Efsaneler



Çoban Dede Efsanesi

Çoban dede Köprüköy bulunmaktadır. Çoban dede efsanesinin anlatıldığı yerde bulunana taşlar bir çobana ve koyunlarına ve birde ejderhaya benzetilmektedir.

Efsaneye göre çok eskilerde bir çoban yaşarmış. BiEjderha çobanın sürüsüne musallat olmuş ve her geldiğinde bir koyunu alıp (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürüyormuş günler sonra azalan sürüsüne üzülen çoban Allaha yalvararak ejderi taş etmesini ve buna mukabil kendisinin bir koç kurban edeceğini söyler.

Allah duasını kabul eder fakat çoban kurbanını kesmez bu nedenle de Allah çobanı ve koyunları taş eder.
 




Ayran Dede Efsanesi

Çevrede yaygın olarak anlatılan efsaneye göre, Yavuz Sultan Selim İran Seferine (1514 Çaldıran) giderken Karaman-Ereğli güzergahında yer alan Ayrancı bölgesine geldiğinde, şimdi kazanın yanında ve üzerinde baraj kurulan akarsu ile karşılaşır. Bu akarsu üzerinde değişik aralıklarla 12 köprü vardır. Yavuz Sultan Selim ordunun iki koldan Köprülerden geçmesini emreder. Hilmi DEDE Köprüsünden geçerken komutan askerlerin içmesi için temiz suyu nereden bulabileceğini Hilmi DEDE’YE sormuş, o da evinde karısının yayıkta yaymakta olduğu ayrandan ikram etmek istediğini söyler. Çevrede “Sokutaşı”olarak adlandırılan oyuk taşın içerisine bir miktar ayran doldurur. Komutan “İlahi dede bu kadarcık ayran koca orduya yeter mi?” der. Ayrandan bütün askerler içip yinede bitmediğini görünce, Hilmi DEDE’nin sırtını sıvazlayarak “Sen Hilmi Dede değil”, bilakis Ayran Dede’sin demesi üzerine ilçenin adıda AYRANCI olur.
 




Balıkesir Efsanesi

Tarihçilere göre Balıkesir adı, Bizans imparatoru Hadrianus'un av partilerinde kullanmak için yaptırdığı Paleo Kastro (Eski Hisar) sözcüğünden kaynaklanmaktadır. Tarihî bir gerçekliği de bulunan bu ad, daha sonra halk etimolojisi sayesinde değişik rivayet ve yorumlara da konu teşkil etmiştir. Biz bu rivayetlerden birkaçını kısaca anlatmak istiyoruz.

Balıkesir adı daha çok bal, balık, kesir ve hisar kelimeleri üzerinde yapılan oynamalarla izah edilmektedir. Bir rivayete göre Balıkesir'in adı eskiden Balık Hisar şeklindeymiş. Buradaki balık sözü Eski Türkçe'de şehir, kale veya saray anlamı taşımaktaymış. Kale Şehri anlamını veren bu rivayete göre bu ad, XI. yüzyıldan sonra kullanılmaz olmuştur. Gerçekten de Orta Asya'da Beşbalık gibi bazı Uygur devrine ait yer isimlerinde balık kelimesinin şehir anlamında kullanıldığı dikkati çekmektedir.

Diğer bir rivayete göre ise Balıkesir adı, balı kesir, yani balı çok, bol anlamındaki söz grubundan gelmektedir. Buna göre Balıkesir'in balının bol ve lezzetli oluşu bu adı almasına sebep olmuştur.

Başka bir rivayet ise Balıkesir'in ilk kurulduğu yıllarda buraya gelen bir yabancının iyi muamele görmemesi üzerine balı keser, yani hatır, gönül tanımaz adını verdiği şeklindedir. Buna göre bal, Arapça'da hatır, gönül anlamını taşımaktadır.

Bunların dışında bölgede bir süre hakim olan İran hükümdarı Balı Kisra veya civardaki Yılanlı Dağ'ın eski adı olan Balcea ya da Pelecas'ın Balıkesir adının ilk şekli olduğu ileri sürülmektedir. Fakat bunlar uzak ihtimaller olarak değerlendirilmektedir.

Bütün bu rivayetler içinde en mantıklı olan, buraya yerleşen Türk oymaklarının Orta Asya hatıralarını canlı tutmak için koymuş olabilecekleri Balık Hisar adıdır.

İlimizin Balıkesir dışında tarihte daha çok anılan bir adı daha vardır. Bu ad yörede bir süre hakim olan Karesioğulları Beyliği'nin kurucusu Karasi Bey'den kaynaklanan Karesi adıdır. İlimiz gerek beylik, gerekse Osmanlı sancaklığı döneminde daha çok bu adla anılmıştır. Bir rivayete göre de Karesi beyinin oturduğu kaleye Beylik Hisar adı verildiği için bu ad değişerek bugünkü Balıkesir şeklini almış olduğu söylenir.
 




Yaratılış Efsaneleri

Orta Asya'da yaşayan Türk toplulukları arasında dünya ve insanın yaratılışı hakkında birçok efsane saptanmıştır. Bu efsaneler yakın çağlarda derlendikleri için İslamlık, Hıristiyanlık, Budizm, Maniheizm gibi dinlerden etkiler taşımaktadırlar. Ancak bunlar genel yapısıyla erken dönem Türk mitolojisinin izlerinin görüldüğü önemli ürünlerdir.

Aşağıda, Altay Türkleri'ne ait iki yaratılış efsanesi verilmiştir. Bu iki efsane temel olarak birbirlerine benzerler; ama ayrıldıkları noktalar da vardır; aralarındaki farkları, okuyunca anlayacaksınız. İlk efsane W. Radloff tarafından saptanmıştır; ikinci efsane ise V. Verbitskiy tarafından saptanmış olup ilk efsaneden daha değişik bir söyleyişe sahiptir. İki efsanede de tek bir yaratıcı Tanrı vardır. Birinci efsanede Tanrı; Kayra Kan, Kuday ve Kurbustan adlarını taşırken, ikinci efsanede Ülgen, Bay-Ülgen adlarına sahiptir. İki efsane de dış etki (Çin ve İran) taşırlar.

Bu yaratılış efsanelerinde İran mitolojisinin ile Mani dininin etkisinin olduğu görülmektedir. İkili düşünce ilkesi (dualizm) İran mitolojisinin en önemli özelliğidir. İran mitolojisinde Hürmüz, iyilik ilahıdır ve gökte oturur; Ehrimen ise yeraltında karanlıkların ilahıdır. Aynı durum Altay Türkleri'nin yaratılış destanlarında da vardır. Altay yaratılış destanlarında da Tanrı Kuday gökte oturur, Şeytan Erlik ise yer altında. Ama Erlik, Tanrı değildir; yalnızca güçlü bir körmös'tür (şeytan). Türk Tanrı düşüncesi, İran mitolojisindeki ikili ilah sistemini tek ilahlı sisteme çevirmiştir.

İran mitolojisinde Hürmüz, birçok yaratık yaratır ve Ehrimen de bunların bir bölümünü kendisine vermesini ister; ama olumsuz yanıt alır. Aynı durum Altay yaratılış efsanesinde de söz konusudur. Tanrı Kuday (Ülgen) da birçok yaratık yaratır ve Erlik bunların bir kısmını kendine ister ama Tanrı bunu reddeder.

Altay yaratılış destanlarında, herşeye gücü yeten ve günümüzdeki Tanrı inancının aynısı olan bir inanış yoktur. Altay yaratılış destanlarında Tanrı'ya yaratma eyleminde kimi varlıklar yardım eder (mesela Ak Ene ve Kişi yani Erlik). Bu yüzden bu efsanelerde her şeye kaadir bir Tanrı imajı yerine, yaratma eyleminde çeşitli varlık ve nesnelere başvuran bir ilah portresi çizilmiştir.

Verbitskiy'in saptamış olduğu yaratılış efsanesinde (aşağıdaki ikinci efsane) balığın dünya ile ilgili simgeselliğine yer verilmiştir. Bu efsaneye göre dünyanın altındaki üç balığın, dünyanın dengesini sağlamada rolü vardır. Burada balığa kutsallık verilmiş ve dünyanın dengede durmasının simgesi olmuştur. Bu özellik eski Hint mitolojisinde de vardır. Balığın burada kullanılması aynı zamanda onun insanın yaratılışının, yaşamın yeniden doğuşunun, bolluk ve bereketin simgesi olmasından ileri gelmiştir. Kimi araştırmacılar göre Kırım Türkleri de benzer biçimde, dünya okyanusunda büyük bir balık bulunduğunu ve balığın üzerinde boynuzlarıyla dünyayı taşıyan bir boğa olduğunu ileri sürerlerdi.

Altay yaratılış efsanelerinin bazı kahramanları yabancı adlar taşırlar; mesela Mangdaşire, Şal-Yime, May-Tere vb. Bu efsanelerin bazı motifleri de Eski Türk kültüründe bulunmamaktadır. Mesela Tanrı'nın gökte oturması, yaratma eyleminde nesne ve kişilere başvurması, Ak-Ana, Tanrı'nın insanlarla doğrudan konuşması ...gibi. Altay yaratılış efsanelerinde, Türk destanlarındaki güçlü yapı ve görkem de yoktur. Ergenekon Destanı ile karşılaştırılmaları bile bunu kolayca gözler önüne serer.

Aşağıda iki yaratılış efsanesi de yer almaktadır.

Yeriding Pütkeni (Yerin Yaratılışı)

Herşeyden önce su vardı. Yer, ay, gök, güneş yoktu. Tanrı (Kuday) ile Kişi vardı. İkisi de birer kara kaz gibi su üzerinde uçuyorlardı.

Tanrı bir şey düşünmüyordu. Kişi, yel çıkarıp suyu dalgalandırdı; Tanrı'nın yüzüne su sıçrattı. Bunu yapınca da kendisinin Tanrı'dan güçlü olduğunu sandı; daha yüksekte uçmak istedi. Ama uçamadı; suya düşüp dibe battı. Boğulmak üzereydi. "Bana yardım et!" diye bağırıp Tanrı'dan yardım istedi.

Tanrı "Yukarı çık!" dedi, o da sudan çıkıverdi. Sonra Tanrı, "Sağlam bir taş olsun!" dedi. Suyun dibinden bir taş yükseldi. Tanrı ile Kişi, taşın üzerine oturdular. Tanrı, Kişi'ye "Suya dal, suyun dibinden toprak çıkar!" diye buyruk verdi. Kişi, Tanrı'nın buyruğunu yerine getirdi. Suyun dibinden çıkardığı toprağı Tanrı'ya (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürdü.

