Efsaneler

Süt Kalesi

Harput'un simgesi olan bu kalenin efsanesi şöyle anlatılır:
çok eski zamanlarda bu topraklarda çok zengin bir hükümdar hüküm sürermiş. Koyun ve keçileri öyle bolmuş ki sütlerini tüm halka dağıtır yine bitiremezlermiş. hükümdar harput'un en yüksek ucuna bir kale yaptırmaya karar verir ama şans bu ya kıtlık olur. içmeye su zor bulunur. bunun üzerine kaleyi yapmaya kararlı hükümdar çobanlarına emreder tüm sütler kaleye getirilir ve harcı sütle hazırlayarak kaleyi bitirirler bu yüzden kalenin beyaz ve dayanıklı olduğu söylenir. bir inanışa göre kalenin dehlizlerinden birinde tavana bir kılla bağlanmış gügüm vardır o düşene kadar kale ayakta kalacaktır. Süt kalesinin dehlizlerinden birinde hazineler içinde bir altın taht üstünde güzel bir kız uyurmuş yılda bir uyanır ve sorarmış:
-Süt kalesi yıkıldı mı
-Dere hamamı yıkıldı mı
- Katır kuzuladı mı
bu sesi Harputta bazı kimseler duyarmış rivayete göre bunlar gerçekleşirse kıyamet kopacakmış
 
Ulu Cami Minaresi ve Karadut Ağacı

Ulu camii bahçesinde bir kandil akşamı iki arkadaş oturmaktadır. Bazı sesler duyan arkadaşlardan biri şöyle der korkuyla: caminin bahçesinde mihrabın hemen önünde bulunan dut eğacı eğilip kalkıyor secde ediyor.
Diğer arkadaş hayretle: ben de minareyi eğilip kalkarken gördüm der. iki arkadaş korku içinde oradan uzaklaşırlar ancak sırları ortaya çıkan minare ve ağaç eğik secde halinde kalırrlar.

Minare sonradan onarılsa da yine eğilmiştir gelip eğik minareyi ve karadut ağacını ziyaret edebilirsiniz
vakti zamanında hayır yapmak isteyen bir kişi bütün varını harcayarak bir cami yaptırır, kendi nefsi için hiç bir şey harcamaz, ancak cami bitirilip de karşısında durunca insanlara bu camiyi hiçbir şey yemeden ve içmeden yaptırdım der kibirlenir nefsine yenik düşen kşinin niyetinin eğriliğinin nişanesi olarak da ulu caminin minaresi eğilir.o günden bu güne Ulu Cami' ye yemedim içmedim camisi de denir.
 
ORDU - Gelin Kayaları Efsanesi

Melet Irmağına doğru inen sarp tepenin, ormanlarla örtülü yamacında çok fakir ve yaşlı biri varmış. Melet, kenarındaki değirmenlere gidemeyen köylülerin zahralarını avlusundaki ufak dibek taşında öğütür, geçimini bu suretle sağlarmış. Bazı rivayetlere göre. bu öğütücü bir kişi tarafından döndürülebilen, çevre halkının "El Değirmeni" dediği cinsten bir taş değirmeni imiş. Günün birinde, yaşlı değirmencinin kızını, uzaktan bir köyden bir gence istemişler. Hayırlısı olsun, deyip evlendirmişler. Çeyiz olarak, elinde, avcunda ne varsa kızına vermiş. Düğüncüler, gelinin eşyalarını atlara yükleyip, oğlan, evine doğru yola çıkacakları zaman, gelin etrafı söyle bir süzmüş. Avlunun bir kenarında duran babasının ekmek teknesine, kendini bugünlere getiren el değirmenine gözlerini dikmiş,

Kızının bu halini güren babası, yanına yaklaşmış:

- "Kızım, değirmen tası bizde kalsın."

diyecek olmuş. Düğün alayının ileri gelenleri durumu kavramışlar.

İçlerinden biri:

- Emmi veriver şu değirmen taşını kızınada, biz de yola düzülelim.

Yaşlı baba:

- Olmaz, o bana lâzım.

Onunla geride kalan çoluk çocuğumun nafakasını sağlayacağım, veremem, diyerek karşı koymuş.

O sırada, yeni gelin :

- Babam benden bir taşı esirgiyor. Ben de onsuz gelin gitmem. Diyerek boynunu büküp, oturuvermiş kapının önüne.

Düğüncüler yaşlı babanın geçimini nasıl sağladığını bilmediklerinden, bu değirmenin aile için ne derece kıymetli olduğunu kavrayamamışlar., işi, basit bir "gelin eşyası" bir taş olarak görmüşler, içlerinden biri:

- Hadi, emmi bu kadar da nekeslik etme. Alt tarafı iki taş parçası bunun... insan kızından bunları esirger mi?.. Bak, o da yurt-yuva sahibi oluyor. Yolumuz uzun, bekletme bizi., diyerek, değirmen taşlarnı omuzlayıp, yanındaki hayvana yüklemişler. Zavallı baba, bu durum karşısında ısrarın faydasızlığını anlayarak, boynunu bükmüş. Kendisinin nekes tanınmasına mı, o yaşlı haliyle çoluk - çocuğuna değirmensiz nasıl bakacağına mı üzülsün?. Kala kalmış, ortalıkta. O sırada, önde davul - zurna, arkada at sırtında gelin; köylüler, eşya yüklü atlarla düğün alayı, dimdik sırta doğru yola koyulmuşlar. Yaşlı gözlerle kafileyi izleyen babanın tâ... yüreğinin derinliklerinden bir tel kopmuş sanki... Derin bir ah... çekli, aklıyla mı, gönlüyle mi, bilinmez seslenivermiş, davullu alayının ardından:

-Bir taşı bize çok görenleri Allah ne etsin... Hepiniz taş olun taş.

Ertesi gün, karşı tepelerden be geçeye bakanlar, Melet ırmağına doğru inen dik bir yamacın, bıçak gibi çıkıntılı bir kısmında, acayip şekilli kayalar görmüşler. Daha düne kadar ormanlık olan bu yamaçta kayaların bulunuşundan ziyade, görünüşleri onların şaşkınlığa düşürmüş. Çümkü, bu kayalar sanki bir kafilenin heykelleşmiş şekline benziyormuş. Atıyla yaylısıyla, dzvullu - zurnalı bir gelin alayının tıpkısıymış. Yılların yağmuru, karı ve fırtınalarına rağmen, bozulmayan şekilleriyle günümüzde dahi görenleri şaşkınlığa düşüren bu kayaların etrafı koyu bir yeşillikle çevrilmiştir.
 
ORDU-Uzun Kızlar Efsanesi

Yüzlerce yıl önce Mesudiye yöresinde üç Türkmen kardeş yaşarlarmış. Bu kardeşler, kış mevsiminde Mesudiye yöresinin kuytu ve sıcak yerlerinde, yaz mevsiminde de yüksek yaylalarda yaşamlarını sürdürürlermiş. Her üç kardeşin de sürülerce koyunları ve yüzlerce atları varmış.

Karababa, Karaaslan ve Eriçok adındaki bu üç kardeş, canlı kelekti koyunları, yağız at sürüleriyle mutlu bir şekilde yaşayadururlarken, günlerden bir gün büyük bir düşman ordusu çıkagelmiş. Onların bu mutlu yaşamları da sona ermiş. Sona ermiş ama, Türkmenler hemen teslim olmamışlar. Düşman ordularıyla aralarında denk olmayan ama yiğitçe bir mücadele başlamış. Karababa ve Karaaslan adlı kardeşler, bulundukları mevkide yiğitçe mücadelelerinden sonra şehit düşmüşler.

Üçüncü ve en kuvvetli kardeşin askeri daha çökmüş. Onun için bu kardeşin bulunduğu tepeye "Eriçok Tepesi" denmiş. Eriçok tepesi müstahkem bir kalenin bulunduğu, bir tarafı kayalık ve uçurum olan yüce bir tepedir. Düşman, bu tepeyi de kuşatmış. Tepenin üzerindeki kalenin önlerinde günlerce savaş olmuş. Düşmanlar tepeyi savaşarak alamayınca beklemeye başlamışlar. Kalede su ve yiyecek bitmiş. Günün birinde kaledeki Türkmenler artık susuz kalamayacaklarını anlayınca Eriçok tepesi'nin yakınlarında bulunan Kübet çeşmesine su getirmeleri için 12 savaşçı ve iki yiğit kız göndermişler.

Kızlar çeşmede suyu doldurmuşlar. Savaşçılar da kendilerine saldıran düşmanlarla savaşmaya başlamışlar. 12 savaşçı savaşadursun, kızlar Eriçok tepesine hızla tırmanıyorlarmış. Ama düşman durur mu? 12 yiğidi şehit ettikten sonra kızların peşine düşmüşler. iki yiğit Türkmen kızı, kaleye epeyce yaklaşmışlar. Fakat düşman atlıları peşlerinden yetişmiş. Düşmanın nefesini enselerinde duyan kızlarında başka çareleri kalmamış :

- Allah'ım demişler... Bizi düşmana teslim etme!.. Yeri yar da yerin içine girelim... Onların eline teslim olmaktansa ölmek daha iyidir.

Yüce Tanrı onların bu masum isteklerini kırmamış. Yer yarılmış ve onlar bağrına basmış. Kızların öyle uzun, öyle güzel saçları varmış ki, saçlarının bir kısmı dışarıda kalmış.

Uzun bir mücadeleden sonra Eriçok Tepesi düşmüş. Yerin yarılıp yarılmadığını bilemeyiz ama, Uzun Kızların mezarları ve Eriçok Kalesi'nin önünde binlerce mezar, bugün bile durmaktadır. O civarlar gezildiğinde insanoğlu ister istemez ürpermektedir. Her üç tepede de, yani Eriçok, Karababa ve Karaaslan Tepelerinde bu mubarek zatların mezarları ziyaret edilmektedir.
 
KONYA - Beyşehir deki anamas dağının efsanesi

Anamas Dağı Beyşehir Gölü'nün batısında olup,yuksekliği 2110 metredir.Bu dağın eteklerinde köyler vardır.
Buradaki halk geçimini odunculuk ve hayvancılıkla sağlar.
Fakat çoğu fakirdir, kıt kanaat geçinebilmektedir.Böyle fakir ailelerden birinin küçük yaşta bi oğlu vardır.
Annesi çoçuğu daha o yaşta hırsızlığa alıştırır.Çoçuk, komşuların kümeslerinden tavuk çalar yumurta çalar.
Derken çoçuk büyür, onunla beraber yaptığı işlerde büyür.Delikanlı artık yumurtayla tavukla uğraşmaz.
dağ başında yol keser adam soyar, düpedüz eşkiya olur.
Sonunda yakalanır ve mahkemeye çıkarılır.yaptığı işler bir bbir sayılır.Karar acıdır:İDAM
onu darağcını (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürüler ve son isteklerini sorarlar.Su ister abdest alır iki rekat namaz kılar.
Sonra allaha yalvarmaya başlar' Ya rabbim, benim gunahım olmadığını bilirsin.Ben masum bir çoçukken anamın zoru ile bu yollara düştüm.
Ya rabbim beni asma ANAMI AS'.Ölüm korkusu ile bu duayı yükses sesle yapar ve orda bulunan kişiler delikanlının buçsuz olduğunu
asıl suclunun anesı olduğunu anlarlar.Ve delikanlıyı serbest bırakırlar.
İşte o gunden sonra delikanlının eşkiyalıp yaptığı dağlara ANAMI AS tan gelen ANAMAS adı verilmiştir.
 
Bermuda Şeytan Üçgeninin Sırrı Nedir?

Elinize bir harita alıp bakınca üçgen şeklinde görülen bu bölgede, bu zamana kadar açıklanamayan birçok esrarengiz olay gerçekleşmiştir. Kaybolan gemi, uçak ve insanların sayısı tam olarak bilinmemektedir. Bu nedenle uzun bir dönem lanetli yer veya şeytanın üçgeni gibi isimlerle anılmıştır, hatta günümüzde de bu isimleri zaman zaman kullanmaktayız.

Bermuda üçgeni, Atlantik okyanusunun 500.000 mil karelik bir alanını kaplayan, Amerika’nın Atlantik okyanusuna açılan güneydoğu sahillerinde yer alan, kuşbakışı bakıldığında ise Miami, Bermuda ve Puerto Rico sınırları içerisinde kalan üçgen şeklinde bir alandır. Okyanusun bu kısmında yüzlerce gemi ve uçak enkazı bulunur. Son 100 sene içerisinde batan gemi, düşen uçak ve kaybolan insan sayısı 1000′lerle ifade ediliyor.

