Değerli Üyelerimiz sizler için kendimizi sürekli yeniliyoruz. Lütfen 10 saniyede üye olarak bizlere destek olunuz... 😊 Tüm sorunları bize bildirebilirsiniz
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz.. Tarayıcınızı güncellemeli veya alternatif bir tarayıcı kullanmalısınız.
Bir zamanlar dağda, kızgın güneşin altında, mermer taşlarını yontmaktan bezmiş bir mermer yontucusu varmış.
“Bu hayattan bıktım artık. Yontmak! Devamlı mermer yontmak... öldüm artık! Üstelik bir de bu güneş, hep bu yakıcı güneş! AH! Onun yerinde olmayı ne kadar çok isterdim, orada yükseklerde her şeye hakim olacaktım, ışınlarımla etrafı aydınlatacaktım.” Diye söylenir durur yontucu.
Bir mucize eseri olarak dileği kabul olunur ve yontucu o an güneş olur. Dileği kabul edildiği için çok mutludur. Fakat tam ışınlarını etrafa yaymaya hazırlandığı sırada ışınlarının bulutlar tarafından engellendiğini fark eder.
“Basit bulutlar benim ışınlarımı kesecek kadar kuvvetli olduklarına göre benim güneş olmam neye yarar!” diye isyan eder.
“Mademki bulutlar güneşten daha kudretli bulut olmayı tercih ederim.”
O zaman hemen bulut olur. Dünyanın üzerinde uçuşmaya başlar, oradan oraya koşuşur, yağmur yağdırır fakat birdenbire rüzgar çıkar ve bulutları dağıtır.
“Ah, rüzgar geldi ve beni dağıttı, demek ki en kuvvetlisi o öyleyse ben rüzgar olmak istiyorum.”diye kara verir.
Ve dünyanın üzerinde eser durur, fırtınalar estirir, tayfunlar meydana getirir. Fakat birdenbire önünde kocaman bir duvarın ona mani olduğunu görür. Çok yüksek ve çok sağlam bir duvar. Bu bir dağdır.
“Basit bir dağ beni durdurmaya yettiğine göre benim rüzgar olmam neye yarar.” Der.
O zaman dağ olur. Ve o anda bir şeyin O’na durmadan vurduğunu hisseder. Kendinden daha güçlü olan şeyin, O’nu içinden oyan şeyin..... Bu bir küçük bir mermer yontucusudur.
1930' larda bir Polonya kasabası olan Prochnik'in saygın baş hahamı Samuel Shapira, kırlık bölgede insanı dinç tutan yürüyüşlere çıkmayı adet edinmişti.
Sıcak, sevgi dolu ve merhametli kişiliğiyle tanınan haham yürürken karşılaştığı Yahudi olsun, olmasın herkese selam vermeye dikkat ederdi.
Günlük yürüyüşlerinde sürekli karşılaştığı insanlardan biri de, çiftliği kasabanın dışında olan Bay Mueller adında bir köylüydü. Haham Shapira, tarlasında harıl harıl çalışan çiftçinin yanından her sabah geçerdi.
Haham başıyla selam verir ve güçlü bir sesle " Günaydın Bay Mueller, " derdi.
Haham sabah yürüyüşlerine başlama kararı alıp da Bay Mueller'i ilk kez bu şekilde selamladığında, çiftçi soğuk bir bakışla arkasını dönmüştü. Bu köyde, Yahudiler ve Yahudi olmayanlar arasındaki ilişkiler iyi değildi; dostluklarsa çok nadirdi. Fakat haham yılmadı. Günlerce Bay Mueller'i içten bir merhabayla selamladı. En sonunda çiftçi hahamın
içtenliğine inanmış, onun selamlarına şapkasını eğip gülümseyerek cevap vermeye başlamıştı.
Bu olay yıllarca sürüp gitti. Her sabah haham Shapira, "Günaydın Bay Mueller!" diye sesleniyor ve Bay Mueller şapkasını eğip , "Günaydin Bay Haham!" diyerek karşılık veriyordu, ta ki Naziler gelene kadar.
Haham Shapira ve ailesi, köydeki diğer tüm Yahudilerle birlikte toplama kampına ***ürüldüler. Shapira sürekli, bir toplama kampından diğerine sürülüyordu. En sonunda, onun son durağı olacak olan Auschwitz'e getirildi.
Trende inip yere ayak bastığında, seçmelerin yapıldığı sıraya girmesi emredildi. Sıranın arkasında beklerken, uzakta kamp komutanının sopasıyla sağı solu işaret ettiğini gördü. Sola işaret ölüm anlamına geliyordu; sağ ise vakit kazandırıyor, hatta kurtuluş anlamına geliyordu.
Kalbi hızla çarpıyordu. Sıra ilerledikçe komutana daha da yaklaşıyordu.
Sıra ona gelmekteydi. Karar ne olacaktı; sağ mı, sol mu?
Keyfi kararıyla onu alevlere atacak olan seçmeden sorumlu adamın yanına varmasına bir kişi kalmıştı. Bu nasıl bir adamdı? Binlerce insanı bir günde kolayca ölüme gönderebilen bu adam nasıl biriydi?
Korkmasına rağmen sıra ona geldiğinde cesur bir şekilde komutanın yüzüne baktı.
O anda ikisinin de bakışları birbirine kenetlendi.
Haham Shapira komutana doğru yaklaştı ve yavaşça "Günaydın Bay Mueller!" dedi. Bay Muellerin soğuk ve hiçbir hissin okunmadığı gözleri bir an için seğirdi. O da alçak sesle , "Günaydın bay Haham! " diye cevap verdi.
Daha sonra sopasıyla işaret edip, güç bela fark edilen bir bas selamıyla bağırdı:
"Sağa "
Yaşama... !
Basit bir " merhaba " nın hayat kurtarabileceğini kim düşünür?
Bazı küçük - ya da bize göre basit ve küçük olan davranışlar büyük sonuçlar doğurabilir.
Haham, kurtuluşunun tohumlarını, başkalarının önemsiz bir köylü dediği adama yıllarca neşeyle selam vererek atmış oldu. Bir gün kaderini bu çiftçinin belirleyeceğini düşünebilir miydi?
yoksa daha bir sitemlimi başlasaydım mektubuma bilemiyorum.ama sana sana sitem etmeyede kıyamamki.sana u kadar ihtiyacım olduğu anda nerdesin kiminlesin bilmiyorum.yoruldum artık inan bazı şeyler okadar ağırıma gidiyorki çekip gitmek istiyorum buralardan.ama bir türlü o cesareti kendimde bulamıyorum.gerçi gitsem bile nereye gideceğimki.bazen düşünüyorum yatılı bir işyeri bulup orada kalıp ayda bir kere eve uğrayayım ama bunun kaçmaktan başka birşey olmadığının farkındayım.ve bütün yükü kardeşimin üzerine yıkamam.ben alıştım hergün kan kusmaya her an parçalanmaya bu duyguları kardeşime yaşatamam.bunca sorunları bunca dertleri kardeşimin üzerine yıkamam ve yıkmayacağımda.
okadar yalnız hissediyorumki kendimi köşeye sıkışıp kalmışımhani bir ışık bir uzanan el bir yol bulabilsem hemen çıkacağım bu karanlıktan.ama bir türlü o ışığı o yardım elini göremiyorum.her şeyimi paylaştığım kardeşimle bile artık konuşamıyorum. bir türlü derdimi dökemiyorum.şu an sana okadar ihtiyacım varki ama sende yoksun.ve kendimi hayatımda ilkkez bu kadar çaresiz ve yorgun hissediyorum.bedenim hep üşüyor her yanım titriyor.artık gülüşlerim yok yüzümde.sen bilirsin kapalı alanlarda ve başkasının evinde kalamam.artık kendi evimdede kalamıyorum ve kendimi hemen sokağa atıyorum.okadar kasvetliokadar ağırlık hakimki evde bilemezsin.babamla annemin boşanma eşiğine gelmesi,birbirleriyle artık hiç konuşmaması,annemin geçirdiği sinir krizleri,intihar etmesi,acaba bir daha edermi endişesi her yanımı kemiriyor.