Tanrı, Kişi'nin getirdiği toprağı suyun üzerine serperken "Yer olsun !" diye buyurdu. Buyruk yerine geldi, yeryüzü yaratıldı. Tanrı, yine Kişi'ye "Suya dal, suyun dibindeki topraktan çıkar !" diye buyruk verdi. Kişi, suya daldığında, bu kez kendim için de toprak alayım diye düşündü. İki avucuna da toprak doldurdu; bir avucundakini Tanrı'dan gizlemek için ağzına attı. Dileği, Tanrı'dan gizli kendine göre bir yer yaratmaktı. Avucundaki toprağı getirip Tanrı'ya uzattı. Tanrı, toprağı suyun üzerine serpip genişlemesini buyurdu. O'nun suya serptiği toprak gibi, Kişi'nin ağzındaki toprak da büyüyüp genişlemeğe başladı. Kişi korktu; soluğu kesildi, öleyazdı. Kaçmağa başladı. Ancak, nereye kaçsa yanı başında Tanrı'yı buluyordu. O'ndan kaçamıyordu. Çaresiz kaldı, Tanrı'ya yalvarmağa başladı: "Tanrı! Gerçek Tanrı! Bana yardım et".

Tanrı, Kişi'ye "Ağzındaki toprağı ne için sakladın" dedi. Kişi, "Kendime yer yaratmak için saklamıştım" diye yanıt verdi. Tanrı da, "Öyleyse at ağzından ve kurtul" dedi. Kişi'nin ağzındaki toprak yere dökülürken küçük tepeler oluştu. Tanrı, "Artık sen günahlı oldun" dedi, "Bana karşı geldin. Kötülük düşündün. Bundan sonra sana uyanlar, senin gibi kötülük düşünenler senin gibi kötü kişi olacak; bana uyanlar ise iyi ve pak kişiler olacak, güneş ve aydınlık yüzü görecek. Ben, gerçek Kurbustan adını almışımdır; bundan sonra senin adın da Erlik olsun. Günahlarını benden saklayanlar senin adamın olsun, günahlarını senden saklayanlar benim adamım olsun".

Yeryüzünde, dalsız budaksız bir ağaç yeşerdi. Tanrı, bu dalsız budaksız ağaçtan hoşlanmadı. "Dalları, yaprakları olmayan ağaca bakmak güzel değil. Bu ağacın dokuz dalı olsun!" dedi. Dalsız budaksız ağaç birden dokuz dallı oldu. Tanrı, "Dokuz dalın herbirinin kökünden, birerden dokuz kişi türesin; bunlar dokuz ulus olsun!" dedi.

Erlik, bunlar olurken büyük bir gürültü duydu. Nedir acaba diye düşündü. Tanrı'ya gürültünün nedenini sordu. Tanrı, "Ben bir kaganım, sen de kendince bir kagansın. İşittiğin gürültüyü yapanlar benim ulusumdur!" dedi. Erlik, Tanrı'dan bu ulusu kendisine vermesini istedi. Tanrı, "Olmaz!" diye karşıladı; "Sen git kendi işine bak!".

Erlik'in canı sıkıldı. Hele bir gidip şu insanları göreyim diyerek kalabalığın yanına vardı. Orada insanlardan başka yaban hayvanları, kuşlar ve daha nice yaratıklar vardı. Erlik, Tanrı bunları nasıl yarattı acaba, bunlar ne yer, ne içerler diye düşündü. O düşüne dursun, insanlar ağacın yemişlerinden yemeğe başlamışlardı. Erlik baktı ki, insanlar ağacın yalnızca bir yanındaki yemişleri yiyorlar, öte yandakilere ellerini sürmüyorlar. İnsanlara bunun nedenini sordu. İnsanlar, şu yanıtı verdiler: "Tanrı bize şu yandaki dört dalın yemişini yemeği yasakladı. Biz yalnızca Tanrı'nın izin verdiği, ağacın gündoğusundaki yemişlerden yiyoruz. Şu gördüğün yılan ile köpek, yasak yandaki yemişleri yemememiz için bekçilik ediyor. Bundan sonra Tanrı göğe çıktı. Beş dalın yemişi de bizim aşımız oldu"

Bu yanıt, Erlik'i sevindirdi. Erlik Körmös, insanlardan Törüngey denilen erkeğe yaklaştı. Ona "Tanrı size yalan söylemiş. Asıl, yasakladığı yemişlerden yemeniz gerekir. Onlar daha tatlıdır. Bir deneyin; göreceksiniz" dedi. Erlik, uyumakta olan yılanın ağzına girdi; ağaca çıkmasını söyledi. Yılan, ağaca çıkıp yasak yemişlerden yedi. Doğanay'ın karısı Eje, yanlarına geldi. Erlik, Törüngey ile Eje'ye de yasak yemişlerden yemelerini söyledi. Törüngey, Tanrı'nın sözünü tutarak yasak yemişlerden yemedi. Karısı Eje dayanamadı, yedi. Yemiş çok tatlı idi. Alıp kocasının ağzına sürdü. Törüngey ile Eje'nin tüyleri birden döküldü. Utandılar. Kaçıp, herbiri bir ağacın ardına saklandılar.

Derken Tanrı geldi. Bütün ulus, kaçışıp bir köşeye gizlendi. Tanrı, "Törüngey! Törüngey! Eje! Eje! Neredesiniz" diye haykırdı. Törüngey ile Eje "Ağaçların arkasındayız" dediler, "Karşına çıkamıyoruz, utanıyoruz". Sonra, olanları bir bir anlattılar. Tanrı, bildiği şeyleri duymanın öfkesi içinde herbirine ayrı cezalar verdi. "Şimdi sen de Körmös'ten (Şeytan'dan) bir parça oldun" diyerek yılana verdi ilk cezayı. "İnsanlar sana düşman olsun; seni görünce vurup, ezip öldürsünler!" dedi. Eje'ye döndü, "Sen, Körmös'ün sözüne uydun. Yasak yemişi yedin. Cezanı çekeceksin. Çocuk doğuracaksın. Doğururken de acı çekeceksin. Sonunda öleceksin, ölümü tadacaksın". Törüngey'e de şöyle diyerek cezasını verdi: "Körmös'ün aşını yedin. Benim sözümü dinlemedin, Körmös Erlik'in sözüne uydun. Onun adamları onun dünyasında yaşar, karanlıklar dünyasında bulunur. Benim ışığımdan yoksun kalır. Körmös bana düşman oldu; sen de ona düşman olacaksın. Benim sözümü dinleseydin, benim gibi olacaktın. Dinlemediğin için dokuz oğlun, dokuz da kızın olacak. Bundan sonra ben, insan yaratmayacağım. Artık, insanlar senden türeyecek."

Tanrı, Erlik'e de kızdı. "Benim adamlarımı niçin aldattın ?" diye sordu öfkeyle. Erlik "Ben istedim, sen vermedin" dedi, "Ben de senden çaldım. Artık, hep çalacağım. Atla kaçarlar ise düşürüp çalacağım. İçip içip esrirler (sarhoş olurlar) ise birbirlerine düşürüp döğüştüreceğim. Suya girseler, ağaçlara çıksalar bile yine çalacağım". Tanrı da, "Öyleyse; dokuz kat yerin altında ayı, güneşi olmayan karanlık bir dünya vardır. Seni oraya atıyorum" diyerek Erlik'i cezalandırdı. Her şey bitince, bütün insanlara birden şöyle dedi: "Bundan sonra kendi yemeğinizi kendiniz kazanacak, gücünüzle elde edeceksiniz; benim yemeğimden yemek yok. Artık, yüz yüze gelip sizinle konuşmayacağım. Bundan sonra size May-Tere'yi göndereceğim".

May-Tere, insanlara birçok şey öğretti. Arabayı da May-Tere yaptı. Ot köklerini, yenilebilecek otları insanlara öğretti. Erlik, May-Tere'ye yalvardı: "Ey Gök Oğul, bana yardım et. Tanrı'dan izin dile. Yanına çıkmak istediğimi söyle. Yardım et bana". May-Tere, Erlik'in dileğini Tanrı'ya iletti. Tanrı aldırış etmedi. May-Tere, altmış yıl yalvardı. Sonunda Tanrı, Erlik'e haber gönderdi: "Düşmanlıktan vazgeçersen, insanlara kötülük etmezsen sana izin veririm, yanıma gelirsin!" Erlik, söz verdi. Tanrı'nın katına çıktı. Baş eğdi. "Beni kutsa. Bana izin ver, ben de kendime gökler yapayım" diye yalvardı. Tanrı, izin verdi. Erlik, kendisi için gökler yaptı. Adamlarını topladı, yaptığı göklere yerleştirdi; kendisi de başlarına geçti. Çok kalabalık oldular. Tanrı'nın en sevgili kullarından olan Mangdaşire, bu duruma çok üzüldü. Üzüntü içinde düşündü: "Bizim öz kişilerimiz yeryüzünde sıkıntı çekip yoruluyor. Erlik'in adamları ise, göklerde keyfedip duruyor." Mangdaşire, bu üzüntü içinde Erlik'e savaş açtı. Erlik, daha güçlü çıktı. Ateş ile vurup Mangdaşire'yi kaçırdı. Mangdaşire, Tanrı'nın katına çıktı. Tanrı, "Nereden geliyorsun?" dedi. Mangdaşire, "Erlik'in adamlarının gökte oturması, bizim adamlarımızın ise yeryüzünde binbir güçlük içinde yaşamaları ağırıma gitti. Erlik'in yandaşlarını yere indirmek, göklerini başına yıkmak için Erlik'le savaştım. Gücüm yetmedi, o beni kaçırdı" diye yanıt verdi. Tanrı, üzülmemesini söyledi. "Erlik'e benden başka kimsenin gücü yetmez" dedi, "Erlik'in gücü senden çoktur. Ama gün gelecek, senin gücün Erlik'in gücünden üstün olacak". Mangdaşire'nin yüreği serinledi, rahat rahat uyudu.

