Efsaneler

Aynalı Mağara Efsanesi

Güzelce Kız, bir kral kızıdır. Dünyalar güzelidir. O kadar güzeldir ki; görenler dayanamaz, yıldırım düşmüş gibi kendilerinden geçerler. Bu yüzden genç kız, hep peçeli gezer, güzel yüzünü kimseye gösteremez.

Artık zamanı gelmiştir diye düşünen babası, dört bir yana haberciler çıkarır kızını evlendirecektir ama kim kızının peçesini açıp güzelliğine dayanır, onu dünya gözüyle seyredebilirse kızını ona verecektir.

Bu çağrıya yedi iklim, dört bucaktan şehzadeler, vezir çocukları, dünya zenginleri, yiğitler, bilginler, kısacası gençliğine, bilek gücüne güvenenler dört nala Amasya’ya gelirler.

Amasya meydanında kurulan özel bölümde bulunan Güzelce Kız bekleye dursun. Kendine güvenen delikanlılar cesaretlerini toplayamaz, yanına yaklaşan ise peçesini kaldırmak istediğinde eli titrer, dizlerinin bağı çözülür. Bu sahneler günlerce devam eder. Bir gün fakir mi fakir, ama yiğit mi yiğit, gerçekten güzel, alımlı bir delikanlı “Ben de şansımı denemek istiyorum!” diye destur alıp tahtın yanına yaklaşır. Herkesin şaşkın bakışları arasında hiç vakit geçirmeden Güzelce Kız'ın peçesini kaldırır. O an öyle bir elektriklenme olur ki, bir aydınlanma, bir alev, bir ateş sarar etrafı. Kimse ne olduğunu anlayamaz. Meydanda bulunanlar korkudan yerlere kapanır. Sonra, sonsuz bir sessizlik içinden kömür kesilir iki genç, yan yana uzanmış şekilde.

İki gencin cesedi, şehre yakın yerdeki bağ ve bahçelikler yanında bulunan kaya mezar içinde iki ayrı odaya gömülür. Bu kaya mezarının dışı güneşle birlikte Güzelce Kız’ın yüzü gibi parlamaya başlar. Bu parlaklığından dolayı da, daha sonra kaya mezarın adı " Aynalı Mağara" diye ünlenir.
 
Isparta-Anamas (Dağı) Yaylası İsminin efsanesi

Isparta'nın Anamas Yaylası Sütçüler, Beyşehir Gölü, ve Ş.Karaağaç arasında bulunun geniş yaylanın adıdır. 1500 metre yüksekliği bulmaktadır. Bir zamanlar Aksu ilçesine,Anamas dağına ve yaylasına Anamas denmesi ile ilgili olarak iki söylence bulunmaktadır.

Söylencelere geçmenden önce bu bölgede bilinen ilk medeniyet Hititlerdir. Hititler döneminde (MÖ 1800-1200) bölgenin adı Pitaşşa olarak geçmektedir. çevre ilcelerin geçmişi MÖ 8000-5500'e kadar uzanmaktadır.

Anamas nedir nasıl doğdu şimdi bunlara bakalım

birinci anlatım

vaktiyle bu bölgede yaşayan fakir bir ailenin oğlu, anasının yanlış telkinlerine kapılarak küçükken yumurta ve tavuk hırsızlığına başlamıştır. İşi gitgide büyüterek korkulur bir eşkıya olmuş, yol keser, haraç alır, her türlü pislikleri yapmaya başlamış. Nihayet yakasını hükümetin pençesine kaptırmış. Kıydığı canların, yollarını kestiği mazlumların bedduâsı onu darağacı altına getirmiş. Tam asılacağı sırada son isteği sorulmuş. Abdest almış ve iki rekat namaz kılmış ve ellerini göğe kaldırarak:
"-Yarabbi, bu işlerde benim günahım yok. Beni bu kötü yollara anam öğütledi. Beni asma Anamı-as..." diye yalvarmağa başlamış.
Derken adamı asmağa memur olan hükümet adamları, zavallı delikanlı yiğidin macerasını dinlemişler ve onu asmaktan vazgeçmişler.

ikinci anlatım

Çok eskiden bu dağda bir zengin ağa yaşarmış. Astığı astık, kestiği kestikmiş. Ağanın adamları, sürüleri, sürülerine bakan çobanları varmış. Çobanlarından biri özü sözü doğru, yağız bir delikanlı imiş. Delikanlı, ağanın kızına aşıkmış. Yıllarca "Ben bir çobanım, o ağa kızı" diye aşkını kor yapıp içinde saklamış. Ama bir zaman gelmiş dayanamamış

"-Ana" demiş. "-Bana ağanın kızını isteyeceksin."
Ana önce korkmuş, çekinmiş ama oğlunun solan yüzüne dayanamamış, gitmiş kızı istemiş. Meğer kız da çobanı severmiş. Ağa, kızının hatırı için çobanın dileğini hoş görmüş. Demiş ki:
"-Kızımı veririm, ama, koyunlarımı bir gün susuz bırakacak, ertesi gün göl kıyısına (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)üreceksin."
Çoban kabul etmiş. Ağanın dediği gibi sürüyü susuz bırakıp, göle (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürmüş. Tam yaklaştıklarında başlamış kaval çalmaya. Cümle koyunlar, kuzular durmuşlar. Kavalın sihirli sesi onları büyülemiş, suyu görmez olmuşlar. Yalnız içlerinden biri kendini sudan alamamış. Binlerce başlık sürüdeki bir koyun yüzünden de ağa:
"-Olmaz" demiş.
Bir daha denemişler yine olmamış.
Üçüncüsünde inatçı koyun da, kavalın nağmesine uyup su içmemiş. Bu defa ağa:
"-Bir kere daha dene" deyince çoban kızmış.
"Anamı assalar bu kızı almam" demiş ve vermiş kendini dağa. Bir daha ne gören olmuş, ne sesini duyan.

"Anamı assalar" sözü de yıllar içinde değişerek Anamas olmuştur.


her iki hikayede bir kelimenin zaman içinde değişiminden bahsetmekteler. Birinci hikaye bana daha anlamlı geldi.

ikinci hikayede bahsedilmese de sanırım çobandan susuz koyunları dere kenarında da susuz bırakması istenmiş (orjinalini aynı şekilde eklediğimden bu açıklamayı yapma gereği duydum)

Günümüzde Isparta'nın ilçesi olan Aksu 26.05.1965 tarih ve 3427 sayılı kararname ile Aksu ismini almış, 19.06.1987 tarih ve 3392 sayılı kanunla İlçe statüsüne girmiş. Aksu olmadan önce Eğirdir’in bucağı iken, 1954 yılında Yenice, Bucak, Mirahor ve Akcaşar köylerinin birleşmesi ile Anamas beldesi olmuş.
 
Angut Kuşu'nun Hikayesi

Kimi zaman "Angut" oluruz kimi zamanda başkalarına "Angut" deriz. Angut'un argo da ne anlama geldiğini bilmiyorum(1). Herhalde iyi anlamda da söylemiyorlardır. Burada bu konuya değinmemizin nedeni Angut Kuşu(2) ile ilgili bir söylence.

Beyşehir’in kıyı köylerinin birinde yaşlı bir balıkçı varmış. Kendi yaptığı kayıkla kış demez, yaz demez gölde balığa çıkar geçimini bu yoldan sağlarmış.

Yaşlı balıkçı, bir gün avcıların yaraladığı bir angut kuşuna rastlamış. Bakmış ki, kuşcağız ağır yaralı ve ölecek; onu yakalayarak yarasını sarmış ve iyileştirmiş. O günden sonra balıkçı ile angut kuşu dost olmuşlar. Öylesine dost olmuşlar ki, Balıkçı gölde avlanırken kuş gelip balıkçının omzuna konarmış.

Soğuk ve fırtınalı bir kış günü Balıkçı yine ava çıkmış. Ancak dalgalar bir süre sonra öylesine azmış ki, köhne kayığı parçalanıp batmış. Balıkçı yüzerek kendini bir adaya zor atmış. Bir süre sonra kar da yağmaya başlamış. Yaşlı Balıkçı, sığındığı Taş kovuğunda, ıslak elbiseleri ile neredeyse donacakmış.

O sırada dostu olan angut kuşunun yanındaki bir ağacın dalında tüneyerek, acılı gözlerle kendine baktığını ve cıvıldadığını görmüş. İhtiyar kuşa balıkçılardan yardım getirmesini söylemiş.

Bunun üzerine kuş, yardım getirmek üzere uçup gitmiş. Diğer balıkçılar, kıyıda bir avcı kulübesinde oturmuşlar, yaktıkları ateşte ısınıp, sohbet ediyorlarmış. Uçarak içeri giren kuş önce çırpına çırpına dolanmış ve sonra yanan ateşli bir dal parçasını gagasına alarak uçup gitmiş.

Aldığı ateşi (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürüp yaşlı balıkçının önünde bırakmış. Balıkçı hemen tutuşturduğu dal parçaları ile ısınıp donmaktan kurtulmuş.

Ölümden dönen balıkçı dua etmiş. Demiş ki; “ Her kim angut kuşuna tüfek atarsa tüfeği parçalansın.”


Duası kabul olası imiş. Bu yüzden avcılar, angut kuşuna tüfek atamazlar, atarlarsa tüfeklerinin parçalanmasından korkarlarmış.

notlar
1-angut argo olarak boş boş bakan,laftan anlamayan kişiler için kullanılırmış

2-Angut kuşu'nun eşi öldüğü zaman yada öleceği zaman eşinin başucunda ayrılmadan beklermiş. bu sırada oraya bir başka canlı yaklaşsa dahi çok ürkek hayvan olmasına rağmen kaçmazlarmış
 
Çoban Kayasının Hikayesi

Dedegül Tepesi eteğinde bir Türkmen Beyi yaşarmış. Beyin yedi oğlu ve güzel bire kızı varmış.

Beye ait koyun sürüsünü Yıldız adlı çoban güder, Karagöl’de sulayıp Çobankayası mevkiinde yatırırmış. Beyin Güllü adında güzel kızı da Gül tepesine gelerek koyunları sağarmış. Genç ve güzel kız koyunları sağarken çoban da yanık yanık kaval çalarmış. Zaman içinde çoban ve kız birbirlerine aşık olmuşlar. Öyle ki genç kız çobanın hislerini kavalının sesinden anlar hale gelmiş.

Bir gün eşkıyalar sürüyü basıp çobanı esir almışlar köpeğinden biri olan Kara Köpek de öldürülmüş. Onbeş kadar eşkıya yanlarına sürüyü de alarak Eğirdir’e giden yol üzerindeki Kestel Boğazına yönelmişler. Mola verdikleri sırada eşkıya başından sizin alan çoban bir kaya üzerine çıkıp başlamış kavalına üflemeye. “Kara Köpek kan kustu, Eşkıyalar bizi bastı, Yetişin Ağalar, Koyun Ketseli aştı.”

Çobanın çaldığı kavalı dinleyip mesajı alan Güllü Kız babasını uyardıysa da inandıramamış. Kaval sesi halen devam edince ısrarla durumu izah etmeye çalışmış. Bunun üzerine babası ve ağabeyleri yola koyulmuşlar. Eşkıyaları Ketsel Boğazında yakalayan Bey, üç tanesini de öldürmüş. Diğer eşkıyalar kaçarken, Çoban ve sürü de kurtulmuş.

Eve geri dönen Bey, Kızını yanına çağırmış ve kaval sesini nasıl anladığını sormuş. Kız da babasına; “Aşk söyletir, dert ağlatır. Dedegül Tepesi dinletir.” demiş.

Durumun farkına varan Bey Çobanı yanına çağırmış. Çobana bir şart koyup şöyle demiş; “Koyun sürüsünü tuzlayacağım. Sende kaval sesi eşliğinde sürüyü Karagöle (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)üreceksin. Yalnız Koyunların hepsi su içmeden geri dönemli.”

Söylenenleri dinleyen Güllü’nün gönlüne hüzün çökmüş ve başlamış mırıldanmaya; “Çal kavalını hey garip çoban dağlar dinlesin. Derdini bilmeyen seni neylesin, Aşık Güllü gizli gizli ağlasın.”

Kavalını eline alan Çoban başlamış çalmaya. Göl kenarına varan bin kadar koyun hiç su içmeksizin durmaya başlamış. Derken sürmeli kara gözlü bir koyun kavalı dinlemeyip su içmeye başlamış. Meğer Güllü kızın koyunları sağarken gözünden öptüğü bu koyun Çobandan vazgeçmiş.

Kavalını yine eline alan dertli Çoban;

“ Koyun seni güttüm güttüm getirdim,
Getirdim de çoban kayasına yatırdım,
Güllü abla sağdı ben baklacını getirdim,
Ablanı sevdiğim sürmeli kara koyun.

Çıktım Anamas Yaylasının başına,
Ayağı deymesin toprağına taşına,
Gülleceğiz yeni girmiş on yedi yaşına,
Ablasını sevdiğim sürmeli kara koyun.

İçtin tükenmez Karagöl’ün suyunu,
Ablan Güllü değiştirmez eski huyu,
Gideceğimiz yer Cennetin yolu,
Ağa kızı vermez ise olurum deli.”

Son söz olarak Bey kızının Çobana uygun düşmeyeceği söylenir. Dahası çobana da yol gösterilir. Ne var ki kızın gönlüne sevda ateşi düşmüştür. Annesinden de yardım alan güzel kız evden kaçmış. Bir süre dağlarda dolaşan iki aşık beyin adamları tarafından yakalanmış. Bu sevda hikayesini kabullenemeyen Bey, kızını öldüremeye karar vermiş.

Kız da; “Baba, benim çobana aşık olmama sebep anamdır." demiş. Nitekim anası da asılmış.
 