sence hangisi daha kötü?annemle yalnızken annemin babamı kötülemesimi yoksa babamla yalnızken babamın annemi kötülemesimi.sence hangisi daha zor ha unutmadan bir seçenek daha var bu kötülemelerin yalnızca bana konuşulmasıisana diyorum ya çok yalnızım vede çok çaresiz.ve nereye kadar böyle sürecek bilmiyorum.ve daha ne kadar dayana bileceğimi bilemiyorum.artık herşey kırılma ve patlama noktasındayım.ama kime patlayacağım bilemiyorum.babamamı annememi yoksa kardeşimemi ama yok kardeşime dayanamam o olamaz belkide kendime patlayacağım.
sıcak bir dokunuşunna ne kadar hasretim bilemezsingerçi br dokunsan yine zararlı çıkacaksın.bir dokunsan bir neyin var diye sorsan herhalde sabaha kadar susmam çocukluğumdan başlar geleceğime kadarher şeyimi anlatırım.kimini en sade haliyle kimini biraz abartarak kafanı şişirirdimve ozaman sen beni yine terkederdin.çünkü o tanıdığın o eski ben değilim.ben değiştim ve her yanım hüzünle yoğuruldu.benim bir geleceğim yok zaten...
şu an annem yok zaten yine izmire gitti.gerçi bir kaç güne kadar gelecek ama yinede bu gidip gelmelerinden sıkıldım.artık kimseye birşey anlatamıyorum ve ben mutlu bir aile tablosu çizmekten yoruldum.annmin izmire gitmesini sağlayan benim ama bundanda en çok rahatsızlık duyanda benim her ne kadar babamla kardeşime çaktırmasamda.şu an evde pek surat asan yok ama annem gelince yine aynı durumlar başlayacak ve ben yine ikili saldırılara maruz kalacağım.ben alıştım zaten yıllardır mutsuz olmaya senin gidişinden bu yana hiç bir işim rastgitmedi.hep bir şeyler çıktı önüme hep bir mutsuzluk hep bir uğursuzluk ve hep bir sensizlik çıktı önüme.sen görebileceğim kadar yakınken dokunasmadığım kadar uzak olmanın beni nasıl yiyip bitirdiğini bilemezsin.çünkü sen odanın camına yansıyan gölgemi hiç bir zaman seyretmedin ve benim senin gölgeni bile görmemin beni ne kadar heyacanlandırdığını bilmedin.
görüyorsun işte hayalin bile beni nasıl konuşturuyor birde bunun gerçek olduğunu düşünsene her halde kendim kaybederdim.neyse bir tanem seni daha fazla dertlerimle sıkmayayım.zaten birazdan kardeşim gelecek kendimi toparlamam lazım ben sana sonra yine yazarım seni seviyorum kendine iyi bak
Dün gece sabaha karşı, odamın duvarı olduğunu bildiğim bir beyazlığa bakarken birdenbire onu gördüm.
Bir yerden geliyordu.
Henüz gün ağarmamıştı. Geceden boyadığım sözler kurumamıştı.
Astığım çamaşırlar nemliydi ve gözlerim nemliydi. O yoktu.
Gitmişti.
Dağlar, denizler ağlıyordu.
Sesimi duymayan kalmadı. O duyamazdı. O çok uzaklara gitti.
Birdenbire o boş beyazlıkta, gündüzleri duvarım geceleri yalnızlığım olduğunu söyleyen beyazlığa bakarken onu gördüm.
İnce bir boynu vardı.
Çok yaşamış genç bir boyun. Kemikli zarif bir burun.
İnsanı andıran, kanatsız bir meleği, yeryüzüne düşmüş bir kadını andıran ince gövdesiyle çok yaşamış genç bir kadın.
En çok kaybolduğumuzda susarız.
Suskunluğunu buna veriyordum. Kesik kesik soluk alıyordu ve incinmişe kırılmışa benziyordu.
Bütün algılarımla onun bir melek olduğunu, ama asla içimizden herhangi birisi için gelmiş gönderilmiş bir melek olmadığını biliyordum.
Ve o meleğe ben ilk başta korkularımı verdim.
İçi acıyordu belli, bir melek gibi durmuyordu, ama hepsini kabul etti.
Kaygılarımı verdim. Nefretlerimi, hüzünlerimi, geçmişimdeki bütün kötü olayları…
Hepsini kabul etti. İtiraz etmedi.
Ve ben o meleğe her şeyi anlattım.
Ben anlatırken gözlerinde anlatmadığım şeylerin geçtiğini gördüm.
Söylemediğim şeyleri görüyordu ben konuşurken.
İçinde çırpındığı dikenli telleri görmezden gelerek anlatıyordum. Her yeri kanıyordu; ama o bir başkasının yarası için şifalı ot arayan bir merhemci gibi davranıyordu. Kanlar içindeydi ve başkalarının yaralarını sarıyordu.
Ve ben o meleğe sordum:
“Olmayan şeyleri neden ararız?”
- Olmadıklarını kabul edemeyiz.
Ve ben o meleğe sordum:
“Benim yanıma neden geldin?”
- Sen beni arıyordun.
Ve ben o meleğe dedim:
“Seni aramadım, çağırdım; çünkü O, çok uzaklara gitti. Ne yapacağım?”
- Aradığın benim. Hiç kimse uzaklara gitmedi.
Duraksadım bu sözler üzerine. Kendime bile tanıklık yapamam ben. Kaldı ki bir melekten ne yapacağımı öğreneceğim.
Herkese yardım taşıyordu. Bir ruhun içinden bütün bedenlere; bir bedensizliğin içinden bütün ruhlara, aynı anda, eşit ve adil.
Herkesin yarasını sarıyordu ve ben ona sitem ediyordum; neden ben değil amacın? Neden benimle, sadece benim yaralarımla ilgilenmiyorsun? Sen benim meleğimsin.
Herkesin yardımına koşuyordu. Özellikle istemeyenlerin ve görmeyenlerin. Körlere su veriyordu, yaşlılara umut ve yeni doğanlara nefes.
Hiçbir şey gözünden kaçmıyordu. Bir kelebeğin aksak uçuşu, suyun kaçak akışı, rüzgârın zoraki fısıldaması, gönüllülerin gönülsüz çalışması, okun ters topuğa saplanışı…
Hepsini “olmadan” önce görüyor ve düzeltiyordu.
Ve bunları yaparken ellerinde sadece bir taş parçası ve bir iki dal vardı. Ve biraz da defne yaprağı…
Onun bensiz yolculuğuna tanık oldukça cevap bulamadığım sorularımı unutuyor ve yeni sorular buluyordum: “Hayatı kim başlattı? Sonsuzluğu kim buldu? Dünyanın inşasını kim bitirdi? Savaşları kim kaybetti? İnsan neden öldü?”
Bu soruları sormak cevap bulamamaktan daha da yakıcıydı.
Beni görmediğini düşünmek bile istemiyordum.
Belli ki benim zamanım gelmemişti. Beklemeliydim.
Muhtaçken bile bir bilge mi olmam gerekiyordu?