Bu bölgede suyun altında çok büyük mıknatıs maden kaynaklarının yer aldığı ve bu nedenle uçakların bu yoğun manyetik çekimden etkilenerek elektronik sistemlerinin bozulduğu, buna bağlı olarak da düştükleri söyleniyordu. Buna o kadar uzun seneler inanıldı ki, kimilerine göre başka bir açıklaması kesinlikle olamazdı. Fakat diğer taraftan biraz düşünürsek, eğer böyle birşey olsaydı gemiler niye batıyor? Yoksa bir gemiyi bile çekip yutabilecek kadar kuvvetli miydi bu manyetizma? Kesinlikle hayır. Eğer mıknatıs etkisi olsa ve zıt kutuplar prensibiyle gemi çekilse bile, su yüzünde duran bir gemiyi batıracak kadar güç üretebilmesi mümkün olmazdı. Ayrıca o bölgede yapılan ölçümler aşırı veya normalin üstünde bir manyetik alan olmadığını defalarca kanıtladı.

Bölgede asıl şüphe uyandıran ise, insanların “denizde beyaz bir su oluşuyor” şeklinde ifade ettikleri sıradışı olaylardı. Bunun üzerine robot kameralı su araçlarıyla yapılan dalışlar sonucunda suyun tabanının bembeyaz bir örtüyle kaplı olduğu görüldü ve batan gemi ve uçak enkazlarının hepsi bulundu. Şu an en kuvvetli ihtimal olarak ortaya atılan güncel teoriye göre, bu tabaka denizin dibinde yer alan büyük doğalgaz kaynağından çıkan gazların suyun altında yüksek basınç ve düşük sıcaklığın etkisiyle katılaşıp beyaz hidrat parçacıkları haline gelmesi şeklinde açıklanıyor. Bu bölgeden aynı zamanda Gulf Stream adı verilen bir sıcak su akıntısı geçer. Suyun tabanındaki hidrat parçacıkları sıcak su akıntısıyla karşılaştıklarında eriyip su yüzüne doğru harekete geçerler. Bunun sonucunda binlerce metreküp doğalgaz suya karışmış olur ve suyun yoğunluğunu çok azaltırlar. O esnada bölgeden geçen bir gemi varsa, yoğunluk farkından dolayı suyun kaldırma kuvveti gemiyi taşıyamaz ve gemi batar. Sıcak su akıntısıyla beraber hidritlerin erimesi bittiğinde su yüzünde oluşan bu beyaz tabaka da yok olur ve gemi sanki az önce orada değilmiş gibi gözden tamamen kaybolur.

Aynı şekilde su yüzeyinden havaya dağılan gazlar, atmosferdeki havadan bile daha az yoğunluğa sahiptirler ve aynı sebepten yani yoğunluk farkından dolayı uçaklar hava tarafından yeterli sürtünmeyi alamayıp irtifa kaybederler ve doğalgaz moleküllerinin havadaki oksijeni tutmasından dolayı uçağın motorları yanma için gerekli oksijeni alamayıp dururlar.

Şeytan üçgeninde kaybolarak en fazla ünlenen olay “Flight 19″ idi. Oysa aynı zamanda çok sayıda uçak kaybolmuştu. Bunlar ikinci dünya savaşında Amerikan donanmasına ait bombardıman uçaklarıydı. Grumman IBM Florida Avenger tipindeki beş uçak, 5 Aralık 1945 tarihinde saat 14.00 civarında Florida’daki Fort Lauderdale donanma üssünden ayrıldıktan sonra pilotlar uçuş koşullarının gayet iyi olduğunu bildirmişlerdi.

Fakat sonra Bermuda Şeytan Üçgeni’nde birden bire yok oldular. Flight 19 uçağından son haber alındığında büyük bir deniz uçağı arama çalışmaları için yola çıkmıştı ve beş bombardıman uçağının tahmini yerine varıldığında alınan bir sinyal bir müddet sonra aniden yok oldu. Aynı gün birkaç saat içinde altı uçağın kaybolmasından sonra tarihin en büyük arama çalışmaları başladı. Fakat uçaklara ait tek bir parça bile bulunamadı.

Bermuda üçgeninin sırrı çözülmüş fakat herşeyi henüz tam olarak bilinememektedir. İleriki yıllarda “Bermuda Şeytan Üçgeni” olarak bilinen bölgenin, halen yapılmakta olan araştırmaların ışığında herşeyinin öğrenileceğini düşünüyorum.
 
İstanbul'daki tılsımlar ve efsaneleri..

Bizans imparatorlari, Istanbul’u istilalardan, kotuluklerden, salgin hastaliklardan korumak icin, farkli donemlerde farkli noktalara tam 15 anit dikmis.

Tilsimli oldugu dusunulen anitlarin her birinin ayri hikayesi var. Efsanelerin anlattigina gore hepsi de bulundugu yerleri korumus.

Bazilarinin zaman icinde yok oldugu, bazilarinin ise yalnizca bir efsaneden ibaret oldugu dusunuluyor. Aslinda cogunun onunden her gun geciyorsunuz.

Çemberlitaş Sütunu,

Sultanahmet ve Beyazit meydanlari arasinda uzanan Divan Yolu’nun kenarinda duran Cemberlitas sutunu, Istanbul’da dikilen ilk sutun. Roma İmparatorlugu’nun hizla yayildigi sirada, Frigya’dan alinip Roma’daki Apollo Tapinagi’nin onune dikilmis.

I. Konstantinus, Istanbul’u yeniden insa ederken sutunu MS 330 yilinda su an bulundugu yere dikmis. Uzerine kendi heykelini eklemeyi de unutmamis. Cemberlitas’in uzerinde hac ve Apollon suslemeleri bir arada bulunur. Bu durum, I. Konstantinus’un Hiristiyan olmakla birlikte antik caglardan tumuyle kopmadigini gosteriyor. Cemberlitas’in hanedani kotuluklerden ve felaketlerden koruduguna inanilirdi.

Kıztaşı

Bulundugu mahalleye adini veren Kiztasi, bir diger tilsimli anit. Fatih Sarachane’deki sutun, Buyuk Pozantin’in kizinin mezari uzerine diktirilmis. imparator kizini yilanlardan, ciyanlardan ve karincalardan korumak amaciyla yaptirmis Kiztasi’ni. Anit su anda restorasyonda bulunuyor. Ancak yine de gormek mumkun.

Arcadius Sütunu

Arcadius Sutunu, eski ismiyle Avratpazari, yeni haliyle Cerrahpasa’da bulunuyor. Bin parca beyaz mermerden yapilmis, merdivenli ve yuksek bir sutun. Hakkinda farkli zamanlarda farkli efsaneler yaratilmis. Evliya Celebi Seyahatname’sinde, tepesindeki peri yuzlu heykelin yilda bir defa feryat kopardiginda, havadaki kuslarin yere dustugunu ve halkin bu kuslari toplayip yedigini anlatmis. Giovanni Scognamillo ise 16. yuzyilda Istanbul’a gelen Hans Dernschwam’a anlatilanlari aktariyor:

"Yillar once Avratpazari’ndaki buyuk bir kuleden denize dogru binlerce yilan firlamis. Bu yilanlardan bir tanesi herkesin gorebilecegi sekilde cok buyukmus. Burada bahsedilen kulenin Arcadius Sutunu oldugu dusunuluyor."

SİNEKSAVAR SUTUN

Ustunde pek cok tilsimli olduguna inanilan heykel bulunan Altimermerli Sutun, Kocamustafapasa’da. Eski bilginler tarafindan alti mermerden yapildigi biliniyor. Horoz, sinek, leylek ve kurt sembolleri bulunan heykelin her sembolu farkli bir ise yariyor. Sinek sayesinde sehre sineklerin girmedigi, horozlarin yirmi dort saatte bir ottugu ve tum horozlara onderlik ettigi dusunulurmus. Kurt sayesinde Istanbul’daki tum koyun suruleri cobansiz gezer, tum gun otlayip eksiksiz olarak agillara geri donermis. Leylek yilda iki defa kanat cirpar, birincide sehre leylekler gelir, ikincide ise gidermis.

Burma Sutun

Sultanahmet’teki Burma Sutun, uzerindeki uc basli ejderha sayesinde sehri yilanlardan korurmus. Eski minyaturlerde tum baslar eksiksiz goruluyor. Ancak efsaneye gore; bir gun bir yeniceri, yanlislikla baslardan birini kirmis. Onun yuzunden sehirde o zamana kadar gorulmemis bir akrep istilasi yasanmis. Evliya Celebi’nin yazdiklarina goreyse, eserin batiya bakan basini 2. Selim mucevherli bozdoganiyla vurup kirdigi icin sehrin batisinda yilanlar belirmis.

DÖRT MELEK, DÖRT TILSIM

Ayasofya muzesinin icinde de tilsimli bir anit var: Uzerinde Azrail, Cebrail, İsrafil ve Mikail kabartmalari bulunan dort sutunlu anit. Cebrail kanat cirpip bagirinca doguda bolluk, israfil kanat cirpinca batida kitlik yasanirmis. Mikail kanat cirpinca kuzeyden bir kahraman cikar, Azrail kanat cirpinca tum dunyada veba salgini olurmus.

Istanbul depremleri de tilsimli anitlarin dikilmesine sebep olmus. Atmeydani’ndaki Orme Sutun, ucyuz bin tasin bir araya getirilmesiyle yapilmis. Tepesinde cok buyuk bir miknatis olduguna inanilan anitin, miknatis sayesinde sehri depremlerden korudugu dusunuluyordu. Evliya Celebi’nin verdigi bilgiler ise soyle: Konstantinus, hukmu altindaki padisahlardan ellerindeki kalelerin ve buyuk sehirlerin sayisi kadar renk renk taslar istetmis. Uc kere yuzer bin tas gelince Atmeydani’ndaki alana daglar gibi yigilmis. İyi bir mimarbasi tarafindan ortaya dikilen tilsimli bir demir milin dort tarafina dokulen taslarin tam tepesine de hamam kubbesi kadar bir miknatis konmus.

Bu miknatis sayesinde demir mil cekilmis. Etrafi renk renk taslardan olusmus bu kule sayesinde sehir depremlerden korunurmus. Kuleyi insa eden Uryarin isimli bir mimardir. Kendisi Ayasofya’yi yapan Agranos Mimar’in ogludur ve kulenin ortasindaki milin tam dibine gomuludur.

KENDİ GİDİP EFSANESİ KALANLAR

Kucaklasmis Sevgililer Aniti, kavgali ciftleri baristirirmis. Tunctan yapilmis olan, bir erkek ve ile kadinin kucaklasma anini gosteren heykele, kavgali ciftlerden birinin sarilmasi yeterliymis.

Bilgin Calinus’un beyaz mermer uzerine yaptirdigi ihtiyar Adam ve Kadin heykeli ise ayrilmak isteyenler icinmis. Kavgali, anlasamayan kisiler birbirinden ayrilmak icin kullanirmis.

Zeyrek’teki Hazreti Yahya Kilisesi’nin yanindaki magaradan her yil kis aylarinda ’Koncoloz’ ismiyle bilinen cadilar cikip sehri arabalarla gezerlermis. Tekfur Sarayi’ndaki tunctan ifrit heykeli yilda bir kez etrafina ates sacar, bu atesten bir kivilcim alabilen kisi cok saglikli yasar ve genc kalirmis.
 
Memu Zin Namı Diğer Cizre Kalesi

Memu Zin

Cizre hükümdarlarından Emir Abdal (Abdullah) oğlu Emir Zeynuddin zamanında hicri 854,miladi 1450/1451 yılında olay meydana gelmiştir.Mem u Zin gerçek hayat hikayesini Hakkarili Şeyh Ahmed-i Hani manzum bir şekilde kaleme almıştır.Ölümlerinden 240 yıl sonra Cizre’ye gelmiş ve eserini 1690 yılında yazmıştır.