Didim - Medusa efsanesi

Didim’in en önemli sembollerinden biri olan Medusa ; Yunan mitolojisinde yeraltı dünyasının dişi canavarı olan üç Gorgona’ dan biridir. Bu üç kız kardeşten yalnızca yilan saçlı Medusa ölümlüdür ve kendisine bakanları taşa çevirme güçüne sahiptir. Bu sebeple Antik dönemde büyük yapıları ve özel yerleri kötülüklerden korumak için Medusa kabartmaları ve resimleri kullanılmıştır. Medusa’ nın hayatı hakkında mitolojide birkaç değişik rivayet bulunmaktadır. Bu rivayetlerden elimize geçenlerin hepsini bu bölümde yayınlayacağız. Bütün Medusa rivayetlerinde ortak nokta Medusa’nın Perseus tarafından başının kesilerek öldürüldüğü ve Medusa’nın kanından Kanatlı at Pegasos ve Khrysaor doğmuştur.Yandaki resimde bu konu işlenmiştir. Apollo Taınağında da Medusa figürleri kullanılmak istenmiştir, ne varki tapınağın inşaası bir türlü bitmediği için bir çok Medusa figürü yarım kalmış ve günümüze bu şekilde ulaşmıştır. Yinede en güzel işlenmiş ve koruna gelmiş Medusa figürlerinden birisi Didim Apollon Tapınağı bahçesinde girişde sağ tarafta bulunmaktadır. Didimdek ki Medusa fotoğraflarını burada özellikle küçük boyutlu yayınlıyoruz, fırsat ayağınızın altında, gezin ve gözlerinizle bu güzelliği görün istiyoruz. Ayrıca tapınakta çeşitli sebeplerle yarı kalmış bir çok Medusa figürüde kabartmaların yapılmasında izlenilen yol ve teknikleri görmeniz açısından önemli olacaktır.

Tarihi zenginlikleri bakımından bir cennet olan ülkemizde etkileyici Medusa figürlerinden iki taneside

İstanbul Yerebatan Sarnıçı’ da bulunmaktadır. Sarnıcın kuzeybatı köşesindeki iki sutunun altında kaide olarak kullanılan Roma Çağına ait iki Medusa başı bulunmaktadır. IV. yüzyıla ait bu başların hangi yapıtlardan alındığı bilinmemekle birlikte Genç Roma Çağına ait antik bir yapıdan sökülerek buraya getirildiği ve sarnıcın inşaatında salt sutun kaidesi olarak ihtiyaç duyulduğu için kullanıldığı araştırmacılar tarafından kabul görmektedir.Medusa başı eski Bizans’ta kılıç kabzalarına ve sutun kaidelerine ters ve yan olarak işlenmiş ve böylelikle kötülüklerden korunulacağına inanılmıştır. Yerebatan Sarnıcındaki iki Medusa başından biri ters diğeride yan olarak sutun kaidelerine yerleştirilmiştir. Burada birkez daha dikkatinizi çekmek isteriz ki antik tarihi yapıları en hor kullanan ve ençok tahribatı veren topluluk Bizanslılar olmuştur.Bunun örneklerini Yerebatan sarnıçına getirilen Medusa başlarında, Milet te , İasos da ve hemen hemen tüm antiklerde görmekteyiz.

Medusa Efsanesi

Medusa, yaş(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim) çok güzel bir genç kız olarak başlamıştır. O kadar güzeldir ki tanrıçaların kıskançlığını üzerinde toplamış, tanrıları da peşinde koşturmuştur. Tanrıça Athena ( Zeus’un en çok sevdiği kızı) onu çok kıskanmaktadır özellikle. Denizlerin tanrısı Poseidon ise Medusa’ya hayrandır. Başı öylesine dönmüştür ki bir gün Athena’nın tapınağında Medusa’ya zorla sahip olur.

Bu durumu kendisi için aşağılayıcı bulan Athena, Medusa’yı Gorgon yaparak cezalandırır. Çok çirkinleşmiş, saçları yılana dönüşmüştür, yüzüne bakanlar taş kesilmektedir. Medusa insan olduğu için ölümlüdür. Gorgon yapma cezasını az bulur Athena ve Perseus’la iş birliği yaparak Medusa’nın başını kestirir. Başı kesildiği anda Medusa’nın Poseidon’dan olma çocukları Pegasus ve Chrysar gövdesinden dışarı fırlarlar. Medusa’dan sıçrayan kan damlaları Libya çöllerine düşer ve birer yılana dönüşürler.

Perseus, Medusa’nın kesik kafasını alır gider. Athena ise Medusa’nın derisini yüzüp Aegis’in markası yapar. İki damla kanını kral Erichthonius’a hediye eder. Bu iki damla kandan biri öldürücü zehirdir,diğeri ise panzehirdir, tüm hastalıklara deva olmaktadır.
 
Anka Kuşu

Farsça: سيمرغ) veya bir diğer ismiyle Zümrüdü Anka efsanevi bir kuştur.
Pers mitolojisi kaynaklı olsa da zamanla diğer Doğu mitoloji ve efsanelerinde de yer edinmiştir.
Sênmurw (Pehlevi) ve Sîna-Mrû (Pâzand) diğer isimlerindendir.
Ayrıca zaman zaman sadece Anka kuşu olarak da anıldığı olmuştur.

Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, Bilgi Ağacı nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş...

Kuşlar Simurg’a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş.
Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg’u bekler dururlarmış.
Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.

Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg’un kanadından bir tüy bulmuş.
Simurg un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg’un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler.

Ancak Simurg’un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı’nın tepesindeymiş.
Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş.
Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar.
Yorulanlar ve düşenler olmuş.

Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp;

Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş (oysa tüyleri yüzünden ****se kapatılırmış);

Kartal; yükseklerdeki krallığını bırakamamış;

Baykuş yıkıntılarını özlemiş,

Balıkçıl kuşu bataklığını.


Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış.

Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi "şaşkınlık" ve sonuncusu Yedinci Vadi "yokoluş"ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş...
Kaf Dağı’na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış.

Simurg un yuvasını bulunca ögrenmişler ki;

"SİMURG ANKA - Otuz Kuş" demekmiş.

Onların hepsi Simurgmuş.
Her biri de Simurgmuş.

Simurg Anka’yı beklemekten vazgeçerek,
şaşkınlık ve yokoluşu da yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürerek,
kendi küllerimiz üzerinden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça,
her birimiz birer Simurg olmayı göze almadıkça bataklığımızda, tüneklerimizde ve ****slerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız.

Şimdi kendi gökyüzünde uçmak zamanıdır...

Anka Kuşu doğu mitolojisinde tüyleri güzel, boynu uzun, büyük bir kuştur..
Boynu halka halinde beyaz tüylerle çevrilidir..
Ankanın anlamı gerdanlıktır..
Mısır efsanesine göre üzerinde otuz çeşit kuşun rengi bulunur..
İranlılar ise simurg olarak adlandırırlar...
Gözle görülmeyecek kadar yükseklerde uçar ve kaf dağında yaşar..
Bir efsaneye göre beş yüz yıl yaşar.
 
İstanbul - Çemberlitaş

Bir Fransiz arastirmaci “Istanbul ve Çevresi” adli yapitinda Çemberlitas’tan ve altinda oldugu iddia edilen haç parçalarindan söyle söz ediyor: “Üst üste konulmus yedi adet somaki tastan olusan sütunun tepesinde basi hâleli tanri Apollon görünümünde Konstantin’in heykeli bulunuyordu. Heykelin içinde Isa’nin çarmiha çakilmasinda kullanilan çivi parçalari ile gerçek haçtan bir parça yerlestirilmisti...”

1968 yilinin Nisan ayinda tarihçi ve yazar Sevket Rado’nun “Hayat Tarih Mecmuasi”nda yayimlanan bir yazisi, basta Yunanistan olmak üzere dünyayi heyecanlandirmisti. Yazida, Isa Peygamber’in üzerine çakildigi iddia edilen haçin parçalarinin Istanbul’da Çemberlitas’in altinda oldugu öne sürülüyordu. Rado, kendi kütüphanesinde bulunan ve 17’inci yüzyildan kalma eski bir elyazmasi yapitta, haçin parçalarinin Bizans Imparatoru Konstantin’in annesi Helena tarafindan, Kudüs’ten Istanbul’a getirilerek ve Çemberlitas’in altina gömüldügüne iliskin anlatimlara rastladigini belirtiyordu. Rado’nun degindigi yapit, tip, cografya ve dil konularinda kitaplariyla taninan Hezârfen Hüseyin Çelebi’nin “Tenkiyhü’t–Tevârih” adli kitabiydi.
Yazinin uluslararasi bir heyecan uyandirmasinin ardindan yapilan arastirmalarda daha baska birçok kitapta da benzeri anlatimlara rastlandi ve Isa Peygamber’in üzerine çakildigina inanilan haçin parçalarinin Çemberlitas’in altinda özel olarak hazirlanmis bir hücreye yerlestirildigi inanci yaygin bir kabul gördü.

Çemberlitas’in asil adi Konstantin Sütunu’dur. Istanbul’un, 11 Mayis 330 tarihinde Roma Imparatorlugu’nun baskenti ilan edilmesinin anisina Imparator Konstantin tarafindan bugünkü yerine yerlestirildi. Bizans döneminde “Somaki Sütunu” da denilirdi. Birçok kez yangin geçirmis olmasindan ötürü kimi Avrupalilarca “Yanik Sütun” adiyla da anilir.

Bir Fransiz arastirmaci “Istanbul ve Çevresi” adli yapitinda Çemberlitas’tan ve altinda oldugu iddia edilen haç parçalarindan söyle söz ediyor: “Üst üste konulmus yedi adet somaki tastan olusan sütunun tepesinde basi hâleli tanri Apollon görünümünde Konstantin’in heykeli bulunuyordu. Heykelin içinde Isa’nin çarmiha çakilmasinda kullanilan çivi parçalari ile gerçek haçtan bir parça yerlestirilmisti...”

430 yilinda Imparator II. Teodosyus saglamligindan kuskulanarak sütunu demir çemberlerle güçlendirdi. 1105 yilinda çikan bir firtinada Apollon heykelinin devrilmesinden sonra, heykelin yerine, üzerinde altin yildizli bir haç bulunan bir sütun basligi yerlestirildi. Heykelin içindeki parçalar da sütunun altina bir hücre yapilarak buraya yerlestirildi.

Istanbul’un 1453’te ele geçirilmesinin ardindan Fatih Sultan Mehmed sütünun tepesinde haçi indirtti. 1779’da çikan bir baska yangin sonrasinda I. Abdülhamid bugünkü demir çemberleri ve sivayi yaptirtti.

Yaklasik 50 metre yüksekligindeki Çemberlitas’in özgün biçiminde, en alttaki bölümün yüzeyinde Isa Peygamber’in dogumunu betimleyen kabartma anlatimlar yer aliyordu. Sonralari ise sütunu saglamlastirmak için çevresi tas bir kaplamayla örtüldü. Söz konusu hücrenin bulundugu bölümün ise bugün yol düzeyinin 2-2,5 metre altinda kaldigi varsayilmaktadir.

Çemberlitas, 1990’larin ortasinda, 2000 yili turizmi nedeniyle yeniden gündeme getirildi. Kimi çevreler, eger iddia edildigi gibi sütunun altinda gerçekten Isa Peygamber’in çakildigi haçin parçalari bulunursa bunun Türkiye’nin tanitimi açisindan son derece önemli oldugunu vurguladilar.

Ancak dönemin Turizm bakani Fikri Saglar bu yaklasima söyle yanit vermisti: “Ülkemizde bu gibi söylentiler yüzünden yüzlerce insan define aramak için izin istiyor. Sonunda tüm emekler bosa çikiyor. Böylesine, dogrulugu kesin olmayan bir söylenti için de tarihî sütunu yerinden oynatmamiz söz konusu bile olamaz.”

Ilgili çevrelerse, UNESCO tarafindan, Misir’daki Ebu Simbel Tapinagi’nin parçalara ayrilarak kilometrelerce uzakta baska bir alana tasindigini animsatarak, böylesi bir islemin, günümüzün gelismis teknolojik olanaklariyla Çemberlitas için çok daha kolay olacagini öne sürdüler.

Yine 1990’larin ortasinda Çemberlitas, geçmiste yasadigi firtina ya da yanginlara göre çok daha büyük bir felaketin esiginden döndü. Günümüzde ayni adla anilan ve genis bir alanda çok sayida tarihi mirasi barindiran Çemberlitas’a, diger deyisle tarihin kalbine kat otoparkli bir çarsi yapilmak istendi. Ancak bu girisim kente ve tarihine duyarli çevrelerin tepkileriyle durduruldu ve büyük bir felaket yasanmadan Çemberlitas ve çevresi kurtarilmis oldu.

Sonunda, Isa’dan Sonra 2000'li yillardayiz ama Çemberlitas hâlâ gizemini korumayi basariyor.
 
Altun Kalbur Efsanesi

Bitlis'in Mutki yolu üzerinde ihtiyar bir kadın, deve ve koyunlarını otlatıyormuş. O tarihte bu efsane söz konusu olmadığı gibi, sözü edilen yerde herhangi bir pınar veya su bulunmamaktaymış. Kendisinin ve hayvanlarının çok susadığını gören bu ihtiyar kadın, ellerini havaya kaldırarak Allah tan su istemiştir. Suyu verdiği takdirde kendisine bir kurban adayacağını söylemiştir.

