Hayata Yön Veren Hikayeler...

Aramızdan Biri Daha Gitti
parlama.gif



Aşk çoğu zaman oyun oldu bana ya saklambaç gibi geldi yada bir yakalamaç gibi bir fanus gibi camın içine aldı üzerinde delik yok ki hava alasın denizde çıktıktan sonra kurulanmamak olmaz üşürsün tek başıma gezdiğim zaman bunun değerini anladım tepenin ucundan yaptığım maketle uçmaya çalıştım senin evini üstten gördüm kus bakışı yol boyunca kuşlar arkadaşlık etti yere inince her şey eskisi gibi oldu beni ansızın bıraktı kuşlar uzanan yardım eli bile yok dost dediklerim bıraktılar beni eski dostluklar ölmüş derlerdi demek doğruymuş bahçemdeki tek dostlarım yere uzunca uzanmış beni bekleyen çimler ilgi ve şefkatin değerini iyi bilirler uçlarını bile kırpmaya kıyamıyor insan iki ağaç arasında kurduğum hamak bulutlar arsında el sallar ay dede domates yedim biraz yüzüme kan gelsin diye ekmek sepetindeki kurumuş ekmekleri kuşlara verdim kediler ise süte talim kedi ile köpek geçinemez derler ikisi de koyun koyuna vermiş kara inat küçük evlerinde uyuyor doğanın kanundan habersiz kedi fareyi yer derler ama burada o kanun geçmez tahta arasının önünde bekler tekir tehlike anında kerimi çağırsın diye aynı kaptan yerler peynirlerini aynı sudan içerler bilmez ki birlerine ne yapsınlar insanlardaki yapışık yumurta ikizlerini oynuyorlar sanki aslında birbirlerine tiyatro oynuyorlar bizlerden habersiz derim ya söz gider yazı kalır anlatılanlara kimse inanmaz ama doğa böyle düşman gibi davranıp dost olmak aslında durum öle değil çıkarcı olmuş herkes karga tilki masalına dönmüş dünya insanları eksik taraflardan vurmuşlar boş tankları bile bile savaşa göndermişler insanların öleceğini bildikleri halde dolu sokaklar boşalmaya başlamış herkesin nereye gittiği bilinmez sıra er yada bize gelecek o zaman bize ne olur bilmem ama kazanan her zaman kötüler her yerde torpil olur ama burada asla soruyorum kötü kötüye torpil yapsa ne olur ortada bir patlama kırmızılar içinde havai fişek kimse patlama oldu diye üzülmez aksine yeni doğmuş gibi sevinir ama neye bilmez ki aramızdan biri daha gitti diye…
 
Anneme Mektup
parlama.gif



Senden bir şey isteyebilir miyim anne?
Biliyorum.Çoksey istiyorum.Belki de çok mızmızım.
Ama ben artık sikildim anne...Artık uykum geldi.Oynamak istemiyorum bu oyunu daha fazla.
Korkuyorum artık anne...Bu koca koca binalar beni korkutuyor.
Her sabah kahvaltımı yaparken izlediğim savaş haberleri beni korkutuyor.
Arabalardan korkuyorum anne...Kamyonlardan,otobüslerden....
Korna sesleri,motor gürültüleri beni korkutuyor.Çikardiklari dumanlar boğazımı yakıyor.
Gözlerimi kapatıp kulaklarımı tıkamak istiyorum anne.Duymamak,görmemek,düşünmemek istiyorum.
Tüm bu kalabalığın koşuşturması beni telaşlandırıyor anne.
Hepsinin gözleri donuklaşmış...Hepsi bomboş.Kendimi çok yalnız hissediyorum.
Bundan sonra karanlık,gri sokaklarda yürümek istemiyorum anne...
Acele etmekten bıktım artık.Kol saatimi kırsam bana kızar misin?
Hep birilerini ve gelecek olan bir zamanı beklemek beni daha fazla heyecanlandırmıyor.
Hersey çok hızlı anne...Ben günümü doya doya yasamak istiyorum.
Günesin doğusunu,agaçlarin arasındaki sabah sisini ve çiçeklerin yeşil yapraklarındaki bembeyaz şebnemleri görmek istiyorum....
İnsanların bağırıp çagirmalari,suratlarını asmaları beni ürkütüyor anne.
Sen beni kötülüklerden koruyabilir misin? Kendimi çok güçsüz hissediyorum.
Ben uyuyana kadar yanımda kalır misin anne? Elimi tutar misin? Hayır hayır... Vazgeçtim. Beni uyuduktan sonra da bırakma anne...Başımı gögsüne yaslayip günesli bir güne uyanmak istiyorum. Masmavi bir gökyüzünde uçan kuşları izlemek,yemyeşil tepelerde uçurtma uçurmak istiyorum.
Sıcak bir günün aks*****n o tatlı turunculuğunu izlemek istiyorum anne...
Sonra Çobanyildizi’nin bana o ilk gözkirpisini görmek istiyorum.
Ve geceyi de yasamak istiyorum anne...
Yıldızların altında,denizin kıyısına oturup yalnız başıma dalgaları dinlemek istiyorum.
Aydede’nin doğusunu görmek istiyorum anne.Önce onun büyülü halesine bakmak, sonra da ağlamak istiyorum.
Ve mehtabına dalıp,saatlerce öyle kalmak..... Artık koşuşturmaktan sıkıldım. Ben, yemyeşil ormanın ortasındaki şirin evimde söminenin başında oturmak istiyorum... Ben; huzurlu ve dingin bir yasam istiyorum... Ama bu imkansız...

Öyle değil mi anne?...
 
Anneciğim Beni Sever misin?
parlama.gif



Anne bağırır :
“Çabuk ol servisi kaçıracaksın!”
Baba kükrer :
“Ne yatmasını biliyorsun, ne kalkmasını!”
Sabahları güneşin doğuşunu bilmez çocuk. Hic aydınlanmadan kalkar içi. Taze bir sabah, bayat bir günün devamıdır çok zaman.
Her sabah adına yuva denen, adına kreş denen o yere bırakılır. Başkalarının annesinde, kendi annesinin hasretini çeker günboyu. Sabahın köründe “benim annem ne zaman gelecek” diye gözyaşları çeker solgun yüzüne dizi dizi.
Akşam ne uzundur. Yuva nice gürültülü. Sevgilerini konuşurlar efkarlı saatlerde.
“Benim babam beni çok seviyor.”
“Hayır, benim babam beni daha çok seviyor.”
“Hadi ordan, beni hem babam hem annem daha çok seviyor.”
Başkalarının babası kendi çocuklarını çok severse, sanki kendi babalarının sevgisi azalacakmış gibi kavga ederler. En çok sevilen olmaktır tutkuları.
Her pazartesi ne kadar sevildiklerinin ispatını yapmaya koyulurlar.

“Benim babam beni hamburger yemeye ***ürdü.”
“Biz hem hamburger yemeye gittik, hem de luna parka gittik.”
“N’apalım. Benim annem beni sinemaya ***ürdü. Arslan Kral filminde ağladık annemle birlikte.”
“Kızlar ağlar zaten. Ağlamanın neresi eğlenceli?”
“Biz babamla maç ettiğimiz zaman çok eğleniyoruz.”
“Benim babam benimle değil, arkadaşlarıyla maç etmeye gidiyor.”
“Bak demek ki benim babam beni daha çok seviyor. Bi kere biz ikimiz, yani babamla ben, maç ediyoruz.”

Pazartesileri hep böyle geçer.
Herkes kendi babasının en sevgili baba olduğunu kanıtlamaya çalışır. Öteki çocuklar yeni sevgi kanıtlarını ortaya koydukça içini bir ürperti kaplar.
Başkalarının babası çocuklarını daha çok mu seviyordur acaba? O Reklam gelir aklına. Kahrolası reklam. “Evinizi seviyorsunuz, arabanızı seviyorsunuz... Beni sevmiyor musunuz?”
İnanmak üzeredir onu sevmediklerine. Arka koltuğa gazoz döktü diye ne çok bağırmıştı babası. Ama olsun, arkadaşlarına bunu anlatmazsa eğer, babasının arabasını kendisinden çok sevdiğini nereden bilecekler.
Keşke her Pazartesi en sevilen evlat oyununu oynamak zorunda kalmasaydı. Bunun için Pazartesileri hep hasta numarası yapması. Uyanamaması. En sevilen çocuk olmak yarışması, bilseniz ne kadar zor diyebilse bir gün, her şey ne kadar kolay olacak. Oyunu değiştirebilirdi. Bu oyunun mağlubu olduğunu arkadaşları öğrenecek diye her Pazartesi Karanlık bir kuyu olmazdı o zaman. Herkesin annesinin ve babasının ne kadar iyi Anne baba olduğu, çünkü onlara ne çok pahalı oyuncak aldıklarının konuşuldukları bir sıra,
“Beni anneannem çok sever” diye bağırıverdi.
Sustu arkadaşları.
Söyleyebilecek bir şey bulamadılar bir an.
Akın boynunu büküp “benim anneannem yok” dedi.
Üzüldü o zaman. Ama geri dönemezdi. “benim anneannem beni cok sever. Masal anlatır bana. Yaramazlık yapınca “dayın da böyleydi” der gülerek.”
Arkadaşları ne kadar dinliyor diye sustu birden. Kendisine doğru yönelmiş meraklı bakışları keyifle izledi. Ağızları açık “Ee sonra?” diyorlardı.
“Sever beni. Masal anlatır. Hiç susturmaz beni. Ben konuştukça güler. ‘Hay çocuk’ der. ‘Sen beni güldürdün. Allah da seni güldürsün’, der.”
Herkes bir masal büyüsü ile dinlerken onu, anneannesini öteki çocuklarla paylaştığını düşünüp susuverdi.
Üsteledi arkadaşları. “Hadi anlatsana!” dediler.
Top havuzuna doğru koşup “Herkesin anneannesi kendine” diye bağırdı.
Akın itiraz etti. Hiç olmazsa arkadaşının anneannesinde tatmadığı bir duyguyu tadacağını düşünürken ne diye oyunbozanlık yapıyordu. Kızdı. “Herkesin babası kendisine” demiyordun ama!”
Duymazlığa geldi. Anneannesini hiç kimselerle yarıştırmak istemiyordu, işte o kadar. Akşam çabuk oldu. Bu oyunu kazanmıştı. Muzaffer bir komutan edasında dolaştı bütün gün. Artık annesine neden pazartesileri yuvaya gitmek istemediğini anlatabilirdi. Yorganın altına saklanmazdı bundan böyle. Her Pazartesi anneannesinden bir demet yapıp ***ürürdü.
Kapıdan içeri girer girmez neşeyle bağırdı : “Anne biliyor musun bugün yuvada ne oldu?”
“Görmüyor musun? Telefonla konuşuyorum.”
Hiç kimsenin sevdiği şey birbirine benzemiyordu. Annesi telefonu, babası arabayı seviyordu. Herşey erteleniyordu telefon ve araba söz konusu olduğunda. Bir de eve misafir gelecek oldumu kendisine hiç yer kalmıyordu. Nerelere gitsindi?
Annesi kapattı telefonu. Mutfaktan tencere kaşık sesleri geliyordu. Koşarak yanına gitti. “Sana yardım edeyim mi?” dedi en sevimli halini takınarak.
Annesi manalı manalı baktı.
“Hayırdır. Bir yaramazlık filan. Bak bir de seninle uğraşmayayım. Çok yorgunum zaten.”
Yorgunluk nasıl bir şeydi? Bazen elinde oyuncağıyla uykuya daldığında anneannesi oyuncağı yavaşca elinden alır “Nasıl yorulmuş yavrucak. Uykunun gül kokulu kolları sarsın seni” diyerek alnına bir öpücük konduruverirdi.
Yorgunluk gül kokulu bir uykuya dalmaksa eğer, ne diye annesi kendisiyle böyle kızgın kızgın konuşuyordu.
“Anneciğim yorulduğun zaman gül kokulu uykulara dalarsın. Anneannem öyle söylüyor.”
“Uykuya dalayım da gül kokuları kusur kalsın. Yorgunluktan ölüyorum.”

Bu kelimeden nefret ediyordu. Yorgunum. Yorgun olduğumdan. Böyle Yorgun yorgunken...
“Anneciğim sen yorulma diye...”
“Yemekte konuşuruz çocuğum. Bankada işler yetişmedi. Baban gelene kadar bunları bitirmem lazım. Hadi sen oyna biraz.”
“Hani siz yoruluyorsunuz ya...”
“Eeee....”
“Ben de oynamaktan yoruluyorum.”
“Ne yapayım?”
“Bilmem...”
Yapılmaması gerekenleri biliyordu da büyükler, yapılması gerekenleri hiç bilmiyorlardı.
Işıklar söndü birden. Annesi öfkeyle söylenmeye başladı.
“Mum da yok” diye diye karıştırdı dolapları el yordamı.
Çocuk sirtüstü yatıp, anneannesinin köyünü düşündü. Gaz lambasının ışığında deli tavşan masalını anlatışını. Deli tavşanın duvardaki aksini getirdi gözlerinin önüne. Anneannesi gibi iki ellerini birleştirip işaret parmaklarını yukarı kaldırarak tavşan kafası yaptı. “bak deli tavşan” diyerek parmaklarını oynattı. Yoldan geçen arabaların farları duvardaki tavşana yol açtı. Tavşan alabildiğine hür dolaştı sağda solda. Otlarla, kuşlarla konuştu. Sonra yorgun düştü. Duvardaki görüntü o minik avuçların açılmasıyla kayboldu. Kolu yavaşça kanepeden aşağı sarktı.

