Değerli Üyelerimiz sizler için kendimizi sürekli yeniliyoruz. Lütfen 10 saniyede üye olarak bizlere destek olunuz... 😊 Tüm sorunları bize bildirebilirsiniz
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz.. Tarayıcınızı güncellemeli veya alternatif bir tarayıcı kullanmalısınız.
Oyuncakçıydın sen,ben ise oyuncağın.Nitelendirilebilecek en sağlam oyuncakları sen yapıyordun bu şehirde.Ben de bu oyuncaklardan biriydim,hem de en sağlamı,en çok emek verdiğin,karakterini en çok yansıttığın ve hatta en çok ter döktüğündüm senin için. Pinokyo’nun organik versiyonu,iradesiz olanıydım aynı zamanda.
En büyük zevk bendim senin için.Beni öyle güzel biçimlendirmiştin,öyle güzel yontmuştun ki,zımparamı,cilamı bile kendi ellerinle özene bezene atarken hiç zorlanmamış, aksine yeni yaratılan bir olgudan,düşünceden alınan haz kadar,belki de daha fazlasını almıştın. Kalbinin ritmi ivme kazanırken,sabrının frenleri boşalırken ve özlem duyulan ben...
Yakınlar uzakları özlerken,uzaklar yakınlara gurbetken,yaram derinleşiyorken,özlem duyulan ben...
Bana kattığın ruh öyle derin bir ırmağın debisi,yoğunluğuydu ki,sen nereye istersen oraya bakıyor ve buyurulanı görüyordum aşkın kör gözleriyle.Aklıma aşkımın ve acısının bana yakın olduğu ve dostluğumu,vahşi kurtların leşi paylaşıp,parçaladığı gibi,yokluğa katmaları geldi ve sustum!Artık söyleyecek sözüm kalmamıştı.Ruhunu arama çabası içindeki bu şehir de,İstanbul ruhsuzlar cenneti de efkarlandı ve sustu!İçindeki,mekansız,kirli kalabalık da şehrin sessizliğini bedensizce dinledi ve..!
O an Beyoğlu’nun çıkmaz sokaklarına sıkışmış geleceği kör,talihi dilsiz kadınlar kadar çirkin ,varlıklarının alabildiğine koşulsuz ve tozlu aşklara dair bir koku sardı bu kenti.Oyuncakçının yol görmeyen tezgahından haykıran kan ve ölüm kokan...Bir ben tasviri can verdi,o sıkışmış ruhların seviştiği arka sokakta.
Odamda yalnızlığımla sohbet ederken,boşluğun nefesi hırıldamaya başladı. Tütsü kokusunun rahatlatıcı okşayışı yerini o bilinmedik ama tanıdık kokuya verdi ve beni terketti.Ama en iyi dostum yalnızlık bir nimetdi benim için,kendine yeter oluştu beni güçlendiren. Oyuncakçıya karşı koyuştu beni yüreklendiren.
Paylaşmaktı...
Hayatın anl***** bulmuştum belki de,paylaşmak.Ama insan açgözlü ve doymayan bir yaratıktı.Paylaşımın sonu oyuncakçı tezgahıydı belki de.Yoksa hayatının anl*****n bir parçası.Bir bölümü müydü paylaşım!Hayatın anlamı bir yap-bozsa,paylaşım bu oyundaki en büyük parçaydı.
Böylece düştüm yollara,umudum tam,gücüm yerinde,başladım aramaya.Hep en uzaktakiler taranır,soruşturulur ama ben en yakınımdan başladım,umudun gerçeğe yakınsaması ve teğet geçmemesi için gittim en yakın uzaklığa
Kendime değer veren yargılar keşfettim karlı yollarda.Dehlizler aştım, yıkıldım,yoruldum,yaralandım.Mahsenler gördüm,hayata küsmüş,ruhları tozlanmış,yaralı duvarları yamalı...Bu tarih kokan ama talihin hiç yolunun düşmediği mahsenlerde hep gizli kalmış,saklı yaşanmış,ürpermiş bir korku buldum.Yaratılanları yineledim,zamana nüksettim.Hiç açılmamış,bozulmamış,yapıldığı an unutulmuş,keşfedilmemiş,saklı kapılar buldum gizli bahçelere.Belki de arka kapılar,bilinmediklere...
Hanlar,yolların bitmezliğinde küçük esler oldu bana ve söylediğim doyumsuz şarkılara,bir nota sonsuzluğa...
Sen,oyuncakçı,beni sadece yaratmadın,bir kişilik,bir beden vermedin. Benimle oynadın bir Tanrı gibi.Bir kuklayı oynatmanın zevkini çekti içindeki.Ve sen de ona
itaat ettin,sahibin misali.İçindeki de seninle oynadı,kuklaların efendisiydi.Artık kimseye güvenemezsin bana ve kendine bile.Sen,sana ihanet ettin bu karla kaplı sis içinde.Kirli,kör bir köstebeksin sen bu çamurlu toprakta.Paylaşmayı küstüren,paylaşımlarımı öldürensin aynı zamanda.Bir ben tasviri can verdi,o sıkışmış ruhların seviştiği arka sokakta
Onu ilk gördüğüm günü asla unutamam, bir rüya gibiydi. Pırıl pırıl parlayan gözleri, sıcacık gülümsemesi ile kendisini tanıyan insanları (özellikle erkekleri) müthiş etkiliyordu.Fiziksel güzelliği de büyüleyici olmasına rağmen ben onu her zaman gözle görülmeyen erdemleri nedeni ile hatırlayacağım.
İnsanların dertlerini dert edinir ve onları hiç şikayet etmeden dinlerdi. Mizah anlayışı sayesinde gününüzü şenlendirir ve güç anlarınızda her zaman doğru sözcükleri bulup kendinizi iyi hissetmenizi sağlardı. Hem kızlar, hem de erkekler ona bir yandan hayranlık, bir yandan da saygı duyarlardı. O ise inanılmayacak kadar mütevazı idi.
Söylemeye gerek yok, pesinde bir çok erkek vardı. Ben de bunlara dahildim. Bir gün onunla sınıfa kadar yürüdüm. Hatta bir keresinde, sadece o ve ben yemek yedik. Mutluluktan uçuyordum. Sürekli, "Ah, ne olur onun gibi bir kız arkadaşım olsa" diye düşünüyordum. O zaman başka hiçbir kıza bakmazdım. Ama bu kadar müthiş bir kız elbette ki benden çok daha ustun biri ile beraber olabilirdi, kendime hiç şans tanımıyordum.Mezun olurken ona elveda dedim.
Bir yıl sonra, onun en iyi arkadaşı ile karsılaştım. Boğazımda bir yumru ile onun nasıl olduğunu sordum."Nihayet seni unutmayı başardı" dedi. "Sen neden söz ediyorsun" diye sordum."Sen ona çok zalim davrandın. Hep onunla sınıfa yürüyor ve onunla ilgilenmiş görünüyordun. Birlikte yemek yediğiniz günü hatırlıyor musun? Ertesi hafta belki ararsın diye telefonun başından ayrılmamıştı. Senin onu arayacağından ve bir randevu isteyeceğinden o kadar emindi ki!"
Reddedilmekten deli gibi korktuğum için hiçbir zaman ona duygularımdan söz etmemiştim. Ya onu arasa idim ve o da bana hayır dese idi? Olabilecek en kotu şey ne idi? Bana hayır demesi ve onunla olamamam. Peki simdi ne oldu? Zaten onunla birlikte olamadım! En kötüsü de ne biliyor musunuz?Büyük bir olasılıkla bana hayır demeyecekti...
J.Schlatter
"SEVEREK ASLA BİR ŞEY KAYBETMEZSİNİZ. AMA HİÇ BİR ŞEY YAPMADAN DURURSANIZ, HER ZAMAN KAYBEDERSİNİZ."
Nasıl mutlu olunur diye mi soruyordunuz ? Buyrun işte cevabı : Lütfen pozitif olun . Tabi ki pek kolay değil , çünkü etrafımızı saran negatif enerji çok bulaşıcı bir hastalık gibi ama inanın yine de mümkün .
Hani bazı şeyler gözümüzün önünde şekil değiştirir ya , işte öyle birşey anlatacağım . Ama bu şekil değişikliğinin ille de fiziksel olması gerekmiyor . Ruh halindeki hızlı değişimler de bizi aynı fiziki değişimlerde olduğu kadar şaşırtabiliyor . Bunu gözlemlemek kolay ama burkuyor insanın içini .
Bir arkadaşım iki haftadır yoğun bir motivasyon içindeydi . Her sabah işe geliyor ve üşenmeyip yakın çevresine günaydın demek için odalarımızı dolaşıyor , bizi mutlu etmek amacıyle minik armağanlar getiriyordu . Davranış biçimi ruhumuzu okşarken , fiziksel olarak da her zamankinden daha hoş göründüğü için göz zevkimizi de tatmin ediyordu . Her zaman alıştığımız spor giyim tarzının daha dışında ve oldukça hoş giyiniyordu . Gözlerinin içi gülüyor ve hepimizi etkisi altına alan negatif enerjiden bizi sıyırmak için uğraşıyordu . Sanki ufak çaplı bir misyon üstlenmiş gibiydi.