Yüce Allah, kadının dileğini kabul etmiş, şimdiki ismiyle Altun Kalbur suyunu ortaya çıkarmıştır. Bunu gören kadın; başta kendisi, develeri ve koyunlarını kana, kana sulamış, daha sonra otlamaları için serbest bırakmıştır. Kendisi bir kenara çekilerek hamur yoğurmaya başlamıştır. Hamur yoğururken bir tarafının kaşındığını hisseder. Orasını kaşıdığı zaman eline irice bir bit gelir. Biti iki elinin baş parmakları arasına alarak çıtlatmış ve “işte; Allah yoluna kurban olsun” demiştir.
Kadının iki eli hamurun içinde, develeri ve koyunlarıyla beraber taş kesilmiştir. Sözü edilen yerde bu gün bile insan ve deve şekillerini andıran kayalar bulunmaktadır.
 
Truva Savaşı İle İlgili

Yunan mitolojisi tüm dünya tarafından
bilinmekte ve okunmaktadır.Mitolojinin türkçe karşılığı söylenti manasına gelir.Yunan mitoloji sadece Yunan tanrılarını ele alır ve sadece yunanlıların yaşantısını , hayat biçimini ve dini yaşantısını anlatır..Bu Yunan mitolojisinin sadece birer efsane oldugu ve uydurmalardan oluştugu tüm dünya tarafından da ayrıca bilinir.Bunlarıda yanlız yunanlılar yazar ve anlatır. Taki Anadolu insanı olan Homeros yazana kadar.Truva ve Odyssea destanını yazan Homeros İzmirde yaşayan kör bir ozandır ve yaşamını çobancılıkla kazanır.Ozanın hayati yaşantısını göze alırsak akıllara şu sorular takılıyor

1)Ozanımız körlüğü dikkate alınırsa kör olan bir insanın tek başına yüzbinlerce dizeyi yazabilmesi imkansız olmakla beraber M.Ö ki bi dönemde kağıtında yok oldugunu düşünürsek nereye yada nasıl yazıldığı şüphelidir.Yazılmışsa o değil başkası yazmıştır Homerosta filozof yada öğretmen değildir kör birinin etrafında öğrenci olmayacağına göre o dönemde de okuma yazma oranı oldukça düşükse bu destanı o tarihte kim yazmış olabilir şüphelidir.Kendisinin yazmadığı kesin

2)Homeros bir çobandır.Çobanın hayvanları devamlı bir yerde otlatması mümkün olmayacağına göre kör bir çoban bu destanı yazıyla değil tıpkı bizim karacaoğlan ya da köroğlu gibi ozanlarımızın yaptıgı gibi bunu sadece şiir yada mani olarak her gittiği yerde dilden dile aktarmıştır.(Truva savaşı dörtlük manzum şiir halinde yazılmıştır).

3)Homeros'un Truva savaşından bir kaç yüzyıl sonra yaşadığı tahmin ediyorsa destanı yazıyla değil dilden dile aktarması daha mantıklı geliyor.Çünkü kendiside dilden dile gelen bu destanı kulaktan doğma duyup anlatmıştır( Tabi Destanın Homerostan önce yazıldığını varsaymazsak)

4)Truva destanını yazan kişinin açıkça yunan tarafını tuttugu ve yunan kahramanlarını övdüğü anlaşılıyor.Oysa Homeros İzmirde yaşayan bir Anadolu insanıdır neden yunan tarafını kayırıp Anadolu medeniyeti olan Truvayı kayırmıyor.O zaman destanı yazan bir yunanlı

5)Truva nın çanakkale de kuruldugu yazılıyor oysa çanakkale yüzölçümü olarak orta büyüklükte bir şehir.Karşılıklı çarpışmalar göz önüne alınırsa bir şehir nasıl destanda oldugu gibi bir gecede yakılıp yıkılıyor.Bu mümkün değil o zaman Truva şehrinin tam yeri neresidir yüzölçümü ne kadardır(Yoksa köymü burası)

6)Truva ülkesiyle ilgili neden bir yazılı metin ve belge yok.O civarlarda bulunan tüm tarihi kalıntılar ve eserler lidyalılar ve frigyalılara aittir.(Homerosta bu iki medeniyetten birine mensuptur)

7)En basiti eğer bu destanının içinde yunan tanrılarıda rol alıyorsa bu destanın hiçbir inandırılıcığı yoktur çünkü bu tanrıların konu oldugu tüm destanlar sadece efsanedir ve o zaman halkının bir sanat biçimidir.Hiçbir inandırılıcığı olmayan yunan destanlarıyla Truva destanını karşılaştırırsak Truva destanınında gerçek değil efsane oldugu ortaya çıkar.Efsaneler gerçegi yansıtmaz yanlızca ozanların hayal ürünüdür.Zaten efsaneninde kelime anlamı budur(Tanrılar işi bozuyor yani)

8)Yunan tanrıları iki ülke arasında kalıp ayrı ülkelerin arkasında olup savaşıyorsa o zaman Truva bir anadolu medeniyeti değil yunan medeniyetidir.Çünkü onlar sadece yunanlıların tanrılarıdır ve sadece yunanlıları kayırırlar.yani truva anadoluda değilde yunanistanda kurulmuş olabilir(İki millette aynı tanrılara tapıyor)Çanakkalede kuruldugu söyleniyor

9)Bence bu destanı yakın tarihte bir yunanlı kendi mitoloji tarihini daha çekici ve kalıcı olması için daha abartıp yazıya dökmüştür.Homeros olamaz herhalde.
 
Truva Efsanesi

Zamanımızdan takriben 3200 yıl önce Çanakkale Boğazı yakınlarında ‘’Troya'’ isimli bir kent varmış. B:u kentin , barışsever , fakat cesur insanları, kralları, Priamos’un idaresi altında uzun yıllar barış içinde çok mutlu bir hayat sürmüşler.

Birgün , kral Priamos’un karısı Hekabe çok kötü bir rüya gördü. Rüyasında, karnından ateşler çıkmakta ve ateşin dumanı, bütün Troya surlarını sarmaktaydı. Hekabe, bu rüyasını önce kocasına ; daha sonra da bir kahine anlattı. Kahinin yaptığı yorum, hiç de iç açıcı değildi. Ona göre, Hekabe, hamileydi ve doğacak olan çocuk , ilerde Troyalıların başına büyük dertler açacaktı. Onun için bebek doğar doğmaz öldürülmeliydi. Bu kehanete inanan Kral Priamos , çocuk doğduktan sonra bir adamını bebeği öldürmek için görevlendirdi. Savunmasız yeni doğmuş bebeği öldürmeyen Troya’lı onu o zaman ki adı ‘’İDA'’ olan ‘’Kazdağı'’na (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürüp, bir ormana bıraktı. Nasıl olsa, yabani hayvanlar onu öldürür diye aklından geçirdi. Ama bebeği, yabani hayvanlardan önce bir çoban buldu. Bu çocuk, ilerde gerçekten Troya’lıların başına birçok dertler açacak olan Paris’ti.

O sırada, Tanrıların yaşadığı OLYMPOS dağında , ilginç bir kargaşa cereyan etmekteydi. Kral Peleus ile Deniz Perisi Thetis’in evlenme merasimine kavga ve nifak tanrıçası Eris, huzursuzluk çıkartır gerekçesiyle davet edilmemişti. Bu işe çok gücenen Eris, intikam almaya karar verdi. Üzerinde ‘’EN GÜZELE'’ yazılı , altından bir elmayı, şölenin yapıldığı salonun ortasına bırakıverdi. Doğal olarak bütün tanrıçalar, bu elmaya sahip olmak istediklerinden uzun tartışmalar oldu. Sonunda üç büyük tanrıça dışında diğerleri çekildiler. Ama kudret tanrıçası Hera, zeka tanrıçası Palas Athena ve Aşk tanrıçası Afrodit elmaya sahip olmakta ısrar ettiler. Her üçü de tanrı Zeus’a giderek onun, hakemlik yapmasını istediler. Baba tanrı Zeus, onların hiç birini gücendirmek istemediği için diplomatça davranıp, bu işlerden pek anlamadığını söyledi. Asıl amacı ise bu belayı Olympos’tan uzaklaştırmaktı. Onların Olympos’un tadını kaçıracaklarını anladığı için, hakemliği bir ölümlünün yapması gerektiğini söyledi.

_'’Gidin'’ diye gürledi tanrıların babası ‘’ırmakları bol İda dağına, orada Paris adında Troya’lı bir prens yaşamaktadır. Bu işlerden en iyi anlayan odur.'’.

Böyle söyleyip uzaklaştırdı onları Olympos’tan. Onlar da haberci Tanrı Hermes’in rehberliğinde, kaynakları bol olan İda dağının doruklarına geldiler. O sırada Paris, hiçbir şeyden habersiz aşağıda koyunlarını otlatıyordu. Haberci Tanrı Hermes, meseleyi Paris’e anlatıp altın elmayı ona verdi. Hangisini en güzel bulursa elmayı ona verecekti. Ama bu iş, pek o kadar kolay olacağa benzemiyordu. Çünkü her üç Tanrıça da birbirinden güzeldi. Ne yapacağını şaşırmıştı. Onun hayranlığını ve şaşkınlığını gören Tanrıçalar, karar vermesini kolaylaştırmak için Paris’e rüşvetler teklif ettiler.

Hera kendisine kudret vaat etti. Altın elmayı kendisine verdiği takdirde Paris Avrupa ve Asya’nın en güçlü kralı olacaktı.

Athena kendisini dünyanın en zeki kralı yapacağını ve Yunanistan’la yapılacak bir savaşta kendisine zafer vaat etti.

Afrodit ise dünyanın en güzel kadınını Paris’e teklif etti.

Çoban Paris’in. Öyle büyük krallıklarda gözü yoktu. En güzel kadın benim olsun diye düşünüp, altın elmayı Afrodit’e verdi. İşte ne olduysa o zaman oldu. Bu işe çok bozulan Athena ile Hera, Troya’nın yıkımı için planlar kurmaya koyuldular.

Afrodit ise verdiği sözü yerine getirmek için bir plan yaparak Paris’in, Yunanistan’daki Isparta şehrine gitmesini sağladı. Çünkü o sırada Dünya’nın en güzel kadını Isparta Kralı Menelaos’un karısı ‘’Güzel Helen'’di. Menelaos ve Helen, Paris’i çok iyi karşıladılar.

Kral , kendisine dilediği kadar sarayında kalabileceğini söyledi. Ona güvenerek karısı ile Paris’i sarayda yalnız bırakıp, kendisi Girit’e gitti. Menelaos’un Girit’te olmasından yararlanan Paris, Helen’i Troya’ya kaçırdı.

Girit’ten dönen Menelaos, karısını evde bulamayınca yaptığı hatayı anladı ve karısını geri almak için Troya’ya savaş açtı. Bütün Yunan kırallarına da haberciler göndererek Helen’in kurtarılması için onları yardıma çağırdı. Çünkü kendisi evlenirken, diğer bütün krallar, Helen’in başına bir hal gelmesi halinde Menelaos’a yardım edeceklerine söz vermişlerdi. Verdikleri söz gereği, bütün krallar denizi aşıp güçlü Troya kentini yerle bir etmeye çok istekli idiler. Menelaos’un ağabeyi Agamemnon, yaşlı Nestor, Ajax, Patroklos hepsi hazırdılar. Ama Odysseus ile Akhilleus, pek ortalarda görünmüyordu.

Yunanistan’ın en akıllı, en kurnaz kralı olan Odysseus, kocasına sadakati olmayan bir kadın için, evini ve ailesini terk etmek istemedi. Bunun için kendisini ordu kampına çağırmaya gelen haberciye delirmiş gibi davrandı. Bir taraftan tarlayı sürüyor, sonra da toprağa tohum yerine tuz ekiyordu. Ama Başkumandan Agamemnon’un gönderdiği haberci de kurnaz birisiydi. Haberci, Odysseus’un küçük oğlunu yakalayıp sabanın önüne bırakıverdi. Bunu gören Odysseus, sabanı kenara atarak oğlunun hayatını kurtardı. Bu da onun eskisi kadar akıllı olduğunu gösterdi. İsteksiz de olsa, orduya katılmaya mecbur kaldı.

Akhilles ise Troya’ya gittiği takdirde, Troya’nın yağmalanmasını ve yanışını görmeden öleceğini biliyordu. Bunu kendisine bir deniz perisi olan annesi Thetis, söylemişti. Onun için, kadın elbiseleri giyerek, kral Lycomedes’in sarayında. saray kadınları arasında saklanıyordu.

Kumandanlar Akhilles’i bulma görevini kurnaz Odysseus’a verdiler. Odysseus, bir seyyar satıcı kılığına girerek saraya gitti. Sergisinin bir tarafında kadınların seveceği cinsten takılar, diğer tarafında ise şahane silahlar bulunuyordu. Sarayın bütün kızları mücevherlerin etrafında kümelenirken, sadece Akhilles kılıç ve kamalarla ilgileniyordu. Böylece Odysseus onu tanıdı. O da kaderini bile bile Odysseus’la birlikte ordu kampına katıldı.

Sonunda ordu tamamlanmış ve gemiler yola çıkmaya hazırdı. Ama bu kez, günlerden beri esen Kuzey rüzgarı, bir türlü dinmek bilmiyor ve gemilerin Troya’ya yelken açmalarına imkan vermiyordu. Ordu çaresizdi. Sonunda kahinlerden birisi Artemis’in Akhalara çok kızdığını, çünkü Agamemnon’un adamlarından birinin, onun en sevdiği tavşanlarından birini öldürdüğünü söyledi. Bu yüzden rüzgarı estirdiğini ve estirmeye devam edeceğini, ancak Agamemnon’nun kızı Iphiginia’yı kendisine kurban etmesi halinde öfkesinin dindirilebileceğini anlattı.