Gün geldi, Mangdaşire güçleneceğini anladı. O gün Tanrı, Mangdaşire'yi yanına çağırdı. "Var git. Güçlendin artık. Erlik'in göklerini başına yıkacak güce kavuşturdum seni. Dileğine ereceksin" dedi, "Sana, kendi gücümden güç verdim". Mangdaşire şaşırdı: "Yayım yok, okum yok. Kargım yok, kılıcım yok. Kupkuru bir bileğim var. Yalnız bilek gücüyle Erlik'i nasıl yok edebilirim?". Tanrı, Mangdaşire'ye bir kargı verdi. Mangdaşire, kargıyı alıp Erlik'in göklerine gitti. Erlik'i yendi, kaçırdı; göklerini kırdı geçirdi. Erlik'in gökleri parça parça oldu, yeryüzüne döküldü. O güne değin dümdüz olan yeryüzü, o günden sonra kayalıklarla, sivri dağlarla doldu. Görklü Tanrı'nın özene bezene yarattığı güzelim yeryüzü eğri büğrü oldu. Erlik'in bütün yandaşları yere döküldü; suya düşenler boğuldu, ağaca çarpanlar sakatlanıp can verdi, sivri kayaların üstüne düşenler öldü, hayvanlara çarpanlar hayvanların ayakları altında kaldılar.

<>Erlik, varıp Tanrı'dan kendine yeni bir yer istedi. "Benim göklerimin yıkılmasına sen izin verdin; barınacak yerim kalmadı" dedi. Tanrı, Erlik'i yerin altındaki karanlıklar ülkesine sürdü. Üzerine yedi kat kilit vurdu. "Burada gün ışığı, ay ışığı görmeyesin. Üzerinde sönmez ateşler olsun. İyi olursan yanıma alır, kötü olursan daha derinlere sürerim" dedi. Bunun üzerine Erlik, "Öyleyse ölmüş kişilerin canlarını bana ver; gövdeleri senin olsun, canları benim" dedi. Tanrı, "Yo, onları sana vermeyeceğim" dedi, "İstiyorsan kendin yarat". Erlik eline çekiç, körük ve örs aldı. Vurmağa başladı. Bir vurdu, kurbağa çıktı. Bir vurdu, yılan çıktı. Bir vurdu, ayı çıktı. Bir vurdu, domuz çıktı. Bir vurdu, Albıs (kötü ruh) çıktı. Bir vurdu, Şulmus (kötü ruh) çıktı. Sonunda Tanrı, Erlik'in elinden çekici, örsü, körüğü aldı; ateşe attı. Körük bir kadın, çekiç bir erkek oldu. Tanrı, kadını tutup yüzüne tükürdü. Kadın bir kuş olup uçtu. Bu kuş, eti yenmez, tüyü yelek olmaz Kurday denilen kuştur. Tanrı, erkeği de tutup yüzüne tükürdü. O da bir kuş olup uçtu; adına Yalban kuşu dediler.

Bu olanlardan sonra Tanrı, insanlara "Ben size mal verdim, aş verdim. Yeryüzünde iyi, güzel, pak olan ne varsa verdim. Yardımcınız oldum. Siz de iyilik yapın. Ben, göklerime çekileceğim, tez dönmeyeceğim" dedi.

Yardımcı ruhlarına döndü: "Şal-Yime; sen, rakı içip aklını yitirenleri, körpe çocukları, tayları, buzağıları koru. Onlara kötülük gelmesin. Sağlığında iyilik yapmış olanların ruhlarını yanına al; kendini öldürenlerinkini alma. Zenginlerin malına göz dikenleri, hırsızları, başkalarına kötülük edenleri de alma. Benim için, bir de kaganları için savaşıp ölenlerin ruhlarını da yanına al, benim yanıma getir.

İnsanlar ! Size yardım ettim. Kötü ruhları (körmösler) sizden uzaklaştırdım. Körmösler size yaklaşırsa, onlara yiyecek verin, ama onların yiyeceklerinden yemeyin; yerseniz, onlardan olursunuz. Benim adımı söylerseniz korumam altında olcakasınız. Şimdi ben aranızdan ayrılıyorum, ama yine geleceğim. Beni unutmayın, geri gelmez sanmayın. Geri döndüğümde iyiliklerinizin, kötülüklerinizin hesabını göreceğim. Şimdilik benim yerimde Yapkara, Mangdaşire ve Şal-Yime kalacaklar; size yardımcı olacaklar.

Yapkara! Gözlerini dört aç. Erlik senin elinden ölenlerin canlarını çalmak isterse, Mangdaşire'ye söyle; o güçlüdür.

Şal-Yime! Sen de iyi dinle. Albıs, Şulbus yeraltındaki karanlıklar ülkesinden çıkmasınlar. Çıkarlarsa, hemen May-Tere'ye bildir. Ona güç verdim. O, kötü ruhları koğar.

Podo-Sünku, Ay'ı ve Güneş'i bekleyecek. Mangdaşire, yeryüzünü ve gökyüzünü koruyacak. May-Tere, kötüleri iyilerden uzaklaştıracak.

Mangdaşire, sen de kötü ruhlarla savaş. Güç gelirse benim adımı çağır. İnsanlara iyi şeyleri, iyi işleri öğret. Oltayla balık avlamayı, tiyin (sincap) vurmayı, hayvan beslemeyi öğret".

Sonra, Tanrı uzaklaştı. Mangdaşire, Tanrı'nın sözlerini yerine getirdi. Olta yaptı, balık avladı. Barutu buldu, sincap vurdu. Gün geldi, Mangdaşire kendi kendine mırıldandı: "Bugün beni yel uçuracak, alıp (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürecek". Bir yel geldi, Mangdaşire'yi uçurup (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürdü. Bunun üzerine Yapkara insanlara "Mangdaşire'yi Tanrı yanına aldı. Artık, onu bulamazsınız. Gün gelecek, beni de yanına çağıracak. Nereye isterse oraya gideceğim. Öğrendiklerinizi unutmayın. Tanrı'nın yargısı budur" dedi.

İnsanları kendi haline bırakıp o da gitti.

İkinci Yaratılış Destanı

Gök yoktu, yer yoktu. Yalnızca, sonu olmayan bir deniz vardı. Tanrı Ülgen (Aakay, Kurbustan), bu denizin üzerinde uçuyordu. Konacak sert bir yer arıyordu, bulamıyordu. Böyle uçarken gönlüne doğdu. Bir ses "Önündeki nesneyi yakala" diye fısıldadı. Ülgen, bu fısıltıyı yineledi. Ellerini öne doğru uzattı. O sırada su yüzüne bir taş çıkmıştı. Ülgen, taşı yakaladı, üzerine kondu. Taşın üstünde ne yapacağını düşündü. Uçsuz bucaksız suyun içinden Ak Ene (Ak Ana), süzülüp Ülgen'in karşısına çıktı ve "Yarat" dedi; üç kez yineledi. Ülgen "Nasıl?" diye sordu. Ak Ene "Yaptım oldu de, yaptım olmadı deme" dedi. Sonra, Ak Ene kayboldu. Bir daha da görünmedi. Ülgen, insanlara şu buyruğu verdi. "Var olana yok demeyin; vara yok diyen de yok olur!".

Ülgen, "Yer yaratılsın!" dedi; yer yaratıldı. "Gökler yaratılsın!" diye buyurdu; gökler yaratıldı. Böylece bütün dünyayı yarattı. Sonra, üç büyük balık yaratıp, yeri onların üzerine yerleştirdi. Balıklardan ikisini yerin kenarına, üçüncüsünü ortasına temel yaptı. Ortada bulunan balığın başı kuzey yönündedir. Bu balık başını eğerse, kuzeyden yayık (tufan) olur. Başını daha aşağı eğerse, yeryüzünde su basmadık bir avuç yer kalmaz. Onun için bu balık, büyük bir zincirle bir direğe bağlanmıştır. Onu, Mangda-Şire yönetir.

Ülgen, dünyayı yaratırken ay ve gün ışığının dokunduğu Altın Dağ'da oturdu. Bu dağ, gök ile yer arasında idi. Dünya'nın yaratılışı altı gün sürdü. Yedinci gün Ülgen yatıp uyudu; sekizin gün kalktı...

Bizim Ay ve Güneş'imizin dünyasından başka, doksan dokuz dünya daha vardır. Bunların hepsinde birer uçmag (cennet), birer tamu (cehennem) vardır. Herbirinde insanlar bulunur. En büyük dünya, Han Kurbustan Tengere'dir. Bay-Ülgen, bu âlemin yönetimini yardımcılarından olan Mangızın Matmas Burkan adlı ruha vermiştir. Bu dünyanın yerinin adı Altın Telegey'dir. Cehennemi, Mangız Toçiri Tamu'dur. Bu tamuyu, Matman Kara adlı bir zebani yönetir.

Doksan dokuz âlemin ortancası, Ezre Kurbustan Tengere'dir. Ezre Tengere'yi, Belgein Keratlu Türün Musıkay Burkan'a verilmiştir. Yerinin adı, Altın Şarka'dır. Cehennemi, Tüpken Kara Tamu'dur. Bu cehennemi Matman Karakçı yönetir.

Kişioğullarının bulunduğu bizim dünyamız, en küçük dünyadır. Adına, Kara Tengere Dünyası denilir. Bu dünyayı, May-Tere yönetir. Cehenneminin adı, Kara Teş'tir. Bu cehennemi, Kerey Han yönetir. Bizim dünyamızın üzerinde otuz üç kat gök vardır.

Bay-Ülgen, birgün denize bakarken, suyun üstünde bir toprak parçasının yüzdüğünü gördü. Toprağın üzeri, insan gövdesine benzeyen bir kil tabakası ile kaplıydı. Ülgen, "Bu cansız toprak, kişi olsun!" diye buyurdu. Toprak, kişi oldu. Ülgen, ona Erlik adını verdi; olduğu yere bıraktı. Erlik, giderek Ülgen'i buldu. Ülgen de onu yanına aldı; kendisine küçük kardeş yaptı. Bir zaman sonra Erlik, Ülgen'i kıskandı. Ondan daha güçlü olmak istedi. Ülgen'e imrendi, "Ben de onun gibi olmalıyım" diye düşündü. Düşüne düşüne Ülgen'e düşman oldu. Ülgen bunun yerine, Mangdaşire'yi yarattı. Sonra da, bizim dünyamızda yedi kişi yarattı. Bunların kemikleri kamıştan, etleri topraktan oldu. Kulaklarına üfledi, can verdi. burunlarına üfledi, akıl verdi. En sonra da, yine bir kişi yarattı ve May-Tere adını verdi. Ona "Bu insanları sen yönet" diye buyurdu.
 




Altay Tufan Efsanesi

Türk mitolojisinde, tufan ile ilgili örnekler Altay Türkleri'nin efsanelerinde yaşamaktadır. Altay Türkleri'nde, tufan efsanesinin bir kaç söyleyişi vardır. Aşağıda bu söyleyişlerden birine yer verilmiştir. Aşağıda yer alan ve U. Harva Holmberg tarafından nakledilen Altay Tufan Efsanesi, İslam ve Hıristiyan dünyasının Nuh Tufanı anlatılarına oldukça benzemektedir.