Bizler ise ona gülümsemeye çalışırken bile "Ama.." diye başlayan olumsuz cümleleri sarfediyorduk . Nasıl böyle pozitif olabildiğine için için sinirlenmiyor da değildik . O ise bize "Ne derseniz deyin beni aşağıya çekemezsiniz" diyerek gülümsüyordu . Olan biten yaşanan tüm tatsızlıkları , ülkemizin ekonomik sıkıntılarını , bunun birey olarak hepimize yansımasını , terördu , savaştı mavaştı , hepsini o da biliyordu . Yani kavanoz içinde yaşamadığı gibi aldırış etmeyen biri de değildi . Baktık onu ikna edemiyoruz , başladık dedikoduya ; "Seni böyle motive eden kesinlikle aşk olmalı , insan ancak aşık olunca böyle çiçeğe böceğe kafasını takar" dedik . Güldü ve "Evet !" dedi , " Evet aşık oldum !." "Kime ?" diye sorduk . Ağzını doldura doldura ve gayet kendinden emin bir sesle "Kendime!" dedi .
Ne kadar haklıydı . Yaşadığımız kişisel ve toplumsal tüm problemler kendimizi görmeyi ve hissetmeyi unutturuyor . Bir çarka kaptırıp idiyoruz . Kendimizden tat almayı unutuyoruz . Oysa bunun için ne çok sebebimiz var. Mutlaka her şeyin dört dörtlük olması gerekmiyor. Sağlıklı mıyız ? Elimiz iş tutuyor mu ? Fikir üretebiliyor ve uygulayabiliyor muyuz ? Dostlarımız var mı doya doya sohbet edecek ? Can dostlarımız ve ailemiz var mı hayatı paylaşacağımız ? Kaybettiğimiz yakınlarıızın yerine oturtmaya çalıştığımız doğuştan değil , sonradan kendi seçtiğimiz akrabalarımız var mı ? Renklerimiz yok mu üzerimizde taşıyarak güzelleşebileceğimiz , hayallerimizi renklendirebileceğimiz ? Çiçekler yok mu bize ait olmasa da doğa da olan ve kopartmadan koklayabileceğimiz ?
Varsın zorluklar olagelsin . Sınavdır belki de , gelir ve geçer . Geçmese de alıştırır , bizim zorluklarımız olur . Yeter ki kendimizle barışık olalım . Yeter ki aynalara her ne olursa olsun gülümseyebilelim . Varsın derinlere inemeyen sığ insanlar bize deli desin . Çok akıllı olup bunalmaktan , deli olup hayatı şakayla karışık yaşayarak yol alalım . İyilikler kadar sıkıntılar , zorluklar , kayıplar da insanlar için . Tünelin en karanlık noktası aydınlığa en yakın olan anıdır . Yeter ki zor zamanları kendimize ve çevremize küsmeden geçirelim . Olabildiğince mutlu ve pozitif olalım . Negatif olmak çevreye çok çabuk bulaşıyor .
Söz konusu arkadaşım etraftan gelen negatif enerjiye iki hafta dayanabildi . Dün odama gelip "Bana enerji ver , kendimi düşük hissediyorum" dedi . Buyrun bakalım . Kendine aşkı mı bitti ? Hayır , sadece pozitif enerjisini bize o kadar çok verdi ki , kendi enerjisini düşürdu . Oysa bizler almayı bilseydik , ondan yayılan bizden yayılanla birleşecek ve daha büyüyecekti . Yani paylaştıkça çoğalacaktı . Öyleyse etrafımıza hemen gülümseyelim . Belki de ilk başta sahte gibi gelecek ama sonra içten geldiğini göreceğiz .
Kendimize aşkımızı hiç kaybetmeyelim ve bu aşk oldukça herşeyin üstesinden geleceğimizi unutmayalım . Kendimizi şımartmayı ihmal etmeyelim . Küçücük şeyler bile olsa . Bir kahve , bir kadeh şarap , bir kurabiye , bir film , bir kıyafet , bir kitap , bir dost paylaşımı , bir kucaklaşma , ne şekilde olursa olsun kendimizi ödüllendirmektir …
Günlerden Pazartesi,genç,yakışıklı ve gizli işlerle uğraşan adam peşindekilerden kaçarken bi sokakta genç,güzel ve ağırbaşlı bir kıza çarpar kız yere düşer adam kızın canının yandığını düşünerek,kızı yerden kaldırır.Kız ile Adam göz göze gelirler ve Adam koşmaya başlar.Ve o günden itibaren güzel kız hep o Adamı düşünür Adamın aklı ise kızda kalır ve 4yıl sonra o gizli işlerle uğraşan genç artık evlenmek isteyen ağırbaşlı bir kişi olur. Babası oğluna hemen gelin bulp evlendirir.Erkek çok mutludur,Karısı ise kocasını çok seviyodu.
Genç Adam artık büyümüş ve tam 27 yaşına gelmiştir ama halen o gün çarptığı kız aklına gelir ve derin derin dalar karısı ise olanlardan habersiz hayatını sürdürmektedir.Ve artık karısı bi çoçuklarının olmasını ister ve bi kız çoçukları olur.Genç Adam artık 30 yaşına gelmiştir.
Kızı 2 yaşına gelir kızın adını Elif koyarlar.Babası Mustafa ise artık onların çok sıkıntılı günler beklediğinden kuşkulanır.Nedeni ise Mustafanın işten çıkmasıdır .Mustafa artık eve geceleri gelmektedir.Karısı Yasemin buna çok üzülmektedir.Elif ise hiç birşeyden habersiz büyümektedir.Ve aradan yıllar geçer elif 4 yaşına gelir. Mustafa ise karısına söyleyemediği bi şey vardır. Mustafa eve geç geldiği günlerde karısını aldatmıştır.Mustafa karısına o gece çok içmiştim arkadaşlarla bi otele gittik ve dayanamayıp bu olayı yaptım der. Karısı Yasemin Elifi alıp gider ve bi daha geri dönmez ve genç Adam 2 yıl bekler ve kendisini asar bunu duyan Yasemin hemen eve gelirki Kocasının tabutu kaldırılıyor.İşte bu hikayede anlatılan hiç bir zaman nefsinize yenik düşmeyin…
Kalplerimizi birleştirseydik belki istediklerimizi elde edebilirdik.Daha çok sevebilirdik sevilebilirdik. İçimizdekiler, içimizde kaldi.Disariya vurabilseydik belki anlaşılabilirdik, anlaşabilirdik. Birbirimize hissettiklerimiz insanların bize hissettiklerinden o kadar fazlaydı ki...Ah, bir düşünebilseydik.Eminim o zaman birbirimize bağırmak zorunda kalmazdık.
Bir insani sevebilmek o kadar kolay ki..Onu anlayabilmek.Yalnızca iyi taraflarını görür ve diğer taraflarını boş verirsin.Ama bir o kadar da kolay bir insandan nefret etmek.Sevebildiğin kadar çok seversin sonra sevecek bir yönü kalmadığını görürsün.
Biz de birbirimizi ilk önce sevebileceğimiz kadar çok sevdik.Birbirimize kucak dolusu sevgi sunduk.Ama yalın bir sevgi.Anlayıştan, düşünceden, mantıktan uzak bir sevgi.
Düşünmeden sevdik biz birbirimiz.Ne dün önemliydi bizim için ne de yarin.Sadece bugünü yaşadık.Neler yapmadık ki ? Bazen ben bir çocuk oldum bazen de sen.Bazen ben çocuklar gibi ağladım bazen de sen.Ama ağlarken bile sessizdik.Aramızdaki sukuneti hiç bir şeyin bozmasına izin vermedik.Neden ? Neden konuşmadın benimle ? Neden ben seninle...?
Birbirimize söyleyeceğimiz o kadar çok şey varmış ki, simdi anlıyorum.
Son karşılaşmamızda bile sessizdik.Birbirimize istediğimiz kadar bağıramadık bile.Tıpkı istediğimiz kadar yaşayamayacağımız gibi.Aslında ne kadar da masumdun ölümü kucaklamaya hazırlanırken.”Severek ölüyorum, seni severek..” demiştin.Ama ben bir şey söylememiştim.Simdi söylüyorum : “Sen severek ve sevilerek öldün.”
Elimde olsaydı seni kurtarırdım ama yapabileceğim hiçbir şey yoktu.Seni unutmayacağım…
Bilir misiniz sönmüş yıldızların bilinmeyen hikâyesini? Sönmeye yakın can havliyle avazı çıktığı kadar parlamak isterler. Aydınlattıkları yer önemli değildir. Kendi çevreleri ya da ulaşabildikleri en ırak nokta neresi olursa olsun. Yeter ki son bir kez tüm güçleriyle parlayıp bizler buradayız ve sönsek bile hep burada var olacağız duygusunu yaşarlar, yaşamak isterler.
Biz insanların ise bundan ne farkı var ki? Bakın izah edeyim.
Teori de düşünüp pratikte uygulamadığımız birçok hareketi doğamızda var olan malum tembellik huyumuzdan dolayı bir türlü gerçekleştiremeyiz.
Hayatımızdaki rampalarda zorlanır ancak ilk düzlükte radara girecek sürate ulaşmak için çabalamaz mıyız? Yaşantımızdaki mücadelede başarıyla sürekli karşı karşıya kalırız ama kader diyerek inandığımız olgunun ofsayt’ına yakalanır bir türlü gol yapamayız.