Bu Agamemnon için dayanılır gibi bir şey değildi. Buna rağmen zafer için buna razı oldu. Bir efsaneye göre, Iphiginia, Artemis’e kurban edildi. Bir başka efsaneye göre de Artemis, bir geyik gönderdi. Iphiginia yerine geyik kurban edildi. Bu olaydan sonra Kuzey rüzgarı durdu ve sayıları bini aşan gemi 100.000′i aşkın Akhalı savaşçıyı Troya önlerine taşıdı. Skamandar ve Simois Irmaklarının döküldüğü Çanakkale Boğazının kumsallarında kamp kurdular. Akhalar çok güçlü ve kalabalıktı. Defalarca kente saldırdılar. Ama Troya, güçlü surlarla çevriliydi. Ayrıca Priamos’un bu hücumları bertaraf edebilecek, kutsal Lion’u koruyabilecek kahraman oğulları vardı. Atları eğiten Hektor bunların en cesuru ve Troya Ordusunun baş kumandanıydı.

Öte yandan Akhaları müşterek düşman kabul eden diğer Anadolu halkları da Troyalıların yanında yer aldılar. Savaş on yıl sürdü. 9 yıl boyunca zafer durmadan yön değiştirdi. Bazen Troyalılar üstün geliyor, bazen de Akhalar Troyalıları surların içine kadar kovalıyorlardı. Uzun süre hiçbir taraf belirgin bir üstünlük elde edemedi. Akhalar civardaki yerleşmeleri talan ediyor, kızları evlerinden alıp çadırlarına kapatıyorlardı. Bu talanlarından birinde Agamemnon Khryse (Hrüse) kentinden Apollon’un rahibi Khryseis’i (Hrüseis) çadırına kapatmıştı.

Kızının “onur payı” olarak Agamemnon’un çadırına kapatılmasına razı olmayan rahip, değerli kurtulmalıklarla Agamemnon’a gelip kızını serbest bırakması için yalvardı. Tekmil Akhalar, rahibe saygı gösterilip kızın babasına verilmesini istediler. Ama bu hiç de Agamemnon’un gönlünce değildi. Kızı serbest bırakmayı reddettiği gibi, rahibe çok kötü davrandı.

Hakarete uğrayan rahip, eve dönüşünde Apollon’a yalvardı. Akhaların üstüne hastalık ve felaket göndermesi için dua etti. Apollon da onun duasını kabul edip, ateşli oklarını Akhaların üzerine gönderdi. Çok sayıda Akhalı asker hastalandı ve öldü. Sonunda Akhilles, bütün kumandanları bir toplantıya çağırarak onlara Apollon’un öfkesini dindirecek bir yol bulunması gerektiğini aksi takdirde eve geri dönmekten başka yapılacak bir şey olmadığını söyledi. Bunun üzerine ünlü kahin Kalkhas; Tanrının neden bu kadar çok öfkeli olduğunu bildiğini, ancak konuşmaktan korktuğunu, Akhilles onun hayatını korumayı garanti etmediği sürece de konuşmayacağını söyledi. Akhilles’in kahinin hayatını koruyacağını garanti etmesi üzerine usta yorumcu konuşmayı kabul etti.

“Tanrı Apollo kızgındır, çünkü saygısızlık etti Agamemnon duacıya, kurtulmalıkları istemedi, salmadı kızını, işte bu yüzden çektirdi bunca acıları okçu tanrı. Eğer Agamemnon hiçbir kurtulmalık almadan kızını babasına geri vermezse daha da çektireceği var.” (İlyada 90-96)

Böyle dedi Kalkhas, öfke doldurdu Agamemnon’un yüreğini. Ama fazla bir seçeneği yoktu erlerin kralının. Bilici Kalkhas’a ve onu koruyan Akhilles’e sövüp saydıktan sonra, kızı babasına vermeyi kabul etti.

“Phoibos Apollon istiyorsa Khryseis’i ille de şu gemimle, yoldaşlarımla göndereceğim onu, ama barakandan alacağım kendim gelip senin onur payını, güzel yanaklı Briseis’i. Senden ne güçlü olduğumu o zaman anla gör. Korksun boy ölçüşmekten, ibret alsın, kim benimle eşit görmek isterse kendini.” (İlyada l 183-187)

Böyle deyip bir yandan kızı babasına gönderirken, adamlarından iki tanesini de Akhilleus’un çadırına gönderdi. “Güzel yanaklı Briseis’i” alsın diye. Akhilleus habercilere kızı korkutmadan alabileceklerini, onlarla bir sorunu olmadığını söyledi ama, Tanrılar huzurunda bunu Agamemnon’a çok pahalıya ödeteceğine dair yemin etti. Bu olaya Akhilleus’un annesi deniz perisi Thetis de, en az oğlu kadar kızdı. Oğlunu yatıştırıp, savaştan tamamen elini çekmesini söyledi. Öte yandan da Olympos’a giderek Zeus’a yalvardı.

“Zeus baba! Birgün ya sözümle ya işimle ölümsüzler arasında yararlı olduysam sana, şimdi yerine getir şu dileğimi, kısa ömürlü oğluma değer ver; saygısızlık etti Agamemnon, erlerin başbuğu, aldı onur payını, yoksun bıraktı onu sen say, gücü Troyalılar tarafına ko ne olur. Akhalar saysınlar oğlumu, ününü yüce kılsınlar.” (İlyada l 503-510)

Şimdi artık savaş Olympos’a da ulaşmıştı. Tanrıların bir kısmı Troyalıları destekliyor, bir kısmı ise Akhalıların yanında yer alıyordu. Afrodit doğal olarak Paris’in yanında yer aldı. Yine doğal olarak Athena ile Hera Akhaların tarafındaydı. Savaş tanrısı Ares her zaman Afrodit’in yanındaydı. Güneş tanrısı Apollon ve kızkardeşi Artemis ise Hektor’un koruyucularıydı. Dolayısıyla Troyalıların yanında yer aldılar. Denizler tanrısı, yeri sarsan Poseidon, denizci halk olan Akhaları destekledi. Zeus Troyalıları daha çok seviyor ama, tarafsız kalmayı tercih ediyordu.

Yukarıda Olympos’ta durum böyle iken aşağıda Akhilleus gemilerin yanına oturmuş köpürüp duruyor, ne toplantılara katılıyor, ne savaşa gidiyor, içi içini yiyordu olduğu yerde.

Akhilleus olmadan Akhalar Troyalılardan daha zayıftı. Buna rağmen Akhalar Troyalıları şehir surlarına kadar kovaladılar. Surların yanında çok kanlı savaşlar oldu. Kral Priamos ve diğer yaşlı Troyalılar da, savaşı bir kuleden seyrediyorlardı. Bir ara savaş durdu.

Her iki taraf da askerlerini geriye çektiler. Paris ile Menelaos karşı karşıya gelmişlerdi. İkisi yalnız savaşacaklardı. Eğer Menelaos kazanırsa Helen’i alıp Isparta’ya geri dönecek, eğer Paris kazanırsa Helen Troya’da kalacaktı. Her iki halde de savaş bitecekti. Teklif Paris’ten gelmişti. Hektor’a hitaben yaptığı konuşmada şöyle dedi:

“Troyalıları tekmil Akhaları oturt yere, koyun ortalarına Ares’in sevdiği Menelaos’la beni, çarpışalım Helen için, bütün malı için. Alsın bütün malı, (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürsün kadını evine. Kim üstün gelir, kazanırsa zaferi and içsin dost olsun ötekiler de. Siz Troyalılar oturun bereketli Troya’da. Akhalar da at besleyen Argos’a dönsünler, güzel kadınlı Akha topraklarına.” (İlyada lll 70-75)

Paris’in yaptığı bu teklif Hektor tarafından Akhalara iletildi. İki ordu arasında bu konuşmalar olurken, bütün bu savaş ve acıların sebebi olan Helen, Priamos ve diğer yaşlı Troyalıların savaşı izledikleri kuleye geldi. Onun geldiğini görünce şu sözleri söylediler usulca:

“Troyalılarla Akhaların, böyle bir kadın için yıllardır acı çekmeleri hiç de ayıp değil.Yüzüne bakan ölümsüz tanrıçalara benzetir onu. Ama gene de binse gemiye keşke gitse. Gitse de bizi, çocuklarımızı belaya sokmasa.” (İlyada lll 154-160)

Böyle konuştu Troya’lı ulular kendi kendine. Daha sonra Priamos, Helen’i yanına çağırıp aşağıdaki Yunanlı kahramanların adlarını tek tek sordu. Bu arada düello başladı. Mızrağı ilk fırlatan Paris oldu. Menelaos, mızrağı kalkanı ile savuşturup kendi mızrağını fırlattı. Mızrak Paris’in gömleğini yırttı ama onu yaralamadı. Daha sonra kılıcını çekip, Paris’i tolgasından vurdu; ama kılıç kırılıp yere düştü. Silahsız olmasına rağmen, Paris’in üzerine atılıp onu miğferinin ibiğinden tuttu. Eğer Aphrodit karışmasaydı onu sürükleyip Yununlıların sıralarına kadar (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürecekti ama Aphrodit, miğferin ipini kopartıp onun Troya’ya kaçmasına yardım etti,

Menelaos, elinde Paris’in miğferi olduğu halde öfkeyle Troya sıralarına giderek, Paris’i aramaya başladı. Aslında Troyalılar tarafında ona yardım edecek hiç kimse yoktu. Çünkü mızrağını fırlatmaktan başka hiç dövüşmediği için herkes ondan nefret ediyordu. Her nasılsa kaçmayı başarmıştı. Nasıl kaçtığını, nereye gittiğini hiç kimse bilmiyordu. Bunun üzerine erlerin başbuğu Agamemnon, her iki orduya birden konuşarak Menelaos’u muzaffer ilan etti. Daha önce kararlaştırdığı gibi Troyalıların Helen’i geri vermeleri gerekiyordu. Athena ile Hera işe karışmasalardı Troyalılar da buna razıydılar. Her iki tanrıça da Troya kenti yerle bir edilmedikçe savaşın bitmesini istemiyorlardı. Hera’nın kışkırtmasıyla, Athena seyirtip savaş meydanına geldi. Amacı anlaşmayı bozmak için bir Troyalıyı kandırmaktı. Aptal Pandoros kandırılması en kolay Troyalı idi. Athena, onu kolayca kandırdı. Pandoros Menelaos’a bir ok fırlatıp onu hafif yaraladı. Bu savaşı tekrar başlatmak için yeterliydi. Her iki taraftan sayısız insanlar öldü. Tanrılar ve tanrıçalar da savaş meydanında idi. Onlar da ölümlüler gibi, birbirleriyle savaşıyorlardı.

Büyük şampiyon Akhilles’in savaştan uzak barakasında oturmasına rağmen Akhalar savaşta üstündüler. Ajax ve Diomedes kahramanca savaşıyorlardı. Aphrodit’in oğlu prens Aeneas Diomedes’in elinden az daha ölüyordu. Diomedes, onu yaraladı; ama annesi Aphrodit onu kurtardı. Diomedes Aphroditi de yaraladı. Ona bu cesareti tanrıça Hera vermişti. Aphrodit Hera’yı Zeus’a şikayet etmek için Olympos’a giderken Apollon Aeneas’ı Troya’ya taşıdı. Daha sonra Diomedes, Athena’nın da yardımıyla Ares’in karnından yaraladı. O da Aphrodite gibi soluğu Zeus’un yanında aldı, Athena’yı şikayet için. Zeus baba, Akhilles’e yapılan haksızlığın intikamının alınması ve ona tekrar ün kazandırılmasına dair Thedis’e verdiği sözü de hatırlayarak bütün ölümsüzleri Olympos’a çağırdı ve orada kalmalarını emredip, kendisi aşağıya Troyalılara yardıma gitti.

Zeus’un işe karışmasıyla, her şey birden bine değişiverdi. Troyalılar, Akhalar’ı gemilerine kadar püskürttüler. Hektor, coşmuştu. Troyalıların “Atları terbiye eden” diye ad taktıkları Hektor, hiç bu kadar cesur, hiç bu kadar muhteşem görülmemişti.

Akhalar’ın başı iyiden iyiye derde girmişti. Agamemnon, savaştan vazgeçip Yunanistan’a dönmeye karar vermişti. En yaşlı kumandan Nestor, aşağılanmış bir şekilde geri dönmektense Akhilles’in öfkesini dindirmenin bir yolunun bulunması gerektiğini söyledi.

Agamemnon, aptallık ettiğini itiraf etti. Akhilles’in onur payı Briseisi ve değerli hediyelerini ona geri vereceğini Odysseus’a söyledi. Bunu Akhilles’e anlatması için yalvardı. Akhilles, bunu kabul etmedi. Ertesi gün, Akhalar gene püskürtüldü. Troyalılar, gemileri ateşe verecek kadar yaklaşmışlardı. Bu durumu gören Akhilles’in en iyi arkadaşı Patroklos Akhilles’e yalvararak, ya Akhalar’a yardım etmesini veya en azından o muhteşem zırhını kendisine ödünç vermesini söyledi. Akhilles kendisini aşağılayan insanlar için savaşmayacağını söyledi. Ama Hephaistos ustasının yapmış olduğu o muhteşem zırhı ve adamlarını Patroklos’un emrine vermeyi kabul etti.

Patroklos, Akhilles’in zırhını giyerek ve onun adamlarını da alarak savaşa katıldı. Troyalılar, onu bir müddet Akhilles zannettiler, Gerçekten oda Akhilles gibi muhteşem savaşıyordu. Sonunda Hektor ile karşılaştı. Hektor Patroklo’u kargısıyla öldürüp, zırhını soydu ve kendisi giydi. Sanki Akhilles’in bütün gücü Hektor’a geçmişti.

