Efsaneler

7
EXE RANK

-тнє αLуx-

Fexe Kullanıcısı
Puanları 0
Çözümler 0
Katılım
21 Tem 2009
Mesajlar
7,782
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Web sitesi
www.netbilgini.com
-тнє αLуx-
Tarihte Yaşanmış Efsaneler Bu Topic'de aLee iLe sizLerle ..
 
Efsaneler
Ferhat İle Şirin

Ferhat, nakkaşlık yapan, Şirin’e sevdalı yiğit bir delikanlıdır. Saraylar süsler, fırçasından dökülen zarafetin Şirin’e olan duygularının ifadesi olduğu söylenir.

Amasya Sultanı Mehmene Banu’ya, kız kardeşi Şirin için, dünürcü gönderir Ferhat. Sultan; Şirin’i vermek istemediği için olmayacak bir iş ister delikanlıdan. “ Şehir'e suyu getir, Şirin'i vereyim” der, demesine de su, Şahinkayası denen uzak mı uzak bir yerdedir.

Ferhat'ın gönlündeki Şirin aşkı bu zorluğu dinler mi? Alır külüngü eline, vurur kayaların böğrüne böğrüne. Kayalar yarılır, yol verir suya. Zaman geçtikçe açılan kayalardan gelen suyun sesi işitilir sanki şehirde.

Mehmene Banu, bakar ki kız kardeşi elden gidecek, sinsice planlar kurarak bir cadı buldurur, yollar Ferhat’a. Su kanallarını takip edip, külüngün sesini dinleyerek Ferhat’a ulaşır. Ferhat’ın dağları delen külüngünün sesi cadıyı korkutur korkutmasına da, acı acı güler sonra da. “Ne vurursan kayalara böyle hırsla, Şirin'in öldü. Bak sana helvasını getirdim” der. Ferhat bu sözlerle beyninden vurulmuşa döner. “Şirin yoksa dünyada yaşamak bana haramdır” der. Elindeki külüngü fırlatır havaya, külüng gelir başının üzerine bütün ağırlığıyla oturur. Ferhat'ın başı döner, dünyası yıkılmıştır zaten “ŞİRİN !” seslenişleri yankılanır kayalarda.

Ferhat'ın öldüğünü duyan Şirin, koşar kayalıklara bakar ki Ferhat cansız yatıyor. Atar kendini kayalıklardan aşağıya. Cansız vücudu uzanır Ferhat'ın yanına.

Su gelmiştir, akar bütün coşkusuyla, ama iki seven genç yoktur artık bu dünyada. İkisini de gömerler yan yana. Her mevsim iki mezarda da birer gül bitermiş, sevenlerin anısına, ama iki mezar arasında bir de kara çalı çıkarmış. iki sevgiliyi, iki gülü ayırmak için.
 
Çekirge Sultan Efsanesi

Bursa’nın önde gelen semtlerinden olan çekirge semti eskiden olduğu gibi günümüzde de hamam ve termal otelleri ile tanınmaktadır.
Çekirge Sultan fakir bir adamdır Sultan unvanı sonradan kendisine verilmiştir.Sabahtan akşama kadar hamam kapısının önünde bekler sadaka dilenirdi. Günün birinde hamamda kadınlardan biri küpelerin kaybeder Bütün hamam telaşla kadının küpelerini arar , Çekirge kadına “Yıkandığın kurnanın yanında ufak bir delik var dökülen saçlarına sarılı olarak küpelerin orada durmaktadır” der Hamamdaki bütün kadınlar büyük bir heyecanla koştular çekirge Sultanın dediği yerde küpeleri buldular

Bu olaydan sonra herkes ona gelecekle ilgili sorular sorarlar Zamanla ünü o kadar yayılır ki Sultan Murad’ın kulağına gider.Padişahın huzuruna getirilir Sorulan iki soruya mükemmelen yanıt verir.Sultan Murad kendisine doğru kapalı elini uzatır ve “ Söyle bakalım elimde ne var”.Böyle bir soru beklemeyen adam bir süre düşünür ve “ Bir atlarsın çekirge iki atlarsın çekirge “ Henüz sözünü bitirmeden padişah elini açar elinden bir çekirge atlar .Bu olaydan sonra kendisine Çekirge Sultan lakabı verilir Aynı zamanda Padişahın baş Müneccimi tayin edilir.
 
Güzelce Kız (Aynalı Mağara Efsanesi)

Güzelce Kız, bir kral kızıdır. Dünyalar güzelidir. O kadar güzeldir ki; görenler dayanamaz, yıldırım düşmüş gibi kendilerinden geçerler. Bu yüzden genç kız, hep peçeli gezer, güzel yüzünü kimseye gösteremez.

Artık zamanı gelmiştir diye düşünen babası, dört bir yana haberciler çıkarır kızını evlendirecektir ama kim kızının peçesini açıp güzelliğine dayanır, onu dünya gözüyle seyredebilirse kızını ona verecektir.


Bu çağrıya yedi iklim, dört bucaktan şehzadeler, vezir çocukları, dünya zenginleri, yiğitler, bilginler, kısacası gençliğine, bilek gücüne güvenenler dört nala Amasya’ya gelirler.

Amasya meydanında kurulan özel bölümde bulunan Güzelce Kız bekleyedursun. Kendine güvenen delikanlılar cesaretlerini toplayamaz, yanına yaklaşan ise peçesini kaldırmak istediğinde eli titrer, dizlerinin bağı çözülür. Bu sahneler günlerce devam eder. Bir gün fakir mi fakir, ama yiğit mi yiğit, gerçekten güzel, alımlı bir delikanlı “Ben de şansımı denemek istiyorum!” diye destur alıp tahtın yanına yaklaşır. Herkesin şaşkın bakışları arasında hiç vakit geçirmeden Güzelce Kız'ın peçesini kaldırır. O an öyle bir elektriklenme olur ki, bir aydınlanma, bir alev, bir ateş sarar etrafı. Kimse ne olduğunu anlayamaz. Meydanda bulunanlar korkudan yerlere kapanır. Sonra, sonsuz bir sessizlik içinden kömür kesilir iki genç, yan yana uzanmış şekilde.

İki gencin cesedi, şehre yakın yerdeki bağ ve bahçelikler yanında bulunan kaya mezar içinde iki ayrı odaya gömülür. Bu kaya mezarının dışı güneşle birlikte Güzelce Kız’ın yüzü gibi parlamaya başlar. Bu parlaklığından dolayı da, daha sonra kaya mezarın adı " Aynalı Mağara" diye ünlenir.
 
Al Karısı - Harput Efsaneleri

Al karısı, lohusa kadınlara gider ve onların ciğerlerini çekermiş. Lohusa kadının yanında kimse olmadığı zamanlarda da evin bir yerinden çıkıp gelirmiş. Hele hastanın yeri karanlık oldu muydu, o muhakkak gelir ve kadının göğsüne oturarak elini kadının boğazına sokar, ciğerini koparır gidermiş. Bu esnada kadın, bir türlü kıpırdayamaz ve sesini çıkaramazmış. Çok ağır ve korkunçmuş. Yok eğer kadın, cesur çıkarsada Al Karısının mücevher dolu olan beresini eline geçirirse, o artık kaçıp gidemezmiş.

Erkek sesi, öksürüğü bile, Al Kansı'nı korkutmaya yetermiş. Ocak olan ailelere gitmediği gibi, o aileden birisine ait bir giyecek eşyası loğusa kadının yanında bulundurulursa yahut giydirilirse, oraya da gitmezmiş. Elazığ'da Al Karısı ile ilgili anlatılan hikâyelerden birini derleyicisinin kaleminden kitabımıza aldık.

Ninemin annesinin dayısı İsmail Hoca, bir bahar gecesi kırda tarla suluyormuş. Hava soğuk olduğu için üşümüş. Etrafına bakınca da ötelerde bir yerde yanan bir ateş kümesi görmüş. Isınmak için oraya doğru yürümüş.