Buna ne sebep oluyor sizce? Nefes alıp verdiğimiz her an içinde müdahale edemediğimiz değil aslında, müdahale etmediğimiz o kadar yanlışlar var ki... Yaşantımızı çalıntı tik taklar üzerine kurmuş, birbirimizin fotokopisini çekip kaderimize kopya yapıp yapıştırıyoruz. Hayatı zoraki bir mecburiyet olarak mı görüyoruz da kendi yaşantımızın kolayına kaçıyoruz, yoksa kalitemize mi inanmıyoruz?
Hayvanlardan ayrıcalıklı yapan beyin unsuruna sahip olan insanoğlu , hala nefes alırken, yaşamın içinde bende varım derken,ağlayan,gülen,yürüyen,yorulduğunda oturan,kaçan otobüsün arkasından koşan,kovalayan,yakalayınca binen,binince de “fazla bileti olan var mı?” diye soran,minibüsü kendi malımız gibi kullanıp istediğimiz yerde durduran, inen, yani bizler; elimizdeki,gönlümüzdeki ve hayatımızdaki güzelliklerin,sevgilerin ve paha biçilmez sevenlerin değerini NEDEN(?)kaybettiğimiz zaman anlama becerisinde bulunuruz.Kaybedinceye kadar kan kusturup, kaybedince hiçbir günahı olmayan dizlerimizi NEDEN(?) döverek “onu seviyordum,canımdan bile çok seviyordum hem de, ayrılığa neden olacak ben ne yaptım ki?” diyerek kulakları tırmalayan bir sesle, giden balık büyük olur mantığıyla ağıt yakarız. Geri kazanmak uğruna daha önce yapmamız gerekenleri NEDEN (?)iş işten geçince, o başkasını sevince yaparız.Kırılan kalbi tamir etmek bu kadar kolay mı ki, NEDEN(?) kalp kırarız.Doğru olma!
k yerine NEDEN(?) yalancı, dürüst olmak yerine NEDEN(?) daldan dala konarız.Her şeyde aleni olmak yerine NEDEN(?) riyakarız.
Seversek sevileceğimizi,bir adım yaklaşırsak sevdiğimize onun da iki adım yaklaşacağını NEDEN(?) bilmeyiz.Sevdiğimizin bize ihtiyacı olduğunda “çok işim var,gelemem” diyerek NEDEN(?) kaçmaya çalışırız.İlgiliye ilgisiz,ilgisize ilgili NEDEN (?)oluruz.Yasaklara uymayıp doğrulardan NEDEN(?) kaçarız. Sevgi ile okşanmaktan, sevilmekten haz almak yerine, NEDEN(?) kaçarız ve de korkarız. At gözlüğü takıp etrafımızdan NEDEN (?) bihaberiz. Bizler hiç olumlu düşünmeyip,hep kuşkulu,hep tedirgin ve hep kıskanç ve NEDEN(?) hep olumsuzuz.Bunları çoğaltmak,çoğaltmak mümkün.
Sonuç olarak; NEDEN hayatımızda bir çok (?) soru işareti var.Ve NEDEN bu soru
İşaretlerini bizler var ederiz.Ve bu NEDEN ‘lere, NEDEN(?) NİÇİN(?) böyle oluyor diyemeyiz. Ve bu NEDEN(?) ve NİÇİN’ lere NASIL oluyor da çözüm bulamıyoruz.
İşte hayatımız NEDEN,NİÇİN ve NASIL ’larla geçiyor.
Uyuyoruz NEDEN?
Uyanmıyoruz NİÇİN?
Değişir miyiz ? değişiriz ama NASIL?
“Mutluluk, yaz yağmuruna benzemez, umulmadık anda birden bire boşanmaz insanın tepesinden. Azar azar gelir. İnsanın hayata ve çevresine karşı davranışları getirir mutluluğu, azar azar, birike birike. Gerçek mutluluk böyle doğar.”
(Toprak Ana / Cengiz Aytmatov)
......"Hayatının sürekli tekrar ettiğini düşün. Şu an yaptığın şey seni mutlu etmiyorsa bir dahaki sefere tekrarladığında yine mutlu olamayacaksın. Bunun için eğer mutlu bir hayat geçirmek istiyorsan seni mutlu eden, iyi hissetmeni sağlayan şeyleri yapmalısın."
(Nietsche Ağladığında / Irwin Yalom)
Yalnızdı, yalnızlığın yorgunluğundaydı. Dudaklarındaki gülümsemenin sahteliğini anlmak için psikolog olmaya gerek yoktu. Gönül gözü bakmak anlamak için yeterliydi.
Aslında o da farkındaydı oynadığı rolün. "Neşeli, mutlu, yeterli, güvenli", ama sıkılmıştı da bu oyundan. Oyunun hep aynı perdesini tekrarlayan oyuncu gibiydi. Bir türlü diğer sahneye geçemiyor, gerçekleri seyirciye gösteremiyordu sanki.
Sahneye her yeni oyuncu katılışında, gözlerinde bir an ışık parlıyor, "tamam bu işte, şimdi her şey değişecek" duygusu uyanıyor, sonra hayal kırıklığı ile omuzları çöküyordu. Sorun para ya da iş değildi ki, "geçer gider, çalışır çözerim" desin.
Saygı ya da sevgi de değildi. İstediğince olmasa da, dilediğince yaşayamayacağını kabul ederek, tattığı sevgilerle yetinmeyi çoktan öğrenmişti. Hissettiği yalnızlığın ve karmaşanın bir ucunun buna dayandığını bilmekle beraber, bu karmaşanın bundan daha öte anlamları olduğunu da seziyordu.
"Hayatın anl*****" düşünüyordu o. "Niye yaşıyorum?" sorusunun karşılığı yoktu zihninde. Yoo, öyle intihar fikri falan yoktu. Sadece varlığının amacını, var oluşunun anl***** sorguluyordu. Anlayamadığı, kavrayamadığı bir süreçti işte bu.
Kimi zaman, sıradan sıkıntıların ya da hoşlukların arasında kaynayıp gitse de bu soru, hiç kaybolmuyordu. Bazen, sevgiliyle paylaşımlarında veya güzel bir filmde ya da kayalıklardan denizin kokusunu ciğerlerine çektiğinde, "hayat bu işte" diye sevindiği oluyordu, ama kısa bir zaman sonra soru yeniden başlıyordu.
Anlamak için, kitaplar okuyordu. Öğrendiklerini zihninde süzüyor, konuşabildiği birkaç insanla tartışıyor, bir sonuca ulaşmaya çalışıyordu. Bir işi ve sevdiklerinin olmasının, zar zor elde ettiklerinin ötesinde bir anlamı olmalıydı hayatın, hayatının. Hayır bunlar olamazdı sorunun karşılığı. Daha derin bir anlamı olmalıydı insan olmanın. Peki, bir gün, hem de ne zaman olacağını bilmediği bir gün sona erecek yaş*****, bu sorunun karşılığını arayarak mı geçirecekti? Hayır, böyle yaşamak istemiyordu.
"Doğduk işte, ölünceye dek ne yapsak kardır" da uygun değildi zihin yapısına. Sanki sorun yokmuş gibi de davranamazdı, var olanı nasıl yok saysındı ki?
Sorulara boğulduğu bir gece kitapları karıştırırken, o herkesin her zaman dilinde olan bir şiir ile buluştu yeniden.
“Yaşamak şakaya gelmez
Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
Bir sincap gibi mesela
Yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden
Yani, bütün işin gücün yaşamak olacak.”
Düşündü, cevap buydu.
Ne yaşıyorsan, farkında olarak yaşamak. Soluk aldığında havanın bedenindeki yolculuğunu hissetmek, laf olsun diye değil kocaman öpmek uzanan yanağı, en kötü anda şükredebilmek yaşadığına. Bencillikten uzaklaşıp, bireyselliğini yaşarken diğerlerinin de farkında olmak. Paylaştıkça çoğalacağını hissetmek ve daha çok insanı içeren hedefler koyabilmek.
Karşına her an yeni bir şeyin çıkacağını bilmek, bir kamyonun her an çarpabileceğini düşünmek örneğin. Taş da çıkabilir açılan kapıdan, balonlar da ama ne çıkarsa çıksın, ansızın geleni güzellikle karşılamak. En kötünün bile iyiye dönüşeceğini kavramak, yeterince çabalandığında.
Umut etmek, umudu büyütmek ve yaşarken yaşatmak, fakat sadece umut edilenin gerçekleşmesini beklemek de değil. Var olan her neyse, onu yaşamak olabildiğince..
Anlık yaşıyoruz anlık. Kısa mutluluklarla yelken açıyoruz geleceğimize. Aslında karamsarız biraz. İyi giden herşeyin arkasında ya kötülük ararız ya da mutlu olmaktan korkarız aptalca. Karşımızdakine kendimizden daha çok değer veririz. Eksilerimizi hiçe sayar artılarımızla savaşırız zaman zaman. Sevgimi yüce bir idol gibi görmekten asla vazgeçemeyiz. Yamuk yumuk çizgileri düz görmekten ya da ıslatan yağmuru sevmekten zevk alırız. Ama neden?
Sevgimi göstermek için karşımızdakine kul köle olmak, onun için dünyaları yıkmak, atmak, kırmak, dökmek, ölmek...Aklımızla kalbimizi aynı çizgide tutmak ne kadar zor. Kendi gölgenle savaşmak gibi birşey. Bir yanda hayat ve mutluluğu veren yüreğin diğer yanda hayatı ve mutluluğun anl***** öğreten aklın,mantığın! Zor hayat, zor insan...