Patroklos’un cesedi etrafında çok kan döküldü. Sonunda iki Ajax’ın yardımıyla Akhalar cesedi gemiye taşıdılar.

Acı haber Akhilles’e ulaştı. O da en iyi arkadaşının ölümünü Hektor’a hayatı ile ödeteceğini dair yemin etti. Hektor’un ölümünden sonra kendisinin ölümü de kaderine yazılı idi. Bunu bile bile kaderine razı oldu. Annesi Thedis, onu durdurmak için hiçbir çaba göstermedi. Ona Hephaistos’un yaptığı yeni silahlar ve zırh getirdi. Zırhı giyip askerlerinin başına geçti. Kahramanca savaşıyor ve her yerde Hektor’u arıyordu. Hektor ise, Troyalıların başına geçmiş surların yanında kahramanca şehrini korumaya çalışıyordu. Olympos’lu tanrılar yine aşağıya inmiş, Troya ovasında ölümlüler gibi hararetle savaşıyorlardı. Skamander nehri sularını geçmek isteyen Akhilleus’u boğmaya çalıştı. Ama Akhilleus’u durdurmaya imkanı yoktu. Her şey tanrılarca kararlaştırılmıştı. Apollon bile artık Hektor için savaşmanın faydasızlığına inanmıştı. Troyalılar geri püskürtüldü. Şehir kapıları açılıp savaşçılar şehrin içine alındalar. Sadece Hektor dışarıda kaldı. Dimdik duruyordu surların önünde. Babası Priamos, annesi Hekabe surların içine gelip hayatını kurtarması için ona yalvardılar. Ama o bunları dinlemedi. Troyalıların gerilemesi onun suçu idi çünkü Troyalıları, o kumanda ediyordu.

Hektor böyle düşünürken Akhilles hışımla surlara yaklaştı. Yanında ise ölümsüzlerden Athena duruyordu. Hektor ise yanlızdı. Apollon, onu kaderine terk etmişti. Akilleus gidgide yaklaşıyordu. Etrafa pırıltılar saçan tunç zırhı içinde yaklaşan Akilleus’u görünce Hektor’u bir titreme aldı. Kaçmaya başladı. Akhilleus da peşine takıldı. Hektor önde Akhilleus arkada şehir surlarını üç defa döndüler. Sonra Athena, Hektor’un kardeşi Deiphobus kılığına girerek ona Akhilleus’la karşılaşma cesaretini verdi. “Gel birlikte karşı koyalım, püskürtelim onu” dedi. Soylu Troyalıların lideri, parlak tolgalı Hektor da ona inandı. Akhilleus’un karşısına dikilerek şöyle haykırdı:

“Artık kaçmam senden Peleus oğlu deminki gibi. Tanrısal Priamos’un şehrini dolandım üç kere, durup saldırışını beklemeye yüreğim varmadı, ama şimdi buyuruyor sana karşı koymayı ya sen benim elime geçersin, ya geçerim ben senin eline. Haydi Tanrıları tanık tutalım anlaşmalarımıza. Olamaz onlardan iyi tanık, iyi bekçi. Zeus bana zaferi verir de alırsam canını, dile gelmez saygısızlık göstermem sana. Ünlü silahlarını soyar, ölünü geri veririm Akhalara. Sen de Akhilleus yap benim gibi.”

Ayağı tez Akhilleus yan yan baktı. Dedi ki:

Hektor, düşmanım, antlaşmadan söz açma bana, böyle şey olamaz insanla arslan arasında. Nasıl uyuşmazsa kurtla kuzunun gönlü, durmadan kin beslerler birbirlerine, bizim de dostluk yapmamız akla sığmaz.” (İlyada XXll 250-265)

Böyle söyleyip mızrağını fırlattı, mızrak hedefini şaştı. Athena mızrağı tekrar geri getirdi. Sonra Hektor isabetli bir atış yaparak Akhilleus’un kalkanını tam ortadan vurdu. Mızrak kalkanı delemedi. Hemen arkasını dönüp kardeşini aradı., onun mızrağını almak için. Kardeşini orada göremeyince Athena’nın kendisini kandırdığını anladı. Kaçacak bir yer yoktu. Kılıcını çekip Akhilleus’a saldırdı. Daha ona yaklaşamadan Akhilleus onu mızrağıyla boynundan vurdu. Yere yuvarlanan Hektor son nefesinde, vücudunu ailesine geri vermesi için Akhilleus’a yalvardı. Demir yürekli Akhilleus’un öfkesi pek dineceğe benzemiyordu. Ona yan yan bakarak şöyle dedi:

“Dizlerime sarılma köpek, yalvarma bana anan baban adına. Gönlüm yüreğim kışkırtıyor beni, diyor şunun etini parçala, çiğ çiğ ye, senin bana bu yaptıklarından sonra, kimse uzaklaştıramaz başından köpekleri. Getirseler bana kurtulmalığın on katını, tartsalar şurada daha çok veririz deseler, Dardanos’un oğlu altın kosa teraziye senin ağırlığınca, döşeğine yatırıp ağlayamayacak seni doğuran, köpekler kuşlar yiyecek bütün bedenini.” (İlyada XXll 345-355)

Böyle söyleyip zırhı ölüden soydu. Akhalar da teker teker ölünün yanından geçip boyuna posuna güzelliğine hayran kaldılar. Ama bir tekme vurmadan da gitmiyorlardı ölüye. Akhilleus ise, daha kötü şeyler yapmayı planlıyordu. İki ayağını topukla bilek arasından deldi. Kayışlar geçirdi deliklerden. Bağladı arabaya, başı bıraktı yerde sürüklensin diye. Sonra atladı arabaya ünlü silahlarıyla. Kamçıladı atları .

Ölüyü surların önünde defalarca sürükledi, azgın öfkesi dinene kadar. Sonra, aldı, (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürdü gemilerin yanına.

Patroklos’un intikamı alınmış ama ölüsü hala yakılmamıştı. Hemen odunlar kesilip büyük bir yığın yapıldı. Yığınların üstüne de Patroklos’un ölüsü yerleştirildi. Kurbanlar kesilip ölünün etrafına dizildi. Birçok Akhalarla birlikte Akhilleus da saçından bir tutam kesip ölünün üzerine attı. Son olarak Akhilleus, 12 Troyalı çocuğu kargısıyla öldürüp yığına kattı. Öldürmeye bir türlü doymuyordu. Sonra yığını ateşe vererek ağlaya ağlaya ağıta başladı.

“Verdiğim bütün sözleri getireceğim şimdi yerine. Ulucanlı Troyalıların oniki soylu oğlunu, yutacak alevler seninle birlikte, Primaos oğlu Hektor’a gelince, ateşe yedirmem onu, yedireceğim köpeklere.” (İlyada XXlll 18-184)

Ama köpekler sokulamıyordu Hektor’un cesedine. Aphrodit ölünün başında nöbet tutuyordu.

Hektor’un ölüsüne yapılan bu saygısızlıklar Hera, Athena ve Poseiden hariç bütün ölümsüzleri tiksindirmişti. Özellikle baba tanrı Zeus bu saygısızlığa çok kızmıştı. Zeus, Priamos’u cesaretlendirerek onun Akhilleus’un kampına gitmesini sağladı. Zengin kurtulmalıklarla kampa gelen Priamos, oğlunun cesedini vermesi için Akhilleus’a yalvardı. Akhilleus karşısında yalvaran yaşlı adamı görünce kendi babasını hatırlayıp insafa geldi ve hediyeleri kabul ederek, ölüyü babasına verdi. Ayrıca, ölü yakma merasimi için de 9 gün boyunca Akhaları savaştan uzak tutacağına dair söz verdi.

Troyalılar, 9 gün boyunca, Hektor’un ölüsü etrafında yas tutup, ağıtlar yaktılar. Onuncu gün şafak vakti, ölü odun yığınlarının üzerine konulup yakıldı. Daha sonra, kemikler ve küller altın bir kupaya gömülüp, üzeri kocaman işlenmiş taşlarla örüldü. Mezarın üstü toprakla örtülerek büyük bir tümülüs oluşturuldu.

Hektor’un cenazesi için kararlaştırılan süre dolduktan sonra, savaş tekrar başladı. Etiyopya Prensi Memnon, büyük bir orduyla gelip Troyalılara yardım etti. Bu yeni taze güçle saldıran Troyalılar, Akhaları çok güç durumda bıraktılar. Birçok Akhalı savaşçı öldü. Sonunda Akhilleus, Memnon’u öldürdü. Durum tekrar Troyalıların aleyhine dönmüştü. Akhilleus yine coşmuştu. Ama onun belki de son kükreyişi olacaktı. Bütün Troyalıları önüne katmış surlara doğru kovalıyordu. Surlara yaklaştığı bir sırada, orada, çalıların arasına gizlenmiş duran Paris’in attığı zehirli bir okla topuğundan vurularak öldü.

Topuğu onun en zayıf yeri idi. Annesi deniz perisi Thetis, onu “yaralanmaz” yapmak için topuğundan tutup Styx Irmağının sularına batırmıştı. Ancak topuğun elle tutulan kısmı kutsal suyla ıslanmadığı için zayıf kalmış ve Paris, onu bu en zayıf noktasından vurmuştu.

Ajax, Akhilleus’un ölüsünü savaş meydanından taşıdı. Ölü yakma töreninden sonra külleri Patroklos’un küllerinin konulduğu kaba konularak beraberce gömüldü.

Akhilleus’un ölümünden sonra, onun Hephaistos usta tarafından yapılmış olan muhteşem zırhı kumandanlar arasında yeni bir huzursuzluğa yol açtı. Zırh acaba Akhilleus’un ölüsünü savaş alanı dışına taşıyan Ajax’ın mı olmalıydı?Yoksa Odysseus’a mı verilmeliydi? Kumandanlar arasında yapılan gizli bir oylama sonunda zırha sahip olma hakkı Odysseus’a verildi. Ajax da , kendini aşağılanmış görüp, kılıcının üstüne atlayarak intihar etti.

Bu iki kahramanın kısa zamanda arka arkaya ölmeleri Akhaların cesaretlerini kırdı. Zafer, çok uzak görünüyordu, ama vazgeçmeye de hiç niyetleri yoktu. Akhilleus’un genç oğlu Neoptolemus, Paris’i öldürdü. Ama onun ölümü Troyalılar için pek de büyük bir kayıp değildi. Zaten bütün bu belaları Troyalıların başına hep o açmamış mıydı? Bir keresinde ağabeyi Hektor onu şöyle azarlamıştı:

‘’Seni alçak, seni parlak oğlan, seni çapkın

seni ırz düşmanı seni.

Hiç doğmaz olaydın keşke,

Ya da kalaydın ölümüne dek evlenmeden.

Çok isterdim bunun böyle olmasını

Hem çok da iyi olurdu hani

Ne baş belası kesilirdin o zaman

Ne de yüz karası olurdun başkalarına

Nasıl kaçırdın ta uzak ülkelerden

Kargı salan erlerin gelini, güzel yüzlü kadını

Baş belası yaptın onu babana, halkımıza, ilimize'’

İlyada III.39_50

Paris’in ölümünden sonra da Troyalılar güçlerini korudular. Şehir surları dokunulmamış bir şekilde ayaktaydılar. Savaş genellikle surlardan uzakta ovada cereyan ettiği için ciddi bir tehditle karşılaşmamışlardı. Bu, sonu olmayan savaşa bir son verebilmek için orduyu şehrin içine alıp, Troyalıları bir baskınla yok etmekten başka çare yoktu. Bunu nasıl yapacaklardı?

Akhaların en akıllısı kurnaz Odysseus, bir tahta at yapma fikriyle ortaya çıktı. Büyük ve içi boş bir at olacak ve içine belirli sayıda asker alabilecekti. Odysseus ve diğer bazı seçkin komutanlar atın içine gizlenirken, diğerleri denize açılıp Tenedos (Bozcaada)’nın arkasına, Troyalıların onları göremeyecekleri bir şekilde gizleneceklerdi. Eğer işleri ters giderse, Yunanistan’a geri dönecekler. Tabi bu arada atın içindekiler ölümüne terk edilecekti. Ama her şey Odysseus’un planladığı gibi giderse, Troya’ya geri dönüp, şehrin içine girmek için verilecek işareti bekleyeceklerdi. Planın yürümesi için geride bir Akhalı asker bırakacaklardı. Bu askerin görevi ; tahta atın şehrin içine alınmasını sağlamak için, Troyalıların ikna edilmesiydi. Herşey Odysseus’un planladığı gibi gitti. Bir sabah, Troyalılar büyük bir şaşkınlıkla uyandılar. Her yer çok sakindi. Gürültülü Akha kampı, tamamen boştu ve gemilerde gitmişlerdi. Batı kapısı önünde de daha önce hiç görülmemiş büyüklükte ve biçimde tahtadan bir at duruyordu. Öyle görünüyordu ki, Akhalar bu işten vazgeçmişler, mağlubiyeti kabul edip Yunanistan’a geri dönmüşlerdi. Ancak bu kocaman tahta at da neyin nesiydi? Troyalılar, bu soruları kendi kendilerine sorarken, Akhaların geride bıraktıkları Sinon isimli asker ortaya çıktı. Troyalılar Sinon’u yakalayıp kral Priamos’a (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürdüler. İyi bir aktör olan Sinon, ağlıyor, sızlıyor ve Yunanlılardan nefret ettiğini söylüyordu. Bunun sebebini ise şöyle açıklıyordu:

‘’Akhalar, Troya’ya yelken açmalarını engelleyen kuzey rüzgarını durdurmak için kral Agamemnon’un kızı Iphiginia’yı kurban ettiler. Geriye dönüşleri için ise ben talihsiz kurban olarak seçildim. Tam yola çıkarlarken beni kurban edeceklerdi. Her şey hazırdı. Ama gece olunca karanlıktan yararlanarak bir bataklığa saklandım ve gemilerin uzaklaşmalarını seyrettim.'’

