Hayata Yön Veren Hikayeler...

Sanal Aşklar
parlama.gif



Sanal aşklar sanal kimliklerin birlikteliğidir.
Burada sorulması gereken erken bir soru var. Sanal kimlik nedir?
"Gerçekte olmayan kimlik" anlamına gelse de, sanal kimlikler bazen kişilerin gerçek kimlikleriyle özdeş olabiliyorlar.
Yaşadığımız hayat aslında bize yüklenen ve "0" yaşımızdan itibaren öğretilen rollerin oynandığı bir oyun değil mi? Bu roller aldığımız eğitimlerle pekiştirilmiş ve hala pekiştirilmekte değil mi?

İyi vatandaş, iyi aile babası, iyi evlat, iyi yönetici gibi yakıştırmalar bizim oynamamız gereken rollerin sınırlarını çizmiyor mu?

Biz bazen kendimizi bizim dışımızda oynanan bir oyunun parçası olarak hissederiz ve bunun doğurduğu iç tepkiler bizde sanal kimliklerin oluşmasına yol açar. Kişilik bölünmesi olarak küçümsenen ve sınıflandırılmaya çalışılan bu tepki aslında insan benliğinin kendini koruma refleksleridir ve "beyaz atlı prens", "hayallerin kadını", bu sanal kimliklerimizin ihtiyaç duyduğu simgelerden başka bir şey değildirler.

Sanal kimlik kavramına ikinci bir yaklaşımda daha bulunmak gerekiyor. Aslında sanal kimlik denildiğinde ilk aklımıza gelen şey İnternet oluyor.

Ancak düşünüldüğünde "Sanal kimlik" kavramı İnternet'in bir türevi değil, sadece İnternet sayesinde ortaya çıkma fırsatı bulan bir olgu. Yani İnternet, sanal kimlikleri yaratan değil, ortaya çıkmasını sağlayan bir araç sadece.

Sanal kimliği gizli kalmış veya toplum tarafından bastırılmaya çalışılan gizli cinsel kimlikle karşıtırmamak gerekir. Cinsel kimlik sizin sanal kimliğinizin bir parçası olsa bile, bu yazının konusu değil.

Sanal aşk ve gerçek sevgi.

Bir insan gerçekte hiç görmediği birine karşı sevgi duyabilir mi?
Bu sorunun cevabını başka bir sorunun içinde aramak gerekir. Sevgiyi nasıl tanımlamalıyız ?
Freud ve Libido'suna göre mi yoksa Eric Fromm ve Karşılıksız sevgi'sine göre mi?
Freud sevginin cinsel dürtülerin bir türevi olduğunu iddia eder. İki cinsin birbirine duyduğu ilgi sevgi değil, cinsel kökenli dürtülerin bir yansımasıdır. Ve Freud' cular şu soruyu sorarlar,
"Leyla ile Mecnun eğer kavuşsalardı yapacakları şey neydi?"
Eric Fromm cevap verir, "Bir annenin çocuğuna duyduğu veya bir itfaiyecinin kendini ateşe atarken ve hatta bizzat Freud çapında bir dehanın, ileri sürdüğü tezler doğrultusunda bin türlü hakaret ve yanlızlığa katlanırken hissettiği şey libido değil, karşılıksız sevgidir. Sevgi beklentisiz ve çıkarsızdır" der Fromm..
Bu yazının amacı, İnternet' te yaşanan aşkların benzersiz olduğunu kanıtlamak değil. Sonuçta insanlar aynı insanlar ve ilişkilerin niteliğini belirleyen yine onlar.
Ancak söylemek istediğim, İnternet'in insana verdiği sınırsız özgürlük duygusu ve fantazileri gerçekleştirmek için mükemmel bir araç olduğu hissi.

Başlangıçta ve bazen asla bunun farkına varamıyorsunuz. Ancak bu duygu davranışları ister istemez etkiliyor. Ve siz bakıyorsunuz ki gerçek hayatta oynadığınız rollerden sıyrılmış gerçekte olmak istediğiniz insan oluvermişsiniz. Ve siz önce kendinize sonra da karşınızdakine karşı dürüst olduğunuz sürece ilişki gerçekten dürüst ve çıkarsız bir hale geliyor.

Artık olduğunuz gibi kabul edildiğiniz duygusuyla karşınızdakini olduğu gibi kabul etmeye başlıyorsunuz. Anlattığınız düşünceleriniz ve duygularınız o kadar içten, bir o kadar bakir ve el değmemiştir. Gerçek yaşamda olamayacak kadar hızlı yol almışsınızdır kısacık bir zaman içinde.

Karşınızdaki kesinlikle doğru kişidir, çünkü siz onunla konuşmaya devam etmektesiniz. Sabahlara kadar birlikte aslında hiç yaşanmamış bir yaşamı paylaşmaktasınızdır. Yıllardır baskı altına aldığınız dürüst tepkiler vermeye başlarsınız. Onunla birlikte olmaktan ne kadar çok hoşlandığınızı, onunla birlikte kendinizi çok iyi hissettiğinizi anlatırsınız.
Bu duygularınız karşılıklıdır ve aranızda önceleri beklentisiz bir dostluk doğar ve sonra bu yavaş yavaş sevgiye dönüşür. Siz belkide evlisinizdir ve belki karşınızdaki kişi gerçekte asla birlikte olmayı düşünmeyeceğiniz yaşta veya sosyal statüde olabilir. Ve hatta siz İstanbul' da ve sevgiliniz Brezilya' da olabilir.

Ne farkeder ki, ihtiyacınız olan sarılmak için bir beden degildir. Aradığınız ve istediğiniz, sizi sizin kadar iyi anlayan birine karşı duyduğunuz sevginin o, zaman ve mekan tanımaz sıcaklığıdır.

Bir elmanın bir yarısı siz diğer yarısı "o" dur.
Size "Bu rüyadan hiç uyanmasak" der, siz de ona "Bu bir rüya değil" dersiniz, rüya içinde bir gerçekliği yaşadığınızı bilerek.

Birlikte idealinizdeki evi bulur ve içini eşyalarla donatırsınız. Kocaman bir koltuğun üzerinde birbirinizin saçlarını okşar ve küçük sevgi öpücükleri kondurursunuz dudaklara.
Bilgisayaryn soğuk ve soluk ekranı karşısında o öpücüğü hissedersiniz dudaklarınızda, ve gerçek olan hiç bir öpücük bu kadar derinden sarsmamıştır sizi daha önce.

Sonra; "sana tuhaf gelecek belki ama" dersiniz, "Seni seviyorum"...

Ekrandaki cevap mutlulukların en güzelini yaşatır size
"Ben de seni seviyorum"

Sonra ne mi olur?
Bilmem..
Bu sorunun binlerce cevabı var. Bu yazının konusu İnternet üzerinde yaşanan sevgilerin nasıl başlayıp nasıl bittiğini irdelemek değil. Sanal sevgileri bir masaya yatırıp psikolojik tahliller yapmak hiç değil. Sadece İnternet'te yaşanan "Sanal aşkların" günümüzde yaşanan bir çok aşktan çok daha gerçek olduğunu anlatmak.
Belki hayatınızın aşkını İnternet üzerinde bulabilirsiniz. Belki de bulamazsınız. Ama eğer o doğru kişiyi bulursanız, sakın

"Yarın bir başkasını bulurum" kolaycılığına kaçmayın.

Bulamayabilirsiniz.

Ona sahip çıkın ne pahasına olursa olsun !
 
Su Gibi
parlama.gif



Bir an için su olduğunu düşün. Su denli özel, su denli yararlı ve su denli çok, tükenmez... İnanıyorum ki gerçekten de öylesin. Ama ister çeşmelerden dökül, ister göklerden yağ, ister nehirler dolusu ak; dibi olmayan bir kovayı dolduramazsın... Unutma daha çok bağırdığında daha çok dinlenmezsin, gürültünün parçası olursun yalnızca!..
Ormandaki hiç bir hayvan, ırmağın gürültüler koparan yerinden su içmeye çalışmadı şimdiye kadar. Hepsi hep sabahın en sakin anını bekledi; suyun durgun yerlerini bulabilmek için. Gittiler ve sakin sakin gereksinimlerini giderdiler, onlar için en uygun olan kendi istedikleri zamanda!
Sen hep bir su olduğunu düşün. Su gibi güzel, su gibi özel, su gibi yararlı, su gibi vazgeçilmez... Ve su gibi yaşam kaynağı olduğunu düşün. Ama su gibi yaşatıcı ol. Su gibi yıkıcı, sürükleyici ve öldürücü değil! Tarlalarını basma insanların, yuvalarını yıkma; sana 'felaket' denmesin.
Vadiler ve ovalar varken önünde, yayılabileceğin küçük ırmaklara ayırabiliyorsan kendini ve bardaklara bölebiliyorsan, yaşam verirsin çevrene. Yoksa hep duyulmayan, dinlenmeyen, korkulan ve kaçılan olursun seller, afetler gibi.
Tercih elindeydi hep ve hep elinde olacak... Ya dilini tutmayı öğreneceksin ya da hiç durmadan konuştuğun için yalnızca bomboş ve anlamsız sesler çıkartan birisi olduğunu zannettireceksin çevrendeki insanlara!
Düşüneceksin, kimin dinleyip dinlemediğini, kimin anlayıp anlamadığını. Düşüneceksin, anlatmak istediklerinin ne kadarını anlatabildiğini... Hatta anlayanların anladıklarının da senin anlattıklarının ne kadarı olduğunu düşüneceksin...
Konuşmak için en uygun zamanı bekleyecek, en az ama en uygun sözcükleri seçmeye çalışacaksın...
Yolcuların, önceden aldıkları biletleri ceplerinde olduğu halde, saatlerini kontrol ederek, zaman yaklaştığında, vapurun kalkacağı iskelede hazır olmaları gibi, sen de fikrini bildireceğin kişinin "kıyıya yanaşmasını" bekleyeceksin!..
"Ben canım isteyince giderim iskeleye, vapur da o saniyede gelmek zorunda!.." demeyeceksin.
"Ben aklıma geleni aklıma geldiği biçimde söylerim. Karşımdaki de değil duymak, değil dinlemek, anlattığımdan bile fazlasını anlamak zorunda!.." demeyeceksin.
Keşke öyle olsaydı. Keşke haklı olsaydın ama maalesef değil... Ağzını açıp "Şelaleden dökülen suyu" içmeye çalışan bir tavşan gördün mü hiç?.. Ya da önüne çıkan ağaçları bile sürükleyen bir selden susuzluk gidermeye uğraşan bir ceylan gördün mü?..
Kaplanlar bile içebilmek için suyun durulmasını bekler; beyni olan her canlı gibi!
Hadi... Sen şimdi "su olduğunu" düşün ve kendini "su gibi" hisset... Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi yararlı... Su gibi yaşam kaynağı ve su gibi bitmez tükenmez olduğunu anımsa...
Ve yine su gibi "bir küçük bardağın içine" sığdır ki kendini girebilmeyi öğren insanların damarlarına. Yaşam ver... Vazgeçilmez ol…
 
Stanford Üniversitesi
parlama.gif



Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip utangaç bir tavırla rektörün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından fırlayarak önlerini kesti... Öyle ya, bunlar gibi ne olduğu belirsiz taşralıların Harvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi?

Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı.. Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu.. Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla; "Bekleriz" diye mırıldandı... Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi.. Sekreter sesini çıkarmadan masasına döndü.. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi.. Sonunda sekreter, dayanamayarak yerinden kalktı. "Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksa gidecekleri yok" diyerek rektörü ikna ya çalıştı. Anlaşılan çare yoktu..

Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterin anlattığı tablo içini bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi. Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi bu? Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti.

Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard'da okuyan oğullarını bir yıl önce bir kazada kaybetmişlerdi. Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki, onun anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı.

Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. "Madam" dedi, sert bir sesle, "Biz Harvard'da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner..."

"Hayır, hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın.. "Anıt değil... Belki, Harvard'a bir bina yaptırabiliriz". Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak, "Bina mı?" diyerek tekrarladı, "Siz bir binanın kaça mal olduğunu biliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan fazlasına çıktı..."

Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaklardan kurtulabilirdi.. Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü: "Üniversite inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçin kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?" Rektör'ün yüzü karmakarışıktı.. Yaşlı adam başıyla onayladı. Bay ve bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California'ya, Palo Alto'ya geldiler. Ve Harvard'ın artık umursamadığı oğulları için onun adını ebediyen yaşatacak üniversiteyi kurdular.

Amerika'nın en önemli üniversitelerinden birini STANFORD'u.

*****

Ayağınıza kadar gelip, sizinle görüşmek isteyen insanlara yaklaşmadan önce bir kez daha düşünmeniz dileğiyle...
 
Stanford Üniversitesi
parlama.gif



Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip utangaç bir tavırla rektörün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından fırlayarak önlerini kesti... Öyle ya, bunlar gibi ne olduğu belirsiz taşralıların Harvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi?

Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı.. Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu.. Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla; "Bekleriz" diye mırıldandı... Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi.. Sekreter sesini çıkarmadan masasına döndü.. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi.. Sonunda sekreter, dayanamayarak yerinden kalktı. "Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksa gidecekleri yok" diyerek rektörü ikna ya çalıştı. Anlaşılan çare yoktu..

Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterin anlattığı tablo içini bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi. Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi bu? Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti.

Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard'da okuyan oğullarını bir yıl önce bir kazada kaybetmişlerdi. Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki, onun anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı.

Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. "Madam" dedi, sert bir sesle, "Biz Harvard'da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner..."

"Hayır, hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın.. "Anıt değil... Belki, Harvard'a bir bina yaptırabiliriz". Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak, "Bina mı?" diyerek tekrarladı, "Siz bir binanın kaça mal olduğunu biliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan fazlasına çıktı..."

Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaklardan kurtulabilirdi.. Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü: "Üniversite inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçin kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?" Rektör'ün yüzü karmakarışıktı.. Yaşlı adam başıyla onayladı. Bay ve bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California'ya, Palo Alto'ya geldiler. Ve Harvard'ın artık umursamadığı oğulları için onun adını ebediyen yaşatacak üniversiteyi kurdular.

Amerika'nın en önemli üniversitelerinden birini STANFORD'u.



Ayağınıza kadar gelip, sizinle görüşmek isteyen insanlara yaklaşmadan önce bir kez daha düşünmeniz dileğiyle...
 
Söyle Anlar mısın
parlama.gif



Evet hatırladın mı bilmiyorum ama yolun sonuna geldik çoğu zaman eğlendik çoğu zaman hüzünlendik ama birbirimizi tanıdık en önemlisi bu veda sahnelerine pek alışık değilim aslında aslın da veda da yaşamadım bu zamana dek insanları sevdiğim için kıramazdım ayrılsam bile dost olarak kalırdım ilk sevgilimle bile hala görüşüyorum eski günlerden konuşup hasret gideriyoruz suya nasıl hasret kalır insan sana öyle kalacağım denize nasıl hasret kalır insan sana da öyle içimde büyüttüğüm sevgi ağacı artık gidiyor başka mekanlara dönmek için dualar etsem de durduran yok akan nehrin suyu artık bitiyor içindeki balıklar ölüyor susuzluğa alışmış kaktüs bile bu ayrığa dayanamayıp suya hasret kalıyor sevenler bizim için mumlar yakıyor biliyorum ki fayda sağlamayacak sonbahar yaprakları ile birlikte bu diyardan gideceksin ne gören ne bilen olacak biliyorsun sonbaharı hiç sevmemiştim hep bana kaybettirdi her şeyi önce köpeğim sonra en sevdiğim varlığım sen ağaçlardan aldığı yetmiyormuş gibi benim en değerli varlığımı aldı yine de gözü doymadı aslında ben öldüm de
Ağlayanım yok adın gibi bana son noktayı koyup bitirdin ben bittim şimdi sıra sende mızıkçılık yok bende senin elinden yağmurları almak istiyorum döktüğün ağaçların yapraklarını alıp bir daha vermeyeceğim son olarak da rüzgarlarını alıp seni sıcaktan bunaltı cam belki o zaman sevginin değerini anlarsın
Söyle anlar mısın?

__________________
 
Sonda Denilenler
parlama.gif



Bundan bilmem kaç sene önceydi.Kardı kıştı.Sabahın yedisine vurmuştu saat,uyandım.Tüm kara çalılarda uyandı.Kapıları fırtınalar dövüyordu.Açmayacağım dedim bugün açmayacağım gidin.Kapıları kırmışlardı.Çaldılar ***ürdüler beni benden çaldılar ***ürdüler beni senden.Sensizlik bir ölümdü.Öldüm be gülüm kendimi kendim gömdüm toprağa.Şimdi anlıyorum sensizliğin nasılda zor olduğunu.Şimdi anlıyorum yağmur altında neden ıslanmadığını,gözlerinin her baktığında kavurduğunu şimdi anlıyorum... Bir ışık geliyor ben tüm bunları derken ve bir bakış geliyor yüreğinden gönlüme.Hissediyorum;tenini,dudaklarını,saçla rını ve beni gömerken toprağa düşen göz yaşlarını...Elveda sana,duymasanda bir daha seni seviyorum....

...tüm sevenlere adanmıştır…
 
Sonsuza Kadar
parlama.gif



Sonsuz sokaklarda yürürken elimeki bir kuruşla bile sana yüz milyonluk elbiseyi almak isterdim.Düşündüğüm bütün düşlerin gerçekleşmesini isterdim senin gelmen ve bana dönmen gibi.Asla yılmak istemezdim ;ama şu anda seni düşünüyor, seni yaşıyor ve seni seviyorum umutsuz olsam bile.Yıldım.Söz vermiştim arkama bakmadan yürüyeceğim,sonsuz kara ağaçları geride bırakacağım diye. Ama sözümü tutmadım ve ağlıyorum. Ağaçlar duysun diye. Yıldızlar parlasın diye. Düşündükçe seni yaralarım acıyor ama ilerliyorum yılmadan, usanmadan. Unuttun işte beni. Söz vermiştin bana. Yürüdükçe eski anılar canlanıyor gözümde ;ama onları silip atamıyorum, atmayacağım, atamam. Seni yaşadıkça, sensiz hayatı da yaşamış oluyorum en umutsuzundan, en kırıcısından. Seni görünce heyecanlanıyordum artık seni sadece rüyalarımda görüyorum seni. Düşünüyorum bir daha gelecek misin diye? Gelirsem ne yapacağım diye? Ama bana en fazla acı veren senin aşkınla yanıp yokolmak! Ama bana döneceğini bilsem bile hüzünleniyorum, ağlıyorum sonsuz mehtabın altında ''Niye beni terkettin?'' diye. Beni bir daha bulamazsan ne yapacaksın bilmiyorum ama ben seninle olacağım her anında yaş*****n. Bir gün sen de hayata göz yumarsan seni bekliyor olacığım diğer tarafta. Sana ancak oarda sarılacağım. Artık seni gerçekten göreceğim. Sen hayal değil gerçek olacaksın o zaman sonsuza kadar da benimle olacaksın ve benim gibi haykıracaksın ''seni seviyorum'' diye. Seni affedeceğim o zaman. Çünkü sana değil kendime kızgınım. Beni terketsen de beni sevmesen de ben seni sonsuza kadar seveceğim ve bekleyeceğim geri dön diye...
 
Sonbahar Gözlü Çocuk
parlama.gif



Yine hüznü getirdin değil mi geceme? Yine yaptın yapacağını ve yine sararttın yeşeren umutlarımı!...
Öyle bir rüzgarla savurdun ki!...ama sadece sessizim. Bir yaprağımı daha kaybettim sevgi çınarımdan. Ama yapraklar dökülmeye mahkumdurlar değil mi? Hem sonra yeniden yeşerirler ve sen yine sarartıp alırsın yapraklarımı benden. Ne önemi varki?...

Yeşeren herşey sararmaya mahkum öyle değil mi? Her çiçeğin solmaya mahkum olduğu gibi...
Sen bütün yeşillerin yazgısısın, bütün rüzgarların dostu, bütün yalnızların yoldaşısın...
Sen yüreğimdeki sarı sonbaharım; Sen gözlerimdeki yeşilin ardına gizlenip beni hüzne boğanımsın
Ama yinede sen İYİ Kİ VARSIN!..
 
Sonbahar
parlama.gif



Ne zaman sonbahar gelse, sarı sarı yapraklar düşse dalından ve sürüklense rüzgarın önünde bir yaprak. Ne kadar ısıtırsa ısıtsın dağları, ovaları güneş; ne kadar sıcak ve parlak olursa olsun gökyüzü, üşürüm, ürperirim içimden!.. Üstüme üstüme yürür hüzünlü güz günleri...

Bilirim ki, acılardır yüreğimde yankılanan ve içimdeki sevdadır acı veren her andığımda yurdumu. Şimdi her zamankinden daha yorgun ve çaresizim. Her zamankinden daha çok muhtacım sana anlıyor musun? Özlemin içimde ateş olup yaksa da, vucudum buzlar içindeymiş gibi titriyorum!.. Dışarıda kırk derece sıcak var, insanlar serinlemek için habire sulara koşuyor ama ben kar altındaymışım gibi titriyorum, üşüyorum. Anlıyorum ki, beni hiç bir şey ısıtamayacak senin kollarından ve sıcak sevginden başka...

Ne zaman sonbahar gelse, dağ doruklarında insanın içini ürperten rüzgarların uğultusunda hayatın bana küs ıslığını duyarım!... İçime dalga dalga yayılır yokluğun, rüzgarda dalları kırılmış bir ağacın hüznü gibi suskun dururum. Bedenim sızlar, yüreğim titrer... Anlatamam kimseye yüreğimden geçenleri... Kendini anlatamamak ne kadar da acıdır bilir misin? En çok da ona yanar yıkılır insan... Kim bilebilirki, ben bütün acı çekenlerin yazgısıyım, bütün kimsesizlerin dostu, bütün yalnızların yoldaşıyım... Yüreklerdeki sarı sonbahar; Gözlerdeki yeşilin ardına gizlenmiş hüzünlü güz günüyüm...

Hayatımız ki, bir damla aşk iksiri kırık kadehlerde yudumladığımız, bir damla su; Bir tutam şiir, volkanlar kadar dağlayıcı ve kor!... Şimdi yüreğimin en derinlerinden kopup gelen sınırsız bir sevgi seliyle sana gelmeyi, yüreğinin en sıcak yerine sığınıp kaybolmayı ne kadar çok istiyorum. Ne kadar istiyorum gözbebeklerindeki kıvılcımların titreşimlerinden bir aşk türküsü gibi çakıp ve anlamsız yaşadığım bu hayattan kurtulup, yeniden bulmayı kendimi gözlerinde....