Nedir ki mutluluk?
Bir geceliğine ihtirassız zevk almak mı? Karanlığını saklayıp aydın olmaya calışmak mı? Sınırsız paranı anlamsız ve amaçsız harcamak mı? Ya da yarını endişe etmeden bugününü atlatmak mı? Daldan dala konup neyin ne olduğunu anlamdan toprak olup uçmak mı?
Sevdiğini söyleyemeden ya da severken kaybolup gitmekten ne kadar zevk alıyoruz değil mi? İstemediğimiz ortamlarda sevimli durmaya çalışmak, kulaktan dolma insanlara itibar ve saygı bağlamak, hayatının yüzde doksanını ailenden cok, calışarak geçirmek? "Herşeye rağmen hayat güzel" diyerek kabullenme politikasında ilerlemek.
Yoksa herşey doyumsuzluk mu? Olanı saymadan yaratmaya çalışmak, yaratılanı unutup yeni bir sayfa açmak. Belki binlerce kere yapmısızdır bunu. Aynaya bakmadan insanları yargılamak. Önyargımıza hakim olamamak. Kapatmışız kendimizi yenilikçi olmaya. Her ne kadar hepimiz herşeyin güzel gittiğini düşünsekte aslında hepimizde bir eksiklik var. Mutlaka olacak diyenleri duyar gibiyim. Amacım hayatın kötü olduğunu kanıtlamak değil, insanlarımızı mutsuzluk için kimi zaman kendisine, çoğu zaman karşısındakine elinden geleni yapmasıdır. Bunları engellemek için ne yapmamız geretiğini bulmaktır. Bulamayacağımıza ne kadar emin olsakta..
Peki nedir ki mutluluk?
Yalnızlığını sıradanlaştırmamak mı? Her gecenin ardında mutlaka seni yaşlandıracak ve sana yeni bir umut katacak olan günün geleceğini bilmek mi? Duygularını saklamaktan vazgeçip özgür ve hür olmak mı? Suskun fikirlerini açıkca konuşturmak mı? Gerektiği zaman arsız ve zamansız çekip gitmek mi? Kendinden üstün olanın yine kendin olduğunu nihayet anlamak mı? Kim bilebilir ki "ZaMaN" amcanın yarın bizi hangi maceralarda oynatacağını?
Hayat güzel. Onu tadınla yaşamak çok daha güzel. Bilirim ki hayat insana çok şey kazandırıyor. Tabi bir o kadar almak karşılığında…
İnsan olmak şereftir. Hayatın bütün nimetleri için şükranlarımızı sunuyoruz. Toprak ana, ihtiyacımız olan her şeyi bize verdiğin için sana teşekkürler.
Toprak Ana'yı kuşatan derin mavi sular, şükür size... bütün canlı varlıkların susuzluğunu gidermek sizin gücünüzdür.
Yemyeşil çimenlere teşekkür ederiz. Onlar çıplak ayaklarımızın altında, bir halı serinliğinde yumuşacık uzanır. Toprak Ana'yı boydan boya döşerler.
Toprak Ana'nın birbirinden nefis yiyecekleri, size de teşekkür ederiz. Siz bize besleyip aç olduğumuz vakit memnun ediyorsunuz.
Meyveler, türlü türlü meyveler... renginiz ve lezzetiniz için şükürler olsun. İlaç yaptığımız bitkiler size de teşekkür, hastalandığımız zaman bizi siz tedavi ediyorsunuz.
Dünyanın bütün hayvanları, paha biçilmez ormanlarımızı temiz tutuğunuz için teşekkür ederiz. Dünyanın bütün ağaçları, bize bahşettiğiniz gölge ve sıcaklık için şükranlarımızı sunuyoruz size. Dünyanın bütün kuşları bizi eğlendiren birbirinden hoş şarkılarınız için teşekkürler.
Şükür sana Dört Rüzgar! Bize nefes almak için dört bir yandan temiz hava getiriyorsun.
Şükür sana Büyükbabamız Gökgürültüsü! Bize canlıları büyüten yağmurları getiriyorsun.
Ağabeyimiz Güneş! Sana da, bizi aydınlatan, Toprak Ana'yı ısıtan ışıkların için teşekkürlerimizi gönderiyoruz.
Büyükanne Ay, şükür sana! Yılda oniki defa yusyuvarlak büyüyüp karanlığa ışık oluyorsun, çocukların ve köpük köpük suların yüzünü aydınlatıyorsun.
Parıldayan, gözkırpan yıldızlar, şükür size! Gecenin göğünü o kadar güzel yaptığınız, yaprakların üzerine ışıl ışıl çiğ damlaları serptiğiniz için şükür...
Geçmiş ve geleceğimizin manevi koruyucuları, bize başkalarıyla ahenk ve barış için yaşamanın yolunu gösterdiğiniz için şükrediyoruz.
Ve hepsinden çok, şükür sana, Büyük Ruh! Bize bütün bu harikulade nimetleri bahşettiğin için şükür... böylece, her gün, her gece mutlu ve sağlıklı olacağız.
Onu bulduğu günü hatırladı Gülnihal.Yağmur yağıyordu.Minicik bedeni sırılsıklamdı ve titriyordu.
Acımıştı haline.Kocasının tüm itirazlarına karşı büyük bir savaş verdi ve o sevimli yavru
köpeği sahiplendi.Ne de güzel günler geçirmişti onunla.İşten eve dönerken daha
sokağın başındayken ayak sesini tanır, koşarak yanına gelir etrafında sevinç gösterileri yapardı.Sabah durağa kadar onunla birlikte çıkar, o otobüse binmeden de geri dönmezdi.
Bilirdi her akşam Gülnihal ona ziyafet çekecek.Yemeğinin tasına konulmasını bir kenarda beklerdi.Hasta olduğu zamanlar tıpkı bir insan gibi inler, naz yapardı.Çok havladığında
kızardı Gülnihal ona.Ve Gülnihal'in gerçekten pişman olduğunu hissedene kadar da,
elinden yemek yemezdi.Yere çömelir, başını bacaklarının arasına saklar,yüzünü
göstermezdi.Böyle günlerde Gülnihal'in kocası verirdi Tombik'in yemeğini.O zaman bile
Gülnihal için için kıskanır, üzülürdü köpeği kendisine küs diye.Kocasına bile kendini
sevdirmeyi başarmıştı şirinliğiyle.Gülnihal komşularından kimi sevmiyorsa Tombik'te onu
sevmezdi.Havlamasından anlardı sokaktan kimin geçtiğini.Senelik izne çıkmıştı.
Biir hafta sonu annesine gitmişti kocasıyla birlikte ve orada kalmışlardı.Gece rüyasında görmüştü Tombik'i. Çok hastaydı,üzerine dikenler yapışmıştı.Halsizdi.Köpeğine birşey olmuş olmalıydı.
Bir kaç gün daha kalma planından vazgeçmişti.Kocası "saçmalama,bu sadece bir rüya" de
diyse de dinlememişti..Eve döndüğünde köpeğini göremedi.Telaşlandı.
Evden uzaklaşmış bir sokak ötede çalılığa gizlenmişti.Sahibinden uzakta ölmek istemişti anlaşılan.Gülnihal saatlerce aradıktan sonra bulmuştu onu.Gözleri akıyordu, ishaldi ve üzeri
ne top dikenler yapışmıştı.Üç gün hastaneye ***ürüp getirdi onu.Serumu bitene kadar
bekledi başında.Ne onun için bozdurduğu altınlar, ne de taksiye verdiği paralar gözündeydi.
Sonraki senelerde yavruları oldu.Hergün işten eve döndüğünde yavruların birer ikişer
eksildiğini üzülerek gördü Gülnihal.Mahallenin yaramaz çocuklarının işiydi.
Resimlerini çekmişti.Ama fırsat bulupta tab ettirememişti onları.
İşten ayrıldığı bir dönemdi.Morali çok bozuktu.Öğle vakti komşusunun kendisine seslendiğini duydu.
Köpeğine sahip çıkmasını istiyor,her gece çöplerini karıştırıp dökmesinden bıktığını, havlamalarından rahatsız olduklarını,erkek köpekleri başına topladığını bu yüzden sokağın gece gündüz köpekten geçilmediğini,çocukları için endişelendiğini söylüyordu.Aslında herşeyin farkındaydı Gülnihal.Komşularını rahatsız etmeye hakkı yoktu.Ama Tombik'ten de vazgeçemiyordu.Ani bir kararla belediyeyi aradı.Kalan tek yavrusuyla hiç değilse güvenli bir yere ***ürülürdü.Bir saat sonra geldiler.Tombik olanca gücüyle havlıyordu görevlilere.
Görevli "tut iğne yapacağız" dedi.Gülnihal tuttu sevgili köpeğini ve boynundan iğne
yapılışını üzüntüyle izledi.Tombik serbest kalır kalmaz deliler gibi koştu sokakta."Başka var mı" dedi görevli.Yavrusunu getirdi Gülnihal.O minicik boynuna iğne yapılırken Tombik gördü
yavrusunu görevlinin elinde.Hızla onlara doğru koşarken tökezledi, takati kesildi, yığıldı
yere.Gülnihal şoktaydı.Tombik yerde sürünerek yavrusuna erişmeye çalışıyordu.
"Yavrusunu ***ür koynuna bırakta daha fazla acı çekmesin.Rahat ölsün" dedi görevli.