Simon’un anlattığı bu hikayeye herkes inandı. Çünkü o rolünü çok iyi oynuyordu. Hikayesinin ikinci ve asıl can alıcı kısmına şöyle devam etti.:

‘’Tahta at Tanrıça Athena’ya kutsal bir sunak olarak yapılmıştır. Böyle büyük yapılmasının sebebi Troyalıların onu dar şehir kapılarından şehrin içine almalarını engellemek içindir. Akhalırın beklentisi Troyalıların bu atı yakıp yıkmalarıdır. Böylece tanrıça Athena’nın öfkesini Troya üzerine çekmiş olacaklardır. Ama Troyalılar atı şehrin içine alıp onu korurlarsa tanrıçanın lutfu Troyalılara yönelecektir.'’.

Akıllıca düzenlenmiş bu hikayeye Troyalı rahip Laokoon ve Hektor’un kız kardeşi Kassandra dışında herkes inandı. Rahip Laokoon, ‘’hediye veren Yunanlılardan sakının'’ diyerek Troyalıları uyardı. Atın hemen yakılmasını söyledi. Hiç kimse ona inanmadı. Laokoon’un Troyalıları ikna etmesinden korkan Poseidon denizden iki tane korkunç yılan göndererek, Laokoon ile iki oğlunun öldürttü.

Bir bilici olan Kassandra da, bunun bir hile olduğunu söylediyse de ona kimse inanmadı. Apollon, Kassandra’ya aşık olmuş bu yüzden ona geleceği görme yeteneği vermişti. Kassandra Apollon’un aşkını kabul etmemiş, o da Kassandra’ya verdiği bu yeteneğin yarısı geri almıştı. Yani Kassandra geleceği görmeye devam edecek ama ona kimse inanmayacaktı.

Troyalalır, hiç tereddüt etmeden, atı şehrin içine sürüklediler. On yıl süren korkunç savaş bitmiş, nihayet özlenen barış gerçekleşmişti. Troyalılar, bunu eğlenceler düzenleyip şölenlerle kutladılar. Gece yarısı herkesin derin uykuda olduğu bir sırada Odysseus ve arkadaşları teker teker nöbetçileri öldürdüler ve kapıları ardına kadar açtılar. Zaten Akha ordusu, şehrin surlarına çok yaklaşmıştı. Açık kapılardan sessizce şehrin içine sızarak her tarafta yangılar çıkarttılar.

Yangınları söndürmek için dışarıya çıkan Troyalılar ne olduğunu anlayamadan kılıçtan geçirildiler. Bu yapılan savaş değil kasaplıktı. Şehrin bazı bölümlerinde Troyalılar küçük gruplar oluşturup düşmana karşı koydular. Tek amaçları ölmeden önce mümkün olduğu kadar çok Akhalı öldürmekti. Bazıları öldürdükleri Akhalıların giysilerini giyip düşmana yaklaşıyorlardı. Bu yolla birçok Akhalı asker öldü. Başlangıçta çok fazla Troyalı uykuda katledildiği için bu savaş adil değildi. Artık sona yaklaşılmıştı. Akhilleus’un oğlu Neoptolemus, yaşlı Priamos’u karısı ve kızlarının gözü önünde öldürdü. Daha sabah olmadan Aeneas hariç, bütün Troyalı liderler öldürülmüştü. Annesi Aphrodit’in de yardımıyla Aeneas, Babası Ankhises ve oğlu Ascanius’u da alıp Troya’dan kaçmayı başardı. Uzun maceralardan sonra İtalya’ya ulaştı.

Orada güçlü bir Etrüsk kralının kızı ile evlenerek yeni bir şehir kurdu. Roma’nın gerçek kurucuları olan Romus ve Romulus kardeşler bu şehirden ve Aeneas’ın soyundan geldikleri için, Aeneas her zaman Roma’nın gerçek kurucusu olarak kabul edilmiştir. Troya’nın baştan başa yakıldığı o korkunç gece, Aphrodit, güzel Helen’e de yardım etti. Paris’in ölümünden sonra töreye göre Paris’in kardeşi Deiphobos’la evlenmiş olan Helen Aphrodit’in de yardımıyla eski kocası Menelaos’a gitti. Menelaos, onu memnuniyetle kabul etti. Ertesi gün, hep beraber Yunanistan’a geri döndüler. Onlar, Yunanistan’a yelken açarken, Asya’nın en mağrur kentinden geriye bıraktıkları şey, sadece için için yanmakta olan bir harabe idi.
 
Ağlayan Kaya

Niobe, Thebes şehrinin kraliçesi olup ,Tantalos’un kızıydı. Tantalos ise Zeus’un bir ölümlü ile ilişkisi sonucu doğmuş oğluydu. Niobe , Thebes’i kendisini seven kocası ile beraber, uyum içinde yönetirlerdi. Niobe , güzelliği ve zenginliğine rağmen, tüm gücünü en büyük mutluluğu olan , on dört çocuğundan alırdı. Yedi haşarı oğlan ve yedi sevgili kızı. Kendisi mutlu ve gururlu bir anne olmaya devam edebilirdi, fakat o kendisini, bir tanrıça yerine koydu ve kendisini ondan üstün saydırdı.

Niobe’nin düşüşü, Leto adına verilen yemek ile başladı. Leto, bir Titan dır. O tanrıça Artemis ve tanrı Apollon’un annesi idi. Thebes şehrinin insanları, tapınağa kalabalık bir kitle halinde, Leto’nun onuruna, tütsü yakmak için akın ediyorlardı. Aniden Niobe belirdi ve emir veren sesiyle “ aptal insanlar ! neden Leto’yu onore ediyorsunuz, kraliçeniz ben varken ? Neden Leto’ya tapınıyorsunuz ? Onun sadece iki çocuğu var. Benim ise on dört ! Leto’nun benim ile kıyaslandığında hiç bir önemi yoktur. Alkışlarınızı ve adaklarınızı, bana yapın, ona değil !”

Leto, Niobe’nin cüretkar kelimelerini duyar, ikizleri olan, Apollo ve Artemis’i, Delos adasının , bir dağ tepesine çağırır. Leto, Niobe bir ölümlü, benim yerimi almaya çalışıyor ! Bir tanrının ! ve ekledi ; “ neyi fazla imiş ? İddiası ise, on dört çocuklu bir annenin, iki çocuklu bir anneden, kendisini daha değerli kılması. Fakat sizler, Apollo ve Artemis , tanrı ve tanrıçasınız. Bu sizi tüm çocuklarından önemli kılıyor. Niobe’ye bizi kimseye küçük düşüremeyeceğini öğretmeliyiz.” Apollo “ intikamımızı süratle almalıyız .” dedi, gümüş okunu ve yayını alarak. Artemis “ evet.” Dedi ve ekledi; “oklarımızı, annemizi korumak için kullanacağız.” İkisi Thebes’e doğru bulutlar tarafından sarılmış halde süzüldü ve bir kuleye yerleştiler. Altlarındaki geniş düzlükte, Niobe’nin oğullarını zengin donanımlı, ihtişamlı atlarını çalıştırırken gördüler. Apollo ve Artemis nişan aldı. Bir ok Niobe’nin en yaşlı oğlunun kalbine saplandı. O ise atından cansız bir şekilde düştü. Sonra , teker teker Niobe’nin yedi oğlu da cansız olarak toprağa düştüler. Niobe, refakatçilerin yakarışlarını duyar ve olay yerine hızla, kendisini izleyen yedi kızı ile gider. Niobe oğullarının cesedi üzerine kapanarak acıyla çığlık atar. O an, yasta olmasına rağmen, halka, gururlu bir şekilde, Leto’ya “sen henüz zaferi kazanmadın. Çünkü, hala senden daha değerliyim. Yedi çocuğum kaldı, senin ise sadece iki çocuğun var” cümlesini daha bitirmeden, yedi ok daha yedi kızını yere düşürdü.

Niobe’nin alaycı tavırları ve feryatları dinmişti. Öylesine yıkılmıştı ki ne hareket edebiliyor, ne de bir kelime söyleyebiliyordu. Yıkılmış bedenindeki tek yaşam belirtisi, ardı arkası kesilmeyen göz yaşları idi. Tanrılar onu cezalandırmıştı. Onu sürekli akan gözyaşları ile ıslak olan bir kayaya döndürmüşlerdi.

O kaya ki, günümüze Ağlayan Kaya olarak gelmiş...
 
Altınla Gelen Ölüm Efsanesi

Define arama heyecanını biz de yaşamak istiyorduk. Diğer taraftan 'ya bulursak' düşüncesini de bir türlü kafamızdan atamıyorduk. Çatalca'yı geçince bir köyde kimsenin bilmediği, ağaçların ve sarmaşıkların örttüğü bir surdan sözediliyordu. Biz de bilinen gerçek define hikayelerine ulaşmak için o yöne doğru hareket ettik.

Çatalca'ya girdikten sonra yerli esnafa buralarda ağaçların arasında kaybolmuş büyük bir surun yerini sorduk. Sorduğumuz ikinci esnaf, 'Anastasius' adlı surun Gümüşpınar Köyü'nün yakınında olduğunu söyledi.

Çatalca çıkışından yaklaşık 30 kilometre gittikten sonra Gümüşpınar Köyü'ne geldik. Köy meydanının bulunduğu kahvehaneye arabamızı parkettikten sonra köylülere durumu izah ettik. Köyün muhtarı Mustafa Nafiz Tığlı, define konusuyla ilgili tam aranılan yere geldiğimizi belirterek başından geçen olayları anlatmaya başladı.

Muhtar Tığlı, hem anlatıyor hem de vakit kaybetmemek için bizi Anastasius Surları'nın olduğu yere doğru (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürüyordu. Öyleki, biz köye giderken surların yanından geçmiş, ancak surları farkedememiştik. Çünkü, Edirne'ye giden eski yol, surları ikiye bölmüştü.

Köy muhtarı, son olarak geçen yıl Kanadalı birisinin aylarca Anastasius Surları'nın dibinde kazı yaptığını ve bazı fotoğraflar çektikten sonra köyden ayrıldığını kaydetti. Tığlı, halen bu yörenin yerli ve yabancı çoğu define avcıları tarafından yağmalandığını da söyledi.

Surlar, gerçekten keşfedilmeyi bekliyordu. Toprak, elekten geçirilmiş gibiydi. Surların içi kazılmış, bazı bölümleri yıkılmıştı. Ama ormanın arasında kaybolan surlar, hala dimdik ayaktaydı. Surun 72 kilometre uzunluğunda olduğunu anlatan Tığlı, sözlerini 'Gördüğünüz gibi her tarafı kazmışlar. Kimisi dozerle gelmiş, kimisi kazmayla. Devlet, burayı ortaya çıkaramaz mı? Artık, bir el atılsın ve bu surlar, turizmin hizmetine açılsın' diye sürdürdü.

Burada yaşanan gerçek bir hikayenin tek canlı tanığı olarak kendisinin kaldığını anlatan muhtar Nafiz Tığlı,'Duyduğumuza göre Kanadalı yabancıyı havalimanında yakalamışlar ve yanındaki evrakları alıp serbest bırakmışlar. Tahminimize göre o yabancı, geriye kalan altının yerini tespit etti. Uyanık birisiydi. Yanında altının yerini belli edecek fotoğrafları ve belgeleri taşımamıştır. Zaten daha sonra serbest bırakmışlar' diye konuştu. İster istemez 'hangi altın dolusu odadan bahsediyorsunuz' diye aniden atıldım. Tığlu, bunun üzerine Çatalca'da bilinen en büyük hazine öyküsü olan 'Altınla gelen ölüm'ü anlattı.

Balkan Savaşı sonrası Çatalca'nın Gümüşpınar Köyü'ne bir alay asker gelir ve buraya yerleşir. Savaş yeni bitmiştir ve askerlerin gönlünde sıla hasreti yanıp tütmektedir. Gümüşpınar'da görev yapan bir asker, köyünün yaya yürüyüşü iki günlük mesafede olduğunu komutanına iletir ve Binkılıç Köyü'ne doğru yola çıkar. Anastasius surlarını takip eden asker, akşam havanın kararması üzerine surların yanında ve ormanın içinde bulduğu bir mahzene girip uyur. Sabah gördüklerine inanamaz. Çünkü uyuduğu mahzen, ağzına kadar altınla doludur. Kesesini doldurup yola devam eder.

Yol uzundur ve akşam saatlerinde Binkılıç'a yakın Kayalık Köyü'ne gelen asker, yorgun argın bir evin kapısını çalar. Kapıyı, yaşlı bir adam açar. Neredeyse düşüp bayılacak olan asker, evin yaşlı efendisine 'Ben Binkılıç Köyü'ndenim. Bana yatacak yer ve ekmek verirseniz, size bu altınlardan veririm' der ve evin yaşlı beyine bir avuç dolusu altını uzatır. Yaşlı köylü askeri içeri buyur eder. Vakit ilerlemiştir ve asker yolda başından geçen olayı anlatır. 'Ben Gümüşpınar Köyü'nde askerlik yapıyorum. Mahzen altınla dolu. Köyüme gidip geleceğim. Geriye kalanları birlikte çıkarırız' der ve sabah evden ayrılır. Binkılıç Köyü'ne 2 saatlik yolu kalmıştır. Yolda eşkıyalarla çarpışmaya girer ve şehit olur. Evine (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)üreceği altın kesesi ise yoktur.