Ne zaman güz günleri gelse sararır yeşeren umutlarım!... Hoyrat rüzgarlarla savrulur dallarım, bir yağrağımı daha kaybederim ömrümün sevgi çınarından...
Ömrüm gizli bir yara da olsa yüreğimde ve savrulan bir sonbahar yaprağına da yazılı olsa adım; Ben yine de mehtabın kollarında yeniyetme sevdalar tomurcuklanırken bahara, sarmalıydım seni; Dingin derin ırmaklar akarken hasrete, bütün yalnızlıkları yıkmalıydım gözlerinin içine baktığımda. Tuttuğumda yumuşacık beyaz ellerini, unutmalıydım bütün acılarımı!.. Kadehlerde aşk iksiri yudumlanırken doya doya içmeliydim dudaklarını.. Bütün karanfiller güller solmalıydı bahçelerde, yüreğimizde tomurcuk tomurcuk sevda açarken!...

Şimdi gecenin geç bir vakti. Sicim gibi yağmur yağıyor kaldırımlara, yağmurdan kaçıp herkesin evine sığındığı bir saatte, ben evden çıkıp, sahipsiz bir sokak kedisi gibi sırılsıklam boş kalan sokaklarda dolaşıyorum avare avare. Gecenin zifiri karanlığı üstüme üstüme geliyor, şimşekler çakıyor, boşanırcasına ağlıyor gökyüzü ama yağan yağmurlar yüreğimin yangınını söndüremiyor.. Denizler nehirler de ağlıyor, ben ağlıyorum, inadına sokaklara boşanıyor gözlerim. Gözyaşlarım sağanak sağanak karışıp gidiyor sulara.. Ellerim üşüyor, üşüyen ellerimi alıp yanan yüreğimin üstüne bastırıyorum. Dinmiyor küçülmüyor acım...

Fırtınalı bir gecenin kör karanlığında bir başına ıpıssız sokaklarda yürümek ne kadar zordur. Hele tutunacak bir dalı kalmamışsa insanın bu dünyada ve gidilecek bir yeri de yoksa. Hayatın anlamsız girdabında debelenmek, anlamsızlığın boşluğunda kalakalmak, bir başka ölümdür aslında insan için.

Her sonbahar geldiğinde ben ayrılıkları yaşarım. Elvedaları, yalnızlıkları, özlemleri, solgun kırık beklemeleri; Bir de adı konmayan iç çekişleri, korkuları, uzak ve dalgın bakışları akan sulara, hıçkırıkları...

Ve yüreği buğulu sevdalı aşıkları düşünürüm her sonbahar geldiğinde. Pişmanlıkları, kalpte gizli kalan sırları ve kalpte gizli kalıp bir ömür kanayan yaraları, suskunlukları, ayrılıkları, sınırları, gurbet de ölüp gidenleri ...

Ne zaman sonbahar gelse unuturum içimdeki mavinin çağrışımını, beyazın ışığını, baştan aşağı acıya keser bedenim. Gülmeyi unuturum ne kadar zorlarsam zorlayayım kendimi, gülemem. Anlarımki, benim yüreğimde ağlıyor gözlerimle beraber... Şu uzak diyarlarda hüzün ve acı sızı sızı dokunuyor gönlümün en derin gergefine. Karanlık bir dehlizde yolunu bulmaya çalışan şaşkın bir yolcuyum sanki. İçimdeki deli rüzgarlar alıp buralardan çok uzaklara ***ürüyor beni. Çocukluğumun ve ilk gençliğimin geçtiği kıyılara savuruyor ruhumdaki özlemleri...

Hayatımın inciten, acıtan yanını sığdıramıyorum hiç bir coğrafyaya. Bilincimi kaybetmek istiyorum, hatırlamamak geçmişimi ve unutmak bütün ihanetleri. Üşümek ve düşmek istiyorum derin bir uçurumun kenarından. Ölüm etrafımda durmadan dans ediyor biliyorum. Bir gün hiç beklenmedik bir yerde vuracak beni. Korkmuyorum, ölüm kıyafetimi giyiyorum hergün üstüme. Hayallerimin düştüğü yerde düşeceğim. Gözlerimde fer, dizlerimde derman kalmayacak. Vurgun yemiş dallar gibi düşeceğim yerlere, bir daha hiç kalkmayacağım.
 
Son Yolculuk
parlama.gif



Bu beraber son yolculuğumuz Dilara. Belki de son gulüşümüz, son bakışımız, son el ele tutuşumuz. .Sıkı tut ellerimi bırakma Dilara. Kocasının elini usulca tuttu Dilara...Parmaklarının arasında hafifce sıktı ellerini.

Dilara öfkeleniyordu kocasının bu sözlerine, belki de gerçeği kabullenmek istemiyordu. “Neler saçmalıyorsun sen Allah aşkına” deyip çıkışıyordu her defasında.
”Bu devirde her şeyin bir çaresi vardır muhakkak, dur bakallım tahlil sonuçları alınmadı bile”. “Bırak bu saçma sapan konuşmaları..Hem tercüman zamanla iyilececeğini söylemedi mi?..” Hasan acı acı gülümsedi karısının söylediklerine. Sadece teselli amacıyla söylenmiş sözler olduğunu biliyordu. Bu laanet hastalığın hiç bir çaresi yoktu. Kanını emen kanser hücrelerini şimdiye kadar değil yok etmek, durdurabilecek bir şey bile bulunamamıştı dünyada. Hem teknoloji, hem tıp bunun karşısında aciz kalıyordu.

Terden sırılsıklamdı Hasan’ın yüzü, alevler içinde yanıyordu vucudu. Hastaydı dalgın ve bulanık bakışları, çocukluğunun yemyeşil yollarında nazlı bir kelebek gibi, son uçuşlarını yapıyordu sanki. Acı gerçeğin farkındaydı ama karısına asıl gerçeği açmaya cesaret edemiyordu. Oysa doktor bir kaç aylık ömrünün kaldığını tercümana söylerken, o tarzanca Hollanda’casıyla da olsa anlamaya yetmişti.

Bu son yolculuğumuz olmayacak diyordu Dilara. Son gülüşümüz asla değil. Biz seninle beraber ne engeller aşıp bugüne geldik düşünsene. Bunu da aşacağız evelallah inan bana. Sonra seni bensiz asla hiç bir yere kimse ***üremez.

Hasan. İnanmak güzel Dilara diyordu, ümit etmek, çocuk yüzlü hayallere sığınmak, yayla yollarında türküler söylemek güzel. Fakat bu son yolculuğumuz olacak Dilara, son gülüşümüz son ağlayışımız, son sarılışımız belki. Sıkı tut ellerimi bırakma Dilara. – “Ne olur sus Allah aşkına şimdi ben öleceğim’’. deyip çıkışıyordu kocasına her defasında.

Televizyonda Mahsuni Şerif’in Dumanlı dumanlı oy bizim eller türküsüne daldılar. Doğup büyüdükleri ilk gençlik yıllarının geçtiği köyleri, ovaları, dağları, yaylaları buram buram tüttü yüreklerinde. Gözlerinde iki damla yaş olup süzüldü özlemleri. Geldiği yerler ayaklarının altındaydı sanki, dağları, tepeleri, ovaları yüreklerindeydi.

Beraber bu son yolculuğumuz olmayacak son gülüşümüz asla değil deyip mırıldanıyordu durmadan Dilara. ‘’Ah bu geceler bir uzayıverse Allahım’’. diyordu ‘’Günlere, aylara, yıllara yayılıverse ve ben başımı göğsüne yaslasam Hasan’ımın, uyusam onun yerine bir daha hiç uyanmasam sonsuza değin’’.

Kocasının hastalığını ve beraber geçirdikleri günleri düşünüyordu durmadan. Bütün evliyalar, ermişler, üçler, beşler, yediler, kırklar adına dua ediyordu Dilara. ‘’Kocamı bana bağışla ey ulu Allahım’’ deyip yalvariyordu Allaha. ‘’Çıksın aramızda tepemize zulüm gibi dikilen bu ölüm.’’ Ne olur yine o eski günlere, eski neşelere dönseler, alıp ***ürse kocasını doğup büyüdüğü yerlere. Ilık bir esinti sarsa kolarına, dindirse ateşinı Hasan’ının. Şefkatli bir anne, dağ kokulu bir baba gibi sarılsa boynuna.. Gidip bir köy evinin sıcaklığına sığınıverseler, bir köy sokağına. Varsın olmasındı hiç bir şeyleri Hasan’ından başka.

Her kocasına baktığında içinde bir şeyler kırılmış gibi hep gözleri buğulanıyordu. Bu sabah hemşirenin kendisine söylediği korkunç haberi bi türlü içine sindiremiyordu. Beyniyle, kalbiyle bunun kötü bir rüya olması için yalvarıyordu Allaha. Bütün ümidi son gün yapılan testler sonucunda bir şey çıkmaması idi. Bundan önce yapılanlarda bir yanlışlık olduğunun söylenmesiydi. Bütün kalbiyle inandırmıştı böyle bir sonuca kendini. Gerçeği asla kabul edemiyor, bütün gece düşündüğü gibi, bunun bir yanılgı bir hata olduğuna odaklanmıştı.. Her şeye rağmen yüreğinde bir umut taşımak zorundaydı Dilara. Gerçeklerle, hayallerin karıştığı bir rüya aleminde yaşıyordu ve hayaller bile acı veriyordu artık.

Evet sen hastasın canım Hasan’ım lanet olası bu hastalık seni mutluluğumuzun ortasında buldu... Bak göreceksin kurban olduğum iyileşip memleketimize döneceğiz. Varsın hiç bir şeyimiz olmasın sen olduktan sonra.

Hasan Dilara nın söylediklerinden habersiz düş görüyordu konuşuyordu durmadan. Bak diyordu Dilara’m senin duaların kabul oldu iyileştim bak.

Dalıp dalıp gidiyordu, sonsuz bir acı içindeydi. Belli belirsiz düşler kuruyordu durmadan. Kararan, ışıldayan belli belirsiz yanıp sönen bir tıkanıklığın, yanıp sönen yıldızların altında yürüyordu sanki. Karanlıkta bir kaybolan sonra kendini yeniden bulan bir gecenin içinde, her defasında karısının yüzünü görüyordu.

İçinde debelendiğim çaresizliğimden çekip al beni, sıkı tut ellerimi bırakma Dilara. Sıkı tut bileklerimden... Aşağısı uçurum, düşersem paramparça olurum. Bırakma beni kadınım. Güzelim bırakma beni.

Aldığı ilaçlar ağrısını dindirince rahatlıyordu. Karısıyla konuşmak isterdi hep. Ah Dilara’m çocukluğumun dağ kokulu, eşkın kokulu yayla zamanlarını özlüyorum. Soğuk pınarları. Uzun ve uzak zaman dilimlerinde yaşadığım, kuzular peşinde koşan, dizleri kanayan o köylü çocukluğumu.

Ah Dilara’m nasıl anlatılır bir özlem bilmemki. Bir özlemki yüreğimde kor yangını. Her gün biraz daha tutuşan, yangını biraz daha büyüyen. Yandım kavruldum hasretin ateşiyle bu gurbet ellerde. Kavrulan bir çöle döndü yüreğim, gayri buralarda ölüp gideceğim. Ölümüme aldırmıyorum seni şu küçük yavrularla bırakıp gideceğime kahroluyorum. Seni kimsiz, kimsesiz şu küçük yavrularla bırakıp gitmek kahrediyor beni. Uzan yanıma kurban olduğum bak Uzan yanıma Dilara. çocukluğumun yıldızları yavaş yavaş kayboluyor bak, yanıma uzan tenin tenimi okşasın, ellerin elimi, yanıma sevgi sıcaklığını koyuver üşüyorum. Gülümse güneşe doğru, gülümse saçların yüzümü okşasın.

