için, kimini kimine üstün kılan Biziz.
Senin Rabbinin rahmeti ise, onların topladıkları bütün şeylerden daha hayırlıdır.
Dünyada rızıklar, rızık vesileleri, içtimaî hayatın teşkilatlanması, geçimlerin takdir edilmesi âciz insanlara bırakılsa elbette dünya hayatı altüst olurdu. İnsanlar dünya hayatını bile tanzimden âciz iken, nerede kaldı ki nübüvvet meselelerini, nebî olmaya kimin lâyık olduğu gibi meseleleri bilebilsinler?
33-35 – Eğer, bütün insanların dinsizliğe imrenecek bir tek ümmet haline gelme mahzuru olmasaydı,
Rahman’ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını ve çıkacakları merdivenleri, evlerinin kapılarını, üzerine kurulacakları koltukları hep gümüşten yapardık.
Onları altına, mücevhere boğardık.
Fakat bütün bunlar dünya hayatının geçici metâından ibarettir.
Âhiret ise Rabbinin nezdinde Allah’a karşı gelmekten sakınanlara mahsustur.
36 – Kim Rahman’ın hikmetlerle dolu ders olarak gönderdiği Kur’ân’ı göz ardı ederse,
Biz de ona bir şeytan sardırırız; artık o, ona arkadaş olur. [4,115; 61,5; 41,25]
37 – Bu şeytanlar onları yoldan çıkarırlar,
ama onlar kendilerinin hâlâ doğru yolda olduklarını sanırlar.
38 – Ta ki huzurumuza gelinceye kadar böyle devam eder.
Huzurumuza çıktığında arkadaşına:
“Keşke seninle aramız doğu ile batı arası kadar uzak olsaydı!
Meğer sen ne kötü arkadaşmışsın!” der.
39 – Allah buyurur: “Bu temenniniz bugün size hiçbir fayda vermez.
Çünkü hayat boyunca, birlikte zulmettiniz.
Burada da azabı birlikte çekeceksiniz.”
40 – Sen sağırlara söz işittirebilir, körleri doğru yolda yürütebilir, besbelli sapıklıkta olanları hidâyete erdirebilir misin?
41-42 – Ey Resulüm! Biz seni vefat ettirip yanımıza alsak da,
yine onlardan müminlerin intikamını alırız.
Yahut onlara vâd ettiğimiz azabı, sana sağlığında gösteririz.
Çünkü onlara karşı Biz her zaman güçlüyüz.
43 – O halde sen sana vahyedilen buyruklara sımsıkı sarıl, muhakkak ki sen dosdoğru yoldasın.
44 – Bu Kur’ân hem sana, hem milletine güzel bir namdır, şereftir.
İleride ondan dolayı sorguya çekileceksiniz.
45 – Senden önce gönderdiğimiz resullere sor bakalım:
Biz, hiç Rahman’dan başka tapılacak tanrılar kabul etmiş miyiz?
(Asla! Bütün resuller tevhidi titizlikle uygulamışlardır).
Resullerden maksat onlara verilen kutsal kitaplardır. Bu âyet bütün peygamberlerin halis tevhidi anlattıklarına delildir.
46 – Nitekim onlardan Mûsâ’yı, delillerimiz ve mûcizelerimizle Firavun’a ve ileri gelen yetkililerine gönderdik.
O da onlara: “Ben Rabbülâlemin’in size elçisiyim” dedi.
Hz. Mûsâ’nın zikredilmesi, Mekke müşriklerine şunları düşündürmek içindir: 1.Peygamber tebliğine mazhar olan toplum lütfa nail olmuştur. Ama bunun değerini bilmezse, Firavun gibi helâk olacaktır. 2.Firavun Hz. Mûsâ’yı küçümsediği gibi siz de Hz. Muhammed’i küçümsüyorsunuz. Fakat asıl büyüklük ve küçüklük, Allah nezdinde olan ölçülere göredir.
47 – O, delillerimizle onlara gidince onlar alay edip gülmeye koyuldular.
48 – Onlara hep birbirinden büyük mûcizeler gösterdik. Belki dönüş yaparlar diye azaplarla sarstık.
Hz. Mûsâ (a.s.)’ın gösterdiği mûcizelerden burada kasdedilenler: 1.Büyücülerin yenilip Müslüman olmaları. 2.Hz. Mûsâ’nın duası üzerine kıtlık olması ve Firavun’un bile Hz. Mûsâ’dan dua rica etmesi ve onun da bunu kabul etmesi. 3.Hz. Mûsâ’nın haber verdiği sel ve dolu sebebiyle görülen zarar sonucunda Firavun’un yine dua rica etmesi. 4.Çekirge afeti ve Hz. Mûsâ’nın duası üzerine onların dağılmaları 5.Ülkeyi kaplayan haşerat ve kımılın Hz. Mûsâ’nın duası ile kalkması 6.Kurbağaların hücumu 7.Su kaynakları kanla dolmuşken Hz. Mûsâ’nın duası bereketiyle bunların zail olması. (krş. KM, Çıkış, 7-12)
49 – Azabı tadınca Mûsâ’ya: “Haydi büyücü! Sana verdiği sözünün gereği olarak bizim için Rabbine dua et, bizi bağışlasın, zira artık yola geleceğiz” dediler.
50 – Fakat Biz, onlardan azabı giderince, hemen sözlerinden caydılar. [7,133-135]
51-53 – Firavun halkına duyuru yapıp dedi ki: “Ey benim halkım!
Mısır’ın yönetimi benim elimde değil mi?
Ayaklarımın altından akan şu nehirler, kanallar benim değil mi?
Görmüyor musunuz? Yoksa ben, şu aşağılık, meramını bile neredeyse anlatamayan adamdan daha üstün değil miyim?
Eğer o dediği gibi ise, üstüne gökten altın bilezikler atılmalı, yahut beraberinde melaikeler gelmeli değil miydi?” [26,29; 28,38] {KM, Hezekiel 29,3}
O devirde mesaj ilan etme yöntemi, burada bildirildiği üzere dellal çağırtmaktı. Bu dellallar şehir, köy ve kasabalarda konuyu halka duyururlardı. Zavallı Firavun’un elinde dalkavuk bir medya, haber ajansları veya devlet radyo ve TV’leri yoktu.
Hz. Mûsâ (a.s.)’da risaletten sonra kekemelik yoktu. Zira Taha, 27-36 âyetlerinde nakledilen “Dilimdeki tutukluğu çöz.” duası, elbette kabul edilmişti. Firavun’un böyle demesi, ilahî mesajı anlamama konusundaki inadından ileri geliyordu. Kasden önemsemiyor veya önemsemez görünüyordu.
O dönemde, bir elçi gönderen hükümdar, önce onu, üzerinde ve çevresinde bütün ihtişam ve zenginliğini ispatlayacak eşyalarla donatırdı. Firavun, Mûsâ (a.s.)’da bundan bir eser göremeyince, onun sadeliğini, elçi olmayışının delili saymak istemişti.
54 – O halkını küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler. Doğrusu onlar yoldan iyice çıkmış bir toplum idi.
Bir dikta yönetimi hukuku çiğner, çevresindeki menfaatçi dalkavuklarla bir oligarşi kurar, dürüst ve erdemli insanları susturursa, açıkça söylemese bile halkını hiçe saymış demektir. Halk da fâsık ise; hak, batıl, erdem onlar için önemsiz olduğundan sürü gibi ona uyarlar. Zulme, şahsiyetsizliğe boyun eğer, ses çıkarmazken, hakkı tutan bir ses yükselirse, onu sustururken sesleri yüksek çıkar. İşte bunlar zilleti kabul ettiklerinden, hiç sayılmaya müstehak olmuşlardır.
55 – Onlar bizi gazaba dâvet edince, Biz de onların hepsini suda boğarak, onlardan müminlerin intikamını aldık.
56 – Onları sonraki nesillere, geçmiş bir ibret ve misal yaptık.
57-58 – Vakta ki Meryem’in oğlu Îsâ misal verildi, derhal halkın keyiflenerek katıla katıla gülmeye koyuldu ve “Bizim tanrılarımız mı üstün, dediler, yoksa o mu?”
Bunu, sırf bir münâkaşa olsun diye sana misal verdiler. Zaten onlar kavgacı bir toplumdur.
59-60 – Hayır, o bir tanrı değil, nimetimize mazhar ettiğimiz ve İsrailoğulları için bir örnek yaptığımız bir has kulumuzdu. Şayet yapmak isteseydik, sizin yerinize geçmek üzere melekler yaratırdık. Ama bu, Allah’ın hikmetine aykırıdır.
61 – Gerçekten o, kıyamet için bir beyandır.
Artık siz, o saatin geleceğinden hiç şüphe etmeyin de Bana tâbi olun.
Doğru yol budur.
62 – Sakın Şeytan sizi yoldan çevirmesin.
Çünkü o sizin besbelli düşmanınızdır.
63-64 – Îsâ, açık açık delillerle onlara gelince:
“Ben, size hikmet getirdim,
bir de hakkında ayrılığa düştüğünüz bazı şeyleri size açıklamak için geldim.
O halde Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.
Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir, yalnız O’na ibadet edin. Doğru yol budur.” dedi.
65 – Ondan sonra kendisine mensup birtakım fırkalar aralarında ayrılığa düştüler.
Gayet acı bir günün azabından zalimlerin vay haline!
66 – İnsanlar, hiç farkında değillerken o kıyamet ansızın başlarına gelivermesini mi bekliyorlar?
67 – Müttakiler dışında dünyadaki bütün dostlar, o gün birbirine düşmandır. [29,25]
68 – Allah müttakilere şöyle buyurur: “Ey Benim kullarım!
Bugün size herhangi bir endişe yoktur.
Sizi üzen bir durum da olmayacaktır.”
69 – Ne mutlu onlara ki onlar, âyetlerimize inanmış ve Allah’a itaat etmişlerdir.
70 – Haydi siz de, eşleriniz de neş’e dolu olarak buyurun cennete!
71 – Altın tepsi ve kâselerle kendilerine ikram eden hizmetçiler, etraflarında fır döner.
Hülasa orada canınız ne isterse, gözleriniz hangi manzaralardan hoşlanırsa hepsi var!
Hem siz burada devamlı kalacaksınız.
72 – İşte dünyada yaptığınız makbul işlerden dolayı vârisi yapıldığınız cennet!
73 – Size orada, istediğiniz şekilde yiyeceğiniz her türlü meyve vardır.
74 – Suçlular ise cehennem azabında ebedî kalacaklar,
75 – Azapları hiç gevşetilmeyecek,
orada bütün ümitlerini yitirmiş olarak kalacaklardır.
76 – Böyle yapmakla Biz onlara haksızlık etmedik, ama asıl kendileri öz canlarına zulmettiler.
77 – Cehennem bekçisine şöyle feryad ederler:
“Malik! Ne olur, tükendik artık!
Rabbin canımızı alsın, bitirsin işimizi!”
O da: “Ölüp kurtulmak yok, ebedî kalacaksınız burada!” der. [87,11-13]
78 – Allah da şöyle buyurur: “Biz size gerçeği getirmiştik.
Fakat çoğunuz hakikatten hoşlanmamıştınız.”
79 – Ey Resulüm! Onlar size hile kurmakta işi sağlama aldıklarını mı düşünüyorlar?
İşte Biz de işi sağlam tutuyoruz.
80 – Yoksa onlar Bizim, kendilerinin sırlarını ve gizli konuşmalarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Hayır işitiriz ve yanlarındaki elçilerimiz de yaptıkları her şeyi yazarlar.
81 – De ki: Faraza, Rahman’ın çocuğu olsaydı ona ilk ibadet eden ben olurdum! [39,4; 19,90-91]
(Ben bile bunu bilmediğime göre demek ki böyle bir şey yoktur!)
82 – Göklerin ve yerin Rabbi, o Arşın, o muazzam saltanatın Rabbi,
Kendisine eş, ortak uyduranların iddialarından münezzehtir, yüceler yücesidir.
83 – Kendilerine bildirilen o hesap gününe kavuşuncaya kadar, onları kendi hallerine bırak, batıllarına dalsınlar, varsın oyalansınlar.
84 – O, Allah’tır, gökte de yerde de tek ve gerçek İlahtır.
O tam hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyi hakkıyla bilir. [6,3]
85 – Göklerin, yerin ve ikisinin arasında olan bütün varlıkların mülk ve hâkimiyetine sahip olan Allah’ın şanı çok yücedir, hayır ve bereketi sınırsızdır.
Kıyamet saatini bilmek O’na aittir.
Hepiniz sonunda O’nun huzuruna ***ürüleceksiniz.
86 – Müşriklerin O’ndan başka yalvardıkları sahte tanrıların şefaat yetkileri yoktur.
Ancak bilerek hak ve gerçeğe şahitlik edenler bunu yapabileceklerdir.
87 – Eğer kendilerine: “Sizi kim yarattı?” diye sorarsan “Allah yarattı” derler.
O halde, nasıl oluyor da O’nu tek İlah kabul etmekten vazgeçiriliyorlar?
88 – Allah, elbette Resulünün: “Ya Rabbî! Ne yapayım, onlar, bir türlü imana gelmeyen bir topluluktur” demesini de biliyor. [25,30]
89 – Şimdi sen onlardan yüz çevir ve: “Selâm size!” de.
Artık yakında mâruz kalacakları âkıbeti öğrenirler.
 
şura suresi meali

Mekke’de nâzil olmuş olup 53 âyettir. Adını, 38. âyette geçen ve toplum yönetiminde pek önemli olan şûrâ kavramından almıştır. Bu sûrenin hedefi, bütün hak peygamberlerin İslâm dinini tebliğ ettiklerini bildirmek ve bu dinin karşısına çıkanları uyarmaktır. Müminleri ise cennetle müjdelemektir. Sûre Kur’ân vahyine işaret ederek başladığı gibi, yine aynı konu hakkında tafsilat vererek sona ermektedir.


Bismillâhirrahmânirrahîm.
1-2 – Hâ, Mîm. Ayn, Sîn, Kâf.
3 – (O üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) azîz ve hakîm olan Allah, böylece sana da, senden önceki resullere de buyruklarını vahyeder.
Vahy: Asıl muhatabı dışında kimsenin anlayamayacağı derecede mesela, bir elektrik akımının geçmesi gibi gizli ve hızlı işaretle bildirme anlamınadır.
4 – Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. O, yüceler yücesidir, pek büyüktür.
5 – Öyle ki neredeyse gökler üstlerinden yarılacaklar.
Melekler Rab’lerini överek tenzih ve takdis eder ve yerde bulunanlar için mağfiret dilerler.
İyi bilin ki, gafur ve rahîm O’dur (affı, merhamet ve ihsanı pek boldur). [40,7]
Allah engin merhametiyle yoldan çıkmış, isyankâr, Kendisini bile inkâr eden müşriklere yıllarca mühlet verir, rızıklarını vermeye devam eder. O kadar ki onlar neredeyse bu dünyanın bir sahibi olmadığını zannetmeye bile giderler.
6 – Allah’tan başka birtakım hâmiler (veliler) edinenlere gelince, Allah onları daima gözetleyip kontrol etmektedir, sen onlar üzerinde yönetici değilsin.
Kur’ân-ı Kerîmde velî kelimesi hamî, koruyucu, idareci, ilah, dost, yardımcı gibi anlamlarda kullanılmıştır. a- Bir şahıs, başkasının koyduğu kanunlara ve hükümlere uyarsa onu veli edinmiş sayılır [4,119; 7,30] b- Bir şahıs, birinin yol gösterdiğine inanıp, öbür yolların yanlışlığını düşünürse onu veli edinmiştir [2,257; 17,97] c- Bir kimse, kötülüklerini gözardı ederek, bir başkasının âhirette kendisini kurtaracağına inanırsa onu veli edinmiş olur. [6,51; 29,22] d- Bir şahsın, kendisine mal ve evlat vereceğine ve diğer ihtiyaçlarını gidereceğine inanırsa onu veli edinmiştir [11,20; 13,16].
7 – Böylece sana Arapça bir Kur’ân vahyettik ki sen Anakent olan Mekke ile bütün etrafını uyarıp irşad edesin ve gerçekleşeceğinde hiç şüphe olmayan mahşer günündeki büyük buluşmayı haber veresin.
O ne müthiş manzara: Bir kısım cennette… Bir kısım alevli cehennemde! [64,9; 11,103-105]
8 – Eğer Allah dileseydi bütün insanları, aynı dine bağlı, tek ümmet yapardı.
Ama O, insanların hak etmelerine göre dilediği kimseyi rahmetine dahil eder, zalimlerin ise ne hâmileri, ne de yardımcıları vardır.
9 – Gerçek bu iken, bilakis onlar Allah’tan başka birtakım hâmiler edindiler. Olacak iş midir bu! Hâmi ancak Allah’tır, ölüleri diriltecek de O’dur ve O her şeye kadirdir.
10 – Hangi hususta ihtilaf ederseniz bilin ki O’nun hükmü, Allah’a aittir. İşte Rabbim olan Allah budur.
Ben de yalnız O’na dayanır ve güvenir, O’na yönelip gönül veririm. [4,59]
11 – O gökleri ve yeri yoktan yaratandır.
Size kendi nefislerinizden eşler yarattığı gibi davarlara da eşler yarattı. O, bu düzen içinde sizi üretiyor.
Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O, her şeyi hakkıyla işitir ve bilir.
Bu âyet, Allah’ın sıfatları konusunda muhkem bir âyettir. Aynı konuda bir çok müteşabih âyet de vardır. Zira Kur’ân-ı Kerîm’in üslubuna müşahhas anlatım metodu hâkimdir. Müteşabih âyetlerin zahirleri ilk anda, Allah’ın bazı sıfat, isim ve fiillerini yaratıklardaki kavramlarla ifade ettiğinden, bir benzerlik hatıra gelebilir. İşte bu benzetmeyi gidermek için o müteşabih âyetler bu gibi muhkem âyetlerin ışığında incelenir. Böylece Allah’ın zat, sıfat ve fiillerinde hiçbir yaratığa benzemediği kesinlikle anlaşılır.
12 – Göklerin ve yerin hazinelerinin anahtarları O’nun yanındadır.
Dilediğinin nasibini bollaştırır, dilediği kimsenin nasibini daraltır. Çünkü O, her şeyi bildiği gibi her duruma en uygun olanı da bilir.
13 – O, “Dini doğru anlayıp hükümlerini uygulayın ve o hususta tefrikaya düşmeyin!” diye, din esasları olarak Nuh’a emrettiğini, hem sana vahyettiğimizi, keza İbrâhim’e, Mûsâ’ya, Îsâ’ya emrettiğimizi sizin için de din kıldı.
Senin insanları dâvet ettiğin esaslar, müşriklere çok ağır gelmektedir.
Halbuki Allah dilediği kullarını bu din için seçer ve gönülden Kendine yöneleni doğru yola iletir. [33,7; 5,48]
14 – Geçmiş ümmetler, ancak kendilerine buna (tefrikanın haram olduğuna) dair bilgi ulaştıktan sonra, sırf aralarındaki ihtiras ve haset yüzünden, bölündüler.
Daha önce Rabbin tarafından yürürlüğe konulan vaad, yani cezayı belirli süreye, kıyamete kadar erteleme sözü olmasaydı, onların işleri çoktan bitirilmişti!
Ehl-i kitaptan sonra kitaba vâris kılınanlar (Mekke müşrikleri) onun hakkında kuşku veren bir şüphe içindedirler.
15 – Onun için sen durma, hakka dâvet et ve sana emredildiği tarzda dosdoğru ol, sakın onların keyiflerine uyma ve şöyle de:
“Allah hangi kitabı indirmişse ben ona inandım.
Hem bana, aranızda adaletle hükmetmem emri verildi.
Allah bizim de, sizin de Rabbinizdir.
Bizim işlerimizin sorumluluğu bize, sizinkilerinki ise size aittir.
Bizimle sizin aranızda bir tartışma sebebi yoktur.
Allah hepimizi bir arada toplayacaktır.
Hepimiz de O’nun huzuruna ***ürüleceğiz.” [10,41]
16 – İnsanların çoğu dine dâveti kabul edip girdikten sonra,
Allah’ın dini hakkında hâlâ, ileri geri tartışanların itirazları, Rab’leri yanında boştur.
Onlara büyük bir gazap ve şiddetli bir azap vardır.
İtirazları boştur; zira ne naklî, ne aklî; ne teorik ne pratik, hiçbir tutamakları yoktur. İlmî ve amelî açıdan güzelliği ve haklılığı ortada olan hak ve istikamet karşısında yapılan münakaşa, sırf bir haksızlık ilanından ibaret kalır.
17 – Allah hakkı bildirip ikame etmek için kitabı ve adalet ölçüsünü indirmiştir.
Hep gerçeği bildiren o kitabın bildirdiği kıyamet, ne bilirsin, belki de yakın olabilir? [57,25; 55,7-9]
Bu âyet Kur’ân, kâinat mizanı (dengesi) ve kıyamet arasında tam bir irtibat bulunduğunu gösterir. Kur’ân dünya dengesini en güzel şekilde kurmayı öğreten bir kitaptır. Hayatın gidişatını iyi inceleyen kimse, dünyanın da bir sonu olup ebedî bir hayatın başlamasını bildiren kıyametin geleceğini anlar. Fakat inanmayan kâfirler acele gelmesini isterken, müminler sabırla, tayin edilen vakti gözler, hatta onun dehşetinden endişe ederler.
18 – Kıyamet (yani dirilme) saatinin gelmesini acele ile isteyenler, ona inanmayanlardır.
Müminler ise O’nun gerçekten vaki olacağını bilir ve ondan kaçınırlar.
Kıyamet hakkında münakaşa edenler, haktan ve gerçekten çok uzak, derin bir sapıklık içindedirler.
19 – Allah kullarına büyük lütuf sahibidir.
Dilediği her kulunu, bir türlü rızıklandırır. O, pek kuvvetlidir, üstün kudret sahibidir. [11,6]
20 – Kim âhiret mahsülü isterse, onun ürünlerini fazla fazla artırırız.
Kim de sırf dünya menfaati isterse ona da ondan veririz, ama âhirette onun hiç nasibi olmaz. [17,21; 2,201]
21 – Yoksa Yüce Allah’ın izin vermediği birtakım şeyleri
kendilerine din diye kabul ettirmek isteyen putları mı var?
Şayet Allah’ın cezayı ertelemeye dair hükmü olmasaydı işleri çoktan bitirilmişti.
Zalimlere elbette gayet acı bir azap vardır.
22 – (Büyük duruşma günü) zalimlerin, kendi yaptıkları işlerden bucak bucak uzak durup, korkudan titrediklerini görürsün.
Halbuki çare yok, onların cezası tepelerinin üstünde durmaktadır.
İman edip makbul işler işleyenler ise, cennet bahçelerindedirler.
Rab’leri yanında, cennette, istedikleri ne varsa kendilerine verilecektir.
İşte bu da pek büyük bir lütuftur.
23 – İşte bu, Allah’ın iman edip makbul ve güzel işler yapan kullarına verdiği mutluluk müjdesidir. De ki: Ben bu risalet ve irşad hizmetinden ötürü, sizden akrabalık sevgisinden başka beklediğim hiçbir karşılık yoktur.
İşte kim böyle bir sevgi olsun, başka iyi işler olsun gerçekleştirirse, Biz de onun o iyiliğinin sevap ve mükâfatını kat kat artırırız. Çünkü Allah gafurdur, şekûrdur (çok affedicidir, kullarının az işlerini fazlasıyla ödüllendirir). [4,40]
Buradaki akrabalık sevgisi şu şekillerde olabilir: 1. Hz. Peygambere (a.s.) şöyle demesi emrediliyor: “Sizden hiçbir ücret istemiyorum, sadece size olan akrabalığım sebebiyle, bu yakınlığın hukukunu gözetmenizi, bundan ötürü, bana bir sevgi göstermenizi temenni ediyorum.” 2. “Sizden sadece benim en yakın akrabalarıma (Ali, Fâtıma ve evlatlarına) sevgi beslemenizi istiyorum.” 3. Allah’a güzel davranışlarla yaklaşmayı arzu etmenizi istiyorum.” Bu son mâna hem daha genel, hem de âyetin öncesine ve sonrasına daha uygundur.
24 – Yoksa senin hakkında: “Allah adına yalan uydurdumu diyorlar? (Bunun gerçekle hiçbir ilgisi olamaz. Zira buna ancak kalbi mühürlü bazı beyinsizler cür’et edebilir).
Halbuki Allah dilerse senin kalbini mühürler. Allah batılı imha eder, hakkı ise indirdiği kitapla kuvvetlendirir. Gerçekten O, kalplerin içinde ne varsa bilir. [69,40-47]
25 – O’dur ki kullarının tövbesini kabul eder, günahlarını affeder. Hem sizin bütün yaptıklarınızı da bilir.
26 – Hem iman edip makbul ve güzel işler yapanların dualarına karşılık verir, hatta lütuf ve ihsanından onların ödüllerini artırır. Kâfirlere ise şiddetli bir azap vardır.
27 – Eğer Allah kullarına rızık ve imkânları bol bol yaysaydı, onlar dünyada azarlardı.
Lâkin O, bu imkânları dilediği bir ölçüye göre indirir. Çünkü O, kullarından haberdar olup onların bütün yaptıklarını ve yapacaklarını görmektedir.
Toplumun bütün fertlerini üretimde olduğu gibi tüketimde de eşit hale getirme hayali peşinde koşmanın tutunduğu 2. dünya savaşı sonrası Avrupa’sında dini inkâr eden J.P. Sartre, kendisi gibi münkir bir Sovyet yazarının şu tesbitini, benimseyerek nakletmiştir. Bu âyet-i kerimenin ihtiva ettiği gerçeğe, en aykırı bir tarafın tesbiti olması itibariyle onu nakletmekte fayda görüyorum: “Refah, herkese şamil olunca, işte o zaman insanlığın trajedisi, yani sonu başlayacaktır” (H. Rousseau, Les Religions, s. 9-10.) Demek ki, Allah’ın bu dünyayı ve insanlığı yönetmesinin hikmetli ve pek isabetli olduğunu, gerçeği görmesini bilen herkes ikrar etmek zorundadır.
28 – O’dur ki insanlar artık ümitlerini kestikten sonra yağmur indirir, rahmetini her tarafa yayar. O, gerçek dost ve hâmidir, bütün övgülere ve hamdlere lâyıktır.
29 – Gökleri ve yeri yaratması ve oraları her türlü canlı ile doldurması, O’nun (kudretinin ve hikmetinin) delillerindendir. O elbette dilediği zaman onları mahşerde toplamaya da kadirdir.
30 – Başınıza gelen her musîbet, işlediğiniz günahlar (ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir, hatta Allah günahlarınızın çoğunu da affeder. [35,45; 4,79]
Bu hitap günahkârlaradır. Fakat gösterecekleri sabır sayesinde yüksek derecelere ulaştırılmak gibi sebeplerle, günahkâr olmayanların başlarına gelen musîbetler de yok değildir.
Müminlere gelen sıkıntılar, onlar için keffarettir. Allah’ın dinine hizmet için çalışan kimsenin çektiği sıkıntılar ise, onun sadece günahlarına keffaret olmakla kalmayıp aynı zamanda Allah katındaki derecesinin de yükselmesine vesiledir. Dolayısıyla öyle bir zatın, günahlarının cezasını ödediğini düşünmek çok yanlıştır.
31 – Siz, kaçmakla Allah’ın cezasından kendinizi kurtaramazsınız. Sizin Allah’tan başka ne haminiz, ne de yardımcınız yoktur.
32-35 – Denizlerde dağlar gibi akıp giden gemiler de O’nun kudretinin ve hikmetinin delillerindendir. Eğer O dilerse rüzgârı durdurur, gemiler de denizin üstünde durakalır. Elbette bunda sabrı ve şükrü bol olanlar için alacak ibretler vardır.
Yahut işledikleri günahlar sebebiyle o gemileri batırır, günahların birçoğunu da affeder.
Böyle yapmasının bir sebebi de, âyetlerimiz hakkında tartışanların kaçacak bir yerleri olmadığını onlara bildirmektir.
Kureyşliler ticaret amacıyla Hind okyanusuna, Afrika’nın sahil ülkelerine gemilerle yolculuk yapıyor, Kızıl Deniz’den geçiyorlardı.
36 – Size verilen ne varsa hep dünya hayatının geçici metâıdır. Allah’ın yanında, âhirette olan nimetler ise iman edenler ve Rab’lerine güvenenler için hem daha değerli, hem de devamlıdır.
37 – Onlar öyle kimselerdir ki büyük günahlardan ve hayasız çirkin işlerden kaçınırlar, kızdıkları zaman öfkelerini yutar, karşıdakinin kusurlarını affederler. [3,134]
38 – Onlar öyle kimselerdir ki Rab’lerinin çağrısına kulak verip, namazı hakkıyla ifa ederler.
İşlerini istişare ile yürütürler, kendilerine nasib ettiğimiz imkânlardan hayırlı işlerde sarf ederler [3,159]
İstişare şunlardan dolayı gereklidir: 1.Eğer bir mesele iki veya daha fazla kişiyi ilgilendirdiği halde, o konuda bir kişi karar verirse, diğerlerine haksızlık edilmiş olur. 2.Müşterek işlerde bir kimse tek başına karar vermek istiyorsa bu, ya kendi çıkarını gözetmesinden, ya da kendisini öbür kişilerden üstün görmesinden ileri gelir. Her iki durum da geçerli olamaz. 3.Müşterek işler hakkında karar vermek büyük sorumluluktur. Âhirette hesap vereceğine inanan hiç kimse, bu yükü tek başına yüklenmemelidir.
Hz. Peygamber (a.s.) ashabı ile istişare ettiği gibi, ondan sonra ashab da bunu yapmıştır. Mesela: halife seçimi, mürtedlerle savaş, şarap içenlere verilecek ceza, Irak arazisinin durumu gibi birçok konuda müşavere yapmışlardır.
39 – Onlar zulme uğradıklarında yardımlaşıp haklarını alırlar. {KM, Çıkış 32,26-29; Luka 19,27}
40 – Ama unutmayın ki haksızlığın karşılığı, yapılan haksızlık kadar olabilir, fazlası helâl olmaz.
Bununla beraber kim affeder, haksızlık edenle arasını düzeltirse onun da mükâfatı artık Allah’a yaraşan tarzda olur.
Şu kesindir ki Allah zalimleri sevmez. [2,194; 16,126]
41 – Kim zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa, bunlara hiç bir sorumluluk yoktur.
42 – Sorumlu olanlar, ancak insanlara zulmedenler ve ülkede haksız yere başkalarının hukukuna saldıranlardır.
İşte böylelerinin hakkı gayet acı bir azaptır.
43 – Her kim dişini sıkarak sabr eder ve kusurları affederse,
işte onun bu hareketi, ancak büyüklere yaraşan örnek davranışlardandır.
44 – Allah kimi şaşırtırsa, artık ondan sonra kendisini koruyacak kimse bulunamaz.
O zalimlerin azabı görünce, imanlı kul olmak için “Acaba geri dönme imkânı var mıdır?” dediklerini görürsün. [18,17; 6,27-28]
45 – Onları uğradıkları zilletten dolayı boyunları bükük, yürekleri titrer vaziyette cehennemin önüne getirildiklerinde, korkudan, sadece göz ucuyla ateşe baktıklarını fark edersin.
Müminler ise (bu manzara karşısında): “En büyük kayba uğrayanlar, hem kendilerini hem de ailelerini kıyamet gününde hüsrana sürükleyenlerdir.” derler.
İyi bilin ki zalimler devamlı bir azap içindedirler.
46 – Kendilerine, Allah’tan başka yardım edecek dostları da yoktur artık.
Allah kimi şaşırtırsa artık onun için hiçbir kurtuluş yolu yoktur.
47 – Allah tarafından gelecek ve geri çevrilmesi mümkün olmayacak olan gün gelmeden önce
Rabbinizin çağrısını kabul edip O’na dönün.
Yoksa o gün ne sığınacak bir delik bulabilirsiniz, ne de yaptıklarınızı inkâra bir çare! [75, 10-12]
Âyetin son cümlesi şu anlamlara gelebilir: 1.Yaptığınız kötülükleri inkâr edemeyeceksiniz. 2.Kimlik değiştirmek sûretiyle ortadan kaybolamazsınız. 3.Karşısında bulunduğunuz şeye kızamayacaksınız. 4.Bu durumdan kendinizi kurtarmanıza imkân yoktur.
48 – Eğer bu çağrıya sırtlarını dönerlerse, hoş biz de seni üzerlerine bekçi göndermedik ya!
Senin görevin sadece tebliğdir.
Biz insana tarafımızdan bir nimet tattırırsak o ferahlar, şımarır.
Ama başlarına, yine kendi işledikleri hatalar sebebiyle bir sıkıntı gelirse insan hemen nankörleşir. [2,272; 13,40]
49-50 – Göklerin ve yerin hâkimiyeti Allah’ındır. O dilediğini yaratır.
Dilediğine kız evlat, dilediğine erkek evlat verir, yahut kızlı oğlanlı olarak her iki cinsten karma yapar.
Dilediğini de kısır bırakır.
O her şeyi mükemmel bilir, her şeye kadirdir.
51 – Allah bir insana ancak vahiy yoluyla veya bir perde arkasından hitab eder, yahut ona Kendi izniyle dilediğini vahyedecek bir elçi gönderir.
Çünkü O yüceler yücesidir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.
52 – İşte böylece sana da emrimizden bir rûh vahyettik. Halbuki sen daha önce kitap nedir, iman nedir bilmezdin.
Lâkin Biz onu, kullarımızdan dilediklerimize doğru yolu gösterdiğimiz bir nûr kıldık.
Sen gerçekten insanlara doğru yolu gösterirsin. [41,44; 4,174]
53 – Yani göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi olan Allah’ın yolunu gösterirsin.
İyi bilin ki bütün işler eninde sonunda Allah’a döner, kararlar O’ndan çıkar.
 