Yaklaştığında bir de ne görsün Al Karısı, loğusa bir kadın ciğerini kebap edip, çocukları ile birlikte yiyorlarmış. Bir yerde gizlenerek başlamış onları gözetlemeye... Yemişler, yemişler, fakat çocukları doymamış olacak ki, ciğerleri bittiği zaman: ''Anne, daha yok mu?" demişler. Al Karısı da onlara: "Şimdi yatın" demiş. "Yarın sabah İsmail Hoca'nın gelini doğuracak. Kaynanası da sarma saracak. Bir sahan da gelinine verecek. İşte gelinin yiyeceği üçüncü sarmaya bir kıl olup yapışacağım. Gelin beni yutacak ve içerden ciğerini çekip, çıkaracağım. Getiririm, yersiniz." diye onları uyutmuş.

İsmail Hoca bütün konuşulanları duymuş tabiî. Sahiden de gelini o sabah doğuracakmış. Kalkmış, oradan doğruca eve gelmiş ... Kimseye de bir kelime söylememiş.

Sabah olduğunda gelin doğurmuş ve hakikaten karısı da öğlen yemeği için sarma sarmaya başlamış. İsmail Hoca, yine bir şey dememiş. Sadece ayran tuluğuna su koyup ıslatmalarını tembih etmiş.

Öğlen olmuş, sarma hazırlanmış; bakmış ki, karısı bir tabak da gelini için ayırmış. O zaman demiş ki: "Hanım, ben oğlumu evlendirirken ahdetmiştim ki, gelinim ilk doğurduğu zaman onun yiyeceği üç lokmayı ben kendi elimle vereyim. Şimdi ver o sarmayı bana, sen de tuluğu al, gel benimle." demiş.

Gelinin odasına gitmişler. İsmail Hoca almış, tuluğu da yanına ve başlamış sarmalan geline yedirmeye. Birinci sarmayı vermiş, ikinci sarmayı vermiş, sıra üçüncüye gelince, onu tuluğun ağzını açarak, koymuş onun içine ve ağzını kendir ipiyle sıkı sıkı bağlamış.

Sonra ayran tulumu başlamış şişmeğe. Şişmiş, şişmiş...Nihayet "boommp" diye patlamış. Al Karısı, meydana çıkmış ve hemen İsmail Hoca onu yakalamış. Bir daha salmamış, evinde çalıştırmış. Tam on iki sene Al Karısı, İsmail Hoca'nın evinde hizmet etmiş. Evin adamı gibiymiş artık. Ama bir aksiliği varmış. Ona, "filan işi çabuk yap" deyince Al Karısı, o işi çok ağır aheste yaparmış. Eğer "ağır yap" dedi mi, hem çabuk hem de çok güzel yaparmış.

Fakat zamanla birgün Al Karısı, kendisini, salmalarım söylemiş. Tövbe ettiğini bildirmiş ve İsmail Hoca da bunu tutup salıvermiş.

Serbest bırakılınca da "Hay vah hay. Tam on iki sene hizmet ettim de genç ölümün çaresi nedir, diye sormadınız." demiş. Yakalama çabaları sonuç vermemiş, kaçıp gitmiş.

Ertesi gün köyün yakınlarında bir gölde kanlar içerisinde boğulmuş hâlde bulmuşlar.

 
Kenan Bey'in Şehadeti

Yavuz Sultan Selim'in İran seferinde aldığı Tebriz'i, 1603 yılında Safevi Sultanı 1.Şah Abbas, Osmanlıları gafil avlanmıştı. Henüz 15 yaşında genç bir padişah olan 1. Sultan Ahmed, Serdar Ciğaloğlu Sinan Paşa kumandasındaki bir orduyu 15 Haziran 1604'de, Kars'a yardım etmek üzere hemen, Üsküdar'dan yola çıkarmışsa da geç kalmıştı. Safevi devletinin sultanı şah Abbas, ordusuyla Kars Kalesi'ni kuşatmış, savaşıyordu.


Kars Beylerbeyi Osman Bey, az bir kuvvetle Kars'ı savunuyordu, hiç olmazsa Osmanlı ordusu gelinceye kadar kaleyi elde tutmak istiyordu. Bir gece güvendiği adamlarından Kenan Bey'i yanına çagırdı:

- Bak yiğidim! Şecaat göstermenin tam zamanıdır. Sana bir vazife veriyorum. Gizlice kaleden dışarı çıkarsın. Kılık değiştirerek düşman ordusunun içine dalarsın. Kaç kişidirler, ne kadar topları, erzakları var ögrenirsin. Sonra da gelir, bize haber iletirsin. Haydi göreyim seni, diyerek düşman içine salar.
Kenan Bey, savaş meydanlarında pişmiş, korkusuz bir kahramandır. Bu vazifeyi seve seve kabul eder. Bir gece yarısı kaleden çıkarak düşman ordusuna sızar. İlk gün her sey yolunda gider. Fakat ikinci gün, daha önce birlikte savaştığı İranlı bir asker onu tanır. Yaka paça Şah Abbas'ın huzuruna çıkarırlar. Şah Abbas'ın kendisi Kenan Bey'i sorguya çeker:

- Kalede kaç asker, kaç top, kaç silah var?

Kenan Bey, sanki dilini yutmuştur. Şah ne kadar ısrar ettiyse de agzından bir kelime çıkmaz. Altınla, zümrütle elde etmek ister, o da olmaz. Şah Hiddetinden köpürür. Kenan Bey dayanamaz:

- Şahım, boşuna üzülme. Karşında ağzı mühürlü bir adam vardır, der.
Bunun üzerine işkence etmeye başlarlar. Kenan Bey yine konuşmaz. Sonunda baktılar olacak gibi değil, kol ve bacak kemiklerini kırarlar, yarı beline kadar yağlı paçavralara sararak, bir top namlusunun içine tıkarlar. Sonra da topu, Kars Kalesi'ne doğru ateşleyerek, cesedini bir gülle gibi kullanırlar.
Şah Abbas'ın bu zalimce hareketi Kars Kalesi'ndekileri ürkütmüştür. Artık çare yoktur, ne pahasına olursa olsun dayanacaklardır. Canlarını dişlerine takarak savaşı sürdürdüler.

Türklerden gayri kimseye yâr olmayan Kars, bir süre sonra, yetişen Serdar Sinan Pasa tarafindan kurtarır. Yıkılan surlar onarılır. Revan'a kadar, bütün kaleler Osmanlı devletine katılır.


"ser verilir, sır verilmez"
 
Sarıkız Efsanesi

Çok eski zamanlarda Güre köyünde çok güzel bir kız varmış. Bu kızı köyün bütün gençleri sever ve evlenmek isterlermiş. Adı Sarıkız olan bu güzel kızın babası ise bin bir zahmetle büyüttüğü kızını, talip olan gençlerin hiç birine vermezmiş. Bunun üzerine gençler Sarıkız'a iftira etmişler. Köylüler de Sarıkız'ın babasına giderek:



"Kızın kötü yola saptı. Ya kızını öldürürsün ya da buralardan çekip gidersin" demişler.

Düşünüp taşınan baba, kızını öldürmeye kıyamaz; ancak köylülerin yüzüne bakabilmek için Sarıkız'ı gözden uzak tutmak gerektiğini düşünür.

Kızını yanına alan baba, Kazdağı'nın zirvesine çıkar ve güttükleri kazlarla birlikte kızını bırakıp geri döner. "Kurt kuş yerse de gözüm görmesin, yaşarsa da herkesten gizli yaşasın" demiş.

Kazdağı'nda kalan Sarıkız ölmemiş ve kazlarını gütmeye devam etmiş. Hatta yolunu, izini kaybedenlere yardımcı olmuş. Bu durum kısa zamanda babasının kulağına gitmiş.

Kızının ölmediğini öğrenen baba, Kazdağı'na kızının yanına çıkmış. Dağda kaz çobanlığı yapan Sarıkız, babasını görünce sevinmiş, ona yemek ikram etmiş. Yemek sırasında babası kızından su istemiş. Sarıkız elini uzatarak kilometrelerce aşağıdaki Güre çayından su alarak babasına vermiş. Babası kızının ermiş olduğunu görünce pek sevinmiş.