Ve sonra O’nun o olduğunu anladım. Susarak. Uzaktan bakarak. Anlayarak.
Ona bakmak yeryüzünün bütün dağlarına ***ürüp getiriyordu beni. Çöllerine. Susuz vadilere, sel havzalarına, kasırgalara, toprağın bilinmediği ağır şehirlere.
Ona bir türlü bakmaktan başka bir türlü bakmaya geçerek arındım. Hiçbir şey yapmadı bana. Çağırmadım. Çağırmadan gelmedi.
Devamlı onu gözleyerek iyileşen ve umut vaat eden bir hasta gibiydim.
Tedavisi yarıda kalmış insanlığın gıpta ettiği. Açlık içindeki kıtalara günün birinde gideceğini bilerek, düşünmeyi unutmuş ve ahlakını kaybetmiş ülkelerde günün birinde olacağını görmezden gelerek baktım baktım ona.
Ve bütün hayatı ve geçmişi bir mektuba çeviren sözleri o sırada söyledim:
-Seni görmeyi öğrendim, senin gözlerinle toprağa ve yüzlere bakmayı… Ve seni istemeyi. Sen olmayan bir bedende bile seni bulmayı…
Kalabalığın arasında bir Robenson gibiyim. Oysa çevrem her çeşit insanla dolu. Kimi gösterişli, alabildiğine mağrur, kimi ezik ve yılgın. Kimi de boş vermiş her şeye gününü gün etmekten başka düşündüğü yok. Şu adamı geçen yıl tanıdım; söylediğine bakılırsa beni hiç kimse ondan fazla sevemezmiş. Oysa ki istediği fiyat verilirse dostluğunu derhal satmaya hazır olduğunu biliyorum. Fakat bile bile aldanmak da güzel. En feci şey insanın artık aldanmayacağı yere gelmesi. İşte ilk ölümümüz orada başlıyor.
Ya öteki adam? O da dediğine göre en sadık ve vefalı dostlarımdan birisidir. Yanımdayken bana iltifatlar yağdırdığına bakmayın. Ben gider gitmez arkamdan atıp tuttuğunu biliyorum. Fakat derim ya bile bile aldanmak güzel. İşte bir başkası daha; her halinden samimiyet fışkıran bir adam. Karşılaştığımız yerde en gürültülü bir şekilde sevgisini açığa vurmaktan hoşlanır. En büyük zevklerinden birisi de beni dostlarıyla tanıştırmaktır. Bundan aşırı bir gurur duyar. Fakat söylemediğim sözleri yapmadığım şeyleri uydurup yaymakta da bir eşi yoktur bay Samimiyetin.
Ve daha niceleri bay Canayakın, bay Hüsnüniyet, bayan Şiir Sevgisi, bayan Hayranlık, hepsi hepsi benim dostlarımdır. Bir dediğimi iki etmezler görünüşe bakılırsa. Oysa ki ben her zaman her yerde yalnızımdır. Bir çok şölenlerde benim yerime adım oturur sandalyeye. Bütün ilgi adıma karşıdır. Adım sevilir, adım övülür, adım alkışlanır. Sen yalnızlığın bu türlüsünü bilemezsin. Çepçevre bir ilgil çemberi ile sarıldığı anda kişinin aslında nasıl bir yalnızlık kuyusuna düştüğünü göremezsin. Ün yapışık kardeş gibidir. Kurtulamazsın kaçamazsın ondan. Kendi hayatını yaşayamazsın.
Sen bile beni yalnız ben olduğum için sevemezsin artık. Adımı benden ayıramazsın. Çevremdeki bütün insanlar aslında büyük yalnızlığımın şahitleri bence. Ya da oynadığım yalnızlık dr*****n seyircileri. Gözlerinden anlıyorum, biraz sonra hepsi sıkılmaya başlayacak, birer birer terkedecekler salonu. Perde indiği zaman bir kaç meraklıdan başka kimse kalmayacak.
Sen yalnızlığın bu türlüsünü bilmezsin işte. Ve asıl bilmediğin en büyük yalnızlık da senin verdiğin yalnızlıktan başka bir şey değil. Senin yokluğudan gelen o yalnızlık olmasa, öbür yalnızlıklar bana bu kadar koymazdı.
__________________
Kimdi o? Yanındaki kimdi? Ne konuşuyordunuz? İşte buna dayanamam. Kahrolurum...
Dün gece ne yaptın? Nereye gittin? Ah otursaydın, beni düşünseydin ya? Eğlenebildin mi bari?
Yatarken ne okudun? Sonra iyi uyuyabildin mi? Rüyanda neler gördün? Söylesene...
Anladım artık beni sevmiyorsun. Sevdiğini sanmakla yanılmışım.
Zaten çirkin bir adamım ben, sinirliyim, kıskancım, fazla hisliyim. Daima beni seveceğini düşünmemeliydim. Suçluyum. Kendime sevgilerimin bencilliğinden kurtaramadım. Zayıf, bencil bir adamım öyleyse.
Sonra yalancıyım, iki yüzlüyüm. Seninle konuşurken seninle yatmayı düşünüyorum. Sevgiyle elini tuttuğum zaman, aslında kalçalarını tutuyorum, bilmiyorsun.
Kendime göre hesaplarım da var benim. Yanımda olman gurur veriyor, sevinç veriyor bana. Fakat sana kimse bakmasın istiyorum, kimse konuşmasın seninle. Hep benim ol, durmadan benim ol. Günün her saatinde ve ölünceye kadar benim ol.
Seven zalimdir biliyorsun, aşk egoisttir. Sen zalim olma. Anlamıyorsun, anlamıyorsun... Biraz anla beni...
Sana sitem etmeyeceğim artık. Bütün suç benim. Seni bu kadar sevmemeliydim. Şu köhne ve utanmaz dünyada ne bir kimse bu kadar sevilmeye değer, ne de bir kimsenin bu kadar sevmeye hakkı var.
Kendimizi ne sanıyoruz? Biz neyiz ki? Sus, cevap verme. Teselliye ihtiyacım yok...
Seni bu kadar sevmemim cezasını kendime ödeteceğim!..
Gözlerine baktığım zaman susmanın bir sebebi olmalı. Bana kendini anlat... Korkularını, dileklerini söyle bana. Aşktan ne bekliyorsun? Dostluk mu? Al, istediğin kadar... Yüreğimi apaçık önüne seriyorum işte! Orada sevdiğin, istediğin ne varsa al, senin olsun... Sana arzularımın ötesinden sesleniyorum!..
Aydınlık! Sen en güzel aydınlık! Bizi bırakma... Kalplerimizde girmediğin köşe kalmasın. Çek, kurtar bizi insan yaradılışımızın korkunç karanlığından. İçimizde, ta derinlerde kükreyen o vahşi hayvanı sustur... Düşüncemizi tırmalayan o kanlı pençelerden kurtar bizi... Unutulmuşların dünyasında biz unutmak istemiyoruz.
Hadi sevdiğim sen de aç yüreğini... Dostluğun o ölümsüz ışığı dolsun içine. Saçlarımı okşadığın zaman, annemin eli sanmalıyım ellerini. Dudaklarından yalnız aşkın hazzını değil, dostluğun doyulmaz içkisini de içmeliyim. Bana önce insanlığımı öğret, bana unutmamayı öğret... Seni hiç unutmak istemiyorum... Bilinmeyen içkilerin en zevk dolu sarhoşluğunda yaşayalım seninle. Kurtulalım bu korkulardan, bu çaresizliklerden...
Beni hiç unutmayacaksan sev, usanmayacaksan sev... Birlikte yaşayacağımız her dakika ömrümüzün bir yılına bedel olmalı. O dakikaları hatıraların sonsuz mezarlığına gömeceksek hiç yaşamayalım.