fussilet suresi meali


Mekkî olup 54 âyettir. Sûre, adını üçüncü âyetinde geçen ikinci kelimeden almıştır. Bu isim, Kur’ân’ın tam anlamıyla tafsil edilip açıklandığını ifade eder. Kur’ân-ı Kerîmîn indiriliş maksatlarını bildirerek başlar, vahiyden ve nübüvvetten bahseder. Kâinatın ilk yaratılışı, tevhit delilleri, hakkı yalan sayanların âkıbetleri, ayrıca müminler ve onların mükâfatları bildirilir. Sûrenin son kısmında ise, Allah’ın, kâinat sırlarının bazılarını insanlara açacağı ve bunun, Kur’ân’ın hakkaniyetini ispat gayesine hizmet edeceği ifade edilir.

Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Hâ, Mîm.
2 – Bu kitap rahman ve rahîm (olan Allah) tarafından indirilmiştir. [1,3; 26,192-194; 36,5]
3 – Bu kitap; bilen, anlayan kimseler için âyetleri açıklanmış bir kitap olup, Arap diliyle olan bir Kur’ân’dır, okunan bir derstir. [11,1; 41,12]
4 – Bu kitap, Allah’ın rahmeti ile müjdelemek, cezasını haber vererek uyarmak için gönderildi.
Buna rağmen insanların çoğu ondan yüz çevirdiler. Onlar artık dinlemezler.
Sûrenin başındaki iki satırlık kısımda, başka bazı gerçeklerle birlikte Kur’ân’ın başlıca şu on vasfı da bildirilir:
1- Hâ, Mîm: İ’caz ve tehaddî özelliğine işaret eder. 2- Tenzil (kısım kısım indirilen) 3- Rahmet eseri 4- Kitab (yazılan) 5- Âyetleri açıklanmıştır. 6- Kur’ân yani okunandır. Zımnî (üstü kapalı) olarak “devamlı okuyunuz” emri verilmiş sayılır. 7- Arapçadır. 8- Akıl sahiplerine, öğrenmek isteyenlere hitap eder. 9- Müjdeleyici. 10- Tehlikeyi haber verip uyarıcıdır.
5 – Ve derler ki: “Senin bizi dâvet ettiğin inançlara karşı kalplerimiz kapalıdır, örtüler içindedir; kulaklarımızda da ağırlık bulunmaktadır.
Hem aramızda bir perde çekilmiştir.
Artık bu durumda yapacağın bir şey varsa yap, biz de bildiğimiz gibi yapmaya devam edeceğiz!”
6 – De ki: “Ben de sizin gibi bir insanım. Yalnız, bana şu vahyolunuyor:
“Sizin İlahınız, sadece bir tek İlahtır.
O halde O’na yönelerek doğru yolda yürüyün,
O’ndan af dileyin! O’na eş, ortak uyduranların vay haline!
7 – O müşrikler ki zekât vermez, âhireti de inkâr ederler. [91,9-10; 87,14-15; 79,18]
8 – İman edip makbul ve güzel işler işleyenlere ise, kesintiye uğramayan bir mükâfat vardır.” [18,3; 11,108]
9 – De ki: Siz dünyayı iki günde yaratan Allah’ın tek İlah olduğunu inkâr edip O’na birtakım eşler, ortaklar mı uyduruyorsunuz?
Halbuki bütün bunları yapan, Rabbulâlemindir. [2,29; 7,54; 79,27-33]
Müşriklerin bariz vasfı: Allah’ı rububiyette bir kabul etmekle birlikte, uluhiyette O’nun şerikleri olduğunu iddia etmeleridir.
10 – O, yerin üstünde yüce dağlar yarattı, orayı bereketli kıldı ve orada ihtiyaç sahipleri için dengeli olarak gıdalarını düzenledi. Bütün bunlar dört evrede oldu.
Yerde yaratılan bereketlerden maksat, yüz binlerce yıldan beri en küçük canlıdan, yüz binlerce canlı türüne mensup hadde hesaba gelmeyen yaratıkların faydalandığı hava, su, madenler, bitkiler ve hayvanlar gibi kaynaklardır.
11 – Sonra iradesi, bir gaz halinde olan göğe yöneldi. Ona ve yere şöyle buyurdu:
“İsteyerek de olsa, istemeyerek de olsa emrime gelin!” onlar da: “Gönüllü olarak geldik.” dediler.
12 – Derken, iki gün içinde, gökleri yedi kat olarak şekillendirdi ve her bir göğe kendisine ait işi vahyetti.
Biz dünya semasını kandillerle, yıldızlarla süsledik, bozulup yıkılmaktan koruduk. İşte bu, azîz ve alîm (üstün kudret sahibi, her şeyi en mükemmel tarzda bilen Allah)’ın takdiridir.
Cenab-ı Hak kâinatı yaratmayı dileyince sonsuz kudretini izhar ederek, ölçüsü belirsiz bir enerji meydana getirdi ve o enerji zamanla yoğunlaşıp gaz halini aldı ve sonra da yoğunlaşıp bugünkü katı durumuna geçti. Yerküre iki jeolojik devirde oluşmuş ve sonra da oradaki kaynaklar belirlenerek, plan uyarınca dört jeolojik devirde oluşup bugünkü duruma gelmiştir. Zira âyetteki yevm kelimesi, başlangıç ve sonu kesin bilinmeyen uzun bir devir anlamına gelmektedir (...) Gökler, yerküre ile birlikte iki uzun devirde yedi tabaka haline getirilmiştir. Çünkü hepsi gaz halinde idi. Yoğunlaşıp katılaşması hep birlikte, iki devirde olmuştur. Bu âyetler müteşabih olduğundan başka yorumlar da mümkündür.
Âyette fe bağlacı zaman tertibi değil, beyan tertibini ifade eder, onun için “derken” diye çevirdik.
79, 30 âyeti önce gök, sonra yer; 41, 12 âyeti önce yer sonra gök; 21, 30 âyeti ise beraber yaratıldıklarını ifade eder gibidir. Bu durumda ortaya çıkan sorunun cevabı şöyledir: Yaratmanın başlangıcında gökler ve yer beraber iken, yerküre diğer cisimler arasında hepsinden önce yoğunlaşıp katılaşmış, derken Allah’ın iradesi göğe yönelerek orayı yedi sema halinde düzenlemiş, daha sonra yerkürenin düzenlenmesini gerçekleştirmiştir.
13 – Eğer yüz çevirirlerse sen şöyle de: “Ben, sizi Âd ve Semûd halklarını çarpan kasırga gibi bir kasırganın geleceğini bildirerek uyarıyorum.”
14 – Kendilerine önlerinden, arkalarından resullerimiz:
“Allah’tan başkasına sakın ibadet etmeyiniz!” dediklerinde onlar: “Rabbimiz dileseydi, üstümüze melekler indirirdi.
Böyle olunca biz, sizinle gönderilen şeylerin hepsini inkâr ettik!” dediler.
15 – Âd halkına gelince: Onlar dünyada haksız ve sebepsiz yere büyüklük taslayıp,
“Kuvvet yönünden var mı bize galip gelecek?” dediler.
Halbuki kendilerini yaratan Allah’ın, o mahlûklardan daha kuvvetli olduğunu görüp anlamadılar mı?
Onlar Bizim âyetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı.
16 – Biz de onların üzerine, o uğursuz günlerde bir kasırga gönderdik.
Bunu onlara dünya hayatında bir rezillik ve rüsvaylık tattırmak için yaptık.
Âhiret azabı ise daha çok rüsvay eder. Hem orada hiç kimse kendilerine yardım edemez. [69,7; 54,19]
Burada Âd halkının felakete uğradığı günler, onlar için uğursuz olarak nitelendirilmiştir. Aksi halde bu günlerde bir uğursuzluk olsaydı, başka zamanlarda, başka kimselere de uğursuzluk meydana gelirdi.
17 – Semûd halkına gelince Biz onlara da doğru yolu gösterdik; fakat onlar körlüğü hidâyete tercih ettiler.
Derken işledikleri işler sebebiyle alçaltıcı bir azap yıldırımı onları alıverdi.
18 – İman edip de Allah’a karşı gelmekten sakınanları da kurtardık.
19 – Günü gelecek, Allah’ın düşmanları toplanıp cehenneme sevk olunmak üzere, baştan sona tutuklanacaklar.
20 – Nihayet oraya ulaştıklarında kulakları, gözleri ve derileri yaptıkları işleri söyleyip kendi aleyhlerinde şahitlik ederler. [36,65]
21 – Derilerine: “Niçin aleyhimizde şahitlik ettiniz?” deyince onlar:
“Bizi konuşturan, her şeyi konuşturan Allah’tır.
Zaten sizi ilkin yaratan ve sonunda da huzuruna ***ürüleceğiniz Rabbiniz de O’dur.”
22 – Siz, kulaklarınızın, gözlerinizin, derilerinizin,
aleyhinizde şahitlik edecekleri bir günün geleceğine inanmıyor ve ondan sakınmıyordunuz,
ayrıca siz, yaptıklarınızın çoğunu, Allah’ın bilmediğini sanıyordunuz.
23 – İşte Rabbiniz hakkında beslediğiniz bu kötü zandır ki sizi mahvetti de, o yüzden hüsrana uğrayanlardan oldunuz.
Bir hadis-i kudside Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Kulum Beni nasıl bilirse, Ben ona öyle muamele ederim”
24 – Eğer sabredip dayanabilirlerse, cehennem zaten kendi yerleşme yerleridir.
Şayet özür dileyip Rab’lerini razı etmek için tekrar dünyaya dönmek isterlerse, onlara bu imkân verilmez.
25 – Biz onların yanına birtakım arkadaşlar katarız.
Bunlar, onların önlerinde ve arkalarında ne varsa yaptıkları her türlü işi süsler, cazip gösterirler.
Böylece cinlerden ve insanlardan gelmiş geçmiş toplumlar hakkında yürürlükte olan cezalandırma hükmü, onlar hakkında da gerekli olur.
Çünkü onların hepsi kendilerini hüsrana atmışlardı. [43,36-37]
26 – Bir de kâfirler dediler ki: “Şu Kur’ân okunduğunda ona kulak vermediğiniz gibi, ona karşı yaygara koparıp onun, başkaları tarafından anlaşılmasını da engelleyin.
Ancak böyle yaparak üstünlük sağlayıp onu bastırmayı umabilirsiniz.” [7,204]
27 – İşte Biz de onun için o kâfirlere dünyada şiddetli bir azap tattıracağız ve âhirette de yaptıkları o pek kötü işlere göre hak ettikleri karşılığı vereceğiz.
“Yakınları ziyaret, onlara sahip çıkma, muhtaçlara yardım, insanlara faydalı olma gibi güzel davranışlarını değil de, dünya ve âhiret mutluluğunun esası olarak insanlığa hediye edilen bu Kur’ân hidâyetine düşmanlık etme ile ortaya çıkan bu en büyük suçu göz önüne alarak müstahaklarını vereceğiz” anlamına gelir.
28 – İşte Allah düşmanlarının cezası da: O ateş!
Âyetlerimizi bile bile red ve inkâr ettiklerinden ötürü onlara orada ebedî kalmak vardır.
29 – Kâfirler cehennemde: “Ey ulu Rabbimiz!” derler,
“gerek cinlerden, gerek insanlardan bizi saptıran o şeytanları bize bir gösteriver de onları ayaklarımızla çiğneyelim, aşağıların aşağısı olsunlar” [7,38; 16,88]
30 – “Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra da istikamet üzere, doğru yolda yürüyenler yok mu,
işte onların yanına melekler inip: “Hiç endişe etmeyin, hiç üzülmeyin ve size vâd edilen cennetle sevinin!” derler.
31-32 – Dünya hayatında da, âhirette de biz sizin dostunuzuz. Orada sizin canınızın çektiği her şey, Gafur ve Rahîm’den (affı, merhamet ve ihsanı bol olan Allah tarafından) bir ikram olarak sizindir.
Hem orada siz bütün istediklerinize kavuşacaksınız.
Meleklerin inmesi sırasında müminlerin onları görmeleri gerekmez. Melekler onları cesaretlendirmek, teselli etmek için gelir ve kalplerine kuvvet verirler.
33 – Allah yoluna çağıran, makbul ve güzel işler işleyen ve “Ben Müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel söz söyleyen kim olabilir?”
Bu âyetlerin indirildiği sırada imanını açıklamak, hayatını tehlikeye atmak demekti. Hele İslâm’ı yaymağa çalışmak, kana susamışları dâvet etmek mânasına geliyordu. Âyet başta Hz. Peygamber (a.s.) olarak müezzinleri ve Allah’ın dinine hizmet eden herkesi kapsamına alır.
34 – İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak.
Bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş!
Şer, galip göründüğü durumlarda bile, aslında zayıftır.
Zira mahiyeti icabı çökmeye mahkûmdur.
Hayır ve dürüstlük ise gönüller fetheden, bizatihi bir kuvvettir. İyilik ve kötülük açık bir tarzda karşı karşıya geldiklerinde iyiliği takdir, kötülükten nefret etmeyen az insan bulunur. Şu halde “İyilikle kötülük bir olmaz.”
Kötü davranışı affetme bir iyiliktir. Fakat afla beraber iyilik etmekle, karşıdakinin gönlü fethedilir. Bunun pek az istisnası olabilir ki nadir, yok hükmündedir. Ama bu, öyle kolay bir iş değildir.
35 – Ama kötülüğe karşı iyilik hasleti, ancak sabredenlerin kârıdır, faziletten yana nasibi bol olanların kârıdır. {KM, Luka 19,26}
36 – Eğer şeytandan gelen bir vesvese seni dürterse hemen Allah’a sığın. Çünkü O, her şeyi işitir, her şeyi mükemmel tarzda bilir. [7,199-200; 23,97-98]
Hak ile batıl mücadelesinde müminler kötülüğe karşı iyilikle cevap verdiğinde, şeytan üzüntüsünden kahrolur. Az da olsa bir yanlış davranışta bulunmalarını ister ki müminlerin lehinde düşünenleri kandırabilsin. Hatta müminler, kendilerine yapılan zulme karşılık verirken azıcık ölçüsüz davranırlarsa, “Şeytanın vesvesesinin etkisinde kalmış” sayılırlar. Müminler bu sebeple, büyük kuvvetlerini kaybederler. Çünkü yüzde yüz haklılıklarına ufak bir gölge düşürmüş, aleyhtekilere küçük bir bahane vermiş olurlar. Bu âyetin pek güzel bir tefsiri şu hadis-i şerifte yer alır:
Bir gün bir adam gelip Hz. Ebû Bekir (r.a.)’a sürekli hakaret etti. Hz. Peygamber (a.s.) da, orada bulunuyordu. Adam hakaret ettikçe Hz. Ebû Bekir dinliyor, cevap vermiyordu. Hz. Peygamber (a.s.) ise tebessüm ediyordu. Nihayet Ebû Bekir dayanamayıp sert bir karşılık verince Hz. Peygamberin çehresi değişti ve oradan ayrıldı. Ebû Bekir peşinden kalkıp sebebini sorunca buyurdu ki: “Sen sükût ettiğin sürece, bir melek senin yerine cevap veriyordu. Fakat sen ağzını açınca yanına şeytan geldi. Ben şeytanın olduğu yerde bulunmam.” (İmam Ahmed, Müsned)
37 – Gece gündüz, Güneş, Ay, hepsi O’nun âyetlerindendir.
O halde Güneş’e ve Ay’a değil, onları öylece yaratana secde edin, eğer O’na ibadet ediyorsanız!
Bu âyet, secde âyetlerindendir.
38 – Eğer kibirlenecek olurlarsa, şunu bilsinler ki Rabbinin nezdinde olan melekler, gece gündüz O’nu tenzih, tesbih ederler ve asla usanmazlar.
39 – O’nun kudretinin ve hikmetinin delillerinden biri de şudur ki:
Sen yeri boynu bükük, kupkuru görürsün.
Fakat Biz üzerine su indirince yer harekete geçip kabarır.
İşte bu yere kim hayat veriyorsa ölüleri de O diriltecektir.
Çünkü O her şeye kadirdir.
40 – Âyetlerimiz konusunda, haktan sapanlar bize gizli kalmazlar.
Şimdi söyleyin bakalım: Cehenneme atılmak mı iyidir, yoksa kıyamet günü büyük duruşmaya tam bir güven içinde gelmek mi?
İstediğinizi yapın, çünkü O, bütün yaptıklarınızı görmektedir.
İlhad: İstikametten uzaklaşmak, asıl maksattan sapmak, dinden uzaklaşmak anlamlarına gelir.
41-42 – Kendilerine gelen bu şanı yüce dersi inkâr edenler elbette cezadan kurtulamazlar.
Halbuki o eşsiz ve pek kıymetli bir kitaptır.
Öyle bir kitaptır ki batıl ona ne önünden, ne ardından, hiç bir taraftan yol bulamaz.
(Tam hüküm ve hikmet sahibi, bütün hamdlerin ve övgülerin sahibi) o hakîm ve hamîd tarafından indirilmiştir.
43 – Sana söylenenler, senden önceki peygamberlere söylenen sözlerden başka bir şey değildir.
Senin Rabbin hem mağfiret, hem de gayet acı bir azap sahibidir.
44 – Eğer biz Kur’ân’ı yabancı bir dille gönderseydik derlerdi ki:
“Neden, onun âyetleri açıkça beyan edilmedi? Dil yabancı, muhatap arap! Olur mu böyle şey?”
De ki: “O, iman edenler için hidâyet ve şifadır.”
Ama iman etmeyenlerin kulaklarında ağırlıklar vardır. Kur’ân onlara kapalı ve karanlık gelir.
Onların, çok uzak bir yerden sesleniliyor da söyleneni hiç anlamıyorlar gibi bir halleri vardır. [26,198-199; 17,82]
Bu, kâfirlerin inatlarının tezahürlerinden biridir. Hz. Peygambere: “Senin anadilin olan Arapça ile bir şeyler söylemeni vahiy kabul etmemizi bekleme! Ama sen durup dururken “Farsça, Rumca gibi bir dille kusursuz bir beyanda bulunursan işte o zaman “Bu bir mûcizedir!” diye kabul edebiliriz.” demek istiyorlar. Onlara verilen cevapta: “Biz onlar anlasınlar diye kendi dilleriyle indirdik. Eğer yabancı dilden olsaydı bu sefer de: “Ne tuhaf! Arap olana yabancı dille hitap ediliyor!” Yani şöyle demek isteyeceklerdi: “Gelin de görün: Araplara gönderilen peygamber yabancı dil konuşuyor. Ne kendisinin, ne de halkının bilmediği dille onlara hitap etmesi hiç akıl kârı mıdır?”
45 – Gerçekten Biz Mûsâ’ya da kitap vermiştik de Kur’ân hakkında bunlar ihtilaf ettiği gibi, onun hakkında da ihtilaf edilmişti.
Eğer Rabbinden haklarındaki azabı erteleme ve hükmü kıyamete bırakma şeklinde daha önce bir hüküm verilmiş olmasaydı, onların işleri çoktan bitirilmişti!
Bu gerçeğe rağmen onlar hâlâ bundan derin bir şüphe içindedirler.
46 – Kim makbul ve güzel işler yaparsa kendi lehine, kim kötülük yaparsa kendi aleyhinedir.
Rabbin kullarına asla zulmetmez.
47 – Kıyamet (yani dirilme) vaktini yalnız O bilir.
O’nun bilgisi ve izni olmaksızın, ne bir meyve tomurcuğundan çıkabilir, ne her hangi bir dişi hamile kalabilir, ne hâmile olan biri yavrusunu doğurabilir.
Gün gelecek: “Neredeymiş Bana ortak saydığınız putlar?” diye nida eder de, müşrikler: “İçimizden buna şahitlik edecek bir tek kişi bile olmadığını Sana arz ederiz!” diyecekler. [7,187; 79,44; 6,59; 13,8; 35,11]
İnsanların çoğunu etkisi altına alan bir yanlışlık da kendisi için en önemli işi bırakıp daha tâli işlerle meşgul olmasıdır. 47-48. âyetler, kıyametin zamanını soranların dikkatlerini, kendilerinin verecekleri hesaba çekmektedir. Bir gün Peygamber Efendimiz (a.s.)’a yolda rastlayan biri: “Kıyamet ne zaman?” diye sorunca: “Ey Allah’ın kulu! Sen kıyamet için ne hazırladın?” diye cevap vererek aynı noktaya dikkat çekmiştir.
48 – Böylece daha önce ibadet ettikleri putlar ortadan kaybolur, müşrikler de kaçacak yer kalmadığını anlarlar.
49 – İnsan mal mülk istemekten usanmaz, ama kendisine maddî sıkıntı dokununca hemen ye’se düşer, ümitsiz olur. [96,6-7; 10,12]
50 – Başına gelen bir sıkıntıdan sonra, tarafımızdan ona nimet tattırırsak:
“Bu benim hakkımdı zaten,
Kıyametin geleceğini de pek zannetmem.
Ama olur da (müminlerin dediği gibi), Rabbimin huzuruna ***ürülecek olsam bile,
O’nun yanında en güzel ne varsa o da benim olur, (hiç tereddüdünüz olmasın)!” der.
Biz elbette o kâfirlere, dünyada yapmış oldukları her şeyi tek tek bildireceğiz ve onlara şiddetli bir azap tattıracağız.
51 – Biz insana nimet verdiğimizde o, şükürden yüz çevirir, başını alır uzaklaşır.
Fakat kendisine sıkıntı dokununca, bir de bakarsın uzun uzun yalvarır durur. [17,83; 11,9]
52 – Artık söyleyin bakalım: Eğer bu Kur’ân Allah tarafından gönderilmiş de, siz bunu red ve inkâr etmişseniz,
o takdirde haktan iyice uzaklaşmış olan sizlerden daha sapık kim olabilir?
53 – Evet, Biz ileride onlara delillerimizi gerek dış dünyada, gerek kendi öz varlıklarında göstereceğiz; ta ki Kur’ân’ın, Allah tarafından gelen gerçeğin ta kendisi olduğu onlar tarafından da iyice anlaşılacak.
Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi? [4,166]
Âyetlerin gösterilmesi başlıca şu iki şekilde açıklanır: 1- Kur’ân’ın dâvetinin kısa zamanda dünyada yayılması. 2- Allah’ın insanlara yeryüzünde ve gökte, Kendi varlığına ve birliğine dair delilleri göstermesi. Kur’ân’da bildirdiği birçok hakikatin insanların yaptıkları bilimsel keşiflerle iyice anlaşılarak, Kur’ân’ın Allah katından geldiğini anlamaları.
54 – Ama dikkat edin ki onlar Rab’lerine kavuşma hususunda şüphe içindedirler.
İyi bilin ki O, her şeyi ilmi ve kudreti ile kuşatmıştır.
 
mümin suresi meali

Mekke döneminin sonlarında inmiş olup 85 âyettir. Sûrenin meşhur olan iki adı vardır. el-Mü’min isminin sebebi, 28. âyette geçen mümin zattır. Gâfir ismi ise sûrenin üçüncü âyetinde yer alan ilahî sıfattan gelmektedir. Havâmim diye çoğul şekli yapılan 40-46. sûrelerin (7 Hâmim’ler) hepsine birden bu isim verilmektedir.
Bu sûre önce Allah’ın bazı vasıflarını, kâfirlerin O’nun yolundan saptıklarını, daha önce bazı sapkınların cezaya uğratıldıklarını, Hz. Mûsâ (a.s.)’ın tebliği, ona olan imanını uzun süre gizlemiş olan üst düzey devlet yetkilisi müminin gerçeği ortaya koyup tebliğ ve irşadda bulunması, Allah’ın kudret ve hikmetini gösteren bazı kevnî âyetlerden sonra, hakkı yalan sayanların fecî âkıbetlerini bildirerek sona erer.