Yaşlı köylü, kendisine söz veren askerin aradan 2 gün geçmesine rağmen gelmemesi üzerine Binkılıç Köyü'ne gider ve evi bulur. Evdekiler, telaşlanmıştır ve birlikte aramaya çıkarlar. Kısa süre sonra, askerin kanlı cesedini bir derenin kenarında bulurlar. Askerin bir avuç dolusu altın verdiği köylü de kısa süre sonra ölür. Ama büyük oğlu Yusuf, geriye kalan altını bulma hayaliyle Gümüşpınar'a gelir. Altını bulmanın en iyi yolu da çobanlık yapmaktır. Gümüşpınar Köyü'ne çoban olur. Yusuf Dede, tam 20 yıl altın dolusu mahzeni arar. Ama köylünün çoban olarak bildiği Yusuf Dede'nin altın aradığından kimsenin haberi yoktur. Yusuf Dede, ölmeden birkaç ay önce köy kahvesinin yanındaki taşa oturur ve bugün Gümüşpınar Köyü'nde muhtarlık yapan Mustafa Nafiz Tığlı'ya şöyle der: 'Evlat, ben her gün bir sepet alıp giderdim ve her zaman sen bana bu boş sepeti niye taşıyorsun diye sorardın. Oğlum, babama ben küçükken bir asker, avuç dolusu altın verdi. Biz onunla öküz aldık. Ben o altınlardan yedim ve bir süre çok rahat yaşadık. Bu çoban, aslında her gün altın aramaya gidiyordu. O sepeti de altınları koymak için taşıyordum. O altınlar, hala duruyor' der ve dört yıl önce vefat eder.
 
Ay-Atam Efsanesi

Ay-Atam Efsanesi, Memlükler döneminde Mısır'da yaşamış olan Türk tarihçisi Aybek üd Devâdârî tarafından kayda geçirilmiş bir Türk efsanesidir. Aybek üd Devâdârî'nin verdiği bilgilere göre bu efsaneyi halk dilinden yazıya aktaran ilk kişi Ulug Han Ata Bitikçi adlı eski bir Türk bilginidir.

Ulug Han Ata Bitigçi'nin içinde Ay-Atam Efsanesi'nin de yer aldığı bir kitabını ele geçiren Cebrail bin Bahteşyu adlı İranlı bir tarihçi, Ay-Atam efsanesi'ni Türkçe'den Farça'ya tercüme etmiştir. Bu farça tercümeyi bulan Aybek üd Devâdârî efsaneyi olduğu gibi kendi kitabına aktarmıştır.

Ay-Atam Efsanesi'nin konusu insanoğlunun yaratılışıdır. İnsanın yaratılışını dört unsura (su, ateş, toprak, rüzgar) ve balçığa bağlayan bu efsanede Ön Asya mitolojisinin etkileri görülür. Kimi Türkologlar, Ulug Han Ata Bitikçi'nin yeni müslüman olmuş bir Türk düşünürü olduğunu düşünmektedirler.

Efsanede geçen ve Kara Dağcı adlı bir dağın üzerinde bulunan Ata Mağarası motifi, Türk mitolojisinin temel motiflerinden biridir. Bozkurt Destanı'nda kurtla yaşayan son Türk çocuğunun kaçıp sığındıkları Turfan'ın kuzeybatısındaki büyük dağ ve dağdaki mağara da böyle bir yerdir. Ergenekon'da da durum böyledir. Nitekim Ay-Atam Efsanesi'nde anlatılan mağara da Kara Dağcı adlı bir dağın üzerinde bulunmaktadır. Büyük Hun ve Kök Türk devletleri zamanında Türkler'in Tanrı'ya tapınmak için bir tür tapınak olarak kullandıkları ata mağaraları da konu ile ilgili ve önemlidirler.

İnsanın yaratılışını dört unsur ve balçığa bağlama daha çok Ön Asya mitolojisinin geleneğidir. Ancak, dört unsur inanışı Uygur Türkleri'nde de vardır. Ayrıca efsanenin kişi ve yer adlarının öz Türkçe olması, Ata Mağarası motifinin efsane de önemli bir yer tutması ve dolayısıyla Türkler'in ünlü mağara kültünün efsanede yer alması, Ay-Atam Efsanesi'nin bir Türk efsanesi olduğunu ortaya koyar. Ama efsanenin Ön Asya etkisi taşımasını ve Aybek üd Devâdârî'nin müslüman olması dolayısıyla efsanenin bazı bölümlerini kırpmış ya da müslümanlaştırmış olması ihtimalini göz önünde tutarak efsaneyi incelemek gerekir.

Ay-Atam Efsanesi özetle şöyledir:

Çok çok eski çağlarda...

Çok yağmurlar yağdı. Gök delinmiş gibiydi. Dünya sele boğuldu, her yanı çamurlar kapladı. Çamurlar akan selle yuvarlanarak Kara Dağ'daki bir mağaraya doldular. Mağaranın içindeki kayalar yarıldı. Yarıkların kimileri insanı andırıyordu. Sürüklenen çamurlar bu insan biçimli yarıkları doldurdular.

Aradan çok zaman geçti....

Yarıklardaki balçıklar sular ile benzeşti, hâllodu. Güneş Saratan burcuna gedi ve havalar çok ısındı. Yarıklardaki balçık sular ile pişti. Yarıkların bulunduğu bu mağara tıpkı bir kadın gibiydi. İçi de insanlara can veren bir kadın karnı gibiydi.

Dokuz ay durmadan yel esti....

Su, ateş, toprak ve yel, insana can vermak için birleştiler. Dokuz ay sonra bir insan çıktı ortaya. Adına Ay-Atam dediler.

Ay-Atam, gökten indi yere kondu. Bu yerin suyu tatlı, havası da serindi.

Sonra yine yağmurlar, seller başladı. Mağara yeniden çamurla doldu. Güneş bu kez Sünbüle burcunda durdu. Sünbüle burcundaki güneşin sıcaklığı ile balçıklar sular ile pişti. Bu kez bir hatun kişi çıktı ortaya. Adına Ay-Va dediler.

Ay-Atam ile Ay-Va evlendiler. Kırk çocukları oldu. Bunların yarısı erkek, yarısı da kızdı. Onlar da evlendiler; soyları çoğaldı.

Bir zaman geldi Ay-Atam ile Ay-Va Hatun'un ömürleri doldu; öldüler. Çocukları, ana-babalarını türedikleri mağaraya gömdüler. Mağaranın kapısını altın kapılar ile kapattılar, dört bir yanını çiçekle süslediler
 
Anadolu Adının Efsanesi

Anadolu efsaneleri, Anadolu’nun adıyla başlar. Neden Anadolu derler? Her karış toprağı bir efsaneyi dile getiren bu ülkenin de diyeceği vardır elbet. Çok uzaklara gitmeye lüzum yok... Şöyle Anadolu’nun ortasına, Ankara’ya yakın Kızılcahamam’a kadar uzanalım. Biraz ilerde Taşlıca köyü var. Köyün yanıbaşında bir taş oluk, oluğun yanıbaşında da bir yatır vardır. Anadolu dile gelir, ağızlar açılır, başlar anlatmaya... Türk sultan asker toplar, sefere çıkar, dağ-taş, dere-tepe aşarlar. Ağustos güneşi, dudakları çatlatır,asker su diye kıvranmaya başlar. İşte bu sırada, tâ karşıki tepelerden omzunda ayran bakracı, ak saçlı bir nine görünür. Yanık dudakların tek umudu bir ihtiyar anada. Kadın, buradaki taş oluğun başına gelir, ayranını döker. Askerler oluğun başına üşüşürler. Manga manga, bölük bölük ellerindeki bakır mataraları doldururlar. - Doldur oğlum! - Dolu ana... - Doldur yiğitlerim! - Ana dolu... İhtiyar anne ‘doldur!’ dedikçe askerler ‘ana dolu!’ diyerek buz gibi ayranla bağırlarını serinletirler. Öyle ki bir bakraç ayran, koca bir ordunun susuzluğunu giderir. O günedek ‘Belde-i Rûm’ olan bu kutsal toprakların adı da ‘Anadolu’ olur. Oluğun yanındaki mezarın bu ihtiyar, kerâmet sahibi anaya ait olduğunu söylerler ve ziyaret ederler. Hatta son yıllara kadar, bu mübarek ananın köyü olan Taşlıca’dan vergi alınmadığını da ilâve ederler...
 
Çayda Çıra Efsanesi

Elazığ halkoyunlarının incisi çayda çıra oyunu elde tabaklara konan mumlarla karanlık bir mekanda başlanarak oynanır. Elazığ'ın ulusal ve uluslararası tanıtımında büyük rolü ve adeta simgesi olan bu halkoyunun doğuşu hakkında çeşitli efsaneler anlatılır. Bu efsanelerden en yaygını şöyledir:

Uluovayı ortadan ayıran Haringit çayının kıyısında kurulu bir köyde düğün vardır. Bu köyün ileri gelenlerinden birinin oğlu evlenmektedir. Yenilir, içilir, günlerce eğlenilir. Artık düğünün son gecesidir. Eğlence olanca coşkusu ve güzelliği ile devam etmektedir. Aniden ay tutulur. Bu olay pek hayra yorumlanmaz. Düğüne katılanlar bunu uğursuzluk olarak yorumlarlar. Davetliler tedirgin olurlar. Düğünün neşesi kaçar, coşkusu donar.Damadın annesi Pembe hatun buduruma çok üzülür. Ne kadar mum varsa köyde toplatır, tabaklara dizer ve orada bulunanların ellerine tutuşturur. Kendisi de başa geçerek mumların ışığında oynamaya başlar. Çalgıcılar hemen bu oyuna uygun müzik bulurlar. Davetliler coşar eğlence devam eder. Böylece çayda çıra oyunu ve melodisi ortaya çıkar.

__________________
 
Arap Baba Efsanesi

Harput'ta Alaca mescidin sol tarafından bir iki metre aşağı indikten sonra kayalar üzerinde küçük bir kapı görülür. Bu Arap baba türbesinin kapısıdır.Türbe dikdörtgen şeklindedir.Zeminin tam ortasında yeşil kumaşla örtülü tahtadan bir sandukça içerisinde Arap babanın cesedi bulunur. Cesedin başı yoktur. Sonradan buraya kesik bir baş konmuşsada kesik başın cesetle hiç bir ilgisinin olmadığı görülür. Bütün uzuvlarıyla olduğu gibi varlığını sürdüren cesedin göğüs ve karnı nisbeten çökmüş, özellikle el ve ayakları tırnaklarına varıncaya kadar şaşılacak bir biçimde sağlamdır. Cesedin uzun zaman mumyalanmış olduğu ifade edilmişsede bu konuda yapılan çalışmalarda sağlıklı bir sonuca varılamamıştır.

Arap Baba hakkında pek çok efsane anlatılır. Bunlardan en fazla söyleneni şöyledir.

Harput ve yöresinde bir yıl yağmur yağmaz. Kuraklık ardından kıtlık kapıya dayanır. Halk perişandır. Alacalı mescidin yakınındaki bir evde Selvi adlı yaşlı bir kadın rüyasında Arap babanın başı kesilipte bir dereye atılırsa yağmur yağacağını görür. Yaşlı kadın önceleri buna pek bir anlam vermez. Ancak aynı rüyayı üç gece üst üste görünce karar verir ve bir gece Arap babanın cesedinin başını gövdesinden ayırır. Kesik başı dereye atar. Gerçektende yağmur yağmaya başlar. Ama ne yağmur... Yağmur değil adeta tufan. Dereler coşar, her yanı sel basar bir türlü dinmek bilmez. Yağmuru dört gözle bekleyen insanlar bu seferde bu felaket karşısında muzdarip olurlar. Selvi kadın rüyasında Arap babanın kesilen başı yerine konulursa yağmurun dineceğini görür. Arar,bir kesik baş bulur, yerine koyar yağmur durur.

Harputlular bu olay üzerine Selvi kadının korkunç bir hastalığa yakalanarak günlerce ızdırap çektiğini sonrada öldüğünü söylerler.
 
Apollon ile Daphne Efsanesi

Baş Tanrı Zeus'un oğlu olan Apollon güneş tanrısıymış ilk zamanlarında. Her sabah, dört tanrısal atın çektiği altın arabası ile, peşinde güneş, gökyüzünü bir uçtan bir uca dolaşırmış baş tanrı Zeus'un oğlu. Bir gün yine altın arabası ile dolaşırken gökyüzünde korkunç bir piton yılanına rastlamış. Yılanın büyüklüğünden ve görünüşünden korkan Apollon tanrısal kılıcını çektiği gibi öldürmüş dev piton yılanını. Apollon dev piton yılanını öldürmüş ama bu sefer de vicdanı rahat etmemiş. Yılanı öldürerek tanrısallığının kirlendiğine inanan Apollon, kirlenen bu tanrısallığını temizleyebilmek için yeryüzüne inmiş ve 7 yıl boyunca burada bir kralın sürülerine çobanlık yapmış. Çobanlık yaparken tanrıların çalgısı liri çalmayı öğrenmiş. O kadar iyi ve güzel çalıyormuş ki Zeus ona müzik Tanrısı olmayı da sağlamış bu sayede.

Yine birgün gökyüzünü dolaşmaya çıkmış dört tanrısal atın çektiği altın arabasıyla. Bir uçtan bir uca gezerken gökyüzünü, elinde oku ve yayıyla bebek yüzlü aşk Tanrısı Eros'a rastlamış. Eros'un bebeksi yüzüne ve elindeki ok ve yaya bakan Apollon kendisini tutamamış ve Aşk Tanrısına şöyle demiş “ Ey aşkın tanrısı! Bu savaş araçları senin eline hiç yakışmıyor. Onları bana verirsen, uygun olan yerde, yani savaş meydanlarında kullanırım. Bilirsin benim attığım ok yerini bulur, bu konuda benim üzerime yoktur” Apollon'un bu sözleri çocuk gözlü, bebek yüzlü Aşk Tanrısı Eros'u çok kızdırmış. Güzel gözleri sinirden alev alev parlamış.