Altay Tufan Efsanesi, özetle şöyledir:

Sel bütün yeri kapladığında, Tengiz (=Deniz) yerin üzerinde efendi idi. Tengiz'in yönetimi altında Nama adında iyi bir erkek yaşardı. Nama'nın Sozun Uul, Sar Uul ve Balık adlarında üç oğlu vardı.
Ülgen (Tanrı), Nama'ya bir kerep (=tahta sandık) yapmasını buyurdu.


Nama, sandığın yapılması işini üç oğluna bıraktı. Oğulları, kerepi bir dağ üzerinde yaptılar. Kerep yapıldıktan sonra Nama, onu her biri seksen kulaç olan sekiz halatla köşelerinden yere bağlamalarını söyledi. Böylece su seksen kulaç yükseldiğinde durum anlaşılacaktı. Bundan sonra Nama, ailesi ile çeşitli hayvanları, kuşları alarak kerepe girdi.

Yeryüzünü sisler kapladı. Dünya korkunç bir karanlığa gömüldü. Yerin altından, ırmaklardan, denizlerden sular fışkırdı. Gökten sağanaklar boşandı. Yedi gün sonra yere bağlanan halatlar koptu, kerep yüzmeğe başladı; suyun seksen kulaç yükseldiği anlaşıldı. Yedi gün daha geçti. Nama en büyük oğluna kerepin penceresini açmasını, çevreye bakmasını söyledi. Sozun Uul bütün yönlere baktı. Sonra şöyle dedi:

"Her şey suların altına batmış. Yalnızca dağların dorukları görünüyor."

Daha sonra Nama da baktı. O da "Gökyüzü ile sular dışında bir nesne görünmüyor" dedi.

Kerep sonunda sekiz dağın birbirine yaklaştığı yerde durdu. Çomoday ve Tuluttu dağlarında karaya oturdu. Nama pencereyi açtı, kuzgunu serbest bıraktı. Kuzgun geri dönmedi. İkinci gün kargayı gönderdi, üçüncü gün saksağanı gönderdi. Hiçbiri geri gelmedi. Dördüncü gün bir güvercin gönderdi. Güvercin, gagasında bir ince dalla geri döndü. Nama bu kuştan, öteki kuşların niçin geri gelmediğini öğrendi. Onlar sırasıyla geyik, köpek ve at leşi yemek üzere gittikleri yerde kalmışlardı. Nama bunu duyunca öfkelendi.

"Onlar şimdi ne yapıyorsa, dünyanın sonuna değin onu yapmağa devam etsinler" dedi.

Efsanenin devamında Nama yaşlandığı zaman, kurtardığı canlıları öldürmesi için kendisini kışkırtan karısını öldürür. Oğlu Sozun Uul'u yanına alarak cennete (göğe) çıkar. Daha sonra orada beş yıldızlı bir yıldız kümesine dönüşür. Holmberg'in düşüncesine göre, tufan kahramanları, Yayık Han'a dönüşmüştür. Yayık Han, Altay Türkleri'ne göre, insanları koruyan ve yaşam veren bir ruhtur. Ayrıca insanlarla Ülgen (Tanrı) arasında elçilik yapar.
 




Abdurrahman Gazi Efsanesi

Abdurrahman Gazi ismi Erzurum'da büyük izler bırakmıştır. Şehitlik ve gazilik mertebesine erişmiş bir insan olduğu için onun manevi şahsiyeti Erzurumluların daima gönlünde yaşamış, yüce insandır Palandöken Dağı'nın üst yamaçlarında türbesi bulunan ve bir ziyaretgâh yeri olan Abdurrahman Gazi'nin Hazreti Peygamber'in sancaktarı olduğu halk arasında yaygındır.

Hazreti Peygamber'in İslam Orduları Erzurum'u fethederken, Sancaktarı Abdurrahman Gazi'nin kellesi bir düşman kılıcı ile koparılır ve yere düşer. Kellesini koltuğuna alan Abdurrahman Gazi elinde bulunan İslam’ın Sancağı'nı Palandöken'in en yüce noktasına dikmek üzere dağ yokuşunda koşmaya başlar.

Kellesi koltuğunda, sancağı elinde olan Abdurrahman Gazi Palandöken Dağı'ndaki “Şığvaler" Mevkii'ne gelince dağda bulunan çobanlar evvela dona kalırlar, sonra biri dayanamayıp:

-“Olaaa hele bakın şuraya, eskerin kellesi koltuğunda dağa doğru koşuyor”

diye bağırmağa başlar. Abdurrahman Gazi Efendimizin Sancaktarı ve Ashaptan evliyaullah bir zat kem göz onu orada nazara getirir ve olduğu yere düşer kalır. Hem gazilik hem de Şehitlik rütbesine ermiştir.

Palandöken'in Şığvaler tepesi denilen Sultan Sekisi yamaçlarında ruhunu teslim ederken Ona kavuşmaya çalışan kardeşi de Türbe Deresi'nde aynı anda şahadete erişir. Her iki kardeş Erzurum halkı tarafından ruhlarını teslim ettikleri yerde defnedilir. Ve o tarihten sonra da Abdurrahman Gazi'nin Kabri Erzurum için büyük bir ziyaret merkezi olur.

Zamanın Valisi Yusuf Ziya Paşa buraya birde Camii yaptırmıştır. Erzurum’a gelip de Abdurrahman Gazi’yi ziyaret etmeyenler bir daha Erzurum’a gelecekleri rivayet edilir. Allah makamını cennet etsin…


Amin…
 




İlk Tıp Fakültesinin Hikayesi

1084 yılında Selçuklu komutanlarından Danişmend Gazi'nin fethettiği Kayseri, Selçuklu devletinin elinde büyümüş, Kalesi yeniden yaptırılmış, şehir, camiler, medreseler, köşkler ve türbelerle süslenmiştir. Bu devirden kalma en ilginç eserlerden biri de, Selçuklu Sultanı Birinci Giyaseddin Keyhüsrev'in kızkardeşi Gevher Nesibe Hatun adına yaptırdığı şifâhane, yada devrin Tıp Fakültesi'dir. Son yıllarda onarılan Şifâhanenin bir de hikayesi vardır.

Gevher Nesibe Hatun, bir sultan kızıydı ama, o, asıl sultanlığın, gönül sultanlığı olduğunu bilir, seven ve sevilen gönüllerde taht kurmanın gerçek sultanlık olduğuna inanırdı. O da sevmişti bir gün. Sarayın pancurları arasında gördüğü yağız benizli, kara kaşlı, genç bir sipahiye gönlünü kaptırıvermişti. Saray törelerine göre, evlenecek erkeği, kız değil sultan seçerdi. Üstelik, genç sipahinin de gönülcüğü Sultan kızı Gevher Nesibe'ye kaymış, bu tertemiz, fakat gizli aşk, alev alev sürüp giderken, sipahi, bir sefere yolcu oluvermiş. Bu gidişin dönüşü olmamış, sipahi sınır boylarında aşkla dolu yüreğini, bedeniyle birlikte kara toprağın kara bağrına gömmüş, Gevher Nesibe'yi yaslar içinde bırakmıştı. O günden sonra, sımsıkı pancurların gerisine çekilen Sultan kızı, sararıp solmağa başlamış, bu da yetmezmiş gibi, üzüntüsünden ince hastalığa yakalanmıstı. Kardeşi Sultan Giyaseddin Keyhüsrev, ülkenin tüm doktorlarını toplamış, ilaçlar yaptırmış, nafile. Çaresini bulamamışlar bu hastalığın. Gevher Nesibe Hatun, son nefesini verirken vasiyeti şu olmuştu:

- Benim derdimin çaresi yoksa, çaresi bulunan nice dertler var. Benim adıma bir hastane yaptırılsın. Bir köşesinde hastalar tedavi edilirken öteki köşesinde doktorlar çare araştırsınlar. Bütün hizmetlerin karşılığı vakıftan ödensin, kimseden bir şey istenmesin.
 




Sapanca Gölü Efsanesi

Sapanca gölünün bir efsanesi var, dilden düşmez. Yeri gelmişken bir de biz anlatalım: Bir zamanlar Sapanca gölünün yerinde, verimli topraklar, bu toprakların üzerinde de zengin, varlıklı bir kasaba varmış. Kasaba halkı zenginmiş, varlıklıymış ama, gözlerini dünya malı bürümüş, bencillik ve cimrilik ruhlarını karartmış. Bir gün, Adapazarı'nın güneyindeki Erenler tepesinde oturan, gözünü dünyaya kapamış, gönlünü aşk ve sevgiyle doldurmuş erenlerden bir eren, bu kasabaya inmiş. Selam vermiş, selamını almamışlar, konuk olmak istemiş, kimse "buyurun" dememiş, hangi kapıyı çaldıysa yüzüne kapanmış, bu fakir, fakat gönlü zengin dervişe bir bardak içecek su bile vermemişler. Derviş gönlü bu, bir kırıldı mı onarılmaz, onarılsa da faydası olmaz. Akşama değin yorgun-argın, aç-susuz kasabayı terk ederken, ötelerde küçük bir kulübeden sızan mum ışığına doğru yönelmiş, bir de bu kapıyı çalayım, belki bir gönül yoldaşı bulurum diye düşünmüş. Bu, kasaba halkına sapan yaparak geçimini sağlayan fakir bir sapancının iş yeriymiş. Kapıyı çalmış, az sonra sapancı güler yüzle konuğuna açmış kapıyı:
-Buyurun, hoş geldin, safa geldin. Ocaktan tencereyi şimdi indirdim. Bir konuk göndermesi için Tanrı'ya niyaz ediyordum, demiş.Derviş memnun, baş köşeye oturmuş. Sapancı sofrayı kurmuş, nesi var, nesi yoksa dervişin önüne getirmiş. Yemekten sonra, içi talaş dolu yatağını sermiş, konuğunu yatırmış. Sabah, erkenden kalkmışlar. Derviş, Sapancı'dan izin istemiş, Sapancı da onu karşıdaki tepelere kadar uğurlamış. Dönüşünde bir de ne görsün. Kasabanın yerinde koca bir göl var. Ne ev-bark kalmış, ne tarla-tapan. Koca göl, hepsini bir anda yutuvermiş. Kendisinden başka hayatta kimsecikler yok. Dervişin ahı tutmuş, kırılan bir gönül, bir kasabaya mal olmuş. O günden sonra, bu koca göle Sapanca adını vermişler. Adapazarı'nın Erenler Tepesi, aynı zamanda Ağaç Baba'nın yattığı yerdir. Ağaç Baba, bahar geldi mi, ormana iner, boş tarlalara fidan diker, ağaç yetiştirirmiş. Ağaç Baba'nın diktiği fidanları koparan, ya da yetiştirdiği ağaçları kesenlerin elleri kurur, bu yüzden kimse ormanlara el süremezmiş. Ölürken, Ağaç Baba'nın vasiyeti şu olmuş:

- Benden sonra, çocuklarınızın mutlu, topraklarınızın verimli olmasını istiyorsanız ağaçlarıma dokunmayın. Benim hayır duamı almak, dünya ve ahiretinizi ma'mur etmek istiyorsanız ağaç dikiniz. Ağaç Baba öleli, yıllar, yüzyıllar olmuş. Ama ölmeyen, halk arasında yaşayan bir vasiyeti var. Bu vasiyeti yalnız Sakarya için değil, tüm Anadolu için kabullenmek gerek.,

Ben Sapanca gölüne yakın yaşıyorum zaten hemen eski seka kampının yanında yazlığımız var. yazın ortalarında sular çekilince köyün camisinin minaresi görünür henüz yıkılmamıstır. Bi kaç kere dalmak istedik ama çok büyük yayın balıkları var ve etrafımıza çok yaklaştıkları için korktuk ewler belirgin camisi hala ayaktadır.
 