Kötülüğü, ikiyüzlülüğü, koğuculuğu, fitne ve fesatçılığı,dalkavukluğu Bekir’de toplamıştır.Doğruluğu,iyiliği,suçsuzluğu,z ayıflığı ve çaresizliği de Memo ve Zin’in şahıslarında toplamıştır. Zamanın yaşantısını,sosyal durumunu ve kültürünü büyük bir ustalıkla işlemiştir.Eser,Türkçe,Farsça,Arapça,Fransı zca ve Rusça’ya tercüme edilmiştir.Bu gerçek hikaye Anadolu’muzda ve özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da halk arasında çok tanınmıştır.Okumamış kimseler dahi,bazı bölümlerini ezbere kaside şeklinde okumaktadırlar.Ayrıca yerli ve yabancı turistler tarafından türbeleri devamlı ziyaret edilmektedir.Ancak bu güne kadar türbeleri restore edilmemiş ve bakılmamıştır.Kültür Bakanlığı,Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu Başkanlığı tarafından Mirebdal Camii korunma ve tescile alınmış olduğundan,bu caminin bir bölümünü teşkil eden Mem u Zin kısmı da böylece korunmaya alınmaktadır.

Cizre Beyi,Ebdal oğlu Mir Zeynuddin’in ZİN ve SİTİ adlarında çok güzel iki bacısı vardı.Zin beyaz tenli ve beyin canciğeri gibiydi,Siti ise,esmerimsi ve bir selvi gibiydi.Tacdin,Beyin Divan Vezirinin oğluydu.Tacdin’in babası İskender’in iki oğlu daha vardı.Bunlara Arif ve Çeko denirdi.Tacdin’in kardeşleri Çeko ve Arif,tıpkı şahinler gibi kuşları kapıp kaçıracak şekilde kurnazdılar.Hikayenin ana kahramanı Memo ise,Memıalan lakabıyla şöhret bulmuş olup,Divan katibinin oğlu ve Tacdin’in kardeşi ve ahiret dostuydu.

O zamanlar baharın müjdecisi olan Mart ayında eğlence ve bayram günleri tertip edilirdi.Senenin bu gününde Cizre halkı çoluk-çocuk kıra çıkar, süslenen gençler birbirlerini İslama uygun bir şekilde görür,beğenir ve böylece eş bulurlardı.İhtiyarlar ve çocuklar uzun kış günlerini unutmak için bu bayram eğlencelerine katılırlardı.

Bey ,kır eğlencelerine izin verince,herkes giyinip gitti.Memo ile Tacdin kendilerine kızlar gibi süs verip kıyafet değiştirerek çarşıya çıktılar.Çarşıda gezip çalkalanan insanları seyrederlerken,bir anda iki erkek kıyafetli insan gördüler.Onları görür görmez,ikiside yere düşüp bayıldılar.Siti ile Zin bu bayan kıyafetli iki erkeği iyice süzerek,onlar sezmeden her ikisi kendi yüzüklerini onların parmaklarına geçirip oradan yabancıların gelmesi ile onları terk edip ayrıldılar.Bir iki saat sonra Memo ile Tacdin ayrıldıklarında herkesin evine gitmiş olduklarını ve kendilerinin bezgin ve sersem olduklarını gördüler.”Acaba nerede hastalandık biz.Hangi savaşta yaralandık biz” diye birbirlerine bu başlarına gelen olayı anlatırlarken;

Tacdin,

“Kardeşim,elinde bir mücevher var ki;kendisi bir çıra,Yakutu ateş koru,karanlık gecede yakılan bir meşale gibi parlıyor ve üzerinde de ZİN adı kazılmış” dedi.Memo’nun parmağındaki yüzüğü görmek için Tacdin elini uzatınca,Memo da onun parmağında bulunan paha biçilmez ve üzerinde maharetle SİTİ yazılmış bir elmas yüzük gördü.İkisi de hemen kendilerine bu yüzük sahipleri olan Siti ile Zin’in ne yapmış olduklarını derhal anladılar.Bayram eğlencelerinde bu iki genç kızın da onlar gibi kıyafet değiştirdiklerini anladılar.

Bir sihirbaz ve cadı görünümünde olan Heyzebun adlı dadılar Siti ve Zin’i böyle solgun yüzlü,renklerinin değiştiğini görünce,onların hallerini öğrenmek amacıyla:

“Niçin böyle duruyorsunuz?” dedi.

Siti ile Zin başlarına gelen olayı gizlice dadıya anlattılar.Onların yüzüklerini de dadılarına gösterdiler.Dadı,hemen yüzükleri alıp,zamanın falcısına giderek falcıdan her iki erkeğin adlarını ortaya çıkarttı.Daha sonra bir hekim kılığına girerek,hastaları şifaya kavuşturmak amacıyla Cizre’nin sokaklarına daldı.Koynuna birkaç kitap,neşter,şişe,kese,bazı ilaçlar almıştı.Mahalleleri gezerken,onu gören gençler arkadaşları ve komşuları olan hasta Tacdin ve Memo’ya (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürdüler.Yabancı bir doktor kadın kılığında olan Heyzebun:

“Bizi lütfen yalnız bırakınız”,dedi.Orada bulunan akrabaları ve diğer gençler odayı boşalttılar.Heyzebun Tacdin ve Memi’ye her iki kızında sizin gibi aşık olduklarını söyleyerek,

güzel bir dille durumlarını onlara anlattı ve değişen yüzükleri bir daha geri istedi.Tacdin inanmaları amacıyla yüzüğünü geri gönderdiyse de,Memo yüzüğünü vermeyerek:

“Bununla yaşıyorum ben” dedi.

Memo ve Tacdin kadar aşık olan ve inleyen her iki kız,dadıları Heyzebun’u sabırsızlıkla bekliyorlardı.Dadı dönüşte Siti ve Zin’e durumlarını anlatınca aşkları daha fazla alevlenmiş oldu.

Aşkları had safhasına ulaşan Memo ile Tacdin,kalkıp arkadaşlarına giderek,başlarına gelen macera ve halleri onlara anlattılar.Bunu duyan arkadaşları önce Tacdin için olmak üzere bazı büyük Cizre alimleri,adliyecileri ve beylerden birer grup alarak,zamanın Cizre Bey’i Mir Zeynuddin’in huzuruna dönür olarak çıktılar.Böylece Siti’yi Tacdin’e istiyorlardı.

Bey de:

“Layık gördüğünüz üstündür,vekil kimse gelip otursun” dedi.

Tacdin’in vekili olan kardeşi Çeko Bey’in eteğini öperek,kabullendi.Bunun üzerine hepsi Bey’e teşekkür ederek,davullar,rubablar,çalgılar çalınarak düğün şerbeti içilmeye başlandı.

Sonra Bey,altın ve gümüş tabaklar içinde bir gök tabakası kadar geniş ve zengin bir sofra çekti.Davul,zurna,ud,keman,tanbur,çeng,santur ile neyler çalındı.Memo ve Tacdin giyinmiş olarak Mir Zeynuddin’in elini öperek eğlence meclisine katıldılar.Böylece Tacdin ve Siti için yedi gün yedi gece düğün yapıldı.Gerdeğe girdiklerinde,gerçek dost ve arkadaşı olan Memo,Cizre yöresinin bir adeti olmak üzere dış kapıda onları silahıyla bekledi.

Soyca Botanlı olmayıp,aslen şimdi İran’da bir köy olan Merguverli Bekir adında fitneci,dedikoducu,fesat aldatıcı,ikiyüzlü olan bir adam vardı.Bu Bekir hem Bey’in kapıcısı

(Dergehvan),hem de kahvecisi idi.Halk bunu Beko olarak da çağırırdı.Bu adamın kötülüklerini bilen Tacdin,Bey’e kaç sefer bu adamın bu kapıya layık olmadığını ve kapıcılık tan alınmasını söylerdi.Ancak Bey :

“Değirmenimiz onunla dönüyor.Köpekler de kapıcıdırlar”,derdi.

Huylarında daima şeytanlık gizli olan Bekir,Bey’i sinire getirmek için bir gün söyle dedi:

“Beyim,Siti’yi siz çok telef verdiniz.Kayser,Kisra,Fağfur isteseydi böyle çabuk vermezdiniz”dedi.

Bey şöyle cevap verdi:

“Ey bedbaht,Tacdin ve Memo’yu onlara değişirmiyim.Savaş olduğunda bize ikiyüz esir getiriyorlar”

Bununla da Bey’e tesir edemeyen dedikoducu Bekir,artık başka şeyler tasarlayarak ağız değiştirdi.

“Efendim,Tacdin kendi tarafından Zin’i Memo’ya vermiş”

Bey:”Neden bana sormadı acaba.Benden kalmamış mı korkusu? Bekir:”Bilmiyormusunuz Beyim,orası öyledir.Yiğittir,gençtir,beyzadedir”

Bey:”Gönlümde gerçekten Zin’i Memo ile şereflendirip vermek vardı.Artık atalarım Hz.Halid-in ruhlarına and içerim ki;Zin’i karı olarak Memo’ya vermiyeceğim.Başından bezmiş olan varsa,işte Zin,istesin bakalım”dedi.

Cizre Kalesi ile Dicle Nehri arasında kalan yerde büyük bir bahçe bulunurdu ki;bu bahçede türlü türlü ağaçlar,evcil ve yabani hayvanlar bulunur ve beslenirdi.Bu bahçeye Beybahçesi olmak üzere (Rezimiran) denilirdi.O kadar ağaçlar,güller çeşit çeşit bitkiler sıktı ki,insanlar içinde birbirlerini görmezlerdi.

Bir gün Bey ve Cizre halkının tamamı kıra ve av avlamaya giderler.Memo o gün bir yere ayrılmaz,Zin ise,hükümdar olan ağabeyi Mir Zeynuddin’in bahçesine gider.Çoktandır Zin’i takip eden Memo,Zin’in bahçeye girdiğini görünce,gizliden kendisi de bahçeye dalar.Kabahatlı olan Zin,Memo’yu görünce birden yıkılıverir yere.Memo bu sırada onu görmez gül ve reyhanları seyrederek şöyle der:

“Ey gül;Gerçi sen de nazeninsin,

Sen nerde,Zin’in yüzünün rengi nerde?

Ey gül!Gerçi senin güzel kokun var,

Reyhan senin için kara yüzlü olmuş.

Fakat siz yarimin zülfüne benzemezsiniz.

İkiniz de arsız ve hazversiniz.

Ey bülbül!Gerçi sen de aşk adamısın,

Kırmızı gül mumunun pervanesisin.

Benim Zin’im senin kırmız gülanden daha şendir.

Benim bahtım da senin talihinden daha karadır.

Ey sonucu iyi olan büybül!Asıl bülbül benim.

Boşuna kendini niçin kötü adlı yapıyorsun.

İlkbaharda gül bahçeleri

Bir değil,yüzbinlerce gül verirler.

Benzerleri çok olan yerler

Huri ve melek bile olsalar

Sebep olmaz onlar hiçbir yerde

Çünkü bulunurlar her yerde

Bir tane olsa,eşsiz ve emsalsiz olsa

O da Zin gibi ve Ankara gibi perde arkasında olsa
Aşık o zaman neyle teselli bulur?

Sabretmeden,ölmeden,çaresi nedir onun?”

Durumdan habersiz olarak Memo böyle söylenirken,ikiyüz kişinin nedimeliğini yaptığı Zin’i görür ve dayanamayıp yere yuvarlanır.Zin’in ayakları önüne yığılır,kalır.Yere düşünce,Memo’nun ayakları Zin’e değdiğinden,Zin ayılır.Yanında Memo’yu görünce acep hayal midir?Gerçek mi? Rüya mı görüyorum,yoksa hakikat mı? diye telaşa düşer.Zin,Memo-nun ellerini avucuna alırken,Memo onun zülüflerinin kokusundan ayılır.Önce el işaretleri ile,sonra dilleri çözülünce konuşurlar.Üzerlerinden geçen kazaları yeniden binlerce sünnetle eda ederler.

Bey,avdan döndüğünde,davul-zurnalarla karşılanır.Yakaladıkları ceylanları,kurtları,

tilkileri bahçeye salmalarını emreder.Bahçe kapısının kilitli olmadığını gören Bey,şüphelenir ve girer.Bakar ki ,biri abaya sarılıp oturmuş bahçeye.Benden habersiz kimdir bu zamanda bahçeme gireni öğrenmek için biraz yaklaşır ve Memo’yu görür.Memo şöyle der:

“Beyim,biliyorsunuz ben hastayım.Sizin ava gittiğinizi duyunca benim de canım sıkıldı.Sonra kendimi burda buldum” der.

Bey der ki:

“Bari bahçede birşeyler avladın mı”

Memo : “Ben bu bahçede bir ceylan buldum.Zülüfleri siyah,kokusu güzel,sen geldiğin için

Gizlendi.Sen gelmezden o açıktaydı”

Tacdin bu sözleri işitince,yanında abasının altında Zin’in gizlendiğini anladı.Bey’e Memo’nun hasta ve saralı olduğunu söyleyip,oradan meclise gidip divan kurarlar.Tacdin Bey’i aldatıp meclise (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürdükten sonra,Memo’ya gelip:

“Kardeşim ne haldir” diye sorar.O da abasının altından Zin’in saç örgülerini gösterir.