Bir başka Sarıkız Efsanesi

Delikanlının biri güzeller güzeli bir kıza aşık olmuş. Kız, evlenme şartı olarak, delikanlıdan gücünü ispatlamasını istemiş. Bu şarta göre delikanlı sırtına yüklenen tuz çuvallarını taşımak zorundadır. Delikanlının sırtına tuz çuvalları yüklenmiş. Yamaçtan tırmanırken çuvallar dengesini kaybetmiş ve delikanlı yuvarlanarak göle düşmüş. Tuzlar ıslandıkça çuvallar ağırlaşmış ve delikanlıyı suyun derinliklerine çekmiş. Köy halkı bu acıya sebebiyet verdiği için kıza öfkelenmişler. Ona yumurtalar atmışlar. Sarı Kız adı da buradan kalmış.

Öfkeleri yatışmayan köylüler babasına giderek kızını şikayet etmişler ve onu yok etmesini istemişler. Babası yumurtalara bulanmış kızını alıp tepeye çıkmış. Kızını öldürmeden önce abdest alıp namaz kılmak isteyen baba kızından su bulmasını istemiş. Kız delikanlının boğulduğu gölün suyundan getirmiş. Su tuzlu olduğu için babası yeniden tatlı su bulup getirmesini istemiş. Bunun üzerine kız ayağını yere vurmuş, o anda yerden bir kaynak suyu fışkırmaya başlamış. Durumu gören babası kızının ermiş olduğunu anlamış ve onu öldürmekten vazgeçmiş. Kimsenin zararı dokunmasın diye de suyun etrafını taş duvarla çevirmiş


Kaz dağlarındaki bu kaynak günümüzde de bulunmaktadır. Su şifalı olarak kabul edilmektedir. Sarıkız'ın öldüğü ve bugün kabrinin bulunduğu yer Sarıkız Tepesi, babasının öldüğü yer Babatepe veya Kartaltepe olarak bilinmektedir.

Sarıkız'ın kabri bugün de yöre halkı tarafından ziyaret edilmektedir. Her yıl 14-16 Temmuz tarihleri arasında Akçay'da yapılan Zeytin Festivali'nde Sarıkız da temsil edilmektedir. Ayrıca Sarıkız'ın kabri başında herkesin dileğini yazabildiği büyük bir dilek defteri bulunmaktadır.
 
Pınarbaşı Söylencesi,Kayadaki El

Ceyhan nehrinin menbağı olan Pınarbaşı’nda, suya doğru düşecekmiş gibi sarkan bir kaya parçası vardır. Bu kaya parçası, dünden bu güne; uzun seneler aynı halini muhafaza etmektedir. Bu kaya parçasının üzerinde bir elin beş parmağını andıran ve derin izlerle görünen bir el şekli vardır.


Efsaneye göre; “Pınarbaşı’nda ki bu kaya parçasının tarihin bir sürecinde, suya yuvarlanırken
Hz. Ali; yuvarlanan bu kaya parçasına elini dayayıp durdurmuştur. Öylece duran kayada Hz. Ali ‘nin el izleri vardır. Bu izler normal el izlerinden daha büyük el görünümündedir.

Başka bir rivayete göre de:

Ceyhan nehrinin çıktığı bu mevkii yine halk tarafında efsaneleştirilmiştir. Orada bulunan bir mağaranın (Örtme kaya) sol tarafında beş parmak izine benzer büyükçe bir şekil mevcuttur .Efsaneye göre Hz. Ali Pınarbaşı mevkiinden geçerken suyun başında namaz kılmağa başlar .Bu arada kaya bir heyelanla üzerine doğru kaymaktadır. Namazını bozmadan elini kayaya destek vermiş ve beş parmağının izi kayada kalmıştır. Bu nedenle Pınarbaşı bir ziyaret ve adak yeri haline getirilmiştir, aynı zamanda bir mesire yeridir.
 
İzmit Dil iskelesi

Orhan Gazi devrinde karış karış Anadolu'yu gezen ermişlerden bir derviş, buraya gelir, gemicilere:


- Ogullar, beni karşıya geçiriverin, diye rica eder.
Kimse aldırmaz. Bunun üzerine derviş:
- Siz geçirmezseniz, Allah'ın izniyle biz geçeriz, diyerek, eteğine toprak doldurur, denize yürür.

Topragı denize döktükçe deniz kara olur. Böylece bir süre ilerler. Gemiciler bu durumu görünce telaşlanir. Peşinden koşarlar:

- Aman Pîrim. Etme, gitme. Biz ettik, sen eyleme. Körfez kapanırsa nicolur halimiz. Kısmetimiz kapanır, kırılır dalımız. Gel bizimle gemiye, geçirelim karşıya, diye yalvarırlar.

derviş yalvarmalarına dayanamaz. Yolun yarısında gemiye biner, karşıya geçer. Denizde dil gibi uzanan bu kara parçasına, bundan sonra Dil iskelesi derler.
 
Ziya Efendi Efsanesi

Yavuz Sultan Selim İran seferine giderken Karaman-Ereğli güzergahında yer alan Ayrancı bölgesine geldiğinde coşkun şekilde akan ve şimdi üzerine baraj kurulmuş olan dere ile karşılaşır.
Bu akarsu üzerinde değişik aralıklarla on iki köprü vardır. Yavuz iki koldan köprülerden geçilmesini ister. Birinci kolun başında kendisi bugün “Ziya Efendi Köprüsü” adı verilen köprüden geçmek ister.

Yavuz Sultan Selim ordusunun başında köprüye gelince, Ziya Efendi ve adamlarınca karşılanıp, köprüden geçmelerine izin verilmez. Yavuz, Ziya Efendi’ye köprüden geçmek için fazlasıyla para teklif eder. Ziya Efendi kabul etmeyerek Yavuz Sultan Selim’e gözlerini kapatıp, açmasını söyler. Yavuz gözlerini açınca dağların taşların altın olduğunu görür. Ziya Efendi bu işte paranın önemli olmadığını ancak kendisini geçirtmeyeceğini söyleyince, Yavuz da “Geçme namert köprüsünden, seller alırsa alsın beni” diyerek ordusunu sudan geçirir. Sudan geçerken iki asker boğulur ve iki katır da sırtındaki erzaklarla birlikte suya kapılır kaybolur. Ordunun karşıya geçişi tamamlanınca, Ziya Efendi Yavuz Sultan Selim’in huzuruna çıkar ve ölen askerlerin düşman casusu olduğunu, kaybedilen erzakların da dul ve yetimlerden gönülsüzce alındığını belirterek, Yavuz’a altından yapılmış bir ibrik hediye eder.

Yavuz Çaldıran’a vardığında namaz kılmak için abdest alırken ibriğin üzerindeki yazılar gözüne ilişir. Yazı şöyledir : “AKŞ(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)İ AŞINI SABAHA BIRAK AŞ OLUR, AKŞ(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)İ İŞİNİ SABAHA BIRAKMA, İŞ OLUR”. Bunu okuyan Yavuz Sultan Selim orduya hemen saldırı emrini vererek büyük bir zafer kazanır.
 
