Sure meali paylaşımları..

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan Z1rT
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
enfal suresi meali

Medine döneminde hicrî 2. yılda vaki olan Bedir gazasından sonra nâzil olmuş olup 75 âyettir. Adını ilk âyetinde geçen Enfal (yani ganimetler) kelimesinden almıştır. A'râf sûresinde müşriklerin uyarılıp tehdid edildikleri mağlubiyet, Enfal sûresinin indirilişinden hemen önce gerçekleştirildiği için, Enfal sûresi onun peşine konulmuştur. Enfal sûresi Bedir gazvesinde meydana gelen olayları açıklayıp bu savaştan alınacak dersleri özetler. Böylece Müslümanlara, iman, hicret, dayanışma, cihad, savaş, savaş hukuku, anlaşmalar, ganimet, sabır ve sebat, ciddiyet, disiplin, tevekkül gibi konular hakkında talimatlar verilir.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 - Sana ganimetlerin taksimini soruyorlar. De ki: "Onun taksimi Allah'a ve Resulüne aittir.
Onun için siz gerçek mümin iseniz Allah'a karşı gelmekten sakının, birbirinizle aranızı düzeltin, Allah'a ve Resulüne itaat edin.
2 - Gerçek müminler ancak o kimselerdir ki yanlarında Allah zikredilince kalpleri ürperir, kendilerine O'nun âyetleri okununca bu, onların imanlarını artırır ve yalnız Rab'lerine güvenip dayanırlar. [3,135; 39,23; 9,124]
3 - Namazı hakkıyla ifa edip kendilerine nasib ettiğimiz mallardan hayırlı işlerde harcarlar.
4 - İşte gerçek müminler onlardır.
Onlara Rab'lerinin nezdinde, cennette yüksek dereceler, mağfiret ve kıymetli bir nasip vardır.
5-6 - Nitekim pek yerinde ve gerekli bir iş için Rabbin seni evinden çıkardığı zaman da, müminlerden bir kısmı bundan hoşlanmamıştı.
Gerçek apaçık meydana çıktıktan sonra bile, onlar bu hususta seninle münakaşa ediyorlardı;
sanki göz göre göre ölüme sevk ediliyorlardı. [2,216; 3,123]
Yüce Allah ganimetlerin taksimi hakkında hükmü bildirmediği için önce bu hususta tartışma çıkmıştı. O konuda âdil hüküm Allah'a ve Resulullah'a ait olduğu gibi, Allah'ın hakkı ve adaleti gerçekleştirmek üzere Hz. Peygamber (a.s.m.)'ı Bedir gazası için sefere sevk etmesinde de, hüküm Allah'a ait idi.
Söz konusu hak: Yapılması gerekli olan iş, şirk kuvvetleri ile savaşmak, hakkı izhar etmek idi. Allah'ın rızasının müşriklerle savaşarak müstahak oldukları dersi vermekte olduğunu açıkça anlamalarına rağmen bir kısım müminler, Medine'den savaş hazırlığı yapmış olarak çıkmadıklarından savaşa isteksiz idiler.
7-8 - Allah iki topluluktan birine sizi galip kılacağını vaad ettiğinde siz silahsız olan topluluğun (kervanın) sizin olmasını arzu ediyordunuz.
Halbuki Allah ise, emirleriyle hakkı üstün kılmak
ve şirkin kuvvetini yok ederek kâfirlerin ardını kesmek istiyordu ki,
o suçlu müşrik gürûhu hoşlanmasa da, hak olan İslâm'ı yüceltsin, batıl olan şirki de ortadan kaldırsın.
9 - O vakit siz Rabbinizden yardım istiyordunuz.
O da: "Ben size peş peşe gelecek bin melaike ile imdad edeceğim" diye duanızı kabul buyurdu.