Tacdin bu durumu görünce hemen eve koşar.Karısı Siti’ye Kur’an-ı Kerim ve altın beşikteki

Çocuğu alıp çıkmasını söyler.Memo ile Zin zor durumda olduklarını karısına anlatır.Tacdin bu sırada evini ateşe verdi.Feryadını yükseltti.Kabileler,aşiretler ve herkes yangın söndürmeye koşarlarken,Bey ve hizmetçiler de saray ve bahçeyi boşaltarak yangına doğru gittiler.Böylece Memo ile Zin’in kurtuluşu ve gerçek dostluk için Tacdin evini feda etti.Emsali görülmemiş bir dostluk örneğidir.

Zin ve Memo’nun aşkından haberder olan Bekir hemen Bey’e uluşarak olup bitenleri anlatır.Bey de,bunu öğrenmek için bir hal çaresi aramasını emreder.Bekir der ki:

“Beyim kendisiyle satranç oynayın.Satranca davette eğer beni yenersen istediğini alırım.diye söylersiniz.Böylece esas amaç belli olur”

Gizlice Memo’yu bahçeye çağırtır.Meşrusatlar ve meyveler hazırlanır,yiyilir,içilir.

Bir ara bey Memo’ya:

“Bu gün bizim seninle savaşımız vardır:

Kalk da karşıma geç

Şüphesiz seninle savaşacak olan benim

Ey alnı açık seninle şartımız:

Sen ne istersen,bizim için de gönül dileği” der.

Bu sınavın sonucunun kötü olacağını düşünen Bey’in çok güzel ve yiğit olan oğlu GIRGİN bunları duyunca hemen Tacdin’e koşup haber verir.Tacdin de Çeko ve Arif’i yanına alarak gelir.

Beraber üç el satranç oynadıklarında,Memo çok müthiş bir satranç oyuncusu olduğundan Emir Zeynuddin’i üç el yener.Bun gören şeytan ruhlu Bekir,Beye yerlerini değiştirmelerini söyler.Yerlerini değiştirdiklerinde Memo’nun yüzü Zin’in oturduğu pencereye geldiğinden,aşkı dolayısıyla satrancı unutur.Memo,Fil ve Feres’i bedava elinden çıkartıp,böylece altı el yenilir.Bey de,tam böyle yenilmiş,sevgilisi karşısında oturup şaşırmış Memo’ya sevgilisinin kim olduğunu ve mutlaka getireceğini söyler.Beko önceden tedbirli olduğundan ,hemen lafı yapıştırır.Sevgilisinin dudağı benekli ve döğmeli bir kapkara arap kızı olduğunu söyler.Bunları duyan Memo kızar ve şuurunu kaybederek:

“Asla,Bekir’in söylediği gibi değil,padişah kızı saraylı olup,temiz soylu ve ismi de Zin dir” der.

Bey bunu duyunca hemen hizmetçilere öldürmelerini söyler.Fakat orada hazır olar Tacdin,Çeko ve kardeşleri hemen bağırıp,hizmetçileri durdurarak şöyle derler:

Sizler Memo’yu tutuklayıncaya kadar,

Sizlerden üçyüz kişi yaralanacaktır.

Ve bizleri de siz parçalamadıkça

Memo’ya bir şey yapamazsınız.

Ancak ,elimiz Bey’in önünde bağlıdır.

İşte boğaz,işte el,ayak ve işte Zincir” derler.

Bey bu sefer,Memo’nun ellerini bağlattırıp zindan’a gönderir.Memo bir sene kadar zindanda kalır.Daha sonra Tacdin ve kardeşleri Bey’e değerli bir ihtiyar gönderip,Memo’yu serbest bırakmasını söyler.Bekir bunada bani olarak,Bey’in altına girerek şöyle der:

“Efendim bunlardan kurtulmak istersen Memo’ya ya bir zehir vermelisin veyahut Zin’i zindana göndermelisiniz yanına.Zaten o hakiki aşıktır.onu görünce ölecektir.”

Emir Zeynuddin dini duyguları için onu zehirlemek istemez.Ancak bu planını gerçekleştirmek için hiç gitmediği kardeşi Zin’in odasına geceleyin gider.Zin Bey’i görünce Beylere yakışacak şekilde edeple oturur.Bu güne kadar Memo hadisesini Zin’in yüzüne vurmayan Bey,artık olayı anlatmaya başlar.Zin utancından ve üzüntüsünden yüzüstü bayılıp yere yığılır.Ağzından ve burnundan kanlar akar.Bu durumu gören Bey büyük bir üzüntüye dalar.Geç vakitlere kadar bacısının baş ucunda ağlar.Ev halkı saatlerce geciken Cizre Beyi’nin durumunu öğrenmek amacıyla ,merakla kapıya gelirler.Bakarlar ki;Zin yerde baygın ve kanlar içinde,Bey’de başucunda ağlamaktadır.Yoksa öldürdünüz mü? Diye sorarlar.İşte tam bu sırada dışarıdan bir gizli ses duyulur.

“Memo öldü”

Bu sesi baygın olan Zin işitir işitmez kalkar ve oturup,ağabeyşi olan Bey’e bir çok keramet nevinden cümleler kullanır.Mem ile Zin’in aşklarının maddi bir aşk olayı olmadığını,

bu aşkın manevi bir aşk olduğunu öğrenen Emir Zeynuddin,Bekir’le beraber kurmuş olduğu plandan vazgeçer.Zin’e de artık seni Memo’ya verdiğimi,düğününüzü bu günlerde yapacağını ve bu güne kadar çektirdiği acılar için özür dileyerek,Allah tan affını diler.Zin,ağabeyisinin bu gerçek düşüncesini öğrenir öğrenmez,hemen süslenerek Bey’den Memo’yu görme izni ister.

Zin yanına dadısı ve kız kardeşi Siti ile yüz nedimeyi alarak zindana doğru gider.Kapıda Memo’yu tarif ederek,onunla görüşeceklerini söyler.İçerideki mahpuslar birlikte şöyle anlatırlar:

“Memo düne kadar aramızdaydı.Yalnız dün akşam pencereden vücudu üzerine bir yeşil,bir sarı ışık topluluğunun geldiğini gördükten sonra,konuşmaz olmuş.” Bunu duyan zin,yanındakilerini bırakarak zindanın içine iner.Ayağıyla Memo’yu dürterek.biraz konuşturur.

Memo şöyle der:

“Sen beni görmek için değil.tatlı canımı almak için gelmişsin”

Zin =Hadi kalk zincirlerini çözüp,Bey’in huzuruna çıkalım,iznimizi verdi.

Memo=Ölümü olan bey,bey değildir.Biz beylerbeyinin huzuruna çıktık”diyerek ölür.

Ölüm haberi saraya ve şehre yayılınca Tacdin koşup gelir ve Bekir’i karşısında bulur

Bekir’e şöyle seslenir:

“Ey maksatları meneden,Memo ölürde sen hayatta yeryüzünde mi gezeceksin” der ve kılıcını çekerek leşini yere serer.Halk Bekir’in öldürülmesini Bey’e ulaştırarak,Tacdin’in üzüntüsünden aklını kaçırabileceğini ve başka kazaların elinden çıkabileceğini söyler.Tacdin zincirlenir.

Bu acıklı aşk olayına tümüyle üzülen Cizre halkı,Memo’nun ölümüyle bir yasa bürünmüşlerdi.Hatunlar,perdeliler,örtülüler ,feslil er,peçeliler ve herkes matem için karalar giydiler.Hatta daha öncesi siyah çarşaf yokken,o günden itibaren çarşafları siyah giyme adeti ortaya çıkarıldı.

Bu sırada,Memo’nun yıkanması ve kefelenmesi bitmiş,saraydan çıkarılmaktadır.

Tacdin üstten bakıp Memo’nun tabutunu tüm şehrin eli üzerinde görünce,hıncından zincirleri kırıp,koşarak ölüye doğru gider.Ölüyü taşıyanları iteleyerek,cenazeyi başına bırakır.Bu sırada Zin üzüntüsünden cenaze ile mezara gitmektedir.Bey Tacdin’in öfkesinin yatışıp yerine sabrın geldiğine kanaat getirdiği için,bir şey demez.Memo’yu Abdaliye Medresesi’ne (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürüp Gömme hazırlıkları yaptıkları bir sırada,iki oduna bağlı bir ölünün birkaç insan tarafından taşınıp oraya doğru getirildiği görülür.Bunu gören Emir Zeynuddin sinirlenerek:

“Bu mezar müslümanların mezarıdır.O köpeği aramıza almayın” DER.

İlahi aşka varan Zin,ağabeyisinin yanına giderek:

Bey’im Memo’nun bulunduğu şehitlikten Bekir’i sakın mahrum etme.Bizi o köpek Bizi o köpek korudu.Bizi kıyamete kadar kapı eşiğinde o koruyacaktır.” der.Bekir lehinde güzel cümleler kullanır.Böylece Bekir’i bir köşeye gömerler.

Zin eve dönmeyerek devamlı mezar başında ağlar ve şöyle der:

“Ey vücudumun ve canımın mülkümün sahibi

Ben bahçeyim,sen de bahçıvan
Senin bahçen sahipsizdir

Sen olmazsan onlar neye yarar

Kaşlar,gözler,zülüfler neyedir

Zülfümü tel tel çekeyim

Sonra yarim sen beni belki değişik görürsün

En iyisi hepsi yerinde kalsın

Hakka emanetim teslim edeyim”

Diyerek yapıştığı mezar taşında canını verir.Bey,Zin’in naşını gömülü olan Memo’nun mezarını açtırarak Zin’i sarktığı sırada şöyle seslenir:

-“Memo! Al sana yar” der.Mezardan Memo’nun cesedinden üç defa ses gelir.O ses:

-“Merhaba” diye yükselir.

Gerçek aşktan ilahi aşka varan MEMO ve ZİN’e Allah rahmet eylesin.

KAYNAK: Abdullah YAŞIN

(Bütün Yönleriyle Cizre adlı kitabından)
 
Korfo Yılanı


Kıbrıs'ın pek çok bölgesinde yılanlarla ilgili hikâyeler anlatılır. Bu hikayelerden birini de Mehmetçikte (Galatya) tespit etlik. Korfo aslında bir bölgenin, bir meranın adı. O yılan orada görüldüğü için bu adla anılır.
Rivayete göre köylünün biri o bölgede hayvan otlatırken bir ıslık duymuş. Etrafa bakınırken yaklaşık bir metre boyunda kuyruğu kalın biten (gunduro) bir yılan görmüş. Ama bu yılan çok korkunç bir görünüşe sahipmiş. Çok yaşlı olduğu için bir inç kadar boynuzları ve boğumları arasında da tüyleri varmış. Onu gören adam korkudan hasta olmuş ve bir yıl iyinde ölmüş.
Kahvede rastlayıp sorduğumuz birkaç yaşlı, “yalandır öyle mahluk olamaz, belki de korkudan öyle böyük deler” diye izaha çalışmışlardır. Ancak yalnız Mehmetçik’te yaygın bir beddua cümlesi vardır ki gerçekten düşündürücüdür.
Kötülük yapanlara, başkasının canını yakanlara “Korfo yılanı yesin seni” diye beddua edilmesi uzak geçmişten gelen bir gerçeğin anısı olamaz mı?