Önce zamandan kurtulmalıyız öyleyse, önce zamandan kurtulmalıyız... Birbirini yenilemeli saatlerimiz. Yarın bugünü aratmamalı. Yerçekiminden kurtulurcasına aşmalıyız zamanı seninle. O dost zamanı, o dostça zamanları...
Bana "Gel" dediğin an; mesafeler de anl***** kaybetmeli. Yolları dakikalarla, günleri kilometrelerle ölçmemeliyiz. Beraberliğimiz, bütünlüğümüz hiç bitmemeli. O hiç sönmeyen dostluk ateşinin çevresinde hep böyle elele, diz dize olalım. Ne yağmur söndürmeli o ateşi ne rüzgar. Yüreklerimiz hep böyle ışıl ışıl olmalı alevlerinde.
Hadi sevdiğim, sen de aç yüreğini... Bana kendinden bahset. Hep ben ol, durmadan ben ol istiyorum... Dudaklarım kurudu bak! Bir yudum su ver güzelliğinin pınarından... Acıktım dersem iyiliğinle doyur beni. Üşüyorsam; yalnız dostluğunun ateşinde ısınsın ellerim.
Benim olma demiyorum. Ama önce ben ol... İnan, ben hep senin olacağım, baştan başa sen olduğum için...
Aşkta kaybettiklerimizi dostlukla tamamlayalım. Gel, aydınlık, bizi bekliyor…
Er geç beni affedeceksin. Bir şey bekelemeden, bir şey istemeden affedeceksin. Sevgin seni oraya ***ürecek.
Düşe kalka ilerleyeceğin yollarda, taşlar kanatacak ayaklarını. Issız, karanlık ormanlardan geçeceksin yapayalnız. Sonra bir bataklık başlayacak gözün alabildiğine. Omuzlarına kadar yapışkan çamurlara saplanacaksın. Durmadan yağmur yağacak üstüne, iliklerine kadar ıslanacaksın, üşüyeceksin. Ahtapot elleri gibi uzun, pis sarmaşıklar dolanacak ayak bileklerine. Dört yanında kara bataklık kuşları dönecek çığlık çığlığa.
Geçmiş zamanı düşüneceksin. O bir daha dayanılmaz günleri, geceleri düşüneceksin.
Bataklığın son bulduğu yerde zift gibi koyu bir gece başlayacak geçmiş gecelere benzemeyen. Yürüyeceksin, ağır ağır ilerleyeceksin zamanın ve gecenin ortasında. Keskin bir rüzgar çıkacak, merhametsiz kırbaçlar gibi parçalayacak yüzünü.
Sonra bir dağ yamacına varacaksın, bitkin ve perişan... Uzaklarda cılız bir ışık göreceksin. Sen yaklaştıkça büyüyecek, sıcak kollarıyla saracak seni. Fakat, sen o ışığın olduğu yere hiç bir zaman varamayacaksın ve ümitsizlik saracak yüreğini, ağlayacaksın...
İşte o zaman beni düşüneceksin, çektiklerimi, senin için katlandığım şeyleri düşüneceksin. Bulutlur dağılacak. Seni nasıl sevdiğimi, nasıl yüceleştirdiğimi, nasıl o erişilmez ışık haline getirdiğimi birer birer anlayacaksın...
Onun için beni affet demeyeceğim sana...
Er geç anlayacak ve affedeceksin. Bunu biliyorum.
Karşılaşmamız kaderdi belki. Ama çektiğimiz çiledir, bizi birbirimize yaklaştıran, o korkunç ümitsizlikler, büyük çaresizliklerdir...
Soruyorum, susuyorsun... Ben sükutun bu kadar anlamlı olduğunu bilmezdim. Bütün sorularımın cevabını bir bakışla veriyorsun, kah bir gülüşle... Zaman zaman gözlerinin içinde eriyip kaybolduğumu hissediyorum. Yanımda olmadığın günler, geleceğin güne hazırlıyor beni. Yokluğuna böyle dayanabiliyorum. Karanlıklar içinde her dakika gözlerinin aydınlık bakışlarıyla doluyor içim. Aradığım her şey orada. Cevapsız kalmış bütün soruları gün ışığına çıkarıyor gözlerin.
Bekliyorum, geliyorsun... İşte diyorum yaşamak bu... Sevmek seni sevmekten başka bir şey değil. Hiç kimseyi bu kadar özlemle beklemedim... Bu kadar inanmadım hiç kimsenin geleceğine... Onun için bir gün gelmeyeceğinin korkusu kahrediyor beni. Geleceğin mutlu ana yaklaşan her dakika yaşamaktan güzel, geçen her dakika ölümden acı...
Fakat gelişin her şeyi unutturuyor. Sıkıntılı öğle sonları günün en yaşanmaya değer saatleri oluyor sen gelince. Kızgın bir güneş altında bana kar dağ yamaçlarının serinliğini getiriyor ellerin.
İstiyorum, veriyorsun... Verdiklerin bir bakıma iflası oluyor saadet anlayışımın. Böylesine büyük hazların hayal bile edilemediği bir dünya üzerinde özlenecek başka saadetin kalmadığını düşünüyorum. O zaman her şey siliniyor gözlerimden. Sensiz bir yarının değersizliğini, çekilmezliğini daha iyi anlıyorum. Huzur seninle kayboluyor, bütün sevinçler seninle gidiyor, sensiz bir kanlı gömlek gibi giyiyorum üzerime yaşamayı. Çaresizlik hiç bir zaman sen yanımda olduğun anlardaki kadar kötü ve merhametsiz olmuyor. Yine de her öpüşümde bana ilahlara has bir güç, bir büyük huzur veriyor dudakların.
Ağlıyorum, gidiyorsun... Ama sen gözyaşlarımı görmüyorsun ki! Ayrıldığımız yerde başlıyor yıkıntım... Kalabalık bir caddede, vapur iskelesinde ya da bir kapı önünde; nerede olursa olsun ayrılığın bir tokat gibi iniyor yüzüme. Kocaman, sivri bıçaklar gibi delik deşik ediyor vücudumu. Her yer kan oluyor. Artık dayanamıyorum, artık dayanamıyorum... Ağlamak bile kar etmiyor. Ben bu acılara, ben bu sürekli ölümlere önceden razı oldum. Şikayete hakkım yok, biliyorum... İsyan etmem faydasız. Kendi kaderinin çizdiği yolda yürüyor ayakların.
Yazıyorum, okuyorsun... Kimbilir ne dayanılmaz acılar içindesin sen de? Nasıl her yerini, orada bir sigara söndürülmüşcesine yakan özlemler içindesin. "Mümkün olsa hep yanında kalırdım" diyorsun. "Hiç senden ayrılmazdım, hep senin olurdum" diyorsun. İşte onun için sana hiç kızamıyorum ya! Bütün isyanım çarisizliklere, bu kahpe imkansızlıklara, bu zamana ve bu bizi çepeçevre kuşatan insanlara, onların pis kurallarına, beş para etmez inançlarına...
O demir parmaklıklara, ağır kapılara, kalın zincirlere, o merhametsiz, o çirkin gardiyanlara rağmen seni seviyorum...
Artık aldanmak istemiyorum. Beni sevgilerinin ölümsüzlüğüne inandır, korkulardan, şüphelerden kurtar. Hiç aldanmamışların o engin iç rahatlığına hasretim. Ayıkla, arıt beni... Bütün insanlar aldanıyormuş, sürekli bir aldanmaymış yaşamak... Ne çıkar? Ben artık aldanmak istemiyorum ya! Sen ona bak... Onun için seni erişemeyeceğin bir yere çıkarmayacağım, olduğun gibi seviyorum seni. Olmanı istediğim gibi değil... Hiç olamayacağın gibi değil... Neredeysen orada dur... Nasılsan öyle kal...