Bedir'e çıkarken Hz. Peygamber (a.s.) ashabı ile istişare etti: Hedef Şam'dan gelen Kureyş kervanı mı olsun, yoksa Kureyş ordusu mu?" Ashabın bir kısmı savaş hazırlığı ile çıkmadıklarından kervanı istediler. Peygamberimiz ordu ile karşılaşıp hücum eden düşman kuvvetini kırmak istiyordu. Yüzünde burukluk hasıl oldu. Durumu anlayan Sa'd İbn Ubade, Mikdad, Sa'd İbn Muaz (r.a) gibi zatlar, sonuna kadar fedakârlığa hazır olduklarını bildiren, cesaret verici güzel sözler söylediler. Düşman üç misli askeri ve savaş hazırlığı ile zorlu idi. Efendimiz: "Allah'ım, zafer vâdini gerçekleştir. Bu cemaat helâk olursa artık yeryüzünde Sana ibadet edecek kimse kalmayacak." diye dua etti. Allah te'yidini lütfetti.
10 - Allah bunu, sırf size bir müjde olsun ve bununla kalpleriniz güven duysun diye yaptı.
Yoksa gerçekte yardım ancak Allah'tandır, başkasından değil!
Çünkü Allah, azîzdir, hakîmdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir). [3,140-160; 9,14; 28,43]
11 - Düşman korkusundan gözünüze uyku girmediği için o vakit Allah, inâyeti ile güven ve sükûnet vermek için sizi hafif bir uykuya daldırıyordu.
Sizi temizlemek, şeytanın pisliğini, vesvesesini sizden gidermek,
kalplerinize kuvvet vermek ve savaş meydanında ayaklarınızı sabit kılmak için
gökten üzerinize su indiriyordu. [3,154; 94,5-6; 76,21]
12 - Rabbin meleklere vahyediyordu ki:
"Muhakkak Ben sizinle beraberim,
haydi siz de müminlere sebat ve cesaret verin.
Kâfirlerin kalplerine korku salacağım.
Haydi vurun onların boyunlarına, vurun onların parmaklarına!" [47,4]
13 - Evet böyle! Çünkü onlar Allah'a ve Resulüne karşı çıktılar.
Kim Allah'ın ve Resulünün karşısına çıkarsa bilmeli ki Allah'ın cezası çetindir.
14 - İşte ey kâfirler! Bunu gördünüz ya, şimdi tadın bakalım onu!
Kâfirlere ayrıca bir de cehennem azabı var!
15 - Ey iman edenler! Ordu halinde kâfirlerle savaşmak için karşılaştığınızda, onlara arkanızı dönüp kaçmayın.
16 - Her kim böyle bir günde, -savaş icabı dönüp hücum etmek için bir tarafa çekilmek veya diğer bir birliğe katılmak gibi taktik bir maksat dışında-
düşmana arka çevirirse, Allah'tan bir gazaba uğrar;
onun varacağı yer cehennemdir, o ne kötü bir âkıbettir!
17 - Siz savaşta onları kendi kuvvetinizle öldürmediniz, lâkin Allah öldürdü.
(Ey Resulüm) Attığın vakit sen atmadın, lâkin Allah attı.
Ve bunu, Allah müminleri güzel bir imtihana tâbi tutmak için yaptı. Şüphesiz ki Allah hakkıyla işitir ve bilir. [3,123; 9,25; 2,249]
İki taraf savaşa başlayınca Hz. Peygamber (a.s.) bir avuç çakıl alıp "yüzleri kurusun!" diye düşman tarafına attı. Her müşriğin gözüne bir avuç çakıl girmiş gibi gözleri ile meşgul olmaya başladılar. Orduları bozulmaya başladı. Savaştan sonra "şöyle kestim, böyle vurdum!" diye övünen Müslümanları irşad için bu hatırlatma yapıldı.
18 - İşte Allah size böyle yaptı. Çünkü Allah kâfirlerin tedbirini zayıflatır.
19 - Ey müşrikler! Siz zafer mi istiyordunuz? İşte zafer geldi!
Siz müminlere hücumdan vazgeçerseniz bu, sizin için daha iyi olur;
yok döner yine savaşa başlarsanız, Biz de başlarız!
Askeriniz çok da olsa size hiç fayda vermez, çünkü Allah müminlerle beraberdir.
20 - Ey iman edenler! Allah'a ve Resulüne itaat edin,
Kur'ân'ı ve Resulullah'ın öğütlerini işitip dururken ondan yüzçevirmeyin.
21 - İtaat kulağıyla işitip dinlemedikleri halde, bir de yalan atıp "işittik!" diyenler gibi olmayın.