[FONT=&quot]Oğuz M. Yorgancıoğlu "Kıbrıs Türk Folkloru" (2000) Kitabı[/FONT]
 
Esirler Mağarası

Kıbrıs-Anadolu ilişkileri tarih boyunca hep var olmuştur. Bu eski çağlardan beri hep öyle olagelmiştir. 1914 -1918 Birinci Dünya Savaşı yıllarında da ayniyle devam etmiştir.
Süveyş Kanal Harekatı ile Çanakkale savaşlarında esir düşen Türk askerleri İngiliz Hükümetince Karaolos (bu günkü (Gülseren) kampına getirilmişlerdi. Onların kontrolü için de İngiliz askerlerinin yanında Doğuda isyana teşvik ettirilen Ermeniler de vardı. Anadaolu’daki yenilginin acısını, bu esirleri uçları kurşunlu kırbaçlarla döverek çıkarmaya çalışıyorlardı. Özellikle Atatürk'ün Trablus'a geçerken Mağusa Limanı’na uğrayacak gemide olduğu haberinin duyulması üzerine esirlerin galeyana gelip isyan edeceği korkusunu gündeme getirdi. Esirlere gözdağı vermek için güçlü kabul edilenler kırbaçtan geçirildi. Bunun üzerine 7-8 Türk esiri kaçıp dağlara sığındı. Bunların bir kısmı yakalandı. Üç tanesi ise Melunda köyü merasındaki ormana sığındı. Köyün bir kilometre kadar kuzey doğusunda yol kenarında, yoldan görünen ve fakat kuşku uyandırmayan bir oyuğa gizlendiler. Köylülerin bir kısmı bunları sakladı, yedirip içirdi. Ama bir buçuk yıl kadar sonra birilerinin ihbarı ile yakalandılar. Melundalı (bu günkü Mallıdağ) 80 yaşındaki Salih Bekçi olayı şöyle anlatıyor.
“Bubam çubanıdı. O merada davar güderdi. Bir gün Türk gaçakların bizim bölgeye geldikleri duyuldu. Zapdiyeler aradı bulamadı, gittiler. Soram, bir gün bu üç adamı gördü. Yeycek isdediller. O da (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürdü. Haftada iki defa da gıyılmış tütün (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürürdü. Ama saklandıkları yeri bilmezdi. Emniyet hasıl olunca galdıkları yeri gösterdiler. Üç gişiydiler Arif, Sabri, ve Musdafa. Bubamın adı da Musdafa’ydı deyi birbirlerini adaş deyi çığırıllardı. Sabri’nin adı o yıllarda doğan pek çok erkek çocuğa verilirdi. Arif ayağı yaralıkdı deyi toplardı da obir ikisinin yardımıyla yörürdü.”
-Peki kaldıkları mağrayı bilir misin? Bize gösterir misin?
-Neden göstermeyim? Uzakda da dağil. Yalnız aradan çok zaman geçdi. Derin bir mağara da değildi. Yıkıldı. Böyün yalınız bir oyuk galdı yerinde.. Salih dayı ile beraber köy yolundan araba ile zor da olsa ulaştık. Yolun solunda, yoldan 150 m. Kadar içerde bir oyuk gösterdi. Sarp bir yamaçta olan oyuğa zorlukla ulaşılır. Yakından bakınca birkaç yıl önce çökmüş mağranın görünüşü ile karşılaştık. Bir zamanlar üç cana koruma görevi yapan yer ömrünü doldurmuştu..

[FONT=&quot]Oğuz M. Yorgancıoğlu "Kıbrıs Türk Folkloru" (2000) Kitabı
[/FONT]
 
Kıbrıs - Dikilitaş ve Trulli Tepesi

Karpaz Bölgesinin önemli yerleşim birimlerinden biri de Mehmetçik (Galatya) köyüdür. Tarihi dönemlerden beri önemini ve fonksiyonunu hiç kaybetmemiştir. Bu sebeple gerek köy içinde, gerekse köy çevresinde pek çok mezar ve gömü bulunmuştur. Buna rağmen kazılamamış pekçok mezar vardır Bunların bir kısmı Kıbrıs'ta yaygın mezar yapım anlayışının dışındadır. Sekiz on metre yüksekliğinde ve yirmi-yirmibeş metre çapında yapay tepeler halindedirler.
Bu tepe mezarlardan biri de Mehmetçik gölünün kuzey doğusundaki Trulli Tepesi’dir. Bu tepe ile ilgili hikaye 1950’li yıllarda ortaya çıkmıştır. Ellerinde harita ile gelen birkaç İtalyan köye kadar ulaşırlar. Haritaya bakarak tepeyi de tespit ederler. Civarda rastladıkları bir köylüden tarlanın sahibini öğrenirler Ona ortaklık teklif ederler. Ancak henüz İngiliz dönemidir ve mezar kazmak şiddetle yasaktır. Tarla sahibi tepki gösterince İtalyanlar çekip giderler.
O günkü olayı yaşayanlardan biri İtalyanlardan sunu öğrenmiştir. Trulli adlı bu tepe, yığmadır. Yığmanın tam ortasında beş metre yüksekliğinde bir sütun (dikilitaş) vardır. Sütunun oturduğu kaide hükümdarın resmini taşır. Kaidenin tam altında da “yedi sekili" oyma basamaklı-merdivenli yolla ulaşılan iki oda vardır. Birinci odadan ikinciye geçen yol kapatılmıştır. Birinci odada Hükümdarın günlük eşyaları vardır. Ama ikinci oda Kıbrıs'ta gömülü üçüncü büyük hazinedir. İnanca göre en büyük gömü Afrodit Hazinesi, İkincisi Kurumanastır’daki Kıral Hazinesi, üçüncüsü de buradaki "altın araba, gümüş tekerlek" hazinesidir. İtalyanlara göre altın arabaya at koşuludur. Hükümdar arabada oturmaktadır. Ve bu arabanın tekerlekleri gümüştendir. Kendisi de bir mezar araştırmacısı olan ve adının açıklanmasını istemeyen anlatıcı,olayın gerisini şöyle tamamlıyor.
-Mezar kazmak, define aramak kanunen yasaktır. Ne İngiliz, ne Kıbrıs Cumhuriyeti dönemlerinde mezarı kasmak fırsatı bulamadım. 1963 olaylarından sonra Rum polisi Türk köylerine gelemez oldu. Bu yıllar içinde bölgeyi iyice inceledim. Elle kazılacak bir mezar değildi. Tarla sahibinden izin aldım. Hesapta o koca yığından beş-altı kamyon toprak alıp avlumu düzeltecektim. Bir buldozer sahibi ile anlaştım. Tümseği gayet dikkatli kazdı. Bahsedilen sutunu ve kaideyi bulduk. Kaide yüz okka kadar ağırdı ve üzerinde bir insan başı (portre) vardı. Buldozerci emeğine karşılık kaideyi aldı. Sonradan dediğine göre o kaideyi 75 K.L. sına satmış.
-Ancak ertesi gün tarla sahibi gelip durumu gördü. Yere devrilmiş sutunu görünce durumu anladı ve tarlaya girişimizi yasakladı. Kendi bulduğu başka bir buldozerci ve kardeşi ile kazmaya kalkıştı ve polise yakalandı. Sutun bu kazı esnasında kırılıp parçalandı. Polisin emriyle tüm tümsek dağıtılıp tarla dümdüz edildi. Nişanlar-izler kayboldu. O zamandan sonra da kimse orayı kazmaya cesaret edemedi. Trulli tepesi düz tarla oldu. O servet da olduğu yerde kaldı. Hala orada yatmaya devam ediyor.

Oğuz M. Yorgancıoğlu "Kıbrıs Türk Folkloru" (2000) Kitabı

 
Kıbrıs - Değirmiçam Efsanesi

Çınarlı (Bladan) köyünün bir diğer sembolü de Değirmiçam'dır. Köyün bir bucuk kilometre kadar kuzey batısındaki bu ağaç, doğa harikası bir çam ağacıdır. Son yıllarda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti sınırları içindeki anıt ağaçlar listesine alınmıştır. Devletçe koruma altına alınıp çevresi demir parmaklıklarla örülmüştür. Ağacın çevresindeki parmaklıkta verilen bilgiye göre üç yüz yaşındadır. Ama yaş tespitini yapan Dr.Winney’e göre dört yüz yaşından daha yaşlıdır.
Adı, Türkçe konmuş ender ağaçlardandır. Geniş bir araziyi kaplamaktadır. Diğer çam ağaçları gibi yukarıya değil, enine büyümektedir. Güney doğu yönündeki ana dalı artık yükü çekemediği için eğilip toprağa değmiş, köylü değişi ile “deve gibi yere dizlemiştir”. Çevresi yuvarlak olduğu ve bir daireyi andırdığı için “Değirmiçam” adı verilmiştir.
1969 da yaptığım tesbitte, İngiliz İdaresi döneminde İngiliz askerlerinin Değirmicam’ı ziyaret ettikleri, kendilerince ibadette bulundukları ve ayrılırken de çamın dibine bozuk para attıklarını saptamıştım. Tabii bırakılan paralar köylülerce toplanıyordu. İngilizce bilen yaşlı bir köylü, niçin böyle davrandıklarını sorunca İngiliz askeri şu cevabı vermiş;
-Bu ağacın farklı olduğunu görmüyor musunuz? Bu ağacın kökü diğerlerinden farklı. Daha düz ve daha kalın. Kendi de yükseğe değil enine büyüyor. Öbürlerinden daha canlı ve daha yeşil. O halde bu ağaç kutsaldır. Askerin bu açıklaması kafalardaki bilgileri pekiştirmiş.
Çünkü o güne kadar, ne zaman başladığı belli olmayan bir uygulama varmış Değirmiçam 'da hala da sürüyor bu uygulama. Dalları kumaş parçalan ile dolu. Değirmiçama dilek ağacı olarak tapılıyor. Bir dileği olanlar Değirmiçam'a koşuyor. Yüzünü ağacın kalın gövdesine doğru dönüp üç kez Fatiha suresini okuyor. Sonra yüzünü meshediyor. Sonra dilekte bulunuyor. Sonra dileği unutulmasın diye ağacın dalına kumaş şeriti bağlıyor. Bir şeyi unutmasın diye parmağına iplik bağlanan insanlar gibi. Bu şeritler genellikle yerden yetişilebilecek dallara bağlanmış. Ama bununla yetinmeyenler de var. En üst dala (beş metre yüksekteki buruna) tırmanıp bağlayanlar da var. Belli ki dilekleri çok önemli, ille gerçekleşmesi isteniyor.
Ayni uygulama ilacı Bektaş-ı Veli ziyaretgahında tesbit edilmiştir. Orada bez şeritler meyveli bir dut ağacının dallarına bağlanır. İzleri şamanizme dayanan, doğaya tapma olayının Kıbrıs'taki devamı olarak kabul edilebilir.
1940’lı yıllarda yayılan bir rivayete göre bazı köylüler Değirmiçam’ın dallarında saçlarından asılı kesik bir kadın başı görmüşler. Korkularından köye koşup başkalarım da çağırmışlar. Ama beraber geldiklerinde birşey bulamamışlar.
Sayın Hüseyin Çınarlılıya göre adak adama alışkanlığı yaşlılara göre hep olagelmiş, nenelerinden hep öyle duymuşlar.

[FONT=&quot]Oğuz M. Yorgancıoğlu "Kıbrıs Türk Folkloru" (2000) Kitabı
[/FONT]
 
Kıbrıs - İncirli (Çınarlı) Mağara

Çınarlı (Bladan) köyünün bir önemli simgesi de "İncirli Mağara” dır. Bu mağara, Çınarlı köyünün kuzey doğusunda ve köye iki kilometre kadar mesafededir. Büyük bir kalker tepesinin tabanına yakın bir yerdedir. Mağaranın giriş yerinde kendiliğinden bitmiş bir incir ağacı vardır. Bu sebeple adı "İncirli Mağara" diye konmuştur.
Mağaranın giriş kapısı demir bir ****sle kapatılmış, kilitlenmiştir. Oraya küçük bir de jeneratör konmuştur. Gereği halinde çalıştırılıp içerisi aydınlatılmakta ve mağaranın içinin görülmesine imkan vermekledir. Anahtar köy muhtarındadır ve cüzi bir ücret karşılığı girilebilmektedir.
Bilgisine başvurulan köy sakini Hüseyin Çınarlılı’ya göre mağaranın geçmişi çok eskidir. Atalarımız da onu öyle bilmişler bize öyle aktarmışlardır diyor. Doğal bir mağra olan İncirli Mağara'nın giriş kapısı oldukça diktir. Ancak birkaç metre sonra bir adamın rahatça durabileceği yüksek ve geniş odalara ulaşılır. Bazan daralıp bazan genişleyerek bir kilometre kadar uzar. Ancak birkaç yüz metre kadar bir mesafesi ışıklandırılmıştır. Geçtiğimiz yıllarda biriki yerde çökmeler olmuş, ancak kayalar kenara çekilerek geçiş yolu açılmıştır.
Dört-beş yıl öncesine kadar, mağaranın tavanından çeşme gibi sular akardı. Bu da mağaranın içinde serinlik yaratıyordu. Kuraklık yüzünden sular çok azaldı, yalnız birkaç yerden damlar hale geldi.
Köyden mağaraya kadar olan yol, hem virajlı hem topraktır. Buna rağmen yabancı turistler mağaraya ilgi göstermektedirler. Eğer yol asfaltlanır ve uygun düzenlemeler yapılırsa köy için bir gelir kaynağı, ülke için de bir turistik tesis olabilir.