Neden sonra ışıklar geldi. Kadın çocuğun hiç konuşmadığını fark etti birden. Kanepeye koştu. Küçücük dizlerini karnına doğru çekerek uykuya dalmıştı. Masanın üstündeki dosyalara baktı iğrenerek. Dindirilmez bir pişmanlık doldurdu içini. Uyandırmaktan korka korka küçük alnına bir öpücük kondurdu.
Çocuk sanki bu öpücüğü bekliyormuşçasına,

“İşin bitince beni sever misin anne?” dedi.
 
Anne ile Oğlu
parlama.gif



-Oğlum hazır mısın?
-Evet anne hazırım.
-Dur bir bakayım hele.Amanın oğlum bu halin ne böyle ütüsüz giysileri giymişsin kızın karşısına buruşuk buruşuk çıkmayı mı planlıyorsun?
-Öff be anne bir şey olmaz yaa.
-Olmaz olur mu a benim salak oğlum. Bir kızın karşısına böyle mi çıkılır? Öncekilerin seni terk etmelerine şaşmamak lazım. -Aman be anne açma gene şu konuyu.
-Ne demek açma şu konuyu. Yaşın gelmiş 23 e çıktığın kız sayısı toplasan belki 5 tane. Ama sen ne yaptın hiç birisiyle anlaşamadın. En fazla süreyle çıktığın toplam 1 haftaydı o da zavallı 5 gün yatakta yatmıştı. Ayrılma kararını 7. güne ancak verebilmişti.Ahh ahh ne de iyi bir kızdı.
-Hadi be anne ancak 1 gün görmüştün onu.
-Unuttun mu a benim hödük oğlum. Onu sana ben bulmuştum.
-Yapma be sen mi bulmuştun? Hiç hatırlamıyorum.
-Hatırlasan şaşardım zaten. Zaten hangisini hatırladın ki. Bak a benim güzel oğlum. Bugünkünü sakın kaçırma. Çok iyi bir ailenin kızı o. Ailesinin durumu da iyi , okuyor da. Zaten bugün için zor ayarladım onu sana. Bak a benim melek oğlum artık evlenme çağın geldi de geçiyor bile. Evlenmeni istiyorum. Torun sahibi olmak istiyorum anladın mı?
-Tamam anne anladım merak etme. Bugün kesin bağlıyorum Sevgi’yi.
-İyi anlamana sevindim. Bak şimdi Sevgi hakkında birkaç şey öğrendim senin için.
-Nedir?
-Birincisi nazik erkelerden hoşlanıyor. Onun yanında oldukça kibar olmaya çalış , öküzleşme olur mu?
-Kimin yanında öküzleştim ki?
-Aslı’yı unutuyorsun galiba?
-Aslı’mı?
-Bak adını bile hatırlamıyorsun.
-Hayır hatırlıyorum onu 90-60-90 lık dilberi diyorsun.
-Aha senden de ancak bu beklenirdi. Oğlum böyle konuşmayacaksın işte daha nazik olacaksın sevdiğinin yanında. Yazık Aslı’nın yanında laf atmadığın kız kalmamış. Üstelik bir de ona dilber diyorsun.
-Ama ne yapayım daha dilberini görünce dayanamıyorum.
-Oğlum şimdi sana diyeceklerimi iyi belle. Sevgilinin yanında asla başka kızlara yan gözle bakma bakacağın tek kız sevgilin olsun. Yüz yüze konuşurken gözün gözlerinde elin de ellerinde olsun. Öyle bir olun ki sanki bir bütünmüş gibi anladın mı? -Tabi ki anladım.
-Nah anladın. Öncekiler için de böyle demiştin. Ne oldu peki sıfıra sıfır elde var sıfır. Neden böyle davranıyorsun anlamam ki? Sakın Sevgi’nin yanında da Melek’in yanında olduğu gibi geğirip etme olur mu?
-Ama anne geğirmek insan sağlığı için çok faydalı bir eylemdir. Doktorlar…!
-Ulan susacak mısın sen. Doktoru ne karıştırıyorsun işe. Doktor mu Sevgi ile çıkacak. Deminde dedim şimdi de diyorum onun yanında nazik ol biliyorum kesin olamayacaksın ama elinden geldiğince nazik ol. Dışarı çıktığında bir çiçekçi bul ve hemen ona en güzellerinden bir bukle yaptır.
-Ne gerek var ki o kadar paraya. Şu bizim belediye parkından iki üç adet papatya yolar ***ürürüm.
-Bak gene açtıracaksın ağzımı. Yazık Neşe’ye de böyle yapmıştın zaten. Ağlaya ağlaya yanıma gelmişti kızcağız zor teselli etmiştim. Dert etme sen parayı bak sana dolu para veriyorum En iyilerinden çiçek yaptırıp ***ür Sevgi’ye.
-Üff , tamam olur.
-Bir de bir yerlerde bir şeyler yedikten sonra da hesabı sen öde sakın ona ödetme olur mu?
-Olmaz. Alman usulü hesap en iyisidir. Herkes kendi parasını ödesin.
-Şimdi sana bir çakacağım ana usulü , göreceksin alman usulünü. Yavrucuğum anlamamak için neden bu kadar ısrar ediyorsun. Bir kızla çıkarken onu mutlu etmenin en önemli yollarından birisi hesabı ödemektir. Zaten zavallı neşeye iki papatya ***ürdüğün gün bir de hesapları ödetmişsin zavallıya.
-Ödeyecekti tabi param kalmamıştı.
-O gün altılı ganyana yatırırsan tüm paranı kalmaz tabi.
-Ne yapayım dehşet bir tüyo gelmişti elime ah bir rüzgar yeli kazanaydı…
-Oğlum bak bir kızla çıkacakken atı ne yapacaksın sorabilir miyim atla mı çıkacaksın tüm paranı ona yatırıyorsun. Bir kıza kendini sevdirebilmenin yolu altılı oynamak değildir. Onun için o gün her türlü fedakarlığı yapabilmektir.
-Pekala bir daha altılı oynamam. Zaten sıkılmıştım altılıdan. Artık sayısal loto oynayacağım.
-Loto kadar loto olasın salak üstü salak oğlum. Hiçbir şans oyunu o kızı sana sevdirmez. Eğer oynamazsan şansın daha yüksektir. Zaten bir kızı kendine sevdirebilmek en zor şans oyunundan bile daha zordur. Çünkü o oyunda belli bir sıra içinden rakamları seçersin ama bir kızı etkilemeye çalışırken beynin o anda tüm fonksiyonları ile çalışmaktadır anladın mı.
-Evet bu sefer kesin anladım.
-Allah’ım bana bu günleri de gösterdin ya sana şükürler olsun yarabbim.
-Amin amin.
-Bu arada Sevgi’yi doğru düzgün bir yere yemeğe ***ür. Aysel’e yaptığın gibi lahmacuncuya falan ***ürme.
-Anne her şeyine tamamda lahmacunuma karışamazsın. Hiçbir şeyin zevki lahmacun yemenin zevkini veremez. Hele bir de onu hazırlarken limon sıkıyorsun ya… Ooof offf.
-Limoni oğlum şunu unutma ki lokantaya kişisel zevklerinden gitmiyorsun sevdiğini mutlu edebilmek için gidiyorsun. Bir kızı mutlu edebilmenin yolu önce kendini mutlu edebilmek değildir. Bunu asla unutma. O yüzden onu düzgün bir yere ***ür.Önce onu mutlu et sen zaten o sırada mutlu olursun.
-Tamam , buna da tamam.
-Ayrıca buluşma noktanızda sahil falan varsa akşam onu sahile ***ür olur mu. Yazık Suna’ya yaptığın gibi işkembe çorbası içtikten sonra birahane de maç izletmeye ***ürme.
-Ne yapabilirdim ki o gün Fener’in çok önemli bir maçı vardı kesin izlemem gerekti. Ölüm kalım maçı bile denebilirdi.
-Oğlum açtıracaksın ağzımı gene bilmiyor muyum sanıyorsun sezonun ikinci hafta maçıydı.
-İşte o yüzden önemliydi takım oturmuş mu görmem lazım idi.
-Şimdi senin suratına bir oturtacağım sen de tam oturmuş olacaksın. Hiçbir kıza istisna durumlar hariç maç izlettirilir mi. Hem işkembeci de çorba içirtmen ayrı bir sorun.
-Olur mu be anne tarihi işkembeciydi orası. Dehşetti işkembesi özellikle bir sirkesi vardı ki…
-Bu kadar olur yani. Bir kız nasıl bunaltılır diye bir yarışma açsalar uzak ara birinci olursun vallahi.
-Anne.
-Efendim.
-Bir dakika odama gidip geleceğim.
-Çabuk ol geç kalacaksın zaten.
-Hemen geliyorum.
Biraz sonra.
-Aha da geldim.
-O elindeki de ne öyle.
-Bir yarışmadan bahsetmiştin ya.
-Evet.
-Geçtiğimiz günlerde öyle bir yarışma açılmıştı da ilçede kazandım.
-İyi halt ettin. Millete de kendi öküzlüğünü ispatlamış oldun bravo yani.
-Ödül alıyorum gene de yaranamıyorum sana.
-Aaa tabi ki oğlum dehşet bir başarı elde etmiş Bir kız nasıl bunaltılır dalında uzman olmuş. A benim zevzek oğlum başarı bu değildir. Bunu herkes yapar. Demin de söyledim gene söyleyeyim esas başarı onu elde etmektir.
-… -Susarsın tabi. Peki neden böyle yapıyorsun söyler misin? Neden kızlardan kaçıyorsun? Neden hepsini kendinden nefret ettiriyorsun nedir derdin sadist misin nesin?
-Elbettte bir nedeni var anne.
-Nedir bir nedeni. Yoksa onlar uzaylı mı?
-Değil tabi ki söyleyemem.
-Ne o yoksa yumuşak mısın? Böhüüe Allah’ım bugünleri de görecektim.
-Aman Allah göstermesin Anne bu nasıl söz. Şeytan kulağına kurşun. Olur mu öyle şey.
-Nedir peki. Snıfff.
-Söylersem kızarsın.
-Kızmam.
-Kızarsın.
-Kızmam dedim ya serseri dingil.
-Pekala söylüyorum hazırlıklı ol.
-Pekala hazırım.
-Anne?
-Gene ne var.
-Sen de kalp yok di mi?
-Hayır yok.
-İyi o zaman. Anne ben evliyim.
-!
-Anne ben evliyim.
-Evli mi , sen mi?
-Hadi canım.
-Vallahi de evliyim aha bu da yüzüğüm.
-!!!
-Bu da evlilik cüzdanım.
-Ama ne zaman evlendin?
-İki ay önce evlendim. Evlendiğim kız da gördüğün gibi kan davalımızın kızı. Kanlılarımızdan birisiyle evlenmeme oldukça kızacağını bildiğimden sana bunu söylemedim. Eşimde bu fikre oldukça olumlu yaklaştı. Bir ev tuttuk ikimiz. Hatırlarsan hafta da bir iki defa arkadaşlarda kalacağım diye çıkıyordum. Eşimin yanına , aşkıma , evime gidiyordum. Serap’ı çok seviyorum Anne. O yüzden tüm olanları da anlatıyordum ona o da bana bu zor günlerimde çok destek çıktı. Ben ona aitim bizi birbirimizden ayıramazsın anne.
-Ayıracağım falan yok oğlum. O kadar sevindim ki anlatamam.
-Gerçekten mi?
-Evet gerçekten. Hatta; Allah’ım sana şükürler olsun ki oğlum bir yumuşak değil.
 
Anka Kuşu
parlama.gif



Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, Bilgi Ağacı'nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş...

Kuşlar Simurg'a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg'u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.

Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg'un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg'un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg'un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler.

Ancak Simurg'un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı'nın tepesindeymiş. Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş. Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. Yorulanlar ve düşenler olmuş.

Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp;

papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş(oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış);

Kartal; yükseklerdeki krallığını bırakamamış;

baykuş yıkıntılarını özlemiş,

balıkçıl kuşu bataklığını.

Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış.

Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi "şaşkınlık" ve sonuncusu Yedinci Vadi "yokoluş"ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş... Kaf Dağı'na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış.

Simurg'un yuvasını bulunca ögrenmişler ki;

"SİMURG ANKA - Otuz Kuş" demekmiş.

Onların hepsi Simurg'muş. Her biri de Simurg'muş.
Simurg Anka'yı beklemekten vazgeçerek, şaşkınlık ve yokoluşu da yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürerek, kendi küllerimiz üzerinden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça, her birimiz birer Simurg olmayı göze almadıkça bataklığımızda, tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız.

Şimdi kendi gökyüzünde uçmak zamanıdır…
 
Ama Çocuğun Hasreti
parlama.gif



İşitiyorum, güneş pek güzel,çay kenarında suyun üzerine doğru sarkan çiçeklerin manzarası pek latifmiş...Ve nazik öten kuşların,havai böceklerin,uçuşu da görülecek şeylerden imiş.

İşitiyorum ki,geceleri gökyüzünde gizli ışıklar görünürmüş. Dalgaları göz yaşları gibi hazin olan deniz içinde dahi,beyaz yelkenli gemiler akıp gidermiş.

İşitiyorum ki, çiçeklerin renkleri pek latif imiş. Dereler,dağlar, çayırlar, sular,ormanlar ve hususiyle fecir zamanları o kadar güzel, o kadar şirin imişler ki, bu kadar azamet ve ihtişama karşı insan,rabbine secdeler edermiş.

Fakat ben, ne o gürültüsünü işitmekte olduğum denizi, ne o rengin çiçekleri, ne gökyüzünü, ne güneşi, ne o güzel meyveleri, ne kuşları, ne aydınlığı göremediğimden dolayı müteessir değilim.

Hayır Allah’ım , hayır! Şu fani alemin güzelliklerinden hiçbirini arzu etmem. İlla!!. Heyhat..!. Anacığımı göreydim..!
 