22 - Çünkü Allah katında yerde gezinen canlıların en kötüsü, o düşünmeyen sağır ve dilsizlerdir. [7,179; 2,171]
23 - Şayet Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi, onlara işittirirdi.
Fakat onlara hak sözü işittirse bile onlar yine yüz çevirir ve döner giderlerdi.
24 - Ey iman edenler! Allah ve Resulü size hayat verecek hakikatlere sizi dâvet ettiğinde ona icabet edin.
Bilin ki Allah insan ile kalbi arasına girer (dilediği takdirde arzusunu gerçekleştirmesini önler)
ve siz dönüp O'nun huzurunda toplanacaksınız.
25 - Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz, hepinize şamil olur.
Biliniz ki Allah'ın cezalandırması şiddetlidir.
26 - Düşünün ki bir zaman siz dünyada az ve zayıf idiniz.
Öyle ki insanların sizi tutup kapacağından endişe ediyordunuz.
Bu halde iken Allah size yer yurt nasib etti, sizi yardımıyla destekledi,
sizi temiz ve helâl şeylerle rızıklandırdı, ta ki şükredesiniz.
27 - Ey iman edenler! Allah'a ve Resulüne hıyanet etmeyin,
bile bile aranızdaki emanetlerinize de hıyanet etmeyin!
28 - Biliniz ki mallarınız ve evlatlarınız, sadece birer imtihan konusudur. Büyük mükâfat ise, âhirette Allah nezdindedir. [64,15; 21,35; 63,9]
29 - Ey iman edenler! Siz Allah'ı sayar haramlardan sakınırsanız,
Allah size hakkı batıldan ayırd edecek bir anlayış kuvveti verir,
sizin günahlarınızı örter, sizi affeder. Allah büyük lütuf sahibidir. [57,28]
30 - Bir vakit de o kâfirler senin elini kolunu bağlayıp
zindana mı atsınlar, yahut öldürsünler mi,
yahut seni ülke dışına mı sürsünler diye birtakım tuzaklar planlıyorlardı.
Onlar tuzak kuradursunlar, Allah da tuzak kuruyordu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.
Allah tuzak kurmaz. Sadece tuzak kuran olursa, tuzağı boşa çıkarması anlamında, müşakele babından, bu fiil O'na isnad edilir. Müşakele: Muhatabın lafzını kullanarak, farklı bir mâna kasdetmektir. Mesela itaatsizlik edip sırıtan çocuğuna babası: "Sen gül bakalım, ben de sana gülerim!" derken, babanın gülmesi gibi. Müşakele üslubunda olmaksızın Allah Teâlâ hakkında tuzak, istihza, hud'a vb. kavramları kullanmak caiz değildir.
31 - Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman:
"Artık anladık! Biliyoruz! Dilesek bunun benzerini biz de söyleyebiliriz. Bu, önceden geçmiş insanların masallarından başka bir şey değildir!" derler. [25,5-6]
32 - Hani bir zaman da onlar: "Ya Rabbi, eğer bu Kur'ân senin tarafından gelmiş hak bir kitap ise
hemen üzerimize gökten taş yağdır yahut bize acı bir azap ver!" demişlerdi.
33 - Halbuki sen onların aralarında bulunduğun müddetçe Allah onları azaba uğratmaz; eğer onlar istiğfar ederlerse Allah bu takdirde de onlara azab etmez. [29,53; 38,16; 70,1-3; 26,87]
Burada "azaba uğratmaktan" maksat, onları kökten imha edecek bir azap gönderilmesidir. Hz. Peygamber (a.s.) aralarında iken, Allah Teâlâ böyle bir azap göndermeyeceğini bildiriyor.
İstiğfardan maksat ise: ya müşriklerle aynı memlekette kalan müminlerin istiğfarları, yahut kendilerinin Allah'tan mağfiret dilemeleridir.
34 - Allah ne diye onları cezalandırmasın ki
onlar kendileri Mescid-i Haramı yönetmeye layık olmadıkları halde,
üstelik orayı ziyaret etmek isteyen müminleri de geri çeviriyorlar?
Oranın hizmet ve yönetimine asıl ehil olanlar, Allah'ı sayıp O'na şerik koşmaktan sakınanlardır. Fakat onların çoğu bunu bilmezler.