Kıyan Tepesi

Elbistan’ın Evzaniye (Ozanhüyük- Doganköy)‘de iyilik sever bir ağa yaşarmış. Bu ağanın Kıyan adında bir hizmetkarı varmış. Ağa o yıl hacca gitmek istemiş. O dönemde hacca yayan gidildiğinden çok zaman harcanırmış. Ağa, evin bir ferdi gibi olan Kıyan’ı yanına çağırıp, evini ve hanımını önce Allah’a sonra da Kıyan’a emanet etmiş.

Günü gelince ağa hacca gitmiş, Kıyan evin işlerini tek başına yapar ve ağayı aratmazmış. Bir gün içli köfte yapan ağanın hanımı “ah Kıyan efendimiz de olsaydı şu köfteden yeseydi “demiş. Kıyan, “hanımım bir tabak koy da (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)üreyim “ demiş. Hanım aklından Kıyan çok çalışıyor, herhalde doymadı diye geçirmiş. Bir tabak köfte doldurup Kıyan’a vermiş . Kıyan köfteyi alıp evden çıkmış. Allah’ın izniyle ağa akşam namazını kılarken, Kıyan “ağa hanım sana içli köfte gönderdi” demiş ve tabağı yanına bırakmış. Ağa bakmış ki sıcak içli köfte yanında duruyor... Hayretle yemiş. Tabak ve azık kabının kendilerinin olduğunu anlamış

Ağa hac vazifesini yerine getirip köye geldiğinde köy halkı girişte ağayı karşılamış. Kıyan iş gördüğü için ağayı karşılamaya gidememiş .Ağa bakmış ki kalabalık içinde Kıyan yok... Köylüler ağanın elini öpmek isteyince, ağa “Kıyan gelmeden elimi öptürmem” demiş. Biraz sonra Kıyan gelmiş, Ağa Kıyan‘ın elini öpmeğe eğildiğinde. Köylüler şaşırmış. Ağa durumu anlattıktan sonra Kıyan halinin herkes tarafından öğrenildiğini görünce onların arasından ayrılarak bir tepeye doğru kaçmış. Köylü ve ağa Kıyan’ı bir müddet takip ettikten sonra, bir tepeye varınca Kıyan ortadan kaybolmuş ve kaybolduğu yerde bir pınar çıkmış. Halk donup kalmış. O günden sonra o tepeye KIYAN TEPESİ denilmiş. Kıyan Tepesi ziyareti yeri olmuştur.
 




Köroğlu Destanı

Türk Destanları içinde en geç teşekkül eden, diğerlerine göre çok yeni bir destanıdır. Türklerin, bu günkü büyük ve son
yurdumuzun olan ve bunun içinde de her Türk için çok büyük bir değer taşıması, üzerinde hayatından fazla titremesi lazım
gelen Anadolu’muzda yerleşmesinden sonra meydana gelmiş olması Köroğlu Destanının bugüne kadar aynı tesir ve kuvvete
yaşamasına sebep olmuştur. Hala Anadolu ve Rumeli Türkü, Köroğlu Destanını bilir ve anlatıldığı zaman heyecanlanır.

Bununla beraber Köroğlu Destanının da kaynağı, bütün öteki destanlarımızda olduğu gibi, önceki sayfalarda anlattığımız asıl
büyük Türk destanlarıdır. Motifler hayaller, muhit ve adetler bütünüyle bu destanlarımızdan alınmış ve onların üzerine
kurularak geliştirilmiştir.

Bugüne kadar duyulan Köroğlu Destanı rivayetleri, Azerbaycan’dan Rumeli’ne kadar uzanan geniş sahada yirmi dört çeşitleme
halindedir. Bunlar, birbirinden farklı gibi görünse de aslından tek bir çekirdeğin etrafında gelişen parçalar gibidir.
Nitekim, hala halk arasında söylenen Köroğlu şiirleri de ya birer vakıa anlatmakta, ya bir güzelleme ile destandaki olayların
çevre olarak mekanını tespit etmekte; ya bir koçaklama ile destan kahramanlarından birini çizmekte veya birinin macerasını
vermekte; yahut da türkü ile olayları birbirine bağlamaktadır.

Bunlardan da anlaşılacağı üzere Köroğlu Destanımız bütün güzelliğine ve tam gibi görünmesine rağmen, destan olarak tekamül
devresini tamamlamamıştır. Çekirdeği vardır ve tabii gelişmesini göstermiştir; muhtelif zamanlarda ve muhtelif ozanların
eliyle ve diliyle ayrımları yapılıp eklemeleri eklenmiş ve bunlar bir halk süzgecinden geçerek halkın o güzel muhayyilesinden
de olacağını alıp şekillenmiştir. Fakat, yazılı tespit şekli, tamamı üzerinden ve nazım halinde bir tek ozanın işlemesine
mazhar olmamıştır. Bu kısım da yapıldıktan sonra elimizde tam ve mükemmel bir Köroğlu Destanı var diyebileceğiz.

Bugün hala değişik rivayetlerde anlatılan destanın, ana hatlarıyla hülasası şu şekildedir:

Köroğlu’nun babasının adı Yusuf’’ tur. Bir Beyin yanında çalışmaktadır ve bilhassa atlardan çok iyi anlamaktadır. Yusuf’ un
Ali adında, yiğit delikanlı bir oğlu vardır.

Günlerden bir gün Bey, Yusuf’ a, kendisi için çok güzel bir at seçip getirmesini ister. Yusuf da, çok gösterişsiz, uyuzumsu
bir tayı beğenir, alır gelir.

Fakat Bey çok kibirli, gösterişi seven, burnundan kıl aldırmayan ve çok zalim bir Beydir. Böyle bir atı kendisine seçip
getirdiği için Yusuf’ a fena halde öfkelenir.

Halbuki Yusuf’ un getirdiği tay öyle bilinen taylardan değildir. Sulardan çıkan bir aygırın dölünden gelme bir kır taydır.
Kanatlanıp uçma yeteneği vardır. Bakılır, terbiye edilirse eşi menendi bulunmayacak cinstendir. Ama Bey, bunların hiçbirini
anlamaz ve zalimliği üstün gelip Yusuf’ un gözlerine mil çekilip kör edilmesi buyruğunu verir. Buyruğu da, kendisi gibi zalim
olan adamları düşünmeden yerine getirirler.

İki gözü kör edilen Yusuf köyüne döner, O uyuzumsu tayı, hiç ışık görmeyen bir yerde besleyip terbiye eder ve eşi menendi
bulunmayan bir kır at haline getirir. Oğlu Ali de o zamana kadar daha yetişip daha yiğit daha gürbüz bir delikanlı haline
gelmiştir. Baba-oğul bir arada karar verip Beyden öç almağa yemin ederler. Bunun üzerine, kır atla birlikte Bingöl Dağlarına
varıp hayat suyunu ararlar; bulurlar ve içerler. Sudan ancak Ali ve kır at içmiştir. Yusuf içememiştir.

Bundan sonra dönüp, Beyin konağına yakın bir dağı yurt edinirler. (En meşhur rivayetlerde bu dağ Çamlıbel’dir) Yusuf, oğlu
Ali’ ye, burada yerleşmesini sağlık verir.

Babasının bu öğüdünü tutan Ali (Köroğlu) orayı yurt edinerek gelip geçenden baç almağa, haksızlıkların üstüne üstüne varmağa
başlar. Bir müddet sonra babası Yusuf ölür. Köroğlu, yine babasının öğüdüne uyarak kendisine çok sadık kırk yiğit toplar
etrafına. Akıllı, bilgin, görgülü ve bir sohbet adamı olduğunu duyup işittiğini İstanbul’ dan, Kasap başının oğlu yakışıklı
Han Ayvaz’ ı da kaçırıp kırk yiğidinin arasına katar:

Artık Çamlıbel, Çamlıbel’ deki Köroğlu’ nun dünyası tamam olmuştur. Köroğlu’ nun çevresinde insanlar toplanmağa başlar;
Köroğlu’ nun çevresinde halk küme küme ve sevgi doludur. Babasının öcünü Beyden almak için Köroğlu türlü oyunlar hazırlar,
yiğitlik gösterir; Köroğlu nasıl halkın adamı, iyi ve namuslu insanların sevgilisi haline gelmişse Zalim Beyin de, baş
düşmanı baş korkusu haline gelir. Bütün Zalim Beyler Köroğlundan korkmaktadır.

Babasının öcünü almak için Beyin üstüne üstüne vardığı akınlardan birinde Köroğlu, Beyin güzel Bacısı Döne’ yi görür. Gördüğü
gibi de vurulur Köroğlu, Döne’ ye aşık olur. Çamlıbel Köroğlu için aşkının alev alev yandığı bir yer haline gelir...

Ve bir gün bu aşka dayanamaz Köroğlu, atına atladığı gibi varır. Döne’ yi Bey Konağından kaçırır, evlenir. Bu evlilikten oğlu
Hasan doğar.

Akınlar akınları kovalar; Köroğlu çok zalimlerin hakkından gelir. Akınlarının birinde tutsak olur Köroğlu. Yiğitlerinden
Güdemen, Köroğlu’ nu kaçırmak için görevlendirilir. Güdemen varıp Köroğlu’ nu bulur.