Aldattığın Ben Değildim ki
parlama.gif



Bunlar doğru değil diye bağırmak, hatta karşısındaki adamı parçalamak istedi, hem de tek tek her zerresine ayırarak..olmazdı ama yapamazdı ki... Salon etrafında döndü, döndü, döndü... Başka biri vardı demek, bunca yıllık emek başka tenin çekiciliğine kurban edilmişti demek... Ya benim sevgim, ya benim aldanmışlığım... Çok güvendiği adam ne kadar kolay unutmuştu demek tüm yaşanmışlığı...

Hiçbirşey söylemedi, söyleyemedi, boğulduğunu hissetti. Afallamıştı, şaşkındı çok; bağırarak ağlamak, isyan etmek geliyordu içinden ama bir yumruk gelip oturmuştu işte boğazına, yapamadı. Kalktı usulca, farkında olmadan balkona çıktı, beyaz taşların üzerine oturdu, kolları iki yanda başını kaldırdı yıldızlara baktı uzun uzun... Orda olmak istedi, o kadar uzakta, olamadı... Gece ne zaman şafağa söktü, serinlemiş hava da... Kalktı yatağına gitti, hiçbirşey olmamış gibi uyuyan adamın yüzüne bir tokat almak geldi içinden ama yine kendini tuttu. Gitti kanepeye uzandı, yumdu gözlerini, uyumak istedi, uyanınca herşey bir rüyaymış çok şükür demek istedi, bunu tüm hücreleriyle istedi... Uyandı, herşey aynıydı. Sıkı sıkı yumdu gözlerini, tekrar açtı...Yok, kahretsin değişen hiçbir şey yok!

Yokoluştuysa o günler, ilk günü başlamıştı işte... Sorunu olan kadınlar ilk iş kuaföre gider, demişti biri geçen gün. Aniden fırladı bir yere yetişircesine koşar adımlarla kuaförüne gitti... Saçımı değiştir kes, boya... Yap birşeyler ama kalktığımda bu ben olmayayım dedi. Saçları kesildi, boyandı, fönlendi. Güzel oldum dedi içinden. Ama ya gözlerim, bu hüzün kaç saç bakımında silinir ki...Eve gitti alışık adımlarla.. Kapıya anahtarı soktu, açıldı kapı, yüzüne başka tenlerin kokusu vurdu, midesi bulandı. Tuvalete koştu çıkardı içindekileri tüm yaşanmışlığı temizleyecekmiş gibi...Ah aptal kadın! En kötüsü belirsizlikmiş, dedi, ne yapacağını bilmiyordu. Filmlerdeki onurlu kadın tavrıyla kapıyı çarpıp gitmek istiyordu, adamın yine filmlerdeki gibi pişmanca yalvaracağını umarak...Ama gidemiyordu çok emek verilmiş bu sevgiye bir şans tanımak istiyordu. Ondan şans isteyen bile yokken üstelik...

Beynindeki yanılsamalar işte tam da bu an başladı. Kocası bir çeşit hastaydı, yanında olmalıydı ona yardım etmeliydi, birşeyler yapmalıydı. Yoksa kadınca bir kaybetme korkusuyla istemdışı bir mücadele miydi , anlamadı hiç bunu. Şaşılası bir hızla tüm tavırlarını “hiçbirşey olmamış” a çevirdi, mutfağa gitti yemek yapmaya başladı, özenerek, tek tek severek her sebzeyi... Lanet olsun neden lezzetli olmuyor ki bu! Elimdeki mutluluk gitti ondan mı diye düşündü , düşünmesiyle de hemen hep yaptığı gibi bilinçaltına itti bunu da. Yok canım domatesler sera domatesi , hiç benzer mi bahçe domatesine. Hah, kokusu bile yok ki tadı olsun... Unuttu tencereyi ocakta, salona gitti... Kokusuz domatesler, soğanlar da karardı kaldı ocakta, tıpkı içi gibi... Olağanüstü bir enerjiyle koltukların yerini değiştirdi tam üç kez, sırtından terler akıyordu, kolları ağrıdı...Ağrıdıkça unuttu, ağrıdıkça daha büyük bir gayretle çalıştı. Koskoca halıyı sildi büyük bir hırsla defalarca...Camları ovaladı, p!
arlattı, vitrinin örtülerini değiştirdi, içindekileri tek tek okşarcasına sildi. Çok güzel olmuştu, işte bu benim yuvam, dedi, gururla. Kapının eşiğine oturup eserini keyifli gözlerle izlemeye başladı, bir de sigara yaktı, uzattı ayaklarını.... Vitrindeki çiziğe takıldı gözü, ilk evimizi yerleştirirken olmuştu, kapıya sürtünmüştü taşırken, nasıl üzülmüşlerdi, daha taksitleri bile bitmedi diye. Üzülme demişti, kocası, üzülme... Bizim mutluluğumuz minicik bir çiziği görmeyecek bu evde...Hep mutlu olacağız hep!!! Şu küçük hurda televizyonu da atmaya kıyamadılar hiç, oysa şimdi kocaman ekranlı bir tane varken..Ama onu ikinci el eşya satan bir dükkandan alıp koymamışlar mıydı başköşeye, atmaya kıyamadılar anıların hatırına ... En güzel örtülerle süsledi onu hep, üstünde de mutlu fotoğrafları... Hayvannn diye haykırdı, hayvansın, nasıl yaptın, nasıl unuttun? Böğürerek ağladığının ayırdına vardığında kendini durdurması imkansızdı. Günlerdir biriken ne varsa kusuyordu, sefilce ağlıy!
ordu, evin salonunda mutfağında yankılandı ağlaması, hıçkırıkları,.. Duvarlar sustu, vitrin sustu, televizyon sustu...Hepsi dinlediler...Sonra sesi yavaş yavaş küçük iç çekişlere kaldı. Kendini sürükleyerek banyoya attı, suyun altına girdi, hiç kıpırdamadan gözlerinden sicim gibi yaşlar inerek ne kadar kaldı suyun altında farkına bile varmadı. Uyumak istiyordu, uyumak... Uyandığında tüm belirsizliğin dağıldığını görmek, hayat onu uykudayken nereye bırakmışsa, kalkıp ordan devam etmek istiyordu. Birileri birşeyler yapsa, uyutsalar onu...

Zaman neyi çözmemiş ki, hangi acı sonsuza kadar sürmüş ki? Sonraki günler, içinde büyük bir sessizlikle, büyük bir kurulukla geçti, sadece nefes alıyordu, çok sevdiği kahvenin bile tadı, kokusu eskisi gibi değildi... Ağlamak bile zor geliyordu ona, parmağını dahi kıpırdatmadan içine gömülü günler, aylar geçirdi. Ve birgün diğer kadından gelen mesajı gördü telefonda, sadece git dedi adama, haketmiyorsun hiçbirşeyi, git... Adam gitti. Kapıyı kapattı ardından, mekanik adımlarla mutfağa gitti, içecek bişeyler hazırladı, televizyonu, ama büyük ekran olanı, açtı. Kendini de şaşırtan bir ilgiyle izledi filmi, film çok acıklı geldi ona nedense, gözyaşlarıyla oyuncuların gerçekliğini kutladı. Sonra sildi gözlerini, ertesi gün giyeceği kıyafetleri çıkardı dolaptan tek tek...Yattı, uyudu...

Her geçen gün aşk sandığı duyguyla hesaplaşmasını sürdürdü. Meğer ne çok dibe saklamış kendini yıllarca, dehşetle farketti. Sanki kendi kendine bir evlilik masalı yaratmıştı da onunla mutlu oluyormuş, adamla paylaşamadığı ne çok şey varmış içinde kalan. Şaşırdı, afalladı...Şaşırdıkça netleşti herşey...Beyni sanki bilinçaltına ittiği ne varsa dışarı kusuyordu tek tek. Bu adam mıydı sevdiği, kendine inanamadı, hayatındaki en önemli tutkularını bile paylaşamadığı bu adam mıydı hayatını bu hale getiren. Buna nasıl izin verdiğine inanamadı, bu kadar acıyı çekmesine anlam veremedi. Acımı çektim bitti artık, ben bunları haketmiyorum dedi tüm inancıyla. Aynanın karşısına geçti. Düzelecek herşey eskisinden güzel bir hayatın olacak, az güven, az cesaret, az onur, az kendinin farkında ol, silkelen bitsin artık.... Balkona çıktı, yağmur yağmış! Yıkanmış çamlarla karışık toprak kokusunu ciğerlerine çekti keyifle. Orta şekerli bir türk kahvesi yaptı sonra kendine. Kahve yudumunu ağzında !
tuttu, kokusunu tadını hissetti, hissedebilmenin keyfini sürdü, aylar sonra...

15 gün sonra adama bir mahkeme celbi ulaştı. Hakedemediği hayattan çıkarılışını bildiren celbi okurken onun da aklına geldi vitrindeki çizik…
 
Aldatma
parlama.gif



onunla internet ortamında tanışmıştık. İşin en ilginç yanı o bir İtalyandı. Bense Türk...
yarım yamalak ingilizcemizle anlaşmaya çalışıyorduk. Artık birbirimize o kadar alişmiştik ki birbirimize ne söylediğimizi okuduklarımızdan anliyorduk.
Aramızda mesafeler yanlızca ülkeler arası değildi. İkimizde evliydik. Benim eşim başka şehirde çalışıyordu. Eşimi asla aldatmayı düşünmedim çok mutlu bir evlilik değildi benimkisi ama yinede düşünmedim. Her genç kız gibi birsürü hayalle evlenmiştim eşimle...
ama dedigim gibi hayallerle yaşanmıyor hayat. Maalesef herşeyi kabul etmeyi öğreniyorsun. insanları oldukları gibi.. hiç beklentisi olmadan... ama yinede kendimi aldatacak bir eş ruhunda görmüyordum. yani hayran budalasi onla olmaz bunla olur gibi telaşlarım yoktu. ihanet ise bana yaban geliyordu. ama yanlızdım..
eşimin en büyük özelliğide ne yazıkki benden esirgediği ilgisiydi. oysa ben ilgiyi ve ilgi göstermeyi çok severim..ama bende ki ilgi göstermeyide unutturdugunu itiraf etmeliyim..
işte böyle günler içinde internetteki bir ingilizce mektup sayfasına bir mesaj yazdım..
yanlizligimi paylaşacak arkadaşlar ariyorum ama oldukçada mutlu bir evliliğim var diye de yazmiştim. O kadar çok mail aldim ki..
ama onun maili çok yalın gelmişti. çok içten di yanlizca dostçaydı..
kendini anlatiyordu eşini işini..
bende kendimden bahsediyordum..bu şekilde yazışmaların ardından
bir anda ilişkimiz farkli bir boyuta kaydi..
o kadar duygusaldi ki artik o maillerle yatıp onlarla kalkiyordum.. ayni sey onun içinde geçerliydi..sanki birlikte günümüzü yaşıyorduk.. birlikte yagmurun altında yürüyor, birlikte yemek yapiyorduk, ikimizde açtik duygusalliga..
kendimi mutluluk denizinde hissediyordum..
sonu ne mi oldu ayrildim..
bugun ayriligimizin 2. günü ve o maillerini yollamaya devam ediyor..
ama ben hayirsiz eşimi aldattigim düşüncesiyle onu bıraktım…
 
Aklımdasın
parlama.gif



Başımdan geçen ilginç bir aşk öyküsünü anlatmak istiyorum.
Üniversite 2.sınıfa gidiyordum. Gençlik bu ya, başımda kavak yelleri esiyor.
Zaman ise benim geleceğin en büyük gazetecilerinden biri olmam için geçiyor gibime geliyordu. Geliyordu ama ben derslerden çok, arkadaşlarla üniversite binamızın içerisindeki sahalarda ve ağaçların arasında top oynamayı, gezmeyi ve arkadaşlarla sohbet etmeyi tercih ediyordum.
Ama itiraf edeyim, özellikle bahar aylarında etraftaki değişimleri, yeşillikleri geleceğin büyük gazetecisi gözüyle de izliyordum. Eh, gözleme yeteneğin olacak ve tabiattaki güzellikleri –bayanları- göreceksin de şairlik taslamayacaksın, aşık olmayacaksın olur mu?
“Öğrenci dediğin fotokopisinden belli olur”, “Fotokopisiz öğrenci meyvasız ağaca benzer” öğrenci atasözleri uyarınca vize dönemlerinden bir ay önce gördüğümüz derslerin notlarının fotokopilerini bulup almak için Azim Fotokopi’ye gittim. Azim Fotokopi hemen hemen bizde ki bütün derslerin dönem içindeki notlarının fotokopilerini çoğaltır ve satardı. Orada fotokopileri alırken yanımda bizim birinci sınıfta gördüğümüz bir dersin fotokopisinin olup olmadığını soran bir kız vardı. Fotokopiciden o dersin notlarının olmadığını öğrenince oldukça üzüldüğünü gördüm. İçimdeki yardımseverlik duyguları kabardı. Belirtmeliyim ki genellikle güzel bayanlara karşı her zaman yardımseverimdir. Kıza dönerek:
- “Her halde İletişim Fakültesinde okuyorsunuz” dedim.
- “Evet” dedi.
- “Bizim geçen yıl gördüğümüz Gazete Yazı Türleri dersinin fotokopileri bende hala duruyor. İsterseniz onları size ben temin ederim”dedim.
- “Ah, size zahmet olmasın?” dedi.
- “Yok canım ne zahmeti” dedim.
Sonra oradan beraberce konuşarak çıktık. Yolda adını söyledi: Figen’miş. Neyse biz böylece tanışmış olduk.
Ertesi gün ders notlarını ona verdim. Kız beni çok etkilemişti. Bir içim su derler ya öyleydi. Tabii, beni çok etkilediği içinde bana öyle gelmiş olabilir. Neyse... Bu yardım severliğimin karşılığında kız beni ne zaman görse hemen yanıma gelmeye başladı. Diğer arkadaşlarımla da tanıştırdım onu. Artık çok samimi olmuştuk. Olmuştuk olmasına ama kıza da tutulmuştum.
Ne yapmalıydım... Düşünüyordum ama bir türlü de karar veremiyordum. Şimdi kıza arkadaşlık teklif etsem, yardım etmemin karşılığında ondan faydalanmak istediğimi düşünebilirdi. Ayrıca arkadaşlık teklif etmemin diğer arkadaşlarımın hele hele Osman’ın kulağına gitmesi... Aman aman ölsem daha iyi. Çünkü bizim arkadaş gurubumuzun arasında şöyle bir beddua vardı: “Allah seni Osman’ın medyatik diline düşürsün de, manşetlerden inme emi !”
Çok düşündüm bir karar veremedim. En sonunda ona aşkımı mektupla ilan etmeye karar verdim. Bu amaçla oturdum ve usturuplu bir aşk mektubu yazdım.