Bismillâhirrahmânirrahîm.
1-2 – Hâ, Mîm. Bu kitabın vahyolunup bölüm bölüm indirilmesi,
azîz ve alîm (üstün kudret sahibi, her şeyi en mükemmel tarzda bilen) Allah tarafındandır.
Hâ, Mim, İbn Abbas (r.a)’dan nakledildiğine göre Allah Teâlânın ism-i âzamıdır.
3 – O, aynı zamanda günahları bağışlar, tövbeleri kabul buyurur, ama cezalandırması da çetin olup, lütuf ve ihsanı pek geniştir.
Ondan başka tanrı yoktur.
Dönüş yalnız O’na olacaktır. [15,49-50; 14,34; 13,41]
4 – Allah’ın âyetlerine karşı ancak kafirler mücadele ve husumet ederler. Fakat onların şimdilik dünyada, rahat rahat dolaşmaları seni tasalandırmasın.
Din düşmanlarının servetlere ve maddi kuvvetlere malik olmaları, geçici bir imtihandır. Onlar bu husumetlerinin cezasını ileride göreceklerdir. Ayet, Hz. Peygamber (a.s.m) döneminde Şam, Yemen gibi diyarlarda İslam düşmanlığı yapanların sonlarının geldiğine de işaret etmektedir.
5 – Kendilerinden önce Nûh halkı, onlardan sonra gelen daha birtakım gruplar da dini yalan saydılar.
Her toplum tartaklamak için, resullerine karşı harekete geçtiler ve hakkı yıkmak için birtakım batıl iddialar ileri sürdüler, ama Ben de onları kıskıvrak yakalayıverdim.
İşte düşünün: Benim cezalandırmam nasılmış, bir görün! [3,196-197; 31,24]
6 – İnkârcıların cehennemlik olduklarına dair Rabbimin hükmü böylece kesinleşti.
7 – Arşı taşıyan, bir de onun çevresinde bulunan melekler devamlı olarak Rab’lerini zikir ve O’na hamd ederler.
O’na gerçekten inanır ve müminler için şöylece af dileyip dua ederler:
“Ey Ulu Rabbimiz, senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır!
O halde tövbe edenleri ve Senin yoluna tâbi olanları, affet
ve onları cehennem azabından koru!”
Hamele-i Arş dört olup, 69,17 âyeti gereği, kıyamet günü sekize çıkarılacaklardır. Arşı yüklenmeleri; onların koruma ve organizasyon ile görevli olduklarını, mecazî olarak bildirmeden ibarettir. Yahut arş sahibi olan Allah’a yakınlıklarına da îma olabilir.
8 – “Ey bizim ulu Rabbimiz! Sen, onları ve onlarla birlikte
babalarından, eşlerinden ve nesillerinden iyi kimseleri
kendilerine vâd ettiğin Adn cennetlerine yerleştir.
Muhakkak ki Sen azîz ve hakîmsin (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibisin). [52,21]
9 – Hem onları kötülüklerden, günahlardan koru.
Sen kimi dünyada kötülüklerden korursan, muhakkak ki ona (ukbada) merhamet edersin.
İşte asıl kurtuluş ve büyük mutluluk da budur.
Seyyiat üç anlama gelebilir ki burada üçü de kasdolunmuştur: 1. Yanlış inanç, kötü ahlâk ve kötü işler, 2. Dalâlet ve kötü işlerin vebali. 3. Dünyada, berzahta ve kıyamet günündeki âfetler ve eziyetler.
10 – Kâfirlere şöyle nida edilir: “Allah’ın size gazabı, sizin kendinize olan buğzunuzdan daha şiddetlidir.
Zira siz imana dâvet edildiğinizde red ve inkâr ederdiniz.”
11 – Onlar ise: “Ya Rabbenâ, derler, Sen bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin.
İşte günahlarımızı itiraf ettik.
Şimdi, telafi etme için buradan çıkmaya bir yol yok mudur?” [32,12; 35,37; 23,107-108]
Bu âyet ile 2,28’den çıkan duruma göre insan dört safhadan geçer: 1. Ölü (yani yokluk) hali. 2. Hayata mazhar olup dünyaya gelmesi. 3. Ölüm. 4. Ölümden sonra diriliş. Kâfirler ilk üç safhayı mecburen kabul ederken, Peygambere inanmadıklarından sadece son safhayı inkâr ediyorlardı.
Ayet verdiğimiz anlamı ifade edip tenasüh (reenkarnasyon, yani insanların defalarca ölüp başka bedende tekrar dünyaya gelmeleri) inancı ile ilgisi yoktur. İnsanın yaratılış gayesine, ölümden sonra dirilip dünyada hak ettiğine göre mükafat veya ceza göreceğine dair manası kesin ayetlerle tenasühü bağdaştırmak mümkün değildir.
12 – Onlara şöyle cevap verilir:
“Bu hale düşmenizin sebebi şudur ki: Allah’ın birliğine inanmaya çağırıldığınızda reddederdiniz, ama O’nun eşinden, ortağından bahsedildiğinde inanırdınız.
Artık şimdi hakkınızdaki karar o çok ulu ve yüce Allah’a aittir.” [6,27-28]
13 – Size kudret ve hikmetine dair delillerini gösteren,
gökten size rızık indiren O’dur.
Fakat ancak gönülden Allah’a dönen kimse düşünüp ibret alır.
14 – O halde kâfirler hoşlanmasalar da siz, ibadeti gönülden ve yalnız Allah’a yaparak O’na dua edin.
15 – O, dereceleri yükselten, arş sahibi olan Allah, o büyük buluşma gününün dehşetini haber vermek için,
kullarından dilediğine emrini tebliğ için rûhu indirir. [70,3-4; 16,2; 26,192-194]
Rûh kavramı ile: vahiy ve nübüvvet kasdedilmiştir.
16 – O büyük buluşma günü, bütün insanların mezarlarından kalkıp meydana çıkarıldıkları bir gündür.
Öyle ki onların işlerinden ve hallerinden bir tek şey bile Allah’a saklı kalamaz.
Allah onlara şöyle hitab eder: “Bugün mülk ve hâkimiyet kimin?
Mutlak galip, tek hâkim olan Allah’ın!”
17 – Bugün her kişi, ne işlemişse onun karşılığını alır,
bugün kimseye haksızlık edilmez.
Muhakkak ki Allah hesapları pek çabuk görür. [31,28; 54,50]
18 – Onları, yaklaşan müthiş güne karşı uyar!
Yürekler ağıza gelir, yutkunur da yutkunurlar.
O zalim kâfirlerin ne dostları, ne de sözüne itibar edilir şefaatçileri olmaz. [53,57-58; 54,1; 21,1; 16,1, 67,27; 78,38]
19 – O, gözlerin hain bakışını ve kalplerin sakladığı bütün şeyleri dahi bilir.
20 – Allah, hakkı ve adaleti gerçekleştirir.
Müşriklerin yalvardıkları putlar ise hiçbir iş yapamazlar.
Çünkü Allah her şeyi hakkıyla işitir ve görür. [53,31]
21 – Hiç dünyada dolaşıp da kendilerinden önce gelip geçenlerin âkıbetlerinin nasıl olduğunu görmüyorlar mı?
Onlar gerek kuvvet, gerekse dünyada bıraktıkları eserler yönünden kendilerinden daha güçlü idiler.
Öyle iken Allah onları günahları sebebiyle yakalayıp cezalandırdı
ve Allah’a karşı kendilerini koruyan da çıkmadı. [46,26; 30,9]
22 – Böyle oldu... Zira peygamberleri kendilerine açık açık delillerle geldikleri halde bunlar onları red ve inkâr ettiler.
Allah da onları yakalayıp cezalandırdı. Çünkü O pek kuvvetlidir, cezası da çetindir.
Beyyinat (açık deliller) şu üç anlama gelebilir: 1. Allah tarafından gönderilen Peygamberler. 2. Peygamberlerin getirdikleri mesaj. 3. Dünya hayatı hakkında vaz edilen kurallar.
Bu kurallar, dürüstlüğü öğreten ve hep dürüst yaşayan bir insanın, yalancı ve menfaatçi olmadığının açık bir delilidir.
23-24 – Gerçekten Biz Mûsa’yı âyetlerimiz, mûcizelerimiz ve apaçık bir yetki ile Firavun’a, Hâman’a ve Kârun’a gönderdik de onlar:
“Bu yalancı bir sihirbazdır!” dediler. [51,52-53]
25 – Mûsa onlara Bizim tarafımızdan gerçeği getirince,
“Onun yanında bulunan müminlerin oğullarını öldürün, kızlarını ise hayatta bırakın!” dediler.
Fakat kâfirlerin hile ve tuzakları boşa çıkar. [14,6; 2,49]
Hz. Mûsâ’nın doğumundan önce de Firavun böyle bir uygulama yaptırmış, bilâhere bu uygulamaya son vermişti.
Fakat Hz. Mûsâ peygamber olarak gönderilince, öncekinin yerine geçen yeni Firavun da aynı endişelerden hareketle, tekrar erkek çocukları öldürtmeye başladı.
26 – Firavun: “Bırakın beni, şu Mûsâ’yı öldüreyim. O da varsın Rabbine yalvarsın, bakalım O kendisini kurtaracak mı? Zira bu gidişle onun, sizin dininizi değiştireceğinden veya ülkede anarşi çıkaracağından endişe ediyorum.” dedi.
Burada dinden maksat: Mısır toplumunun tuttuğu yol ve medeniyettir. Firavun aslında kendi saltanatının yıkılacağından korktuğu halde, birçok politikacı gibi, güya halkı düşündüğü için, onlar namına Mûsâ’yı yok etmeye giriştiğini ileri sürüyordu.
27 – Mûsâ da şöyle dedi: “Ben, âhirete, hesap gününe inanmayan her kibirli ve zorbadan benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a sığınırım.”
28-29 – Firavun hanedanından olup o zamana kadar iman ettiğini saklayan biri kalkıp şöyle dedi: “Ne o, siz bir insan “Rabbim Allah’tır!” dedi diye kalkıp onu öldürecek misiniz? Halbuki o Rabbiniz tarafından açık belgeler ve mûcizeler de getirdi.
Eğer yalan söylüyorsa, yalanı zaten kendi aleyhinedir. Ama şayet doğru söylemişse, en azından onun sizi tehdit ettiği şeylerin bir kısmı başınıza gelecektir.
Şu bir gerçektir ki Allah haddi aşan, yalancı kimseleri iflah etmez.
Ey (benim) sevgili milletim! Bugün hakimiyet sizindir, ülkede üstünlük sizdedir. Ama yarın Allah’ın azabı başımıza gelir çatarsa, söyler misiniz hangi kuvvet bizi kurtarabilir?”
Buna karşılık Firavun: “Ben size sadece kendimce uygun bulduğum görüşü bildiriyor ve size tutulması gereken doğru yolu gösteriyorum” dedi.
“Firavunun sarayındaki mümin” kıssası, Tevratta ve Talmud’da yer almayan bir kıssa olup, İsrail tarihi ile ilgili olarak Kur’ân’ın dünya tarihine bir armağanıdır.
Bu zat hissiyattan uzak, tarafsız konuştuğu intibaını vermeğe ihtimam göstermekte ve münazarada insaf prensibini uygulamaktadır. Zira önce onun yalancı olma faraziyesini, sonra vâd ettiği her şey olmasa dahi, bir kısmının gelme ihtimalinin bile onları nasıl düşündürmesi gerektiğini anlatmak istemiştir.
Bu zat imanını belirtmeksizin müphem bir ifade ile şöyle demek istiyor: “Sizler Mûsâ’nın dürüst olduğunu tesbit etmekle beraber yalancılıkla itham ediyorsunuz. Bu iki zıt vasıf bir arada bulunamaz. Şu halde insanlara bile yalan söylemeyen bir kimse, Allah’ın elçisi olmadığı halde hiç Allah adına yalan uydurur mu? “O, beni size elçi olarak gönderip şöyle şöyle dedi’” diyerek en müthiş, en tehlikeli yalanı söyler mi?” Yahut muhataplarına şunu anlatmak istemektedir: “Siz haddi aşıp Mûsâ’yı öldürürseniz bilin ki Allah böyle yapanları asla iflah etmez!”
Öyle anlaşılıyor ki Firavun, kabinesindeki bu zatın iman ettiğini fark etmemişti. Zira ona kızdığına dair bir alâmet zikredilmiyor. Bununla beraber, sözlerinin gereğini yapma cihetine de gitmiyor.
30-31 – O imanlı zat bunun üzerine: “Ey benim milletim!” dedi, “Ben sizin hakkınızda Nuh milletinin, Âd milletinin, Semûd milletinin ve ondan sonraki milletlerin başına gelen âkıbetin sizin de başınıza gelmesinden endişe ederim. Yoksa suçsuzlara azab etmek sûretiyle Allah kullarına zulmetmek istemez.”
32 – “Ey benim milletim! Ben sizin hakkınızda o feryadu figan gününden, birbirinizden imdad isteyeceğiniz günden endişe ediyorum.”
33 – “O gün arkanızı dönüp kaçmak istersiniz ama ne çare! Sizi Allah’ın azabından koruyacak hiç kimse bulunmaz. Evet Allah kimi şaşırtırsa, artık ona yol gösteren olmaz.”
34 – “Daha önce Yusuf da size açık açık delillerle gelmiş,
siz onun getirdiği gerçek hakkında da şüphe edip durmuştunuz.
Nihayet vefat edince: “Ondan sonra Allah artık hiçbir peygamber göndermez!” demiştiniz.
İşte Allah haddi aşan, şüpheci kimseleri böyle şaşırtır.
Bundan maksat şudur:
“Sizin selefleriniz de vaktiyle Mûsâ’nın ecdadından Yusuf’u reddetmişlerdi. Fakat sonra onun faziletini kabule mecbur kaldılar ve onun ülkeye büyük faydasını gördüler. Ona o derece makam verdiniz ki “Artık onun üzerine peygamber olamaz!” diye başka peygamberleri reddetmeye bile bahane yaptınız. Öyleyse dikkat edin, bu sefer göz göre göre yanlış bir iş yapmayın!”
35 – Kendilerine ulaşmış hiçbir delile dayanmaksızın
Allah’ın âyetleri hakkında ileri geri tartışanların bu hareketleri,
hem Allah indinde, hem de iman edenler yanında pek büyük bir gazaba yol açar.
İşte Allah, her kibirli ve zorbanın kalbini böylece mühürler.
36-37 – Firavun: “Haman! benim için bir kule inşa et, dedi,
Umarım ki böylece yükselebillir, göklere yol bulur da Mûsâ’nın Tanrısına ulaşırım.
Gerçi ben onun yalancı olduğunu zannediyorum ya, (neyse!)”
İşte böylece, Firavun’un kötü gidişatı kendisine cazip göründü ve yoldan çıkarıldı.
Sonuç itibariyle Firavunun hilesi ve düzeni de tamamen boşa çıktı [28,38]
Firavun bir gözetleme kulesi yaptırarak teknik bir teşebbüste bulunmak ve bu şekilde Hz. Mûsâ’yı güya yalancı çıkarmak için bir şarlatanlık yapmak istiyordu. Bunda şu iki düşünceden biri vardı: Ya halka diyecekti ki, “İşte gökleri gözetledik, orada Mûsâ’nın dediği İlahı göremedik, olsaydı görünmesi gerekirdi” veya diyecekti ki: “Bakınız! Biz bu kadar malî imkânlarımızla göklere çıkmanın yolunu bulamadık, o halde Mûsâ nereden çıktı da bize onların Rabbi tarafından görevli olduğunu söylüyor?”
Müteakip âyet, Firavun’un bu husustaki aptallığına ve kötü tutumuna işaret eder: Zira Allah’ın varlığını gökler, yer ve yerdeki bunca varlık gösterirken, gökte bir yıldız arar gibi O’nu aramak akıl kârı değildir.
38 – İman eden zat şöyle devam etti:
“Ey benim halkım, gelin bana uyun ki size doğru yolu göstereyim.”
39 – “Ey benim milletim! Bu dünya hayatı, basit bir metâ’dan, geçici bir eğlenceden ibarettir.
Âhiret ise, işte asıl yerleşecek yer orasıdır.”
40 – “Kim bir kötülük işlerse, sadece o kadar cezalandırılır.
Ama, mümin olarak, ister erkek ister kadın, kim makbul ve güzel bir iş yaparsa, işte onlar cennete girer ve orada hesapsız nimetlere nail olurlar.”
41 – “Ey benim (sevgili) milletim, nedir bu başıma gelen?
Ben sizi kurtuluşa dâvet ederken, siz tutup beni ateşe çağırıyorsunuz!”
42 – “Çünkü benim, Allah’ı inkâr etmemi ve O’nun ortağı olduğuna dair hiçbir bilgim olmayan şeyleri,
Kendisine ortak koşmamı teklif ediyorsunuz.
Ben ise sizi (üstün kudret sahibi ve mağfireti pek bol olan) o Azîz ve Gaffâr’ın yoluna dâvet ediyorum.”
“Rububiyette değilde, mâbudiyette şerik olduğuna dair hakkında hiçbir ilmim olmayan şeyler” demektir. Burada ilmi nefyetmekten maksat, mâlumu reddetmektir. Ve bir de şuna işaret vardır: Uluhiyet, yani İlah olmak için, mutlaka onun hakkında bilgi sahibi olmayı icabettirecek delil lâzımdır.
43 – “Hiç şüphe yok ki sizin beni tapmaya dâvet ettiğiniz putların,
ne dünyada, ne de âhirette, asla kendilerine ibadete dâvet yetkileri yoktur.”
“Şu kesin ki: hepimizin dönüp varacağı yer Allah’ın huzurudur
ve haddi aşanlar cehennemi boylayacaklardır.” [46,5-6; 35,14]
44 – “Size söylediğim şu sözleri yakında hatırlayacaksınız.
Artık ben işimi Allah’a bırakıyorum.
Çünkü Allah kullarını pek iyi görmektedir.”
45 – Allah onu, o kâfirlerin tuzaklarının şerrinden korudu.
Firavun hanedanını da kötü azap kuşatıverdi.
Öyle anlaşılıyor ki bu zat çok muteber bir mevkide olduğundan, bu sözlere rağmen Firavun ona ilk merhalede bir zarar veremedi. Fakat en yakın çevresinin bile Mûsâ’yı kabul ettiğini görerek, ondan etkilenenleri tasfiye etme planlarına girişti. Bu arada Hz. Mûsâ’ya hicret emri geldi. Peşine düşen Firavun suda boğuldu.
46 – Onlar sabah akşam ateşin karşısına getirilirler. Kıyamet koptuğunda da: “Haydi, Firavun hanedanını en şiddetli azaba sokun!” denilir.
Âyet kabir azabına işaret eder. Kabirde azap ruhlaradır. İbn Mes’ud (r.a)’dan rivayet edildiğine göre kâfirlerin ruhları siyah kuşların bedenine girip sabah akşam cehenneme karşı tutulurlar, bu iş kıyamet gününe kadar böylece devam eder.
Buharî ve Müslim tarafından nakledilen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (a.s.) ister cennetlik, ister cehennemlik olsun, ölen kişiye kabirde, sabah akşam gideceği yer gösterilip “İşte dirildikten sonra gideceğin yer!” denileceğini bildirmiştir.
47 – Ateşin içinde birbirleriyle tartışırlarken zayıflar, dünyada büyüklük taslayanlara:
“Biz bunca zaman size tâbi olduk, bari ateş azabının bir kısmını olsun kaldırabilir misiniz?”
48 – Büyüklük taslayanlar da: “Bizim hepimiz ateşin içindeyiz.
Allah kulları arasında vereceği hükmü verdi, iş bitti!”
49 – Ateşte olanlar bu sefer, cehennem bekçilerine:
“Ne olur, Rabbinize bizim için yalvarın. Bir gün olsun, azabımızı hafifletsin!” derler.
50 – Onlar: “Peygamberleriniz size açık açık delillerle gelmediler mi?” deyince:
“Evet!” diye cevap verirler.
Bu defa onlar: “O halde siz kendiniz yalvaracaksanız yalvarın (biz sizin durumunuzdaki kimseler için dua etmeyiz.)” derler.
Kâfirlerin duaları ise neticesiz kalır.
51 – Biz resullerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında,
hem de şahitlerin çağırılıp dinlendiği günde, elbette yardım ederiz.
52 – O gün zalimlere mazeretleri fayda sağlamaz.
Onlara sadece lânet vardır! Onlara sadece kötü bir yurt vardır!
53 – Biz gerçekten Mûsâ’ya doğru yolu gösteren rehberi verdik
ve İsrail evlatlarını kitaba vâris yaptık.
54 – O kitap, akl-ı selim sahipleri için bir hidâyet rehberi ve öğüt kaynağıdır.
55 – O halde, sen sabret! Çünkü Allah’ın vaadi gerçektir.
Hem günahından istiğfar et, sabah akşam Rabbine hamd ederek zikir ve ibadete devam et.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem günah işlemekten korunmuştur. Ümmetine örnek olmak için ve ümmetinin fertlerinin günahları için istiğfar etmesi söz konusudur.
Yahut burada hitap, Hz. Peygamber (a.s.m)’a olmayıp dolaylı şekilde ümmete hitap edilmektedir. İma yolu ile, ümmetin af dilemesi emredilmektedir.
56 – Kendilerine ulaşan hiçbir delil olmaksızın
Allah’ın âyetleri hakkında ileri geri tartışanların içlerinde olan duygu, sırf bir büyüklük kompleksinden başka bir şey değildir, ama onlar o özendikleri dereceye asla ulaşamazlar.
Sen onların şerrinden Allah’a sığın.
Çünkü O, her şeyi tam mânasıyla işitir ve görür.
Şunu iyi bilmelidir ki; kâfirlerin girişmek istedikleri kısır tartışmanın ötesinde, Kur’ân’ın hakikatlerini açıklamak, müşkillerini gidermek, mütaşabihlerini aydınlatmak, inkârcıların onun aleyhindeki itirazlarını cevaplandırmak, mümine yakışır tarzda mücadele etmek, taatlerin başında gelir.
57 – Gökleri ve yeri yaratmak, insanları yaratmaktan daha büyük bir iştir, ama insanların çoğu gerçeği bilmezler. [46,33]
58 – Görmeyenle gören bir olmaz.
İman edip makbul ve güzel işler yapanlarla
hep kötülük yapanlar da bir olmaz.
Ne de az düşünüyorsunuz!
Âyet âhiretin varlığının aklî deliline işaret eder. Şöyle ki: Âhiret olmazsa mümin ile kâfir, iyi ile kötü bir olur. Kötülükler teşvik edilmiş olur. Ahlâk denilen kavram ortadan kalkar.
59 – Kıyamet (yeni dirilme ve duruşma) saati mutlaka gelecektir.
Bunda hiç şüphe yok.
Fakat insanların ekserisi buna inanmazlar.
60 – Rabbiniz buyurdu ki: “Bana dua edin ki size karşılık vereyim.
Zira Bana ibadet, yani dua etmeyi kibirlerine yediremeyenler, zelil ve rezil olarak cehenneme gireceklerdir.” {KM, Yeremya 33,3; Matta 7,7; Markos 11,24}
Bu âyetten “Duanın ibadetin rûhu” olduğu anlaşılmaktadır. Dua etmek, Allah’a yönelmenin ta kendisidir. Nitekim Hz. Peygamber (a.s.): “Dua, tam tamına ibadettir!” ve yine: “Dua, ibadetin başıdır,” “Dua, ibadetin özüdür” buyurmuştur.
“Allah, kendisine dua etmeyen kuluna azab eder” “Dua, başınıza gelmiş ve gelecek olan musîbetlerden sizi korur. Ey Allah’ın kulları! Dua ediniz” buyurmuştur. Çünkü Allah’ın yardımı olmaksızın, bizim tedbirimiz fayda sağlamaz.
61 – Allah, sükunet bulup dinlenmeniz için geceyi yarattı.
Etrafınızı görüp çalışabilmeniz için de aydınlık olan gündüzü var etti.
Doğrusu Allah, insanlara büyük lütuf sahibidir, fakat insanların ekserisi şükretmezler.
62 – İşte Rabbiniz, bütün bunları yapan, her şeyi yaratan Allah’tır. O’ndan başka ilah yoktur.
Böyle iken nasıl oluyor da bu gerçeği kabul etmekten vazgeçirilebiliyorsunuz?
63 – Gerçek durumu bile bile Allah’ın âyetlerini inkâr edenler, aynı şekilde, haktan vazgeçirilmişlerdi.
64 – Allah o yüce Zattır ki sizin için yeryüzünü yerleşme yeri, göğü de kubbeli bir çatı yapmış, size sûret verip sûretlerinizi de güzel kılmış ve sizi helâl hoş nimetlerle rızıklandırmıştır.
İşte sizin Rabbiniz olan Allah bu Zattır.
Demek âlemlerin Rabbi olan Allah ne Yücedir!
Dünyanın etrafını, portakalın kabuğunun meyve kısmını sarması gibi saran atmosfer küresi, kubbeli çatı durumundadır. Uzaydan gelen zararlı ışınlar, meteorlar gibi dış tesirleri önlemek suretiyle dünyadaki hayatın devamını sağlamaktadır.
Bu âyet insanlar için dünyanın nasıl elverişli halde hazırlandığını, Allah’ın onlara tam münasip bir yaratılış, her türlü organ ve sistemler, birçok nimet ve gıdalar, bitmek tükenmek bilmez imkânlar verdiğini düşündürmektedir.
65 – Tam mânasıyla Diri olan yalnız O’dur.
O’ndan başka tanrı yoktur.
Öyleyse ibadeti gönülden olarak ve yalnız O’na yapın, yalnız O’na yalvarın.
Bütün hamd ve övgüler âlemlerin Rabbi Allah’adır.
66 – De ki: Rabbimden bana açık deliller gelince sizin Allah’tan başka ibadet ettiklerinize tapmam yasaklandı ve bana âlemlerin Rabbine teslim olmam emredildi.
67 – O’dur ki sizi (atanız Âdemi) topraktan, sonra tek tek siz insanları da bir menîden, sonra (rahim cidarına) yapışan bir hücreden yarattı.
Sonra sizi analarınızın karnından bebek olarak çıkarır, derken sizi güçlü kuvvetli bir çağa eriştirir, sonra ihtiyarlık çağına kadar yaşatır.
İçinizden kimi daha da önce öldürülür,
kiminizin ömrü bir vâdeye kadar uzatılır.
Olur ki aklınızı kullanıp bunları düşünürsünüz diye böyle yapar.
68 – Hayatı veren ve hayatı alıp öldüren O’dur.
Bir işin olmasına hükmedince, sadece “Ol!” der, o da hemen oluverir.
69 – Baksanıza Allah’ın âyetleri hakkında tartışanlara, ileri geri konuşanlara!
Nasıl oluyor da haktan vazgeçiriliyorlar?
70 – Kitabı ve elçilerimizle gönderdiğimiz buyrukları yalan sayanlar, suçlarının neticesini yakında öğreneceklerdir. [77,15; 55,43-44; 37,68]
71-72 – Boyunlarında demir halkalar, ayaklarında zincirler olarak önce kaynar suya sürüklenecek, sonra da ateşte cayır cayır yakılacaklardır. [56,41-44]
73-74 – Sonra da kendilerine şöyle denilecektir:
“Allah’tan başka O’na şerik saydığınız putlar nerede?”
Onlar: “Bizden uzaklaşıp ortadan kayboldular.
Daha doğrusu, biz, taptıklarımızın bir hiç olduğunu, şimdi anladık.
Meğerse bizim taptıklarımız, bir hiçten ibaretmiş.”
İşte Allah, kâfirleri böyle şaşırtır. [6,23]
75 – Bu şaşırtmanın sebebi, dünyada haksız yere şımarıp kibirlenmeniz ve taşkınlık yapmanızdır.
Haksız yere (bi gayri hakk): “şirk ve azgınlık yaparak” demektir.
76 – Haydin, içinde devamlı kalmak üzere cehennem kapılarından girin.
Kibirlilerin yeri, ne kötü bir yerdir!
77 – Sabret! Çünkü Allah’ın vâdi gerçektir.
Biz onlara vâd ettiğimizin bir kısmını sana göstersek de,
yahut senin ruhunu yanımıza alsak da, onlar mutlaka sonunda dönüp huzurumuza getirileceklerdir.
78 – Biz senden önce de birçok resul gönderdik.
Onlardan bazısını sana anlattık, bazısını ise anlatmadık.
Hiçbir peygamber, Allah’ın izni olmaksızın bir mûcize getiremez.
Allah’ın emri gelince de hak ve adaletle hükmolunur ve batıl yolda olanlar, (özellikle ısrarla, peygamberin azap getirmesini isteyenler) hüsrana uğrarlar.
Bir hadis-i şerife dayanarak müfessirler Allah Teâlânın çeşitli devirlerde ve yerlerde 124.000 peygamber gönderdiğini söylerler. Kur’ân’da isimleri ve tebliğleri bildirilen peygamberlerin sayısı 28’dir.
Müşrikler, kendilerinin tehdid edildikleri azabı pek ciddiye almadıklarından, Hz. Peygamber (a.s.)’a: “Haydi, göster bakalım!” diye acele ediyorlardı. Âdeta bir oyun ve seyir merakı ile teklifte bulunuyorlardı. Allah Teâlâ ise şunu bildirmek istiyordu: “Mûcize bir oyun değil, bir gösteri değil, bir son fırsattır. Mûcizeden sonra, imana gelmezlerse, fecî sonları geldi demektir.”
79 – Allah O Yüce Zattır ki, sizin binmeniz için hayvanlar yaratmıştır, hem onların bazılarının etlerini de yersiniz.
80 – Sizin onlarda birtakım başka menfaatleriniz de vardır. Ayrıca içinizden hissettiğiniz bir ihtiyacı onlara binerek ve yükünüzü yükleyerek giderirsiniz. Karada onların, denizde gemilerin üzerinde taşınırsınız.
Yerkürenin dörtte üçü su, dörtte biri ise topraktır. Birbirinden denizlerle ayrılan kıtalar arasında ticaret ve sair gayelerle seferler için, su ve rüzgâra ihtiyaç vardır. Ayrıca geceleyin denizde yol alan gemiler, yollarını bulmada gökteki yıldızlardan yararlanırlar. Bunca imkânı, insanın emrine veren Allah, elbette bir hesap soracaktır.
81 – Allah böylece size kudretinin alâmetlerini gösterir.
Artık Allah’ın hangi delillerini inkâr edebilirsiniz?
82 – Onlar hiç dünyayı gezip dolaşmadılar mı ki kendilerinden önceki ümmetlerin âkıbetlerinin nasıl olduğunu görüp ders alsınlar?
Oysa onlar, kendilerinden gerek kuvvet, gerek ülkede bıraktıkları eserler bakımından daha ileri idiler.
Ama onların elde ettikleri bu özellikler kendilerine fayda vermedi. Fecî âkıbetlerini önleyemedi. [40,4-5; 21]
Bu âyet, önceki kısmın özeti olup 4 - 5 ve 21. âyete bir daha göz atılırsa iyi olur.
83 – Resulleri onlara açık açık delilleri getirdikçe, bunlar kendilerinde bulunan bilgi ile şımarıp böbürlendiler (Peygamberlerin getirdiği hidâyetle alay ettiler).
Sonunda alaya almalarının cezası, kendilerini her taraftan kuşatıverdi.
84 – Onlar Bizim azabımızın şiddetini görür görmez
“Allah’ın birliğine iman ettik, ona şerik saydığımız putları da red ve inkâr ettik” dediler.
85 – Fakat şiddetimizi gördüklerinde iman etmeleri kendilerine fayda sağlamadı.
Allah’ın kulları hakkında carî olan uygulaması hep böyle olmuştur.
İşte kâfirler burada hüsrana uğramışlardır.
 