35 - Onların Mescid-i Haramdaki duaları ise ıslık çalıp el çırpmaktan başka bir şey değil!
Öyleyse küfür ve küfranınızdan dolayı tadın bakalım azabı! [48,25]
Müşrikler, Hz. İbrâhim (a.s.)'ın dininin aslını değiştirdikleri gibi, hac ibadetini de değiştirmişlerdi. Erkek kadın, açık saçık el ele tutuşur, Kâbe'nin etrafında dolaşırlar, ıslık çalıp el çırparlardı. Hele Peygamberimiz Kâbe'ye geldiğinde, ona tepkinin ifadesi olarak bu gösterilerini daha da artırırlardı. Bunu bir ibadet havası içinde yaparlardı.
36 - Kâfirler, insanları Allah yolundan uzaklaştırmak için mallarını harcıyorlar.
Daha da harcayacaklar!
Ama gayelerine ulaşamayacaklarından bu, onlara yürek acısı olacak,
sonra da mağlup edilecekler.
İnkârlarında ısrar edenler toplanıp cehenneme sevk edilecekler.
37 - Ta ki Allah murdarı temizden ayırsın ve murdarları birbiri üzerine bindirip hepsini bir araya yığsın
ve topunu birden cehenneme doldursun. İşte her şeylerini kaybedenler bunlardır. [10,28; 30,14; 36,59]
38 - Ey Resulüm! O kâfirlere de ki: "Eğer Peygambere düşmanlıktan vazgeçip İslâm'a girerlerse daha önceki suçları bağışlanacak.
Yok eğer dönüp tekrar düşmanlığa başlayacak olurlarsa, zaten emsallerinin başlarına gelen haller gözlerinin önünde!"
39 - Dünyada fitne kalmayıp din, tamamen Allah'a ait oluncaya kadar onlarla savaşın.
Eğer fitneden vazgeçerlerse, onları bırakın.
Allah zaten onların yaptıklarını hakkıyla görmektedir. [2,193; 9,5-11]
Burada genel tefsire göre "fitne" şirk, "din" ise itaat ve kulluktur.
Fitne'nin tefsiri için Bakara, 191 âyetine bkz.
40 - Yok eğer yüz çevirirlerse biliniz ki Allah sizin Mevla'nız! O ne güzel mevlâ, ne güzel yardımcıdır!
41 - Bir de malumunuz olsun ki savaşta elde ettiğiniz ganimetin beşte biri Allah'ındır. Yani Resulullâha, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara (gariplere) aittir.
Eğer Allah'a ve iki ordunun karşılaştığı,
hak ile batılın iyice açığa çıktığı o Bedir günü kulumuza indirdiğimiz âyetlere iman ediyorsanız,
bu hükmü böylece kabul edeceksiniz. Allah her şeye kadirdir. [3,161; 59,6-10] {KM, Tekvin 34,25-29; Tesniye 13,17; 20,10-14}
Ganimetin beşte biri Allah yolunda harcanmak üzere ayrılır, beşte dördü ise gazilere dağıtılır. Beşte birlik kısım ise, bu âyette açıklanan beş gruba taksim edilir. Bu konudaki içtihatların ayrıntıları, fıkıh kitaplarında yer alır. Peygamberimizin hissesini muhtaçlara dağıttığı bilinmektedir.
Hz. Peygamber (a.s.)'ın zekât alması haram olan yakın akrabalarına ganimetten pay verilmekle durum dengelenmektedir.
42 - Hani Bedir savaşı günü ey Müslümanlar, Siz vadinin yakın kenarında idiniz, onlar da uzak tarafında idiler!
Kervan ise sizden daha aşağıda (deniz sahilinde) idi.
Eğer sözleşmiş olsaydınız dahi, sözleştiğiniz vakitte öyle buluşamazdınız.
Fakat Allah, takdir ettiği bir işi yerine getirmek için, sizi böyle buluşturdu ki
helâk olan, bir delile göre helâk olsun, yaşayan da bir delile göre yaşasın.
Çünkü Allah her şeyi hakkıyla işitir ve bilir. [6,122]
43 - O vakit Allah sana müşrik askerlerini rüyanda az göstermişti.