“Bu mektubu kaldığım yerin soğuk duvarlarını ısıtmaya çalışan yüreğimin her atışında ismini hatırlatan sıcaklığında yazıyorum. Bir melankoni içerisinde yazmaya çalıştığım bu satırlar daha çok seven yüreğimin sevilme mutluluğunu yakalaması için çabalaması ve belki de karşılıksız bir sevda bataklığına nasıl gömüldüğünün ifadesi.
Acaba Figen; senin o melekler kadar güzel olarak tasavvur ettiğim hayalini gönlümden silip atsam mı diyorum. Yazık olmaz mı sorusu aklıma geliyor. Yazık olmaz mı aşkıma? Acaba unutsam sana karşı hissettiklerimi, hiçbir şey yaşanmamış gibi acaba bir anda geçen onca zamanın ötesine gidebilir miyim?
Yakalanan bir kuşun esaretten kurtulmak için çırpınması gibi seni görünce çırpınan kalbimin atışlarını, yüzümün her kızarışını, benim sana olan tutkumu tavır ve yüz ifademden, heyecanımdan, titrememden anlamandan duyduğum korkuları... unutsam mı?
Böyle bir şey mümkün olsa bile herhalde yaşadığım onca duyguyu bir anda jiletle kazıyıp, söker gibi atamam, atmam.
Çevremde çok pişkin, yüzsüz, her şeyi çok rahat ifade edebilen biri olarak görülmeme rağmen aslında sevdiğine karşı aşkını ve duygularını ifadeden bile çekinen utangaç yapıda biri olarak sevgimi yazı ile belirtme ihtiyacı duydum. Sana olan sevgimi hoş karşılaman dileğiyle...”
“Yakın çevrenden biri”

Mektubu daktilo ile yazdıktan sonra bir zarfa yerleştirdim. Figen’in de aralarında bulunduğu arkadaşlarla okulun önünde sohbet ederken lavaboya gitme bahanesiyle gidip sınıfta Figen’in ders notlarını tuttuğu ajandanın içine koydum ve sonucu beklemeye başladım.
Ertesi gün üniversitenin ana binasında bulunan yemekhaneye giderken Figen bir ara yanıma yaklaştı ve:
- “Yükselciğim san bir şey söyleyeceğim ama aramızda kalsın. Aramızdaki samimiyetten bir tek sana söylüyorum” dedi ve devam etti “Yahu dangalağın bir bana bir mektup göndermiş” dedi.
- “Şaka mı yapmış mektupta?” diye sordum.
- “Şaka mı bilmiyorum ama mektupta bana tutulduğunu, aşık olduğunu... falan filan yazmış işte. Yani oldukça duygulu bir dille bana ilan-ı aşk ediyor herif” dedi. Ben de:
- “Peki kim bu herif”dedim.
- “Ne bileyim, ismini yazmamış ki! Ama yazdıklarından bir şeyler çıkarmaya çalışıyorum. Bir iki tahminim de var” deyince heyecanlanarak;
- “Peki kim olabilir” diye sordum.
- “Tahminime göre bizim gruptakilerden biri ve... Neyse ismini de sonra öğrenirsin Yüksel” dediği sırada diğer arkadaşların da yanımıza gelmesiyle sözünü keserek onlarla konuşmaya başladı.
Beni bir merak sarmaya başlamıştı. Acaba tahmini ben miydim de tavırlarımdan öğrenmek için konuyu bana açmıştı. Anlamış mıydı acaba...
İçim içimi kemiriyordu; mektup yazmasa mıydım. Eğer gerçekten benim yazdığımı anlamışsa ve benimle bir daha konuşmazsa ne yapardım. Belki hem bir arkadaşı yitirecektim, hem de sevdiğim kızı.
Bu arada şeytan da dürtüyordu beni bir mektup daha yaz diye. Bu sefer duygularımı daha açık belirtecektim. Bu düşüncelerle tekrar daktilonun başına geçerek yazmaya başladım:

“Figen; şu an sana söylemek istediğim ama söyleyemediğim duygular var ya, o duyguları sana bir sahilde hafif bir yağmur çisiltisi altında ıslanırken ve deniz dalgalarının, martı sesleriyle birleşerek oluşturduğu o nefis fon müziği eşliğinde dans ederken söylemek isterdim.
Bilmem sen hiç birşeyi, pek çok şeyi kaybetme pahasına daha doğrusu yüreğin pahasına satın almak ister misin? Bil ki ben yüreğimi sana, senin için satmaya hazırım.
Keşke sana olan aşkımı, seni görünce hissettiğim duyguları gözlerinin derinliklerinde köşe kapmaca oynarken anlatsaydım. Acaba anlatabilir miydim?
İnsanlar madde ve mana arasında, denizde salınan tekneler misali gelip giderken; ben kendimi sevdama kucak açmış, senin gönül limanında demirlemiş olarak bulmak isterdim. Sana bağlanmak sarılmak ve ...
Hayali bile yaşadığım hayatın sahte yaşantısından daha gerçek ve daha güzel.
Mektubuma çok sevdiğim, güzel bir söz ile son vermek istiyorum: “Sevsen, sevilsen ve sevilebilir olsan”
Beni sevilebilir biri olarak görmen dileğimle...
“Yakın Çevrenden Biri”
Mektubuma ek olarak da “Figen’e” diye ithaf ederek yazdığım:

AKLIMDASIN

Papatya açmış kırlardan
Peygamber çiçeklerinin sarısından
Kekik otlarının kokusundan
Doyasıya içime çektiğim sen!

Belki değilsin, belki farkındasın
Sen benim hep aklımdasın

Turnalarla gönderdim sana
Gönlümde yetiştirdiğim gülleri
Yalancı gönüllerde
Karanlık tünellerde
Aşkı aramaya çalışırken sen
Senin aşkını hayat gibi yaşardım ben

Belki aşkıma uzaksın, belki yakındasın
Sen bilmesende hep benim aklımdasın !

Şiirimi de zarfa koyarak bu sefer postaladım.
Ertesi günde dedemin vefat ettiği haberi geldi. Alel acele Gümüşhane’ye gitmek zorunda kaldım. Bir hafta sonra döndüm ve okula gittim. Figen beni görünce hemen gülerek yanıma geldi ve:
- “Yüksel hani bana biri aşk mektubu yazıyor demiştim ya işte ondan ikinci bir mektup daha geldi. Bir de bana ithaf ederek yazdığı şiirini koymuş. Çok etkilendim.”
- “Peki kim olduğunu bulabildin mi?” diye sordum. O da:
- “Sana bir iki tahminim var diyordum ya... Artık emin oldum.”
- “Emin mi oldun, peki kim?” diye heyecanla sordum
- “Hiç tahmin edemezsin... Osman!” dedi.
- “Osman mı?” dedim şaşırarak
- “Tabii... Yakın çevremden biri, çok pişkin, yüzsüz, her şeyi çok rahat ifade edebilen biri olarak görünen başka kim olabilir?” deyince şaşkın, yıkılmış bir ifade ile:
- “Çok şaşırdım” dedim.
- “Şaşır, şaşır ... Dahası var. Emin olunca ben gittim ona ondan
hoşlandığımı belirttim. Yazdıkları beni çok etkilemişti. Ayrıca çok utangaç, ona kalırsa bana hiç açılamayacak ve beni sevdiğini söyleyemeyecek... Bu sebeple ona ben açıldım. O da benden hoşlandığını fakat benim seninle olan diyalogumuzdan ve samimiyetimizden dolayı ikimizin arasında bir şey olduğunu sandığından bana açılamadığını söyledi. Düşünebiliyor musun ayrıca ikimizin arasında bir şey var sanıyormuş” dedi.
Çok şaşırmıştım. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Sonunda;
- “Senin adına sevindim. Nihayetinde sana mektupları yazanı da bulmuş oldun böylece” dedim ve yanından ayrıldım.
Bir yanda sevdiğim kız Figen diğer yanda en yakın arkadaşlarımdan Osman vardı. Ve ikisi de benim aşk mektuplarım sonucu... Tam bir çöküntü içerisindeydim, ne yapacağımı bilemiyordum. Bu hal içinde iki hafta okula gitmedim, hatta gidemedim.
İki hafta kadar sonra okula gidince bu sefer Figen ve Osman bir ara yanıma geldiler. Osman bana:
- “Yüksel seni yemeğe ***ürüyoruz. Orada sana bir de süprizimiz var” dedi. Ben de:
- “Osmancığım bugün olmasa” deyince, Figen:
- “İtiraz etme hakkın yok. Çünkü seni son zamanlarda hiç göremiyoruz. Okula uğramıyorsun bile” dedi ve kolumdan çekerek dışarı doğru sürükledi.
Benim isteğim üzerine Karadeniz Pidecisine gittik. Yemek siparişini verdik. Bu arada ben sohbet esnasında elimden geldiğince espiri yapmaya, güleç olmaya çalışıyordum.
Konuşma esnasında Figen bir ara bana dönerek:
- “Sana bir süprizimiz var demişti ya Osman; şimdi onu söyleyeceğim sana. Biz Osman’la nişanlandık. Osman’ın romantik, duygusal mektuplarına dayanamadım. Ben de ona duygusal olarak karşılık verdim ve...” derken Osman söze girerek:
- “Ne saçmalıyorsun, ne romantik, duygusal mektupları...” diye Figen’in sözünü kesince ben de Osman’ın sözünün dev***** getirmesine fırsat vermeden hemen sözünü kesmek ihtiyacını hissettim:
- “Demek ki Figen sendeki romantik, duygusal yönleri keşfetmiş ve sana tutulmuş. Çok şanslısın Osman; Figen’in kıymetini bil” dedim.
Yemekten sonra Osman’ın ellerini yıkamak için lavaboya gittiği sırada masadaki peçeteyi aldım ve Figen’e dönerek sessizce:
- “Bu günün anısına bu peçeteye duygularımı yazıyorum. Çıktıktan sonra yazdıklarımı oku ve sonra da yırt tamam mı?” dedim. Figen meraklı bakışlarla başını evet manasına salladı.
Bende peçeteye O’na ithaf ederek yazdığım şiirin nakarat bölümü olan:

Belki aşkıma uzaksın, belki yakındasın
Bilmesen de, sen benim hep aklımdasın

Ve altına da: “Allah’tan Osman’a ve sana mutlu bir yuva ve mutlu yarınlar diliyorum.”
“Yakın Çevrenden”
“Yüksel”
notunu yazdım. Notu yazdığım peçeteyi katlayarak Figen’in eline tutuşturdum.
Osman da yanımıza gelince;
- “Sizin bu mutlu haberinize çok sevindim İnşallah Allah tamamına erdirir” dedim ve devamla “Bu gün de aslında çok işim vardı. Sizinle buraya gelince unuttum hepsini. Şimdi gitmem lazım; anlayışla karşılayacağınızı umuyorum” dedim.
Birlikte dışarı çıktık ve tokalaşarak yanlarından ayrıldım. Bir süre sonra dönerek arkama baktım Figen peçeteyi yırtıyordu ve gözleri yaş doluydu. Benim onlara baktığımı görünce gözlerini silerek bana el sallamaya başladı.
Bir daha arkama bakmaya cesaret edemeden gözlerimde beliren yaşlarla oradan uzaklaştım.
 
Ada Sahibi ya da Ada Olmak
parlama.gif



Tanınmış gezgin Thomas Cook, bir araştırma gezisi sırasında Atlas Okyanusu'nun ıssız bir yerinde, çığlıklar atan milyonlarca kuşun havada daireler çizerek uçtuğunu gördü. Kulakları sağır edecek denli yüksek sesle çığlıklar atan kuşların kimileri yoruldukça, kendilerini okyanusun dev dalgaları arasına atıyorlardı. Onlar bu son hareketleriyle yaşamlarına son veriyorlar, kendilerini okyanusun dalgalarına bırakırken, çaresizlikten ölüme teslim oluyorlardı.

Bu olaya yalnızca Thomas Cook değil, o bölgede ki balıkçılarda yıllardır tanık olmuşlardı. Kuş bilimcileri ise, yaptıkları araştırmalarda göçmen kuşların farklı yönlerden gelerek okyanusta bu noktada birleştiklerini keşfediyorlar, fakat onların, birbirleri peşisıra kendilerini ölümün kucağına atmalarının nedenini bir türlü çözemiyorlardı.