Bütün mevsimleri bir günde, bütün yılları bir mevsimde yaşamaya razıyım seninle. Yanımda olduğun zamanlar nasıl apaydınlık oluyorum, nasıl içim huzurla doluyor, görmüyor musun? Gözlerimin derinliğine bakma; başın dönmesin... Gelecek günleri düşünme, korkma büyük hazlar yaşamaktan. Erişemeyeceğin hiç bir mutluluk yok. "Yaşadım" diyemeyeceğin hiç bir günün olmayacak benimle...
Hiç aldatma beni, hiç yalan söyleme... Bir gün aldatsan bile; aldandığımı senden öğrenmeliyim önce. O zaman ölsem de mutlu ölürüm, inan... Biraz da olsa inanmış ölürüm.
Aldanmak...
En büyük yıkıntısı iç dünyamızın...
Aldanmak...
Ses veren üç telimizden birinin kopması...
Aldanmak...
O en son fakat en kesin kabullendiğimiz gerçek...
Sen hiç aldatma ne olur!..
Yıkılışım da sevgim kadar büyüktür benim. Bırak, kalbimden ses veren bütün teller ben yaşadıkça sana inanmayı söylesin. Sana kayıtsız, şartsız inanmak olsun; bütün kazancım yaşamaktan. O zaman her şeye katlanırım. Korkulardan, endişelerden uzakta her saniye yaşadığımı bilirim. Çaresizlikler beni korktumaz. Şu aşağılık dünyanın hiç bir acısı seni sevmeyi unutturamaz bana artık.
İnanmak; seni düşündükçe söylediğim bir şarkı olmalı dudaklarımda...
İnanmak; gökyüzünün en karanlık zamanında bile görebileceğim bir yıldız olmalı...
Dağlardan, denizlerden esen serin rüzgarlar gibi, senden gelen bir şey olmalı inanmak. Kimi gün kalem olmalı parmaklarımda, kimi gün kulağımda musuki, gözlerimde ışık olmalı. İçtiğim suda, yediğim ekmekte sana tüm inanmanın tadını duymalıyım. Her sabah ilk ışık, sana inanarak yaşayacağım mutlu bir gün getirmeli bana. İşte o zaman yokluğuna bile dayanabilirim, özlemlerim daha derin bir anlam kazanır. Seni beklerken şüphelerin o kahredici zehiri ile, geciktiğin her saniye bir defa ölmem.
Artık aldınmak istemiyorum. Seni aldatmak zevkinden sonuna kadar mahrum edeceğim. Beni aldatmanın acısını da, sevincini de hiç tattırmayacağım sana. Çünkü, aldattığın zaman; yemin ediyorum yeryüzünde olmayacağım. İnanmışlığım ölüme kadar sürsün, bırak...
Senin için zalim dediler, demek zulmün de bu kadar güzel olurmuş diye düşündüm. Oysa bütün zalimlere karşı kinle doluydu içim. Ben hiçbir zulme baş eğmedim, zalimlerden yana olmadım.
Seni en istediğim anda gelmemen, geldiğin zaman da bana acıların en büyüğünü tattırman belki zulümden başka bir şey değil. Fakat ne yapayım ki onu bile kendine yakıştırabiliyorsun. Çoğu zaman nasıl olsa öldüreceği avına gururla bakan bir panterin vahşi bakışı var gözlerinde. İçinde, ta derinde zulmün kıvılcımları yanıp sönerken bile sana kızamıyorum, senden nefret edemiyorum. İnsanı büyülüyorsun. Başdöndüren güzelliğin karşısında asıl büyük zalimin Tanrı olduğunu düşünüyorum ister istemez.
Senin için "Yalan söylüyor" dediler. Kimse farkında değil dudaklarında yalanın ne kadar güzelleştiğinden. Yalansız bir seni düşünmeye imkan var mı? Senden gelen, senin dudaklarından çıkan bütün yalanlara razıyım. "Seni seviyorum" dediğin zaman, yalan söylemiş olsan bile, bu sözü bütün greçeklere değişmeye razıyım.
Hiçbir yalan bu kadar sevimli ve manalı olmamıştır dünya kurulduğundan beri. Yalan; senin dudaklarında aydınlık, pembe şafaklara benzer. Sen yalan söylerken gözlerin, gökyüzünün sonsuz karanlığında parlayan yıldızlar gibidir.
Sen söylediğin yalanlarla varsan; ben bütün gerçekleri senin bir tek yalanına feda edebilirim. Sana "Yalan söylüyor" diyenler; eşsiz dudaklarında yalanın ne kadar güzel olduğunu bilmeyenlerdir.
Sana "Kalpsiz" dediler. Üç milyar insanın yaşadığı bir dünyada çarpan bir tek kalp varsa o senin kalbindir. Bir tek kalp varsa; iyilik diyen, güzellik diyen, aşk diyen o senin kalbindir. Bir tek kalp varsa yeryüzünde beni seven yine senin kalbindir o.
Bütün zulümlerine, bütün yalanlarına rağmen beni sevdiğini biliyorum. İkimizi çepçevre kuşatan çaresizlikler içinde kalbin hala çarpıyorsa beni sevdiğin içindir. Yoksa aslında bu yalan ve zalim dünyada yaşamaya değer bir tek dakikanın bile var olduğuna inanmak gerçekten imkansız bir şey.
Aşkın seni sevmek olduğunu benden başka bilen var mı söyle? Seni zulümlerinle, seni yalanlarınla kim bunca ilahlaştırabilir söyle?
Söyle, sevdiğim beni, ömür boyunca seveceğim benim; zulümsüz, yalansız bir dünyada yaşanır mı söyle?..
Aramak... Ömür boyunca aramak... Yalnız seni aramak... Paslı teneke kutularda, küf kokan dolaplarda, çerçevelerde, tenhalarda, ağaç diplerinde, sonra vapurlarda, trenlerde hep seni aramak. Belki bu şehirde değilsin. Ne çıkar ? Seni arıyorum ya. Belki de aynı sokakta evlerimiz, sabahları beni görüyorsun işime giderken. Sonra akşamı bekliyorsun, alacakaranlığı... Beni bekliyorsun yada bir başkasını, bir başkasını...
Hiç gel demeyeceğim sana. Aramak neredeyse ben oradayım. Ayaklarım ne güne duruyor ? Yok yok birden karşıma çıkma. Kaç, saklan. Seni aramak istiyorum.
Git bu şehirden, haydi git. Dağlara çık, o uzak dağlara. Rüzgarların krallığında hüküm sür. Baktın ki oraya da geldim, yine kaç. Başını al, açıl denizlere. Gemilerin en güzeli, en büyüğü dilediğin limana ***ürmeli seni, dilediğin yerde demir atmalı. Ben küçük bir balıkçı kayığı ile peşinden gelsem yeter. Seni arıyorum ya !
Bir yıl, beş yıl, on yıl değil; beşikten mezara aramalı insan, ama ne aradığını bilmeli. Yaklaşıp uzaklaşmalı aradığından. Okyanus dalgaları üstünde bir küçük tekne gibi alçalıp yükselmeli. Yalınayak koşmalı yollarda, ayaklarını sivri taşlar kesip, kanatmalı. Çöllerden geçmeli yolu, yanmalı, kavrulmalı. Sonra gözün alabildiğine ak, soğuk ülkelere düşmeli. Buzlar kırılmalı ayaklarının altında, üstüne kar yağmalı.