Ben de gülümsüyorum bak köy yollarında çocukluğum zıplıyor. Kuzular peşinde koştuğum yaylalardır orası. Şu köyün dağlarında, tepelerinde, ovalarında ayak basmadığım yer bulamazsın Dilara. Bütün alıç, elma, armut, ceviz, erik ağaçları tanır beni, bütün sular, dereler, pınarlar tanır sesimi. Bütün rüzgarlar savrulan saçlarımı, bütün sevinçler, yalnızlıklar gözyaşlarımı tanır. Bütün kuşlar kelebekler, çiçekler ıslığımı.

Çocukluğumun yıldızları kayboluyor yavaş yavaş. Belki de geldiğimiz, gezdiğimiz yerlerde ayak izlerimiz de silinmiştir kimbilir?. Unutmuştur bizi dere, tepe,ceviz, kavak ağaçları, yer- gök. Elimi sıkı tut bırakma kadınım. Gözpınarlarından günlerce akan damlalar fırat’ın kederli akışına karışıyordu sanki. Daraldıkça çıkıp bir dağ başına alabildiğine haykırmak geliyordu içindeki ateşi. Yankılı kıyılara... Bazen de kanadı kırık bir kuş gibi uçmak istiyordu masmavi gökyüzüne...

Hasan kuruyan dudaklarını diliyle ıslattı. Asıl korkunç gerçeği Dilara’ya anlatmak istiyordu ama Dilara bi- türlü ne dinlemek, ne de inanmak istiyordu. Bak Dilara yeni tahliller formaliteden öteye geçmez, bir farklılığın ortaya çıkması imkansız denilecek kadar az. Kemoterapinin bir yararı olacağınıda sanmıyorum. Başa gelen çekilecek, ölümden kaçmak olmuyor. Yapılacak bir şey yok. Ben ölümden korkmuyorum artık. Oldukça sakin konuşuyordu, alıştırmıştı kendisini, sıradan olağan bir şey anlatıyormuş gibi, ummarsızca anlatıyordu her şeyi. Artık daha fazla yaşayacağımın bir garantisi yok, durum ortada, önemli olan senin kendini buna alıştırman. Belki iyi bir tedavi süreyi biraz daha uzatmaya yarar ama hepsi o kadar. Her defasında Dilara öfkeyle bağırıyordu Tamam be adam anladık işte, her şeyin bir sınırı var. İstersen cenaze törenini de konuşallım ha ne dersin. Sen kendini buna şartlamış olabilirsin ama bizim bunu kabullenmemiz mümkün mü dersin? Biz buna hazır değiliz. B!
u şekilde çocukların yanında konuşursan onların halini düşün bir de...

Hasan sessizce karısının yüzüne baktı. Bir ara karısın bakışlarıyla karşı karşıya geldi. Hüzünlü bakışları yüreğine saplandı sanki. Yüzüne bakmaya dayanamayacağını anlayıp görmemek için başını çevirdi. Karısı haklıydı ama hiç kimse onun içinde kopan tufanı, çektiği acının şiddetini ölçemiyordu, göremiyordu. Anlamıyordu ne büyük bir dehşet içinde olduğunu. Sevdiği insanları, karısını, çocuklarını bırakıp gitme korkusu sarıvermişti bir anda bedenini. Ölüm bütün soğukluğuyla karşısına dikilivermişti sanki... Sessizce soluyordu günbe gün hazan yaprağı gibi ... Gözlerinin önünde çocukluğu, ilk gençliği geçiyordu yıl yıl. Gitgide daralıyordu Hasan nefessiz kalıyordu. İçi kanıyordu derinlerden dağlara, ovalara, ırmaklara akıyordu.


Kadın içi burkularak ve minnetle baktı kocasına. Gözlerinden ip gibi süzülen yaşlara engel olamıyordu. Kocasının, gözlerinin önünde her gün biraz daha erimesine tahammül edemiyordu. Uykusuz kabus gibi geçen gecelerin izleri yüzüne yansımıştı. Sararmış bir kaç ay içerisinde adeta 10 yaş birden çökmüştü.

Hayatını birleştirdiği, yıllarını, mutluluğunu, sevincini, üzüntüsünü, her şeyini paylaştığı, canından çok sevdiği insan ölecek miydi?. Onu bir daha görememek, sesini duyamamak, gülüşünü işitmemek, şakalarını, esprilerini dinleyememek olacak iş değildi. düşündükçe çıldırıyordu Dilara. İnanmak kabullenmek istemiyordu bi- türlü.

“Çekip gidersen her şeyimi kaybederim” diyordu Dilara, “gülüşümü, mutluluğumu, yaşama sevincimi, yaşama dair ne varsa”. “Her şeyim biter yerle bir olur. Biliyor musun? ansızın bir rüzgar gibi girmiştin gönlüme, rüzgarın savurduğu yapraklar gibi çekip gidemezsin bir anda. Hayatla mücadele saflarımın hepsini kaybederim. Bu yalancı dünyada tek dayanağım, gerçeğim, yaşama nedenimsin. Yaşamak bu kadar güzel ve anlamlı olur muydu sen olmasaydın.

Hasan’ın düşlerle, düşlerde konuşmalarla günleri gelip geçiyordu. Vucudu ateşler içindeydi. Ağrılarını dindirmek için verilen ilaçlar, serumlarda etkisiz kalıyordu artık. Kesik kesik öksürüklerle sarsılıyordu vucudu. Titriyordu, kor gibi yanan vucudu buz kalıbı işindeymiş gibi üşüyordu.

Her yeri korkunç ağrılarla sızlıyor, kolunu bile kaldıracak gücü bulamıyordu kendinde. Ama ağrıları, sızıları ne kadar da şidetli olursa olsun, sıkıntılarını mümkün olduğu kadar gizlemeye çalışıyordu. Eşini, çocuklarını daha fazla üzmek istemiyordu. Bilincini kontrol edemiyordu bazen, beyni, bakışları gittikçe bulanıklaşıyordu. Gözleri kararıyor, kanı çekilir gibi oluyordu. Elini güç bela kaldırıp parmaklarıyla işaret etti. Hasan Hasan iyi misin sonra var gücüyle bir çığlık kopardı. Hasan zorla dudaklarını kıpırdattı. artık seside kısılmış bir fısıltı halinde çıkıyordu.
Dilara m her yer kararıyor... Bırakma ellerimi üşüyorum Dilara diyordu son kez. Bu son yolculukları oldu beraber, son sarılışları, son el ele tutuşları.

Hasan’ o hep gülen gözlerini, dost ve insana güven veren bakışlarını, her sabah özenle taradığı saçlarını, güzel ses tonunu, kibarlığını, efendiliğini, dostluğunu, üç çocukla eşini ve dostlarını geride gözüyaşlı bırakarak, genç yaşta göçüp gitti gitti bu dünyadan.

Hasanın yüreği çöl yangını. Hasan burdan çok uzaklarda şimdi. Hasretlerin kanadığı yerde belki. Erzurumun küçük bir dağ köyünde yıldızlara bakıp üşüyor hergece. Çocuklarını düşünüyor. Kimbilir belki bulutların suların gittiği yönde. Karısı çocuklarıda gitmiş olacak kırıldığında gökyüzü. Gün gelir kavuşacak elbet sevdiklerine Hasan. Uzanacaklar yanyana, cancana. Hasan’ın yüreğinde yeniden kuracaklar dünyayı. İçini sevgiyle, hasretle doldurarak. Çektiği bütün acıları yüreğinin yangınında yakacak.



Sırtımızda eski bir ceket
Kırık bir bavul elimizde
Yürürüz izinde acıların
Yüreğimizin üstüne basa basa

Başımız eğik, bağrımız ezik
gözümüzde yaş, gönlümüzde yas
sarıp gurbet yorganlarına umudu
kör bir geçim uğruna düşeriz yollara

hicranı gözlerimize doluyarak
ve suluyarak yüreğimizde hüznü
yürürüz biçare acılı acılı
yürürüz can çekişe çekişe

tutunacak dal ararız, dinleyecek dost
ağlamak ve anlatmak için dünyaya kederimizi

ayrılık boranında korlaşır bağrımız
zorlaşır gülmemiz
solur da solur sevdamız yüreğimizde kımıl kımıl

dağlarca acılarla ve de sancılarla
yürürüz ritminde yürek atışımızın
yürürüz ritminde nefes alışımızın
yürürüz bitik un-ufak ola ola
onca yiğitliğimize bakmadan

hasrettir önümüzde sıra sıra
yol yol ayrılıktır
dağ dağ acıdır gidilen
gurbettir, derttir, mihnettir
sineye çekilen dizi dizi

Ne yana vursak
üstümüze kararır hava
şimşeklenir gökyüzü bıçak bıçak
bulutlar yığılır kalır gözlerimize
her kirpiğimizde bir deniz çalkalanır.
nereye varsak,
bağrımıza saplanır ayrılığın oku
devriliriz bir ihtiyar çınar gibi ağır ağır
garipliğimiz kuşatır dört bir yandan
bağlanır elimiz kolumuz
nereye varsak sarpa sarar yolumuz

hasret kalırız bir dost gülüşüne
hasret kalırız bir dost öpüşüne
düğün dernek kurar acılar içerimizde
çiçeklere kar düşer
umutları yel alır
ardımızda nice kimsesiz ölüler kalır
ölülerki bizim ölüler,
nasıl ki bu acılar bizimse

bir yanı buruk olur çırpınır yüreğimizde
bir yanı yaş olur süzülür gözlerimizde
akar
akar
akar
dökülür çile denizlerine
gurbet rüzgarlarınca acılı ıslak

tufan kopmuş yel savurmuş gayrı
oflamak vız gelir gönül fırtınamıza
umudumuz ekmeğimiz,
acımız kederimiz
bir kara sevdamızdır yenemediğimiz

gözyaşlarını saklama benden
kaçırma gözlerini gözlerimden
oy kurban olduğum
derincene bak
bu nasıl yazıdır ki
gözyaşlarımız
kemend olurda boğar bizi
ve ardına bakmadan,
siler gider izini umudumuzun
çıplak ağrılarla bağrımızı eze eze
taa… alnımızın çizgilerine yansır acısı.
ağrılar toprağında ağıt yakarak
bir yitik umutda yitip gitmişiz
gayrı dert filiz sürmüştür,
hüznümüzün tablosunda
bir direnç olmuştur bizde yaşamak
o artık karanlık bir gecede diş diş
ak yorgana geçirilmiş sancı
katmer katmer ülserdir midemizde
bir yara ki ayrılığın
bir yara ki yoksulluğun yarasıdır
oy kurbanım

toprak toprak koktuğumuz
nadas nadas süslediğimiz
ve de köy köy, ülke ülke
boynumuzu büke büke
ezgilere işlediğimiz
bir yarısı Türkiye’ de
bir yarısı yaban ellerde söylenen
eğin ağıdı türkülerimiz
…………………….
bilmem bu yürek nasıl dayanır
derdini kalem olup yazmaya
dil olup söylemeye
oy kurbanım oy
oyy da oy….
 