Gerçek, geçtiğimiz yüzyılın ortalarında anlaşıldı. Bu trajik olayın yaşandığı yerde bir zamanlar bir ada vardı. Göçmen kuşların göç yolu üzerinde bulunan bu ada, bir deprem sonunda, okyanusa gömülmüştü. İnsanların, yok olduğunun bile ayırdına varamadıkları ada, göç yollarının ortasında kuşlar için vazgeçilmez "dinlenme" durağıydı. Kuşlar binlerce yıllık kalıtımsal alışkanlıklarıyla adanın yerini bilmekteydiler ve yıpratıcı, uzun yolculuklarının ortasında, biraz dinlenebilmek ve toparlanabilmek için, yine binlerce yıllık kalıtımsal güdüleriyle, okyanusun ortasındakiadaya geliyorlardı ama... Olması gereken yerde adayı bulamayınca, yorgunluktan bitkin bedenlerini çığlık çığlığa okyanusun sularına bırakmak zorunda kalıyorlardı.

Söz kendini toparlamaktan açılmışken soralım. Sizin hiç "kendinizi toparlayacağınız" bir adanız oldumu? Yaşamın uzun "göç yolları"nda acaba, sizinde bir yudum taze soluk alabileceğiniz, yolunuzun kalan bölümüne dinç olarak devam etmenizi sağlayabileceğiniz bir adaya sahip olabildiniz mi? Birgün yerinde bulamadığınızda ise, ona illede ulaşmak ve sığınmak için başınız dönercesine, dengeniz bozulurcasına çırpınıp kanat çırptığınız bir ada yaratabildiniz mi yaş*****zda kendinize?

Herşeyi sınırsızca paylaşabildiğiniz bir dost, yola birlikte çıkacak denli güven duyduğunuz bir arkadaş, size her zaman huzur verecek bir eş, ulaşmak için yıllardır uğraş verdiğiniz bir amaç edinebildiniz mi? Şöyle daha bir iyi bakın çevrenize... Size gelen, size sığınan...Sizin gittiğiniz, sizin sığındığınız...Sizin bulduğunuz dostlarınızı bir düşünüverin. Sonra da bir gerçeği görüverin gözlerinizle:

Sizin durup , soluklandığınız ve kendinizi toparlayabildiğiniz kaç adanız var çevrenizde ve...

Durup, sığınmak ve kendilerini toparlayabilmek gereksinimi duyan kaç dostunuz için siz bir adasınız?
 
Affet Babacıığım
parlama.gif



Evliliğinden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu. Eşi babasını istemiyor ve onun evde bir fazlalık olduğunu düşünüyordu. Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Yine böyle bir tartışma anında eşi bütün bağları kopardı ve 'Ya ben giderim, ya da baban bu evde kalmayacak' diyerek rest çekti.

Eşini kaybetmeyi göze alamazdı. Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası sevdiği ve kendini seven bir eşi ve birde çocukları vardı. Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında. Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmıştı. Hala onu ölürcesine seviyordu. Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve kendince bir çözüm yolu buldu. Yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine ***ürecekti babasını. Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak, böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı. Babasına lazım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu Can 'Baba ben de seninle gelmek istiyorum' diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular.

Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı. Minik can sürekli babasına 'Baba nereye gidiyoruz ?' diye soruyor ama cevap alamıyordu. Öte yandan nereye ***ürüldüğünü anlayan yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve torununa belli etmemeye çalışıyordu. Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu. Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi. Sonra diğer malzemeleri taşıdı. En son da babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi. Tipi adeta barakanın içinde hissediliyordu. Barakanın içinde fırtına vardı adeta. Çaresizlik içinde babasını izledi. Daha şimdiden üşümeye başlamıştı. Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü. Öyle üzgündü ki Dünya başına göçüyor gibiydi. O bu duygular içindeyken babası yüreğine bıçak saplanmış gibiydi. Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından bir barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu. Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu. Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi yanaklarını ve ellerini defalarca öptü. Beni affet der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Buna mecburum der gibi baktı babasının yüzüne ve Can'ın elini tutup hızla barakayı terk etti.

Arabaya bindiler. Can yol çıktıklarında ağlamaya başladı neden dedemi o soğuk yerde bıraktın diye. Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, annen böyle istiyor diyemiyordu. Can 'Baba sen yaşlandığında bende seni buraya mı getireceğim' diye sorunca Dünyası başına yıkıldı. O sorunun yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi geri çevirdi arabayı. Barakaya ulaştığında 'Beni affet baba' diyerek babasının boynuna sarıldı. Baba oğul sıkı sıkı sarılmış ve çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Oğlu 'Baba beni affet, sana bu muameleyi yaptığım için beni affet' diye hatasını belli ediyordu.. Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı veriyordu...

'Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı dağ başına atmadım ki, sen beni atasın. Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum
 
Ağladığımda Mendilim Ol
parlama.gif



Dün yine gökyüzünün masmavi görkemi ve hayalini çizdiğim bembeyaz bulutlarının altında seni bekledim. Uzaklarda gülümseyen gökkuşağının renkleri içinde aradım seni, yoktun. Yokluğun, bir canavarın dişlerinde yüreğimi kemirip duruyor. Yokluğun cehennemim, yokluğun zifiri karanlığım, zindanım oldu. Belki, bir köşeden çıkıp gelirsin diye bütün gün seni düşleyip, gözlerim ufukta, kucağım dolu sevgi, yüreğimde binbir umut yeşertip ve ölesiye bir özlemle bekledim seni, gelmedin... Seni ne kadar özlediğimi bilmiyorsun. Bir bilsen seni ne kadar çok özlediğimi; dağları, tepeleri aşar, denizleri, ovaları devirip gelirdin bana...

İçim özleminle nasıl dolup taşıyor, özleminle nasıl tutuşuyor bir bilsen. Yüreğimin bütün bentleri paramparça sensiz. Şimdi yüreğimin her kıyısından özlem sızıyor. Yüreğime de söz geçiremiyorum artık. Biz bu dünyada seninle çıkarsız, yalansız, hilesiz hesapsız sevdik birbirimizi.. Yüreğimizin bembeyaz tuvaline maviyi fonlayarak ve aşkın da kıpkızıl resmini de çizerek; insanları, kuşları, dağları, çiçekleri, suları da öyle hilesiz sevmiştik.

Biz seninle bütün engellere rağmen, bitmez tükenmez bir azimle sevginin doruğuna erişmek için tırmandık hayat yokuşunu. Ve bitip tükenmeyen bir aşkla sevdik birbirimizi. Biz seninle uzak dağ başlarına yazdık umutlarımızı. Denizlere, dalgalara, fırtınalara, acılara, korkulara, uçurumlara yazdık sevdamızı. Biz seninle kanatları sevdalı iki güvercindik mavi göklerde. Kanat çırptıkça yükseldik sevdalara, yükseldikçe sevdalara avcılar düştü peşimize.

Zamanın acımazsızlığına, aramızdaki mesafelere, etrafımızdaki çirkinliklere, günübirlik aşklara, saldırılara, satılık sevgilere rağmen, biz yine de yüreğimizde hiç sönmeyen bir yangınla özledik birbirimizi, en kutsal aşkla sevdik, kirletmeden umutlarımızı bekledik...

Senden ayrılalı günlerin, ayların, yılların nasıl geçtiğini bilemez, hesabını tutamaz oldum. Her seher uyanınca dağların esen rüzgarlarına açıyorum penceremi, o ölümüne özlediğim kokunu getirir diye. Bir nebze de olsa dindirir yada söndürür diye yüreğimdeki özlemin ateşini...

Her gece menekşe rengi gözlerini demledim hayalimde. İpek saçlarını, sevdalı gülüşlerini, inci dişlerini demledim. Ne çok severdin yayla yollarında türküler söylemeyi, ellerimi avucunun içine alıp, başını göğsüme dayamayı. Şimdi her gece, insana hayat veren ve yüreğime nakış nakış işleyen sevda sözlerin dolaşıyor kulaklarımda , paylaştığımız ümit dolu tatlı hayalle�*miz.

Yılmak yoktu bizim için bu yolda. Ağlamak, sızlanmak yoktu, geriye dönmek hiç yoktu. Zordu, çetindi bizim sevdamız ama her şeye ve çekilen tüm acılara değerdi. Sabır diyordun. Sabrı, ümit etmeyi, sevmeyi, zorluklara karşı direnmeyi de senden öğrenmiştim. Konuşurken insanın yüzüne dosdoğru bakmayı, dürüst ve namuslu bakmayı, merhameti, acımayı, insan gibi düşünmeyi senden öğrenmiştim. Senden öğrenmiştim sevdalara türkü yakmayı...

Şimdi Ren nehrinin kıyısında dalgın bakışlarla dalıp dalıp gidiyorum uzaklara. Gökyüzü masmavi ve saatler yorgun bir su gibi akıp gidiyor gözlerimde.. Ufka, gökmavisinin kızılla birleştiği o ince sıcak ve yumuşak çizgiye bakıyorum. Bir kuş gelip konuyor saçlarıma, yüreğimi ipekten kanatlarına sarıp sana gönderiyorum...

Seni düşünüyorum. Seni düşünmek gökyüzü olmak gibi bir şey bazen, ya da rotası belli olmayan bir gemiye binip, yeni iklimlere yelken açmak gibi. İnsan olmayan bir adada inip, Robinson gibi insansız bir yaşam kurmak istiyorum. Ve o adada bir ömür yalnız seni beklemek istiyorum...

Saatler su gibi akıp gidiyor. Bir gemi yanaşıyor kıyıya, inen yolcuları izliyorum, sen yoksun. “ Kahretsin !”. diyorum.” Ne olur çıkıp gelse, sarılsa boynuma.” Bir gemi uzaklaşıyor limandan. Suların devinimleri akıyor gözlerimde, karışıp gidiyor uzaklara... Seninle suyu pırıl pırıl bir pınarın başında buluşmak, ellerini tutmak, yüreğinin sımsıcak yerinden, menekşe gözlerinden, narçiçeği dudaklarından öpmek, serin nefesini doyasıya içmek ve doyasıya içime çekmek geçiyor içimden... Sonra sarılıp, sımsıkı kucaklamak ve sevinçten havalara uçmak geçiyor ...

Ağladığımda mendil, güldüğümde kahkaha, susadığımda su olmanı, uyuduğumda rüyalarıma girmeni, her sabah alnımdan öperek uyandırmanı istiyorum...

Her gece kuş olup sana doğru uçmak, ardında serin rüzgarlar bırakarak, dağlar, denizler, ormanlar aşıp, bir pınarın başında menekşe gözlerine konmak geçiyor içimden. Dalgın bakışlarından, sevdalı yüreğinden öpmek geçiyor. O an bütün ağaçlar diz çökmeli diyorum, özleminle kanayan yüreğime. Bütün yıldızlar göz kırpmalı mutluluklara. “Allahım bu kadar mutluluk çok.” deyip, ellerimi gökyüzüne kaldırıp ağlamalıyım. Gökler de ağlamalı benimle, bulutlar, ırmaklar, yıldızlar da ağlamalı...

Şunu bilmelisin ki, nerede olursam olayım, hangi iklimde kalırsam kalayım, vakti geldiğinde bir gün mutlaka, yüreğim alıp beni sana getirecektir. Ben buna bütün kalbimle inanıyorum, sen de bütün kalbinle inan. Hiç bir yol bilmesem de, gelmeye kalmasa da mecalim geleceğim inan... Bekle...

Sevgiler büyüttüm
kır çiçeklerinden, güneşin kanını emen
umutlar yeşerttim bahar renginde al yeşil
dağlarda kar erirken ceylanlar emzirdim
melekler uyandırdım her tan ağardığında
toplamak için bütün düş kırıklarını aynalardan
yıldızlarla selam yolladım sana
ve her gece mavi bir kuş tutup avuçlarıma
dudaklara gül ve rüzgar iliştirdim dağların doruklarına
gelmedin.

upuzun köprüler kurdum içimdeki yolculuklara sana kavuşmak için
beyaz günlere uzandım beyaz atlarla, sana getirsinler diye umutlarımı
seninle öpüşürken
beyaz beyaz güvercinler kanat çırpıyordu mavi göklerin burçlarında
bütün ayrılıkların, savaşların, ihanetlerin üzerine bir çizgi çekiyordum
en güzel barış çiçeklerini versin diye dünya

ak alınlı taylar koşarken alnımın çayırlarında
al türkülerle inledim lekesiz sabahlara her bahar
özlemler kanatıp gecelerin sayfalarında
mavi rüzgarların terkisinde sevgiler yolladım sana
çoğaldıkça çoğaldı çılgınlığım
kanımda milyonlarca yıldız tutuştu
alevler içinde parlayan nehirler aktı yüreğime her defasında
her suyun sesine bir damla gözyaşı bıraktım senin için
gül desenli yaylalara bilmedin

bilki sensiz uzak bir dağbaşı ıssızlığıyım
yoksan ürpertilerde tiril tirildir yapraklarım
seni özlemenin korkunç girdabında
göğünü ve yönünü yitirmiş göçmen bir bulut olup
her gece uçurumlara ağlarım

hasret ateşine bürünürken geceler
uzun ayrılıkların dağladığı sevdalarda
korkunç alevler içirdim seni seven yanıma
iç çekmeyi öğrendi bir yanım, acı çekmeyi bir yanım
ve ardından oturup ağladım küskün ırmaklar gibi
karışıp gitti gözyaşlarım çağlayanlara
silmedin

ey kırçıl saçlarımda yıldız tutuşturan
alıp savuran yangınlara yalnızlıklara
hazan bahçelerinde yaralı bir güldür kalbim şimdi
dört mevsim aşkı kanayan
sen ki, yüreğimde demlenen aysın her gece
gözlerimde çiçeklenen aşk
uzun saçlı hasretimsin
geçen bütün mevsimlerde seni bekledim
gelmedin

özlemlerle yaralı bir yağmur bulutuyum şimdi
firari bir hüznün girdabında yitirdim güldesenli sevinçlerimi
bil ki, çağlayan bütün nehirler benim gözlerimdir
benim yüreğimdir ağlayan bütün denizler
su içtiğim bütün pınarlarda seni susarım
seni sorarım geçtiğim bütün yollarda
düştüğüm her uçuruma bir tutam çiçek bırakır gibi
bir tutam kor ve bir demet gözyaşı bıraktım senin için
gelmedin bilmedin silmedin...