Köroğlu tutsaklıktan kurtulur; kaçar. Kır atına atlar ve kır at surların üstünden kanatlanıp uçarak geçer ve Köroğlu’ nu
kurtarır. Bunun üzerine aşka gelen Köroğlu kır atı övmeğe başlar.

Çamlıbel’ e hasret kalmış, Döne’ sine hasret kalmış; yiğitlerine hasret kalmıştır. Uzaktan Çamlıbel’ i görünce dayanamaz
söyler:

Köroğlu tepelerden bakarım,
Gözlerimden kanlı yaşlar dökerim,
Bunca yıldır hasretini çekerim,
Arkam sensin, kalem sensin dağlar hey.

Yiğitlerine, Çamlıbel’ ine, Döne’ sine kavuşturduğu için de atını bir güzelleme ile bir kere daha över:

Haykırır köpüğü başından atar,
Başını başımdan yukarı tutar,
Kaçarsa kurtulur kovarsa tutar,
Alma gözlü kız perçemli Kır atım.

Bundan sonra Çamlıbel’ e daha iyice yerleşen Köroğlu’ nun namı bütün yurdu, dört bir yandan tutar. Mertliği, mertçe
kavgaları, düşkünlerin elinden tutuşu, düşkünü zalime karşı koruyuşu, hakkı ve adaleti sevişi Köroğlu’ nu dillere destan
eder. Her zaman haksızlığın karşısındadır ama adaletli Devlet gücüne karşı boynunun kıldan ince olduğunu da bilir. Din ve
devlet uğrunadır yaptıkları biraz da. Urus üstüne, Acem üstüne de savaşlara katılır; bu savaşlarda yiğitlerine Mevla,
şehitlik, kafire karşı üstünlük uğruna saf bağlatır.

Fakat nihayet Köroğlu da bir insandır. Gerçi bildiğimiz insanlardan çok ayrı, insan üstü nice güce sahiptir ama yine de
insanoğlu’ dur. Sonunda kendi de, yiğitleri de; atı da yorulur. Köroğlu artık ihtiyarlamıştır.


Çürüdü gönlüm çürüdü,
İçerde yürek eridi,
Beylerin kolu yoruldu,
Kılıç döndürü döndürü.

Üstelik devir de değişmeğe başlamıştır. "Delikli demir" dediği tüfek icat olmuş, artık yiğitlik başka türlü anlaşılmağa
başlamıştır. Göğüs göğüse, erkekçe, düşmanı yüzünden ve gözünden göre göre döğüşmenin yerini bir yerlere saklanıp arkadan ve
uzaktan vurmalar almıştır. Köroğlu’ na göre kahpeliktir bu ve kahpelik almış yürümüştür, alıp yürümektir. Dünya sevilmez bir
dünya olmuştur artık. Dünyayı terk etmek vakti gelmiştir. Köroğlu’ da öyle yapar, dünyayı terk edip, alacağını almış
vereceğini vermiş bir insanoğlunun huzuru içinde Kırklara karışıp gider...
 




Tarsus - Şahmeran

Günümüzden binlerce yıl önce, Güney Anadolu'da Tarsus kenti dolaylarında, yedi kat yerin dibindeki mağralarda yaşayan yaratıklar varmış. Meran adı verilen bu yaratıklar, çok akıllı ve iyi yüreklilermiş. Arkadaşlığa, dostluğa, sevgiye büyük önem vererek, barış içinde mutlu bir yaşam sürerlermiş. Meranların başlarında Şahmeran denilen kraliçeleri varmış. Genç ve güzel bir kadın olan Şahmeran hiç yaşlanmaz, öldüğü zaman da ruhu kızının vücuduna geçermiş.

Meranların yaşadığı dönemde, İran'ın Tebriz kentinde, Keyhüsrev adinda bir kral, acımasızlığıyla ün yapmış. Halkı ağır vergi yükü altında yoksulluk içinde yaşarken sarayda keyfi alemler yapılırmış. Bundan rahatsızlık duyan Dünyal adındaki bir bilgin Keyhüsrev'i doğru yola çekmek için çok uğraşmış ve bu uğurda yapmadığı şey kalmamış.
Dünyada oğlu Camsap'tan başka hiç bir kimsesi olmayan bilgin, Meranların yaşadığı bölgeyi bilir, uzun uğraşlardan sonra bulmayı başardığı gizli geçitten geçerek onlara ulaşır ve Şahmeran ile dertleşirmiş.

Ögrendiklerini ve gördüklerini bir kitap'ta toplayan bilgin Dünyal, yazdıklarını oğluna anlatır ve onu yetiştirmeye çalışırmış. Kitabın bir sayfasına çizdiği Şahmeran'ın resmini gören Camsap, Şahmeran gerçekten bu kadar güzel mi babacığım der. Babası ise evet oğlum resimdekinden çok daha güzel der.
Camsap o kitapta bellerinden aşağısı yılan, üstü ise insan olan, Meran adı verilen bu yaratıkların başındaki Şahmeran'a aşık olur ve onu görmek için elinden gelen herşeyi yapacağını söyler.

Babası ise Meran'lara vermiş olduğu sözden dolayı oğluna, oğlum dahi olmuş olsan Meran'lara nasıl ulaşabileceğini söyleyemem der. Keyhüsrev ordusunun saldırısına uğrayan bilginin evi sırasında Camsap evden kaçmayı başarır ve kaçarken yanına babasının Meran'lar hakkında yazmış olduğu kitabıda alır.
Artık babasını Yitirmiş olan Camsap en iyi arkadaşı olan Şehmur'a durumu anlatır ve Onu ikna ettikten sonra Meran'ların şehrine ulaşmak için yola çıkarlar. Bu olaylar gelişirken Meran'ların kentinde de Anne Şahmeran ölümcül bir hastalığa yakalanır ve ölür. Kızı ecem ise danışma meclisince Meran'ların yeni Şahmeran'ı ilan edilir. Şahmeran olabilmesi için evlenmesi töreler gereği zorunludur. Danışma Meclisi töreleri gereği bir yarışma düzenler ve yarışmayı başarıyla tamamlayan kişi Ecem ile evlenmeye hak kazanacaktır. Ancak bir insana aşık olan Şahmeran törelere karşı koymaya çalışsada danışma heyeti tarafından ikna edilir ve töreler gereği yarışma yapılır. Onlarca kişiden sadece iki kişi başarılı olur. Bunlardan birisinin kesin kazanacağını anlayan Şahmeran benimle evlenecek gençi kendim sınavdan geçirmek isterim demiş.

Bu iki genç Şahmeran'ın huzuruna getirilir ve gençlere ilk sorusunu yöneltir.
1. Beni gercekten sevdiginiz için mi yoksa benimle evlenerek Meranların başına geçmek için mi sınava katıldınız? Diye sormuş.
Gençler:
- Sizi çok sevdiğimiz için diye yanıtlamışlar
Şahmeran:
- Uğrunda ölecek kadar mı seviyorsunuz? Diye sormuş ikinci sorusunu
- Gençlerden bir tanesi kayıtsız kalırken diğeri:
- Evet, diye yanıtlamış.
Şahmeran Hüsrev'in hançerini gençe uzatarak:
- Kanıtla öyleyse, demii

Beklemediği bir durumla karşılaşan genç, bir süre bekledikten sonra hançeri havaya kaldırmış. Onu durduran Şahmeran:
Beni eğer gerçekten sevmiş olsaydın, başkasına birakmaz ve kendini öldürmeye kalkmazdın demiş. Bu nedenle seninlede evlenemem demiş.Beklenen yanıt alınamadığından Danışma heyeti Şahmeran artık istediğin genç ile evlenebilirsin demiş. Ancak törelere o gün (yani aynı gün) olması şartmış. Bu sırada muhafızlardan bir tanesi Şahmeran'ın yanına gelerek mağra girişinde 2 tane insan bulduklarını söylemiş. Şahmeran oldukca heycanlanmış bunlardan bir tanesinin Aşık olduğu insan olabileceğini düşünerek Muhafızlarına onlara zarar vermeden getirin talimatı vermiş.
Muhafızlar tarafından getirilen 2 kişiden birisi baygın haldeymiş. Ayık olana Şahmeran, Kimsiniz? Ne isiniz var burada diye sormuş? Verdiği cevapların doğru olmadığını sezen Şahmeran, ya doğruları söylersin yada hemen zindana atılırsın dediğinde Yerde yatan Camsap gösterek işte efendim herşey bunun yüzünden oldu demiş. Meran'ların ecesi Olan Şahmeran'a aşık olduğundan dolayı buraya geldiklerini belirten Şehmur'un sözlerini duyan Şahmeran gözlerini belli bir süre Camsap'tan ayıramamış.
Camsap'ın sorguya çekilmesi için ayılması beklenmiş.
Camsap ayıldığında Şahmeran'ı görmek istediğini söylemiş, ardından duyduğu bir ses ile şaşkına dönen Camsap dönüp baktığında karşısında Şahmeran'ı görmüş. Gerçekten de resimde gördüğümden çok daha güzelmişsiniz demiş.
Camsap ta töreler gereği Şahmeran tarafından danışma meslisi ve Meran halkı önünde sınava tabii tutulur.
Ona da daha öncekilere sorulan iki soru sorulur:
İlk soru:
Şahmeran:
- İstesem benim için canını verirmisin?
Camsap:
- Seni büyük bir tehlikeden kurtarmak için canımı vermem gerkirse bir saniye bile düşünmeden veririm; ama sevgimi kanıtlamam için ise Hayır.
Şahmeran:
- Pekala sana iki senecek veriyorum. Ya beni kendi ellerinle başka birisine tutsak vereceksin ya da ölmeme göz yumacaksın. Zorunlu kalmış olsaydın bu seçeneklerden hangisini seçerdin?
- Camsap:
Zor bir soru. Ölüm her zaman en son düşünülecek bir yoldur. Zorunlu kalsaydım, ölmenize göz yummam kendi ellerimle başkasına verirdim. Seven insan sevdiğine güvenir, hangi şartlarda olursa olsun, içinde bu sevgi varken sevdiğinin başkasının olmayacağını bilir. Ayrıca, insan sağ oldukça ümit var demektir.