Lokman Hekim Efsanesi

Lokman bütün otların ve çiçeklerin dilinden anlarmış.Çiçekler,otlar hangi hastalığ iyi edeceklerini lokman'a söylerlermiş.O da her hastalığı iyi edn ilaçlar yaparmış.Bütün dolaşan lokman Çukurovanın bereketli topraklarında harşeyin yetiştiğini görünce,Seyhan nehrinin kenarında Adana ile Ceyhan arasında ve günümüzde bir bucak merkezi olan Misis kentine yerleşmiş.Çevredeki bütün hastaları iyi etmiş.Hastalıksız yaşamaya başlayan insanlar,Lokman'a başvurarak bu kezde ölümsüzlük ilacını bulmasın istemişler.Lokman Çukurovayı adım adım dolaşarak ölümsüzlük ilacını yapacağı bitkiyi bulmaya çalışmış.Bir gece ulu bir çınarın altında uyuya kalmış.Uykusunda bir ses duyup uyanmış''Lokman bunca zamandır arayıp taraman bitsin.Ben ölümün ilacıyım,bundan sonra insanlara ve hayvanlara ölüm yok''.Diye seslenen otun yanına koşmuş ve ilacın nasıl yapılacağı konusunda söylenenleri bir bir yazmış.Otu da kopararak düşmüş yola.Misis'e gelince altından koca Ceyhan nehrinin aktığı köprü üzerinde durmuş.defterine yadıklarına göre,ölüm ilacını yapmaya koyulmuş.Tam bitireceği sırada görünmez bir el, bir vuruşta defteri de,otu da uçurarak suya düşürmüş.Lokman bu yüzden ölüme çare olan ilacı yapamamış.otlar da bundan böyle ona küsmüşler.
 
KARAMAN'IN KOYUNU SONRA ÇIKAR OYUNU

Bu deyimle ilgili çeşitli rivayetler ve hikayeler vardır. Biz burada derleyebildiğimiz hikayeleri anlatacağız.

BİRİNCİ HİKAYE

Karamanoğullarıyla, Osmanlı Devletinin kıyasıya savaşa tutuştuğu yıllarda, Karaman halkı savaşlardan çok çekmiş; ezilmişler, evleri, barkları, malları çok zarar görmüş. O devrin uluları toplanıp, "Bu kardeş kavgasını tatlılığa bağlıyalım" diye kurultay kurmuşlar. Karaman Beyi ile Osmanlı Beyi'ni Konya'ya çağırmışlar, her iki tarafın şikayetini dinlemişler. Sözü tatlıya getirip, her iki beye de, bir daha savaş yapmamaları için yemin ettirmişler.

Karaman Beyi yemin ederken, elini koynunua (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürerek: "Bu can burada kaldıkça, Osmanlı'yı kardeş bilip, kılıç çekmeyeceğime söz veriyorum" demiş. Fakat kurultaydan çıkan Karaman Beyi, kaftanının altından bir kuş çıkarıp salıvermiş ve "İşte can çıktı söz bitti" demiş. Karaman Bey'inin koynundan kuş çıkarıp salıvermesinden sonra bu darb-ı mesel halk arasında yayılmıştır.

İKİNCİ HİKAYE

1243 senesi Kösedağ savaşından ve bozgunundan sonra, Selçuklu ordusu çekilmiş, Moğol ordusu yer yer Anadolu'yu istilaya başlamıştı. Moğollar Müslüman olmadıkları için, Müslüman Türklere karşı çok düşmanca hareket ediyorlardı. Kuvvetçe çok üstün durumda bulunuyorlar ve her savaşta galip geliyorlardı. Konya'yı istila ettikten sonra, Kerimüddin Karaman Bey zamanında Karaman'ın üzerine yürüdüler.

Tarih takriben 1258 sıraları idi. Karamanoğlulları telaşa düştüler. Zira Moğollar kendilerine direnen yerlerde halkı kılıçtan geçiriyorlardı.

Ne yapıp yapıp, bu putperest Moğolları yenmek lazımdı. Karamanlılar basit bir harp hilesi düşündüler. Netice de Moğollar'a baskın yapacaklardı. Moğol ordusu Konya üzerinden Karadağ'a doğru ilerliyordu. O tarihte Karadağ ormanla kaplı idi.

Karaman askerleri koyun postuna bürünerek, bir koyun sürüsünün arasına karıştılar. Sürü ile birlikte Moğol ordusuna doğru yaklaşmaya başladılar.

Moğol ordusu, sürüyü gasbetmek, yiyip içmek için bir kaç koyun yakalayıp kestiler, kızarttılar ve içkiyle beraber yemeye başladılar. Tam sızdıkları sırada, koyun postuna bürünen Karaman askerleri üzerlerindeki postları atarak, Moğolların üzerlerine çullandılar. Bir yandan da ormanda gizlenmiş bulunan esas ordu, Moğollara hücum etti. Bütün Moğol ordusu orada yok edildi. Tek tük kaçıp kurtulabilen Moğollar da etrafa bu deyimi yaydılar.

ÜÇÜNCÜ HİKAYE

Karaman kalesi Osmanlı ordusu tarafından sarıldığı zaman, kale içindeki halk, canını ve malını kurtarmak endişesine düşer.


Bu arada, bir sürü sahibi de sürüsünü kurtarmak hazırlığı içindedir. Sürünün, Karaman kalesi'nin dışına açılan karanlık dehlizde yolunu bulabilmesi için, keçilerin boynuzlarına yanan meşaleler takar ve bu suretle dışarıya çıkarlar.

Kaleyi sarmış bulunan Osmanlı askerleri, arka tarafta ellerinde meşaleler bulunan bir ordunun kendilerine saldırmak üzere bulunduğunu sanarak, kuşatmayı kaldırıp, ağırlıklarını bırakarak kaçarlar. Bunun bir sürü olduğunu, iş işten geçlikten sonra anlarlar, ve bu lafı çıkarırlar.
 
Küladası Efsanesi

Eşrefoğlu Beylerinin birinin oğlu bir gün sürekavına (topluca çıkılan av) çıkmış. O zamanlar göl bugün ki biçimine gelmemiş; göllenme yalnızca anamasın eteklerineymiş. Beyşehir kıyıları Ovalıklıymış ve Kaşaklıboğazından gelen bir ırmak, yedi gözlü Beyşehir Köprüsü’nü geçerek Seydişehir Gölüne dökülürmüş.

Beyin oğlu yeni evlendiğinden, av damat onurunu düzenlenmiş. Delikanlı yaman bir atışla kanadı kırma bir Talgan Kuşu vurmuş. Şahini üstten çullanmış. Tazısı alttan koşturmuş kendisi de at salmış, kuşun üstüne. Fakat kuşun düştüğü gömük meğer bir düden imiş. Hepside dalmışlar dipsiz obruğa. Dalış o dalış boğulmuş gitmiş elleri kınalı toy damat.

Beylik halkı, damadın arkasından günlerce yaş dökmüş, yas tutmuş. Günler sonra Bey’e oğlunun parmağı taşlı yüzüklü ve elleri kınalı cesedinin Manavgat Çağlayanında ortaya çıktığı bildirilmiş. Meğer, Göl Düdeninin suyu, yer altından Manavgat Çağlayanına dökülürmüş.

Bey yiğit oğluna mezar olan o kanlı düdeni kapattırmayı emretmiş. Beyliğin ikiyüzü aşkın köyüne salmalar salınmış. Herkes, saman, kül, yapağı ve ardıç ağaçları taşımış kanlı düdene. Çürümesin diye ardıçlar en alta koyulmuş. Bunların üstü kül ve ötekilerle iyice doldurulmuş.

Öyle ki kocaman bir yığma tepe oluşmuş. Sonradan göl suları yükselince de bu koca tümsek ada olmuş. Adına da Kül Adası demişler.

Söylendiğine göre bu koca düdenin kapatılması ile gölün su kaçağı azalmış ve göl alanı giderek büyüyüp bu hale gelmiş.
 
Altın Post Efsanesi

Yunan mitolojisindeki Altın Post öyküsü, Tesalya kralının oğlu Phriksos ile kızı Helle'nin çocukluğuyla başlar. Öykü*de çocuklann babası ikinci kez evlenmiştir; kocasının çocuklarından nefret eden üvey anne Phriksos ile Helle'yi öldürmek ister. İki kardeş öz annelerinin armağanı olan altın postlu uçan bir koçun sırtına binerek üvey annelerinin elinden kurtulurlar. Ama yolcu*luk sırasında Helle denize düşerek boğulur. (Helle'nin düştüğü Çanakkale Boğazı'na Yu*nanlılar bugün bile Hellespontos ya da "Helle Denizi" derler. Phriksos ise Karadeniz'in doğu ucundaki Kolkhis'e (bugünkü Gürcistan) ulaşarak canı*nı kurtarır. Kolkhis kralı Phriksos'a çok iyi davranır, hatta sonradan kızı Khalkiope ile evlendirir. Phriksos ölümden kurtulduğu için, koçunu adak olarak tanrıların kralı Zeus'a kurban eder; postunu da Kolkhis'te, bir ejderhanın nöbet tuttuğu bir koruluğa asar.