Ne diyordu bu adam.Ne ölmesi.Bayıltmamışlar mıydı? Görevlinin elinden aldı yavruyu Gülnihal.Adeta robotlaşmıştı.***ürüp yavrusunu Tombik'in önüne bıraktı.Başını yavrusunun
üzerine koyar koymaz da ölmüştü.Hiçbirşey düşünemiyordu Gülnihal.
"Bir daha da köpek falan besleme tamam mı" dedi görevli dalga geçer gibi.
Ölen Tombik'i ve yavrusunu arabaya atıp uzaklaştı görevliler.Kendi elleriyle öldürmüştü
o çok sevdiği biricik sadık dostunu ve yavrusunu.
Günlerce vicdan azabıyla ağladı.Komşusu özürdilemeye geldi."Ben sebeb oldum.Bu kadar
sevdiğini bilseydim ağzımı bile açmazdım" diyordu.Özür ne işe yarardı ki artık.
Birgün çektiği resimleri tab ettirmek geldi aklına.Hiç değilse resimleri vardı.Heyecanla
fotoğraf stüdyosuna ***ürdü.Ertesi gün almaya gittiğinde şok olmuştu.
Resimlerin hiçbiri çıkmamıştı.Tombik bu sefer sonsuza kadar küsmüştü anlaşılan.Yüzünü
yine göstermiyordu."Yalvarırım Tombik,bir kere gel rüyama.Beni affettiğini söyle ne olur."
diye çoğu geceler ağlayarak uyuyordu.Vicdan azabı duyuyordu.İki canın katiliydi.
İki sene sonra bir gece gördü rüyasında Tombik'i. Gülnihal'i omuzlarından tutmuş,
sarsıyor,hırpalıyordu.Dile gelmiş "bana ne yaptın" diye hesap soruyordu.Korkuyla
uyandı Gülnihal.Ama hala sarsılıyordu.Hem de daha şiddetle.Anlamıştı.Deprem oluyordu.
Eşini uyandırdı.Hızla dışarı çıktılar.Az sonra müstakil evlerinin bir bölümü çökmüştü.
Çöken kısım yatak odalarıydı…
cümleye nasıl başlarsam başlayayım cümleler sana olan sevgimi anlatamıyor zaten anlatmaya kelimeler yetmez , seni sensiz gecelerden yazdım gözyaşlarımla yazdıklarım ve çizdiklerim arasında kalacaksın en önemliside kalbimde kalacaksın her seven adsız kahraman
insan sevdigi ve sevildigi kadar insandır seni yagmurlu gecelerde gözyaşlarım sevgini büyüttüm aşkların en güzelini sende tatdım en büyük aşkı sende tattım.seni enkaz altından sag çıkan bir çocugun anne babasına olan özlemi gibi derin ve çaresiz özledim SENİ.......
insan seviyorum der ama buna kendi bile inanmaz önemli olan seviyorum demek degildir bunu kalbin ile doğrulamaktır seninle birlikte aşkı tattım......
KÜÇÜGÜM SENDE BİRGÜN SEVECEK OLURSAN SAKIN BENİMKİ GİBİ
SEVME!!...........
Uyku mağrurluğunu hala atamamıştı gözlerinden minik kız. Bugün bayram diyerek sabahın erken vaktinde uyandırılmışlar, eskiler arasındaki giyeceklerinden en cicilerini giymişlerdi. Zeliha uykusunu alamamış olmanın üzüntüsünü yaşıyordu hala, bayram sevinci birilerini beklemekti. Onun da sevinmesi gerekiyordu, ilk günüydü henüz bayramın. Neden sevinecekti ki, çünkü çoktan terkedilmişlik vurmuştu kıyısına hayatın...
Kendisi gibi hayatının önünde diz çökmüş diğer arkadaşlarına baktı Zeliha. Bugün gelecek hediyeler için her birinin gönlü pırpır ediyordu. Gelenlerden bazen nefret ediyordu. Ona göre çocuk esirgeme kurumuna gelen herkes, onlara sadece acıyarak bakıyor ve ardından hızlı hızlı kendi hayatına kaçıyordu. Zaten ilk gelenler hediyeleri dağıtır, ardından bir daha uğramazlardı. Herkes gittikten sonra toplanıp herkesin elinden alınan hediyelerde cabasıydı. Minicik mutlulukları çok görülüp, hediyeleride toplandıktan sonra, hepsi boyunlarını daha çok büker, gözyaşlarına kavuşmak için minik yataklarına giderlerdi..
Oyuncakların, kalemlerin elinden alınmasına hiç bir zaman üzülmemişti zaten. Çünkü hiç birinin önemi yoktu onun için. Ne oyuncak istiyordu nede boya kalemleri. O sadece tüm şefkatiyle sarılacak ve başını boynuna gömebilecek birini istiyordu. Tozlu pencereye yaklaştı, gökyüzüne dikti gözlerini. Kuşları izlemeye başladı her zaman ki gibi. Anneside bir kuş olup gitmişti çünkü. Öyle anlatılmıştı ona " Annen kuş olup cennete uçtu yavrum, artık benim kanatlarımın altındasın.." Oysa başka bir kadın girince hayatına, ne çabuk kırılmıştı kanatları babasının..
- Pencereden uzaklaş Zeliha! Bugün bayram, çabuk arkadaşlarının yanına gel!..
Öğretmeninin öfkeli sözlerini duyunca irkildi. Boynunu hemen bükerek arkadaşlarından Kaya' nın yanına gitti. Annesini izlemek bile çok görülüyordu ona burda. Bayramlaşma sefasından sonra, kahvaltıya geçildi. Çok zor geliyordu kahvaltılar minik kıza.. Bu yumurtalar hiç bir zaman anneciğinin yaptıkları gibi değildi. " Rafadan sever zeliham " diyerek pişirirdi annesi yumurtaları. Ardından miniğini kucağına alır, bir eli saçlarında, diğer eli yumurtada, kaşık kaşık doyururdu yavrusunu. Ne çok özlemişti saçlarında gezen ellerini.. Gözlerini kapattı, gözyaşları görünmemeliydi. Hem böyle daha iyi hatırlıyordu, şefkat boynunun kokusunu..
En kıymetliyken, istenilmeyen olmak.. En çokta bu acı geliyordu. "Ah anacım, amansız bir hastalığa tutulmanın sırasıymıydı" diye mırıldandı. Neden yapayalnız bırakmıştı kıymetlisini ? Can yanmasın diye saçlarını bile saatler süren zaman dilimlerinde tarardı. Oysa şimdi en son ne zaman yıkandığını bile hatırlamıyordu. İçini çekti ve dua etmeye başladı. " Allahım, yalvarırım sana, eğer ufacık seviyorsan beni, annemi bir geceliğine gönder tekrar bana.. Ellerimi, yüzümü yıkayıp yatağıma ***ürsün beni.. Sıcacık koynuna alıp sarılsın bana.. Mis kokusuyla bir gece uyumama izin ver.. Ne olur.. " Yakarışını bitirince, günahsız ellerini masum yanaklarına sürdü...
Yırtık çoraplarının bile bozamadığı tüm ciciliğiyle gidip en köşedeki tabureye oturdu ve gelenleri izlemeye başladı. Tek tük insanlar geliyorlar, her zaman ki gibi oyuncaklar dağıtıp kaçıyorlardı. Arkadaşları yine çok seviniyorlardı. Ahmet' e takıldı gözleri, nasıl mutlu görünüyordu. Onun adına Zeliha da sevindi. Akşama kadar mutlu olacaktı çünkü kader yoldaşı. Acı gerçekler yine akşam ortaya çıkacak, hepsi uyku ilacını süreceklerdi yaralı gönüllerine..
Yıllar su gibi akıp geçti. Ahmet bir gün bir çatışmada ölmüş, kaya ise bir çok arkadaşı gibi uyuşturucu batağına saplanmıştı. Kız arkadaşlarının halini hiç düşünmedi bile.. Çünkü onlar sevgisiz büyümüşlerdi. Üstelik her işe bir kanatları kırık başlamışlar ve hiç bir yerde dikiş tutturamamışlardı. Onlar kanatsız kuşlarıydı yaşamın. Eksiktiler çünkü " günaydın çocuklar " ile " iyi geceler çocuklar " sözlerinde aramışlardı şefkati..
Yıllarını geçirdiği hayat evinin kapısını ürkekçe açtı Zeliha. Ellerindeki oyuncakları çıkartıp tek tek çocuklara dağıttı, ardından hep birlikte onlarla oynadı. Boya kalemlerini sona saklamıştı çünkü anne yüreğini çizdirecekti bu yavrucaklara.. Oyunlar oynandı, resimler boyandı, ama Zeliha hala üzerindeki burukluğu atamamıştı. Yavaş adımlarla yan odaya geçti, pencerenin önüne baktı. Ayağında dizi yırtılmış, siyaha çalan beyaz bir çorap, üzerinde kırmızı beyaz eteği ile gökyüzüne bakan tombul yanaklı minik kızı arıyordu..