[FONT=&quot]Oğuz M. Yorgancıoğlu "Kıbrıs Türk Folkloru" (2000) Kitabı

[/FONT]

Tilki ile İlgili Rivayet

Kufez köyünde şöyle bir anlatım var. İşine gitmek için erken kalkan bir köylü sabah ezanı okunurken köyün kuzey kesimin deki "Salahor" mevkiine uzanmış. Adam küçük bir tepe üzerinde bir tilki görmüş. Tilki iki arka ayağı üzerinde oturmuş iki ön ayağını kaldırmış yüzünü de ezanın geldiği yöne doğru çevirmiş ezanı dinliyormuş.
Hergün, sabah ezanı esnasında işine giden adam, ayni sahneye çok kez tanık olmuş. Ezan bitince tilki dönüp ormana gidermiş.
O gün bugündür Kufez köyünde tilkiye "Peygamberin Köpeği" gözü ile bakılıyor ve “Eğer öğle olmasaydı, ezan okunurken selam vermezdi ' deniyor.

[FONT=&quot]Oğuz M. Yorgancıoğlu "Kıbrıs Türk Folkloru" (2000) Kitabı[/FONT]
 
Atillanın ölümü ve son bilgileri

Nemrut Dağı´nda Commenege Kralı Antioch´un, Macaristan ovalarında ise Büyük Hun İmparatoru Attila´nın mezarları gizli; Kayıp Mezarlar;

İnsanlık tarihine damgasını vurmuş büyük liderlerin çoğunun mezarlarının yeri belli değildir. Perikles´in, Sokrat´ın, Sezar´ın, Cengiz Han´ın, bazı önemli Mısır firavunlarının, Hz. İsa´nın, Kleopatra´nın ve daha sayısız tarihi ismin nereye gömüldükleri belli değildir veya özellikle gizlenmiştir. Anadolu´da da böyle gizli mezarlar var; en önemlilerinden birisi ise Nemrut Dağı´nda saklı; Commegene Kralı I. Antioch´un mezarı bulunamıyor ve Avrupa fatihi Büyük Attila´nın mezarı da bulunamıyor.

Başkent Ankara´nın 400 km. güneydoğusunda, Anti-Torosların ucunda, 2.500 m. yüksekliğinde koni biçiminde, volkanik bir dağ vardır. Dağın adı Nemrud Dağı veya Nemrud´un Dağı´dır. Dağ göründüğü kadar konuksever değildir, kapalı bir bölgede, çelişkili bir iklimdedir. Gündüz sıcaklığının 40 dereceyi aştığı bir günün gecesinde, soğuktan donabilirsiniz. Nemrud´da gölge verecek bir ağaç ve bir su kaynağı yoktur, zirve bazen çok sert rüzgarlı, bazen sağnak yağmurlu, bazen kör edici bir toz fırtınası altında ya da karlı ve buzludur. Bunlara karşın, son yıllarda, ülke turizminin odak noktalarından birisi haline gelen Nemrud Dağı´nda belki dünyanın en güzel gündoğumu ve günbatımı izlenebilir, doğanın inanılmaz renklerle süslü ****-showlarından birisi oradadır...

Dev anıt-mezar...

2000 yıl önce yaşayan, Commanege Kralı I. Antioch´un yükselişi, Büyük İskender´e benzetilebilir hatta ondan daha öteye geçerek, İskender´in yapamadığını yapmış ve üçer metre yüksekliğinde heykellerin çevrelediği dev bir mezar-anıtı yaptırmıştır. Antioch, kralın özel adlarından biridir, MÖ 1.Yüzyıl´da Antioch´un krallığı düzenli ama önemsizdi. Commanege Krallığı, Batıda Roma İmparatorluğu´nun, doğuda Part Krallığı´nın arasında tampon bir bölgeydi. Roma generali Pompei, uzun barış görüşmeleri sonucunda, ancak MÖ 64´de Antioch´la bir anlaşma yapabildi. Kısacası, Antioch ve Commanege Krallığı´nın tarihteki yeri ve ünü, Nemrud Dağı tapınağı kadar önemli olamamış ve tanınamamıştır. Antioch´un mimarları ve işçileri dev kaya kütlelerini yontarak kuzeye, doğuya ve batıya bakan üç büyük avlu veya teras inşa ettiler. Teraslara 7-8 m. boyunda dev heykeller konuldu, Antioch kendisi ve yakınları için bir tanrılar galerisi yani Panteon yaptırmıştı. Tanrı heykellerinin bulunduğu terasların çevrelediği zirve göksel tahtın simgesiydi yani büyük tanrı Zeus´un ve Kral Antioch, Nemrud´un tepesinde kendi krallığını, tanrıların ülkesi biçiminde ölümsüzleştirmeyi amaçlamış ve başarmıştı.

Herşey yerinde ama Kral nerede?

Kaçınılmaz olarak, yüzyıllar geçerken heykeller yıkıldılar, bazıları yok oldu, bazıları ise tanınmaz hale geldiler, yerde duran heykel-tanrı başları bugün durmaktadır. Buna rağmen, arkeologları mutlu edecek kadar kalıntı durmaktadır ve bu şekilde tapınağın genel planı çizilebilmiştir. Doğu terasında, Pers stili görkemli bir ateş-sunağı vardır, ortada tanrıların babası Zeus´un yeri, onun sağında bereket tanrıçası, solunda kendisinin de tanrı olduğuna inanan sakallı Antioch vardır, yanlarında ise Apollo-Mitra ile Herkül-Artagne´nin heykelleri yer alır. Diğer teraslarda da, çeşitli Yunan ve Pers tanrıları görülür, Antioch´un rahipleri teraslarda her ay ayinler yaparlar, kurbanlar keserler, şarkılar söylenir, dans edilirdi. Batı terasındaki tanrı heykellerinin arasında yine Antioch vardır ama bu kez sakalsız olarak. Buraya kadar herşey normal ve tapınak orada duruyor ama Antioch nerede? Commenege Kralı I. Antioch´un anıt-mezarı nerede? Tüm Nemrut Dağı, onun için yapıldığı halde Kral´ın kutsal mezarı nereye saklı?

Yirmi yıl süren çaba...

Bazı arkeologlar yaşamlarını mezarı bulmaya adadılar, New York´lu arkeolog Theresa Goell, Dr. Friedrich Doerner ile beraber 1953-1973 arasında 20 yıl süreyle Nemrut´da kazılar yaptı. Goell´in çizimleri hala bütünüyle yayınlanmış değildir ama hemen tüm tapınağın orjinal halini resimlemeyi başarmış, yazıtları deşifre etmiş, heykelleri tanımlamış ve bir Yunan horoskopunu (Astrolojik gök haritası) tanımlamıştı. Ve horoskopta 7 Temmuz MÖ 62 veya 63 yılı tarihlenmişti. Ama, Theresa Goell ve ekibi tüm çabalarına rağmen Antioch´un mezarının girişini bulmayı başaramadılar ve arkeolog 1985´de 84 yaşında öldüğünde hayal kırıklığı içindeydi. Dağı tümülüsünün sert kaya çekirdeği kazılırken Goell, kuşkuluydu ama girişin buradan olacağına inanıyordu ama höyüğün altına doğru yapılan tüm tünel kazma çabaları boşa gitti. Küçük taşlardan oluşan çığlar, uğursuzca peşpeşe geliyor ve tünel kazılamıyordu. Höyük yumurta büyüklüğünde milyonlarca taştan oluşmuştu ve içine girmeye çalışmak dev bir kum tepesini kürekle boşaltma çabasına benziyordu. Sonunda pes edildi ve Antioch´un gizemi çözülemedi.

Mezar bir gün bulunacak!

Yeni bir maceraya henüz girilmedi, Theresa Goell gerekeni yapmış ve tüm enerjisini doğu terasına harcamıştı ama acaba tercihi doğru muydu? Geride daha iki teras vardı, mezar onların birisinde olamaz mıydı? Antik dünyada, güneşe ibadet ritüelinin kökeninde, doğunun aksine batı ölümle simgelenir, bütünleştirilirdi. Alışıldığı gibi, bir kentin batı kapısı gömü oluşumunun girişi olmalıydı. Öyleyse Antioch, batı yönüne mi gömüldü? Hangisi olursa olsun, ortada şeytani bir yanıltmanın izleri görülüyor. Fakat, henüz teknolojinin son ürünleri Nemrut´a ulaşmış değil ve uygun gün geldiğinde süper teknoloji Nemrud Dağı´nın ters yüz ederek sakladığı gizemi ortaya çıkaracak ama o güne kadar da mezarı ve Antioch´u göründüğü kadarıyla kimse rahatsız edemeyecek.

Attila´nın mezarı da bilinmiyor;

İkinci kayıp mezar Büyük Hun İmparatoru Attila´ya ait. Evet, Attila´dan, 5. Yüzyıl´ın başlarında tüm Avrupa´yı titreten Attila´dan söz ediyoruz. Attila, beraberindeki Asyalılar ve Slavlardan oluşan dev bir ordu ile, Roma İmparatorluğu parçalamayı başardı, dev imparatorluğu öylesine hırpalamıştı ki, ardından gelen Alaric zayıflayan Roma´yı fazla zorlanmadan yıktı. Yirmi yıl boyunca Attila, Orta Avrupa´da oturarak Hazar Denizi´nden başlayıp, Ren Nehri´nde biten dev bir imparatorluğu yönetti. MS 451´de Attila, Tuna´dan, Galya´ya uzanan bir harekata başladı. İçlerinde batılı Hıristiyanların, Balkan uluslarının ve hatta Batı Anadolu´dan gelenlerin bulunduğu birleşik ordular oluşturdu. Attila, eğitimli bir asker veya bir general değildi ama doğal kurnazlığın doruğunda usta bir taktisyendi. Nitekim, Galya´da ummadığı bir direnişle karşılaşınca kendisini ve ordularını hiç zorlamadı, bu işi sonraya bırakarak yavaş yavaş geri çekildi ve bir yıl bekledikten sonra İtalya´ya yöneldi. Kuzey İtalya´ya bir kasırga gibi girerek, Padua, Verona ve Milano başta olmak sayısız yerleşim merkezini neredeyse haritadan sildi. Venedik´e ulaştığında, halk kenti terketmişti ve Attila´dan çok önce kurulmuş olan antik Venedik tarihten silinmek üzereydi ve sıra Roma´ya gelecekti. Ama nedeni hala bilinmiyor Attila son anda durdu ve ordusunu Po Ovası´na yayarak Papa ile görüşmeyi kabul etti. Tarihin en önemli görüşmelerinden birisi, Po Irmağı kıyısında sıcak bir yaz günü yapıldı, iki adam buluştuklarında Papa´nın yanında sadece ilahi söyleyen birkaç rahipten başka kimse yoktu. Neler konuşuldu, birbirlerine neler söylediler? Bunu kimse bilmiyor ve bilemeyecek ama Attila´nın tavrını değiştirmesi etkilendiğinin kanıtı. Vatikan kaynaklarına göre, Papa Attila´ya, Roma´yı yok ettiği takdirde ruhunun ölümsüz olamayacağını söylemişti. Belki de, Papa bu dev birleşik ordunun daima ona bağlı kalmayacağını söyledi. Şu veya bu, sonuçta Attila ertesi gün karargahını topladı ve hızla geri çekilirken rivayete göre; "Tanrı´nın Annesi´ni barış içinde bırakıyorum." dedi.