Bu arada Tesalya kralı ölmüş, yerine yeğe*ni Aison geçmiştir; ama bir süre sonra üvey kardeşi Pelias, Aison'u devirir ve tahta kendi*si geçer. Aison'un oğlu İason büyüyünce Pelias'ın karşısına çıkıp babasının tahtını geri ister. Korkuya kapılan Pelias, genç adamdan kurtulmak için, altın postu getirirse krallığı ona bırakacağına söz verir. İason bu anlaşmayı ka*bul eder ve kısa sürede Yunanistan'ın dört bir yanından 50 yiğit toplayarak, adı "hızlı" anla*mına gelen Argo gemisiyle yelken açar.

Kahramanlar yolda pek çok macera yaşa*dıktan sonra Kolkhis'e ulaşırlar. Kolkhis kralı altın postu İason'a vermeye yanaşır, ama üç koşulu vardır: İason, ateş püsküren iki kor*kunç boğayı çifte koşarak bir tarlayı sürecek; bu tarlaya bir ejderhanın dişlerini ekecek ve en sonunda ektiği her diş için topraktan fışkıran zırhlı savaşçıları yenecektir. İason'un şansına, kralın küçük kızı Medeia güçlü bir büyücüdür ve görür görmez İason'a âşık olur. Medeia'nın büyü ve sihirleri sayesinde bu güç görevleri başaran İason, Medeia'yı ve altın postu da alarak Argo gemisiyle kaçar.

Ne var ki onları bekleyen macera ve tehli*keler henüz bitmemiştir. Kral altın postu geri alması için oğlu Apsyrtos'u peşlerinden gön*derirse de, Medeia kardeşini kendi elleriyle öldürerek parçalarını denize serpiştirir. Daha sonra tanımadıkları denizlere açılan Argo Gemicileri ya da bilinen adlarıyla Argonaut' lar, ancak Medeia'nın zekâsı ve kurnazlığı sa*yesinde yollarını bulurlar.

En sonunda Tesalya'ya döndüklerinde İa-son'un babası hâlâ sağdır, ama çok yaşlanmış*tır. Medeia yaşlı adamı sihirli otlarla dolu bir kazanda kaynatıp gençliğini ve gücünü yeni*den kazandırır. Daha sonra Pelias'm kızlarını da kendi babalarını kesip kaynatmaları için kurnazca kandırır; aynı büyülü otlardan ver*mediği için Pelias ölür. Bu suç yüzünden ülkeden kovulan Medeia ile İason'un arası zamanla açılır ve kavga ederek ayrılırlar. Sonunda İason, iyice eskimiş ve karaya çekil*miş olan Argo gemisinin pruvasında oturur*ken, kırılan pruva tahtalarının altında kalarak ölür.


Altın Post efsanesinin daha değişik yorum*lan da vardır; ama bugün en çok anlatılan biçimi bu öyküdür.
 
Sinekli Mağara

Arkadaşlar Bildiğim Bir Yerde Içi Sinekle Dolu Girişi Yaklaşık 80*80 Bir Mağara Var.bu Mağaranın Girişinde Sağda Ve Solda Yaklaşık Olarak Bir Masa Kadar Büyük Ve Cam Gibi Düzgün Bir Er Kaya Var Birtaneside Bu Iki Kayanın üstüne Oturmuş şekilde Biraz Daha Büyük.içeriye şimdiye Kadar Giren Olmadı çünkü Köylü Halkı Korkuyor.efaneye Göre Içeride Sinekoğulları Beyliğinin Koca Bir Sandık Dolusu Olan Hazinesi Mağaranın Tavanından Aşağıya Doğru Kalın Bir Zincirle Bağlanmış şekilde Durmaktaymış Ve Bir Ejderha Tarafından Korunmaktaymış.bu Köylü Halkının Dilinde Dolaşan Masal Ve Kendilerini Inandırmış Durumdalar.bir De Bu Mağaranın Etrafında Gerçkten çok Yılan Var Ve Bu Yılanlar çok Büyük..
Bir Zaman Birisi Girmek Istemiş 2 3 Metre Kadar Ilerlemiş Ama Sonra Korkuyla Dışarı Kaçmış.dediklerine Göre Giriş Deki Kayadan Sonra Tünelİn Etrafı örme Olarak Devam Ediyormuş.ve Adam Içerden Hayvan Hırıltısına Benzer Bir Ses Duyduğu Için Kaçmış.bir De Bu Mağaranın Içindeki Sinekler Sivri Veya Karasinek Değil.genelde Wcw Lerde Olan Küçük Kanatlı Sineklerden Ve O Kadar çok Sinek Var Ki Içeri Taş Atınca Yada Korkmaları Sağlanınca Sanki Mağranın Içinde Siyah Bir BulutMUŞ Gibi Fışkırıyorlar.
 
Pilavtepe Efsanesi

1.Pilavtepe Efsanesi:

Bu efsane Pilavtepe ile ilgili olarak anlatılır.Zamanın birinde bir çoban bu tepede sürüsünü otarıyormuş.Tepede suyun olmayışından dolayı hem çoban hem de sürüsü susuzluğa mahkum olmuşlar.Çoban Allah’a yalvarmış.Çoban içinden suyu bulabildiği takdirde iki koç kurban edeceğini söylemiş.Tam bunları düşünürken tepenin zirvesinden iki taşın arasından suyun aktığını görmüş.Zor durumdan kurtulan çoban sözünü unutarak elbisesinden çıkardığı iki biti koçların yerine koyup öldürmüş.Çok geçmeden çoban ile sürüsü taş kesilmiş.Tepenin üstünde ve etrafında taşlar üst üste yığılı,peş peşe dizili,koyun sürüsünün duruş ve yürüyüşü gibi bir görüntü arz etmektedir.1000 m. Yükseklikteki tepenin zirvesinden çıkan suyu yöre halkı halen (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürüp sütlerine maya olarak kullanmakta ve bu suyun süte bereket ve bolluk getireceğine inanmaktadır.

2.Pir Cemal Abdal Efsanesi:

Delikan Köyü’nde oturan Pir Cemal Abdal Peri Suyu kıyısına gelir ve biraz uzakta olan asma köprüye gitmeyip cüppesini çıkararak suyun üzerine atar.Cüppeye binerek karşıya geçer.Bu sırada Bağin Kalesi Beyi’nin kızı sarayının penceresinden bu olayı görür.Hayretler içinde kalan bey kızı koşarak olayı babasına anlatır.Bey hemen adamlarını göndererek Cemal Abdal’ı yakalatır ve sarayına getirtir.Cemal Abdal’ın sihirbaz olduğunu ileri sürerek fırında yakılmasını ister.Ertesi gün fırının kapısını açtıran Bey Cemal Abdal’ı bıyıkları ve sakalı buz tutmuş bir halde bağdaş kurup otururken bulur ve mükafatlandırır.

3.Karabuk(Karagelin-bahtsız gelin)Efsanesi:

Mahmutlu-Lehan Köyleri arasındaki Karabuk Mevkii ile ilgili anlatılan bir efsaneye göre bu mevkiden bir düğün alayı geçmekte iken toprak yarılmış.Gelin bindiği atıyla beraber yarılan toprağa düşmüş ve açılan yarık tekrar kapanmış.Halk arasında bu mevkie Karabuk (kara bahtlı gelin anlamında) adı verilmiştir.