Aradığını tam pencerenin önünde buldu. Kalbi heyecanla çarpmaya başlamıştı. Yavaşça arkasından yaklaştı, lüle lüle sarı saçların arasına elini daldırdı. Sanki onu bekliyormuş gibi minik kız çocuğu döndü ve " Ablacım ismim Esra, bana sarılır mısın ? " diye sordu. Zaman çoktan durmuştu. İsmi Esra idi demek. Ne önemi vardı ki ismin, yıllar önce buradaki minik kız kendisiydi ve ismi Zeliha idi. Yavaşça eğildi, minik esra' ya şefkati anlatırcasına sarıldı. Boynuna gömülen minik başı okşayarak fısıldadı " Elbette miniğim, sarılmak bir yana bu gece seni koynuma bile alacağım... " Kadere bayrak açmışçasına daha bir sıkı sarıldılar. Esranın fısıltısı duyuldu, duvarların gözleri çoktan dolmuştu... " Allahım, teşekkür ederim...
Atatürk Amasya ziyaretinde.. Vali konağında yörenin ileri gelenleri ile sohbette. Bir ara tam karşısında oturan birine takılır gözleri. Yaşı ellinin üzerinde bu adam beline kadar inen sakalıyla Atatürk'ün dikkatini çeker. Ata, yanındaki valinin kulağına eğilip sorar;
- Kimdir bu?
Vali cevap verir;
- Efendim kendisi Şıh'tır. Yörede çok hatırlısı vardır.
Atatürk Şıh'ı yanina çağırır ve;
- Bak baba, imanın ölçüsü sakalın boyunda değildir. Şunu rica etsem de en azından Peygamber efendimizinki gibi kısaltsan der ve eliyle de boyunaltı hizasini gösterir.
Şıh;
- Emrin olur Paşam diyerek yerine çekilir.
Aradan zaman geçer, bir akşam Atatürk Amasya'daki Şıh ı hatırlar ve Vali'yi telefonla arayıp durumu sorar. Vali Şıh'ın sakal boyunda en küçük bir kısalma bile olmadığını anlatır. Atatürk telefonu kapatır, kağıdı kalemi eline alır ve az sonra yaverini çağırıp, yazdığı yazıyı Amasya Valiliği'ne tebliğ etmesini ister.
Ertesi gün Amasya'dan bir haber gelir ki Şıh Efendi Ata'yı görmek üzere Ankara'ya doğru yola çıkmıştır diye ...
Şıh gelir, Ata'nın karşısına çıkar. Sakal tamamen kesilmiş, sinekkaydı bir tıraş olunmuş, saçlar kısaltılmış, kılık kiyafet baştan sona değiştirilmiş, bambaşka bir görünüme bürünülmüştür. Atatürk'ün mesai arkadasları bu değişimi anlayamaz ve Ata'ya sorarlar;
- Aman Paşam, o Şıh ki sakalına el dahi sürdürmezdi, siz ne ettiniz de kökünden kesmesini sağladınız?
Ata gülümser, sonra da yanındakilere dönüp;
- Dün akşam Amasya Valiligi'ne bir yazı gönderdim ve Şıh'ı Afyon'a vali atadığımı bildirdim der.
Ardından da yeni bir yazı hazırlayıp nazırına bu yazıyı da Şıh'a vermesini söyler. Yazıda şöyle yazmaktadır;
- Inancın ölçüsünün sakalda olmadığını anladığına sevindim. Valilik meselene gelince, bugün koltuk uğruna kırk yıllık sakalından vazgeçebilen yarın başka şeyler için milletinden bile vazgeçebilir. Seni böyle bir ikileme mahkum bırakmayalım. Kal sağlıcakla...
Ilık rüzgarla gelen bir müzik sesiyle dalıverdim uzaklara; "Aşık olmak günahsa ben bir günahkarım, pişman değilim tanrım…" diyordu yumuşak bir ses… bir sızı saplandı ilk önce kalbime… sensizlik yüreğimi yakıyordu, sana hasrettim… sarı kurumuş yapraklar arasında yürürken rüzgarın yüzüme vurmasıyla kokunu duydum sanki… yalnızdım… mutsuzdum, sen yoktun… ebediyen gitmiştin…
Şimdi yanımda olsaydın kollarınla beni sarar, yüzüme dağılan saçlarımı parmaklarınla düzeltirdin.. iki taraftan kulaklarımın arkasına sıkıştırır, "Böyle daha güzel aşkım"derdin… yüzüme düşen saçlarına tuzlu gözyaşlarım karışıyor şimdi. "Sakın ha ağlama, seni birgün bile ağlarken görmek istemiyorum" derdin bana… şimdi bir yerlerden bakıyorsa gözlerin üzülüyorsundur… ama gözyaşlarıma söz geçiremiyorum sevgilim...
Hani biz sonsuza kadar mutlu olacaktık? Hani birbirimizi terketmiyecektik? Neden beni tek başıma bırakıp gittin aşkım.? Kaza haberin geldiğinde inanamadım… evimizden nasıl çıktığımı bile hatırlamıyorum… hastanede seni öyle kanların içinde baygın bir şekilde görünce dünya başıma yıkıldı… elini tuttum ve sen gözlerini açtın "Sakın ha! Sakın elimi bırakma" dediğin zaman bile "Gözlerindeki ormanda yağmur yağmasın" dedin… yanaklarımdan süzülen sicim gibi yaşlar yüzüne döküldüğünün farkında bile değildim.. ameliyathanenin kapısına kadar elini hiç bırakmadım ve mecburen elini ayırdılar benden… saatlerce o odada kaldın… çıktığın zaman komadaydın… doktorlar ümitsizce gözlerime bakıyordu… seni odana ***ürdüler.. neydi, neden o makinaları vücuduna bağlamışlardı.? Sen yaşayacaktın.. beni bırakmayacaktın yemin etmiştin..yavaşça elimi elinin üzerine koydum.. hiç kıpırdamıyordun… günlerce başucunda bekledim… farkında bile değildin… hep uyuyordun… yanında seni beklerken; geçirdiğimiz günler!
bir film şeridi gibi gözlerimden geçti… beni kızdırmaların, sinirletmelerin ve ondan sonra gönlümü almak için bütün evi ben yokken çiçek bahçesine çevirmen… doğumgünlerimizde birbirimize aldığımız müzik kutuları… hani son doğumgününde sana mavi bir kazak almıştım da hemen giyip mankenlik yapmıştın ya ve ben seninle dalga geçmiştim sen de pastayı alıp yüzüme yapıştırmıştın ve sonra da bütün evi pastayla alt üst etmiştik… ne kadar deliymişiz, ne kadar aşıkmışız… mavi kazağını son gördüğümde kanlar içindeydi.. kaza günü onu giyiyormuşsun meğer… çok sinirlettin beni, nasıl çıkacak şimdi kazaktaki kan lekeleri? Olmadı şimdi, iyileşir iyileşmez kazağını sen yıkayacaksın.. onu sana ben aldım atmak olmaz ki…
Hala uyanmadın… bir hafta geçti hiç bir kıpırtı yok…doktorların biri gidiyor biri geliyor.. söyledikleri hiçbirşeyi artık anlamıyorum.. bu arada o yağmurlu gün geldi aklıma.. bisikletlerle yarış yaptığımız o gün.. hani ani bir yağmur başlamıştı da eve zor yetişmiştik.. balkonda durup yağmuru izlerken bir gün bebeğimiz olursa ismini Yağmur koyalım demiştik… bizim yağmurumuz yaz yağmuru olsun demiştik…
Ve bir gün daha geçti işte, yanında sen o yatakta hareketsiz yatarken bir gün daha geçti… elim elinde.. ve başım yatağın yanında, kendimden geçmişim.. ve aniden elin elimde kıpırdadı.. aniden kırmızı, şiş gözlerimi sana çevirdim… ve gözlerini açtın… o halinle bile gülümsüyordun bana… dudaklarına küçücük bir öpücük kondururken sessizce gözlerimden yine bilinçsizce tuzlu gözyaşlarım dudaklarına düştü… kızar gibi yine baktın bana… "Tamam" dedim "Ağlamıyacağım…"
Gözlerime baktın buğulu… hiç beklemediğim bir anda dudakların kıpırdamaya başladı "Affet beni" dedin, "Birbirimizi terketmiyecektik, hala daha da seni terketmedim ama…." dedin ve gerisini duymak bile istemiyordum, parmaklarımla dudaklarını kapattım, "Konuşma, yorulma, sonra konuşuruz" dedim ama başınla "Şimdi" dercesine işaret ettin… "Şehre inmiştim, yıldönümümüz için beğendiğin tek taşlı pırlanta yüzüğü alacaktım, aldım da… yanında 25 tane gül vardı, arabanın torpido gözünde yüzüğün, koltukta da güllerin vardı" dedin… ve devam ettin "Hayatımda geçirdiğim en güzel yılları seninle paylaştım, gözlerim, kalbim hep yanında olacak, arabadan emanetlerini almayı unutma" dedin bana… gözlerimdeki yaşları artık durduramıyordum… "Bir dahaki sonbahara yürüdüğümüz yolda yanlız yürüyeceksin ve çok güçlü olacaksın, beni affet aşkım seni bensiz bırakıyorum, seni canımdan çok seviyorum, son bir öpücük ver bana" dedin ve bir elim elinde bir elimle alnını okşarken istediğini yaptım dudakların !
sıcaktı ve aniden makineden ince bir ses geldi, elin elimden kopuverdi…. Gözlerin yavaşca kapandı…. Doktorlar koşup geldiler… öylece orda kalıverdim hareketsiz kaldım, donmuştum, sen yoktun artık… doktorlar seni ***ürdüler… artık sen yoktun, yanlızdım..