Bir gün gökyüzü gülünce ve geçince üşümesi kalbimin
bütün hasretleri yükleyip rüzgarın kanatlarına
yüreğimde taşıdığım sevda aleviyle
upuzun yollardan çıkıp geleceğim sana... Bekle…
 
Ayrılık Bir Hançerdir
parlama.gif



merhaba.

şimdi yazacaklarım sizi ne kadar ilgilendirir bilmiyorum ama benim dertleşmeye ihtiyacım var. geçen yıl bi kız gördüm bizim sokakta. komşuların misafiriymiş. ceylan gibi sekiyordu yakan top oynarken. gözlerimi üzerinden alamıyordum. o da bunu farketmişti nihayet, o da bana bakıyordu. içim içime sığmadı mutluluktan uçuyordum. sonra nasıl olduysa bir araya geldik tanıştık. artık birini seviyodum ve sevildiğimi sanıyodum. o kadar sevgi gösterisinde bulunuyoduki aksini sölemek imkansızdı. sabahın köründe sokağa çıkıyor onun da çıkmasını bekliyodum,en azından camdan bana bakıp gülümsemesini... aşk gözümü kör etmişti.varsa yoksa O.
günler haftalar geçti artık kendi evine, yaşadığı şehire gitmesi gerekti. ayrılık o kadar acı veriyodu ki hançer yarası almadan nasıl bi acı olduğunu hissedebiliyordum. aylar geçiyor onun hasretiyle yanıp tutuşuyodum. yaz mevsimi gelsede tekrar gelse,bana gelse elimi tutsa diye özlem duyuyodum.nihayet yazı getirdik büyük özlemlerle.yüzünü gördüm bakmaya doyulmuyodu.hafiften bi gülümsedi,içim kıpır kıpırdı ,mutluluktan uçuyodum. sokağa çıkmasını, tekrar ellerini tutabilmenin arzusuyla yanarak sabırsızlıkla bekliyordum. saatler geçti,akşam olmak üzereydi ki geldi.arka sokağa gidelim dedi,bizi görmesinler... gittik,nasılsın, iiyim..... derken seni o kadar özledim ki dedim kavuşmanın verdiği huzurla. ''özledinmi? ''dedi ve ekledi'' gerçektenmi''.''seninle güzel bi arkadaşlık kurduk ama bu kadar bağlanmanı beklemiyordum, hem ben başka biriyle çıkıyorum, ama istersen buraya geldiğimdede seninle çıkarım, eğer diğerini kabul edersen'' dedi. başımdan kaynar sular devrildi gözlerim alev saçıyodu.! aklımdan geçenleri anlamış olacak ki yanımdan koşarak uzaklaştı. iyi iki uzaklaşmış yumruğumu duvarlara vururken ellerim kanlar içinde kaldı.
artık sevgi diye bişiyin var olduğuna inanmıyorum. onun yüzünden kalbim taşa döndü sanki. hala duygusal biriyim ama içimde saklı, dışa vuramıyorum bunu. şimdi size soruyorum gerçek sevgi diye bişiy kaldımı, artık sevgiler ''çıkmak'' denen acaip bi kelimeden mi ibaret?
insan sevmeden nasıl biriyle birlikte olabilir? ''SEVMEK'' ne kadar güzel bi kelime, ne güzel bi duygu sevmek. neden bu güzel kelime çıkmak diye değişti? içinizde hala sevginin var olduğuna, çıkmak diye bişiyi kabul edemeyecek duygulara sahip olan var mı?
 
Aylar Sonra Bugün
parlama.gif



Aylar sonra bugün yine tıpkı beni bıraktığın günkü gibi aynı şarkıyı koyup teybe bir sigara yaktım.Bu kez yağmur yağıyordu dışarıda ve ben yine camın kenarında aylar sonra bugün beni bırakıp gittiğin günkü acıyı duyumsadım içimde.Yağmur vardı dışarıda bu kez açık bıraktım pencereyi,bıraktım damlalar dilediğince ıslatsın beni ve kalemimden aylar sonra bugün yine senin için dökülen sözcükleri...Sigaramdan derin bir nefes çektim içime sen burada olsaydın kızardın bana 'içme şu zıkkımı' derdin.Dışarının soğuğu buğulandırırdı arabanın camlarını.Ben kucağına uzanırdım,sen saçlarımı okşardın.Bak aylar geçti bebeğim hani o hiç ayrılmayacağımız günler vardı ya işte onlar hiç gelmedi!Günlerce,gecelerce bekledim,ne yağmurlar ne baharlar eskitip bekledim ama gelmedi!Aylar sonra bugün yine senin için bu satırları yazarken güneş açıverdi kapkaranlık gökyüzüne.O bizim aşkımızın üzerine hiç doğmayan güneş aylar sonra bugün yağmurların ortasına doğuverdi işte.Birazdan gökkuşağı da çıkar belki o benim sensizliğimin karanlığını aylardır aydınlatamayan gökkuşağı bu yağmurlu kış gününün karanlığını aydınlatabilir belki.Neden beni bırakıp gitmiştin sanki?Oysa daha söyleyecek öyle çok şeyim vardı ki sana içimdeki sonsuz aşkıma dair...

Hiç görmedin senin için akan göz yaşlarımı,hiç bilmedin seni düşünürken nasıl dalıp gittiğimi!Hiç hissetmedin çöl ortasında vadiyi özler gibi seni özlediğimi.Unutmaya çalıştım unutmadım SEN,UNUTAMADIĞIMSIN…
 
Ayakkabı
parlama.gif



Sanki gelecek ay gökten para yağacak. Hem ev sahibim de zengin biri sayılmaz ki. Kimseden borç istemeye de yüzüm kalmadı. 20 milyon da kiraya verince elde 10 kalacak, bakkal artık beklemez, 5 de ona. Kalan 5 de bir hafta yeter ya sonra”.
Adam evine geldiğini farketti. İçeri girdi, sıkıntılarını olabildiğince ailesine yansıtmayan biriydi. Yüzündeki sıkıntılı ifadeyi zorla da olsa değiştirdi, güler yüzle içeri seslendi;
--Alo !. . . kimse yok mu? Bu yorgun ve yaşlı adamı karşılayacak kimse yok mu?
Hanımı koşarak geldi, ceketini aldı;
-Kusura bakma bey, geldiğini duymadım.
-Eh elimiz boş olunca yüzümüze bakılmıyor, ne yapalım.
-Öyle deme bey.
-Şaka yaptım canım şaka yaptım, hemen darılmaaa. . . elim dolu olsa da yüzüme bakılmıyor, diyecektim !. .
Onun şakalarına alışmış olan karısı bu kez ses çıkarmadı, sadece gülümsedi.
-Yorgun görünüyorsun.
-Biraz yorgunun hanım.
-Acıkmışsındır, hemen yemeğini getireyim.
-Hanım acıktım acıkmasına da, zahmet olmazsa başka bir şey rica edecem.
-Estağfurullah bey, buyur !. . .
-Ya sen de yorgunsundur ama ayaklarım çok ağrımış, bir leğene az bir su koysan, sana zahmet.
-Tabi hemen getiriyorum.
Adam eşofmanını giyip oturmuştu ki, hanımı bir legen suyla girdi. Adam yorgun ayaklarını suya daldırmadan merakla sordu;
- Benim tatlı kızım nerde bakayım, saklandı mı yaramaz?
Anne başını önüne eğdi,
-Ne oldu, bir şey mi var? …Söylesene canım.
-İçerde…ağlıyor.
-Ağlıyor mu !. . . Niye?
-Ayakkabı istiyor.
-Daha önce konuşmuştuk, alamayacağımı söylemiştim. Hem ayakkabısı eski değil ki?
-Eskidiği için değil, arkadaşlarında gördüğü, yeni çıkan bir ayakkabıdan istiyor.
-Hanım biliyorsun para durumunu…
-Ben biliyorum da…
-Bir daha konuşayım bakalım, benim kızım anlayışlıdır. Çağır gelsin.
Kadın kızını çağırdı, kalkmak istemeyen kızını, zor da olsa ikna ikna etti, babasının yanına getirdi. Babası yanına oturttu. Olabildiğince kırmamaya çalışarak konuştu;
-Kızım, seninle daha geçen akşam konuşmuştum. Ayakkabı alacak kadar paramız yok, hem ayağındakiler de eski değil.
-Başkası nasıl alıyor?
-Yavrum onların durumu daha iyiyse alabilirler. Bizim şimdi iyi değil. Bekle belki bir kaç ay sonra alabiliriz.
-Banane arkadaşlarım aldı, ben de alacam.
Yine ağlamaya başlamıştı.
-Ne kadarmış o ayakkabı fiyatını biliyor musun?
-4 milyon.
-Kızım sana o ayakkabıyı alırsak elimizde para kalmıyor. Getir bakayım sen şimdi giydiğin ayakkabılarını.
Kız hışımla getirdi, yere attı. Adam çocuğun saygısızlığını görmemezlikten geldi. Küçük çocuklar için böyle heveslerin ne derece önemli olduğunu biliyordu. Hele arkadaşlarından biri onu kıskandırdıysa, o küçük dünyasında tüm hayali o ayakkabı olmuştur, başka birşey düşünemez bile, diye aklından geçirdi. Fakat adamın da yapacak birşeyi yoktu. Çok uzun bir sessizlik oldu, adam kızını kırmadan nasıl çözüm bulacağını düşünüyordu. Hanımı ise kocasının, ayakkabıların yere atılışına sinirlendiğini düşünüp endişe ile bekliyordu. Adam umutsuzca kızına bir daha sordu;
-Kızım, bu ayakkabılar hiç de eski görünmüyor, bir kaç ay daha giysen.
-Eski işte eski, giymem. Bunlar eski !. .
Adam’ın içi içini yiyordu. Bir medet arar gibi hanımına baktı. Yıllardır sıkıntı içinde yaşayan ama eve her gelişinde güler yüzünü eksiltmeyen vefakar karısı, yapacak birşeyi olmadığını göstermek için, ellerini iki yana açtı. Adam birden ayağa kalktı, giyinmeye başladı.
-Kızım madem benim, “Ayakkabın eski değil” sözüme bakmıyorsun, giy ayakkabılarını dışarda az öne gördüğüm bir çocuğa soracağız, sen soracaksın. Eğer sorduğun çocuk, bu ayakkabılar için, eski derse veya beğenmezse söz istediğin o ayakkabıları alacağım.
Ayakkabı alınmasından tamamen ümitsiz olan kız bunu duyunca heyacanlandı. Hemen hazırlandı. Baba kız el-ele sokağa çıktılar. Hiç konuşmadan bir kaç sokak geçmişlerdi ki, babası az ilerdeki köşeyi gösterdi;
-Bak şu köşede oturan bir çocuk var, hemen hemen senin yaşlarında. Sor bakalım ayakkabıların güzel mi değil mi !. . .
Kız hevesle çocuğun yanına koştu ama durdu kaldı. Çocuğun şaşkın bakışları arasında birkaç saniye orda kaldıktan sonra ağlayarak babasına doğru koştu. Soramamıştı.
Babası ağlayan kızını bırakıp, köşedeki çocuğun yanına gitti. Cebindeki bozuk paraları, çocuğun önündeki mendile bırakıp döndü. Çocuk hâlâ, ağlayarak uzaklaşan kıza bakıyordu, duvara yasladığı koltuk değneklerinin arasından.
 
Ay Gülüm
parlama.gif



Kapımızda nöbet tutuyor ölüm

Diyecektim ki; gülüm,
Mevsim hazan mevsimi, mevsim gözyaşı mevsimi... Mevsim ayrılık mevsimi. Tarifsiz bir hüznün sarmalındayız. Anlatılması zor, ifadesi güç. Fikirler tel tel, şehra şehra düşünceler, duygular buruk buruk....
Bir yanı bahardır kıyılarımızın bir yanı cehennem.
Durmadan gözyaşı dökülüyor yüreğimizin üstüne. Acıdan, ayrılıktan haritalar ekleniyor alnımızın çizgilerine...

Sararan yapraklar tutunamıyor artık dallarda gülüm, rüzgar estikçe savrulup gidiyor her biri bir yana. Katar katar turnalar göçüp gidiyor üstümüzden...

Diyecektim ki; gülüm,
mevsim hazan mevsimi, mevsim hüzün mevsimi, har düşmüş bağlara, bahçelere. Yapraklar üşüyor, yapraklar düşüyor dalından. Turna göçü gibi yapraklarında göçü başladı gülüm...

Diyecektim ki; gülüm,
mevsim hazan mevsimi, mevsim kıran mevsimi. Her taraf ölümlerle acılarla dolu. Kan gölüne döndü dünya. Dört bir tarafta barut kokuları geliyor. Her tarafta savaş, kan gözyaşı var. Her tarafta bir kaos sürüyor... Bu yüzden karalar giydik gülüm. Utandık insanlığımızdan.
Bacakları kopan çocukların feryatları doluyor yüreklerimize. Çığlıkları, çocukları ölen anaların. Hiç bu kadar sahipsiz, hiç bu kadar umutsuz, bu kadar çaresiz kalmamıştı yüreğimiz. Kan ve barut kokan ağır bir hava hüküm sürüyor gecelerde Havaya karışan iniltiler feryatlar ağıtlar.