Ah! Çocuk
parlama.gif



Mutluluklar pazarlarda alınıp satılır oldu. Betonlaştı gözyaşları, yürekler katılaştı. Kimse kimseyi sevmiyor, kimse kimseye acımıyor, yanmıyor. Güzellikler bile parayla alınıp satılıyor artık. Namussuzlar çoğaldıkça namuslular azaldı. Makamlar büyüdükçe beyinler küçüldü. Herkes firsattan istifade edip cebini şişirmeye çalışıyor, yetimin, yoksulun kakkına tecavüz ediyor. Gözlerde güneşin sıcaklığı, vicdanlarda doğruluğun aklığı kalmadı çocuk. Yürekler gibi gözlerde kirlendi. Sevinçlerimizi, şiirlerimizi, kitaplarimizi yok ettiler, alıp ***ürdüler bizden uzaklara insani duygularımızı. Toprağımız küs şimdi bize, ğögümüz de küs. Bilmem ki nasıl anlatılır sahtekarlığın, cüzdanın ve vicdanın kirlenmişliği bir ülkede . Erdemin, fazilletin, sevginin ve dostluğun çürümüşlüğü.

Gökyüzü hepimizin değil mi? ya yeryüzü. Neden vicdanları gibi gökyüzünüde, yeryüzünüde kirletirler çocuk. Doğaya, insana, kuşa, çiçeğe, emeğe bu düşmanlık niye... Bilmezlermi ki, bunları sevmekle başlar yaşam. Bu kin, nefret ve düşmanlıkla nereye varacak dünyamız. Bunlar sevmeyi bilir mi çocuk? zerre kadar bir vicdan taşımışlar mı yüreklerinde?
Hayatta hiç sevmişler mi bir ırmağın türküsünü? Gümbürtüsünü bir ormanın durup dinlemişler mi? bir pınarın akışını, yağmurun yağışını?. Bir türkünün, bir şiirin güzelliğini, bir dostluğun ve sevdanın sıcaklığını yaşamışlar mı hiç? Gülümsemişler mi çocuklara bahar gülleri gibi, okşamışlarmı saçını bir öksüzün. Vurmuşlar mı sesini dağlara, çağlayanlara? Oturup ağlamışlar mı yavrusu vurulmuş bir cerenin acısına. Duymuşlar mı oğlu mahpus bir ****** feryadını yüreklerinde...

Yalvarma güzel çocuk, dillerini utandırma. Utandırma dillerini, dillerin ki dağ yelidir senin; Pınarların sesi, kuşların ötüşüdür. Bükme boynunu gözlerini utandırma, gözlerin gökyüzüdür senin, mavi gülüşlü bir çiçek. Yalvarma çocuk; sesini utandırma. Gülün kokusudur sesin; rüzgarın nefesi, ırmağın türküsüdür. Yalvarma çocuk; ellerini utandırma. Yokluk, yoksulluk kötü bilirim. Umudu, sevinci, onuru utandırma. En güzel senin ellerindir çocuk ekmeği tutan, suya uzanan.

Ey çocuk yoksulluğunu öfkeli bir bıçak gibi taşı yüzünde ama yalvarma, utandırma yüzünü. Utancını ve hıncını güneşin sarısı gibi yüreğinde sakla. Unutma seni ağlatanları. Unutma utanması gerekenleri ama sen ağlama, utandırma gözyaşlarını. Aşk için ağla, dostluk ve sevgi için. Ama yoksulluğun için ağlama, yalvarma, utandırma gözyaşlarını çocuk. Bırak dereler ağlasın senin yerine, rüzgarlar, pınarlar ağlasın ama sen ağlama. Deli taylar gibi sev yaşamı, aşkı sevgiyi ve umudu. Yüzün her koşulda onuru, öfkeyi, sevinci, direnci taşısın; Yılgınlık, bezginlik olmasın. Yeri geldiğinde sormalısın yoksulluğun hesabını..

Elimden tut ey çocuk; utandırma ellerini. Tut elimden güneşe yürüyelim, sevince, umuda, neşeye yürüyelim. Tutki güneş doğsun, serçeler sevinsin. Zulümler, karanlıklar çekilsin üstümüzden. Tut ki tomurcuklar açsın, büyüsün çocuklar, serceler ucsun, tohumlar ekilsin, yeşersin umutlar. Bir demet ışık saçılsın dünyaya, kapılar açılsın, kalmasın esaret, ezilmişlik, açlık. Kimse kimseye avuç açmasın, çocuklar ağlamasın, utanmasın analar, babalar yoksulluktan yokluktan.

Ah… çocuk!
vakitsiz açan ,bir çicçek tarlası gibi yüreğin
beyaz kardelenler, sarı papatyalar
bükmüş boyunlarını ip - ince boynundan
güneşe bakıyorlar...

her iç çekişte
dünyanın bütün çiçekleri kanamada
bütün kuşları havalanmada
umudun evi yok, sevincin adresi
neylersin çocuk...

ah…. çocuk!
vereceksen, rüzgarlara ver sesini, tomurcuklara
baharı muştulasın yarınlara

mümkünü yok artık, gittiğim her yere
soluk yüzünü taşıyacağım
ve seni her düşündüğümde
çağımın utancını yaşayacağım ah! Çocuk
 