Apollon'a demiş ki; “Ey Güneşin, müziğin, okun Tanrısı güçlü ve akıllı Apollon. Söylediklerinde elbette ki doğruluk payı var. Senin oklarının her şeyi vurabilir mutlaka. Ama unuttuğun bir şey var ki o da benim oklarım seni bile vurabilir. Benim işimi neden böyle küçümsüyorsun” Eros sözlerini bitirdikten sonra Apollon'un yanından hızla uzaklaşmış. Ama bir yandan da Apollon'a oklarının tadını tattıracağına yemin etmiş. Apollon günlerden birgün yine yeşillikler içindeki ülkesinde oturmuş lirini çalarken, ormanda yalnız başında dolaşmakta olan güzeller güzeli su perisi Daphne'yi görmüş. Onu görür görmez bütün vücudunu bir titreme almış. Kendinden geçmiş bir halde tanrıçaları bile kıskandıran bir güzelliğe sahip olan bu su perisini izlemeye başlamış. Ancak onları izleyen birisi daha varmış. Aşk tanrısı Eros. Eros, Apollon'un kendisini küçümsemesinin intikamını almanın vaktinin geldiğini görünce sevinmiş ve hemen sadağından sadece tanrıların görüp hissedebildikleri oklarından nefret okunu çekip Daphne'nin yüreğine saplayıvermiş. Eros'un Tanrısal okları kalbine saplanan Daphne'nin kalbi artık yeryüzünde aşka kapatılmış böylece. Eros sadağından çıkardığı aşk okunu da Apollon'un kalbine saplayıvermiş. Apollon'un kendini beğenmiş sözlerinden böylece intikam almış aşkın Tanrısı Eros. Daphne ailesinin ve babasının tüm ısrarına rağmen evlenmeyi kabul etmiyormuş. Bu güzel su perisi her gün ormana çıkıp yeryüzündeki bütün canlıları güzelliğine hayran bırakarak dolaşıyormuş.

Apollon da artık hergün bu güzeller güzeli su perisini görebilmek için gökyüzündeki krallığından inip ormanda dolaşın bu büyüleyici güzeli izliyormuş gizli gizli. Artık ne savaşlardaki başarısı, ne avdaki keskin nişancılığı ne de ustaca çaldığı lirin tanrısal ezgileri tatmin etmiyormuş Işığın ve avcıların tanrısı Apollon'u. Hergün ormana gidip kalbini esir alan Daphne'nin tanrıları kıskandıran güzelliğini izliyormuş. Günler geçtikçe onu uzaktan uzağa izlemek yetmez olmuş güçlü ve yakışıklı Apollon'a. Kendi kendine demiş ki “ben ışığın ve müziğin tanrısı güçlü, yakışıklı, korkusuz Apollo'yum. Niye çekiniyorum ki. Gidip şu ormanın güzel kızıyla konuşayım. Aşkından dalgalanıp, göğsümü delen şu kalbimin acısını bastırayım” Kendi kendine böyle cesaret verdikten sonra güzeller güzeli Daphne'nin karşısına çıkmış Apollon. Daphne aniden karşısına çıkan Tanrı Apollon'u görünce korkmuş ve ondan kaçmaya başlamış. Apollon da onun peşinden koşuyormuş. Bir yandan da Daphne'ye, O'na olan aşkını haykırıyormuş. “Dur, kaçma benden güzeller güzeli peri kızı. Ben Apollon'um, güneşin, müziğin ve ışığın tanrısı. Senin düşmanın değilim. Bütün bu yeryüzünde bana aşık olmayacak tek bir canlı bile yokken sen niye benden kaçıyorsun.” Daphne'nin durmaya hiç niyeti yokmuş. Tam aksine kalbindeki nefret okunun etkisiyle Apollon'un bu aşk sözlerinden daha da korkmuş ve ciğerlerini yırtarcasına kaçmaya devam etmiş.

Apollon çaresizlik içinde Daphne'yi kovalamaya devam ediyormuş. Bir yandan da şöyle sesleniyormuş ona” Kaçma benden ne olursun ey güzeller güzeli. Bak ben ışığın tanrısıyım ama senin aşkından gözlerinden gözlerim kör, okun tanrısıyım ama kalbime saplanan bu aşk okunun dermanı yok bende. Dur ne olur kaçma benden, beni senin peşinden koşturan aşktır, düşmanlık değil!” Bu sırada Olympos'taki tahtında bütün olup biteni gören Tanrıların tanrısı Zeus bütün bu olan biteni izliyormuş. Oğlunun düştüğü bu içler acısı duruma üzülüyormuş ancak olaylara da müdahale etmek istemiyormuş. Daphne kaçmaya Apollon da onu kovalamaya devam etmiş. Bir an gelmiş ki Daphne artık Apollon'un yakıcı tanrısal nefesini hissetmeye başlamış ensesinde. Yorgunluktan iyice titreyen bacakları artık gövdesini taşıyamayacak hale gelmiş. Birden durarak ayağı ile toprağı eşelemiş ve şöyle feryat etmiş; “Ey toprak ana, beni ört, beni sakla, beni koru” Daphne'nin bu içten yalvarışıyla birlikte vücudu birden ağırlaşmaya başlamış. Ayakları toprağın derinliklerine doğru kaymış, yeryüzündeki bütün kadınları kıskandıran bedeni kabuk bağlamış, kokusundan bütün canlıların başını döndüren saçları da yapraklara dönüşmüş. İnce, narin kolları uzamış ve dallara dönüşmüş ve güzel Daphne bir defne ağacına dönüşmüş. Gördükleri karşısında şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırmış genç ve güçlü Apollon.

Üzüntüden bol bol gözyaşı dökmüş ve defne ağacına sarılmış. Güzelim yapraklarının kokusunu doyasıya içine çekmiş. Apollon Defne ağacına şöyle demiş; “Ey güzeller güzeli, ben seni çok sevdim. Sen beni istemedin ve benden kaçtın. Oysa ki ben sana ne kadar aşıktım ve şu yeryüzünde beni reddedecek başka bir canlı yoktu. Ben seni karım yapacaktım. Madem ki benim karım olamadın o zaman benim onur ağacım olacaksın. Bundan böyle ben ve tüm kahramanlar senin ağacının dallarıyla süsleyecekler kendilerini. Kokulu saçlarından olan bu ağacın yaprakları yaz ve kış yeşil kalacak ve ben onları taç yapacağım başıma.” Bu içten ve tatlı sözler üzerine defne ağacına döne Daphne saygıyla eğilmiş Apollon'un karşısında. İşte bu tanrısal aşk hikayesinin geçtiği yer bugünkü Antakya'nın Harbiye'sidir. Ve derler ki Harbiye'nin şelaleleri de güzel Daphne'nin döktüğü gözyaşlarıdır...
 
Aynalı Kaya Efsanesi

Manisa'nın, sırtını dayadığı Spil Dağı pek çok efsanenin de kaynağıdır. Ama Ağlayan Kaya Niobe efsanesi şüphesiz bunların en meşhurudur.

Yarı-tanrı Tantalos'un kızı Niobe Manisa'da doğmuş, tanrıça Hera ile birlikte çocuklukları bu yörede geçmiştir. Daha sonra Niobe'nin yedisi kız, yedisi erkek 14 çocuğu olur. Çocukluk arkadaşı ve Zeus'un eşi Hera'nın ise Apollon ve Artemis olmak üzere iki çocuğu vardır. Her fırsatta çocuklarının sayısı ile gururlanan Niobe, topu topu iki çocuğu olduğunu söyleyerek küçümsediği Hera'yı öfkelendirir. Hera çocuklarından, Niobe'yi cezalandırmalarını ister. Apollon ve Artemis de oklarıyla Niobe'nin bütün çocuklarını öldürür. Niobe, çocuklarının cesetleri başında günlerce ağlar. Sonunda Tanrı Zeus, Niobe'nin haline acır ve ıstırabına son vermek için onu ağladığı yerde taş haline getirir.

Spil yamacındaki kadın başı şeklindeki bu kayanın, göz çukurunu andıran girintilerinden sızan -daha doğrusu, yakın zamanda kuruduğu için artık sızmayan- su, Niobe'nin gözyaşları olarak yorumlanır. Halk buraya 'Ağlayan Kaya' der. Yakından bakıldığında sıradan doğal bir kaya oluşumu; batı yönünde biraz uzaklaşılarak bakıldığında ise kadın başı şeklinde görünen bu kaya, hala çok ziyaret edilen bir yerdir. Manisa'nın sarı üzümlerinin ilk olarak Niobe'nin gözyaşlarıyla sulanan bağlarda yetiştiği söylenir.
 
İğneci Baba

İğneci Baba ile kardeş olan Serçoban, Amasya merkeze bağlı Karasenir Köyü’ne yerleşir. Çobanlık ile geçimini sağlayan, hal ve hareketleri, ibadetinin sadeliği ile tanınır.

Bir gün Amasya’da ayakkabıcılıkla geçimini sağlayan ağabeyi İğneci Baba’yı ziyarete gelir. Beraberinde de koyunlarından sağdığı sütü bir mendiline çıkılayıp hediye olarak getirir. Amacı, kendi mendiline koyduğu sütün, mendilden sızmadığını göstermektir. Serçoban mendilini kunduracı dükkanının duvarındaki bir çiviye asar. Bu sırada İğneci Baba dükkanında bir bayanın ayak ölçünü almaktadır. Serçoban, bayanın topuklarını görünce, “ne kadar da güzel” diye aklından geçirdiğinde çiviye asılan mendilden süt yavaş yavaş damlamaya başlar.

İğneci Baba, kardeşinin niyetinde bozulmalar olduğunu sezer ama hiç birşey belli etmez. Bayan ayak ölçünü verip dükkandan ayrılınca, İğnecibaba, kardeşi Serçoban’a “ Keramet dağ başında ermekte değil, keramet burada, çıkındaki sütü damlatmamakta” der.
 
Altay Tufan Efsanesi

Türk mitolojisinde, tufan ile ilgili örnekler Altay Türkleri'nin efsanelerinde yaşamaktadır. Altay Türkleri'nde, tufan efsanesinin bir kaç söyleyişi vardır. Aşağıda bu söyleyişlerden birine yer verilmiştir. Aşağıda yer alan ve U. Harva Holmberg tarafından nakledilen Altay Tufan Efsanesi, İslam ve Hıristiyan dünyasının Nuh Tufanı anlatılarına oldukça benzemektedir.

Altay Tufan Efsanesi, özetle şöyledir:

Sel bütün yeri kapladığında, Tengiz (=Deniz) yerin üzerinde efendi idi. Tengiz'in yönetimi altında Nama adında iyi bir erkek yaşardı. Nama'nın Sozun Uul, Sar Uul ve Balık adlarında üç oğlu vardı.

Ülgen (Tanrı), Nama'ya bir kerep (=tahta sandık) yapmasını buyurdu.

Nama, sandığın yapılması işini üç oğluna bıraktı. Oğulları, kerepi bir dağ üzerinde yaptılar. Kerep yapıldıktan sonra Nama, onu her biri seksen kulaç olan sekiz halatla köşelerinden yere bağlamalarını söyledi. Böylece su seksen kulaç yükseldiğinde durum anlaşılacaktı. Bundan sonra Nama, ailesi ile çeşitli hayvanları, kuşları alarak kerepe girdi.

Yeryüzünü sisler kapladı. Dünya korkunç bir karanlığa gömüldü. Yerin altından, ırmaklardan, denizlerden sular fışkırdı. Gökten sağanaklar boşandı. Yedi gün sonra yere bağlanan halatlar koptu, kerep yüzmeğe başladı; suyun seksen kulaç yükseldiği anlaşıldı. Yedi gün daha geçti. Nama en büyük oğluna kerepin penceresini açmasını, çevreye bakmasını söyledi. Sozun Uul bütün yönlere baktı. Sonra şöyle dedi:

"Her şey suların altına batmış. Yalnızca dağların dorukları görünüyor."

Daha sonra Nama da baktı. O da "Gökyüzü ile sular dışında bir nesne görünmüyor" dedi.

Kerep sonunda sekiz dağın birbirine yaklaştığı yerde durdu. Çomoday ve Tuluttu dağlarında karaya oturdu. Nama pencereyi açtı, kuzgunu serbest bıraktı. Kuzgun geri dönmedi. İkinci gün kargayı gönderdi, üçüncü gün saksağanı gönderdi. Hiçbiri geri gelmedi. Dördüncü gün bir güvercin gönderdi. Güvercin, gagasında bir ince dalla geri döndü. Nama bu kuştan, öteki kuşların niçin geri gelmediğini öğrendi. Onlar sırasıyla geyik, köpek ve at leşi yemek üzere gittikleri yerde kalmışlardı. Nama bunu duyunca öfkelendi.

"Onlar şimdi ne yapıyorsa, dünyanın sonuna değin onu yapmağa devam etsinler" dedi.

Efsanenin devamında Nama yaşlandığı zaman, kurtardığı canlıları öldürmesi için kendisini kışkırtan karısını öldürür. Oğlu Sozun Uul'u yanına alarak cennete (göğe) çıkar. Daha sonra orada beş yıldızlı bir yıldız kümesine dönüşür. Holmberg'in düşüncesine göre, tufan kahramanları, Yayık Han'a dönüşmüştür. Yayık Han, Altay Türkleri'ne göre, insanları koruyan ve yaşam veren bir ruhtur. Ayrıca insanlarla Ülgen (Tanrı) arasında elçilik yapar.
 
Geri
Üst