Bir gün bulacaksam bile parça parça bulmalıyım seni. Ayaklarını Afrika'dan getirip bir kağıt üzerine yapıştırmalıyım, saçların Sibirya'da olmalı, dudakların Çin'de. Gözlerin Hindistan'da bir mabudun gözleri olmalı, ellerin İtalya'da bir heykelin elleri. Bulsam da seni parça parça bulmalıyım.
Geceydi... Bütün insanların çırılçıplak olduğu bir zamandı. Onları düşünüyordum; gümüş tepsilerdeki kristal kadehlerden zamanı yudumlayan insanları düşünüyordum. İrili ufaklı aynaların karşısında enseleri bembeyaz kadınlar boyanıyordu. Uzun uzun parmakları vardı kadınların. Öpülmeye alışmış dolgun dudakları vardı. Kocaman kocamandı kalçaları. O kadınları düşünüyordum.
Bir kurt bir geyiği kovalıyordu yüreğimde. Geyik soluk soluğaydı, yorgundu, bitkindi. Karların üzerinde akıp giden bir yıldız gibiydi. Koşuyordu. Koşmak kurtuluş değildi belki, ama bir ümitti. Koşmalıydı.
Oysa bir namlu ağzıydı kurdun gözleri. Avına güvenle, şehvetle yaklaşıyordu. Yeni bilenmiş, sedef saplı bıçaklara benziyordu dişleri. Bütün dileği et ve kandı. İstese geyiğe hemen yetişebilirdi, ama uzasın istiyordu bu şehvetli koşu, bu bütün damarlarına yayılan sarhoşluk bitmesin istiyordu.
Ben seni düşünüyordum. Çünkü geceydi. Sevişme zamanı insanların. Yalnızdım. Benim kuşatan duvarlar birer beyaz çarşaftı bu saatte. Kapılar tüylü, yumuşak battaniyelere benziyordu.
Ben seni düşünüyordum. Kimbilir ne güzeldin soyunduğun zaman ? Nasıl kadındın ? Nasıl öpüşürdün kimbilir ? Nasıl kadın kadın kokardı her yerin ? Tutup avuçlarıma sığdırıyordum seni, gözlerime, dudaklarıma sığdırıyordum.
Sensiz kahrolmak vardı. Seninle yaşamak vardı doludizgin. Seninle her gece birbirimizi yenilemek vardı odalarda. Odalara sığmamak vardı. Bir sel gibi taşmak vardı gecelerden.
Elimi uzatsam tutabilirdim seni, öyle yakındın. Zamana kokun sinmişti. Belki uzaktan günlerce koşsam yetişemezdim sana. Zamana kokun sinmişti.
Ne seni unutabiliyorum, ne senden kalanları. Başımın içinde bir kanser tümörü gibi büyüyor büyüyorsun... Seni unutamamanın verdiği acılara dayanamıyorum artık. Unutamamanın bu kadar kahredici, çıldırtıcı olduğunu bilmezdim. Her yerde, her zaman benimle birliktesin, işin kötüsü her şey seni hatırlatıyor. Kalabalıkta gelişi güzel söylenmış bir söz bile yetiyor seni düşünmeme. Yalnızlığımda ise sesin kulaklarımda çınlıyor. avuçlarının serinliğini hissediyorum alnımda. Yaşanmış zamanlar bir film şeridi gibi geçiyor hafızamdan. Anılarımızı en küçük noktasına kadar birer birer hatırlıyorum. İşte o zaman; bu seni unutamayan başı, duvarlara vura vura parçalamak geliyor içimden.
Renklerin, kokuların, seslerin ve ışığın bile seni hatırlattığı bir dünyada yaşamak, harikulade bir şey olurdu belki. Ama sen de unutmasaydın... Beni unutmadığını sevdiğini bilsem her şeye katlanırdım. Unutamamamın biriktirdiği o dayanılmaz acılar, unutulmamanın vereceği eşsiz mutluluğun içinde erir, kaybolurdu.
Sevmek bir bakıma unutamamaya mahkum olmaktır. Sevilmemişsek; bir de unutulmaya mahkum oluşumuz var en hazini. İnsan, unutabildiği kadar güçlüyse, unutamadığı ölçüde yıkık ve ezik kalıyor.
Beni sev demeyeceğim, ama onu da sevmemeliydin. İkimiz de olduğun yerden çok uzağız. Güzelliğinin, büyüklüğünün yanında biz neyiz ki? Unutulmak; ikimize de aynı kadehlerden tattıracağın bir içki olmalıydı. O içkinin sefil sarhoşluğu içinde seni düşünmeli, hep seni özlemeliydik. Gitgide işleyen, büyüyen bir yara olmalıydı tenimizde. Unuttuğunu her ikimizde bilmeli, fakat seni hiç unutmamalıydık. Oysa şimdi unutulan da benim, unutamayan da...
Ancak, bir kurşun atımı uzaktasın benden, biliyorum ve ciğerlerime saplanmış bir kurşun gibisin hala. Seni çıkarıp atmak da elimde değil, sana gelmek de... Gelebilsem ne değişecekti ki? Beni hatırlacak mıydın? Hatırlasan da sevinecek miydin gelişimden? Gözlerinin içi gülcek miydi? Hiç konuşmadan "Ben de seni özledim" diyebilecek miydi ellerin? Hayir, değil mi? Öyleyse hiç gelmeyeceğim sana. Böylesi daha iyi.
Gün oluyor: seni unutabilmek için bu şehirden çok uzaklara gitmek istiyorum. Sokaklar, evler, caddeler, vitrinler seni hatırlatmasın diye.
Gün oluyor; anlıyorum senden ve bu şehirden kaçmanın faydasızlığını... Çünkü; biliyorum nereye gitsem benimle geleceksin, ya da gittiğim her yerde senden bir şey olacak.
Sen unuttun fakat unutulmadın. Bense unutulduğumu biliyor, fakat unutamıyorum. İnan, unutabildiğim gün seni yeniden ve daha çok sevmeye başlayacağım…
Nerdesin? Günler var ki beni aramadın, yazmadın. Senden gelecek bir mektubu bekledim boşuna. Önceleri içim umutla dolu, postacınınkapımı çalmasını bekledim. Satırlarınla aydınlamasını bekledim bu karanlığın. Saatler saatleri, günler günleri kovaladı. Git gide büyüdü verdiğin yalnızlık, yüreğim kahırla doldu. Ümit etmenin mutlu heyecanları, yerini tarifsiz bir hüzne bıraktı. Kocaman, kalabalık bir şehirde yapayalnız kaldım işte...
Nerdesin? Beni unuttun diyemeceğim, unutmadığını biliyorum. Ama düşün ki, benden uzaklaştığın her kilometre, sana olan sevgimi bir kat daha artırdı. Senden başka bir şey düşünemez oldum. Geri döndüğün zaman, eminim şaşıracaksın. Böylesine mesafelerle büyüyen, zamanla derinleşen bir aşkın karşısında olmak kimbilir ne kadar değiştirecek seni...
Yüzünde pembelerin en güzeli, gözlerinde ışıkların en parlağı ile sevilmenin çok çok sevilmenin hazzını yudum yudum içeceksin. Sevilen bir kadının mutluluğunu seyredeceğim sende. Sevdiğim kadının ölümsüzlüğünü yaşayacağım.