Ah Bu İstanbul Anıları
parlama.gif



Geçenlerde 15 yıllık muhitim Ortaköy'de, Mecidiye Camii’nin kıyısında Emirgân’ın şöhretiyle yarışan çay bahçelerinin önünden geçtim. Gezinirken Sözde entelleküel birikimlilerle dolu kişilerin oturduğu, Topkapı Sarayı Kız Kulesi manzaralı, bir masaya çağrıldım. Açıklanamayan uçan cisimlerden konuşuyorlardı yine. Sohbet beni hiç sarmadı. Tam kalkıyordum ki bir sesle irkildim.
Ahmet Hikmet’in üzümcüsünün sesi gibiydi ses. Allah'ım o ne güzel Türkçe! Ne bir siyaside yarısını gördüm bu titizliğin, ne camilerde bir hatipte, ne de tiyatrovari şiir okuyan yeni yetmelerde... Baktım 60 yaşlarında yoksulluğun yıpratmak için uğraştığı, fakat pek de bir şey koparamadığı çehresiyle bir adam, yoksul fakat erdemli yüzüyle kartpostal satıyor. Asker kantinlerinde bile tek tük kalmış kartlar bunlar. Hani vardır ya bir asker bir de çok hoş bir kız, bir bankın üzerine oturmuşlar; altında da “sevgili nişanlım vatan hizmetim biter bitmez yanındayım" tarzında yazılar olan... Bayraklı, Atatürk heykelli... İşte öyle kartlar.
Tam adama para yerine alaylı bir nasihat vermeye hazırlandım “Amca bir yanlışlık olmalı buralarda Harry Potter, Örümcek adam, Jurassic Park filan satılır. diyecektim.
Sesi tekrar yükselince niyet ettiğim girişimden dolayı utandım. Sattığı maldan o kadar emin bir büyük tüccarın edası, kendine güvenin granitten heykeli gizliydi seste. Sahibine mıknatıs gibi çekti beni. Masadaki sohbet tam da orta yaşlı bir bayanın okyanusu transatlantikle geçerken lombozdan gördüğü ufoyu anlatmasına gelmişti. Bunu hep anlatırdı. Ben duyduğum o büyülü sese kapıldım:
-Türk bayrağı resimleri getirdim almak istemez miydiniz?
-Türk askerinin resimleri var bir bakmaz mısınız?
-Sevgili Türk çocukları! Bakın arkadaşlarınıza gönderirsiniz. Uludağ manzarası. Hem de Bursa Kültür parkın resmi var! Bakın dört tane resim var üzerinde, dördü de güzel!
Hemen gittim en albenisiz gelenlerinden bir on tane aldım, daha gösterişlilerini başkalarına satsın diye. Maksadım bey amcayla konuşmak. Ben konuşup lafa tutarken yevmiyesinden olmasın diye. Sonra masaya getirdim biraz da sürükleyerek.
-Bey amca sen bu Türkçe eğitimini nerde aldın? Diye sordum.
-Ben Türkçe öğretmeniyim.
Nerelisin amca?
-Türk aleminin, Bulgaristan eyaletinin Razgrad şehrinden. Bana Razgradlı Şükrü derler .
Kırçıl kaşları, seyrelmiş saçlarıyla iyice yaklaştı yanımıza. ısrar edip Bir çay ısmarlayabildim. Masadaki ufo sohbeti de katloldu tabii. Herkes bana ve Razgradlı Şükrü'ye kötü kötü baktı masada. Bana bir işportacıyla muhatap olduğum için, Razgradlı Şükrü’ye de (türkilizce tabirle) masanın karizmasını çizdirdiği için.
Razgradlı Şükrü yüksek sesle konuşuyor fakat sesi bütün iyi öğretmenlerimizin en arka sıralara ulaştırmaya çalıştığı mübarek seslerinden daha mübarek, daha vokalli daha canlı. Çay bahçesinin bütün masaları dinliyor, dinlemek zorunda kalıyor o mübarek sesi. Razgradlı Şükrü tam da kendi çok sevdiği mallarını bol bol alan kendisi gibi bir müşteri bulduğuna seviniyor. Ben de bir on tane daha satın alıyorum kartpostallardan. Türkçe'yi bu kadar güzel konuşan bu coşkun kişiyi tanımaya çalışıyorum.
-Razgradlı Şükrü bu kartpostalları alanlar var mı?
-Kıymetini bilenler alıyorlar be yav!
-Sen öğretmenim demiştin burada mı orda mı?
-Yok be! Hapse tıktılar Türkçe öğrediyom diye... 15 yıl Bulgaristan'da öğretmenlik yaptım. Sonra da bir o kadar da burda. İki tarafta da yarım yani!
-Yaş haddinden emekli olsaydın Türkiye'de...
-Bir yılın daha var dediler. Milli eğitimden sordum.
-Gel senin yaşını büyültelim tek celsede. Emekli ol!
Razgradlı Şükrü bana selam verdiğine pişman olmuş gibi baktı. Kaşlarını çattı. Kartpostalları kafama atmasına ramak kaldı. Ben de hakikaten korktum. Masum bir insana hakaret etmiş kadar pişman oldum.
-Sen ne diyosun be yav! Devletim bana bekle diyorsa beklerim bir sene!
-Fakat sen zaten toplam otuz yıl yapmışsın vazife.
-Olsun o başka bu başka!
-Peki çoluk çocuk nerde? Bulgaristan'da mı burda mı?
-A be zindanda yattım, çileler çektim. Kim evlenir benimle? Nasıl evleneyim. Evlenmeye fırsatım olmadı benim.
-Peki nerde kalıyorsun?
-Gültepe'de bir otelde...
-Kazancını ne yapıyorsun?
-Para biriktirebilirsem Rodoplar’a giderim. Pomaklar çok iyi Müslüman insanlar. Onlara Türkçe öğredirim. Hepsi meraklı Türkçe öğrenmeye... Yolumu gözlerler benim. Çat pat da öğrenmişler Türk radyolarını dinleye dinleye. Yazmayı da öğretiyorum. Bu kartpostallar da çok kıymetli orda.
-Bundan sonra evlenirsin, pomak kızları güzel olur.
Yüzünde o çok evlenmek isteyip de bir türlü evlenememiş insanların hasreti yandı söndü. Bizans tarihlerinde fiziki özellikleri hayranlıkla anlatılan ışık düşmüş saman sarısı gibi ak pak saçlı, ince ve uzun vücutlu Kuman Türkleri’ni andıran Pomak kızları, canlandı gözümde.
-Bizden geçti artık.
- Kısmet diyeceksin.
- Doğru kısmet! Balkanlarda aşk kutsaldır. Bir aşk başladığında cümle alem onların mutluluğuna katkıda bulunmak için yarışır.
- Peki sana şimdilik bir işyerinin misafirhanesinde yatacak bir yer bulalım. Sahibi de memnun olur. Ben sana böyle bir yer ayarlarım. İstediğin kadar kalırsın! Sen yine kartpostal sat, ama yattığın yere para verme.
- Olmaz be! Ne tadı kalır ki o zaman? Çalışıyorum ben! Hem de geziyorum yurdumu! Ne tadı kalır o zaman!
Ben de kızıyorum bu sırada...
-Be Razgradlı Şükrü, emekli yapalım derim olmazsın. Yatacak yer bulurum. Ne tadı var bedelini ödemeden barınmanın dersin. Bütün bunlar olsa da sen Rodoplar'da daha çok öğretsen Türkçe'yi...
-Olmaz be yav! Ben zaten öğretiyorum. Kimin var böyle mesleği? Nerde var böyle iş? Bak hem geziyorum, hem para kazanıyorum. Hürriyetim var elimde ya! Sen de git Rodoplara! Yazık o insanlara sen de Türkçe öğret!
O mırıldanır gibi bana eğilip konuşurken göçmen şivesiyle be yav diyor fakat yüksek sesle konuştuğu zaman Muharrem Ergin’den diksiyon, Osman Sertkaya’dan dil, Mehmet Çavuşoğlu’ndan şiir dersi almış bahtiyar talebeler kadar pürüzsüz İstanbul aksanıyla, Ankara radyosu titizliğiyle konuşuyor..
Razgratlı Şükrü kalkacak oluyor. Biraz daha kartpostal almak istiyorum fakat cebimde para az. Mehmet Akif'in “Seyfi Baba” ‘sı aklıma geliyor.
"Ya hamiyetim olmasaydı, ya param olsaydı!
“Dur” diyorum “otur, bana adresini telefonunu ver” Adres Gültepe'de bir otel. Telefonunu vermiyor. “Odada telefon yok mu” diyorum. “Var ama ben elimi sürmem.” “Niye” diyorum. Türkçe ile ilgili konuşmalar yapmış Bulgaristan'da, dinlenmiş telefonu, yıllarca zindanda yatmış. “Burası Türkiye burda öyle şeyler olmaz” diyorum ama o bir daha elini telefona sürmemeye yeminli olduğunu söylüyor. O konuda takıntı oluşmuş, anlıyorum. Sonra cebinden kurşun kalemle kendi yaptığı Türk Dünyası haritasını çıkarıyor. Rodoplar, Üsküp, Kafkasya, hepsi var.
- Bak burada söylüyorum ben Razgradlı Şükrü... Bir gün Türk Dünyası büyük kurultayı Bulgaristan'da yapılacak. Bulgarlar öğrenecek Türkleri ve onlar da Türk olduklarını hatırlayacaklar!
1989’dan sonra Bulgar bilginlerinin bu konudaki çalışmalarından örnekler veriyor. Şiirler söylüyoruz karşılıklı... Hiç kimse dinlemiyormuş gibi özgür, bütün memleket dinliyormuş gibi özenli. Bir ara coşkunlukla boş bulunuyorum:
- Ben Türkçe'nin aşığı Yunus Emre'dir sanıyordum, yalnızca... Sen çağımızın Yunus Emre'sisin!
- A be zaten ben Razgrad'ın Yunus Abdal köyündenim. diyor.
Ne söylesek uyuyor. Neredeye akraba çıkacağız.
Razgratlı Şükrü kalkıyor masadan, ben de birlikte kalkıyorum. Cebimdeki bütün parayı usülünce veriyorum fakat biliyorum ki bu para onun birkaç günlük masrafını karşılamaz. Koluna giriyorum ufocuların şaşkın ve aşağılayan bakışları altında diğer çay bahçelerine doğru yürüyorum. Bir yandan da tanıdık bir göz arıyorum. Hemen alıp da cebine sokuşturayım diye. Razgradlı Şükrü Mişon kalfa’nın iskelenin karşısında 150 yıl önce Mecideye camii yapılırken çaldığı malzemeyle diktiği rivayet edilen, yıkılmaya yüz tutmuş heybetli binanın kara gölgesine karışıp gidiyor.
Mişon Kalfa’nın Amerika’daki torunlarının gözden çıkardığı sahipsiz kalmış bu mülk, hakkındaki söylentileri bilip de bakınca bana on beş yıldır bembeyaz güzelim caminin kara lekeli ikinci gölgesi gibi gelirdi.
Kondakçı Metin de ortalarda yok. Onunla bir keresinde benzer durumdaki birine birlikte yardım etmiştik. Mehmet Aslantuğ da evlendikten sonra seyrek gelir oldu.
***
Razgratlı Şükrü tıpkı Balkan güneşi altında yalım yalım yanarak Varna açıklarından geçip, İstanbul’a doğru kuğu gibi süzülen, dokunsa Nazım Hikmet’in elini yakacak bir vapur gibi endişesiz ve asude gidiyor. Ortaköy; Forsa Koca Memiş’in tutsaklık adası gibi yabancı seslerle örülmüş geliyor bana. Refik Halit’in eskicisinin minicik Hasan’ı, Filistin çöllerinde ardında bırakıp gittiği gibi gür sesini ve erdemlerini toplamış, kendisine ve Türkçe’sine hayran bıraktırarak, boğazıma ıpıl ıpıl kaynağı belirsiz sızıları, diken gibi çakıp gidiyor.
***
Gurbette insana para ile sağlık gerek. İkisi de zayıf Şükrü de. Keşke çok parası olsa... Rodopların demir gibi gürbüz havasında bol bol gezse, daha çok Türkçe öğretse mübarek Pomaklar’a, Türkçe’ye hasret insanlara, daha çok şiir okusa böyle gezerken... Bunun için parası olsa ne güzel olurdu! Hem de Türkiye'de para ile sattığı kartpostalları Pomaklara bedava ***ürüp dağıtırmış. Birkaç balya fazla ***ürse... Hastalanırsa ilaç alsa... Uzun yaşasa... Allah benim ömrümden alıp onun ömrüne katsa! Şu bir yılı ölmeden geçirse! Türkiye'den emekli olsa! Belki evlenir uygun bir hanımla...
Her gün yüz kişiyle selamlaştığımız Ortaköy'de şöyle birkaç kuruş borç alacak, böyle anlarda bankamatik kesilen yüce gönüllü dostlar yok! Ömer Çalışkan, Apaçi Çetin, Son yıllarda kasket çiğnemeye başlayan kebapçı Aliihsan yok!
***
Bendeki bu telaş niye? Ömrümde ne gezginciler gördüm ben! Şebinkarahisar'a, Çemişkesek'e camii yaptırmak isteyen, makbuzlarla gezen ak sakallı adamlara ne paralar verdim! Mostar köprüsünde bir taş misali benim de olsun isterdim uzak diyarlarda bir tuğla, bir taş, bir sütunluk hatıram. Ortaköy iskelesinde sızıp kalmış Can Yücel'i, kayıkcıyı evinden uyandırıp karşıya Kuzguncuğ’a gönderdim kaç sefer. Gurbete gelip de iş bulamamış vahşi kapitalizm kurbanlarının elinden tuttum. Ne deliler gördüm ben her türden. İslamcı deliler, Sosyalist deliler, sarhoşlar. Türkçe'nin delisini hiç görmemiştim.
İşte Türkçe'nin delisi böyle oluyormuş meğer! Öyle olunmaz böyle olunurmuş!
1997’lere ait bu hatıra, gündelik olaylardan herhangi biri gibi kimseye anlatılmadan yüreğimde saklanmış. Durdum durdum da bir yerde rastladığım Kırşehir Belediye Başkanı Metin'e anlattım yıllar sonra bu anıyı. dağ gibi Metin, bu minicik hatıranın bir yerinde sarsıldı “benim aslım Razgrad'ın Yunus Abdal köyünden” diye... Ben de şimdi ağlıyorum. İnternet kahvesinde çevremdekilere aldırmadan ve hiç utanmadan, bir ilkokul çocuğu gibi iplik iplik ağlıyorum. Neye gelmiştim ve bu satırları niye yazdım. Kimim ben neyin ve ne yaptım Türkçe için. Kendi kendime diyorum ki Türkçe'nin delisi öyle olmaz işte böyle olunur.
***
Eğer sizler güzel, pürüzsüz, eğitimli sesiyle sokaklarda kimilerimiz için çoktan modası geçmiş bayraklı, askerli, nişanlılı resimlerle dolu kartpostallar satan birini görürseniz, ondan hiç olmazsa cebinizdeki bozukluklara acımayıp bir kartpostal mutlaka alın. Çünkü o olsa olsa bizim Razgradlı Şükrü'dür. Rodoplardaki fütühatı için ona kumanya lazımdır. Bana göründüğü gibi, size de mutlaka uğrayacaktır. Cebindeki kurşun kalemle kendi çizdiği haritalarıyla birlikte Türkçe'nin delisi nasıl olunur gösterecektir. Size!
Ya da yalancı gündelik işler beni bağlamasa, Razgrad'da, Rodoplar'da Gültepe'de Şükrü'yü şıp diye bulurdum. Onun o kartpostallarda bulduğu yüce anlamları ben de bakıp bakıp bulmaya çalışıp, mübarek yükünü taşıyarak, gezdiği mavi zirveli Rodop dağlarının gelin duvağı gibi bulutları altında, kudurmuş yeşillikler arasında unutulmuş köylerin un serpilmiş gibi tozlu yollarına karışırdım.
 
Aşk ve Çılgınlık
parlama.gif



Uzun zaman önce dünya yaratılmadan , insanlar dünyaya ayak basmadan önce iyi ve kötü huylar ne yapacaklarını bilmez vaziyette dolanıyorlarmış . Bir gün toplanmışlar ve her zamankinden daha fazla canları sıkkın oturuyorken SAFLIK ortaya bir fikir atmış "Neden saklambaç oynamıyoruz ?" ve hepsi bu fikri beğenmiş , hemen çılgın ÇILGINLIK bağırmış "Ben ebe olmak istiyorum !" ve başka hiç kimse ÇILGINLIK'ı arayacak kadar çıldırmadığı için ÇILGINLIK bir ağaca yaslanmış ve saymaya başlamış . 1,2,3,...

ÇILGINLIK saydıkça , İYİ HUYLAR'la KÖTÜ HUYLAR saklanacak yer aramışlar . ŞEFKAT Ay'ın boynuzuna asılmış , İHANET çöp yığınının içine girmiş , SEVGİ bulutların arasına kıvrılmış , YALAN bir taşın altına saklanacağını söylemiş ama gölün dibine saklanmış . TUTKU Dünya'nın merkezine gitmiş , PARA HIRSI bir çuvalın içine girerken çuvalı yırtmış ve ÇILGINLIK saymaya devam etmiş , 79, 80, 81, 82, 83...

AŞK dışında bütün İYİ ve KÖTÜ HUYLAR o ana kadar zaten saklanmış , AŞK kararsız olduğu gibi nereye saklanacağını da bilmiyormuş ... Bu bizi şaşırtmamalı , çünkü hepimiz aşkı saklamanın ne kadar zor olduğunu biliriz . ÇILGINLIK 95, 96, 97... ye gelmiş ve 100'e vardığı anda AŞK sıçrayıp güllerin arasına girmiş ve saklanmış . Ve ÇILGINLIK bağırmış "Önüm , arkam , sağım , solum sobe , geliyorum" .