Gerçeklerle hayallerin karıştığı, rüyalar şehri İstanbul da bombalar patlıyor durmadan. Özlemler, hayaller ıstırap veriyor artık... Her ah çekişte içimiz titriyor... Derin bir ah gibi sızlıyor yüreğimiz... Yüreğimiz parça.parça..
Güvercinlerin öldürüldüğü, defnelerin sessizce ağladığı günlerdeyiz gülüm...

Diyecektim ki; gülüm,
Çiçektir çocuklar: Bakım ister, özen, özveri, güven ve sabır ister, açmak için çiçeklerini bahara... Hepsinden önemlisi şefkat, sabır ve sevgi ister... Sulanmak ister sevgi pınarlarıyla ... Tomurcuk tomurcuk açmak için dünyaya çiçeklerini ... Sevgisizlikle solmamak için yaprak yaprak ...

Diyecektim ki; gülüm,
Bahçedir çocuklar:. Tohumdur ekilir, sürer filiz filiz.. Umudu besler bağrında. Emek ister, bakım ister... Büyür, olgunlaşır , sevgi meyvesi verir, karşılık beklenmez... Verdiğini alırsın...

Diyecektim ki; gülüm,
Yüreklerimizi yıllardır sıcak ve hillesiz bir sevgiye kilitleyip, umutla ,özlemle geleceğe dair apak düşler kurduk. Güneşli, aydınlık, güzel günlerin özlemini çektik. Belki biraz yorgun, belki durgun, ama yine de umutlu, yine de mutlu, sevgiyi işleyip mavilere, bütün yollara, dallara, dağlara gül yazdık.
Sevgiyi, umudu, güveni, dostluğu, barışı, özgürlüğü, mutluluğu ve bunların getireceği güzellikleri bekledik ölümüne...

Diyecektim ki; gülüm,
Geleceksin diye bütün yollara gül döktük. Güvercinler uçurduk mavilere.
Sevgiyi,dostluğu, barışı, baharı, sevinci getireceksin diye dağlara, ovalara, denizlere . Bunca çirkinliklerin içinde güzelliği, saflığı, temizliği getireceksin diye kirlenmiş hayatımıza, yıldızlara haber saldık...


Diyecektim ki; gülüm,
Yaşamak güzel... Yaşamak bir çiçek gibi, dört mevsim güzel kokular saçıyor üzerimize... Sevgiyle bakıyor herkes biribirine, sevgiyle sarılıyor... Kinler, düşmanlıklar, kötülükler kafdağının ötesine sürülmüş...

Diyecektim ki; gülüm, gel.
Yorulduk yollarına gül döküp beklemekten. Ey ömrümüzün taze gülü, ey gözleri öksüzümüz, her hazan bir gül getirip yüreğimize bırak ki, sevdamızın ateşiyle yakalım saçlarını yeryüzünün...

Diyecektim ki; gülüm,
Herşeye rağmen yüreğinde bin umut taşıyor çocuklar gelecek baharlara...
Dünyanın dört bir tarafında barış ve umut şarkıları söylüyor... Özgürlük ve mutluluk şarkıları söylüyor çocuklar, diyecektim...

Ama diyemedim, diyemedik gülüm...
Kapımızda nöbet tutuyor ölüm...
 
Ateşini Merih'ten Alacağım Senin
parlama.gif



Alevleri sönmeye yüz tutmuş közlerden gelen çıtırtı, gecenin eşsiz müziğini bozan tek sesti. Kaldırım taşların biraz ilerisinde yere oturmuş, gözlerini ateşin kalıntılarına dikmiş ve düşüncelere dalmıştı. Dışarıdan bakan biri onun nöbet tuttuğunu değil sanki gözleri açık olarak bir rüya gördüğünü zannederdi. Gerçekten de son altı ayda yaşadıkları aslında bir düş gibi geliyordu bu genç adama. Ama bu düşün içinde yirmi yılda gördüklerinden çok daha fazlası vardı.
Kartalların, engin gökyüzünde süzülen büyük bulutlar gi-bi cellatların odasına aktığını hatırlıyordu. Saldırıya geçen cel-latları ve hücresinde kanlar içinde kalan mahkumların iniltile-rini duyuyordu. Ülkesinin aldatılmış halkının büyük gafletiyle canlanan cellatları ve onların işkencelerini ömrü boyunca unutmayacaktı. Cellatları, reisleri, muhbirleri ve bir tarlada biçilmiş başaklar gibi boylu boyunca uzanan, ama her an kal-kıp evlerine döneceklermiş hissini uyandıran binlerce mah-kumu....
Genç adam artık bu ülkede kalamayacağını düşünürken yan odada, bir çift tombul minik elin arasında gezindiği o-yuncak seslerini duydu. Çocuğun kahkahası, odasında oturan genç adamın müziği oluyordu her zaman. Çocuk kuleler diz-di. Evler kurdu. Bahçeler yaptı. Arada bir heyecanla babasına seslendi. Gel bak dedi, gel bak babacığım öyle güzel evler yaptım ki, oyuncaklarımla. Baba-evlat neşeyle oynadılar bir-likte. Sonra baba çocuğun küçük tombul ellerini onlarca kez öptü, yanağına bastırdı sevgiyle.
Babası ona, “Eğer şimdi gidip yatağında mışıl mışıl uyur-san, ödülün koca bir dilim çikolatalı pastadır” dedi. Çocuk oyuncak ayısını aldı koynuna ve rüyası çok bir uykunun kol-larına yürüdü. Baba şişmiş gözleri ıslanarak seyretti yavrusu-nu o uyurken uzun uzun. Sonra sevgiyle bir öpücük kondur-du alnına yavrusunun. Sevgiyle örttü üstünü...
O baba, dünyanın bütün aşk güvercinlerini uçursa da öz-gürlük abidesi gökyüzüne, bir teki bile şövalyelere ait tapına-ğın çatısına konmayacaktı...Kanatları kirlenir diye...
Ama anlatması gerekiyordu. Artık en azından eşinden giz-lemenin bir alemi yoktu Az değil, tam oniki saat acımasızca dövülmüştü. Merter kavşağında silahlı kimselerce kaçırılmış, başına maske giydirildiğinden sadece Beşiktaş taraflarında olduğunu tahmin ettiği bilinmeyen bir yere ***ürülüp gün boyu işkence edilmişti.
Acılar içinde kıvranıyordu genç adam. Bedeni baştan aşa-ğı cop darbelerinden morarmış, yer yer kan toplamıştı. Kara-rını verdi, artık başına gelenleri anlatacaktı şiir yüzlü kıza, her şeyi gözüne almıştı. İşkenceciler, “Birine anlatırsan seni bu defa kaçırır, öldürürüz” demişlerdi. Ama o ne olursa olsun anlatmaya kararlıydı. En azından şiir yüzlü kız olanları bilme-liydi. Öyle ya yarın başına bir şey geldiğinde en azından bir tanığı olmalı, karanlık güçlerin kirli ilişkilerini ifşa edecek biri bulunmalıydı geride. Karanlık güçlerdi bunlar, her türlü oyu-na hazırlıklı olmalıydı. Gördüklerini, yaşadıklarını gelecek nesillere iletmeli, bu sırları mezara ***ürmemeliydi. Bu sır kim bilir belki de ülke çapında bir çok kirli ilişkilere de ışık tutacak, özellikle son on yedi yıldır oynanan kirli oyunları bir nebze de olsa aydınlatmış olacaktı. O halde anlatmalıydı, ar-tık susmanın ve gizlemenin anlamı yoktu ve öyle de yaptı genç adam…
Şiir yüzlü kızın getirdiği soğuk çayından bir yudum aldı, kekremsi bir tat ağzına yayıldı. Suratını ekşitti. Artık başı da-yanılmayacak bir haldeydi. Zararlı olduğunu bildiği halde i-laçtan iki tane daha aldı. Fakat nafile. İlaç kutusuna küfrettik-ten sonra, sıra istediği en son şeye geldi: İçinde gizlediği o dayanılmaz ağırlıktaki sırrı ifşa etmek. İfşa etmek ona müthiş bir işkence gibi geliyordu. İstemeye istemeye yerinden kalktı. Hiçbir şey demeden ve hışımla.
Bir arabada gördüğü dolarları hatırladığında, rüzgarın ye-lesinde ülkeden ülkeye, beyinden yüreğe nasıl fırtınalarla koş-tuğunu anımsadı. Uzansa her teline elleri yanar, her biri az değil, tam altmış beş bin Mark’a bir masadan uçar, bir başka masaya konardı. İşte o zaman da genç adamın bu körkütük gidiş içinde insanlık adına yüreği bir başka kanardı.
Yaşadığı acı olaylar sebebiyle hayatta kimseyi sevmemişti, kendini bile. Hatta birlikte gezen mutlu çiftlerin arkasından sık sık küfrederdi. Şu polisler, şu işkenceciler, ah bir de zin-danlar olmasa ne kadar rahat edecekti. “Topunuzun Allah belasını versin” diye bağırdı ona selam veren gurbet kuşları-na. Bu yüzden kimseye selam vermezdi, sanki birine “günay-dın” ya da “iyi günler” deyince bir şey olacak mıydı? Hayır! O zaman selam vermeye gerek yoktu.
Çocuksu duyguları, içinde batıp çıkıyordu. Bir yaz gönüy-dü ve daha yitirmediği saatleri vardı önünde. Avare sakalını sıvazladı. Uzaktan küçük ama sevimli karaltılar fark ediliyor-du. Oyun oynayan karaltılar, titrek gölgeler ve bağırıp çağırış sırasında süren mutluluk oyunu. Kafasındaki işkencecinin öldüğünü hissetti. Baş ağrısı geçmişti.
İlk defa göğsünün oralarda bir yerde garip bir kıpırtı his-setti. O kıpırtı tüm vücudunu titretti. Bu kıpırtıyı bir yerden tanıyor gibiydi. Hatırladı. Annesi ona elma şekeri aldığında hissettiği kıpırtının aynısıydı bu. Birden adam kalbinin kuş tüyleri kadar yumuşak ve zavallı olduğunu hissetti. Kalbi dal-ga dalga kabardı. Kabaran kalbi gözlerinden boşandı. İki damla yaş, temiz, masum, iki damla yaş yanaklarından aşağı kaydı. Genç adam ağlıyordu. Vücudu tir tir titriyordu. Bu yeni duygu onu heyecanlandırmıştı. Hissettiği acılar uzun zamandır hissetmediği, tatmadığı bir duyguyu tattırmış, hatır-latmıştı.
Uzun zamandır sakladığı duyguları bir bir yaşıyor, bu onu daha da heyecanlandırıyordu. Yüzü gülmekle ağlamak ara-sında bir yerdeydi. Yitip gitmiş hisleri şimdi geri gelmişti, o dayanılmaz acılar sayesinde. Çay bardağını gizlemek isterce-sine avuçlarının arasına aldı, parmaklarını kapattı. Şimdi bar-dak elleri arasında adeta kaybolmuştu. Sadece çay görünü-yordu, zayıf ve titrek parmaklarının arasından. Acılar artık yüreğindeydi, orada çırpınıyordu. Başını pencereden gökyü-züne uzattı. Mavi gökyüzü pamuk gibi bulutlarla sarmaş do-laştı. Eski dost güneş sıcak pırıltılarını etrafa saçıyordu. Genç adam güneşte kendini gördü. Güneş gülüyordu. Genç adam ise her zamanki gibi somurtkan. Kavgası dağlarda bilinci ku-şanmış, zindanlarda dirence sarılmış ve haykıran dudaklar her ihanet vakti çöl çöl yarılmıştı. O'nun tutsak olduğu ha-pishanenin adı, bu nedenle Saygon zindanlarıyla eş tutuldu. Diyarbakır zindanından ölü çıkacağını düşündü, şansına 'sağ' çıktı.
Dışarıdaydı dışarıda olmasına ama, takipler, kovalamaca-lar yakasından düşmüyordu bir türlü. Üstüne üstlük yıllarca önce bıraktığı ülkeyi de bulamıyordu. Her şey çok değişmişti. Hiçbir şey ona göre değildi. Çıktığı zaman tünelinden hayata uyumu uyumsuzluk olmuştu.
İlk soğuk duşu bu oldu. Ağır şoklar vurdu beynine, kural-sızlığın tarifsiz kurallarla iğdiş edildiği bir diyardaydı artık.
Bakıyor, şaşırıyor kendi yüreğinin mezarlığına gömülü-yordu. Dakikası dakikasına gelen trenler, saniyesini şaşırma-yan troleybüsler ve onların bir parçası haline gelen insanlar onu anlamakta güçlük çekiyorlardı.
İyice gömüldü yüreğine. Beyninde biriken çelişkileri çözemiyor ama, taşınamayacak kadar çoğalan çelişkiler genç adamı bölük bölük bitiriyordu. Giderek parçalanıyor, dağılı-yordu. Ağır bir sis bulutu içinde kayboluyordu adeta. Bu ne-denlerdir ki sigaraya ve çaya sığındı. Yalnızlaştı, kendi derin-liklerine indi, bilinmez labirentlerde dolaşıp durdu.
Neyi anlasın ki? Anlaşılmazı anlamakta zorlanmakta hak-lıydı. Çünkü ona göre değildi en iyi değerlerin pazarlarda ranta çevrilmesi...
Onu dışarıda ilk önce iç bunaltıcı bir sıcak karşıladı. Sıcak yüzünü yakıyordu. Sıcağa bela okudu ve suratını ekşite ekşite yorgun ayaklarını sürümeye koyuldu. Çocuklar sokakta koşu-şuyordu. Şımarık çocukları hiç sevmezdi. Onlar sadece sorun yaratan küçük baş belalarıydı. Ona kalsa hepsini yatılı askeri okullara verirdi. Çünkü çocuk disiplinli olmalıydı.
Başının zonklaması yerini giderek artan düzensiz davul seslerine bırakıyordu. Ağrıya küfrettikten sonra bir tane daha ilaç aldı.”Bu iğrenç günün şerefine” deyip ilacı yuttu. Sonra bir tane daha ve bir tane daha. Duş almak büyük bir zahmet olacaktı. Haklıydı da. Şimdi kim gidip duş alacaktı, hele böyle bir günün böyle bir saatinde. Sakallarını da kesmedi. O bi-çimsiz kaba saba elbisesi ve terli pis sakallarıyla bir ayyaş gibi olduğunu düşünüyordu.
Anlamıyordu. Nefes almak bazen yeterli olmuyordu. Yetmeyebiliyordu. İnsan başka sebeplerden dolayı da ölebi-lirdi. Bu karanlık onu öldürebilirdi! Hatta karanlığın da güç-leri yok muydu? Karanlıklar güçsüz müydü ki? Karanlığın güçleri sadece fazla görülmediklerinden bilinmezler. Ama karanlık güçler insanı çok daha rahat öldürür aydınlık güç-lerden. Hiç kimse bunu anlamıyor.
“Neden bütün bu aksilikler beni bulur, neden ben bu ka-dar şansızım” diye söylendi kendi kendine. Derinden bir of çekti. Ağrı gözlerinin üstüne inmişti, kafasındaki sarhoş iş-kenceci oraya buraya yumruk atıyordu. Evlerinin karşısındaki parkta korkuluk gibi bir ağacın altına oturmuş çifte nefret ve biraz da kıskançlıkla baktı.
Diyarbakır’ı hatırladı oracıkta. Doğduğu yerlere koştu yü-reği. Acıyordu koca şehre. Uzaktan masum gülümseyişini gördü yaşlı şehrin. Oysa bir destandı Diyarbakır kalesi ve Diyarbakır zindanında ateşle sevişen “dört inanmış adam”ın izlerini taşıyordu koca şehir. Diyarbakır zindanında yaşamak bir destandı yıllar boyu sürecek.
“Küçük zekaların ve büyük imparatorlukların hastalığı or-taktır” sözü bir davul tokmağı gibi zonkladı beyninde. Bir an gökyüzünü haleye boğmuş ayı ve işkence odalarında yere düşmüş ölüleri düşündü elinde olmadan. Alnına ay vurmuş ölüleri. Son yazdığı bir şiiri hatırlamaya çalıştı kendi kendine.
“Bir ölüm kadar acı,
Güz ortasında ayağındaki çizmesiyle
Elindeki salçalı ekmeğini ısıran
Doğulu çocuğun
Önüne dikili gökdelenlere
Umutsuz bakışları
Bir cehennem kadar kahredici,
Eşinden başka bekleyecek kimsesi olmayan,
Bir kış günü kardan soğuk odasında
Eli boş döneceğini bildiği
Hayırsız eşini bekleyen
Doğulu kadının bacası tüten,
Kapısında köpekler havlayan,
Sadece düşleyebildiği evlere
İç geçirişi.
Ayrılık kadar acı,
Birleşen mutsuzluklar.
Bir ilkbahar şebnemini andırır
Ay ışığında düşlenen yüzler.
Tebessümü yağmur olur,
Kan yağar vuslat iklimine.
Celal'i değil, Cemal'i sayıklar
Bir kış gecesi deniz kenarında yudumlanan
"tavşan kanı bu abi" dedirten
Sevgi kadar sıcak çaylar.
Martılar kadar güzel bakışlar,
İki ok gibi.
Biri lillah, diğeri ileyhi ezgisiyle ritim içinde.
Burak aramaz
Bu çirkef ihtiyar bataklığın
Kanatsız uçan genç ümitleri.
Kurumak için güneşi beklemez çamaşırlar.
Ateşsiz pişer burda yemekler.
Dünya alın sizin olsun
Barut fıçısı.
Ateşini Merih'ten alacağım senin;
Uğruna ölünülen saatsiz bomba.”
 