4.Külükoğlu Efsanesi:

Pilavtepe denilen köyde yaşayan,Külükoğlu diye bilinen kişiyle ilgili bir efsanedir.
Günün birinde köyde bir toplantı yapılır.Külükoğlu’nun toplantıda olmadığını gören köylüler çağırmak maksadı ile evine iki kişi gönderirler.Külükoğlu’nu evinde bulamayan haberciler onun dağdaki davar barınağına giderler.Daha içeri girmeden HU çeken sesler duyarlar.Pencereden baktıklarında giysileri aynı, yüzleri aynı, başörtüleri aynı otuz-kırk kişi görürler.İçlerinden hangisinin Külükoğlu olduğunu anlamazlar. Ses çıkarmadan köye geri dönerler. Olayı köydekilere anlatırlar. köylüler inanmak için dört kişi daha gönderirler. Onlar da gidip durumu aynı şekilde görüp dönerler. Sabahleyin durumu Külükoğlu’ndan sorup öğrenmek isterler.Külükoğlu köye gelmeden oğlu Kel Mahmut babasına kahvaltı hazırlar ve yola koyulur. Dağdaki barınağa yaklaştığında, karda babasının sopası ile meşe ağaçlarına vurduğunu, vurdukça meşelerin göverip ve peşinden davarın bu meşeleri yediğini görür. Babası geriye dönüp baktığında oğlunu görür. Der ki: Oğlum! Sen beni bilmeyerek mahcup ettin. Allah’tan dileğim üç günde öleyim. Sen de üç ay zarfında bilmediğin yere gidesin. Senede bir gelip türbemi ziyaret edesin. Deniliyor ki Külükoğlu üç gün sonra ölür ve oğlu da üç ay sonra Kiğı’nın Elmalı Köyü’ne gider.
Halen Külükân (Pilavtepe) da Külükoğlu’nun akrabaları vardır.Külükoğlu’nun türbesi Karakoçan’dan Çan’a giden yolun kenarındadır.

5.Golan Efsanesi:

Golan Kaplıcaları civarındaki kayalıklarda bir çift geyik yaşarmış.Avcılar bunları vurmak istemişler.Bunlardan birini vurarak kayanın tepesinden suya (Peri Suyu) düşürmüşler.Diğer geyik kayıplara karışmış.Efsaneye göre kayıp geyik her yıl gelerek kayalıkların tepesinden suya doğru sesler çıkarmaktadır.Sudan da cevabi sesler gelmektedir.Bu karşılıklı seslerden sonra suyun bir can aldığına inanılmaktadır.

6.Yücekonak Efsanesi:

Yücekonak ’ta bulunan gölle ilgili olarak anlatılır:
Adamın biri, otlaması için atını gölün kenarına bağlar. Gölden erkek bir atın gelip onun atıyla çiftleştikten sonra tekrar göle girdiğini görür. Bir yıl sonra atın bir tayı olur. Adam güzel olan butayı çok sever. Atını ve tayını alarak tekrar aynı yerde bağlar. Yinegölden çıkan at gelir vebu defa tayıalarak sulara karışır.

7.Kuriş Baba Efsanesi:

Çelekas (Balcalı)‘daki Kuriş Baba mağarası için anlatılır: Çok eski zamanlarda bir savaş olur.Kuriş Baba atıyla kaçarak bir rivayete göre kendisinin oyduğu, başka bir rivayete göre Allah tarafından oyuk hale getirilen sadece kendisi ve atının sığabileceği büyüklükte bir mağaraya sığınır. 40 gün 40 gece yemeden içmeden orada saklanır. Daha sonra askerler tarafından bulunur.Bu sürede yemeden içmeden nasıl yaşadığını sorarlar. İçlerinden biri ermiş olduğunu söyleyince padişah: -“Deneyelim, eğer ermiş kişi ise kendisini kurtarır.”der. (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürüp ateşle kızdırılmış fırına atarlar. Ertesi gün gelip baktıklarında donmak üzere olduğunu görürler. Ermiş olduğuna inanılır ve serbest bırakılır.

__________________
 
83 Yil Önce Günes Fatima'da Dans Etti


13 Mayis 1917 günü Portekiz'de, Lizbon'un yaklasik 150 km. kuzeyindeki Fátima kenti yakinlarinda olagandisi bir olay yasandi. Çobanlik yapan üç küçük çocuk, 10 yasindaki Lucia dos Santos, 9 yasindaki Francisco Marto ve kizkardesi 7 yasindaki Jacinta, Fátima'ya 1 km. uzakliktaki Aljustrel köyünün yakinlarindaki Azize Iren'in Magarasi (Cova da Iria) diye bilinen bir magaranin önünde koyunlari için küçük bir agil olusturmaya çalisiyorlardi.

Hava açik ve rüzgarsizdi. Ansizin gök gürültüsüne benzer bir ses duyuldu, ardindan simsege benzer bir parlama oldu. Parlamanin olusturdugu isigin içinden, bastan asagi parlak beyaz giysili ve çok güzel bir genç kadin görüntüsü ortaya çikti. Beyazli kadin, çocuklara, kendisinden korkmamalarini söyledi ve her ayin 13'ünde bu magaranin önüne gelmelerini istedi.

Çocuklar, olayi gizlemeye karar verdiler. Ancak, en küçükleri olan Jacinta'nin, heyecanini yenemeyip annesine olaydan söz etmesi üzerine haber kisa sürede duyuldu. Herkes üç küçük çocugun Azize Iren'in Magarasi'nda Meryem Ana'yi gördügünü konusuyordu. Nitekim, çocuklar 13 Haziran'daki bulusmaya giderken arkalarindan da yaklasik 1000 kisilik bir grup geliyordu. Sonraki aylarda, olayi, yörede ve ülkede neredeyse duymayan kalmamisti. Öyle ki Temmuz, Agustos ve Eylül ayindaki bulusmalarda, çocuklarla birlikte gelenlerin sayisi giderek artmis ve 50 bin kisiye ulasmisti.

Bu bulusmalarin ilginç bir yani da suydu: Üç çocuktan baska hiç kimse o isiktan varligi göremiyor ve konusulanlari duyamiyordu. Bununla birlikte orada bulunan binlerce kisi nedenini anlamaksizin bir yari trans durumuna giriyor ve kendilerinden geçiyorlardi.

"Günes Fátima'da Dans Etti" adli kitabin yazari Joseph Poletia söyle yazmisti: "Önce günesin isiginda bir azalma oluyordu. Sonra giderek siddetlenen bir vinlama sesi duyuluyor ve esrarengiz bir bulut ortaya çikiyordu. Küçük çocuklar ise dizlerinin üzerine çökerek kendilerinden geçiyorlardi. Bu arada orada bulunan herkes tanimi olanaksiz duygularla doluyordu." Kimi taniklar ise o bulutun zaman zaman alçalarak çocuklari kusattigini öne sürüyordu.

13 Ekim 1917 günü Azize Iren'in Magarasi'nin önünde onbinlerce kisi toplanmisti. Herkes mucizeyi, Meryem Ana'nin isigin içinden çikmasini bekliyordu. Ögleye dogru gögü gri bulutlar kapladi. Az sonra da siddetli bir yagmur basladi. Ama kimse yerinden kimildamiyordu. Saat tam 12'de bulutlar yavasça dagilmaya basladi. Az sonra bulutlarin ardindan günes belirdi. Ancak, kimileri bunu renkli ve çok güçlü isiklar saçan, disk biçiminde bir nesneye benzetmisti. Günes ya da "nesne", her neyse renkli isiklar saçarak dönüyordu. (Bu dönme meselesinden ötürü, bazi arastirmacilar, sonralari, "dönen günes", "danseden günes", gibi tanimlamalar yapacakti.) Taniklara göre nesneden yayilan isiklar o denli güçlüydü ki, orada bulunanlarin yüzleri de, nesnenin dönüsüne bagli olarak, yayilan isiklardan ötürü renkten renge giriyordu. Çocuklar ise bir zeytin agacinin yaninda diz çökmüs göge bakiyordu. O gün 70 bin kisi bunlara tanik olmustu ve bu son bulusmaydi.