Roma Elçisi, cenazenin tanığı oldu;

Attila poligamdı, sayısız karısı vardı ve sonraki kışın başında yeni bir evliliğe karar verdi. Gelin, başdöndürücü bir güzelliği olan İldico adlı bir Alman kızıydı. Düğün törenini, ordularını yöneten komutanları toplayıp baharda çıkacakları savaşın kampanyasına rastlattı. Düğün gecesi tam bir safahat yaşandı, Attila o kadar çok içmişti ki, birkaç kez burun kanaması geçirdi ve sabaha karşı gelinin çığlıklarına koşanlar Attila´yı ölü buldular; büyük bir olasılıkla kanamadan boğularak ölmüştü. Roma kroniklerinde yazdığına göre Meryem Ana, Roma´yı kurtararak Attila´yı cehenneme yollamıştı, Roma´da bayram ilan edildi, günlerce kutlamalar yapıldı. Attila´nın cesedi geleneksel yas dönemi sırasındı cenaze hazırlıkları yapılıyordu. Sonrasını Roma elçisi Priscus´un ağzından dinleyelim;

" Geleneklerine göre, Attila´nın saçlarının bir kısmını kestiler, korkunç savaş yaralarıyla dolu yüzünü örttüler. Bütün büyük komutanlar ağlıyordu ama bu ağlayış kadınca bir sızlanma ve gözyaşı değildi, acımasız ama mert olan bu korkunç savaşçılar kendi kanlarını akıtarak yas tutuyorlardı... Ovanın ortasında dev bir ipek çadır yürüyordu, çadır sayısız arabanın üzerine kuruluydu ve Attila´nın cesedi çadırın önüne yatıyordu, cansız yatarken bile saygı duyuluyor, korku veriyordu. Seçkin Hun süvarileri çevresindeydiler sanki Roma hipodromunda yapılan muhteşem bir araba yarışındaydık ama burada hiç insan sesi yoktu. Koca ovada kimse konuşmuyordu, sadece tekerlek gıcırtıları, nal sesleri, at kişnemeleri, silah şakırtıları ve perde perde yükselen yas ilahileri, cenaze şarkıları duyuluyordu, yüzbinlerce insanın liderlerine böylesine bir saygı gösterdiği hiç görülmemişti. Yas töreninin ardından "Strava" adı verilen sızlanma ve inleme töreni yapıldı. Irk, inanç ve dil farklılıklarına sahip bu kadar çok insanın çeşitli duygular içinde olmalarına rağmen tek bir noktaya böylesine odaklanması inanılmazdı. Hun geleneklerine göre sonra, eğlence başladı; ölümü eğlenerek kutluyorlardı ve eğlence sırasında gömü yapılacaktı. Aslında eğlence, gömüyü saklamanın bir yoluydu, geceyarısı Attila önce altın bir tabuta kondu, altın tabut gümüş bir tabuta, ikisi birden sonunda demir bir tabuta kondu. Bu uygulama ancak çok büyük krallar için yapılırdı, demir kralın fethettiği ülkeleri, altın ve gümüş ise onun şerefini, gücünü ve imparatorluklarını simgeliyordu. Attila´nın düşmanlarından alınan silahlar, sayısız mücevher ve takı tabutun yanına kondu, bir kral için gereken herşey ona sunuldu. Artık sıra onu insanların merakından uzak tutmaktaydı. Tüm bu hazırlığı yapanlar ve tabutla, eşyaları mezara taşıyanlar boğazlandılar, çalışmalarının karşılığı mezarın gizli kalması için hayatları alınarak ödenmişti. Sadece hemen ölmeleri için çabuk davranıldı..."

Priscus bu kadar yazıyor; bilindiği kadarıyla tarihte çok az kral veya imparator bu kadar zenginlikle beraber gömüldü. Başka kaynaklara göre, tüm Avrupa´yı yağmalayan Hunlar´ın elindeki zenginliği ölçmek bugün dahi mümkün değil. Tabutu ve hazineleri mezara (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürüp, gömenlerin öldürülmesi çok eski bir Asya geleneğiydi. Gerek Türk-Moğol İmparatoru Cengiz Han, gerekse de Çin İmparatoru Qin Shi Huang Di bilinen iki örnektir, her ikisi de böyle gömüldüler, Çin İmparatoru´nun mezarı bir raslantıyla bulundu, çevresi ölülerle doluydu, Cengiz Han´ın mezarı da Attila´nın ki gibi bulunmuş değil. Aradan 15 yüzyıl geçti ve Attila hala bir yerde yatıyor ve keşfedilmeyi bekliyor. Nerede olabilir?

Gizli mezar, Macaristan´da mı?

Şimdi soruları sıraya dizelim; öncelikle Attila´nın son karargahının nerede olduğunu bilmemiz gerekiyor. Düğün acaba orada mı yapıldı? Eğer öyleyse ölümden sonra nereye gidildi, ne kadar yol alındı, gömü eğlencesine kadar süren yas dönemi kaç gün sürdü? Ve nerede durulup, eğlenceye ve gömü törenine geçildi? Elçi Priscus, cenazeyi ziyaret ettiğini yazıyor, orada bulunan basit bir ahşap yapıdan da söz ediyor, ama nerede? Hiçbir iz kalmadı mı? Priscus´un yazılarında bir tek ipucu var; Romalı elçi, Tigas, Tiphesas ve Drekon nehirlerini geçtiklerinden söz ediyor ama nereden geçtiler? Birçok tarihçi, Priscus´un geçtiği ana ırmağın Macaristan´daki Tisza Irmağı veya Theiss olduğu düşüncesinde ve Attila´nın karargahının Körös´un kuzeyindeki stepte olabileceğini ve Tisza oradan geçiyor. Burası bugünkü Budapeşte´nin doğu bölgesinde yer alıyor. Priscus´dan yapılan sonraki alıntılarda isimlerin hatalı kopya edildiği de düşünülüyor. Ortak görüş Budapeşte bölgesinde ama bu yetersiz çünkü orası çok büyük bir yer...

Bugüne kadar Attila´nın mezarını bulmak için hiç resmi bir araştırma bilindiği kadarıyla organize edilmedi. Ama bunu yapmak zaten imkansız gibi, ot tarlasında bir toplu iğneyi aramaya benziyor. Demirperde döneminde bu hiç düşünülemezdi, şimdi daha kolay ama nasıl ve kim tarafından aranacak? Nazi Almanyası egemenliğinde, gizemli konuları araştırmakla görevli bir SS grubunun, Attila´nın mezarı başta olmak üzere, bazı gizemleri araştırdığı söylentileri savaştan sonra duyulmuştu ama hiçbir kanıt ele geçirilemedi. Hepsi bu kadar; göründüğü kadarıyla kazara bulunmadığı takdirde Attila´nın ölümlü kalıntısı ve hazineleri yerinde kalacaklar. Bir minik olasılık daha var; gizli hazine avcılarının mezarı bulup, soymuş olmaları ve Attila´nın tabutunun ve de hazinelerinin şu anda bilinmeyen bir antika tutkunu milyarderin gizli yerinde saklı olmaları... Attila´nın mezarı için bunu düşünebiliriz ama Nemrut Dağı´ndaki Antioch´un mezarının en azından Cumhuriyet döneminde soyulmadığını biliyor gibiyiz... Ama, yine de aklımıza getirmeden edemiyoruz... Acaba? Diğer kayıp yerlerde yine buluşacağız...

Kaynaklar:

* "Throne Above the Euphrates" Theresa Goell; National Geographic Magazine, 119. cilt, No:3-Mart 1961

* "The Age of Attila" Ann Arbor; Michigan Üniversitesi Yayınları, 1960 (Priscus çevirileri için)

* "History of Attila and the Huns" Oxford Yayınları, Clarendon Press, 1948
 
Kore Efsanesi 1

Devir Kore Savaşı günleri. Ne idüğü belirsiz bi savaşın içine müttefiklere hoş görüneceğiz diye dalmışız. Amarikalılar, "zaten bizim navy aslanları işi bitirir ama hadi Türkler de istiyor, hevesleri kırılmasın, gelsinler bari" diye hafiften burun kıvırarak karşılamışlar bizim hükümetin savaşa katılma kararını...

İlk Türk birliği Kore'ye varmış, diğer müttefik askerlerle birlikte teftiş için sıraya dizilmiş. Bizimkiler tam da Amerikan askerlerinin yanındalarmış. Yalnız Mehmetçikler Amerikan ayılarının yanında biraz çelimsiz kalmış taabi. Amerikalıların komutanı bizim komutanın yanına gelmiş, alaycı bir tavırla, 'Siz bunlarla mı geldiniz Kore'de savaşmaya Hiç gelmeseniz de olurdu canım' diyerekten bizim askerlerden birini şöyle iki yanından sallamış. Askercik sendeleyip düşer gibi olmuş, arkadaşlarından biri tutmuş garibi. Türk komutan bütün sakinliğiyle "Bakın bayım" demiş, (Yani İngilizce olaraktan "look mister" demiş. Hem de herifin konuştuğu Kuzey Virginia aksanıyla söylemiş bunu) "Bu asker size saygısızlık olmasın diye öyle sarsıldı. İsterseniz şimdi tekrar deneyin. Aynı şeyi bir daha yapabilirseniz, biz tasımızı tarağımızı toplayıp derhal ülkemize geri döneceğiz."

Amerikan komutanı alay eder vaziyette, o çelimsiz dediği Mehmetçiği yine sallamaya çalışmış. Ama çocuğu bir milim bile yerinden oynatamamış. Adam bütün gücüyle bir daha denemiş ama nafile. Amarikan komutanı anlamış taabi yanlışını. Hemen bizim komutanın elini sıkmış, bütün birliği de tek tek alınlarından öpmüş... "Zaten İngilizcenizin mükemmeliğinden anlamalıydım. Beni affedin" demiş
 
Devetaşı Efsanesi

Şeydişehir’in kurucusu olan Seyit Harun veli Velvelit örenlerinden de yararlanarak bugün adıyla anılan camiyi yaptırıyormuş. Ancak zivtleme için katran ve pise gerekiyormuş. Eşrefoğlu Mehmet Bey bunu öğrencince Seydişehir’e bir katar pise ve katran göndermiş. Karşılık olarakü Seyit Harın, tulumların içlerine birer tükürmüş; “Beye Selam edin” demiş. Katar Beyşehir’e döndüğünde birde bakmışlar ki, tulumların kimi yağ, kimi de balla dolmuş.

Mehmet Bey, hem bölgenin beyi, hemde birde Mevlevi Çelebisi olarak, böyle bir eren kişi ile tanışmak isteyip bir arslana binmiş, yılanı kamçı olarak eline dolamış, o zaman ki adı Trogitis olan Seydişehir’e doğru yola çıkmış. Seyit Harun; bunu öğrenince, yerdeki bir kaya parçasına tekmesini vurmuş, kaya ayağa kalkıp deve olmuş, üstüne binip beyi karşılamaya çıkmış. Yolda karşılaşmışlar. Seyit Harun’un taştan deveye bindiğini gören Mehmet Bey, “Keramet Canısızı yürütmekte” diyerek velinin elini öpmüş; dost olmuşlar. Eşrefoğlu anılan camiinin yapımınada yardımlarda bulunmuş. Dostlukları o derece ilerlemiş ki, Mehmet Bey Trogitis’e Seyyidişehir, Seyit Harın da Süleymanşehir’e Beğşehri adını koymuş. Beğşehri daha sonra Beyşehir olarak anıldığı sanılmaktadır.

(Seyit Harun Veli’nin 1301 yılında Horasan’dan Seydişehir’e göçetmiş bir eren kişi olduğu bilinmektedir. Efsanenin, Harun Veli ile Didiği Sultan arasında geçtiği görüşüne katılamıyoruz. Günümüze kadar gelen ve Seydişehirlilerin Devetaşı dedikleri Taş Aliminyum yatırımları sırasında ortadan kaldırılmıştır)
 
Yecuc - Mecuc Efsanesi

'Kur'an Süleyman'a krallık, Lokman'a hikmet, Zülkarneyn'e de 'sebep' verildiğini söylüyor. Bizim bütün çalışmamız 'sebep' kelimesinin ne olduğunu anlamak üzerine kuruludur.

Biz de bunun için 'sebep' kelimesinin Kur'an da başka nerelerde geçtiğine baktık ve gördük ki; 'sebep' kelimesi sadece 9 yerde geçiyor. Bunların 4'ü Zülkarneyn ayetlerinde. Diğerleri de şaşırtıcı şekilde göğe çıkmaya yarayan vasıta anlamında kullanılmış.'

Buradan yola çıkan İskender Türe, Zülkarneyn'in yeryüzünde değil Uzay'ın derinliklerinde üç ayrı koordinata gittiği sonucuna varıyordu. Dolayısıyla ayetlerde geçen Yecüc-Mecüc kavminin de uzayda olduğu ortaya çıkıyordu.

Enbiya Suresi 96-98. ayetlerde söz konusu kavmin yeryüzünü işgale geleceğini haber verilmesi de tehlikenin dünyamızı da ilgilendirdiğini ortaya koyuyordu.

Türkler mi?

İslam tefsir tarihi içinde ayetlerde geçen Yec'üc-Mec'üc kavminin Türkler olduğuna ilişkin yorumlar da bulunuyor. Özellikle Türk düşmanlığı yapan bazı Arap alimleri Yec'üc Mec'üc'ün ayetlerde 'iki sedd' arasında oldukları ve Türkler'in de geçmişte Ural -Altay dağları arasında yaşadıkları için bu tür bir yoruma gittikleri ifade ediliyor.