Eğer onları çok gösterseydi paniğe kapılır, emir ve kumanda konusunda ihtilâfa düşerdiniz.
Fakat Allah sizi bundan kurtardı. Çünkü O bütün sinelerin gizlediklerini pek iyi bilir.
44 - Karşılaştığınız zaman Allah sizin gözlerinizde onları az gösteriyor,
sizi de onlara az gösteriyordu ki
Allah takdir ettiği işi yerine getirsin.
Bütün işler sonuçta Allah'a raci olur (nihaî karar ve yürütme O'na aittir.) [3,13]
45 - Ey iman edenler! Savaş esnasında karşı karşıya geldiğiniz düşman birliğine karşı dayanın,
sebat edin ve Allah'ı çok zikredin ki felah bulasınız.
Ashab-ı Kiram (r.a.) ve Selef-i Salihin Allah'ı zikretmeyi en zor şartlarda ve harp meydanlarında bile terk etmezlerdi. Hatta onlar cihada giderken öyle yüksek sesle Allah'ı anıyorlardı ki gönülleri zikir ile heyecanlanıyor, ruhları cennet iştiyakıyla köpürüyordu. Gürül gürül Kur'an okuyor, yüksek sesle Allah'ı zikrediyorlardı. Öyle ki bazan Hz. Peygamber (sas) onlara: "O kadar fazla yüksek sese hacet yok, biraz kendinize acıyın!" mealinde tavsiyede bulunma ihtiyacı hissederdi.
46 - Allah'a ve Resulüne itaat edin, sakın birbirinizle ihtilaf etmeyin; sonra korkuya kapılıp za'fa düşersiniz, rüzgârınız (kuvvetiniz) gider.
Bir de tam mânasıyla sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.
Bu âyet, müminler arasında ihtilâf ve tefrikanın pek büyük bir zarar olduğunu, ehl-i hakkın ittifaklarının ise tevfik-i ilahînin, yani Allah'ın muvaffakiyet vermesinin başlıca vesilesi olduğunu bildirmektedir.
47 - Memleketlerinden çalım satarak, halka gösteriş yaparak savaşa çıkan
ve Allah yolundan insanları uzaklaştıranlar gibi olmayın.
Allah onların bütün yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.
Ne yaptılar, ne yapmadılarsa Allah hepsini ilmiyle ve kudretiyle kuşatmıştır. Onların iyi veya kötü hiçbir işleri yoktur ki O'na ulaşmasın, O'nun hakimiyeti alanına girmesin, taltif veya cezasına sebep olmasın.
48 - Hani şeytan onlara yaptıkları işi güzel gösterip şöyle demişti:
"Bugün insanlardan size galip gelecek kimse yoktur. Ben de yanınızdayım!"
Fakat iki ordu birbirini görecek hale gelip karşılaşınca gerisin geri dönüverdi ve:
"Ben, dedi, sizden uzağım, ben sizin göremediğiniz şeyleri görüyorum, ben Allah'tan korkarım. Öyle ya, Allah'ın azabı çok şiddetlidir." [59,16; 14,22]
49 - O zaman münafıklar ve kalplerinde şüphe bulunanlar diyorlardı ki: "Bu Müslümanları dinleri aldatmış, (çünkü kendilerinden çok üstün bir ordu ile savaşa girişiyorlar.)"
Halbuki kim Allah'a güvenip dayanırsa Allah ona yeter. Şüphe yok ki Allah azîzdir, hakîmdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
50 - Melekler o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vurarak "Tadın bakalım cayır cayır yanmanın acısını!" diyerek canlarını alırken bir görmeliydin! [6,93]
51 - "İşte bu, sizin ellerinizin işleyip öne sürdüğü işlerin karşılığıdır; yoksa Allah asla kullarına zulmetmez."
52 - Bunların gidişi, tıpkı Firavun hanedanının ve onlardan öncekilerin tutumu gibi oldu:
Allah'ın âyetlerini inkâr ettiler, Allah da günahları sebebiyle onları bastırıverdi.
Çünkü Allah pek kuvvetli, azabı da çok şiddetlidir. {KM, Çıkış 14. bölüm}
53 - Bu cezanın sebebi şudur: Bir millet kendilerinde bulunan güzel ahlâk ve meziyetleri değiştirmedikçe Allah da onlara verdiği nimeti, güzel durumu değiştirmez.