Arkasına döndüğünde ilk önce TEMBELLİK'i görmüş , o ayaktaymış çünkü saklanacak enerjisi yokmuş . Sonra ŞEFKAT'i Ay'ın boynuzunda görmüş , ve İHANET'i çöplerin arasında , SEVGİ'yi bulutların arasında , YALAN'ı gölün dibinde ve TUTKU'yu Dünya'nın merkezinde ... Hepsini birer birer bulmuş sadece biri hariç ! ÇILGINLIK umutsuzluğa kapılmış , en son saklı kişiyi bulamamış , derken HASET ÇILGINLIK'ın kulağına fısıldamış :

"AŞK'ı bulamıyorsun çünkü o güllerin arasında saklanıyor "

ÇILGINLIK çatal şeklinde tahta bir sopa almış ve güllerin arasına çılgınca saplamış , saplamış , saplamış ... Ta ki yürek burkan bir haykırma onu durdurana kadar ... Ve haykırıştan sonra , AŞK elleriyle yüzünü kapayarak ortaya çıkmış . Parmaklarının arasından sicim gibi kan akıyormuş , gözlerinden . ÇILGINLIK , AŞK'ı bulmak için , heyecandan AŞK'ın gözlerini çatal sopa ile kör etmiş ... "Ne yaptım ben ? Ne yaptım ben ?" diye bağırmış "Seni kör ettim , nasıl onarabilirim ?" AŞK cevap vermiş ; "Gözlerimi geri veremezsin ama benim için birşey yapmak istersen benim kılavuzum olabilirsin !"

O günden beri AŞK'ın gözü kördür ve o günden beri ÇILGINLIK da her zaman onun yanındadır …
 
Aşk Masum Değil
parlama.gif



Sadece bir anlık konuşmadan sonra nedensiz buluşma bağladı yine
birbirimizi bize.Hiç anlamadık sebeplerini.Nedenlerini soramadan ellerimiz
birbirine çoktan kenetlenmişti.Sanki hiç kopmayacakmış gibi.Aklımdan
çıkmayan o hasret günleri,çektiğim çileler,haykırdığım isyanlar hiç biri
unutulmadı.O aylar boyunca ağladığım gecelerin hesabını kim verebilir
ki?kim beni o eski deli dolu günlerime döndürebilir ki?Aşk mıydı beni böyle
divane eden yoksa bu sadece onda mı gizli?Zaman sanki benimle birlikte o
vazgeçilemez aşkımı da alıp ***ürdü.Sürüklendim bir uçtan bir uca.Gelip de
elimden tutanım hiç olmadı.sevdim diye mi çektim bu acıları bunca
zaman.Hani sevip sevilmek çok güzeldi.Mutlu ederdi insanı;yetmiyor işte
mutlu olmak yetmiyor.Kimseler fark etmeden eriyip gidiyorsun ama nedenini
ne sen ne de başkası bilmiyor.Zaten kimsede öğrenmek istemiyor yalan
mı?Hayatımı mahvettiler,yaşarken öldürüldüm.sevdiğimin ardından en zayıf
noktamdan yakalandım.Giden sevgili yüzünden bitip,tükenmek çok kolaymış
meğersem,ölüm bir harekete bakarmış.Bunları anladın sevince.Her gün daha
fazla tükenen bir beden gördüm o aynanın karşısında.Halbuki bakılmaya
kıyılmayan kaç masum yüz verdik topraklara.Yine bilinmedi kıymet yine
anlamadılar değerlerini.Bu kedere bu derde aşk mı diyorlar?Sevgimi bunları
bize yaptıran.Kimler bu sözlerimden utanacak acaba?bunlara rağmen
anlayan yok beni değil mi?Ben yine mutlu olabilirim geçici bir süre.Ya
onlar acılarıda sevinçleride mezara gömülenler hiç anlamı yok.Aşkın azabı
kör hançerle kalplere yazılmış çoktan.Sonu yok ne benim için ne çekenler
için ne de aşk uğruna.Mezara Girenler İçin.
 
Aşk Kağıda Dökülmüyor
parlama.gif



Nasıl bir yazgıydı bu, yazanı yazdıranı belli olmayan? Hangi kader çizgisiydi yollarını kesiştiren? Hangi rüzgarlardı o güzel kadını, onun sakin küçük dünyasına getiren? Onu sakin denizlerden sürükleyip fırtınalı okyanuslara atan? Sırası mıydı bu aşkın, o ununu elemiş eleğini asmış, tüm sevdaları sürgünlere göndermişken?

Hangi acımasız yazgıydı, onu yeniden aynalara baktıran. O aynalar ki, hiç yalan söylemeyi bilmezlerdi. Geçen yılların bırktığı izleri insanın yüzüne acımasızca vururlardı. Azaltamazdı ki kalan saçlarındaki akları, yüzündeki çizgileri. Küçülüp, eriyordu, o güzel kadının belleğine kazınmış resminin yanında. Utanıyordu sevdasından, aşkından. Ona giden yollardaki uçurumlar, engeller büyüyordu. O, giderek uzak ve erişilmez bir tanrıça oluyordu. Kâr etmiyordu hiçbir şey; bilge teselliler, kitaplarda okudukları.

İster itiraf etsin, ister etmesin, düştüğü durumun bir tek tanımı vardı ve o da aşktı, sevdaydı. Ve o ömrümde hiç böyle sevdalanmamıştı. Bu sevda, platonik, romantik gibi klişelere sığmayan bir sevginin ürünüydü. Sözcüklerle tanımlanamayan, gece gündüz her saat, her an onu düşündüren, ona özge bir sevdaydı. Ah, bu yürek değil miydi onu yakan, bu onulmaz sevdalara düşüren. Sevginin o mütiş gücünü bu sevda ile öğrenmişti yeniden. Sevdiğiyle sadece aynı mekanlarda olabilmenin bile ne büyük bir mutluluk olduğunu, onun sadece telefondan duyulan sesinin bile tüm gökyüzünü maviye çevirebileceğini, karanlıkları aydınlatabileceğini bu sevda ile yaşamıştı. Ve aşkın insana çılgınlıklar yaptırabileceğini yeniden ta kanında hissediyordu.

Aşık olduğu kadınla olan en kısa ayrılıklar bile ona dayanılmaz geliyordu. Şimdi o yine uzaklardaydı. Ve ona olan hasreti aralarındaki mesafeler artıkça artıyordu. Üstelik günlerdir ondan haber alamamak kendisini deli ediyordu. Ona merhaba diyebilmek, bir tek sözcük de olsa sesini duyabilmek için her yolu deniyordu. Ama tüm çabaları sonuçsuz kalıyordu. Gece gündüz, her an onu düşünüp ona ulaşamamak, korkunç bir ızdıraptı. Kahrolmaktan başka hiçbir şey gelmiyordu, elinden. Bu griler grisi, mavi yoksunu gökyüzünün altında çıldırasıya özlüyordu o kadını, onun gözlerini, gözlerinin rengini, gülüşünü.

Ayrılık acısıydı bu, kolay değildi üstesinden gelmek. Haykırsaydı sevgisini pencerelerden, bağırsaydı adını sokalara, diner miydi acıları? Yılın son günde yağan karın beyazına dökseydi karanlıklarını, aydınlanır mıydı içi? Batmakta olan güneşin kızıllığına, sütmavisi kesilen gökyüzüne çizseydi aşkını, azalır mıydı o kadına olan özlemi? Kalemini kanına batırıp ak kağıtlara yazsa bu aşkı, biter miydi hasret?

Bu son ayrılık, onu genç kadına olan sevgisini sorgulamaya zorluyordu. Aklı, bu sevdanın, hiçbir gerçekliğinin ve geleceğinin olmadığını söylüyor; kendisi için hiçbir şey ifade etmediğin, senin sevdana gereksinimi olmayan o kadını neden seviyorsun? diye soruyordu. O ve kalbi akılına karşı inatla direniyorlardı. "Evet, değer", diyordu, "yüz kere, bin kere değer!". Çünkü o kadın yaşamından çıktığında kendisini tekrar ölü hayatların, mavisi ve güneşi olmayan günlerin beklediğini biliyordu. "Değer" diyordu, "herşeye değer! Uğruna ölmeye, çılgınlıklar yapmaya, deli divane olmaya, Kerem gibi yanmaya değer!"

Niçin mi? Sadece o kadını görebilmek için, sadece sesini duyabilmek için, sadece güzel gözlerine bakabilmek için, o sıcak, o çocuksu gülüşünü yaşayabilmek için. Onu görünce heycanlanmak, onunla konuşurken toy bir delikanlı gibi ne söyleyeceğini, ne diyeceğini şaşırmak için. Onunla birlikteyken, onu düşünürken tüm dünyayı, tüm kaygıları unutabilmek için.

Tektaraflı sevdaların seveni acılara boğabileceğini ta başından biliyordu ve o acıları ak kağıtlara dökerek, şiirleştirip, öyküleştirerek yenebileceğini düşünmüştü. Ama bunun olanaksız olduğunu kısa zamanda anlamıştı: Gerçek aşk kendini yazdırmıyor, kağıda dökülemiyordu. Ve o aşka tutsak, aşık olduğu kadın ona yasak olsa da, aşka ihanet etmemek için; insanı insan yapan o yüce duygudan yana olmak için; belki de sadece "onu seviyorum, o halde yaşıyorum!", diyebilmek için, sonuna kadar direnecekti.
 
Aşk Çiçeği
parlama.gif



Bir gün tutar bir caneriği çiçeğini sunar bahara. Bür tutam serinlik, bir yürekte buğulanan sıcaklık . Ve konar gözlere bir öpücük gibi kuşların bahar sevinci. Okşar bir annenin parmakları gibi usulca saçlarımızı seher yeli. Bir tutam gün ışığı dolar içimize, bir tutam sevinç çığlığı.

Ne zaman bahar gelse sevinci yaşar kırlar, dağlar, ovalar, denizler, dağlı çocuklar umudu kucaklar bir yanımızda; bir yanımız da kuşlar, ağaçlar, çiçekler, kelebekler, cerenler sevinci yaşar. Aydınlık gelir dört bir tarafa, gürül gürül akar dereler. Bir dağ pınarı gibi hayat kaynar kanımızda, yüreğimizde tomurcuk tomurcuk aşk fışkırır. Alıp ***ürür duygularımızı dağların ötesine serin serin esen rüzgarlar...

Bu dağların sevda türküsüsün sen, denizlerin mavisi, bulutların beyazı. Ne zaman bahar gelse, yağmur yağmur çiçek açar sesin gökyüzünde. Ben sonbaharın yorgun, yanık türküsüyüm oysa, sarıya çalar rengim, rüzgarlar estikçe savurur yapraklarımı uzak diyarlara. Sen gülüşünde baharın ilk sevincini, gözlerinde göğün uçuk mavisini taşıyorsun. Yaşamak bir su gibi berrak yüzünün aydınlığında, bir köy türküsü gibi hilesiz ve içli.

Ben seni ozanca sevdim türkübakışlım, sular gibi temiz, bir rüzgar gülü gibi hilesiz. Mehtabın güzelliği, yıldızların ışıltısısın sen karlı dağlarda, rüzğarların soluğu, güneşin dostluğusun. Umut, aşk ve alın terisin akalınlarda. Toprağa ekilen tohum, bahara söylenen türküdür dilin. Ceylan gözlerin sevinci, dudakların ıslığısın türkülü ırmaklarda.

Acılar içinde de olsa yaşamı çılgınca sevdim. Çılgınca sevdim dağları, denizleri, kuşları, ormanları, umudu, sevinci, güneşi, çocukları. En çok da seni sevdim aşkçiçeğim.