İskender Türe ise bu fikre şöyle karşı çıkıyor: 'Sedd/südd kelimesinin engel, baraj, dağ siyah bulut manalarına geldiği ve müfessirlerin 'seddeyn' kelimesine 'iki dağ' manası verdikleri biliniyor. Oysa, esas itibariyle 'sedd' kelimesi dağ anl(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim) kullanılmamakta ve herhangi bir şeye engel olan her şey için 'sedd' denilebilmektedir.'

Yani Türkler'le ilgili yapılan yorumlar yapılan yanlış tercümelerden kaynaklanıyor.

İskender Türe açıklamalarına şöyle devam ediyor:

Gaz ve toz bulutu

'Astronomi literatüründe, ayette geçen 'südd' kelimesini tamı t(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim) karşılayan bir terim mevcuttur: Nebula... Bu kelime, lûgatta 'bulut/sis' demektir.

Nebulos (nebülöz) şeklinde ise 'sisli' manasında olup, dilimize 'bulutsu' şeklinde çevrilmiştir. Bulutsular, Samanyolu'ndaki ya da öteki gökadalardaki yıldızlararası ortamın gaz ve toz bulutlarıdır.

Bunlardan yakınlarında birkaç parlak yıldız bulunan ve o yıldızlardan aldıkları ışıkla parıldayanlara parlak bulutsu denir. Böyle bir konumda olmayan, dolayısıyla parıldamayanlar ise karanlık bulutsu adını alırlar.'

Bilindiği gibi gökyüzünde pekçok bulutsu bulunuyor. Türe'nin anlattığına göre Zülkarneyn iki bulut arasına gitmiştir. Bu şekilde birbirine yakın olan ve bir koordinat teşkil edebilecek bulutsu sayısı ise çok fazla değil.

Bu açıdan Saggitarius (Yay) Takımyıldızı'nda yer alan iki bulutsu oldukça dikkat çekicidir. Lagoon ve Trifid Bulutsuları. Bu bulutsular astronomi ile ilgilenen hemen herkesin tanıdığı bulutsulardır.

Lagoon Bulutsusu; Dünya'dan 4 bin ışık yılı uzaklıkta, 30 ışık yılı genişliğinde, 2 milyon yaşında bir bulutsudur.

Trifid Bulutsusu'nun Dünya'dan uzaklığı ise 3 bin 200 ışık yılıdır ve bu bulutsu 12 ışık yılı genişliğinde, 7 milyon yaşındadır.

Türe şöyle devam ediyor:

'Orion Takımyıldızı'nda bulunan ve Büyük Drion Bulutsusu olarak bilinen M42ve M43 bulutsuları, aslında ayrı ayrı bulutsular olmalarına rağmen tek bir bulutsu şeklinde görülmektedirler.

Orion Bulutsusu dünyadan bin 500 ışık yılı uzaklıkta, 30 ışık yılı genişliğinde, 2 milyon yaşından genç bir bulutsudur. Öte yandan bu bulutsulara yakın başka bir bulutsu daha vardır ki, Atbaşı Bulutsusu olarak da bilinen IC434 Bulutsusu'dur. İhtimaller çoğaltılabilir ancak bizim tespit ettiğimiz ayette geçen 'süddeyn' kelimesinden uzayda bulunan iki bulutsunun kastedildiğidir.

Bu açıdan Zülkarneyn 'iki nebula' arasına gitmiş olmalıdır. Süddeyn kelimesinin 'iki nebula' manasına geldiği düşüncesinden hareketle, ayetten Zülkarneyn'in iki bulutsu arasındaki bir gezegen üstünde yaşayan bir kavimle karşılaştığının anlaşıldığını söyleyebiliriz.'

Olayın garip tarafı hadislerde söz konusu canlıların 80-85 santimetre olarak tarif edilmesi kuşkusuz zihnimizde pekişen genel uzaylı tipine uyuyor olması.


Kısa boylu, patlak siyah gözlü, yırtıcı elleri bulunan yaratıklar Kur'an da bahsedilen Yec'üc Mec'üc olabilir miydi? Eğer öyleyse Kur'an da Zülkarneyn'in Ye'cüc-Me'cüc'e çektiği seddin de aşılmış olması gerekiyordu. O halde geriye tek bir soru kalıyor: Ne zaman?

Kutsal kitaplarda

Kutsal metinler incelendiğinde Ye'cüc-Me'cüc kavramlarının ilk rastlandığı yazılı kaynak Tevrat. Tevrat'ta Ye'cüc-Me'cüc ismi Tekvin bölümünün 10'uncu babının başında geçiyor. Tevrat'ta Zülkarneyn'le özdeşleştirilen Hezekiel peygambere hitaben yer alan şu ifadeler bulunuyor:

'Adem oğlu, Magog diyarından olan Roş'un, Meşek'in ve Tubal'ın beyi Gog'a yönel ve ona karşı peygamberlik et...'

Bu ifadeler, müfesirleri, İslam literatüründe bulunan Ye'cüc-Me'cüc kavramının Yahudilik'te Gog ve Mogog şeklinde bilindiği düşüncesine ***ürmüştür. Gerçekten de Tevrat'ın Hezekiel bölümünde anlatılanlar, hadis kitaplarımızda bulunan Ye'cüc-Me'cüc'le alakalı rivayetlerle fevkalade benzeşmektedir. Bu kavim İncil'in Esinlemeler bölümünde şu şekilde anlatılmaktadır:

'Ve bin yıl tamamlanınca, Şeytan zindanından çözülecektir ve yerin dört köşesinde olan milletleri, Ye'cüc ve Me'cüc'ü saptırmak ve onları cenk için bir araya toplamak üzere çıkacaktır; onların sayısı denizin kumu gibidir.'

Zulkarneyn AyetlerI ne diyor?

'Sonra bir sebebi daha izledi. Bir süre sonra, güneşin doğduğu yere varınca, onu kendilerine ondan başka bir örtü yapmadığımız bir topluluğun üzerine doğar buldu.

İşte böyle! Biz, onun yanında olan her şeyi hubr olarak kuşatmıştık.

Sonra yine bir sebebi izledi. Nihayet iki sedd arasına ulaştı.

(Orada) iki sedden başka bir de kavim buldu ki, neredeyse söylenen tek bir sözü bile anlamıyorlardı.

Dediler: Ey Zülkarneyn! Ye'cüc-Me'cüc bu yerde bozgunculuk yapıyorlar. Onlarla bizim aramızda bir sedd yapman şartıyla sana vergi verelim mi?

Dedi: 'Rabbim'in beni içinde bulundurduğu şey daha üstündür. Siz bana bedensel gücünüzle destek verin de, onlarla sizin aranıza kat kat engel açayım.

Bana demir kütleleri getirin (dedi). İki sedefin arası eşit olunca 'körükleyin' dedi. Onu ateş haline koyunca da 'Getirin bana, üzerine erimiş bakır dökeyim' diye seslendi.

Artık onu ne aşabildiler ve ne de geçebildiler.

Dedi: Bu, rabbimden bir rahmettir. Rabbimin vaadi gelince onu yerle bir eder. Ve rabbimin vaadi haktır.

O gün onları bırakmışısızdır, birbirleri içinde dalgalanırlar.

Sura da üflenmiştir; hepsini bir araya toplamışızdır.
 
Külhancı Baba Efsanesi

Hamam sahibi, hamamında tellaklık yapan genç delikanlı Külhancı babayla dertleşmiş.

Ben şimdi nereden külhancı bulacağım. Zor durumdayım, diye yakınmış.

Külhancı babada ustasını çok severmiş ustasını çok severmiş.

Hiç üzülme. Git sende dinlen. Kırk gün bu hamamın sorumluluğu bana ait. Yalnız gözünün arkada kalmayacağına söz ver. Giderken dönüp arkana bakma bile. Kırk gün sonra çık gel. Ama sakın şaşırıp ta kırk günden önce gelme, sözünde durmazsan tüm çabam boşa gider, diye hamam sahibine tembihlemiş

Hamam sahibi de:

- Bu deli oğlan bir şeyler kuruyor ama hadi hayırlısı. Dediğini bir yapalım bakalım, diye düşünmüş.

Gidip evine kapanmış. Yalnız her akşamüzeri hamama gelir hâsılatı Külhancı Baba'dan alırmış. Verdiği sözü tutar külhanı hiç dolaşmazmış.

Günler günleri kovalamış. Eskiden eşeklerle katar katır odunlar her gün hamam taşınırken; artık hamama kimsenin odun getirmez olduğu hamamcının ilgisini çekmiş.

— Yav, bu deli oğlan külhanı neyle yakar acep? İşin başına geçtiğinden beri hamama ne bir oduncu uğradı, nede bir eşeğin sırtında odun yüküne rastladım. Bu oğlan külhanı neyle ısıtır acep? Diye meraklanır dururmuş.

Hamamcının merakı her gün biraz daha artmış. Günlerde 39'a dayanmış. Otuz dokuz da bir, kırkta bir diyerek artık dayanamıyorum gidip bakacağım demiş. Doğru külhana yollanmış.

Bir de ne görsün Su haznesinin altında bir tek mum yanmakta. Koca hamam bu mum ile ısınmakta.

Tam bu sırada içeriye Külhancı Baba girmiş:

- 39 gün bekledin de, bir gün bekleyemedin mi? Bir gün daha bekleseydin hamamı gaipten ısıtacaktım, demiş.

Yani hamamcı bir gün daha bekleseymiş yeraltında sıcak su fışkıracakmış ve hamam öyle çalışacakmış. Hamamcının aceleciliği ve merakı yüzünden Külhancı Baba'nın kerameti bozulmuş. Hamamcı çok pişman olmuş ama iş işten geçmiş. Hamamı mumla ısıttığını gelip görmeseymiş Allah'ta ona kudretten sıcak su gönderecekmiş.
 
Ilıca Söğütlü Köyü Balıklı Gölü Efsanesi

Erzurum Ilıca ilçesi güneyinde ilçeye yakın 5-6 km uzaklıkta Söğütlü Köy’ünde Balıklı bir göl vardır.

Bu gölde Anadolu’nun fethi sırasında buradaki Türk Akıncılarının savaşta su içerken arkalarından vurularak şehit oldukları ve Allah tarafından balık oldukları söylenmektedir.

Bir gün, köyden bir adam gölde tuttuğu balıkları eve getirir ve karısına balıkları kızartmasını söyler. Söyler ama bu balıklar balık değil balık gibi görünseler bile her biri Allah tarafından balığa çevrilen şehit akıncılar. Kadın balıkları tavaya koyar ve kızarmaya başladığında, kızaran balıklar tavadan kaybolur. Adam ve karısı gördükleri durum karşısında hayrete düşerler ve kendilerini korkudan dışarıya atarlar ve göle kadar giderler.

Kızartmaya çalıştıkları balıklar sırtları kızarık şekilde gölde yüzmektedirler. O günden sonra bu balıklar kutsal sayılır ve hiç kimse bu gölden balık tutmaz. Göldeki balıkların her birinin muhtelif yerleri yanık gibidir. Bunun tavadaki kızarıklıktan ileri geldiği söylenir.
 
Tortum Gölü Efsanesi

Erzurum Tortum ilçesinde bulunan Tortum Gölünün güzel bir efsanesi halk arasında şöyle anlatılır..

Tortuma bağlı Uzundere Hars (Uludağ) köyünden bir çoban sürüsünü otlatırken, kulağına gaipten bir ses gelir...

-- Geliremmmmmm ...

Çoban şaşırır, sağına soluna bakar, hiç kimseyi göremez. Kendi kendine vehimlendiğini sanır. Akşama kadar bekler ve köyüne döner. Çoban ertesi gün yine aynı yerde aynı sesi bir kere daha işitir. Yine kimsecikler yoktur. Bu hadise üçüncü günde aynen tekrarlanınca çoban köyün büyüklerine konuyu açmak ister, konuşur. İçlerinden gün görmüş bir yaşlı köylü çobana derki:

-- Evladım, yarın da aynı sesi yine işitirsen, "Gel bakalım ne yapacaksın!" de bakalım ne olacak...

Dördüncü gün çoban ihtiyar köylünün dediğini yapar. Sesi işitir işitmez başlar bağırmaya:

-“Gel bakalım gel bakalım ne yapacaksın...”

Çoban bu sözleri söyler söylemez eteklerinde sürüsünü otardığı dağın yarısı kopar ve aşağıdan akmakta olan Tortum Çayının önünü kapatır. Böylece bir tarafta göl meydana gelir, diğer tarafta da kayalardan taşan su Tortum Şelalesini meydana getirir.
 
Geri
Üst