Nerdesin? Dün evinin önünden geçtim. Perdelerin kapalıydı, dolu doluydu gözleri pencerelerin. Kapın sanki bir daha hiç açılmayacak gibi kapanmıştı sokağın yüzüne. Kimbilir odalar, eşyalar ne haldeydi sensiz? Her dakika ayaklarının güzelliğiyle mest olan halılar ne yapıyordu şimdi? Ya kokuna ve sıcaklığına alışmış yatağın ne haldeydi? Baktım sen yoktun, duvarlar kararmıştı. Sokağından yaşayan bir ölü gibi geçtim ve bir hüzün anıtı halinde bıraktım evini.
Nerdesin? Meğer ne doldurulmaz bir derinlikmiş yokluğun... Kaderde bu sensizlik de varmış... Her insanın yüzünde sana benzeyen bir şey aramak da varmış... Sesini duymak varmış şarkılarda, bütün kitaplarda seni okumak varmış... Meğer ne dayanılmaz bir şeymiş yokluğun... Kağıtlara seni yazmak varmış, renk renk düşünmek varmış seni, çiçek çiçek koklamak varmış... Artık hiç yazmasan da olur, hiç gelmesen de... Meğer ne türlü bir ölümmüş yokluğun...
Bir daha nerdesin demeyeceğim. Bendesin artık... Dudaklarımın değdiği kadehlerdesin. Serin yağmurlar getiren bulutlardasın. Kah denizlerdesin, kah rüzgarladasın. Uzaktasın ama yine bu şehirdesin.
Burası büyük şehir, günahkar şehir, o vurdumduymaz, o deli dolu şehir. Ben bu şehirde sensiz yaşayamam. Bir gün kanıma girer şu kalabalık, şu caddeler, şu tıklık tıklım gazinolar. Burası şarkılar şehri, resim gibi kadınlar, kadın gibi erkekler şehri. Ben bu şehirde sensiz yaşayamam.
İnsan bir vapur olmalı bu şehirde, bir tramvay olmalı, bir otomobil olmalı. En iyisi bir bulut olmalı, gelip evinin üstünde durmalı. Madem ki bulut değilim; ben bu şehirde sensiz yaşayamam.
Şehirler de insanlara benzer. Gövdeleri, ayakları, dudakları, gözleri vardır, yürekleri vardır, kocaman kocaman elleri vardır. Bu şehrin yüreği sende çarpıyor. İnsan, sana kan taşıyan bir damar olmayacaksa; bu şehirde yaşamamalı. Çekip gitmeli...
Şehirler de insanlara benzer. Duyguları, açlıkları, uykuları vardır, kinleri ve nefretleri vardır, aşkları vardır, büyük... İnsan aşık değilse, bu şehirde yaşamamalı, çekip gitmeli...
Şehirler de insanlara benzer. İnsan bir şehir olmayacaksa, senin içinde yaşadığın; artık yaşamamalı buralarda, çekip gitmeli...
Bir gününde dört mevsim var bu şehrin. Her sokağında bir dünya var.
Bütün sefaletiyle, bütün çirkinliğiyle, bütün ******luklarıyla bu şehir baştan başa sevgi.
Bu şehir baştan başa sen...
Bu şehirde sevmeyen, ya da seni tanımayan yaşadım demesin...
"Duyarlarsa" diyorsun. Duysunlar ne çıkar? Seven insanın bir suçlu gibi ezik olması neden? Sevmek ve sevilmek hakkımız kullanıyorsak bundan kime ne? İnsan olarak aşktan başka övünecek neyimiz kaldı? Erdem yalan söylemek mi? Hırsızlık etmek mi? Katil olmak mı? Yoksa esirleri fırınlarda yakmak mı erdem? Bir milletin gençliğini savaş meydanlarında yok etmek mi? Yalnız sofular mı erdemli bu dünyada? Çıkarını düşünenler mi namuslu? Aşka saygı duymayanlar utansın yaşadıklarına, sevenler değil.
"Görürlerse" diyorsun. Oysa ki kimse görmeyecek seninle seviştiğimizi. Bu doyulmaz zevki kimseye tattırmayacağız. Seni benden başka hiç kimseyle paylaşmaya razı değilim. Zaten sen bir bütünsün; bölünemezsin, paylaşılamazsın ki! Ben hep sevdim sana gelinceye kadar. Seni sevmeye hazırladım kendimi. İlk sevdiğim sen değilsin elbette, ama son sevdiğim olacaksın...
Seni tanımadan önce yalnız sevmenin hazzıyla doluydu yüreğim, gururluydum. Çünkü; seven bendim. Yalnız benim hakkımdı sevdiğimi yüceleştirmek, onu erişilmez yapmak, ölümsüz kılmak benim hakkımdı. Sevildiğimi, hele senin tarafından sevildiğimi anladığım anda gururum yok oldu. Aşkının büyüklüğü karşısında eridiğimi hissettim.
"Anlarlarsa" diyorsun. Anlasınlar umurumda değil. Keşke anlayabilseler... Herkesin seni olduğun yerde görmesini, bilmesini isterdim. Ben sende yaşamanın kavr***** buldum. İç aleminin sonsuz hazinelerini önüme serdiğin zaman anladım yaşadığımı. Güzelliğinin manyetik alanından dışarıya çıkamaz oldum.
Hiç bir şeyden çekinme artık. Bak! Şimdi seninle vardığımız o yerde kimseler yok. Yıldızların erişilmezliğinde, duyguların sonsuzluğundayız. Zamanı aştık, en güzeli kendimizi aştık seninle.
Onun için şimdi ilk defa beni sevmek hakkını sana tanıyorum...
Ölmedim işte. Ölmedim. Demek ki yaşamam gerekliydi. Bir gizli kuvvet olmalı bizi yaşatan. Yaşamakla ölmek arasındaki maceramızı düzenleyen, Çaresizliğimizi her yerde yüzümüze tokat gibi indiren bir kuvvet olmalı.
Şimdi seni daha çok seviyorum. Meğer ölüm senin kadar güzel değilmiş. Şimdi güzelliğin daha yakıcı, daha alımlı. Bütün neden'ler senin için yaşamayı gerektiyor şimdi.
Nasıldım nasıldım o gece, o gün bilemezsin? Eski, taş binalar üstüme yıkılıyordu, başımda parçalanıyordu vitrinlerin camları. Her taşıt beni ezip geçiyordu yanımdan. İnsanlar anlımda yürüyordu çamurlu, pis ayaklarıyla. Rüzgar gırtlağıma yapışmış bir el gibiydi. Kitaplar dergiler, gördüm boyalı dükkanlarda. Hepsi ölmek diyordu. Yalnız ölümdü gördüğüm kaldırımlarda.
Artık her şey boştu, yalındı.
Kirli bir çamaşırdı üzerimde yaşamak. Umutlarımı yitirmiştin. Arayıp bulacak gücüm kalmamıştı. Öyleyse yorgundum, bitkindim. Ellerimi sevmiyordum, gözlerim utanç veriyordu gözlerime. Damarlarımdaki kan rahatsız ediyordu beni. Ölmek, gitgide bir umut haline geliyordu içimde. Büyüyor, büyüyordu.
Boşlukta bir tel gerilemeye başladı... Gerildi, gerildi. Sonra kan rengi bir karanlığa düştüm. duvarlar kırmızıydı. yerler, masalar, sokaklar, insanlar hep kırmızıydı. Ama karanlıktı yine, korkunç bir karanlıktı. Kırmızı sisler içimdeydi. Dört yanım denizdi, kıpkızıldı.
Sonra rengi değişti çevremin. Bulutlar dağılmaya başladı. İlk gün ışığı merhaba dedi pencereden, Yeşil yapraklar el salladı. Bir adam uzun öksürdü.
İlk ellerimi buldum vücudumda, derken ayaklarımı, gözlerimi dudaklarımı, saçlarımı buldum.