Kar türküleri kederlidir gülüm, kar türküleri acılı. Gidersen kar yağar istasyonlara Bir gülü büyütmek kadar zor ve güzel, seni düşlemek dağların ötesinde. Seni dağlı bir çiçek gibi göğsümüm üstünde, namusumun akında taşıdım hep.
Bu sevdayı alıp gitme benden, alıp gitme buralardan, gözleri türkülü kuşum . İçimdeki baharı öldürüp gitme. Kimsiz, kimsesiz kalır yüreğim. Körpe bir dal gibi koparma sevinçlerimi yüreğimden.
Gitme
figan düşer denizlere sular çekilir
yağmur yağmaz vahalardan kirpiklerime
bir rüzgar hıçkırır tenhada, bir dal kırılır
boynunu büker sabah kervanları kelebekler ölür

gitme
bir yıldız küser göğüne, içini çeker bir çocuk
şaşırır yönünü rüzgarlar
bütün pınarların suyu çekilir
solar nazlı çiçekleri kalbimin, üzülürüm

gitme
öksüz kalır içimdeki imge dağları
saçlarını öpen seher yeli, çoban yıldızı
bir daha turnalar geçmez, bülbüller ötmez
çiçekler açmaz bahçemde ah be gülüm

gitme
içimdeki bütün vagonlar devrilir
bir kar yağar istasyonlara, üşürüm

gitme
bütün ormanlar ateşe verilir
kuşlarda gider bu kent de, ölürüm

gitme kal
menevşeler açsın dağlarda
sevince dönüşsün gökyüzü
iki çığlık arasında bırakma beni ah gülüm
yokluğuna alışamam yokluğun ölüm
 
Asıl Fakirlik
parlama.gif



Günlerden bir gün bir baba ve zengin ailesi oğlunu köye ***ürdü. Bu yolculuğun tek amacı vardı, insanların ne kadar fakir olabileceklerini oğluna göstermek. Çok fakir bir ailenin çiftliğinde bir gece ve gün geçirdiler.

Yolculuktan döndüklerinde baba oğluna sordu,

"insanların ne kadar fakir olabildiklerini gördün mü?"

"Evet!"

"Ne öğrendin peki?"

Oğlu cevap verdi, "Şunu gördüm: bizim evde bir köpeğimiz var, onlarınsa dört. Bizim bahçenin ortasına kadar uzanan bir havuzumuz var, onlarınsa sonu olmayan bir dereleri. Bizim bahçemizde ithal lambalar var, onlarınsa yıldızları. Bizim görüş alanımız ön avluya kadar, onlarsa bütün bir ufku görüyorlar."

Oğlu sözünü bitirdiğinde babası söyleyecek bir şey bulamadı.

Oğlu ekledi, "Teşekkürler, baba, ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğin için!"
 
Asad'ın Öyküsü
parlama.gif



Faslı genç kızın babası bir iplik eğiricisi idi . İşleri iyi gittiğinden Akdeniz yolcuğuna çıkarken kızını da yanında ***ürmüştü . İplikleri satmak istiyordu , kızına da kendisine iyi bir koca olabilecek bir koca aramasını söylemişti . Ancak Mısır yakınlarında çıkan bir fırtına geminin batmasına neden oldu , baba öldü , kız ise karaya savruldu . Perişan ve bitkin , önceki hayalini hayal meyal hatırlar bir halde kumların üzerinde yürüdü , ta ki dokumacı bir aile ile karşılana dek . Onu aralarına alıp kumaş dokumayı öğrettiler . Nihayet mutlu olmuştu .

Ancak bir kaç yıl sonra Doğu’dan İstanbul’a doğru yol alan köle tacirleri onu kıyıda yakalayıp köle pazarına ***ürdüler . Gemilere direkler yapan bir adam işinde kendisine yardım edecek köleler satın almak için pazara gitmişti , kızı fark ettiğinde acıyıp onu satın aldı ve karısına hizmet etmesi için eve ***ürdü . Ancak korsanlar yatırım yaptığı yük gemisini çalınca , adam başka köle alamadı . Kız , adam ve eşi tüm direkleri kendi kendilerine yapmak zorundaydılar . Kız dürüstçe ve çok çalışıyordu . Adam kızın çok yetenekli olduğunu düşündüğü için en sonunda ona özgürlüğünü bağışlayıp iş ortağı yaptı . Bu , kızın çok hoşuna gitmişti .

Bir gün adam , ondan yaptıkları direkleri Cava’ ya ***ürürken eşlik etmesini istedi . Kız kabul etti , ancak gemi Çin kıyılarının açıklarında tayfuna yakalandı . Kız yine garip bir kıyıdaydı ve yine kaderine lanet ediyordu . “ Neden hep bu kötü şeyler benim başıma geliyor ? “ diye soruyordu . Hiç cevap yoktu . Kumların üzerinden kalkıp kıyıdan içerilere doğru yürümeye başladı .

Çin’ de , yabancı bir kadının ortaya çıkıp imparator için bir çadır yapacağına dair bir efsane vardı . Hiç kimse nasıl çadır yapılacağını bilmediği için, bütün halk ve birbirini izleyen tüm imparatorlar bu kehanetin sonucunu merak ediyorlardı . İmparator , tüm yabancı kadınları saraya getirmeleri için her şehre yılda bir kez ajanlarını gönderiyordu .

Sırası gelince kazazede kız da imparatorun huzuruna çıktı , imparator bir tercüman aracılığıyla ona çadır yapıp yapamayacağını sordu . “ Sanırım yapabilirim “ dedi kız . Bir ip istedi ancak Çinlilerde ip yoktu . Bunun üzerine bir iplik eğiricisinin kızı olduğunu hatırlayarak ipek isteyip iplik eğirdi . Kalın bez istedi , ancak Çinlilerde kalın bez yoktu , bu yüzden dokumacıların arasında geçen hayatını hatırlayarak çadır için kullanılan türden bir bez dokudu . Çadır direği istedi , ancak Çinlilerde hiç yoktu , bu yüzden direk yapan adamdan öğrendiklerini hatırlayarak çadır direkleri yaptı . Bütün herşeyi hazırladığında , hayatı boyunca görmüş olduğu tüm çadırları elinden geldiğince hatırlamaya çalıştı . En sonunda çadır yaptı . Buna hayran kalan ve eski kehanetin gerçekleşmesinden çok etkilenen imparator , kızın tüm dileklerini yerine getirdi . Kız yakışıklı bir prensle evlendi, çocukları ile birlikte Çin’ de kaldı ve mutlu bir yaşam sürdü . Yaşadığı şeyler o anda berbat görünmüş olsa bile , sonuçta mutluluğunu bunlara borçlu olduğunu anlamıştı …
 
Arkada bıraktığın şeyleri düşünme!
parlama.gif



Şimdiye kadar kazanmış olduklarını, bundan sonra kazanabileceklerini, vazgeçemeyeceklerini, yıllarca koruduklarını, daha yıllarca muhafaza etmek istediklerini...
Arkada bıraktığın şeyleri düşünme!
Herkesin yaşamak istediği bir kişisel hayatı vardır ve onu yaşayabilmesi için arkada bıraktığı şeyleri düşünmemesi gerekir. Bilmelidir ki o birçok şeyi istediği zaman bütün evren ona yardımcı olur. Herkes yüreğinin sesini dinlemeyi ve yüreğinin diliyle konuşmasını öğrenmek zorundadır.
Arkada bıraktığın şeyleri düşünme!
Bulduğun ve arkada bıraktığın için seni tedirgin eden aşk önünü kesmesin. Kişisel hayatını gerçekleştirmeni engellemesin. Yeter ki bulduğun ve arkada bıraktığın aşk ''saf madde''den yapılmış olsun. Üzerinden bin yıl geçmiş bile olsa, orada, o biçimde, senin bıraktığın haliyle duruyor olacaktır. Çürümeden, bozulmadan... Ve sen, nasılsa günün birinde oraya döneceksin.
Arkada bıraktığın şeyleri düşünme!
Korkularını, tedirginliklerini, kafa karışıklıklarını, beni seviyorumlarını, ben onu seviyorumlarını, onunla yaşayabilir miyimlerini...
Arkada bıraktığın şeyleri düşünme!
İhanet senin beklemediğin bir darbedir. Ama sen, yüreğini tanıyacak olursan, sana baskın yapmayı hiçbir zaman başaramayacaktır. Çünkü onun düşlerini ve arzularını tanıyacaksın ve onları hesaba katacaksın. Hiç kimse kendi yüreğinden kaçamaz. Bu nedenle, en iyisi onun söylediklerini dinlemek. Böylece kendisinden beklemediğin bir darbe indiremeyecektir kesinlikle, sana.
Arkada bıraktığın şeyleri düşünme!
Kendi yolunda yürü. Başını dik tut. Kendini yenilmiş hissetme. Kişisel hayatını yaşa. Kahramanı, baş rol oyuncusu sensin. Bu senin öykün. sen sadece yaşa. Yüreğinin sesini dinleyerek, yüreğinin diliyle konuşarak yaşa!
 
Arayış
parlama.gif



İnsan hayatı çoğunlukla arayışlarla geçer iyi bir iş iyi bir arkadaş çevresi iyi bir gelecek iyi bir eş gibi
Arayışlar böylece sürüp gider birini yakalayınca birini kaybeder ötekine ulaşınca birini çoktan yitirir tam buldum işte bu dediğinde sonrasında istemediği bir sonuçla karşılaşınca yitirilen zamana acır insan
Ve arayışlarla elde edilenler hiçbir zaman eşitlenmez sürekli bir arayış içerisinde sürüklenmeye mecbur kalırsın
Umut tükenmeyen bir sermaye arayışlarda kullanılan yegane servettir. Umut bitmez bittiği yerde arayış bitmiş ölmüş yada yaşarken ölenlerden olmuşuzdur.
Her nedense arayışlar her zaman bir sevgide toplanmış hak edilen hatta hak edildiği halde alınamayan bir sevgi arayışıyla süre gider hayat, ama ufuk geniş ve ülkü ulaşılamayacak kadar uzak değildir. Sevgi kutsal gizemli bir şekle girer sevgideki ilahiyatı bulabilmek ümidiyle birçok güçlük def edilir ve arayışlar devam eder.
Arzulananlar alınıp arayışlar sonuçlandığında çekilen acılardan kurtulmak en azından acıları dindirmek üzere yalnızlık seçilir.
İşte o an , gönül dağıma kurduğum bağ evine çekilir kendi yaralarıma kendim merhem olmaya çalışır türküler eşliğinde tan yerindeki ela gözlerle beni gözlediğini hisseder her daldığımda beni düşündüğünü hayal eder yaralarımı iyileştirmeye çalışırım. İşte o an tüm acılardan kurtulur yeniden doğar ve koynumda biriktirdiğim tüm ışıltıları serper gök yüzüne saçlarıma yağan yıldızlarla bütünleşir kuşlar kadar özgür olur kırardım esaret zincirlerini
Dinen sızılar iyileşen yaralarla ama yara izleri bedenimdeyken dönerim hayata çarklar arasındaki yerimi alır büyük ve acımasız çarklar arasında yıpranmadan ve yok olmadan yaşamaya devam eder mutluluk oyunu oynarım.
sahte göz yaşlarının tuzlu sudan başka bir şey olmadığını anladığım anda rüyamın pembeliği bozulur ve uyanırım. Tatlı ama acı veren uykumdan. Elde kalan sermayemle ilahi sevgiyi bulma ümidiyle devam ederim hayata ve arayışlarıma.
 
Geri
Üst