Camsap'ın verdiği yanıtlar, orada bulunanların saygıyla bakmalarına yol açar. Danışma meclisi Şahmeran ile Camsap'ın evlenebilmeleri için artık hiç bir engelin olmadığını söyler. Şahmeran benimle evlenirmisin der? Camsap ise hemen evet demiş.
Sonra evlenmişler, aradan bir yıl geçmiş ve bir kızları olacakmış. Camsap son zamanlar ülkesini ve ülkesinin insanlarını çok merak eder olmuş. Babasının bıraktığı işi yerinden devam ettirmek ve halkını o kötü kıral olan Keyhüsrev'den kurtarabilmek için yanıp tutuşmaktaymış. Bunun bu halini gören Şahmeran'da çok üzülmekteymiş. Birgün Camsap'a içinin rahat olmadığını görüyorum istersen ülkene dönüp mücadele edebilirsin demiş. Buna çok sevinen Camsap yanına arkadaşı Şehmur'u da alarak yola koyulmuşlar.

Ülkesine dönerken kralın muhafızlarına yakanalan Camsap ve Şehmur zindana atılmışlar ve idam edilecekleri günü bekliyorlarmış. Zindanda sinirden kıvranan Camsap bir ara yumruğunu duvara vurduğunda parmakları acıdığından elini okşamaya başlar. O sıra parmağındaki sihirli yüzük Şahmeran'ı yanına çağırır. Şahmeran görünmez olarak Camsap'ın yayındadır. Uzunca hasret giderirler ve Şahmeran Camsap'a bir ilaç ve birde hançer verir. İlaç ile: Kral keyhüsrev ölümcül bir hastalığa yakalanmış ancak bu ilaç ile iğleşir, huzuruna çağrıldığında seni affetmesi şartıyla bu ilaçı ona ver, hemen iyileşir der. Hançer ile: Bu hançer ile öldüremiyeceğin canlı varlık yoktur, hatta benim derime bile işler der. Kaf dağındaki devi bile öldürmeye yeter der. Muhafızlar tarafından kralın huzuruna (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürelen Camap ve Şehmur'a kral derhal bunların kellesini uçurun der. O sıra efendim biliyorum ki ölümcül bir hastalığa yakalanmışsınız, elimdeki ilaç ile sizi iyleştirebilirim der, eğer beni serbest bırakırsanız size bu ilaçı vereceğim der. Bu teklifi kabul eden Kral'a ilaçı verir ve kral ileşir. Kralın danışmanı ise efendim Camsapı affettiniz ama bunu Deve teslim edeceğinize söz vermiştiniz der. Kral da bunu doğrular. Camsap ise Deve kendisinin gideceğini söyler. Kral'da arkadaşın Şehmur sen deve ulaşıncaya kadar burada mahkum kalacak der. Yola koyulan Camsap deve ulaşır ve Şahmeran'ın vermiş olduğu hançer ile devi öldürür ve halkının acısını almış olur. Kralın kızı olan Şahbanu da camsap'a deliler gibi aşıktır ve onunla evlenebilmek için yer yolu denemektedir.

Geri döndüğünde Kralın kızı Camsap ile evlenmek ister, ancak bunu arzulamayan arkadaşı Şehmur kralın kızına Camsap evli der. Meran'lardan birisiyle evli der. Bundan hoşlanmayan Kral kızı o bir insan ile evlenmeli der. Duyduklarına inanmadığından Camsapı yanına çağırır ve onada sorar. Üzülmesini istemediğinden anlatmak istemesede kral kızı ona Şahmeran'ı yanına çağır onunla konuşacağım der. Şehmur bunuda anlatmıştır. Parmağındaki yüzüğünü okşar ve Şahmeran gelir. Sonra görünmesi istenir. Kral kizi Şahmeran'ın güzelliğine çok şaşırır. Evet ben Camsap ile evliyim ve üstelik birde kızımız var der. Bu sırada Camsap'taki hançeri kapan Şehmur bunu Şahmeran'a saplar ve yere yığılan Şahmeran'ın üzerine kapanan Camsap'ın sırtına da hançeri saplar. Şahbanu ile evlenip kral olmak istiyordur.Artık Şahmeran ölmüştür.. Camsap ise belli bir süre hasta yattıktan sonra iyileşmiştir. Şahmeran'ın acısını unutmak için Kral'ın güzel kızı ile evlenir… birde oğulları olur. Şehmur ise yaptıkları kötülüklerin hesabını zindan da çekmektedir.
 




Kırk Kız Ata Efsanesi

Köymen Dağı’nda çeşitli obalar yaşarmış. Bu obalardan birinde de kırk kız arkadaş varmış. Her zaman birlikte olurlar, birlikte çalışıp eğlenirlermiş. Âdeta kırk kardeş gibiymişler.

O yıllarda obaları eşkiyalar basarmış; insanları öldürür, mallarını yağmalar, kıymetli eşyalarını alıp giderlermiş.
Bir gün kırk kız ayrı ayrı işlerle meşgulken de öyle olmuş; obayı eşkiyalar basmış. Ancak kızlar bu gelenleri kâfir sanıp onlara görünmek istememişler.

“Bu kâfirler görmesin bizi. Dağ yarılsın, biz de içinde taşa çevrilelim.”

Koca Köymen Dağı yarılır, bu kırk kız da içine girer ve orada hepsi birden taş kesilir.

Bugün “Kırk Ata Kız” adı verilen bu yerde kırk taş vardır kızlara benzeyen. Hatta bu kızların şekilleri de taş kesildikleri zaman yaptıkları işleri gösterir. Kimi yemek pişiren kıza, bir başkası çamaşır yıkayan kıza benzemektedir. Her biri ayrı ayrı şekillerde taş kesilivermişlerdir. Yemek elbette kocaman bir kazanda pişirilecekti. Bu işle uğraşan kızın kazanı da taşa çevrilir. Günümüzde bu kazana tepeden devamlı olarak su damlamaktadır. Anlattıklarına göre bu damlalar kızların gözyaşları imiş.

Derler ki oracıktaki mezar da bu kızların babasınınmış.Bu alan günümüzde kır gezilerinin düzenlendiği, ziyaret edilen biryer hâlini almıştır. Hatta komşu cumhuriyetlerden de pek çok insan gelip ziyaret eder.
 




Mayan Gölü Efsanesi

Şimdiki Mayan kenarında eskiden Başkırtlar yaşıyormuş. Zengin ve malları çokmuş. Bir zenginin de çok güzel kızı varmış. Mayan isimli.

Göçmen Kazaklar da yakında yaşamışlar. Kız beşikteyken babası onu bir kazak zenginin oğluyla nişanlamış. Fakat oğlan beş yaşındayken çiçek hastalığına yakalanmış ve çirkin yüzlü olmuş. Kıza, yiğiti biraz yetiştikten sonra göstermişler. Kız delikanlının çirkinliğini görüp bayılmış. O bir yerli genç çobanı sevmiş ve babasının bu çobana vermeyeceğini anlayınca, nişanlısından kurtulma yolunu aramaya başlamış.

Günün birinde çok güzel giyinip, dost kızlarıyla çiçek toplamaya gitmişler. Bütün kıymetli eşyalarını ve çok para almış. Kızlar şarkılar söyleyip oyunlar oynayıp dalmışlar. Mayan ise belli etmeden çilekler arasına paralar atmış. Kızlar ise: “Para bulduk! Para bulduk!” deyip sevinerek, zıplayarak, hevese kapılıp Mayan’ı tamamıyla unutmuşlar.Mayan ağaçlar arasına gidip de kendiyle getirilen hancerle intihar etmiş. Kızlar bunu kaybedip aramaya başlamışlar ve sadece ölü gövdesini bulmuşlar. Onu birisi öldürdü diye düşünmüşler. Gece de onu seven delikanlı onun kabrine gelip de Mayan’ın kabri üstünde bıçağıyla intihar etmiş. Bu iki sevgilinin gözyaşından göl hasıl olmuş ve onu aşıkların hürmetine Mayan Gölü diye adlandırmışlar.
 




Ala-Arça Suyu Efsanesi

Eskiden, çok eskiden Kırgız kabilesi, Yenisey tarafında yaşarmış.Onlara orada Moğollar saldırır. Kırgızlar’ın içinde akıllı bir kadın vardır. O,beş altı muhafızı yer aramaları için gönderir. Onlara;

“Gidiniz, varınız, bir yer var, çok güzel, hoş ve yeşil. Yine orada öyle bir kuş var ki, çok hoş ötüyor. Onun adı bülbül.” der. “Gidip orayı bulunuz.Orası bizim mekânımız olsun.” der.

Askerler aramaya başlarlar. Ne kadar yürüdükleri, ne kadar yol aldıkları bilinmez. Hava, dayanılmayacak derecede sıcak olduğu için yolda çoğu ölür. Sadece bir asker kalır. O da çok susar ve güçten kuvvetten kesilip yere yıkılır. O yiğitin de sevdiği bir kız vardır. Kız, düşünde sevdiği gencin baygın bir hâlde yattığını görür ve çıkıp aramaya gider. Gelip bakar ki, oğlan yatıyor. Ne kadar uyandırmaya çalışırsa da nafile!... O zaman kız ağlayıp Allah’a yalvarır:
“Su olsam!” der. Bunun üzerine kız suya çevrilir. Bu arada kız oğlana tekinde bulunur:
“Kalk, ben geldim!...” der.
Oğlan, uğuldayan sesten sonra gözünü açıp bakar ki, su!... Sevinip sudan içer. Bu arada bir kuş çok güzel şekilde ötmektedir. Oğlan sağına boluna bakar, yemyeşil bir yer... Bunun üzerine; “Demek benim aradığım yer burası!” diye düşünür.

O zamandan beri Kırgızlar, Aladağ’a yerleşmişlerdir. Ala-Arça Suyu bugün de sevdiğini çağırıp şırıldayıp durmaktadır
 




Guguk Kuşu Efsanesi

Guguk kuşu bir anneymiş. Kocasıyla ve iki küçük kızıyla birlikte yaşarmış.

Bir gün anne hastalanır; yataklara düşer. Kızlarından bir bardak suister. Onlarsa hiç oralı olmazlar, bağıra çağıra oynamaya devam ederler.Evin babası da namaza durmuştur; olanlardan habersizdir.Bunun üzerine hasta anne yatağında dua eder:
“Ey Allah’ım, beni guguk kuşu eyle!”
Kadın böyle der demez hemen guguk kuşu olup uçuverir.Annelerinin bir kuş olup uçtuğunu gören küçük yaramazlar ağlamaya başlarlar:
“Anneciğim, anneciğim...”
“N’olursun gel, sana su vereceğim...”
Bu sırada namazını tamamlayan babaları “Ne oluyor?” diye kapıyıaçınca da kadın uçup gider. Kızlar ise ellerine aldıkları birer bardak su ile annelerinin arkasından koşmaya başlarlar.ovalar, dağlar aşarlar; bir yandan da hüngür hüngür ağlarlar. Onlarıngözyaşlarının damladığı yerlerden pınarlar fışkırıp akmaya başlar. Kızların
ayak tabanları kanayıp çayırlara damlar. Eğer kırlarda kızıl yapraklarla karşılaşırsanız biliniz ki o otlar renklerini, kızların kanından almışlardır.