Beyaz giysili güzel kadinin, bir yil önce, "Ikinizi az sonra yanima alacagim" sözüne de uygun biçimde, Francisco 1919'da, Jacinta da 1920'de öldüler. Lucia ise sessizligini sürdürdü ve birkaç yil sonra da Rahibe Maria das Dores adini alarak Coimbra Manastiri'na girdi.
Lucia, 1917 yilinin Mayis-Ekim aylari arasinda Meryem Ana tarafindan kendisine verildigini öne sürdügü mesajin ilk iki bölümünü 1941'de kaleme aldi ve hiyerarsik yoldan Vatikan'a, Papa 12. Pius'a ulastirdi. Iki yil sonra, 1943'te mesajin üçüncü bölümünü yazdi. Ancak, bu bölümle ilgili olarak, "Daha iyi anlasilabilecegi 1960 yilinda açiklanmasi dogru olur..." diye bir kosul da öne sürmüstü.

1959'da, yani "sir"rin açiklanmasina bir yil kala, Papa 23. Jean, bir zarfta bulunan ve Portekizce yazilmis mesaji açip agir agir okudu. Sonra derin düsüncelere daldi ve mesaji tekrar zarfa koyup mühürledi. Bir iddiaya göre, üçüncü bölümle ilgili olarak, yakinindaki din adamlarina söyle dedi: "Bu bölümü çok gizli tutmak zorundayiz. Çünkü isareti tüm dünyada panik yaratabilir." Ve böylece, 23. Jean'in, konusulmasini bile yasakladigi "sir", 1960 yilinda da dünyaya açiklanmadi.

Yil 1967 idi. 23. Jean'dan sonraki Papa 6. Paul, Fátima olayinin 50. yili törenlerine katilmak üzere Portekiz'e hareket etmeden önce zarfi açti ve "sir"ri okudu. Kendisine yakin çevrelerin ifadelerine göre 6. Paul derin bir bunalima girmis ve günlerce kendisine gelememisti. Bir söylentiye göre 6. Paul, Fátima mesajinin bir bölümünü, nükleer faaliyetlerin dünyayi nasil bir uçurumun kiyisina getirdigi anlasilabilsin diye, Washington'a, Londra'ya ve Moskova'ya göndermisti. (Mesajin bugün bilinen bölümünün, böylelikle kamuoyuna sizdigi öne sürülür.)

Sonraki Papa, Vatikan'in tarihi boyunca görmedigi kadar aydin, ileri görüslü ve alisilmisin disinda bir din adami olan 1. Jean Paul idi. Ne var ki, 1978'de göreve geldikten 33 gün sonra aniden ölüverdi. Yari açik yari kapali açiklama söyleydi: Papa, Fátima'nin üçüncü sirrini okudu ve yorgun kalbi buna dayanamadi! 1. Jean Paul, daha baslangiçta Kilise'nin tutuculuguna karsi reformcu tavirlariyla dikkat çekmisti ve üstelik kalbi de sapasaglamdi! Kendisi belki de "üçüncü sir"ri tüm dünyaya ifsa edebilecek Papa kanaatini uyandirmis ve bu yüzden de tehlikeli (!) sayilmaya baslamisti ve kuskusuz Fátima'nin üçüncü sirrini biliyordu.

2000 yilinin Mayis ayinda, Fátima olayinin 83. yildönümünde, simdiki Papa, 2. Jean Paul'ün üçüncü sirri açiklayacagi söylentileri yayildi. Kimi yerli ve yabanci yayin organlarinda, Beyaz giysili bir din adaminin, yani Papa'nin, Mehmet Ali Agca tarafindan vurulmasi, üçüncü sir olarak açiklandiysa da, bunun, mesajin daha önce açiklanan bölümüyle karsilastirildiginda son derece mantiksiz bir iddia oldugu anlasilmaktadir. Ayrica mesajin açiklanan bölümünün Ekim Devrimi'ni, Ikinci Dünya Savasi'ni ya da Sovyetler Birligi'nin dagilmasini bildirdigine iliskin yorumlar da pek dogru olmasa gerek. Mesaj, anlasildigi kadariyla daha çok Kilise'ye ve dünyanin gidisatini elinde tutan ülke liderlerine bir uyari niteligi tasiyor. Ya hiçbir Papa'nin açiklamaya yanasmadigi üçüncü sir? O, henüz açiklanmadi ve hâlâ Vatikan'da, Papa'nin elinin altindaki bir kutunun içindeki kapali bir zarfta bulunuyor.

FATIMA MESAJININ AÇIKLANAN BÖLÜMÜ
Her yerde düzensizlik hüküm sürüyor. En yüksek makamlarda bile hüküm süren ve islerin yürümesine karar veren seytan'dir. Seytan, Kilise'nin en üst noktasina kadar sokuldu.
Insanligin yarisini birkaç dakikada yok edebilen silahlari icat eden bilginlerin büyü bir kisminin ruhuna fesattohumlarini ekmeyi de basaracak. Uluslarin güçlü olanlarini kendi imparatorlugunun egemenligi altina alacak ve onlari,bu silahlari kitle halinde üretmeye yöneltecek. Eger insanlikkendini korumazsa, Oglum'un kollarina atilmaya zorlayacagim. Dünya ve Kilise'nin basinda olanlar bu davranislara karsi çikmazlarsa, bunu ben yapacagim ve Babam Tanri'ya, insanlari yargilamasi için dua edecegim. O zaman Tanri en sert ve tufandan asagi kalmayacak siddetle insanlari cezalandiracaktir. Büyük ve kudretliler de, küçük ve zayiflar gibi yok olacaklar. Fakat büyük degisimler de olacak. Çürümüs olan düser ve düsen korunmaz. Kilise kararacak ve dünya karisacak.

Yirminci yüzyilin ikinci yarisinda büyük, büyük bir savas çikacak. O zaman gökten ates ve duman düsecek ve denizlerinsulari,göge dogru köpüklerini kusarak buharlasacakve ayakta olan her sey bas asagi gelecek. Ve milyon kere milyon insan, saatten saate, yasamini yitirecek ve sag kalanlar ölmüsolanlara imrenecekler. Gözün gördügü heryerde bela, dünryanin her yerinde sefalet ve her ülkede perisanlik olacak.
Iste,zaman çok yaklasiyor, karanlik uçurum derinlestikçe derinlesiyor ve çikis yolu da yok; iyiler kötülerle, büyükler küçüklerle, Kilise'nin prensleri kendi müminleriyle, dünyanin iktidar sahipleri kendi halkiyla ölecekler. O zaman yeryüzünün tek hakimi olan seytanin hizmetkârlari ile sapkin insanlar tarafindan zafere ulastirilanölüm, her yere egemenolacak.
Bu zaman, ne kral ve imparatorun, ne kardinal ve rahibin hiç beklemedigi bir zamandir; ceza verip intikam almakiçinyine Babam'in takdirine göre gelecektir. Daha sonra, ancak birkaç canli kalinca, yeniden Tanri ve ihtis(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim) yakarilacak, dünya tekrar bozulmasin diye, geçmiste oldugu gibi, O'na hizmet edilecek.

Oglum Isa Mesih'ingerçek taklitçilerine, gerçek Hiristiyan ve sonzamanlarin havarilerine sesleniyorum. Zamanlarin zamani geliyor. Insanlik tuttugu yoldan eger geri dönmez ve bu dönme yukaridan, dünya ve Kilise yöneticilerinden gelmezse, sonlarin sonu da geliyor. Bu dönüs olmaz ve her sey oldugu gibi kalir da, evet, hersey kötünün kötüsü olursa, ne yazik!