zümer suresi meali

Mekke’de nâzil olmuş olup 75 âyettir. Sûre adını 71. ve 73. âyetlerinde geçen ve “bölükler” anlamına gelen kelimeden almıştır.
Bu sûre Mekke müşriklerinin, müminlere şiddetli bir baskı ve düşmanlık uyguladıkları bir dönemde indirilmiştir. Tevhid inancının gerekliliği, şirkin batıllığı, saçmalığı ve kötü sonuçları bu sûrede vurgulanan esaslardır. İyice zorlanan müminlere hicret kapısını da açar (âyet: 10). İman dâvasından geri adım bekleyen müşriklere Hz. Peygamber (a.s.)’ın kararlılık bildiren ifadeler kullanması emredilerek, kâfirlerin bu konuda ümitleri kesilir (âyet: 39). Kıyamet, dirilişten sonra mahşerde hesap verme, cennet ve cehenneme yapılan sevkiyat bildirilerek insanlar uyarılır.

Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Bu kitabın vahyolunup parça parça indirilmesi, azîz ve hakîm (mutlak galip, tam hüküm ve hikmet sahibi) Allah tarafındandır. [26,192-195; 41,42]
2 – Biz sana kitabı gerçeğin ta kendisi olarak indirdik. O halde sen de ibadetini Allah’a has kılarak yalnız O’na kulluk et! [7,29; 10,22; 29,65; 31,32]
3 – İyi bilin ki halis din, yani bütün gönlüyle candan itaat, yalnız Allah’a yapılır. Allah’tan başka birtakım hâmiler edinerek: “Biz onlara sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” diyenlere gelince, elbette Allah, onların hakkında ihtilaf ettikleri hususlarda aralarında hükmünü verecektir. Allah yalancılığı, nankörlük ve kâfirliği huy edinenleri hidâyet etmez, emellerine kavuşturmaz. [16,36; 21,25; 18,110; 34,40-41]
Buradaki son cümle ile Allah Teâlâ, ezelî ilminde kâfirliği tercih edeceklerini bildiği kimseleri kasdetmektedir.
4 – Eğer Allah evlat edinmek isteseydi yarattıklarından dilediğini seçerdi. Ama o bunu dilememiş, evlat edinmemiştir. O bundan münezzehtir, yücedir. Tek hâkimdir. [21,17; 43,81; 19,90]
Evladı olmak, eşi olmayı da gerektirir. O, eşten münezzehtir. Evlat ihtiyacı noksanlığın, âcizliğin de alâmetidir. Fani varlıklar, öldükten sonra isimlerini ve nesillerini devam ettirmek ihtiyacı ile evlat isterler. Allah bütün bunlardan münezzehtir. Faraza evlat edinmek isteseydi bile, yeryüzündeki insanlar ve diğer mahlûklara gelinceye kadar, semadakilerden, melaikelerden edinirdi. Ama böyle bir şey varit değildir.
5 – O, gökleri ve yeri hikmetle ve ciddî bir maksatla yarattı. Devamlı sûrette geceyi gündüze dolar, gündüzü geceye dolar. Güneş ve ay’ı da sizin hizmetinize veren O’dur. Onlardan her biri belirli bir süreye kadar akarcasına hareket eder. İyi bilin ki O, azîz ve gafurdur (üstün kudret sahibi olup, aynı zamanda çok affedicidir). [7,54; 3,190]
Bu âyette geçen tekvir: “Baş gibi yuvarlak bir cismin etrafında bir şeyi, mesela sarığı dolayıp sarmak” demektir. S. Kutub der ki: “Bu tekvir tabiri, arzda görünen müşahhas bir durumu tasvir etmektedir. Yerküre, güneşin karşısında kendi mihveri etrafında dönmektedir. Arzın yuvarlak olan sathından, güneşe karşı olan kısmını aydınlık kaplar ve gündüz olur. Fakat bu aydınlık kısım devam etmez; çünkü arz dönmektedir. Yer hareket ettikçe gece başlar ve üzerinde gündüz bulunmayan kısım karanlığa bürünür. Arzın sathı yuvarlak olduğu için, üstünde gündüz olan yerler de yuvarlaktır.
Tabiatıyla onu takib eden gece olan yerler de yuvarlak olacaktır. Bir süre sonra öbür taraftan gündüz başlar ve gecenin üzerine dolanır. Ve bu hareket böylece devam eder: “Geceyi gündüze, gündüzü geceye dolar.” Kullanılan kelime, adeta durumu resmetmektedir (...) Yer’in küre şeklinde oluşu ve dönmesi, tekvir tabirini son derece dakik bir tarzda tefsir etmektedir.”
6 – O, sizi bir tek candan yarattı. Ayrıca ondan da eşini meydana getirdi.
Size etlerini yemeniz için deve, sığır, koyun ve keçiden erkekli ve dişili olmak üzere sekiz çift hayvanın helâl olduğunu vahiyle bildirdi.
O sizi annelerinizin karnında üç karanlık içinde çeşitli yaratılış safhalarından geçirmektedir. İşte gerçek İlah olan Allah, bunları yapan Rabbinizdir. Bütün mülk ve hakimiyet O’nundur. O’ndan başka tanrı yoktur. Hâlâ nasıl oluyor da hak yoldan vazgeçiriliyorsunuz? [41,6,143-144]
Bu âyette sümme (sonra) edatı zamanda olmayıp, beyanda, bir sıralama ifade eder. Dolayısıyla Hz. Havva’nın diğer insanlardan sonra yaratıldığı gibi bir düşünceye yer yoktur.
“Üç karanlık perde” ana karnı, ana rahmi ve cenini saran zar (plâsentâ) olabilir. Maksat şudur: Bütün bu işleri çekip çevirenin Allah olduğunu bilince, nasıl olur da başkalarını tanrılaştırabilirsiniz?”
Âyetin sonunda batıla çağıranlara değil, onların çağrısına uyanlara hitap edilerek onlar uyarılıyor. Onlar kesin tercihlerini yapmış, sapıklıkları ile çıkarları artık birleşmiştir. Gerçeği görseler bile, sırf çıkarları yüzünden dalâleti bırakmazlar. Ancak öbür insanların, bu menfaat şebekesinin etkilerinden kurtulmaları mümkündür. Çünkü onlar kandırılmışlardır. Zaten şirkten elde edecekleri menfaat da yoktur.
7 – Eğer inkâr edecek olursanız bilin ki Allah sizden müstağnidir, hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, ama kullarının inkâra sapmalarına razı olmaz. Eğer şükrederseniz, bundan hoşnut olur. Hiçbir kimse başkasının günah yükünü taşımaz. Sonunda hepinizin dönüşü Rabbinize olacak ve O da yaptıklarınızı size tek tek bildirecek ve dilerse bunların karşılığını verecektir. Gerçekten O, kalplerin en derin yerinde olan şeyleri dahi bilir.
Allah Teâlâ’nın rızası ile iradesi ayrı ayrı şeylerdir. Allah’ın iradesi dışında hiçbir şey vuku bulamaz. Fakat O’nun razı olmadığı bazı şeyler cereyan edebilir. Allah böylelerine mühlet verir. Mesela haram yoldan rızkını arayana Allah fırsat verir. Fakat Allah, buna razı olmadığını açıkça bildirmiştir.
8 – İnsanın başı derde girince, gönülden O’na yönelerek Rabbine yalvarır. Ama sonra Allah kendi tarafından ona nimet ve imkan verince, daha önce bütün acziyle gönülden O’na yalvardığını unutur ve Allah yolundan kendisini saptırması için O’na birtakım şerikler uydurur. De ki: “İnkârınla biraz oyalan, biraz zevk al bakalım! Nasılsa sen kesin olarak cehennemliklerdensin!” [17,67,10,12; 14,30; 31,24]
9 – Şimdi iyi düşünün: Böyle olanın durumu mu iyi, yoksa gece saatlerinde, âhiretten endişe edip Rabbinin rahmetini umarak gâh secdede, gâh kıyamda ibadet edenin durumu mu iyi? De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akl-ı selim sahipleri, sağ duyulu olanlar düşünüp ibret alır. [3,113]
10 – Benden naklen onlara de ki: “Ey iman eden kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Bu dünyada iyi işler yapanlar, mutlaka iyilik bulurlar. Allah’ın dünyası geniştir. Hak yolunda sabredenlere ücretleri sınırsız bir tarzda ödenir.”
11 – “Bana, din ve ibadetimi yalnız Allah’a has kılarak gönülden O’na kulluk etmem emredildi.
12 – Ve yine bana Allah’a teslim olan Müslümanların ilki olmam emredildi.”
13 – De ki: “Rabbime isyan ettiğim takdirde müthiş bir günün azabından endişe ederim.”
14 – De ki: “Ben ibadetimi O’na has kılarak yalnız Allah’a kulluk ederim.”
15 – Siz O’ndan başka dilediğinize kulluk edin! Asıl ziyan edenler, asıl hüsrana uğrayanlar, büyük duruşma günü olan kıyamette hem kendilerini hem de ailelerini hüsrana uğratanlardır. Unutmayın ki besbelli hüsran budur!
16 – Onların hem üstlerinde, hem altlarında ateşten kat kat örtüler vardır. İşte Allah böyle bir azabın varlığını bildirerek, kullarını korkutur.
Ey kullarım! Bana karşı çıkmanızdan ötürü azabıma uğramaktan sakının. [7,41; 29,55]
17-18 – Tağuta ibadet etmekten kaçınıp gönülden Allah’a yönelenlere müjdeler var!
O halde sözü dinleyip sonra da en güzelini tatbik eden kullarımı müjdele! İşte onlardır Allah’ın hidâyetine mazhar olanlar ve işte onlardır akl-ı selim sahibi olanlar. [2,256;7,145]
Tağut: Azgınlık mânasına gelen bir masdardır. Belagatta sıfat yerine masdar kullanmak, o sıfatla nitelendirmenin pek ileri bir derecede olduğuna delalet eder. Biri hakkında “güzel” demekle, bir başkası hakkında “güzelliğin ta kendisi” demek arasındaki fark pek bârizdir. Allah’tan başkasına ibadet edene tağî (âsi, azgın)denir. Ama azgınlığın ta kendisi kesilmiş, kendisini tanrılaştırıp başkalarını kendisine kul yapmak isteyen ise “tağut” olur.
“En güzeli tatbik” ten maksat şudur: Dini meselelerden: vacib ile mendub arasında kaldıklarında vacibi, mübah ile mendub arasında kaldıklarında mendubu seçerler. Hasılı, Allah nezdinde ağırlığı en fazla olanı tercih ederler.
Yahut çeşitli sözleri dinleyip en güzel olan Kur’ân’a uyarlar.
Yahut kavl’den maksat Allah’ın emri olup “Allah’ın emrine kulak verip, en güzeline uyarlar” yani mesela, kısas ile af karşısında, af tarafını tercih ederler.
Yahut hem iyi hem kötü tarafı olan sözün, iyi tarafını söyleyip, kötü tarafını terk ederler, şeklinde yorumlanmıştır.
19 – Hakkında azap hükmü kesinleşmiş kimseyi, ateşte olan kimseyi sen mi kurtaracaksın?
20 – Lâkin Rab’lerini sayıp kötülüklerden sakınanlar için, içinden ırmaklar akan, üst üste odalar ihtiva eden yüksek köşkler vardır. Bu Allah’ın bir vâdidir. Allah ise vâdinden asla caymaz.
21 – Görmüyor musun ki Allah gökten bir su indirir de onu yerdeki birtakım kaynaklara sevk edip depolar.
Sonra da onunla rengârenk çeşit çeşit ekinler çıkarır. Daha sonra onlar kurur, sen onu sararmış vaziyette görürsün. Sonra da onu kuru bir kırıntı yapar. Elbette bunda akl-ı selim sahibi olanların alacağı ibretler vardır. [25,48; 18,45]
Bu âyet yer altında kaynakların oluşumuna, yağmur sularının depolanışına, oradan çeşmelerden çıkışına işaret etmektedir.
22 – Hiç Allah’ın, göğsünü İslâm’a açması sebebiyle, Rabbi tarafından nûra kavuşan kimse, kötü tercihinden ötürü fıtratını değiştiren, kalbi katılaşan, göğsü daralan kimse gibi olur mu? Yazıklar olsun, kalpleri Allah’ı anmak hususunda katılaşmış olanlara! İşte onlar besbelli bir sapıklık içindedirler. [6,122-125]
Bu nûr ilahî bir lütuftur ki tekvinî (kâinat kitabındaki) ve tenzilî (Kur’ân kitabındaki) âyetlerin müşahede edilmesi ile insana feyizler verir; onu Hakk’a sevk eder, Cenab-ı Hak da kendisine tevfik ihsan eder.
23 – Allah sözlerin en güzelini indirmiştir. Allah’ın vahiy yolu ile gönderdiği bu söz, her tarafı birbirini tutan, gerçekleri, farklı üsluplarla tekrar tekrar beyan eden bir kitaptır. Onu okuyup dinlerken, Rab’lerini tazim edenlerin tüyleri ürperir. Sonra derileri ve kalpleri Allah’ı anmakla sükûnet bulur. İşte bu, Allah’ın hidâyetidir ki onunla dilediğine yol gösterir. Ama Allah’ın şaşırttığı kimseyi ise hiç kimse doğru yola koyamaz. [8,2-4; 25,73]
Âyette geçen “kitaben müteşabihen” şunu ifade eder: Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleri gerçeklikte, muhkemlikte, hakka ve sıdka istinad etmede, insanlara gerek dünya gerek âhiret mutluluğunu temin etmede, fesahat bakımından lafızlarının birbirine uyum sağlamasında, mûciz üslubunda birbirine benzer. Yani bu hususlarda âyetler müşterektir. Kur’ân 23 senelik risalet boyunca çok farklı zamanlarda, farklı mekânlarda, farklı şartlarda nâzil olduğundan âyetleri arasında irtibatsızlık, uyumsuzluk olması için her türlü sebep mevcut sayılırdı. Beşer eseri olsaydı bunlar kaçınılmaz olurdu. Fakat âyetler hep birbirini tasdik ve te’yid eder. Nüzul sebepleri, vakitleri, sorular çok fazla olduğu halde Kur’ân adeta tek soruya verilen ve bir defada indirilen tutarlı bir cevap durumundadır. Ayrıca mesanî özelliği vardır: Yani Kur’ân, önemli konuları farklı üsluplarla tekrar tekrar anlatır.
24 – Büyük duruşmanın olacağı kıyamet gününde elleri kelepçeli olduğundan, kendisini en şerefli uzvu olan yüzü ile azaptan korumak için çabalayan kimsenin hali ile güven içinde olan müminin durumu hiç bir olur mu? Zalimlere: “Kazandığınız şeylerin meyvesini tadın bakalım!” denilir. [67,22; 54;48; 41,40]
Son derece âcizliğe işaret eder. Az çok gücü yeten insanlar, eli, kolu gibi diğer organlarını siper ederek yüzlerini korumaya çalışırlar. Ancak çaresiz olan insanlar yüzlerine darbe alırlar.
25 – Kendilerinden önce geçmiş bazı halklar da peygamberleri yalancı saydılar da hak ettikleri azap onlara hiç farkına varmadıkları, hiç ummadıkları bir yerden geliverdi.
26 – Allah onlara dünya zilletini tattırdı. âhiret azabı elbette daha müthiştir. Bunu bir bilselerdi!
27 – Gerçekten Biz, insanlar düşünüp akıllarını başlarına alsınlar diye bu Kur’ân’da, her türlüsünden temsiller getirdik. [30,28; 29,43; 18,54]
28 – Fenalıkların bütün nevilerinden sakınmaları ümidiyle her türlü tenakuz ve çelişkiden uzak, dosdoğru ve Arapça bir Kur’ân olarak indirdik.
29 – İşte şimdi Allah bir temsil daha getiriyor: İki adam var, bunlardan birincisi, birbirine rakip, birbiriyle hep çekişen ortakların emrinde, diğeri ise sadece bir kişinin emrinde çalışıyor. Bu ikisinin durumu hiç bir olur mu? Olmaz elhamdülillah! Fakat çokları bu gerçeği bilmezler.
Bu âyette tevhidin gerekliliği şirkin ise imkânsızlığı pek sade bir şekilde tasvir ediliyor. Fakat burada putları sadece cansız varlıklar, birtakım timsaller olarak düşünmemelidir. Allah’ın razı olmadığı zıt yönlere çekilen, şahsiyetlerini parçalamaları istenen insanların şirk ortamında çektikleri zorluklar ve şirk düzenindeki mantıksızlıklar belirtilmektedir. Âyetin son kısmında “el-hamdu lillah!” şu anlamı ifade eder: “red ve inkâr üslubu ile soruya muhatap olan müşrik o kadar zor durumdadır ki ağzını açma cesareti bile gösterememiştir. Bu durum karşısında mümin; “Hamd-u senalar olsun Allah’a ki bütün gerçek O’nundur!” bu gerçek karşısında şirk kaçacak delik aramaktadır” deyip coşku ve sevincini haykırmaktadır.
30-31 – Hiç şüphe yok ki sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Sonra da büyük duruşmanın olacağı kıyamet gününde Rabbinizin huzurunda birbirinizle dâvalaşacaksınız.
32 – Uydurduğu yalanı Allah’a mâl eden,
yahut yanına kadar gelen gerçeği yalan sayan kimseden
daha zalim biri olabilir mi?
Kâfirler için cehennemde yer mi yok?
33 – Ama, hak ve gerçeği getiren ve onu tasdik edenler var ya,
işte her türlü fenalıktan korunanlar onlardır. [2,177]
34 – Âhirette Rab’leri nezdinde onlara istedikleri her şey vardır.
İşte iyiliği huy edinenlerin mükâfatı budur.
35 – Böylece Allah onların yaptıkları en kötü işi bile affeder
ve yaptıkları makbul işlerin karşılığını en güzel şekilde verir. [46,16]
36 – Allah kuluna kafi değil midir?
Kalkmışlar da seni O’nun dışında birtakım başka şeylerle korkutmaya çalışıyorlar.
Allah kimi şaşırtırsa artık onu yola getiren olamaz.
Müşrikler müminleri “Tanrılarımıza ilişmeyin, yoksa onlar sizi çarpar” diye korkutmaya çalışıyorlardı. Hz. Peygamber Halid b. Velid’i, Uzza putunu kırmak için gönderdiğinde putun bekçileri: “O öfkeli biridir, sakın başına bir iş gelmesin” demişlerdi. Halid hiç tereddüt etmeden onun burnunu kırmış, hiç bir şey yapamayacaklarını ona tapanlara da göstermişti.
37 – Ama kime de Allah yol göstermişse onu saptıran olamaz.
Allah, (mutlak galip ve istediği anda hakkını alan, dilediğinin hakkından gelen) “Azizün Zü’ntikam” değil midir?
38 – Eğer onlara: “gökleri ve yeri yaratan kimdir?” diye sorarsan “Allah!” derler.
De ki: “Peki öyleyse, şimdi baksanıza Allahtan başka ibadet ettiğiniz şu nesnelere:
Şayet Allah bana bir musîbet verirse bunlar o musîbeti giderebilirler mi?
Yahut bana rahmet ve nimet vermek isterse o rahmeti engelleyebilirler mi?
Şu halde sen şöyle de: “Allah bana kâfidir.
Güvenecek yer arayanlar da, yalnız O’na dayanıp güvensinler. [11,54-56; 67,29; 65,3]
39-40 – Hem de ki: “Ey halkım! Siz elinizden gelen fenalığı yapın, ama ben de işime devam edeceğim.
Zelil ve rezil eden azabın dünyada kime geleceğini, âhirette ise devamlı azabın kimin başına ineceğini yakında öğrenirsiniz.
41 – Biz bu kitabı, insanların faydası için sana hak ve gerçek olarak indirdik.
Artık kim doğru yola girerse kendi yararına olarak girer, kim de yoldan saparsa kendi aleyhine olarak sapar.
Sen onlar üzerinde bekçi değilsin. [11,12; 13,40]
42 – Ama Allah, insanların ruhlarını ölümleri sırasında,
ölmeyenlerin ruhlarını ise uykuları sırasında alır.
Hakkında ölüm hükmü verdiği rûhu tutar, vermediği rûhu ise belirli bir süreye kadar salıverir.
Muhakkak ki bunda, düşünen kimseler için alacak ibretler vardır. [6,60-61]
43 – Bilakis onlar kalkmış, Allah’tan başka birtakım sözüm ona şefaatçiler bulmuşlar!
De ki: “Onların hiçbir yetkileri olmasa, akıl ve şuurdan mahrum olsalar da mı onlara ibadet edeceksiniz?” [2,255]
44 – De ki: “Şefaatin tamamı Allah’a aittir. Çünkü göklerin ve yerin mülk ve hâkimiyeti de O’nundur.
Sonunda da O’nun huzuruna ***ürülecek, O’na hesap vereceksiniz.”
45 – Böyle iken Allah bir olarak anılınca âhirete iman etmeyenlerin yürekleri burkulur da,
O’ndan başkalarından bahsedilince derhal yüzleri güler. [37,35]
46 – Sen şöyle dua et:
“Allah’ım! Ey gökleri ve yeri yaratan!
Ey görünen görünmeyen ne varsa bilen.
Hakkında ihtilaf ettikleri her meselede kulların arasında Sen elbette hükmedeceksin.
Ben bu güven içinde bekliyor ve sabrediyorum.”
Hz. Peygamber (a.s.) gece uykudan kalkıp teheccüd namazını kıldığında, duasının başında bu ilâhî vasıflara yer verirdi.
47 – O zalim kâfirler, dünyanın bütün malları ve imkânları kendilerinin olsa, hatta onların bir misli daha bulunsaydı, kıyamet gününde azabın kötülüğünden kurtulmak için, derhal fidye olarak verirlerdi.
O gün onların hiç hesaba katmadıkları öyle şeyler Allah tarafından ortaya dökülür ki saymaya gelmez!
Hiç hesaba katmadıkları şeyler, Cenab-ı Hakkın gazap ve azabıdır ki insanlar bunu hatırlarına bile getirmiyorlardı. Bazı âlimler de iyi ve sevaplı zannıyla yapıldığı halde, gerçekte günah olduğu anlaşılan şeyler olduğunu söylerler.
48 – İşledikleri pis işler ortaya çıkar
ve Allah’ın dini ve Peygamberleriyle yaptıkları alayların cezası
kendilerini her taraftan sarıverir.
49 – İnsanın başı derde girdi mi Biz’e yalvarır, ama sonra ona tarafımızdan nimet verince: “Ben bilgi ve becerim sayesinde bu serveti elde ettim” der.
Hayır! Bu bir imtihandır, ama çokları bunu anlamazlar. [28,76-78; 34,35]
Dünya nimetleri bakımından zengin veya yoksul olma, Allah’ın kulunu sevip sevmediğinin ölçüsü değildir. Zira herkes bilir ki Allah’ın nice makbul kulları yoksulluk çekerken, nice azgın kimseler nimetler içinde yüzmektedirler.
50 – Kendilerinden önce gelip geçenler de böyle dediler,
ama kazandıkları servet, mukadder âkıbetlerini önlemede kendilerine hiç fayda etmedi.
51 – İşledikleri fenalıkların cezası başlarına geçti.
Aynen onun gibi, senin çağdaşlarından olan zalimler de yaptıkları fenalıkların cezasına çarptırılacaklar
ve elimizden kaçıp kurtulamayacaklardır.
52 – Hâlâ şunu anlamadılar mı ki Allah dilediği kulunun nasibini bollaştırır, dilediğinin nasibini ise daraltır.
Elbette bunda inanacak kimseler için alacak ibretler vardır.
53 – De ki: “Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım!
Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz.
Allah bütün günahları affeder. Çünkü O, gafur ve rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı fazladır).” [5,73-74; 85,10; 19,60; 9,104; 4,110; 145-146]
Bu âyet, Kur’ân-ı Kerîm’deki en ümit verici âyet sayılabilir. Bununla beraber, yine de tövbeyi kabul etme, Allah’ın dilemesine bağlıdır. Bu âyeti günah işlemeye teşvik sebebi saymak, Kur’ânı maksadı dışına çekmektir. Maksat tövbeye teşviktir. Müteakip âyet, günahların affını tövbenin yanında, Allah’ın gönderdiği hidâyeti kabul etmenin de lüzumu ile birlikte düşünmemizi telkin etmektedir.
Hz. Peygamber (a.s.)’dan şöyle dediği nakledilir: “Bu âyeti, dünyaya ve dünyada bulunan bütün şeylere değişmem.”
54 – Size azap gelip çatmadan önce, Rabbinize dönün ve O’na teslim olun, O’na itaat edin.
Yoksa yardım göremezsiniz.
55 – Size azap farkına varmadığınız yerden ansızın gelip çatmadan önce,
Rabbiniz tarafından size gönderilen hükümlerin en güzeline tâbi olun.
“İndirilenin en güzeli” “Kur’ân-ı Kerîm” olarak tefsir edilir. Ayrıca: 1. Nehyedilen, yasaklanan şeyler değil, emredilen şeyler. 2. Ruhsatlar değil de azimetler. 3. Mensuh değil de nâsih hükümler diye de tefsir edilir.
56 – Ta ki kişi şöyle demeye mecbur kalmasın:
“Rabbime karşı yaptığım bunca kusurdan dolayı yazıklar olsun bana!
Yazıklar olsun bana ki ben O’nun diniyle, kitabıyla alay edenler arasında yer aldım!”
57 – Yahut: “Allah bana hidâyet verseydi, ben de Allah’a karşı gelmekten sakınanlardan olurdum.”
58 – Yahut azabı göreceği sıra: “Ah! Elime bir fırsat geçse de iyilerden olsam!”
59 – Yüce Allah şöyle buyurur:
“Hayır! âyetlerim sana geldi de sen onları yalan saydın,
onları kabul etmeyi kibrine yediremedin,
büyüklük tasladın ve kâfirler arasına girdin!”
60 – Uydurduğu şeyleri Allah’a mal edip
O’nun adına yalan söyleyen kimselerin kıyamet günü yüzlerinin kapkara kesildiğini görürsün.
Allah’a karşı böyle kibirli davrananlar, büyüklük taslayanlar için cehennemde yer mi yok?
61 – Allah, Kendisine karşı gelmekten sakınanları ise, cehennemden kurtarıp muratlarına kavuşturur.
Onlara hiçbir fenalık dokunmaz. Onlar asla üzülmezler de.
62 – Her şeyi yaratan Allah’tır.
Her şey O’nun tasarruf ve yönetimindedir.
63 – Göklerin ve yerin hazinelerinin anahtarları O’nun nezdindedir.
Allah’ın âyetlerini inkâr edenler var ya, işte asıl hüsrana, en büyük kayba uğrayanlar onlardır.
64 – Sen de ki: “Ey cahil topluluk! Böyle iken, siz ne cesaretle benden Allah’tan başkasına ibadet etmemi istiyorsunuz?
65 – Hâlbuki sana da, senden önceki peygamberlere de şu gerçek vahyolunmuştur ki:
“İyi dikkat et! Allah’a ortak koşarsan yaptığın bütün makbul işler boşa gider ve sen âhirette kaybedenlerden olursun!”
Allah, peygamberlerini şirkten korur. Dolayısıyla onlar hakkında şirk düşünülemez. Burada maksat, şirkin ne derece korkunç olduğunu başkalarına anlatmaktır.
66 – “Bilakis, sen yalnız Allah’a kulluk et ve O’na şükredenlerden ol!”
67 – Ama onlar, Allah’ın kudret ve azametini hakkıyla takdir edemediler,
O’na lâyık tazimi göstermediler.
Halbuki bütün bir dünya kıyamet günü O’nun avucunda, gökler âlemi de bükülmüş olarak elinin içindedir.
Böyle bir azamet ve hâkimiyet sahibi olan Allah, onların uydurdukları ortaklardan yücedir, münezzehtir. [21,104]
Hz. Peygamber (a.s.) bir gün hutbe verirken bu âyeti okuyup şöyle buyurdu: “Allah, o gün gökleri ve yıldızları, bir çocuğun elinde topu çevirdiği gibi, çevirir ve şöyle buyurur” İlah Ben’im! Hükümdar Ben’im! Cebbar Ben’im! Büyüklük Ben’imdir! Nerede dünya hükümdarları? Nerede dünyadaki zorbalar, mütekebbirler!”
68 – Sûra üflenir; Allah’ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde kim varsa çarpılıp cansız yere düşer.
Sonra ona bir daha üflenir: Bir de bakarsın bütün insanlar,
kabirlerinden ayağa kalkmış, etrafa bakınıp duruyorlar! [79,13-14; 17,52; 30,25]
Bu âyette sûra iki kere üfleneceği bildirilmiştir. Neml, 87. âyetinde bu ikisinden önce bir kere daha üfleneceğinden söz edilmiştir. Onun için Hz. Peygamber (a.s.) sûra üç üfleme bildirmiştir. 1. Nefhatü’l feza’ (dehşetli bir ses) 2. Nefhatu’s-sa’k (öldüren ses) 3. Nefhatu’l kıyame (diriliş üflemesi)
İstisna edilenler: En büyük dört melektir. Bazı müfessirler ayrıca, Hamele-i Arş, yahut rıdvan melekleri, huriler, Malik (cehennem sorumlusu) ve Zebanileri de sayarlar.
69 – Mahşer yeri Rabbinin nûru ile ışıl ışıl aydınlanır. Amel defterleri, ortaya konur, derken... peygamberler ve şahitler getirilir.
Haklarında tam adaletle hükmedilir ve onlara asla haksızlık yapılmaz. [21,47; 4,40]
Şahitler deyince: ilk hatıra gelenler: Allah’ın buyruklarını getiren peygamberlerdir. Hafaza melekleri, veya diğer hayırlı insanlar da olabilirler.
70 – Herkese, yaptığının karşılığı tam tamına ödenir. Zaten Allah, onların yaptıklarını pek iyi bilmektedir.
71 – Kâfirler bölük bölük cehenneme sürülür.
Nihayet oraya varıp da kapılar açılınca cehennem bekçileri onlara şöyle sorar:
“Size Rabbinizin âyetlerini okuyan
ve Allah’ın huzuruna çıkacağınız bu günü bildirerek,
sizi uyaran peygamberleriniz gelmedi mi?”
“Evet geldiler.” derler, “fakat kâfirler hakkında azap hükmü kesinleşti, şimdi ne desek boş!” [52,13; 19,85-86; 17,97; 67,8-10]
Buradan, yükümlülüğün vahiy ile başladığı anlaşılır. Zira meleklerin azarlamasına esas olan şey, peygamber ve kitapların gelmesi olmuştur.
72 – “Cehennemin kapılarından orada ebedi kalmak üzere, girin!”
Allah’a karşı büyüklük taslayanların kalacakları yer, ne fena bir yer!” denilir.
73 – Rab’lerine karşı gelmekten sakınanlar ise bölük bölük cennete sevkolunurlar.
Nihayet oraya varıp da kapıları açılınca cennet bekçileri “Selâm olsun sizlere, ne mutlu size! Haydi, ebediyyen kalmak üzere, giriniz oraya!” derler.
74 – Onlar şöyle karşılık verirler: “Hamdü senalar olsun o Allah’a ki
sözünde durdu ve dilediğimiz yerinde oturacağımız şekilde bizi cennete yerleştirdi.
Çalışanların mükafatları ne güzelmiş! [3,194; 7,43; 35,34-35; 21,105]
75 – Sen o gün melekleri de Arş’ın etrafını çevrelemiş
Rablerine zikir, tenzih ve hamd eden vaziyette görürsün.
Derken, aralarında adaletle hükmolunur ve “Hamdü senalar Rabbülâlemin olan Allah’a mahsustur.” diye bitirilir. [40,7] {KM, Vahiy 5,11; 7,11}
 