Derler ki, guguk kuşları yavrularına bakmaz, onlarla ilgilenmez.Guguk kuşları yavruları yumurtadan çıkar çıkmaz onları kaderleriyle başbaşa bırakıp uzaklara giderlermiş. Kim bilir belki de yıllar önceki acısından dolayı öyle yapıyordur.
 




Bulancak Gölü Efsanesi

Vaktiyle bir bey, adamlarını da toplayıp kendilerine bir yayla aramaya çıkar. Hava da öyle sıcakmış ki adamların çoğu ölür ve sadece bir delikanlı kurtulur. O da susuzluktan olduğu yere yığılır kalır. O delikanlının da sevdiği bir kız varmış. Kız, rüyasında sevgilisinin o hâlini görür ve onu aramaya çıkar. Günlerce arayıp taradıktan sonra delikanlıyı ölü vaziyetinde bulur. Ne kadar uyandırmaya çalışırsa da nafile...

Ellerini açıp yalvarmaya başlar: “Allah’ım, beni su et de erime derman olayım!” der. Allah da o garip kızın duasını kabul eder ve kızcağız orada su oluverir. O sular orada birikir ve bir gölcük oluşturur. Delikanlı sudan kana kana içer. Su dile gelir ve delikanlıya sevdiği kız olduğunu söyleyiverir.
Bu acıya daha fazla dayanamayan delikanlı da “Allah’ım, beni de bu suyun çamuru et!” der ve o da o suyun içinde çamur olur.

Bugün o göl, dibi çamurlu olduğu için sürekli bulanık vaziyettedir.Bundan dolayıdır ki buraya Bulancak adı verilir. Ancak, yöre halkına sorarsanız ne delikanlının ne de güzel kızın adını bilirler
 




Işık Gölü Efsanesi

Bir zamanlar Isık Göl adlı bir kız varmış. Bu kız çok güzel olduğu kadar çok da akıllıymış. Onun bu özelliklerini işitenler dört bir yandan dünürcü geliyormuş.

Günlerden bir gün bu kıza iki dünür gelir. Biri doğudan, biri batıdan... Bu gelenler iki yiğittir. Bunlar güzellikleriyle, yiğitlikleriyle,akıllılıklarıyla birbirinden üstündür. Görenler ve bilenler içlerinden birini seçemezmiş.

Isık Göl iki genci de sevmiş, birini öbüründen üstün görememiş.Yiğitlerden birini seçememesi onu üzüyormuş. Zavallı Isık Göl, bu durumda ağlayıp duruyormuş. Gözlerinden akan yaşlar birike birike bir göl oluşturmuş. Bugün çalkalanıp duran Isık Göl, bu güzel kızın gözyaşlarının eseriymiş.

Ya iki genç? Onlar da Isık Göl’ü çok sevmişler, ama ne var ki ikisi de genç kıza kavuşamamış. Birbirlerine kızan bu iki genç, memleketlerine dönmüşler; ancak sıkıntıları yakalarını bırakmamış. Biri, doğudan geleni Ulan Rüzgârı olup esmeye başlamış; öbürü de, batıdan geleni ise San-Taş Rüzgârı olup esmeye başlamış. İki genç de birer rüzgâr olarak öfkelerini, kızgınlıklarını etrafa duyurmaya başlamışlar.
Bu iki rüzgâr günümüzde de birbirlerine kızıp kahırlanır ve kavga ederler. Ne zaman Isık Göl’ün çalkalandığını görseler güzel kız Isık Göl’ü hatırlar ve yanıp tutuşurlar; tabiî sonra da kavgaya başlarlar.

Unutmadan söyleyelim; doğudan gelen yiğidin adı Ulan, batıdan gelenin adı ise San-Taş imiş.
 




Maraş Adınının Kökeni

Maraş adının nereden geldiği ve anlamının ne olduğuna dair birkaç görüş ileri sürülmektedir. Ünlü tarihçi Herodot, Maraş şehrini Hitit komutanlarından Maraj adlı birisinin kurmasından dolayı şehre Maraj adı verildiğini belirtmektedir. Hitit İmparatorluğu ( M.Ö. 2000 - 1200 ) zamanında bu devletin önemli merkezlerinden biri olan şehrin adı, Hititlerden kalan yazıtlarda Maraj ve Markasi şeklinde geçmektedir. Maraş'ın adının Hititlerden geldiğini doğrulayan Asur kaynaklarında bu şehrin adı Markaji şeklinde geçer. Asur krallarından Sargon'un zamanından kalan Boğazköy yazıtlarında Maraş'ın adı geçmektedir.Hitit Devleti'nin merkezlerinden biri olan Maraş'ın adı bu dönemde Gurgum şeklinde belirtilmektedir.

M.S. I. yüzyılda Roma İmparatorluğu bölgeyi ele geçirince Maraş'ın adı Germanicia olmuştur. Roma ve Bizans İmparatorluğu döneminde bu adla anılan şehir Müslümanlar tarafından fethedilince ilk şekli ile kullanılmaya başlanmıştır. Arap alfabesinde "j" harfi olmadığından Mer'aş şekline dönüşmüştür. Bunların yanında Maraş adının Arapça "zelzele - titreme" anl(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim) gelen "Re'aşa" fiilinden türeyerek "Mer'aş" olduğunu da iddia edenler bulunmaktadır. Osmanlılar döneminde şehrin adı bölgede Dulkadiroğulları Beyliği'nin kurulmasından dolayı Zülkadir şeklinde de ifade edilmektedir.

Aileler eğer oğullarını evlendirmekte yada kız bulmakta gecikirse oğulları bu arzuyu bazı hareketlerle ifade edermiş. Örneğin; askerden gelmişse nüfus kâğıdını, terhis tezkeresini ailesinin görebileceği yere koyar. Elbisesini suya ıslatıp yıkamadan asar.

Bu durumla ilgili olarak anlatılan yaygın bir fıkrada şöyle

Oğulları evlenme çağına gelmiş olan anne ve baba maddî yetersizlikten dolayı. Evdeki eşeği ve yaşlı öküzü satıp oğlanı evlendirmeye karar verirler. Konuşmaları kapı aralığından dinleyen genç sabırsızlıkla beklemeye başlar. Fakat günler geçtiği halde ailesinde bir hareket göremeyince sabırsızlanan genç bir gün konuşma arasında, "Hani hiç eşek, öküz lâfı etmiyorsunuz der".
 




Kocakarı Efsanesi

Olur da Aspires düzlüğünün yani başındaki kayalığa “Koca karının taşı” denir. Uzaktan bakıldığında kayalığın üstünde ki bir tas ihtiyar bir kadını andırmaktadır. Coğrafi şartların şekillendirdiği bu tas parçasına ”Kocakarı” denir ve hakkında şu efsane anlatılır.

Kocakarı 300–400 keçiden oluşan bir sürüye sahiptir. Kışı kışlakta, Yazıda yaylakta geçirmektedir. O yıl ilkbahar erken gelmiş, ağaçlar çiçek açmış, dağ taş dahi yeşermiş. Kocakarının keçileri hep ikiz doğurmuş mahsulü çok olmuş. Bu iyi havalara aldanan kocakarı mart ayında yaylaya çıkmış. Yaylada mahsulü iki katına çıkmış. Bundan keyif duyan kocakarı;


“Mart (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)üne parmağım
Hopur Hopur oynar oğlağım
El kalınlığı gelir kaymağım”

demiş oynamaya başlamış. Ancak hava koşulları birden bire değişmiş ve bir fırtına, bir tipi bastırmış. Yaylaya yeniden kar yağmış. Fakat yayladan inme kararı kocakarıyı vahim sonundan kurtaramamış. Yolda sürüsü ile birlikte donarak taş kesilmiş.

Halk Kocakarının sonunu hazırlayan bu fırtınaya “kocakarı fırtınası “ demektedir. her şeyin bir zamanı olduğunu ve insanin hangi durumda olursa olsun şükretmesini bilmesi gerektiği, ibret verici bu efsane ile dile getirilmiştir.
__________________
 




İğneci Baba ve Serçoban Efsaneleri

İğneci Baba ile kardeş olan Serçoban, Amasya merkeze bağlı Karasenir Köyü’ne yerleşir. Çobanlık ile geçimini sağlayan, hal ve hareketleri, ibadetinin sadeliği ile tanınır.

Bir gün Amasya’da ayakkabıcılıkla geçimini sağlayan ağabeyi İğneci Baba’yı ziyarete gelir. Beraberinde de koyunlarından sağdığı sütü bir mendiline çıkılayıp hediye olarak getirir. Amacı, kendi mendiline koyduğu sütün, mendilden sızmadığını göstermektir. Serçoban mendilini kunduracı dükkanının duvarındaki bir çiviye asar. Bu sırada İğneci Baba dükkanında bir bayanın ayak ölçünü almaktadır. Serçoban, bayanın topuklarını görünce, “ne kadar da güzel” diye aklından geçirdiğinde çiviye asılan mendilden süt yavaş yavaş damlamaya başlar.

İğneci Baba, kardeşinin niyetinde bozulmalar olduğunu sezer ama hiç birşey belli etmez. Bayan ayak ölçünü verip dükkandan ayrılınca, İğnecibaba, kardeşi Serçoban’a “ Keramet dağ başında ermekte değil, keramet burada, çıkındaki sütü damlatmamakta” der.

İğneci Baba'nın Mezarı bugün özel bir mekan olarak hazırlanmış, Kocacık Çarşısı’ndadır.

Serçoban

Serçoban, bir gün dağda sürülerini otlatırken kaçan oğlağı yakalamak ister, Serçoban kovalar, oğlak kaçar, iyice yorulan Serçobon "Seni yakaladığımda keseceğim" der. Sonunda yakaladığı oğlağı sözünü yerine getirmek için tam kesmek üzere iken mahzun ve etkileyici bakışları ile karşılaşan Serçoban, duygulanır “ Beni de çok yordun mübarek ” der ve yakaladığı oğlağı serbest bırakır.

Serçoban öldüğünde, sürüdeki hayvanların her biri ağaca dönüşür ve bir orman oluşur. Mezarın bulunduğu mevkii kendi adı ile adak ve mesire yeri olarak ziyaret edilir. Yöre insanı oradaki ağaçları kesmenin kendilerine kötülük getireceğine inanır.
 


 

 
Geri
Üst