Ve seni düşündüm. İşte o zaman yaşadığımı anladım, utandım.
Bu gün bendeki resimlerini ve mektuplarını yakıyorum. Küllerini sana göndereceğim. İşte! Hepsi önümde duruyor. Şu resim çekilirken karşında ben vardım, hatırladın mı? Üzerini "Seni daima seveceğim" diyerek imzalamışsın. Bu seni en çok anlatan resimdi biliyorum, bana en yakın olduğun resimdi... Karşında ben vardım, gözlerin gözlerimdeydi... İçin benimle doluydu, bakışların gibi. Önce bu resmini yakacağım, bu en çok sen olan resmini. Sonra da diğerlerini yakacağım. Hepsi birer birer kıvrılıp kül olacak sonunda. Ya mektupların? Herbirini çok çok öptüğüm mektupların... Satır satır içimde çakılı duran mektupların. Onlar da yanacak. Senden madde olan hiçbir şey kalmasın istiyorum bende.
İçimde bıraktığın eziklik yeter artık. Artık seninle değil, verdiğin acılarla avunacağım. Seni bütün arzuların üzerinde, bütün özlemlerin ötesinde seveceğim artık. Sensiz bir dünya yaratacağım senden. Dünya duracak, ama sen durmayacaksın. Zaman bitecek, ama sen bitmeyeceksin. Bir gün bütün çiçekleri solacak bahçelerin, yıldızlar ışık vermeyecek, güneş doğmayacak hiç. Ama sen solmayacaksın, sen eksilmyeceksin. Seni maddenin dışına çıkarıyorum, ölümsüzlüğün kapılarını açıyorum sana. Anlamıyor musun?
Daha düne kadar her yerini ayrı ayrı seviyordum. Ellerini tuttuğum zamanlar ürperirdim, başım dönerdi gözlerine bakınca. Dudakların her öpüşte yeniden dünyaya getirirdi beni. Al işte, hepsini sana bırakıyorum. Güzelliğin de senin olsun, dişiliğin de...
Göreceksin, bir gün her yerin şu mektuplar, şu resimler gibi kül olup dağılacak. Bir tel bile kalmayacak saçlarından. Niceleri gibi sen de göçüp gideceksin bir gün. Önce gençliğin terkedecek seni. Ellerin buruşacak, belin bükülecek, ak pak olacak saçların. Boş bir çuvala döneceksin. Sonra, aynaya bakınca bugün çok güvendiğin güzelliklerinin de seni birer birer bıraktığı göreceksin. Gözlerinde o vahşi parıltı kalmayacak, bütün ateşi sönecek dudaklarının.
Ama ben o halinle bile terk etmeyeceğim. Çünkü benim içimde hep bugünkü gibi kalacaksın. Taptaze, sımsıcak ve korkunç güzel! Yalnız benim gözlerimde bir manası olacak bakışlarının. Ben yok olduğum zamanda satırlarımda yaşayacaksın. Hiç ihtiyarlamadan, hiç değişmeden, hiç tükenmeden... Adım adınla anılacak, adın adımla...
Mektuplarınla resimlerini yakacak gücü kendimde bulamasam, o zaman da kendimi yakardım. Şu herkeste seni gören gözlerimi, şu her yerde sana koşan ayaklarımı ve şu her zaman sana yazan ellerimi yakardım. Tenimde yükselen alevler ta Allah'a kadar uzanır, O'na çaresizliğimi anlatırdı.
Seni güçsüz, zayıf bir insan tarafından sevilmenin hayal kırıklığına uğratmamak için, şimdi benim yerime, senden kalanları yakacağım. Ben yaşadıkça, varlığımbütün çaresizliklere meydan okuyacak.
Unutma; seni sevdiğim için ölebilirdim, seni sevdiğim için yaşayacağım...
Biraz sonra mektuplarınla resimlerini tutuşturarak bir kibrit çöpü gibi çekiliyorum hayatından. Her şeyiyle onu sana bırakıyorum. Hayatın senin olsun, istersen hayatım da. Ama sen kendinin bile olamayacaksın artık... Ben yaşadıkça, adım söylendikçe...
Seni bensizliğe ve kendimi sana mahkum ediyorum…
__________________
Okul sıralarında başlıyor savaş. Leyla ile mecnun aşkı örnek gösteriliyor. Kavuşamayıp acı çeken sevgililer yaşamımızda bir yer ediniyor. Yada büyük bir komutanın zaferlerinden bahsediliyor. Öldür emri verdikçe ve öldürdükçe rütbe alıyor.yeni ölümlerin önü açılıyor...Bir film seyrediyoruz mesela.Başlarken,İlk aklımıza gelen " acaba katil kim ?" .Katil insan öldürdüğü için katil,Onu yakalayan ise katili öldürdüğü için kahraman! Ne tuhaf bir hayat bu
Asırlar önce krallık dönemleri vardı.Halk kral için çalışır,onu mutlu etmek için uğraşırdı.Yüzlerce,binlerce insan sadece bir kişinin mutluluğu için yaşardı...Biz kendi başımıza mutlu olamaz mıydık?yada mutluluk çok mu zor bir şeydi de,sadece birini seçip,yüzlerce insan, seçilen kişinin mutluluğu için yaşardık?!.mutlu olmak için kaç kişi gerek?kaç ölüm,kaç zulüm?...Şimdilerde etrafımıza baktığımızda mutlu olan birisi varsa,Onun mutluluğu yüzünden acı çeken birileri daha var...İnsanlar çok akıllıca bir sistem geliştirmişler.Buna " silahsız soygun "da diyebiliriz.Ortada kesici,delici aletler yok ama bir o kadar etkili beyinler var.Zeki olan ayakta kalıyor.Buna da beyin ölümü diyebiliriz...Kazandığımızda birileri kaybediyorsa,Bu mutluluğun gerçek adı ne?Bundan neden mutlu oluyoruz?Hani bizler hayvanlardan farklıydık! Hani bizim beyinlerimiz vardı!...Isırarak değilde,aç bırakarak zulüm ederek öldürdüğümüzde bunun adına insanlık mı diyoruz?.Öyleyse ben insan olmak istemiyorum...Bana geçici mutluluk nedir diye soran olursa,Güneşin batışı derim.Gün boyu savaşmaktan yorgun düşen beyinler,en azından dinlenmek için akşam vaktini beklediklerinde ve o an geldiğinde mutlu oluyorum...Keşke herkes uykuya daldığı an kadar gerçek ve zararsız olsa.Doğduğumuz an kadar akıllı olmayacakmıyız bizler?...Keşke herşeye yeniden başlasak.Mesela bir öğretmenimiz olsa ama bize hiçbir şey öğretmese.!Hep saf kalpli yaşasak.Ne olduğunu bilmediğimiz halde ısrarla " ben büyüyünce doktor olacağım " desek ve büyüyünce o doktorun ne iş yaptığını yine bilmesek...Kıymanın,etin,elmanın,armudun kilosunun kaç para olduğu bizi ilgilendirmese.Önümüze yüzlerce şeker almaya yetecek kadar para ve de sadece bir şeker koyup " seç " deseler,bizde o tek şekeri seçsek...Ana haber bültenleri yerine çizgi film seyretsek.Açık oturumlarda ilk okul aşklarımızdan bahsetseler...Kısacası yaşımız ilerlese de hep çocuk kalabilsek...Ne garip bir çelişki! Ben mutluluğun nerede gizli olduğunu öğrendim.(Mutluluk öğrenmemektir) Fakat bunun içinde yaşayıp öğrenmemiz gerekiyorsa, demekki bizler hiçbir zaman mutlu olamayacağız.