Ve şimdi sensiz geçen ilk sonbahardayım… yürüdüğümüz yolda kurumuş yaprakların arasında tek başınayım. Arabadan bana getirdikleri emanetlerimin biri evde diğeri parmağımda… yüzüğünü yaşadığımı sürece parmağımdan, güllerini yatağımın yanından hiç ayırmayacağım… mavi kazağını yıkadım, temizledim… yastığının üzerinde duruyor..
Hazan mevisimi, hüzün mevsimi… aşk mevisimi.. ayrılık mevsimi…
Kulağımda bana söylediğin şarkıyla yürüyorum tek başıma söz verdiğimiz gibi sarı yapraklı yolda....
Hayatı elinde sıkıca tutan, sıka sıka avuçlarını kanatan biriydi. Her iki tarfı ağaçlarla kaplı yolları arkadaş edindi. Yürüdüğü zamanlar arada bir arka cebine uzanırdı eli. Çekip çıkarırıdı cüzdanını, kimliklerini, henüz kapısı çalınmamış adreslerin yazılı olduğu kağıtlarını, telefon numaralarını, fotoğraflarını, az ama öz parasını karıştırırdı. Sıkıldığında, cüzdanını yine arka cebine koyar, yavaşlayan adımlarını hızlandırırdı. Çılgın bir çizgi film kahramanının resmi vardı cüzdanında; onu eline her alışında çocuklaşırdı.
Hayatı hiç ama hiç kendine bırakmadı. Tokatladı, tekmeledi, iki üç şekerli çay sohbetlerinin dibi de eritti. Kendini anlatmasını, anlattırmasını sohbet aralarına adını karıştırmayı öğrendi. Karşısındakinin yüzünü sahte tebessümleriyle çizdi; yabancı yüzlerde sevecen anlar, anılar bıraktı, sevindi...
Hayatı mavi tuğlalarla ördüğü duvarla çevirdi, duvarın üstüne bulutlar ve martı resimleri çizdi. Bulutlarla oyun hamuruyla oynayan çocuklar gibi oynadı, martılara ekmek attı gerçek tebessümler edindi.
Hayatı satıraralarında, tamamlanmamış cümlelerinde, yarım kalmış öykülerinde gizledi. Parçlı bulutlu düşledi, üç noktalı düşler edindi. Küçük harflerle yüksek sesle düşündü. Ön kapısından girdi, arka kapısından çıktı hayatın. Zamanın dışında kaldı, siyah beyaz oldu her şeyi.
Hayatı içini sıktı. Sigara içmeleri, gökyüzünü seyretmeleri cebindeki bozuk paraları denize fırlatıp, etrafa deniz sıçratmaları, yorulana dek gezmeleri oldu. Kaldırım çizgilerine kırıldı. Kaldırımsız ve çamurlu caddeleri sevdi. Yalnızlığını çamura buladı, yağmuru sevdi. Yıldırımları kül rengi bulutları içine çekti, ağladı.Yorulana dek ağladı, yorgunluğuna sarılıp uyudu.
Bir gece, elinde içtiği üç şekerli çayı, dudağıda sigarası balkona çıktı. Gökyüzündeki bulutlara takıldı gözleri ve bir bulutun ardından Ay fısıldadı:
- SAKLAMBAÇ OYNAR MISIN BENİMLE?
- OLUR dedi ve gözlerini kapadı. Yüzünü bulutlardan birine yasladı ve ardından kendini boşluğa bırakıp saymaya başladı;
Keşke tekrar çocuk olabilseydi. Keşke tekrar komşusunun kızı ile lunaparka ilk kim gidecek yarışması yapabilse, lunaparka girer girmez salıncağa doğru son sürat koşabilseydi. Hızlı hızlı nefes alıp vermelerin ardından, yan yana salıncaklara binip sallansalardı. Boşlukta sallanma duygusu şu andaki gibi değildi. Çok güzel ve çok anlamlıydı. Kendini geriye doğru çeker, ayaklarını uzatarak gökyüzüne doğru çıkardı. Ayaklarını salladıkça hızlanır, hızlandıkça içinde birşeyler kayıp giderdi. Sanki biraz daha hızlansa salıncakla beraber gökyüzüne kadar çıkacak, kuşlara eşlik edip onlarla beraber uçabilecekti. Belleri ağrıyıncaya dek salıncakta sallanır, ardındanda arkadaşı ile beraber yakınlarındaki göle girmek için yine yarış yaparlardı. Ah salıncak ne güzeldi.. Ayaklarını salladı..
Hızlı delikanlılığını hayal etti. Karanlıktan korkmaz, korktuğu herşeyin aksine üstüne üstüne giderdi. Onu kimse yıldıramaz, kimse gözünü korkutamazdı. Bileklerinin çelikten yapıldığını hayal eder, kavgaya girmekten çekinmezdi. Gözükaraydı, bu yüzden çok dayak yemiş ama hiç birinden de pişman olmamıştı. Mahalleli zaman zaman onu görünce yolunu değiştirir bile olmuştu. Sonraları girdiği işlerden teker teker kovulmuş, artık serseri sınıfına girdiğini farkedince iş işten çoktan geçmişti. O bu dünyanın saçma sapan kurallarını kabul etmiyordu. Sabah kalkmak, işe gitmek, eve dönüp ailesiyle zaman geçirmek ona saçma geliyordu. Hayata bir defa geliyordu, çoluk çocukla vaktini harcamamalıydı. Akşamları arkadaşları ile gezer, gece olunca tek başına sokaklara çıkardı. Herkesin uyuduğu saatlere kadar dolaşır, ardından lunaparka giderdi. Kuşkulu gözlerle etrafına bakar, kimsenin görmediğinden emin olunca hemen salıncağa biner ve sallanmaya başlardı. Bazen bir yıldızı gökyüzünden tutup, cebine atacakmışcasına hızlanır ve saatlerce sallanırdı. Ayaklarını tekrar salladı...
O günü anımsadı. Yer yer bulutluydu anıları. Nasıl olmuştu, herşey nasıl çabuk gelişmişti anlayamamıştı. Babası, son kavgasında komşularının burnunu kırdığını duyunca onu evden kovmuştu. " Sen işe yaramazsın, sen benim evladım olamazsın! " demiş ve yol göstermişti. Onun evladı nasıl olabilirdi ki zaten? Bir defa kucağına alıp sevmiş miydi ki, şimdi sen benim oğlum olamazsın diyordu? Hatta çocukken çoğu zaman, ailesinin onu yetimhaneden yada bir cami avlusundan evlat edindiğini düşünürdü. Yoksa insan kendi çocuğuna bu kadar soğuk davranamazdı. Kıyamazdı..
Bu düşünceler içinde yürürken, bir anda biriyle çarpışmıştı. Çarptığı bir yanında eşi olan bir kadındı ve yere düşmüştü. Kadının burnu kanıyordu. Şok olmuştu. Eğilip yardım etmek istedi ama edemedi. Öylece bakakaldı. Durmadan ardı ardına " Birşeyiniz varmı " diyordu. Kadının kocası paniklemiş, karısını kaldırmaya çalışıyordu. Sayıklamaları adamın bağırmasıyla son buldu. " Önüne bakmıyor musun yürürken? Ne biçim yürüyorsun lan sen! " İsteyerek yapmamıştı ki, neden bağırıyordu bu adam ona. Sinirlenmişti. " Bilerek çarpmadım, karını kaldır al voltanı! " diye bağırdı. Sözlerinin hemen ardındanda burnuna bir yumruk yedi. Burnunun acısıyla gözleri karardı. Cebindeki sustalısını çıkardı. Seri hareketlerle adamın sırtına sokup çıkarmaya başladı. Gözleri yerlere dökülen kanları bile görmüyordu. Heryer siyah beyazdı sanki. Fakat bu adam ona sebebsiz yere vurmuştu, sinirlendirmişti. Arkasından gelen feryatlar kulağını acıttı. Döndüğünde, burnu kanayan kadın tırnaklarıyla yüzünü gözünü çiziyor, bir taraftanda " Caniii! " diye bağırıyordu. Her yeri titriyordu, kadını itelemeye çalışıyor, fakat kadın geri gelip tüm gücüyle tekrar ona saldırıyordu. Yüzü kan içinde kalmış, yer yer sızlıyordu. Bıçağını geriye doğru çekip, hızla kadının karnına sapladı. Sokak çığlıklarla inledi. Bıçağını çıkarıp tekrar sapladığında, kadın üzerine yığılmıştı.
Kadınla birlikte yere yığıldı. Herşey otuz saniye içerisinde olup bitmişti. İki insanın canına kıymış, onları hayattan men etmişti. Başından aşağı kaynar sular boşaldı. Nasıl yaptığını, nasıl olduğunu bile anlayamamıştı. Elleri hala titriyordu ve bıçağıda elinden bırakamamıştı. Başı zonkluyordu, iki insan öldürmüştü. Bu kavga etmeye yada başka birşeye benzemiyordu. Yüreği alev alev yanarken gözleri kadına çarptı. Gözbebekleri büyüdü. " Hayır hayır " diyerek gözlerini sımsıkı kapattı. Gözlerini açmak istemiyor ve kadının karnında ki şişliği görmek istemiyordu. Gözkapaklarını korkarak açtı, evet kadın hamileydi..