Aşktan Kaçış
parlama.gif



Hayatımda hiç mi hiç yenilmedim. taki seni tanıyana dek. hayatım benim elimdeydi. Daha ortaokul 3 sınıftaydım.Derslerime çok önem verirdim.Çevremdeki arkadaşlarım dağınık,serseri tipli kişilerdi. ama çok yardımsever ve mühteşem insanlardı. ben ve birkaç kız arkadaşım derslerden zaman buldukça gezer eğlenirdik. yine birgezme dönüşü otobüse bindip eve geliyorduk. otobüs çok kalabalıktı. biz ayakta zor duruyorduk. otobüs birden fren yaptı. ben kendimi tutamayıp arkadşımın üzerine düştüm . oda kendini vebeni tutamayıp bir gencin üzerine düştü. coçuk oldukça yakışıklıydı. bizde bunu fırsat bilip onun bilerek çocuğun üstüne düştüğünü herkese anlattık. o bize kızdıkça bizde daha çok alevleniyorduk. ertesi gün okul da güle güle ölmüştük.
bir kaç hafta sonra bizim sitede oturan arkadaşımın doğum gününe gittim. kapıdan içeri girer girmez otobüsteki çocuğu gordüm. çok şaşırmıştım. arkadaşım beni onunla tanıştırdı. meğer çocuk onun amcasının oğluymuş .adı da eray'mış. o gün eray'la iyi sohbet etmiştik.
bir gün doğum gününe gitiğim arkadşım beni çağırdı evlerine ,gittim.bana erayın benden hoşlandığını söyledi. benim ağzımı bıçak açmıyordu. bana onunla çıkıp çıkmıyacağımı sordu. ben reddettim. çünkü böyle şeylerden korkuyordum.
ertesi gün okulda durgunluğum fark edildi. arkadaşlarıma olayı anlattım. onlar neolacak ki çık dediler ama ben çekiniyordum. nedenini bilmediğim bir şey kalbimde saplanmıştı. onun adını duyunca birşeyler oluyordu bana .
sonradan bana bir cesaret geldi ve çıkma teklifini kabul ettim. bir hafta boyunca çıktık. ama ben birşeyler seziyordum arkadaşım banu da. bana karşı tavırları değişmişti. sanki beni çekemiyordu. bulunduğum ortamlardan kaçınıyordu. daha sonra bir diğer arkadaşım sebebinin eray olduğunu söyledi.
tanışmamıza sebep olduğu için kendinde nefret ediyormuş. bunu duyunca ben delirmiştim. nasıl olurdu da yakın arkadaşım bana bunu yapabilirdi.
bir ay sonra banu'nun intahara teşebbüs ettiğini sebep olarak da beni gösterdiğini duydum. bunu duyunca ne yapacağımı bilemedim ve eray'ı arayıp artık ayrılmamız gerektiğini ve onun banu ile birlikte olmalarını istediğimi söyledim. o çok şaşırmıştı. bizim neden ayrılmamız gerektiğini soruyordu. bense daha fazla dayanamayıp telefonu kapattım.
daha sonra hiç bir arkadşımla konuşmadım. beni gezmeye davet edenlere lise sınavına hazırlanıyorum diye başımdan savdım. lise sınavını kazanmıştım. tercih formuma izmiri yazmıştım. halamın yanın da okumak istiyordum. ve öyle de oldu. şimdi izmir de okuyorum. hayatımda ben birkişiyi sevmiştim ve onu da kaybetmiştim . şimdi de kimseyi sevemiyorum. kalbimin ağrısından buraya gelmekle kaçtığımı sanıyordum yanılmışım. o da benle gelmiş meğer. şimdi yalnız ve çaresiz beklemekteyim ölümü.
 
Aşkta Yarın Yoktur Sevgili
parlama.gif



Aşk bu dünyanın ölçüleriyle açıklanamaz sevgili. O ilkel bir acıdır, yaban bir ağrıdır. Gelir
ve içimizdeki o çok eski bir şeye dokunur. Sonra bir perde açılır ve yolculuk başlar. Bu yolculukta artık para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular yoktur. Aşkın kendi gerçekliği vardır sevgili. İnsan bir başka ışığa teslim olur...
Aşkta yarın yoktur sevgili. Zaman ileri doğru değil, içeri, yüreklere, derinlere doğru işlemeye başlar, bilgeleşir. Hiç bilmediği sezgileriyle buluşur. Yükü çok ağırdır, kendiyle buluşmuştur. Hem dışındadır dünyanın, hem de ortasında.
Hindistan'da Ganj Nehri'nin kıyısında yakılan yoksul adamın hissettikleri de onunladır, yitirdikleri de... Newyork'ta, bir sokakta, o kartondan kulübesinde yaşayan kadının çıplak yalnızlığı da. Her şey onunladır, ona emanettir sanki, ama o, çıldırtıcı bir yalnızlık içindedir yine de...
Aşkın kültürlü olmakla, bilgili olmakla da ilgisi yoktur sevgili, kanımıza karışan ilkel acı, o yaban ağrıyla hiçbir kitabın yazmadığı hakikatlere daha yakınızdır, inan...
Kim demişti hatırlamıyorum, aşk varlığın değil, yokluğun acısıdır diye. Belki de bu yüzden ilk gençliğimde, o yoğun aşık olduğum yıllarda, gözüme uyku girmez, dudağımda bir ıslıkla bütün gece şehri, o karanlık, o hüzünlü sokakları dolaşır, insanları uykularından uyandırmak isterdim. Uyanıp, içimde derin bir sızıyla uyanan o derin sancının acısına ortak olsunlar diye...
Aşk çok eski bir şeydir sevgili. Onun içinden o çileli çocukluğumuz geçer. Sevdiğimiz insanların çocuklukları da... Oradan üvey anneler, eksik babalar, parasız yatılılar geçer. Ve sonra aşk bütün bunları alır, daha da eskilere gider, hep o ilkel acıya, o yaban ağrıya...
İnsan bazen nedensiz yere umutsuzluğa kapılır. Kimselere veremez sevgisini, kimselere kendini anlatamaz, evlere kapanır... Bazen denizler, kıyılar çeker insanı. İnsan bu kapılmayı anlayamaz, oysa çok eski bir yerde yaşanmasından korkulup vazgeçilmez aşkların sızısıdır bu. Bu sızı, bu yenilgi mevsimlerle yıllarla devredilir başka insanlara... Bir insanın yaptığı bir hatanın tüm insanlara yayılması gibi...
İşte şimdi biz de sevgili, ya olmadık zamanlarda umutsuzluğa kapılıp, soluğu evlerde alacağız, ya da denizler, kıyılar çekecek bizi. Nasıl biz başkalarının korkaklığını taşıyorsak, başkaları da bizim korkaklığımızı taşıyacak, yenilgimizi, umutsuzluğumuzu...
Birazdan sabah olacak...
Para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular başlayacak... Bunlar varsa ve bizim için geçerliyse aşk yoktur ve hiç olmamıştır sevgili. Birbirimizi kandırmayalım...
Hadi güne hazırlan. Yaşadıklarımızı unutmaya çalış. Aşk bize güvenip verdiği büyüsünü, sırlarını, cesaretini, bilgeliğini ve o ilkel, o yaban ağrısını geri alacak. Bunlar olurken içimiz bir an çok üşüyecek, sonra geçecek...
Hadi, oyalanma birazdan yarın olacak...
Aşkta yarın yoktur sevgili.
 
Aşkın Hikayesi
parlama.gif



Bir zamanlar, bütün duyguların üzerinde yaşadığı bir ada varmış:
Mutluluk, Üzüntü, Bilgi ve tüm diğerleri, Aşk dahil.

Bir gün, adanın batmakta olduğu, duygulara haber verilmiş. Bunun üzerine hepsi adayı terk etmek için sandallarını hazırlamışlar.
Aşk, adada en sona kalan duygu olmuş çünkü mümkün olan en son ana kadar beklemek istemiş.
Ada neredeyse battığı zaman, Aşk yardım istemeye karar vermiş. Zenginlik, çok büyük bir teknenin içinde, geçmekteymiş.
Aşk, "Zenginlik, beni de yanına alır mısın?" diye sormuş.
Zenginlik, "Hayır, alamam.Teknemde çok fazla altın ve gümüş var, senin için yer yok." demiş.
Aşk, çok güzel bir yelkenlinin içindeki Kibir'den yardım istemiş. "Kibir, lütfen bana yardım et!",
Kibir "Sana yardım edemem, Aşk. Sırılsıklamsın ve yelkenlimi mahvedebilirsin." diye cevap vermiş.
Üzüntü yakınlardaymış ve Aşk yardım istemiş: "Üzüntü, seninle geleyim."
Üzüntü "Of, Aşk, o kadar üzgünüm ki, yalnız kalmaya ihtiyacım var."
Mutluluk da Aşk'ın yanından geçmiş; ama o kadar mutluymuş ki Aşk'ın çağrısını duymamış.
Aşk, birden bir ses duymuş. "Gel Aşk! Seni yanıma alacağım..."
Bu Aşk'tan daha yaşlıca birisiymiş. Aşk o kadar şanslı ve mutlu hissetmiş ki, onu yanına alanın kim olduğunu öğrenmeyi akıl edememiş.
Yeni bir kara parçasına vardıklarında, Aşk'a yardım eden yoluna devam etmiş. Ona ne kadar borçlu olduğunu fark eden Aşk, Bilgi'ye sormuş:
"Bana yardım eden kimdi?" Bilgi "O, Zaman'dı" diye cevap vermiş.
"Zaman mı? Neden bana yardım etti ki?" diye sormuş Aşk.
Bilgi gülümsemiş:

"Çünkü sadece Zaman Aşk'ın ne kadar büyük olduğunu anlayabilir…"
 
Geri
Üst