Fatima Mesaji içen uçak kaçirdi
2 Mayis 1981'de, Avustralyali eski bir rahip olan 55 yasindaki Lawrance James Downey, Dublin-Londra seferini yapan bir Irlanda uçagini kaçirdi. Downey, bombali süsü verilmis bir bos kutu ile kaçirdigi uçagi Fransa'nin kuzeybatisindaki bir havaalanina indirdikten sonra istegini bildirdi ve yetkililere teslim oldu: "Fátima'nin üçüncü sirrinin dünyaya açiklanmasini istiyorum!.." Bu olaydan yalnizca 11 gün sonra, 13 Ekim 1981'de, Abdi Ipekçi'nin katili Mehmet Ali Agca, Vatikan'daki San Pietro Alani'nda, saat 17.20 siralarinda Papa 2. Jean Paul'ü tabancayla vurdu. Papa agir yaralandi. Agca'ya göre, bir rahibe kendisini tutarak kaçmasini önlemis ve olay yerinde yakalanmisti. Papa, sagligina kavustuktan sonra Agca'nin kendisine siktigi iki merminin kovanini, Fátima'daki kiliseye armagan etti. O gün Fátima olayinin 64. yildönümüydü ve Papa'ya göre Meryem Ana bu yüzden kendisini ölümden korumustu. Yasam boyu hapse mahkum olan Agca ise sonraki yillarda yaptigi açiklamada Fátima olayini ancak on yil sonra ögrendigini öne sürecekti. Agca'nin olay yerinden kaçmasini önleyen rahibenin adi Lucia idi ve Fátimali rahibe Lucia'dan 64 yas küçüktü!..

Dünyadaki Meryem Ana vizyonlari
Dünyanin çesitli yörelerinde, degisik tarihlerde Meryem Ana'yi "gördügünü" söyleyen birçok kisi vardir. Kayitlara "Meryem Ana vizyonlari" olarak geçen bu tür olaylarin gerçeklestigine inanilan yerler, Hiristiyanlar'ca kutsal yer olarak kabul ediliyor. Meryem Ana vizyonlarinin olustuklari yerler, tarihsel sirasiyla sunlardir:
Guadalupe (Meksika), 1531
Paris, 1830
La Salette (Fransa), 19 Eylül 1846
Lourdes (Fransa), 11 Subat-16 Temmuz 1858
Knock (Irlanda), 21 Agustos 1879
Fátima (Portekiz), 13 Mayis-13 Ekim 1917
Beauraing (Belçika), 29 Kasim 1932-3 Ocak 1933
 
Gelin Geldi Efsanesi

Bu efsane Ilıca ilçemizde bulunan istasyon mevkiinde ki Gelin Geldi gölü ile ilgilidir.

Erzurum’a giderken gerek karayolu gerekse tren yolu ile içinden geçtiğimiz çok şirin ve turistik bir ilçemiz olan Ilıca çermikleri yani kaplıcaları ile meşhurdur. İlçenin hemen her yerinden mutlaka bir sıcak su kaynağı çıkmaktadır. Bu anlatacağımız hikâyede böyle bir kaynağın bulunduğu Ilıca istasyonundaki Gelin Geldi gölünün ismi ile ilgilidir.

Ilıca istasyonun bu günkü yerinde vaktiyle bir göl varmış. Zamanla kaybolan bu gölün yerine şu anki istasyon inşa edilmiş. Göl de kaybolmamış fakat eskisine göre nispeten küçük bir göl halindedir.

İşte bu gölün adı ile ilgili çok güzel efsaneler anlatılır. Onlardan biri şöyledir;

Çevredeki köylerden birinde güzel bir kız varmış. Bu kıza komşu köylerden bir delikanlı âşık olur. Kızında gönlü delikanlıda. Durumlarını ailelerine açarlar. Bu iki gencin evlendirilmesine karar verilir. Fakat araya delikanlının askerliği girer. Kız ile delikanlı murat alıp vermemeden ayrı düşerler. Kız baba evinde delikanlı asker ocağında kavuşacakları günü beklemeye başlarlar.

Bir gün köye delikanlının şehit olduğuna dair bir haber gelir. Gelinlik giymeyi bekleyen genç kız bu haber karşısında sarsılır. Ama elden ne gelir ki. Artık sevgilisi ölmüştür. Ağlamanın sızlamanın bir faydası yoktur.

Kızın yeni taliplileri olur. Babası bunlardan birine kızını verir. Düğün dernek kurulur. Davullar vurulup zurnalar çalmaya başlar. Gelin alayı vakti gelince gelinin atını çeker ve yola çıkarlar. Alay yolda bir gölünü kıyısına gelince bir müddet dinlenmeye karar verilir. Atından inip gölün berrak sularına dalgın dalgın bakan genç kızın aklı hep eski sevgilisindedir. Onu düşünmektedir. Gölün pırıl pırıl sularına bakarken onu sanki suyun içindeymiş gibi görüverir. Hemen doğrulur. Suya doğru koşmaya başlar. Suların sakin güzelliğini boza boza ilerler ve düğün alayındakilerinin şaşkın bakışları altında gözden kaybolur. Kafiledekiler her an gelinin sudan çıkacağını ümitle beklemeye başlarlar. Gölde görülen her hangi bir değişiklik gelinin geldiğine yorulur ve bekleyenler “gelin geldi!” “gelin geldi!” diye söylemeye başlarlar. Gölde meydana gelen su hareketleri bu; “gelin geldi!” “gelin geldi!” diye söylenen sözlerle daha çok hareketlenir. Günümüzde de bu hareketlenme yani gölde ki dalgalanmalar halen daha bu sözler üzerine devam etmektedir. Gölün adı da < Gelin Geldi Gölü > olarak anılmaktadır.
 
ÇAYDA ÇIRA EFSANESİ - 1
vakti zamanında harputta iki genç birbirlerine aşık olurlar. her gece gizlice buluşurlar. Kız bir çıra yakar böylece delikanlı aralarına giren dereye atlar kızın yaktığı çıra ile yönünü bularak kıyıya yüzer ve orada buluşurlar. Bir gün kızın babası bunu farkeder ve tam delikanlı suya atlayınca çırayı söndürür . genç yolunu bulamaz çırpınarak boğulur bunun üzerine kız da kendini dereye atar. Köyün sakinleri çıralarla gençleri arar ama cesetlerini bile bulamazlar

ÇAYDA ÇIRA EFSANESİ - 2
Uluova'yı ortadan ikiye ayıran Harınget çayının kıyısındaki köyde köyün ileri gelenlerinden biri oğlunu evlendirir. şenlikler, çalgılar yemekler her şey yerindedir .DÜğünün son gününe kadar her şey iyidir hava güzeldir mehtap vardır.Ama birden ay tutulur her yer karanlığa bürünür. misafirler bunu uğursuzluk sayarlar ancak damadın annesi Pembe Ana uğursuzluğa inat birden ortaya atılır ne kadar mum varsa toplatıp tabaklara dizer oradakilerin ellerine verir kendisi de başa geçerek mumlarla oynamaya başlar çıraların ışığı çaya yansımış her yer ışıl ışıl olmuştur. Düğün de neşe içinde sürer işte çayda çıra oyunu buradan çıkmıştır.
 
HAZAR GÖLÜ( HAMİLE DAĞ) EFSANESİ

Çok eskilerde buralarda yaşayan hamile bir kadın varmış. Dönem kıtlık devri kadın bir köye gitmiş mis gibi ekmek kokuları çarpmış burnuna.dayanamamış oradki evlerden ekmek istemiş ama çok cimri olan bu köy halkı ekmek vermemiş bunun üzerine kadın elini evlerin eşiğine koyup "inşallah bu köy su keser ben de taş keserim" diye beddua edince allah duasını kabul eder ve köy sular altında kalır. kadında dağa dönüşür. hazar baba olarak da bilinen bu dağ elazığ'ın her yerinden görünürve gerçektende saçları yüzü karnı ayakları hatta elbisesininkırışıklarıyla tam bir kadın görünümündedir .Batık şehir hakkında da çalışmalar yapılmaktadır sular çekilince zaman zaman şehir ortaya çıkar EVLİYA ÇELEBİ buranın ticaretle uğraşan gayri müslim bir köy olduğu ve kilisesinde mumyalanmış bir eşek olduğunu eserinde belirtmiştir.
 
Geri
Üst