Kulakları çınlamaya başladı. Herşey bulanıklaştı. Zaman yavaşladı, yavaşladı ve durdu. İki kişiyi öldürmenin verdiği buz gibi soğuğun etkisini henüz üzerinden atamamışken daha büyük bir facia yaptığını anlamıştı. Etraftan gelen uğultuların arasında bir bebeğin ağlamasını duyuyordu. Sanki kadının karnından çığlıklar geliyordu. " Amca neden!.. " Boğazı kurumuştu, hızla etraflarınında toplanan kalabalığa, aptal aptal bakıyordu. O bir bebeği de öldürmüştü. Henüz doğmamış bir yavrunun, salıncakta sallanma hakkını elinden almıştı. Hiç doğmayacak, hiç büyüyemeyecek, hiç parka kadar yarış yapamayacak ve asla salıncakta sallanamayacaktı. Şuursuzca kanlı ellerini yüzüne ***ürdü. Yüzünü kapattı, kimse görmemeliydi bu büyük utancını. " Hayııır " diye bir feryat kopardı. Ama sesi çıkmıyordu. Tekrar bağırdı, hayır hiç kimse duymuyordu. Ellerini yüzünden çekti ve belirsiz hareketlerle gökyüzüne baktı. Gökyüzü bile kana bulanmıştı. Bir kaç kuş uçuyordu. Kanatlarının her hareketini takip edebiliyordu. Öylesine yavaş uçuyorlardı ki, sanki hayatı yavaş çekimden yaşamaya başlamıştı. Doğmamış bir yavru ve mutluluklarının gelmesini dörtgözle bekleyen bir ailenin ortasındaydı. Dişlerinin takırtıları arasından " İstemeden oldu " demek istedi. Fakat boğazından sadece hırıltılar çıkıyordu. Başı dönüyor, halen kulağında " Ben salıncakta sallanacaktım amca, neden!? " çığlıkları çınlıyordu. Yüreği kanadı, kanadı, kanlar gözlerinden akmaya başladı. Hıçkırıklar eşliğinde, kendini kana bulanmış asfalta bıraktı. Artık hiç birşey hissetmiyordu. Zaten ondan sonrasınıda hatırlamıyordu..
Düşüncelerden sıyrıldı. Kalbi teklemeye başlamış, her saniye vücuduna sancılar saplanıyordu. Nefessiz kalmak o kadar kötüydü ki, gözlerini bile açamıyordu. Yavaş yavaş hareketsiz kalıyordu. Ah tekrar keşke çocuk olabilseydi ve bir ömür boyu salıncakta sallanabilseydi. Acıdan boğazını artık hissetmiyordu. Son bir kez ayaklarını salladı ve hareketsiz kaldı. Birazdan darağacından indirilecekti ve bir daha asla salıncakta sallanamayacaktı, çünkü artık o bir cesetti...
Sana akıyorum, hiçbir şey bu akışı geri çeviremiyor. Çünkü sen her taraftasın. Sağımda, solumda, arkamda, karşımda. Ne yana dönsem, ne yana yol almaya kalksam ulaşılacak her noktada sen duruyorsun.
Sana akıyorum, çünkü senin yolunda yürüyorum. Önüme çıkan hiçbir sapak, hiçbir kavşak ilgilendirmiyor beni. Yürümenin en zor olduğu yol bu belki de. Ama tozundan, toprağından, çakılından, çalısından şikayetçi değilim ben bu yolun. Sana ulaşmak için attığım her adımla mutlu oluyorum.
Sana akıyorum, çünkü hayatın akışı kadar doğal sana akışım. Doğa, her cinsin yaşayabilmesi için nasıl kurallar koymuşsa, benim yaşamamın da var olmamın da kuralı sensin.
Sana akıyorum, çünkü sesin de cismin de kuşatmış durumda beni. Senin kuşatmana karşı savunma yapmıyorum. Kalemin bütün kapıları açık. Yıkıcı bir kuşatma olmadığını biliyorum. Böyle bir teslimiyet rahatsız etmiyor beni.
Sana akıyorum, çünkü yüzüne, gözlerine, ellerine baktıkça kendimi görüyorum. Sesine yüklediğin gizli anlamları çözerken hep kendimden bir şey buluyorum.
Sana akıyorum, çünkü paylaşacak daha çok şeyimiz var. Bugüne kadar paylaştığımız her şey, daha sonra paylaşacaklarımızın da habercisi. Hayatın herhangi bir yerinde bir çiçeği birlikte tutup, birlikte koklamak, sonra o kokunun bize verdiği hazla sıkı sıkı sarılmak istiyorum sana.
Sana akıyorum, çünkü bir insanı tutkuyla, beklentisiz, delice sevmenin ne anlama geldiğini biliyorum. Birini böyle seveceksem, bu sadece sen olmalısın.
Sana akıyorum, çünkü seninle yaşamak sonu hiç gelmeyecek bir şölene benziyor. Bu şölenin tadını çıkarıyorum. Böylesine keyifli, böylesine eğlenceli bir şöleni yarıda bırakıp gitmek istemiyorum.
Sana akıyorum, çünkü 'hayatın uslanmaz ruhusun' sen. İşte ben bu ruha aşığım aslında. Seninle yenileniyorum, seninle yüreğime çöreklenmiş ne kadar kötülük varsa arınıyorum.
Sana akıyorum. Bütün coşkumla... Aşka dair ne varsa benimle birlikte onlar da akıyor sana. Benim gibi coşkun bir denizi aktığı yolu çok iyi bilen bir ırmağa çevirebilecek tek güç sendin. Orada kal. Ayrılma yolumun üzerinden. Sana ulaşamasam da bu yolda olmak bile yeterli bana
hayat dediğimiz aldatmaca içerisinde kendi gerçeklerimizden kaçarak yaşıyoruz.belkide kendi gerçeklerimizin ne olduğunun farkında değiliz.kendimizi yaşadığımız duyguları isimlendiremeyecek aldatmacalar içerisine sokmakla gerçeklere ulaştığımızı sanıyoruz.geriye dönüp bakmak ihtiyacı hissedebilsek ne kadar yanıldığımızın farkına varacağız.ama nedense bir tülr yapımcı gayreti ve cesaretini kendimizde bulamıyoruz.daha ne kadar kaçacağız:kendimize gelme zamanı geldi artık
işte benim gerçeklerim:
inanmışımdır bağlanmışımdır her şeyimi adayacak kadar çok sevmişimdir.ama sen bundan çok uzaktasındır.ben sana bütün ömrümü adamışımdır sen bunun farkındabile değilsindir.
bir unutursun şarkısı tutturmş gidiyorsun.bir gün karşıma çıkarsın diye sonsuz bir sabırla bekleyişimden haberin yoktur.
hiç tükenmeyen bir umutla bekleyişimin aslında kendimi kandırmacadan başka bir şey olmadığının farkında olmama rağmen seni beklemekteyimdir.şunu biliyorum ki:savaşım yeni başlamıştır!ne yaparsa yapsın seni unutturamayacak olan zaman celladına karşı olan savaşım....
bu cellat sensizliğe alışmayı öğretecek belki ama,
UNUTMAYI ASLA
Gecelerin karanlık esaretinden, aydınlığına sığındığım güneşim.. Bütün geceleri bırakıp, yüreğimin bütün kızıllığıyla düşlerde seni yaşamaya geliyorum.
Geceleri kapatıyorum, ilkbaharda çimenler nasıl kaplıyorsa toprağı, kapattığım an gözlerimi, karanlığında yeşilliğini görüyorum. Biliyor musun, ilk defa yeşili bu kadar çok seviyorum.
Sadece yeşili mi? Evrendeki bütün renkleri ilk defa bu kadar canlı görüyorum. Aşkın sembolü olan gülün asilliğini, göğün sonsuz maviliğini, bulut beyazını, güneş sarısını ilk defa bu kadar çok seviyorum.
Sabah kalktığımda; sabahın serin nefesini, günün tazeliğini yeni yeni farkediyorum. Ve ilk defa yaşıyorum böyle dolu dolu. Hayatı seninle seviyorum..
Seni seviyorum.. Seni sevdiğim için katlanıp hayatın zorluklarına, yaşamı sevmeyi öğreniyorum. Seni sevdiğim için gülebiliyorum böyle içten, güne mutlu başlamaya karar verişim hep seni sevişimdendir.
Seni düşündüğüm an, yüreğimdeki mutluluğu tebessümlere döküyorum. Güzelliklerde hep seni görüyorum. Seni düşünmekten bitkin düşüyorum bazı geceler. Bu tatlı yorgunlukla yarı kapanan gözlerimde gülen halin beliriyor. Hayalini karşıma alarak uyuyorum, aynı hayalle uyandığım uykularımı...
Güneş doğar doğmaz, geçip göz kamaştıran sıcaklığının karşısına, sana seni ne kadar çok sevdiğimi anlatıyorum. Seni sevdiğimi söyleyerek başlıyorum güne ve yine mutlu olmaya karar veriyorum. Mutlu olabiliyorum. Mutlu olmam için o kadar çok neden var ki; göğün sonsuzluğunda, ağaçların yeşilliğinde, güneşin sarısında hep seni görüyorum, kulağıma gelen güzel seslerde seni işitiyorum.
Rüzgarın tatlı serinliğini, yüreğimi okşayan sevgini hissediyorum ve bütün güzelliklerin farkına varmamı sağlayan yari, yiğidi seviyorum. Mutlu olmam için o kadar çok neden var ki..
Ve biliyorum bana gülüm deyişi kadar sevdiğim gülümseyişini, bir sabah dudaklarına takıp beni mutlu edeceksin..