sad suresi meali


Mekke’de indirilmiş olup 88 âyettir. Adını başındaki sâd harfinden alır. Sûrenin asıl gayesi, Allah’ın elçilerini dinlemeyenleri uyarmaktır. Müteakiben Peygamberimize itaat konusu üzerinde özellikle durulur, müteaddit peygamberlerin tebliğleri pek kısa bir şekilde anlatılır.

Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Sâd. Bu şanlı şerefli Kur’ân hakkı için:
2 – (Kâfirler) Bu Kur’ân’ı onda şüpheye yer verecek herhangi bir taraf olduğundan değil, ama asıl kendileri Allah’a karşı kibir ve muhalefet taşıdıkları için inkâr ediyorlar.
3 – Biz onlardan önce nice nesilleri silip süpürdük. O zaman ne çığlıklar, ne feryatlar kopardılar! Ama kurtuluş zamanı çoktan geçmişti! [21,12-13]
4-5 – İçlerinden kendilerini uyarıp irşad edecek birinin gelmesine her nedense şaşırdılar ve o kâfirler: “Bu bir sihirbaz, bir yalancı! İşte tutmuş bunca ilahı bir tek ilah yapmış! Bu gerçekten şaşılacak, çok tuhaf bir şey!” dediler. [10,2]
En makul ve münasip olan, peygamberin, kendi toplumunun mensuplarını uyarıp eğitmesidir. İnsandan başka melek gibi bir varlık gelseydi insanlarla ilişki kuramazdı, onlarla beraber yaşayamaz, onlara örnek olamazdı. Başka bir milletten biri çıkıp gelseydi, tanımamaları sebebiyle, asıl onun hakkında şüphe etmeleri gerekirdi.
6 – İçlerinden önde gelen eşraf takımı derhal harekete geçip “Yolunuza devam edin, tanrılarınıza bağlılıkta kararlı olun! İşte sizden beklenen budur!” dediler.
7 – “Doğrusu biz bu tevhid inancını son dinde de görmedik. Bu sırf bir uydurma!”
8 – Biz bu kadar eşraf dururken, kitap gönderilecek bir o mu kalmış!”
Hayır, hayır! Onlar Benim buyruklarım hakkında tam bir şüphe içindedirler, doğrusu onlar azabımı henüz tatmadılar. [43,31-32]
9 – O mutlak galip, her nimeti ve özellikle peygamberliği dilediğine ihsan eden Rabbinin rahmet hazineleri yoksa onların mı yanında? [4,53-55; 17,100]
10 – Yoksa göklerin, yerin ve ikisi arasında olan varlıkların hakimiyet ve yönetimi onlara mı ait? Haydi, ellerinden geliyorsa sebep ve vasıtalarını temin etsinler de göğe çıksınlar (âlemi oradan yönetsin, vahyi de isteklerine göre indirsinler!)
11 – Bunu yapmaları şöyle dursun, onlar birtakım döküntü bölüklerden oluşup buracıkta bozguna uğratılacak bozuk bir ordu!
İslâm’a karşı Arap yarımadasındaki başlıca grupların birleşik kuvvetler halinde birleşip Medine’yi kuşatacaklarını önceden haber verip tarihe Ahzab (birleşmiş gruplar) harbi diye geçen savaşta onların perişan olacaklarını müjdelemektedir. [33,22]
12-13 – Onlardan önce Nûh, Âd toplumları ve ordular sahibi Firavun toplumu da Peygamberleri yalancı saydılar.
Semûd ve Lût toplumları, Eykeliler de öyle yaptılar. İşte bunlar, peygamberlere karşı toplanan hiziplerdi.
Zu’l-evtad: Saray ve saltanat sahibi, ordular sahibi, yahut cezalandırdığı kimseleri kazıklara bağlayarak işkence yaptırması mânalarına gelebilir. “Yere kazık gibi çakılan ehramlar” sahibi anlamı da düşünülebilir.
14 – Bunların her biri peygamberlere yalancı demiş ve cezalandırmamı hak etmişlerdi.
15 – Onların kabirlerden dirilmeleri sadece bir tek çağrıya bakar. Ses yayılır yayılmaz hemen kalkarlar.
16 – Bir de o kâfirler alayla şöyle dediler: “Ey bizim Rabbimiz, bizim azap payımızı hesap günü gelmeden çabuklaştır.”
17 – Onlar ne derlerse desinler sen sabret ve güçlü kuvvetli bir kulumuz olan Davud’u hatırla. Çünkü o daima Allah’a yönelirdi.
Hz. Davud (a.s.)’ın “ze’l-eyd” sıfatı bedenî kuvvet, askerî ve siyasî kuvvet, ahlâkî kuvvet veya ibadet kuvveti yönlerinden düşünülebilir.
18-19 – Biz sabah akşam kendisiyle zikir ve ibadet etmeleri için dağları, toplu haldeki kuşları onun hizmetine vermiştik.
Her biri onun âhengine katılır, beraber zikrederlerdi. [34,10]
20 – Biz onun hakimiyetini güçlendirdik, ona hikmet, nübüvvet, isabetli karar verme ve meramını güzelce ifade etme kabiliyeti verdik.
21-22 – O mahkemeleşen hasımların olayından haberin oldu mu?
Onlar mâbedin duvarına tırmanıp Davud’un yanına birden girince o, onlardan ürktü.
Onlar da “Korkma! dediler, biz sadece birbirimize hakkı geçen iki dâvalıyız.
Senden dileğimiz: Aramızda adaletle hükmet, haktan uzaklaşma ve bize tam doğruyu göster.” {KM, II Samuel 11; Mezmurlar 2,7}
23 – “Benim şu (din) kardeşimin doksan dokuz koyunu var, benimse bir tek koyunum!
Böyle iken “onu da bana bırak!” dedi ve çenesiyle beni bastırdı.”
24 – Dâvud: “Doğrusu, senin tek koyununu, kendi koyunlarına katmak istemekle o sana haksızlık etmiştir.
Zaten malda ortak olanların çoğu birbirlerine haksızlık ederler.
Ancak gerçekten iman edip makbul ve güzel davranışlarda bulunanlar böyle yapmazlar. Onlar da o kadar azdır ki!”
Davud kendisini imtihan ettiğimizi anladı, derhal Rabbinden mağfiret diledi, eğilip secdeye kapandı ve Allah’a yöneldi.
22. âyette bahsi geçen iki kişi, muhtemelen Davud (a.s.)’a suikast için gizlice duvardan tırmanıp atlayan kimselerdi. O’nun yanında başkaları bulunduğundan asıl maksatlarını gizleyip böyle bir sun’î mesele uydurdular (Razî). Gelen kişilerin Hz. Davud’u uyarmak için iki melek olması da muhtemeldir. Bazı müfessirlerin, bu kısım hakkında İsrailiyattan aldıkları bir hikayeyi, hafifleterek de olsa, nakletmeleri büyük çapta tenkit edilmiştir. Hatta Hz. Ali’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Her kim Davud hadisesini hikayecilerin rivayet ettiği tarzda anlatırsa ona yüz değnek vururum.” (M.H. Yazır)
Bu âyetin okunması ve dinlenilmesi halinde tilavet secdesi yapılması vaciptir.
25 – Onun bu hatasını bağışladık. Muhakkak ki onun Bize yakınlığı ve güzel bir âkıbeti vardır.
26 – “Davud! Biz seni ülkede hükümdar yaptık, sen de insanlar arasında adaletle hükmet, keyfine uyma ki seni Allah yolundan saptırmasın. Allah yolundan sapanlara hesap gününü unuttukları için, şiddetli bir azap vardır.

27 – Biz göğü, yeri ve ikisinin arasındaki varlıkları gayesiz, boşuna yaratmadık. Bu sadece kâfirlerin bir zannı ve iddiasıdır. Artık o ateşten vay haline o kâfirlerin!
28 – Biz hiç, iman edip makbul ve güzel iş yapanlara, ülkede fesat çıkararak nizamı bozanlarla aynı muameleleri yapar mıyız? Yahut Allah’ı sayıp kötülüklerden sakınanları, yoldan çıkanlarla bir tutar mıyız?
29 – Biz sana feyizli ve bereketli bir kitap indirdik ki insanlar onun âyetlerini iyice düşünsünler ve aklı yerinde olanlar ders ve ibret alsınlar.
30 – (Bunları belirttikten sonra tekrar Davud’un kıssasına dönelim Davud’a evlat olarak Süleyman’ı ihsan ettik. Süleyman ne güzel kuldu! Hep Allah’a yönelirdi. [27,16]
31 – Hani bir gün ikindi vakti ona, durduğunda sakin, koştuğu zaman ise süratli safkan koşu atları gösterilmişti.
32-33 – Onlarla ilgilenip “Ben Rabbimi hatırlattıkları için güzel şeyleri severim.” dedi ve onlar gözden kayboluncaya dek onları seyredip durdu.
Sonra: “Onları tekrar bana getirin!” deyip bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.
Hz. Süleyman (a.s.) savaşta istifade etme ve daha başka gayelerle atların hazırlanmasını ve eğitimleri için koşturulmalarını emrederek, bazan bu işe bizzat nezaret ediyordu.” Ben bunları nefsimin haz duyması için değil, Allah’ın dinini güçlendirmek arzumdan dolayı seviyorum.” demişti.
34 – Biz Süleyman’ı denemeye tâbi tuttuk ve tahtının üzerine bir cesed bıraktık. Sonra o, Allah’a sığınıp tekrar tahtına döndü.
Hz. Süleyman (a.s.) Mescid-i Aksa’yı yaptırdığı sırada, getirttiği sanatkârlar içinde, sanatların hilelerini bilen birtakım şeytanların kurdukları bir ihtilal yüzünden bir süre nüfuzunu kaybetmiş, yahud tahtından ayrı kalmış, böylece tahtında ya kendisi güçsüz bir cesed halinde hükümsüz kalmış, yahut tahtı da işgal edilip ona kırk gün kadar, heykel gibi birisi oturtulmuştu. (Elmalılı M. Hamdi Yazır). Farklı diğer yorumlar içinde, biz bunu tercih ettik. Doğrusu, bu âyet, tefsiri en zor olan nadir yerlerdendir. Gerçeği her yönü ile yalnız Allah bilir. {KM, I Kırallar 9,1-14; 11,1-2}
35 – “Ya Rabbî!” dedi, “affet beni ve bana, benden sonra hiç kimseye nasib olmayacak bir hakimiyet lutfet. Çünkü Sen, lütufları son derece bol olan vehhabsın!”
36 – Biz rüzgârı onun emrine verdik. Rüzgâr, onun emriyle istediği yere tatlı tatlı eserdi. [21,81]
37-38 – Bina yapan, dalgıçlık yapan her şeytanı, bukağılarla bağlı olan başkalarını da onun hizmetine verdik. [21,82]
Bukağılarla bağlamaktan maksat, kötülük ve bozgunculuklara meydan verilmeyecek bir şekilde sıkı bir kontrol ve takip altına alınmış olmalarıdır.
39 – Buyurduk: “Süleyman! İşte bu, sana ihsanımızdır. İster dağıt, ister yanında tut, bu hesapsızdır.”
“Bu konuda yetki sana verilmiştir, yaptığından dolayı sana bir hesap sorulmayacaktır” mânasınadır.
40 – Muhakkak ki onun Bize yakınlığı ve güzel bir âkıbeti vardır.
Allah kibirlileri sevmez. Hata işleyen kimse, uyarıldıktan sonra yine de inat ve ısrarla günahında devam ederse, İblisin durumuna düşer. Hatasını kabul edip Rabbine yönelirse atası Hz. Âdem’i örnek almış olur. Allah da Davud ve Süleyman (a.s.) gibi onu da bağışlar, hatta hiçbir kuluna vermediği yetki, servet ve saltanatı ona verir.
41 – Kulumuz Eyyûb’u da hatırla! Hani o Rabbine: “Ya Rabbî, şeytan bana bir yorgunluk ve işkence dokundurdu.” diye yalvarmıştı. [65,3]
42 – Eyyûb’a: “Ayağını yere vur! dedik, İşte sana kullanıp yıkanacağın ve içeceğin soğuk bir su!”
43 – Nezdimizden bir rahmet ve sağduyu sahiplerine bir ibret olmak üzere ona; ailesini, çevresini ve onların bir mislini lütfettik.
44 – Bir de ona: “Eline bir demet sap al, onunla vur! Yemininden dönen durumuna düşme!” dedik.
Doğrusu Biz onu pek sabırlı bulduk. Ne güzel kuldu o! O, gerçekten Allah’a yönelirdi. {KM, Eyub 2,8; 1,21-22}
Denildiğine göre, Hz. Eyyub (a.s.), bir hadise dolayısıyla eşine yüz değnek vuracağına dair yemin etmişti. Böylece bir demet yaparak vurmakla yeminin yerine geleceği kendisine bildirilmişti (Bu, belki de bu hususî durum ve benzeri durumlara mahsus bir fetvadır. Mesela eşi buna takat getiremezdi, yahut bu kadar ağır bir cezayı hak etmemiş olabilirdi).
45 – (Ey Resulüm) Kuvvetli ve basiretli olan o zatları; kullarımız İbrâhim, İshak ve Yâkub’u da an!
46 – Biz onları özellikle âhiret yurdunu düşünen ihlâslı kişiler kıldık.
47 – Üstelik onlar Bizim yanımızda seçkin ve hayırlı zatlardı.
48 – İsmâil, Elyasa ve Zülkifl’i de hatırla. Onların hepsi hayırlı insanlardı. [21,85; 6,86]
Elyasa (a.s.), İlyas (a.s.)’ın İsrailoğulları üzerine halifesi olup, sonra kendisine peygamberlik verilmiştir. Zülkifl (a.s.) hakkında 21,85 âyetine bkz. Son cümle, peygamberlerin günahsız olduklarının delilidir.
49 – İşte bu bir zikirdir, bir hatırlatmadır. Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlara güzel bir âkıbet vardır.
50 – O güzel yer: Kapıları yalnız kendilerine açılmış olan Adn cennetleridir.
51 – Onlar orada kanepelere dayanarak birçok meyveler ve içecekler isterler. [56,18]
52 – Onların beraberinde, gözleri kocalarından başkasını görmeyen yumuşak bakışlı, aynı yaşta güzeller vardır.
53 – Bunlar, hesap günü için size vâd olunan şeylerdir.
54 – Gerçekten bu, Bizim ihsan ettiğimiz bir nasiptir ki onun asla biteceği yoktur. [16,96; 11,108; 41,8; 13,35]
55-56 – İşte bu, mutlularadır. Ama azgınlara kötü bir âkıbet vardır ki o da girip yanacakları cehennemdir. Ne kötü bir yataktır o!
57 – Bu böyledir! İşte tatsınlar bakalım o kaynar suları ve irinleri!
58 – Bu böyledir! Daha bunlara benzer başka azaplar da vardır.
59 – İşte şunlar dünyada körü körüne maiyetinizde koşup giden güruhtur!
“Merhaba!” yok onlara, rahat yüzü görmesin o zalimler!
Zira onlar cehenneme gireceklerdir.
60 – Tâbi olanlar, onlara: “Hayır, asıl size merhaba olmasın, rahat yüzü görmeyin sizler! Bu azabı bize getiren sizsiniz. O ne kötü yerdir!” derler.
61 – Sonra hep birden dua edip derler ki:
“Ya Rabbena, kim bunları önümüze yığdı ise, Sen onun azabını kat kat artır!” [7,38]
62-63 – Azgınlar: “Neden acaba, derler, dünyada kendilerini değersiz saydığımız birtakım adamları burada görmüyoruz? Aklımız sıra, onlarla alay ederdik!
Yoksa gözlerimiz onlardan kaydı da onun için mi kendilerini göremiyoruz?”
64 – İşte bu, yani cehennemliklerin dâvalaşması kesin bir gerçektir.
65 – De ki: “Ben sadece uyaran bir peygamberim.
Şu kesin bir gerçektir ki tek hakim olan Allah’tan başka ilah yoktur.
66 – O göklerin, yerin ve ikisinin arasındaki varlıkların Rabbidir. Mutlak galiptir, çok mağfiret edendir.
67 – De ki: “Bu Kur’ân pek mühim bir mesajdır.
68 – Ama siz ona sırtınızı dönüyorsunuz.
69 – Mele-i Âla sakinleri tartışırlarken kendi aralarında neler konuştuklarına dair bilgim yoktur.
70 – Şu var ki: Bana sadece, açıkça uyarmak için gönderilen bir elçi olduğum vahyolunuyor.”
71 – Bir vakit Rabbin meleklere: “Ben,” dedi, “çamurdan bir beşer yaratacağım.”
72 – Onu iyice biçimlendirip ona Rûhumdan üfleyince hep birden, secde ediniz.” [2,34; 7,11; 15,29]
73 – Meleklerin hepsi secde ettiler.
74 – Lâkin İblis secde etmedi.
O kibirlendi ve kâfirlerden oldu.
75 – Allah buyurdu: “İblis! Benim ellerimle yarattığım mahlûkuma neden secde etmedin?
Gururlandın mı, yoksa kendini çok yükseklerde mi görüyorsun? {KM, Mezmurlar 119,73}
Kur’ân-ı Kerîm’de Allah Teâlâya yed (el) kelimesi bazen tekil olarak (yedullah, 48,1) bazen çoğul olarak (eydina 36,71), bazen da burada olduğu gibi tesniye olarak (iki el, yedeyye) izâfe edilir. Bunların her birinde Allah’ın şanına yaraşan bir mâna kasdedilmiştir. Bu durum, bir yönden de şuna delâlet eder: Allah mutlaktır, beşer ifadesindeki kayıtlar onun vasıflarını ve icraatını anlatmaya yetmez.
Birçok müfessire göre burada Allah Teâlâ’nın bu tabiri kullanması, ihtimamla yaratmasından kinayedir. Yahut biri bedeni biçimlendirmeye, öbürü ruh üflenmesine işaret olmak üzere insanın ruh ve bedeni cem eden varlığını da hatıra getirebilir.
76 – İblis: “Ben ondan üstünüm, çünkü beni ateşten, onu ise topraktan yarattın.” dedi.
77-78 – Allah: “Defol oradan! Sen artık kovulmuş birisin. Lânetim de, hesap gününe kadar senin üstündedir.”
79 – “Ya Rabbî, bana insanların dirileceği güne kadar mühlet verir misin?” dedi.
80 – Allah: “Haydi sana mühlet verildi!”
81 – “Sen belirli bir vakte kadar izinlisin.”
82-83 – İblis: “Öyle ise, senin izzetine yemin ederim ki ben de onların hepsini azdıracağım. Ancak Senin ihlâsa erdirdiğin kullar bundan müstesnadır.” dedi. [17,62-65]
84-85 – Allah buyurdu: “İşte bu doğru! Ben de şu hakikati söyleyeyim ki cehennemi, sen ve sana uyanlarla dolduracağım.”
Bu sûre, bir bakıma, Kureyş önderlerinin “Kitap gönderilecek bir o mu kalmış!” iddialarına, 9-10. âyetlerdeki kısa cevaptan sonra verilen uzun bir cevap olup özetle şöyledir: “Muhammed’i elçi seçmeme itiraz eden sizler, Âdemi kabul etmeyen İblis durumundasınız.”
86 – De ki: Ben de irşad ve risalet hizmetinden dolayı sizden bir ücret istemiyorum ve ben size kendiliğinden bir iddia içinde bulunan biri de değilim!” [32,13; 17,63]
87 – Bu Kur’ân, ancak bütün milletler için bir derstir.
88 – Onun verdiği haberin doğruluğunu bir süre sonra siz de pek iyi öğrenirsiniz. [6,19; 11,17]
 
saffat suresi meali

Mekke’de indirilmiş olup 182 âyettir. İsmini ilk ayetinde geçen kelimeden almıştır. Bu sûrede önce melaikeden, daha sonra cinlerden bahsedilir. Cahiliye Arapları arasında yaygın olup, cinleri Allah’ın kızları sayan şirk inancı iptal edilir. Müteakiben, insanların ölümden sonra dirilip hesap verecekleri vurgulanır. Hz. İbrâhim, Hz. İsmâil, Hz. Mûsâ, Hz. Harun, Hz. İlyas, Hz. Lut (aleyhimü’s-selâm) gibi peygamberlerin tebliğleri hatırlatılır, müminlere kesin bir zafer vaad edilir.


Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Yemin ederim o saf saf dizilenlere,[37,165]
Müfessirlerin çoğuna göre ilk üç âyette bildirilen işleri yapanlar melaike topluluklarıdır. Birinci âyette emirleri yerine getirmek için hazır kıta bekleyen; ikinci âyette yağmurun yağmasını düzenleyen, üçüncü âyette ise peygamberlere vahiyleri, salih kullara ise ilhamları getiren melaike toplulukları kasdedilmiştir.
2 – Sevk-u idare edip menedenlere,
3 – Kitap okuyanlara ki [77,5-6]
4 – Sizin ilahınız bir tek İlahtır.
5 – O, hem göklerin, yerin ve ikisi arasında olan bütün varlıkların, hem de Güneş’in bütün doğuş yerlerinin Rabbidir. [70,40; 55,17]
Güneş ufukta her gün farklı yerlerden doğar, böylece birçok doğuş söz konusu olur. Bu sayede güneşin, dünyanın bütün bölgelerinde muhtelif zamanlarda görülmesi mümkün olur.
6 – Biz yere en yakın semayı yıldızlarla süsledik. [67,5; 15,16-18]
Gökler sınırsız olmayıp birtakım sınırları vardır. Hiçbir âsi şeytan o hudutları aşamaz. Hiçbir gök cismi kendi ekseni dışına çıkamaz. Onların yollarına da başka cisim giremez. Uzay boş sanılır, ama oradaki sınırlar çok kesin hatlarla çizilmiştir. İnsanın Ay’a gitmesinin ne kadar zorluklardan sonra gerçekleştiği pek iyi bilinmektedir. Oysa dünyanın uydusu olan Ay, bize en yakın gök cismidir.
7 – Ve orayı her türlü şeytandan koruduk.
8 – Onlar Mele-i Âla’ya yükselip dinleyemezler ve her taraftan bombardımana tutulurlar.
9 – Dinlemeye kalksalar kovulup atılırlar. Hem onlar için devamlı bir azap vardır.
10 – Ne var ki içlerinden birisi bir söz kırıntısı kapmayı başarırsa, derhal yakıcı ve delici bir ışın onu kovalar. [15,8-12]
Cahiliye Arapları arasında kehanet pek yaygın idi. Kâhinlerin cinlerle irtibatlı olarak gaybî haberler getirdiklerine inanırlardı. Hz. Peygamber (a.s.)’ı da öyle nitelendirdiler. Allah, şeytanların Mele-i Âlaya yaklaşır yaklaşmaz, delici bir ışın tarafından kovalandıklarını bildirir.
11 – Onlara bir sor bakalım: Kendileri mi yaratılışça daha güçlü kuvvetli, yoksa Bizim diğer yarattıklarımız mı? Doğrusu Biz onları, yapışkan bir çamurdan yarattık. [40,57]
Bunlar: Melaike-i kiram, gökler âlemi, yer ve ikisi arasındakiler, şihablar ve diğer mahlûklardır. “Men” ism-i mevsûlü akıllı varlıkları tağlib için olup, onlarla beraber şuursuz ve cansızlar da dahildirler.
12 – Ne var ki sen onların haşri inkâr etmelerine şaşırıyorsun, onlar ise seninle alay ederler.
13 – Kendilerine nasihat edildiğinde uyarmaları dikkate almazlar.
14-17 – Gerçeği gösteren bir delil veya bir mûcize görseler, başkalarını da onunla alay etmeye çağırır ve “Bu, derler, besbelli bir sihir! Demek biz öldükten, hem de çürümüş kemik ve toz toprak haline geldikten sonra, biz mi dirilecek mişiz! Gelmiş geçmiş babalarımız ve dedelerimiz de mi dirilecekler!”
18 – De ki: “Evet, diriltilecek, hem de zelil ve perişan bir vaziyette diriltileceksiniz!
19 – Bu iş için sadece bir tek emir yeter! Bir de bakarsınız ki hepsi dirilmiş, etraflarına bakınıyorlar.
20 – “Eyvah, bize!” derler, “İşte bize bahsedilen hesap günü!”
21 – Melekler de: “Evet, evet bu, sizin yalan saydığınız hüküm günüdür!” derler.
22-24 – Yüce Allah meleklere şöyle emreder: “O zalim müşrikleri, yoldaşlarını ve Allah’tan başka putlaştırdıkları nesneleri toplayın ve hepsini doğru cehenneme sevk edin! Hem tutuklayın onları, çünkü sorguya çekilecekler!” [17,97]
25 – Ne oldu size, neden birbirinize yardım etmiyorsunuz?
26 – Doğrusu bugün onlar birbirini yardımdan mahrum bırakıp azaba teslim etmişler, acz içinde kıvranmaktadırlar.
27 – Birbirlerine dönüp itham ederek karşılıklı soru yöneltirler. [40,47-48; 34,31-33]
28 – Tâbi olanlar önderlerine: “Siz, derler, bize (en çok önem verdiğimiz taraftan), sağ cihetten gelir, ısrarla size tâbi olmamızı isterdiniz?”
29-32 – “Hayır, bilakis! derler öbürleri, siz zaten iman eden kimseler değildiniz.
Hem bizim, sizi zorlayacak bir gücümüz yoktu ki! Bilakis, siz azgın bir gürûh idiniz!”
“Ne dersek boş! Artık Rabbimizin azap hükmü hakkımızda kesinleşti. Biz hak ettiğimiz cezayı mutlaka tadacağız. Evet, sizi biz kışkırttık, çünkü biz de azmış durumdaydık.”
33 – O halde o gün hepsi azap çekmekte müşterektirler.
34 – İşte Biz suçlulara böyle davranırız.
35-36 – Çünkü onlara “Allah’tan başka ilah yok!” denildiğinde, kibirlenip kafa tutarlar ve: “Deli bir şairin sözüne bakarak hiç biz ilahlarımızı bırakır mıyız, olacak iş mi bu?” derlerdi.
37 – Hayır! o deli değildir. O size gerçeğin ta kendisini getiren ve bütün peygamberleri tasdik eden bir resuldür. [41,433; 21,92]
38-39 – Siz yarın âhirette elbette o acı azabı tadacaksınız.
Ama aslında siz sadece yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz (yoksa size bundan fazla bir azap verilmeyecek).
40 – (Lâkin Allah’ın) ihlasa erdirdiği kulları, yaptıklarının mükâfatını, kat kat fazlasıyla alacaklardır. [103;1-3; 95,4-6; 19,71-72; 74,38]
İstisna burada munkatı olup “lâkin” mânasına gelir.
41-42 – Onların, tarife hacet olmayan, her yönden mükemmel bir nasipleri vardır, onlara meyveler vardır. Ve onlar hep izzet ve ikramla ağırlanırlar.
Cennette meyveler, sadece lezzet için yenir. Cennette acıkma duygusu olmayacaktır.
43-47 – Naim cennetlerinde, karşılıklı tahtlar üzerinde otururlar.
Kaynağından taze doldurulmuş, berrak mı berrak, içenlere pek hoş gelen,
içinde zararlı ve sersemletici şey olmayan, sarhoş da etmeyen içecekler,
dolu dolu kadehlerle etraflarında fır dönen hizmetçiler tarafından ikram edilir. [56,17-19; 78,34]
Başka yerlerden, cennette hizmet edenler arasında çocukların da bulunduğu anlaşılmaktadır (52,24; 76,19). Bâliğ olmamış müşrik çocukları cennetlik olup, annesi babası cehenneme gitmiş bu çocuklar, mutlu olsunlar diye, cennetliklere hizmet etmek üzere vazifelendirilirler.
Dünya içkilerinin kokusu ve tadı pis olup mideyi olumsuz yönde etkiler. Daha sonra beyne tesir edip baş döndürür, karaciğerin çalışmasını aksatarak bünyeyi harap eder.
48-49 – Yanlarında, kocalarından başkasının yüzüne bakmayan, yumuşak bakışlı, güzel gözlü, gün yüzü görmemiş yumurtanın pembe beyaz renginde eşleri de olacaktır.
50 – Birbirleriyle sohbete girerler.
51-53 – Derken biri der ki: “Sahi, benim de yakın bir arkadaşım vardı.
Yanıma gelir, iğneli iğneli “Sen de mi, derdi, bu masala inananlar arasında yer alıyorsun? Yani biz ölüp çürümüş kemik, toz toprak haline geldikten sonra, biz mi dirilip hesap vereceğiz, buna da inanılır mı?”
54-57 – “Şimdi ister misiniz onu size göstereyim?” Onlar da arzu edince, derhal bir tarama yapıp onu cehennemin tam ortasında bulur.
“Vallahi, nerdeyse beni de düştüğün o helâke sürükleyecektin!
Rabbimin hidâyet nimeti yetişmeseydi, eli kolu kelepçeli getirilip o azaba atılanlardan olacaktım!” [7,43]
58-61 – Sonra cennetteki arkadaşlarına dönerek: “O ilk ölümümüzden sonra artık bize burada ölüm olmayacak değil mi, o azap bize hiç ulaşmayacak değil mi?
Ne güzel! Şükürler olsun! İşte kurtuluş, işte büyük başarı diye buna derler.
Çalışanlar, asıl, böyle bir başarı elde etmek için çalışsınlar!”
62-65 – “Şimdi iyi düşünün!” buyurur Yüce Allah,
“Sonuç olarak böylesi bir mutluluk mu iyidir, yoksa zakkum ağacı mı?
Biz onu zalimler için bir dert ve azap yaptık.
O öyle bir ağaçtır ki cehennemin ta dibinden çıkar. Meyveleri: sanki şeytanların başları!” [23,20; 56,51-52; 17,60]
Zakkum: Tadı çok acı, pek fena kokan bir bitki olup ondan çıkan sıvı, bedene bulaşması halinde deriyi tahriş eder.
İnsanlar şeytanları görmediklerinden bu benzetmeyi anlayamayanlar bulunabilir. Fakat bu kabil teşbihler dile yerleşmiştir. Nasıl ki temiz ve nuranî bir insan meleğe, güzel bir kadın periye, çirkin bir kadın cadıya benzetilir.
66 – İşte o zalimler bunları yer ve karınlarını tıka basa doldururlar.
67 – Zakkum yemeğinin üstüne, barsakları parçalayan irin karışık kaynar su içerler.
Hamîm (kaynar su) cehennemin dışındadır; Zira “Onlar, cehennemle hamîm arasında gider gelirler.” [55,44] âyetinden bu anlaşılmaktadır.
68 – Sonra dönüşleri, şüphesiz ateşe olacaktır.
Yedikleri zakkum boğazlarına durunca ve acıtınca bu acıyı dindirmek için su veya meşrubat ararlar. Ama irinli kaynar sudan başka bir şey bulamazlar.
69 – Onlar atalarını haktan sapmış durumda buldular.
70 – Bunlar da onların izlerinde koşmaya can atıyorlar.
71-72 – Daha önce yaşayan insanların ekserisi de yoldan sapmışlardı.
Biz de onları uyarıp gerçeği gösteren peygamberler göndermiştik.
73 – İşte bak ve düşün: O uyarılanların âkıbeti nice oldu?
74 – Ancak, içlerinden Allah’ın imana ve ihlasa muvaffak kıldığı kullar,
elçileri dinleyip o kötü âkıbetten kurtuldular.
75 – Nitekim Nûh Bize yalvardı da, Biz onun duasını ne de güzel kabul buyurduk!
76 – Onu, ailesini ve yanındaki müminleri o müthiş felaketten kurtardık.
77 – Hayatta kalıp payidar olmayı da onun soyuna has kıldık.
78 – Sonraki nesiller içinde de ona iyi bir nam bıraktık:
79 – “Bütün milletler içinden selam var Nûh’a!”
80 – Biz iyileri işte böyle ödüllendiririz!
81 – Gerçekten o, Bizim tam inanmış has kullarımızdandı.
82 – Sonra da öbürlerini, o zalim kâfirleri suda boğduk.
83 – İbrâhim de, şüphesiz onun taraftarlarından biriydi.
84 – O, Rabbine tertemiz bir kalb ile yöneldi.
85-87 – Babasına ve halkına şöyle dedi: “Nedir bu tapındığınız nesneler? İlle de bir iftira, bir yalan olsun diye mi Allah’tan başka mâbud arıyorsunuz!
Siz Rabbülâlemin’i ne zannediyorsunuz?
Onun sıfatlarını iyice biliyor musunuz?
88-89 – Bir bayram günü, İbrâhim halkın içinde iken yıldızlara bir göz atıp: “Ben, galiba hastayım!” dedi.
“Yıldızlara bakma” düşünmeyi ifade eden bir deyimdir. Nitekim bir şey düşünen kimse gayr-ı ihtiyarî bakışlarını gökyüzüne çevirir.
Halk hastalıktan korktuğu için, kendilerine de bulaşmasın diye, onun yanından uzaklaştılar.
90 – Derhal onun yanından uzaklaştılar.
91-92 – O da çaktırmadan putların yanına sokuldu. Onlara takdim edilmiş öylece duran yemekleri görünce: “Buyursanıza, neden yemiyorsunuz?” Neyiniz var, neden konuşmuyorsunuz?” dedi.
93 – Hiddetini tutamıyarak iyice yaklaşıp putlara kuvvetli bir darbe indirdi.
94 – Bunu haber alan halk telaşla ve sür’atle onun yanına gittiler.
95-96 – O da: “Â! Siz ellerinizle yonttuğunuz bu heykellere mi tapıyorsunuz? Halbuki sizi de yaptığınız şeyleri de yaratan Yüce Allah’tır.” dedi.
97 – Sonunda: “Haydin, dediler, onun için bir odun yığını hazırlayın da onu ateşin içine atın!.”
98 – Ona tuzak hazırlamak istediler, ama Biz heveslerini kursaklarında bıraktık. Asıl kendilerini perişan ettik.
99 – İbrâhim dedi ki: “Ben, Rabbimin gitmemi emrettiği yere doğru gidiyorum, O elbet bana yol gösterecektir.”
100 – “Ya Rabbî, salih evlatlar lütfet bana!”
101 – Biz de ona aklı başında bir oğul müjdeledik.
Bu duadan Hz. İbrâhim (a.s.)’ın o zaman çocuğu olmadığı sonucu çıkarılabilir. Hz. İsmâil ile Hz. İshak’ın iyice yaşlandığı sırada verildiği (14,39) bilinince, duasına uzun yıllar sonra icabet edildiği anlaşılır.
102 – Çocuk büyüyüp yanında koşacak çağa erişince bir gün ona: “Evladım, dedi, ben rüyamda seni kurban etmeye giriştiğimi görüyorum, nasıl yaparız bu işi, sen ne dersin bu işe!”
Oğlu: “Babacığım! dedi, hiç düşünüp çekinme, sana Allah tarafından ne emrediliyorsa onu yap. Allah’ın izniyle benim de sabırlı, dayanıklı biri olduğumu göreceksin!”. [19,54-55] {KM, Çıkış 13,2; Sayılar 3,13; Tekvin 22,1-14}
Hz. İbrâhim oğlunu kurban ettiğini değil, kurban etmeye giriştiğini görmüştü.
103-105 – Her ikisi de Allah’ın emrine teslim olup, İbrâhim oğlunu şakağı üzere yere yatırıp, Biz de ona: “İbrâhim! Rüyanın gereğini yerine getirdin (onu kurban etmekten seni muaf tuttuk)” deyince (onları büyük bir sevinç kapladı). Biz iyileri işte böyle ödüllendiririz!
Bu âyetlerden, Peygamberlerin rüyasının vahiy şekillerinden biri olduğu anlaşılıyor. Aksi takdirde Allah onu uyarır ve Kur’ân’da böylesine bir yanlış anlaşılmaya engel olurdu.
Kurbanlık çocuğun adı Kur’ân’da açıklanmaz. Müfessirlerden İsmâil diyenlerin yanında İshak olduğunu söyleyenler de vardır. Ekseriyet birinci görüştedir. Yahudi - Hıristiyan geleneği ise İshak olduğunu söyler.
106 – Bu, gerçekten pek büyük bir imtihandı. [53,37]
107 – Oğluna bedel ona büyük bir kurbanlık verdik.
108 – Sonraki nesiller içinde ona da iyi bir nam bıraktık: ki o da, bütün milletler tarafından şöyle denilmesidir:
109 – “Selam olsun İbrâhim’e!”
110 – Biz iyileri işte böyle ödüllendiririz!
111 – Gerçekten o Bizim tam inanmış has kullarımızdandı.
112 – Biz de ona, salih kişilerden, üstelik peygamber olacak bir evladı, İshak’ı müjdeledik.
113 – Kendisine de İshak’a da feyiz ve bereketler verdik. Onların neslinden gelenler arasında iyi davranan da var, kendi nefsine açıkça zulmeden de!
Bu âyetle kurban kıssasının anlatılış hikmetine işaret ediliyor. Hz. İbrâhim (a.s.)’ın iki oğlu Hz. İshak (a.s.)’dan Yahudi ve Hıristiyanların mensub olduğu İsrailoğulları, Hz. İsmâil (a.s.)’dan ise Araplar ve diğer müslümanlar dünyaya yayılmışlardır. Dünyadan nice soy ve sülale geçip gitmiş, onların isimleri bile kalmadığı halde Allah Hz. İbrâhim’in nesline bu bereket ve şerefi vermiştir. Allah Teâla bu kıssayı anlatmakla onlara şöyle demek istiyor: “Sizin ecdadınız İbrâhim, İsmâil ve İshâk (aleyhimü’s-selam), ihlasları ile bu şerefe yükseldiler. Siz de onlar gibi olmak isterseniz bu ihlası kazanmaya çalışın. Yoksa, önderlik soydan ileri gelmez. Nitekim onların soylarından iyiler gibi, zalimler de bulunmaktadır.”
Yirminci asrın son çeyreğinde Batı Hıristiyanlık dünyası başta olarak birçok yerde “Hz. İbrâhim’de birleşme” temennileri dile getirilmeye başlamıştır. Bu üç ümmet Hz. İbrâhim’e lâyık nesiller oldukları nisbette dünyada hayır ve faziletin ağır basacağı rahatlıkla söylenebilir.
114 – Biz Mûsa ile Harun’a da nübüvvet vererek ihsanda bulunduk. [21,48]
115 – Onları da, milletlerini de müthiş bir gaileden kurtardık.
116 – Hem onlara yardım ettik de, galip gelenler onlar oldular.
117 – Kendilerine gerçekleri apaçık gösteren o kitabı verdik.
118 – Onları doğru yola ilettik!
119 – Sonraki nesiller içinde onlara da iyi bir nam bıraktık.
120 – “Selam olsun Mûsâ ile Harun’a”
121 – Biz iyileri işte böyle ödüllendiririz!
122 – Gerçekten onlar, Bizim tam inanmış has kullarımızdandı.
123 – İlyas da şüphesiz resullerdendi.
Hz. İlyas İsrailoğullarından olup, M.Ö. 9. asırda Filistin bölgesinde yaşamıştır. Dinler Tarihi araştırmalarının bulgularına göre, Babil’den Mısır’a kadar geniş bölgede Ba’l adı ile Allah’a ibadet edilmiştir. Bu kelime: Efendi, Sahip, lider bazan da koca anlamına gelir. Onlar başlangıçta hak Tanrıya bu isim ile ibadet ederken, sonraları şirke bulaştıkları anlaşılıyor.
124-126 – Hani o halkına şöyle demişti: Siz hâla şirkten ve günahlardan sakınmayacak mısınız? Sizin de, gelip geçmiş atalarınızın da Rabbi olan Allah’ı, o Mükemmel Yaradanı bırakıp hâla Ba’l’e tapmaya mı devam edeceksiniz? {KM, I Krallar 18,24-40}
127 – Fakat bunlar onu yalancı saydılar. Bundan ötürü de, onlar tutuklanıp hesap günü mutlaka yargılanacak ve cehenneme ***ürüleceklerdir.
128 – Ancak Allah’ın ihlasa erdirdiği kulları böyle olmaz.
129-130 – Sonraki nesiller içinde ona da iyi bir nam bıraktık. “Selam olsun İlyas’a!”
Hayatında çok kötü davranışlara mâruz bıraktıkları Hz. İlyas (a.s.)’a İsrailoğulları vefatından sonra Hz. Mûsâ’dan sonra, en büyük saygıyı beslemişlerdir. Onun göğe kaldırılıp dünyaya yeniden doğacağı inancı İsrailoğullarında yaygındı (Tevrat, II. Tarihler 21,12-15; I. Krallar 17, 18; 19,21; II. Krallar 1,2).
131 – Biz iyileri işte böyle ödüllendiririz!
132 – Gerçekten o bizim tam inanmış has kullarımızdandı.
133 – Lût da şüphesiz, resullerdendi.
134-135 – Onun suçlu kentini cezalandırırken, geride kalanlar arasında yer alan yaşlı eşi hariç, kendisini ve ailesini kurtardık.
136 – Sonra da ötekileri imha ettik.
137-138 – Siz de sabah akşam onların diyarlarına uğrarsınız. Hâla aklınızı kullanmayacak mısınız?
139 – Yûnus da şüphesiz resullerdendi.
140 – Hani o, Rabbinden izinsiz kaçıp yolcusunu doldurmuş gemiye kendini atmıştı.
141 – Kur’a çekmiş, kur’ada kaybedenlerden olunca denize atılmıştı.
142 – O yaptığından ötürü pişman bir vaziyette iken balık onu yutuverdi.
143-144 – Şayet Allah’ı çok zikreden, ibadetli kimselerden olmasaydı, tâ mahşere kadar onun karnında kalırdı.
Hz. Yunus (a.s.) ın kıssası için bkz. 21,87.
Allah Teâla, inkârlarında ısrar eden bu halka, elçisi Yunus (a.s.) vasıtasıyla helâk edici azap vaad etti. Bununla beraber, onların bu azapla imha edilmemeleri ihtimali de vardı. Dolayısıyla Yunus (a.s.) için, evla yani en iyi tutum, halkını dine dâvete devam etmesi idi (Razî). Azap gelmek üzere olduğundan o ayrılıp gemiye bindi. Daha matlub olan tutumu terk ettiğini görerek çok üzüldü. Daha sonra Allah onu kurtarıp o da sahile çıktığında, ahaliden iman edenler olduğunu görünce bu içtihadında isabet etmediğini anlamıştı. Bu kıssada esas hedef, tövbenin af sebebi olduğunu bildirmektir. Vallahu a’lem.
Bazı rasyonalistler, balığın onu yutmasını tevil etmek isterler. Bu olay bir mûcize olarak pekâla gerçekleşmiştir. Kaldı ki mûcize olmaksızın bile normal şekilde şöyle bir olay cereyan etmişti: 1891’de İngiltere’de balina avında bir balıkçı denize düşmüş ve bir balina da onu yut-muştu. Bir iki gün sonra o balık ölü olarak bulununca, yutmasından 60 saat geçtiği halde o kişi balığın karnından canlı olarak çıkartılmıştı (Urdu Digest, Şubat, 1964’den Mevdudî, Tefhim, bu âyetlerin tefsirinde).
145 – Derken Biz onu ağaçsız çıplak bir sahile attık, o bitkin bir halde idi.
146 – Üzerine gölge yapması için, orada asma kabak cinsinden bir ağaç bitirdik.
147 – Biz onu yüz bin nüfuslu bir şehre göndermiştik, hatta gittikçe nüfusları artıyordu da. {KM, Yunus 4,11}
“Bu âyette: “Biz onu, yüz bin veya daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik.” diye de mâna verilebilir. Allah Teâla dileseydi, elbette o halkın sayısını tam olarak bildirirdi. Maksat: Bir kişi oraya girdiğinde yüz bin veya daha fazla olduğunu tahmin ederdi.” demektir.
148 – Yûnus onları tekrar hakka çağırınca, bu sefer iman ettiler. Biz de belirli bir süreye kadar onları hayattan istifade ettirdik.
149 – Onlara (Mekkelilere) sor bakalım: (hâla şirklerine devam edip) kız evlatları senin Rabbine, erkek evlatları da kendilerine mi isnad edecekler? [16,58; 53,21-22; 43,19; 17,40]
150 – Yoksa Biz melekleri dişi yaratmışız da onlar buna şahit mi olmuşlar?
151-152 – Haberiniz olsun ki onlar sırf iftira ederek “Allah doğurdu” derler. Onlar yalancıların ta kendileridirler.
153 – Allah kızları oğullara tercih mi etmiş?
154 – Ne olmuş size, aklınızı mı kaybettiniz? Ne biçim hüküm veriyorsunuz öyle!
155 – Hâla düşünüp Allah’ın bundan münezzeh olduğunu anlamayacak mısınız?
156 – Ne o, yoksa sizin açık bir deliliniz mi var?
157 – Eğer iddianızda tutarlı iseniz getirin o kitabınızı!
158 – Bir de tutup Allah ile melekler arasında bir soy bağı uydurdular!
Ama o melekler, bunu iddia eden müşriklerin yargılanıp cehenneme tıkılacaklarını pek iyi bilirler.
159 – Ve şöyle derler: “Allah onların iddia ettikleri şeylerden münezzehtir, çok yücedir.”
160 – Ancak Allah’ın ihlasa erdirdiği kulları böyle olmaz, cehenneme ***ürülmezler.
161-163 – “Ey müşrikler! Ne siz, ne de sizin Allah’tan başka ibadet ettikleriniz,
-ille de cehenneme girmek isteyen kimseler hariç-
Allah’a yönelmek isteyen herhangi bir kulu yoldan çıkaracak bir kuvvete sahip değilsiniz.”
164 – “Bizim her birimizin belli bir makamı ve yeri vardır.
165 – Saf saf dizilenler biziz.[37,1]
166 – Allah’ı zikredip O’nu tenzih edenler biziz.” [21,26-29]
167–169 – Müşrikler önceleri: “Eğer, derlerdi, daha önceki milletlere verilen kitap gibi bir kitap bizde de olsaydı, biz de yalnız Allah’a ibadet eden halis kullarından olurduk.” [35,42; 6,156-157]
170 – Ama şimdi onu red ve inkâr ettiler;
Fakat yakında öğrenirler!
171-173 – Şu kesindir ki, Biz resul olarak gönderdiğimiz kullarımıza söz verdik ki onlar yardımımıza mazhar olacaklar ve Bizim ordumuz mutlaka galip gelecektir. [58,21; 40,5]
Âyette geçen “ordumuz”, yani Allah’ın ordusundan maksat Resûlullah (a.s.) ile birlikte mücahede eden ve onun tebliğ ve cihadını devam ettiren müminlerdir. Ayrıca Allah tarafından müminleri desteklemekle görevlendirilen gaybî ordular da olabilir. Ancak bu, müminlerin her zaman siyasî sahada galibiyet sağlayacakları mânasına gelmez. Esasen galip gelinecek sahalar çoktur ve siyaset bunlardan sadece biridir. Nitekim peygamberler siyasî yönden galip gelmedikleri yerlerde, ahlâk ve faziletle başarı sağlamışlardır. Ancak, Cahiliyye düşünceleri bir süre üstün çıksa bile, kısa bir zaman sonra silinip gitmişlerdir. Fakat peygamberlerin getirdikleri gerçekler, binlerce yıldan beri hakikat olarak devam etmektedir. Demek ki müminler, hüccet yönünden her zaman üstündürler (Mevdûdî, Tefhim).
174 – Artık bir süre sen onlardan uzak dur!
175 – Onları gözetle! Zaten kendileri de başlarına geleceği yakında göreceklerdir.
176 – Şimdi onlar azabımızın çarçabuk başlarına gelmesini gerçekten istiyorlar mı?
177 – Eğer öyleyse, şunu bilsinler ki, azap onların yurtlarına inerse,
o uyarılıp da yola gelmeyenlerin varacakları sabah çok fena bir sabah olacaktır!
178 – Artık sen bir süre onlardan uzak dur.
179 – Başlarına inecek azabı gözetle! Zaten kendileri de yakında gerçeği göreceklerdir.
180-182 – İzzet ve kudret Rabbi olan senin Rabbin, onların bütün batıl iddialarından münezzehtir, yücedir.
Selam bütün peygamberleredir.
Bütün hamdler âlemlerin Rabbi Allah’adır.
Saffat suresinin bu son üç ayeti Allah’ın her türlü eksikten münezzehiyetini, karşı konulamıyacak izzetini, bütün alemlerin rabbi olarak övgüye asıl kendisinin layık olduğunu bildirip insanlık tarihi boyunca gelen bütün peygamberlere selam görevini de müminlere hatırlatmaktadır. Bu özelliğiyle dualardan ve Kur’an okunduktan sonra bu ayetlerle son verme adeti pek güzel bir gelenek olmuştur. Bazı tefsirler bu üç ayetin fazileti hakkında İbn Ebî Hâtim’in Şa’bî vasıtasıyla Hz. Peygamberden naklettiği şu hadise yer verirler: “Her kimi, kıyamet günü, mükafatını tam ölçekle almak memnun edecekse bulunduğu meclisten kalkacağı sırada Subhane Rabbike... desin” (Kurtubî, Suyutî, Alûsî).
 
fatır suresi meali

Mekke’de indirilmiş olup 45 âyettir. Allah Teâlâ’nın yaratıcılığını bildiren ve ilk âyette geçen Fâtır isminden dolayı bu isimle adlandırılmıştır.
Bu sûrede Allah’ın varlığına, birliğine, hikmet ve kudretine delalet eden çeşitli deliller gözler önüne serilir. Allah’ın yarattığı tabiatı iyi inceleyenlerin O’nu lâyıkıyla tanıyıp tazim edecekleri, bir sonuç halinde bildirilir (âyet: 28). Şirk çürütülür. Bu gerçekler, bazı meseller aracılığı ile de müşahhas hale getirilir. Vahye kulak verip âhirete hazırlananları bekleyen mutluluk ile kâfirleri bekleyen kötü âkıbet hatırlatılır. İnsanların çoğunun nankörlüğüne rağmen Allah’ın onlara mühlet verdiği hatırlatılarak onlar, bu fırsatı değerlendirmeye çağırılır.


Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Hamd, gökleri ve yeri yaratan ve melaikeyi iki, üç, dört... kanatlı elçiler yapan Allah’a mahsustur. O, yaratıklarından, istediğine, dilediği kadar fazla özellikler verir, Çünkü O her şeye kadirdir. {KM, İşaya 6,2; Hezekiel 1,6}
Buradaki kanat sayıları, tahsis için olmayıp, çokluğu beyan etmek için misal kabilindendir. Zaten hemen peşinden gelen “yaratmada dilediği kadar fazla özellikler verir” kısmı da bunu teyid etmektedir. Kanatlar, meleklerin sür’atlerini ve güçlerini ifade eder.
Nitekim hadis-i şerifte, Peygamber Efendimizin Cibril’i ufku kaplayan altı yüz kanadıyla gördüğü bildirilmiştir.
Âyet hilkatteki çeşitliliğe işaret buyurmaktadır: Mesela: güzel yüzler, güzel sesler, güzel saçlar, güzel hatlar, gözlerde güzellik, boy ve endamda hoşluk, incelik, biçimde uyumluluk, organlarda tamamlık, güçte şiddet, akılda keskinlik, görüşte ve düşüncede verimlilik ve bereket, kalbte cesaret, ruhta hoşgörü, dilde güzel ifade, konuşmada yeterlilik, çeşitli kabiliyetler, işte beceriklilik ve maharet… ve daha bunlar gibi nice mükemmellikler sadece insan yaratılışıyla ilgili çeşitliliğe misal kabilindendir. Bunlara kuşlar, balıklar, kelebekler, atlar, aslanlardan, dünyayı yaldızlayan türlü türlü çiçekler ve bitkiler âlemini, zerrelerden, atomlardan galaksilere kadar makrokozmozu dolduran çeşitlilikleri ilave edersek bu âyetin ne geniş bir âleme pencere açtığını anlayabiliriz.
2 – Allah’ın insanlara göndereceği herhangi bir nimeti engelleyip tutacak güç bulunmaz. Onun vermediğini ise gönderecek kuvvet yoktur. O, öyle azîz ve hakîmdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir). {KM, Eyub 12,14; İşaya 22,22}
3 – Ey insanlar! Allah’ın üzerinizdeki nimetlerini hatırlayın: Düşünün: göklerden ve yerden sizi rızıklandıran Allah’tan başka bir yaratıcı mı var?
Ondan başka tanrı yoktur. Böyle iken nasıl oluyor da (imandan inkâra) çevriliyorsunuz?
4 – Eğer seni yalancı sayarlarsa buna üzülme. Senden önceki peygamberler de yalanlandı. Bütün işler nihaî hüküm için Allah’a ***ürülür.
5 – Ey insanlar! Allah’ın vâdi elbette gerçektir, öyleyse sakın dünya hayatı sizi aldatmasın; o çok hilekâr şeytan da Allah’ın kerem ve merhametini ileri sürerek sizi aldatmasın. [31,33; 57,14]
Şeytan birçok kere insanı: “Allah kerîmdir, senin ibadetine ihtiyacı yoktur. O gafurdur, rahîmdir” diyerek günahlara veya “O her şeye vekildir” diyerek tembelliklere sürükleyip, imkânlarını kötüye kullanmaya sevk etmek ister.
Gerçi Allah’ın bu vasıfları vardır. Fakat öyledir diye mağrur olup aldanmak, Allah’a saygı göstermemek, Onun izzet ve celalini hesaba katmamak, Allah’ın cezasını tanımamak gibi bir cinayet işlemek olmaz. Keza Allah’ın iman edip makbul işler işleyen kullarına verdiği imkân ve derecelerden de göz göre göre bir mahrumiyete kimsenin razı olmaması gerekir.
6 – Şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman kabul edin.
O kendi taraftarlarını, cehennemlik olmaya dâvet eder. [18,50; 36,60]
7 – Kâfirlere şiddetli bir ceza vardır.
İman edip güzel ve makbul işler yapanlara ise mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.
8 – Hiç kötü işleri kendisine güzel görünen kimse, iyilik edip dürüst işler işleyen kimse gibi olur mu?
Allah dilediğini sapıklığa, dilediğini doğru yola iletir.
O halde o insanlardan ötürü üzülüp kendini mahvetme! Çünkü Allah onların bütün yaptıklarını bilir.
9 – Allah o yüce Zattır ki rüzgârlar gönderir. Onlar bulutu kaldırır, derken onu ölü bir beldeye sevk ederiz ve onunla ölümünden sonra yeryüzüne hayat veririz.
İşte ölülerin diriltilmesi de böyledir.
10 – Kim izzet istiyorsa bilsin ki izzet tamamiyle Allah’ındır.
Güzel ve temiz sözler O’na yükselir. Güzel ve makbul işi de Allah yükseltir.
Kötü işleri gizlice tasarlayıp kuranlara şiddetli azap vardır.
Onların kurdukları bütün tuzaklar mahvolur. [4,139; 10,65; 63;8]
Âyette muhtemel olan birkaç anlam vardır.
1-Mealde tercih ettiğimiz durum: Güzel söz doğrudan Allah’ın katına çıkar. Amel-i salih ise Allah’ın onu yükseltmesine bağlıdır. 2-Güzel sözü yükselten amel-i salihtir. Söz ancak eylemle değer kazanır. Hadiste Hz.Peygamber (a.s.m) “Allah sözü amelsiz kabul buyurmaz” buyurmuştur. 3-Amel-i Salih, amilini yükseltir. Kim izzet istiyorsa, amel-i salih işlesin, zira kula şeref ve izzet veren, budur.
Kısacası, izzet elde etmek hem sözde, hem de işte ortaya çıkan itaatla olur, yoksa gurur, tembellik, şeytanlık ve kötülüklerle değil.
11 – Allah sizi (atanız Âdemi) topraktan, sonra(ki nesilleri de) nutfeden yarattı. Sonra sizi çift çift yaptı.
Onun bilgisi dışında hiçbir dişi ne hamile kalır, ne de doğurur.
Herhangi bir canlının ömrünün uzaması veya kısaltılması da mutlaka bir kitapta yazılıdır.
Bütün bunlar, Allah’a göre, elbette pek kolaydır. [6,59; 3,8-9]
12 – (Allah sınırsız miktarda birbirinden farklı varlıkları yaratabilir. Bu cümleden olarak) iki denizin suyu bir olmaz: şu tatlı, içimi âfiyetli, boğazdan kayıverir; o ise tuzlu, acıdır. Bununla beraber her iki denizden de taptaze et yersiniz ve takındığınız inci gibi süs eşyası çıkarırsınız.
Allah’ın lütfundan nasip arayıp bulmak için gemilerin suları yardığını, denizlerde devamlı dolaştıklarını görürsün. Umulur ki bütün bu nimetlere şükredersiniz. [55,22-23]
13 – O gâh gündüzü kısaltarak geceyi uzatır, gâh geceyi kısaltarak gündüzü uzatır.
Güneş ve ayı emri altında hizmete koşturan da O’dur.
Bunlardan her biri belirlenmiş bir vâdeye kadar akıp gider.
İşte bütün bunları yapan, Rabbiniz olan Allah’tır.
Hakimiyet O’nundur. Ey müşrikler Sizin O’ndan başka yalvardığınız putlar ise bir çekirdek zarına bile hükmedemezler.
14 – Şayet siz onlara seslenirseniz çağrınızı işitemezler. Faraza işitseler bile size cevap veremezler.
Kıyamet günü ise sizin kendilerini, ibadette Allah’a ortak saymanızı reddedeceklerdir.
Hiç kimse sana, her şeyi bilen Allah’ın gerçekleri bildirmesi gibi haber veremez. [46,5-6; 19,81-82]
15 – Ey insanlar! Siz hepiniz Allah’a muhtaçsınız.
Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, her türlü övgülere ve hamdlere lâyık olan ise ancak Allah’dır.
İnsanın nazik bir yaratılışı olduğundan (4, 28) hangi mertebede olursa olsun Allah’a muhtaç olmaktan kurtulamaz. Emaneti taşıyan insan ruhunun duyduğu ihtiyaçlar o kadar çoktur ki, onun yanında diğer mahlûklara fakir bile denmez. İnsanın bu sınırsız ihtiyaçlarını tatmin edecek Allah’tan başka mâbud bulunmaz.
16-17 – O dilerse sizi ortadan kaldırır ve yerinize başka mahlûklar yaratır. Bunu yapmak Allah’a zor değildir.
18 – Hiç kimse bir başkasının günahını yüklenmez.
Eğer çok ağır bir yük altında ezilen biri, taşıma işinde başkasını yardıma çağırırsa o akrabası da olsa, yükünden az bir kısmını bile taşımayı kabul etmez.
Sen ancak Rab’lerini görmedikleri halde O’nu tazim eden ve namazlarını hakkıyla ifa edenleri uyarırsın (yani senin uyarman, peşin hükümlü inatçılara değil, ancak böyle yapmaya yatkın olanlara fayda verir).
Kim günahlarından temizlenir, arınırsa kendi lehine olarak arınır. Hepinizin dönüşü Allah’adır.
“Bi’l-gayb” hakkında başka muhtemel tefsirler de vardır: 1.İnsanlardan uzak, yalnız iken de Allah’ı tazim ederler. 2.Azabını görmedikleri halde, Rab’lerinin azabından korkarlar.
Bu âyet 29,13 âyetine aykırı değildir. Çünkü o âyet sapmadan başka, başkalarını saptırmak günahının cezasını bildirmektedir. Saptırma günahı da, sapma günahı gibi insanın kendi günahı olduğundan kendisine yüklenecektir.
19-22 – Görenle görmeyen (âma) bir olmaz.
Karanlıklarla aydınlık,
gölge ile sıcak,
dirilerle ölüler de bir olmaz! (müminlerle kâfirler bir olmaz).
Allah, dilediğine hakkı işittirir, Sen kabirde olanlara sesini elbette işittiremezsin. [11,24]
23 – Sen sadece uyarıcı bir peygambersin.
24 – Evet, Biz seni gerçeğin ta kendisine malik olarak, rahmetle müjdeleyen ve kâfirleri azapla uyaran bir elçi olarak gönderdik.
Zaten uyaran bir peygamber gelmiş olmayan hiçbir millet yoktur. [16,36; 13,7]
25 – Eğer seni yalancı sayarlarsa, üzülme. Bu yeni bir şey değil.
Onlardan öncekiler de gerçeği yalan saymışlardı. Resulleri onlara parlak deliller, kitaplar ve özellikle aydınlatıcı bir kitapla gelmişlerdi. (Amma nafile!)
26 – Sonra da Beni inkâr edenleri tutup cezaya çarptırdım. Benim reddedişim nasıl olurmuş, görsünler bakalım!
27 – Görmez misin ki Allah gökten bir su indirir. Onunla rengârenk, çeşitli meyveler yetiştiririz.
Dağlardan da beyaz, kızıl, siyah ve türlü türlü renklerde yollar var etmişizdir.
28 – İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan yine böyle türlü renklerde olanlar vardır.
Kulları içinde ancak âlimler, Allah’ı gerektiği tarzda tazim ederler. Muhakkak ki Allah, azîz ve gafurdur (mutlak galiptir, çok affedicidir).
Kur’ân, Allah’ı tanıtırken kalbe hitab ettiği gibi birçok defa da akla hitab eder. İçinde yaşadığımız âlemin fizik yapısının iyice incelenmesini ister. Böylece Allah’ın rahmet, kudret, hikmet ve san’atının oradaki görünümlerini de dikkat nazarlarına sunar.
Bu iki âyette muhataplar, bitkiler âleminde, yer küresinin kabuğunda, dağlarda ve topraklarda, insanlar ve hayvanlar âleminde tezahür eden muazzam ve muhteşem çeşitliliği incelemeye dâvet edilmektedirler. Aynı su ile sulanan, aynı toprakta yetişen, aynı güneşten yararlanan bitkiler âleminde birbirinden güzel desenler, renkler, şekiller, tatlar, kokular, özellikler ve faydalar...
Madenlerin depoları olan damar damar dağlardaki farklı toprak yapıları, renkler, çeşitler, özellikler, faydalar... Sadece bir petrolün milyonlarca yıllarla ifade edilen oluşumunu, mermer damarlarında Nakkaş-ı Ezelinin tecellilerini düşünelim: O harika renkler, şekiller, sağlam, muhkem özellikler.
İnsanların ihtiyaçları için hazırlanmış demir, bakır, altın, gümüş, krom, çinko, kurşun, fosfat, kalay, uranyum, volfram, kömür, boraks... filizleri ve yatakları... Trilyonlarca yaratığın yüz binlerce yıl boyunca muhtaç oldukları ne varsa hazırlanmış. Tesadüfe en ufak bir yer bulunabilir mi? Azıcık bilenin buna ihtimal vermesi mümkün değil. O, sadece bu âyette bildirildiği gibi Yüce Yaradan’ın azametine hayranlık duymaktan başka bir şey yapamaz. Böylece Kur’ân fizik, kimya, jeoloji, botanik, zooloji gibi tabiat bilimlerini bu ve başka birçok âyetle teşvik eder, ta ki kâinat kitabının okunmasına kapılar aralasın.
29 – Allah’ın kitabını okuyup ona uyanlar, namazı hakkıyla ifa edenler ve kendilerine nasib ettiğimiz imkânlardan, gizli ve aşikâr olarak hayır yolunda harcayanlar, ziyan ihtimali olmayan bir ticaret umarlar.
30 – Çünkü Allah onlara mükâfatlarını tam tamına verecek, üstelik lütfundan onlara fazlasını da ihsan edecektir. Zira o gafurdur, şekûr’dur (kusurları bağışlar, kulların amellerini ve şükürlerini kabul edip fazlasıyla karşılık verir).
31 – İlahî kitaplar içinde sana vahyettiğimiz bu kitap da, daha önceki kitapları tasdik eden ve gerçeğin ta kendisi olan bir kitaptır.
Allah kullarının bütün yaptıklarından haberdar olup onları görmektedir.
32 – Sonra Biz, kitabı seçtiğimiz kullarımıza miras verdik.
Kullarımızdan kimi nefsine zulmeder. Kimi mûtedildir, orta yolu tutar. Kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçer. İşte büyük lütuf budur.
33 – (Onların mükâfatları) Adn cennetleridir. Oraya girerler, orada altın bilezikler, incilerle süslenirler, elbiseleri de ipektendir.
34 – Şöyle derler: Hamdolsun bizden her türlü endişeyi gideren Allah’a! Gerçekten Rabbimiz gafurdur, şekûrdur (çok affedicidir, kullarının amellerini ve şükürlerini kabul edip mükâfatlarını fazlasıyla verir). {KM, Vahiy 7,17; 21,4}
35 – Çünkü O, lütfu ile bizi devamlı kalınacak olan yerde yerleştirdi. Burada artık bize ne yorgunluk dokunacak, ne de usanç gelecek.
36 – Kâfirlere ise cehennem ateşi var. Ne ölüm hükmü verilir ki ölsünler, ne de ateşin azabı hafifletilir.
Biz işte Allah’ı ve nimetlerini inkâr eden her nankörü böyle cezalandırırız. [20,74; 43,74-77; 17,97; 78,30]
37 – Onlar orada imdad istemek için şöyle feryad ederler:
“Ey Ulu Rabbimiz! Ne olur, çıkar bizi buradan, dünyaya geri gönder de, daha önce yaptıklarımızdan başka, güzel ve makbul işler yapalım!”
Allah onlara şöyle buyurur: “Biz, size, düşünüp ibret alacak, gerçeği görecek kimsenin düşüneceği kadar bir ömür vermedik mi?
Hem size peygamber de gelip uyardı.
Öyleyse tadın azabı! Zalimlerin hiç bir yardımcısı yoktur!” [40,11-12] [43,77-78; 17,15; 67,8-9]
Tecrübe ve imtihan zamanı olan bu süreyi yaşayan kimse için, Yaradan’ını bilmemekte bir özür kalmamıştır. Bu süre hakkında çeşitli rivayetler vardır. Bir hadis-i şerif bunu altmış yaş olarak belirler: “Kıyamet günü “altmış yaş yaşayanlar nerede?” diye nida edilir. Zira Allah Teâlâ’nın bu âyetindeki “ömür” den kasdedilen müddet budur”
Bir hadiste de: “Allah bir insana altmış sene ömür verince, artık ömür konusunda o kulunun mazeret ileri sürmesine imkân bırakmamıştır” buyurulur. (Taberî, Hâkim Müstedrek’te).
Bu hadis çokça vâki bir durumu bildirmek içindir. Daha az görülen başka durumlar da vardır. Başka yaş bildiren rivayetler var ise de, Allah’u a’lem: “Büluğdan sonra her ölen hakkında, bu süre gerçekleşmiş demektir.” Altmış, Hz. Peygamberden rivayet edildiği üzere en üst sınır demektir. Yani bundan sonra kâfirliğe hiç mazeret kalmıyor demektir.
38 – Allah göklerin ve yerin gayplarını bilir. O insanların kalplerinde olanları da tamamen bilir.
39 – Sizi dünyada halifeler, yani yöneticiler yapan O’dur.
Kim inkâr ederse onun küfrü kendi aleyhinedir.
Kâfirlerin inkârı, Rab’leri nezdinde kendilerine gazaptan başka bir şey artırmaz.
Kâfirlerin inkârı onların sadece zararlarını fazlalaştırır. [35,39; 6,165]
Mekke’de bu sûrenin nâzil olduğu zaman düşünülürse âyetin bir mûcize ihtiva ettiği anlaşılır. Zira âyet ümmet-i Muhammedin dünyevî hakimiyetini bildirmektedir.
40 – De ki: Baksanıza, Allah’tan başka yalvardığınız şu şeriklerinize!
Gösterin bakalım bana: Dünyanın nerelerini yaratmışlar?
Yoksa göklerin yaratılmasında mı Allah’a ortaklıkları var?
Yoksa Biz onlara bir kitap verdik de onlar onun aydınlığında mı bulunuyorlar?
Sözün doğrusu şu ki: Zalimler birbirlerine sadece yalan, dolan ve aldanma vâd ederler.
41 – Gerçek şu ki: Gökleri ve yeri yok olmaktan koruyan, Yüce Allah’tır.
Şayet onlar yıkılacak olursa onları Allah’tan başka kimse tutamaz.
Doğrusu O halîmdir, gafûrdur (müsamahalıdır, cezalandırmada aceleci değildir, çok affedicidir). [22,65; 30,25; 35,1]
42 – Kendilerini uyaracak bir peygamber geldiği takdirde,
milletler içinde, hidâyette en ileri derecede yer alacaklarına dair var güçleri ile yemin ettiler.
Ama kendilerine bir peygamber gelip uyarınca bu, onların sadece nefretlerini artırdı. [6,156]
43 – Sebebi ise: dünyada sırf böbürlenip büyüklük taslamak
ve bir de kötü bir tuzak kurmak istekleriydi.
Halbuki kötü tuzak, sadece hazırlayanın ayağına dolanır, sadece onu perişan eder.
Onlar daha öncekilerin uğradıkları fecî âkıbetten başka bir şey mi bekliyorlar?
Sen Allah’ın nizamında hiçbir tebdil, hiçbir değişiklik bulamazsın! [13,11; 17,77; 48,23]
44 – Dünyada hiç dolaşıp da, kendilerinden önce yaşamış milletlerin âkıbetlerinin nasıl olduğuna bakmadılar mı?
Onlar, bunlardan daha güçlü idiler.
Ne göklerde ve ne de yerde Allah’ı engelleyecek bir şey yoktur.
Çünkü O alîmdir, kadirdir (her şeyi hakkıyla bilir ve her şeye gücü yeter).
45 – Eğer Allah insanları işledikleri günahlar yüzünden cezalandıracak olsaydı, dünyada tek bir insan bile bırakmazdı; ama Allah onların cezasını belirlenmiş bir vâdeye kadar erteler.
O vâdeleri geldiği vakit hükmünü yerine getirip onları cezalandırır. Çünkü Allah kullarını tamamen görmektedir. {KM, Mezmurlar 130,3}
Bazı tefsirler, “İnsanın günahlarının uğursuzluğu yüzünden bir tek hayvan bile kalmazdı.” demişlerse de, “Deprenir bir insan bırakmazdı.” mânasına olması daha mâkuldür. Çünkü âyetteki “onlar” zamirinin akıllı varlıklar hakkında kullanılması, akla daha yatkındır.
 
ahzab suresi meali

Medine’de hicri 5. yılın sonlarında nâzil olmuştur. 73 âyettir. “Birleşik düşman grupları (Ahzâb) veya Hendek savaşı bu sûre-i şerifenin en çok yer ayırdığı bir konu olduğundan, sûre bu isimle adlandırılmıştır. Bu sûre birtakım içtimaî esasları, özellikle Hz. Peygamber (a.s.)’ın örnek aile hayatını vesile ederek bildirir. Tebennî (evlat edinme), zıhar gibi bazı gelenekleri kaldırır. Peygambere karşı müminlerin davranışı, kadınların örtünmeleri, aile hayatı, gerçek müminlerin vasıfları, münafıkların karakteristik davranışları anlatılır. İnsanın büyük emaneti yüklenip, müminlerin buna sadık kaldıkları, münafık ve kâfirlerin ise hıyanet ettikleri bildirilerek sûre sona erdirilir.
Ahzâb: Grup, bölük, parti mânasına gelen “hizb”’in çoğuludur. Hicri 5. yılda Mekke müşrikleri, diğer müşrik kabilelerle güç birliği yaparak Medine şehrini kuşatıp İslâmiyet’i imha etmeye teşebbüs etmişlerdi. Neticede umduklarının aksi oldu, perişan olup kaçtılar. Bu tarihten sonra Müslümanlara bir taarruz hareketi yapamadılar.
Büyük çoğunluğu h. 5. yılda bu hadiselerin olduğu sıralarda nâzil olan sûre, İslâmiyet aleyhinde, çokça kullanılmak istenen iki silahı söz konusu eder. Birincisi: maddî silahları, ikincisi ise: Hz. Peygamberin aile hayatının temizliğine dokunmaktır. Sûre bu emelde olanların sonlarının hüsran olduğunu bildirmektedir. Onun hayatındaki nezahet ve sadelik, bu itirazlara karşı en kuvvetli cevaptır. Ahzâb harbinin vaki olduğu sıralarda İslâm toplumu kuvvet kazanma yoluna girmişti. Refah vesileleri ortaya çıkmıştı. Ezvac-ı tahirat da bu refahtan yararlanmak istediler. Hz. Peygamber yaşadığı sade hayattan ayrılmadığı gibi, ev halkının da bu prensibe sadık kalmalarını istiyordu. O, kendisinin ve ailesinin geçim seviyesinin, yoksul müminlerin hayat standardından yukarıda olmasını hiç uygun bulmadı. Dolayısıyla, dünya refahını tercih edecek eşlerinin kendisiyle yaşamaktan vazgeçmeleri gerekiyordu. Onları bu hususta serbest bıraktı. Onun bütün Arap yarımadasına hükmettiği sırada bile yaşadığı bu sade hayat ve eşlerine karşı olan bu tutumu, onun ruhanî ve manevî faziletlere, Rabbine ve âhiret mutluluğuna nasıl kuvvetle bağlı olduğunun müşahhas delilidir.


Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Ey Peygamber, Allah’a karşı gelmekten sakın, kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Muhakkak ki Allah her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.
2 – Rabbinden sana vahyolunan buyruklara uy! Allah ne yapıyorsanız onların hepsinden haberdardır.
3 – Yalnız Allah’a dayanıp güven! Koruyucu olarak Allah yeter.
4 – Allah, hiçbir adamın içinde iki kalb yaratmamıştır. Kendilerine zıhar yaptığınız eşlerinizi anneleriniz kılmamıştır. Evlatlıklarınızı da öz oğullarınız kılmamıştır. Bunlar ağızlarınızla söylediğiniz mânasız sözlerden ibarettir. Allah gerçeği söyler ve doğru yola iletir. [58,2; 33,37-40; 4,23]
Bu âyet Cahiliye devrinin iki âdetini kaldırmaktadır. Bunlardan biri zıhar olup Mücadile sûresinde daha geniş şekilde yer alacaktır. Zıhar “sırt, arka” anlamına gelen “zahr”dan gelip, kocanın eşine “Senin sırtın, annemin sırtı gibi olsun” diyerek bir nevi boşaması idi. O devirde bu durumdaki kadınla zevciyet ilişkisi kalmaz, bununla beraber kocasının evinden ayrılma hürriyeti de olmadığı için, kadın iyice zor durumda kalırdı. Kaldırılan ikinci âdet tebennî (evlat edinme) kurumu olup, müteakip âyet onu bildirmektedir.
5 – Öyleyse evlatlara babalarını esas alarak isim verin! Böyle yapmak Allah nezdinde daha doğrudur. Eğer babalarını bilmiyorsanız, bu takdirde onları kardeş veya mevlâ olarak kabul edin! Yanılarak isimlerde yaptığınız hatalardan ötürü size vebal yoktur, ama kalplerinizin kasden yaptıklarında vebal vardır. Allah gafurdur, rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur). [2,286]
Mevla kelimesi birçok anlama gelir. Burada: “köle iken hürriyetine kavuşmuş, âzatlı” mânasınadır.
6 – Peygamberin müminler üzerinde haiz olduğu hak, onların bizzat kendileri hakkında haiz oldukları haktan daha fazladır. (O, bir baba konumunda olduğundan) onun eşleri de müminlerin anneleridir. Akrabalar miras bakımından Allah’ın kitabında, birbirlerine diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar. Ancak dostlarınıza bir iyilik yapmanız müstesna, yani dostunuza vasiyetle bir mal bırakabilirsiniz. Bunlar kitapta yazılıdır. [4,65; 8,72]
7-8 – Bir vakit, Biz peygamberlerden, kuvvetli bir söz almıştık: Senden, Nuh’tan, İbrâhim’den, Mûsâ’dan ve Meryem’in oğlu Îsa’dan.
Evet onlardan pek sağlam söz almıştık ki vakti gelince O, sadıklara sözlerine bağlılıklarını sorsun. Kâfirlere ise gayet acı bir azap hazırladı. [3,81; 42,13; 5,109; 7,6]
Bu söz, elçilik görevini yerine getirmek, dinî tebliğ ve öbür peygamberleri tasdik etmek konusundadır. Allah risaletlerini tebliğ ve ifa etme konusunda sözlerine gösterdikleri bağlılığı, ümmetleri önünde açıklayacaktır.
9 – Ey iman edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani birleşik ordular üzerinize saldırmıştı da, Biz onlara karşı, bir rüzgâr ve sizin göremediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptığınız her şeyi görüyordu.
Hicretin 5. yılında Kureyş, bütün Arap yarımadasındaki gayr-i müslimleri Medine şehir devletinde yerleşmiş olan Müslümanlar aleyhinde harekete geçirerek, aklı sıra, kesin imha işini planlamıştı. Gatafan, Eşca, Mürre, Fezare, Süleym, Sa’d ve Esed kabileleri bu koalisyona girmişti.
Medine’de oturmaları itibariyle Müslümanlarla aynı kaderi paylaştıklarına dair kesin akitleri olan Benî Kurayza Yahudileri de bu kuvvetlerin, Müslümanların işlerini bitireceği fikrine kapıldıklarından, bilâhere onlar da, hıyanet edip düşman saflarına geçtiler. Böylece birleşik düşman askerleri 12.000’den fazla oldular. Müslümanların sayısı ise 3.000’i geçmiyordu.
Hz. Peygamber Medine çevresine hendek kazdırıp çıkan toprağın arkasına askerlerini mevzilendirdi. Bir ay kadar süren kuşatma sırasında yardım alamayan Müslümanlar iyice bunaldılar. Allah Teâlânın gönderdiği soğuk fırtına düşman güçlerinin çadırlarını söktü, ateşlerini söndürdü, karargâhlarını darmadağın etti. Canlarının derdine düşerek dağılıp gittiler. Görünmeyen ordular, Müslümanlara itminan veren melaike ordularıdır.
10 – O vakit onlar hem üstünüzden, hem alt tarafınızdan gelmişlerdi. Gözleriniz şaşkınlıktan ötürü kaymış, yüreğiniz ağzınıza gelmişti.
Siz de Allah hakkında türlü türlü zanlar beslemeye başlamıştınız.
11 – İşte orada müminler çetin bir imtihana tâbi tutulmuş, şiddetle silkelenmiş ve kuvvetli bir şekilde sarsılmışlardı.
12 – Hani münafıklar ve kalplerinde hastalık (iman zayıflığı) olanlar: “Allah ve Resulünün bize zafer vâd etmesi, meğer bizi aldatmak içinmiş!” diyorlardı.
Abdullah İbn Übey gibi münafıklar: “Muhammed bize İran ve Bizans’ı fethedeceğimizi vaad ediyordu. Şimdi ise, korkusundan hendek kazdırıyor” gibi fısıltılar yayıyorlardı.
13 – Bir kısmı: “Ey Yesribliler! Burada düşmana karşı koyamazsınız, mevzilerinizi bırakıp evlerinize dönünüz!” diyordu.
Onlardan bir başka bölük: “Evlerimiz korunmasız!” diyerek Peygamberden izin istiyorlardı.
Halbuki gerçekte evleri tehlikeye mâruz değildi, onlar sadece savaştan kaçmak istiyorlardı.
Hicrete kadar Medine’nin ismi Yesrib idi. Daha sonra Medinetu’n-Nebî (Peygamber’in şehri) oldu.
14 – Demek Medine’nin her tarafından hücum edilseydi ve kendilerinden İslâm’dan dönmeleri istenseydi, hiç tereddüt etmeksizin, bunu derhal yapacaklardı!
15 – Halbuki daha önce, düşmandan kaçmayacaklarına dair Allah’a yemin ederek, söz vermişlerdi. Allah’a karşı verilen o ahitlerin hesabı elbette sorulacaktır.
16 – De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmak asla size fayda vermez. Faraza başarsanız bile hayatta kalacağınız süre, nihayet çok sınırlıdır. [4,77-78; 62,8]
17 – De ki: “Allah size bir felaket dilese, sizi Allah’a karşı korumak kimin haddine düşmüş?”
Yahut o size bir rahmet dilese, bunu kim engelleyebilir ki?
Onlar, kendileri için Allah’tan başka ne bir koruyucu, ne de bir yardımcı bulamazlar.
18 – Allah içinizden bozgunculuğa meyledip savaştan alıkoymak isteyenleri ve kardeşlerine: “Bize gelin” diyenleri elbet biliyor. Zaten bunlardan ancak pek az bir kısmı savaşa geliyorlardı.
19 – Savaşa katıldıklarında da size karşı pek cimri ve kıskanç davranırlar. Hücum eden düşmanın ortalığa saldığı büyük korku gelince, ölüm sekeratına düşmüş kimsenin bakışı gibi, gözleri dönmüş bir tarzda sana baktıklarını görürsün.
Korku hali geçince, Allah yolunda harcamada cimrice bir tavır içinde, keskin dilleriyle sizi incitirlerdi.
İşte onlar iman etmemişler, Allah da onların yaptıkları bütün işleri boşa çıkarmıştır. Bu, Allah’a göre kolaydır.
20 – Münafıklar birleşik kuvvetlerin çekilip gitmediklerini sanıyorlardı.
Şayet birleşik kuvvetler tekrar gelecek olsa, çok isterler ki çöldeki göçebeler içinde bulunsunlar da sizin savaşınız hakkındaki haberleri uzaktan sorsunlar.
Esasen, yanınızda bulunsalardı dahi, onlardan pek azı savaşırlardı.
21 – Hakikaten, Allah’ın Resulünde sizler için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir nümune vardır.
Peşin hükümlü bazı müsteşrikler, Kur’anın toplum hayatını düzenleyen kurallar ihtiva etmesini akıllarına sığdıramazlar. Hz. Peygamber (a.s.m.)’ın Mekke’de müşriklerin baskı ve takibatına mâruz kaldığı zaman asil bir örnek olduğunu, fakat Medine’ye hicretten sonra savaşlar, birçok evlilik, ganimet, dünya hâkimiyeti ile manevî tarafının azaldığını ileri sürerler.
Fakat Resul-i Ekremin gelmesinden maksat, hislerine mağlup insanları memnun etmek, onlara pratik kıymetten mahrum birtakım esaslar öğretmek değildi. Hz. Muhammed’in görevi, bu dünyada yaşayan, çalışan insanlara yaşayışlarında uygulayabilecekleri kuralları öğretmek, onlara bu kuralları kendi yaşayışıyla izah ve tarif etmekti.
Ordu kurmasa, yaptırım gücü kazanmasa, hükümler koymasa, evlenmese, dâvaları hükme bağlamasa, düşmanları mağlup ettikten sonra onları affetmese, insanlara tam örnek olamazdı. Asıl bu gibi bütün beşerî faaliyetleri yapması, onların her birinde örnek tutumun ne olduğunu sözleriyle ve uygulamalarıyla göstermesi ile en mükemmel nümune olmuştur.
22 – Müminler saldıran o birleşik kuvvetleri karşılarında görünce: “İşte bu, derler, Allah ve Resulünün bize vaad ettiği zafer!
Allah da, Resulü de elbette doğru söylemişlerdir.” Müminlerin, düşman birliklerini görmeleri onların sadece, iman ve teslimiyetlerini artırdı.
23 – Müminlerden öyle yiğitler vardır ki Allah’a verdikleri sözü yerine getirip sadakatlerini ispat ettiler.
Onlardan kimi adağını ödedi, canını verdi, kimi de şehitliği gözlemektedir. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler.
Bu ayetten maksat Uhud Savaşı’nda düşmana karşı koymada sebat edip şehit olan Hz. Hamza, Mus’ab İbn Umeyr, Enes İbn Nadr gibi zatlardır. Talha ise (Allah onların hepsinden razı olsun) Hz. Peygamberi müdafa ederken kolu kesilmişti.
24 – Allah, böylece sadık kalanları, doğruluklarına karşılık ödüllendirecek, münafıkları da dilerse azaba uğratacak veya tövbe nasib edip tövbelerini kabul buyuracaktır. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur). [3,179; 47,31]
25 – Allah, o kâfirleri, elleri boş olarak, kin ve öfkeleriyle geri çevirdi.
Müminlerin savaşmasına hacet bırakmadı. Herkes anladı ki Allah pek kuvvetlidir, mutlak galiptir.
26 – O kâfir düşmanlara içeriden destek vererek hıyanet eden Ehl-i kitaptan Beni Kurayza’yı da kulelerinden indirdi ve kalplerine korku saldı, bir kısmını öldürüp, diğer bir kısmını da esir aldınız. {KM, Tesniye 20,10-14}
Kurayza Yahudilerinin Hz. Peygamberle yaptıkları anlaşmaya göre Kureyş ve müttefikleri Medine’ye hücum ederlerse Kurayza bu saldırıya karşı koyacaktı. Fakat Kurayza savaş ortasında hıyanet etti. İçeriden düşmanları destekledi. Kuşatmacı düşman çekilince, Yahudiler hıyanet suçunun cezasını çekeceklerini beklediklerinden, zaten savaş vaziyetine geçip Medine civarındaki kalelerine girmişlerdi. Hz. Peygamber, düşman çekilince, Müslümanlar daha dinlenmeden Kurayza üzerine yürüme emri verdi. Onları kuşatma ise 25 gün kadar sürdü.
Sonunda Ensarın önderlerinden Sa’d İbn Muaz’ı hakem seçip hükmüne razı olacaklarını bildirdiler. Hz. Peygamberin hükmüne razı olsalardı, o daha önce Benî Kaynuka Yahudi kabilesine uyguladığı cezayı uygulardı. Sa’d onlara kendi Tevrat şeriatlarının hükmünü uyguladı (Tesniye, 20,10-15). Savaşa katılanların öldürülmelerine, geride kalan kadın, çocuk ve yaşlıların esir edilmelerine hükmetti. Onlardan 400 kadar savaşçı öldürülüp arazileri Müslümanların eline geçti.
27 – Onların arazilerine, yurtlarına, mallarına, hatta sizin ayak bile basmadığınız topraklara sizi vâris yaptı. Allah her şeye kadirdir.
28 – Ey Peygamber, eşlerine de ki: “Eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim ve sizi güzelce boşayayım.”
29 – “Yok, eğer Allah’ı, Resulünü ve âhiret mülkünü isterseniz, haberiniz olsun ki Allah sizin gibi iyi hanımlara büyük mükâfat hazırlamıştır.”
Sûrenin tefsirinin baş tarafında belirttiğimiz gibi, bu tarihlerde, yani hicretin 5. yılından sonra, Müslüman toplumunun maddî şartları nisbeten iyileşti. Ezvac-ı tahirat da bu refahtan biraz yararlanmak istediler. Hz. Peygamber isteseydi bunları temin ederdi. Fakat o zühd prensibini, yoksul Müslümanların hayat standardlarını esas aldığından, ilahî irşadla buna razı olmadı. Hatta ciddî bir imtihan geçirdi. Bu âyetin talimatıyla bütün eşlerini boşamak durumu ile karşı karşıya geldi. Onları ya alışageldikleri sade hayata devam, ya da boşanma arasında muhayyer bıraktı. Onlar neticede dünya refahını değil, Hz. Peygamberle olan beraberliği tercih ettiler.
30 – Ey peygamber hanımları! İçinizden kim çirkinliği aşikâr bir günah işlerse, onun cezası, iki kat olur. Bu, Allah’a göre kolaydır.
31 – Ama kim Allah ve Resulüne itaat eder, güzel ve makbul işlere devam ederse
ona da mükâfatını iki misli verir ve ona cennette kıymetli bir nasip hazırlarız.
32 – Ey Peygamber hanımları! Siz herhangi bir kadın gibi değilsiniz.
Takvâ sizin sıfatınız olduğuna göre, namahrem erkeklere hitab ederken tatlı ve cilveli bir eda ile konuşmayın ki
kalbinde hastalık bulunan bir şahıs, şeytanî bir ümide kapılmasın.
Ciddi, ölçülü konuşun.
33 – Hem vakarla evinizde durun da,
daha önceki Cahiliye döneminde olduğu gibi süslenip dışarı çıkmayın,
namazı hakkıyla ifa edin, zekâtınızı verin,
hülasa Allah ve Resulüne itaat edin.
Ey Peygamberin şerefli hane halkı, ey Ehl-i beyt!
Allah sizden her türlü kiri giderip sizi tertemiz yapmak istiyor.
Âyette geçen Ehl-i beyt, Resulullahın ev halkıdır. Yani ezvac-ı tahirat (eşleri), evlatları, damadı Hz. Ali ile torunları Hasan ile Hüseyin (r.anhüm) buna dahildirler.
34 – Oturun da evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve Resulullahın hikmetlerini anın.
Allah muhakkak ki latif ve habirdir (ilmi en gizli şeylere bile nüfuz eder).
35 – Allah’a teslim olan erkekler ve teslim olan kadınlar,
İslâm dinine iman eden erkekler ve iman eden kadınlar,
taate devam eden erkekler ve taate devam eden kadınlar,
dürüst erkekler ve dürüst kadınlar,
sabreden erkekler ve sabreden kadınlar,
mütevazı erkekler ve mütevazı kadınlar,
hayır yolunda infak eden erkekler ve infak eden kadınlar,
oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar,
ırzlarını koruyan erkekler ve ırzlarını koruyan kadınlar,
Allah’ı çok zikreden erkekler ve çok zikreden kadınlar var ya,
işte Allah onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır. [49,14; 39,9; 2,238; 3,43; 30,26]
36 – Allah ve Resulü herhangi bir meselede hüküm bildirdikten sonra,
hiçbir erkek veya kadın müminin, o konuda başka bir tercihte bulunma hakları yoktur.
Kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse
besbelli bir sapıklığa düşmüş olur. [4,65; 24,63]
37 – Hani hem Allah’ın nimet ve ihsanına, hem de senin iyiliğine nail olmuş olup da hanımını boşamaya karar vermiş olarak sana danışmaya gelmiş olan kişiye sen:
“Eşini yanında tut Allah’tan kork!” demiştin.
Allah’ın açığa çıkaracağı bir durumu içinde saklamıştın, çünkü insanlardan çekinmiştin.
Halbuki asıl Allah’tan çekinmen gerekirdi.
Neticede, Zeyd eşini boşayıp onunla ilişkisini kestikten sonra,
Biz onu sana nikâhladık ki, bundan böyle evlatlıkları, eşleriyle ilişkilerini kestikleri, onları boşadıkları zaman, o kadınlarla evlenmek hususunda müminlere bir güçlük olmasın.
Allah’ın emri her zaman gerçekleşir. [4,23]
Allah’ın ve Peygamberimizin ihsanlarına nail olan şahıs, Zeyd ibn Harise (r.a)’dır. Çocuk iken esir düşüp köle olarak satılan Zeyd’i Hz. Hatice (r.a) almış, daha sonra Hz. Peygamber (a.s.) ile evlendiği zaman ona hediye etmişti. Bilahare ailesi fidye vererek geri almak istedi. Peygamberimiz, isterse fidyesiz olarak ailesine gitmesi hususunda onu muhayyer bıraktı. O ayrılmak istemeyince Hz. Muhammed (s.a.s.) onu evlat olarak ilan etti.
Hz. Peygamber, Zeyd’in, halası Ümeyme’nin kızı Zeyneb ile evlenmesine vesile oldu. Fakat Zeyneb, köle asıllı olan Zeyd’i kendisine denk saymadığından, işin başından beri onunla uyum sağlayamadı. Sonunda Zeyd Hz. Peygambere gelip evliliğe son vermek istediğini söyledi. Durumu izleyen Hz. Peygamber (a.s.m) bu neticeyi yerinde bulmakla beraber Zeyd’in yüzüne karşı söylemek de istemedi. “Eşini yanında tut!” diye asıl temennisini dile getirdi.
Zeyd boşayıp iddetini doldurunca Zeyneb serbest kaldı. Peygamberimiz çekinmesine rağmen, Allah onunla evlenmesini emretti. Böylece evlatlık kurumunu ilga işinde Hz. Peygamber, kendi nefsinden örnek vermek imtihanı ile karşı karşıya kaldı. Hz. Peygamberin, bir gün Zeyneb’in güzelliğinin farkına varması neticesinde Zeyd’in onu boşadığı zannını uyandıran ve nakil yönünden de sahih olmayan rivayetin, muhtevası da makul değildir. Zira halası kızı olarak öteden beri tanıyıp evlenmelerinde de tam bir aracılık yapan Hz. Peygamber’in onu yeni fark ettiği iddiasını doğru bulmak mümkün değildir.
38 – Allah’ın, kendisine takdir edip helâl kıldığı bir hususu yerine getirmekte Peygambere herhangi bir güçlük yoktur.
Sizden önce gelip geçen peygamberler hakkında da Allah’ın kanunu böyle cari olmuştur. Allah’ın emri, mutlaka yerini bulan bir kaderdir.
39 – Onlar öyle seçkin kimselerdir ki Allah’ın buyruklarını tebliğ ederler, O’nu sayıp çekinirler, O’ndan başka kimseden çekinmezler. Hesaba çeken olarak Allah yeter. [6,124]
40 – Muhammed içinizden hiçbir erkeğin babası değildir, lâkin Allah’ın resulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilir.
41-42 – Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin, O’nu sık sık anın. Sabah akşam O’nu takdis ve tenzih edin. [30,17-18]
43 – O’dur ki sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için feyiz ve rahmet indirir, melaikesi de sizler için dua ederler. O, müminlere gerçekten pek merhametlidir. [2,151-152; 40,7-9]
44 – Allah’a kavuşacakları gün: “Selâm!” iltifatı ile karşılanırlar.
O, onlara pek değerli ve cömertçe, bir mükâfat hazırlamıştır. [36,58; 10,10]
45-46 – Ey şanlı Peygamber! Biz seni insanlar hakkında şahit, müjdeci, uyarıcı,
Allah’ın izniyle O’nun yoluna dâvet eden bir peygamber ve aydınlatan bir lamba olarak gönderdik. [ 2,143]
47 – Sen, müminlere Allah’tan büyük bir lütfa nail olacaklarını müjdele!
48 – Sakın kâfirlere, münafıklara itaat etme, onların verdikleri sıkıntılara şimdilik aldırma ve yalnız Allah’a dayan. Koruyucu olarak Allah yeter.
49 – Ey müminler! Mümin kadınlarla nikâh akdi yapıp da onlara dokunmadan kendilerini boşayacak olursanız, onların iddet beklemelerini isteme hakkınız yoktur.
Bu durumda bağışlayacağınız hediyelerle onları memnun ederek güzel bir şekilde boşayın. [2,228.236-237]
Müt’a: Koca tarafından boşadığı karısının gönlünü almak için vermesi gereken mal, para, elbise gibi şeylerdir.
50 – Ey Peygamber! Biz, şu gruplara dahil kadınları sana helâl kıldık:
Mehirlerini verdiğin eşlerini,
Allah’ın sana harp esîri olarak verdiği cariyeleri, seninle beraber hicret eden amcan kızlarını, halan kızlarını, dayın ve teyzen kızlarını,
Bir de mehir istemeksizin kendisini Peygambere hibe eden ve Peygamberin de kendisini nikâhlamak istediği mümin kadını, diğer müminlere değil, sadece sana mahsus olmak üzere helâl kıldık.
Bizim, müminlerin eşleri ve ellerinin altındaki cariyeler hakkında gerekli kıldığımız mehir gibi hususlar, zaten malumumuz olup onları bildirmiştik.
Hibe yoluyla mehirsiz evlenmeyi sana mahsus kılmamız, nikâh konusunda senin için bir güçlük olmaması içindir. Allah gafurdur, rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur).
Bildirilen hükümler: İznin en fazla sınırının dört hanım ile sınırlandırılması, velisiz, şahitsiz, mehirsiz evlilik akdi yapılmamasıdır. Diğer taraftan evlenmede şartlar müsait olursa, bir erkek en fazla dört kadınla evlenebilir. Cahiliye Araplarında, keza Tevrat ve İncil’de çok sayıda kadınla aynı anda evlenme imkânı dörde indirilmiştir. Şayet birden fazla kadınla evli olursa adaleti uygulama farzı getirilmiştir. Bildirilen evlilik hükümleri özetle bunlardır.
51 – Ey Peygamber, eşlerinden dilediğinin beraberliğini erteler, dilediğini de yanına alabilirsin. Kendisinden bir süre uzak durduğun eşlerinden birini tekrar yanına almanda sana bir vebâl yoktur.
Bu hal onların sevinmeleri, mahzun olmamaları, yaptığın muameleden hepsinin hoşnud olmaları yönünden daha münasiptir.
Allah kalplerinizde olan her şeyi bilir. Allah alîmdir, halîmdir (her şeyi hakkıyla bilir, müsamahası boldur).
Birden çok eşi olan kocanın, vaktini onlara eşit olarak paylaştırması farzdır. Buna kasm (nöbet uygulaması) denilir. Bu âyet, kasm’ın Hz. Peygambere farz olmadığını bildiriyor. Farz olmaksızın, Hz. Peygamber (a.s.)’ın, tercih hakkını kullanması, eşlerini sevindirme gayesini daha çok gerçekleştirirdi. Bununla beraber İmam Ahmed Müsned’inde Hz. Aişe (r.anha)’dan şu hadisi nakleder: “Hz. Peygamber eşleri arasında kasm uygular ve şöyle dua ederdi: “Ya Rabbî, ben elimden geleni yapıyorum. Öyleyse elimde olmayıp yalnızca Senin kudretinde bulunan bir şeyi yapamadığımdan dolayı beni sorumlu tutma.”
52 – Bundan böyle artık başka kadınlarla nikâhlanman, bunları başka hanımlarla değiştirmen, kendilerini güzel bulup beğensen bile, sana helâl değildir.
Ancak elinin altındaki cariyeler bunun dışındadır. Allah her şeyi gözetlemektedir.
53 – Ey iman edenler! Yemeğe izin verilmeksizin,
vaktine de bakmaksızın, Peygamberin evine girmeyiniz.
Fakat dâvet edildiğinizde girin.
Yemeği yiyince hemen dağılın, yemekten sonra sohbete dalmayın.
Çünkü bu hareketiniz Peygamberi rahatsız ediyor, lâkin utandığından, size karşı bir şey söylemiyordu.
Oysa Allah, gerçeği açıklamaktan çekinmez.
Eğer (müminlerin annelerinden) bir şey soracak veya isteyecek olursanız, onu perde arkasından isteyiniz.
Böyle yapmanız, hem sizin hem de onların kalpleri yönünden daha nezihtir.
Sizin Allah’ın Resulünü rahatsız etmeniz
ve kendisinin vefatından sonra onun eşlerini nikâhlamanız asla helâl değildir.
Çünkü bu, Allah katında büyük bir günahtır.
54 – Herhangi bir şeyi açığa vursanız da, gizleseniz de bilin ki Allah her şeyi pek iyi bilir. [40,19]
55 – Peygamberin eşlerine ve mümin kadınlara:
Babaları, oğulları, kardeşleri,
kardeşlerinin oğulları, kızkardeşlerinin oğulları,
Müslüman kadınları ve malik oldukları köleler
hakkında bir günah yoktur.
Bunlar onların evlerine gelebilir ve onlarla karşılaşabilirler.
Bununla beraber, ey Peygamber eşleri, Allah’a karşı gelmekten sakının, çünkü Allah her şeye şahittir. [24,31]
56 – Muhakkak ki Allah ve melekleri Peygambere hep salat (rahmet ve sena) ederler.
Ey iman edenler! Siz de ona salat edin ve tam bir içtenlikle selâm verin. [33,41-43; 2,157]
Allah’ın salatı: Nebîsini rahmetine mazhar etmesi, onun şanını yüceltmesidir. Meleklerin salatı Hz. Peygamber’in şanını yüceltme, müminler için duadır. Müminlerin salatı da, duadır. Selamları ise ona güven verme, ona kendileri tarafından vâki olabilecek zarar, saygısızlık gibi olumsuz durumlardan teminat verme anlamına gelir.
Demek ki salat-u selâm, Hz. Peygamber’in Allah Teâlâ tarafından getirdiği ne kadar ahkâm varsa hepsini kabul edip, devamlı sûrette ona verilen biatı yenileme mânasına gelir. Evet, her salavat bir tecdid-i biattır.
Hatıra gelen bir soru da, Hz. Peygamber’in salata, dua ve rahmete ihtiyacı olmadığı halde bunun üzerinde önemle durmanın sebebidir. Cevap olarak şöyle denilebilir: Ümmetin Hz. Resulullaha ihtiyacı fazladır. Hele bu ihtiyaç, uzun ve tehlikeli, meşakkatli âhiret hallerinde son derece fazla olacaktır. Resul-i Ekrem (a.s.m)’ın bu itibarı, tabir caiz ise Allah Teâlâ nezdindeki bu kıymeti, ne kadar artarsa, bu imkânların kullanılması o derece fazlalaşacaktır. Her bir Müslümanın ondan istifadesi daha da artacaktır. Demek ki salavat, nihayetsiz ümmetin, nihayetsiz ihtiyaçları ile ilgili olduğu için, ne kadar yapılsa yeridir.
Ayrıca salavatla müminler Hz. Peygamber’e karşı görevlerini daha sık hatırlamakta, onun buyruklarıyla irtibata geçme ve ona olan sevgilerini artırma vesilesi bulmaktadırlar.
57 – Allah ve Resulünü çirkin iddia ve davranışlarıyla incitenlere Allah dünyada da, âhirette de lânet etmiş ve onları zelil eden bir azap hazırlamıştır.
58 – Mümin erkek ve mümin kadınlara haksız yere, kötü söz ve hareketleriyle eziyet edenler,
bir iftira ve aşikâr bir günah yüklenmişlerdir.
59 – Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mümin kadınlara söyle:
Ev dışına çıktıkları zaman dış elbiselerini üzerlerine salıversinler.
Böyle yapmaları onların iffetli tanınmaları ve kendilerine sarkıntılık edilerek incitilmemeleri yönünden en uygun bir davranıştır. Allah gafurdur, rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur). [24,31] {KM, I Korintos. 11,5-6}
Cahiliye araplarında kadınlar örtünmeye dikkat etmezlerdi. Erkeklerin dikkatlerini çekecek tarzda açılıp saçılan kadınlar fazla idi. Böyle kadınlar erkeklere ümit verdiklerinden, onlar tarafından ilgi görürlerdi. İslâm kadının haysiyetini yüceltmek ve ahlâksız erkekler tarafından rahatsız edilmelerini önlemek için, iffetlerinin bir alameti olarak örtünmelerini emretti. Cilbab (dış elbise) gözler açık olsa da yüzün büyük kısmını, gerdanı ve bütün bedeni örten elbisedir.
60-61 – Münafıklar, kalplerinde bir hastalık (iman zayıflığı) bulunanlar ve şehirde müminlerin kusurlarını arayarak kötü haber yayanlar, bu hallerinden vazgeçmezlerse,
Biz onlara karşı sana emir ve hakimiyet veririz de sonra orada ancak az bir zaman sana komşuluk edebilirler. Lânetlenirler, nerede rastlanırlarsa yakalanıp öldürülürler.
62 – Allah’ın daha önce gelip geçenler hakkındaki nizamı budur. Allah’ın nizamında asla bir değişiklik bulamazsın.
63 – İnsanlar senden kıyamet saatini sorarlar.
De ki: ona dair bilgi Allah’ın nezdindedir.
Ne bilirsin belki de o saat yakındır! [16,1; 54,1; 21,1]
64 – Allah kâfirlere lânet etmiş ve onlara alevli bir ateş hazırlamıştır.
65 – Onlar onun içinde devamlı kalacak
ve kendilerini koruyan veya yardımcı olan kimse bulamayacaklardır.
66 – Yüzleri ateşte gâh bu yana, gâh öbür yana çevrileceği gün:
“Ah!” derler, “ah ne olurdu!
Keşke Allah’a itaat etseydik,
keşke Peygambere itaat etseydik!” [25,27-29]
67 – “Ey ulu Rabbimiz!” derler, “sözün doğrusu, biz önderlerimizin ve büyüklerimizin dediklerine uyduk, ama onlar bizi yoldan saptırdılar.”
68 – “Ey ulu Rabbimiz! Onlara azabın katmerlisini ver ve dehşetli bir lânetle onları rahmetinden uzaklaştır!”
69 – Ey iman edenler! Mûsâ’ya eziyet edenler gibi olmayın.
Eziyet ettiler de, Allah onu, onların dediklerinden akladı, beri olduğunu ortaya koydu.
O, Allah nezdinde pek itibarlı bir kişi idi.
70-71 – Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının
ve hep doğru söz söyleyin ki
Allah da işlerinizi ve hallerinizi düzeltsin,
günahlarınızı affetsin.
Kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse, pek büyük bir mutluluk ve başarıya nail olur.
72 – Biz emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik de
onlar bunu yüklenmekten kaçındılar.
Zira sorumluluğundan korktular, ama onu insan yüklendi.
İnsan (bu emanetin hakkını gözetmediğinden)
cidden çok zalim, çok cahildir.
Ayette bildirilen teklif teşriî olmayıp tekvinî yöndendir. Allah o varlıklara bu işe münasip kabiliyeti vermemiştir. Mahiyet ve donanımı itibariyle bu görev insana verilmiştir. Fakat bu emanetin hakkını gözetmeyen insanlar çok cahil ve zalim derekelere düşerler. Ama kamil insanlar bu ilahi maksadı gerçekleştirirler. Emaneti yerine getirmeyenlerin nicelik bakımından çokluğunun doğurduğu olumsuzluk, kamil insanların insan türüne verdiği şerefin yanında daha geri planda kalır. Allah Teala’nın insan türünü yaratma maksadı gerçekleşmiş olur.
Emanet: farzlar, yükümlülükler, Allah’a itaat, akıl ve düşünme kabiliyeti tarzlarında tefsir edilmiştir. Kader sırrı yani Allah’ın takdirine razı olmaktır, diyenler de vardır. İnsana verilen benlik de emanetin bir unsurunu teşkil eder. Benlik bütün mahlûklar içinde yalnız insana verilmiştir. Eğer insandaki ene (ben) gerçek mahiyetini anlayıp Rabbine yönelmezse dünyayı zulüm, inkâr ve şirkin dehşeti ile dolduran bir mahiyete dönüşür. Vallahü a’lem
73 – Bunun varacağı sonuç da, Allah’ın münafık erkekleri ve münafık kadınları, müşrik erkek ve müşrik kadınları cezalandırması, mümin erkek ve mümin kadınların ise tövbelerini kabul buyurması olacaktır.
Allah gerçekten gafurdur, rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur).
 
Geri
Üst