Bir de şundan ki: Allah her şeyi hakkıyla işitir ve bilir (dolayısıyla herkese lâyık olduğunu verir).
54 - Evet, tıpkı Firavun hanedanının ve onlardan öncekilerin tutumu gibi:
Rab'lerinin âyetlerini yalan saydılar. Biz de günahları sebebiyle onları imha ettik.
Firavun ve beraberindekileri de denizde boğduk.
Doğrusu, bunların hepsi de zalim idiler.
55 - Allah indinde bütün canlı mahlûkat içinde en kötü olanlar, inkârcılıkta ısrar edenlerdir ki onlar imana gelmezler.
56 - Onlar kendileriyle anlaşma yaptığında hiç çekinmeden her defasında anlaşmayı bozan kimselerdir.
57 - Onları savaşta ele geçirirsen, kendilerine öyle bir muamele yap ki
onların arkasındaki bütün öbür düşmanlara da ibret olsun da, akıllarını başlarına alsınlar.
Hz. Peygamber (a.s.) Benî Kurayza Yahudileri ile bir sözleşme yapmıştı. Müslümanlar aleyhinde hiç kimseye destek vermemeyi kabul etmişlerdi. Buna rağmen Bedir savaşında Mekke müşriklerine silah yardımı yaptılar. Başkanları Kâb b. Eşref Mekke'ye gidip orada müşriklerle bir ittifak gerçekleştirdi. Benî Kaynuka Yahudileri de sözleşmeye rağmen, kendi bölgelerine gelen bazı Müslüman kadınları rahatsız edip Hz. Peygamberce ikaz edildiklerinde küstahça cevap verdiler. Âyet bu ortamda indirildi.
58 - Seninle sözleşme yapan bir millette sözleşmeye aykırı bir hainlik alameti tesbit edersen, savaş açmadan önce anlaşmanın artık geçersiz kaldığını ilan et ki bunu bilme hususunda iki taraf da eşit olsun.
Çünkü Allah hainleri asla sevmez.
Bu âyet İslâm'ın uluslararası ilişkilerde çok önemli bir prensibini vermektedir. Herhangi bir tarafla anlaşma yapan kimse, süre bitinceye kadar anlaşmaya bağlı kalacaktır. Eğer ahdi bozmak için sebepler ortaya çıkmışsa, anlaşma ancak karşı tarafa haber verdikten sonra bozulabilir. Halbuki Cahiliye döneminde, karşı tarafa haber vermeden tek taraflı bozma olduğu gibi 20. asırda da bunun çok örneği vardır. Mesela İkinci Dünya savaşında Almanya bir açıklama yapmadan Rusya'ya saldırmış. Aynı şekilde İngiltere ve Rusya İran'a karşı askeri harekâta başlamışlardı.
59 - İnkâr edenler, öne geçtiklerini hiç zannetmesinler. Onlar elimizden kurtulamazlar.
60 - Düşmanlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın.
Savaş atları yetiştirin ki bu hazırlıkla Allah'ın düşmanlarını, sizin düşmanlarınızı
ve onların ötesinde sizin bilemeyip de, ancak Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutup yıldırasınız.
Allah yolunda her ne harcarsanız, onun karşılığı size eksiksiz ödenir, size asla haksızlık yapılmaz. [29,4; 24,57; 3,196-197; 9,101; 2,261]
Burada kuvvet kavramı son derecede kapsamlı bırakılmıştır. Maksat, düşmana karşı üstünlük vesilesi olacak her türlü hazırlıktır. Âyet, daha sonra, Kur'ân'ın indiği ortamda en önemli savaş vasıtalarından olan at yetiştirmeyi misal vermektedir.
61 - Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah'a güven. Çünkü Allah semîdir, alîmdir (her şeyi hakkıyla işitir ve bilir). [4,90; 47,35]
62-63 - Eğer birtakım hilelerle seni aldatmak isterlerse, hiç endişe etme. Allah sana yeter.
O'dur ki seni yardımıyla ve bir de müminlerle destekledi.
Müminlerin kalplerini birbirine ısındırıp bir araya getirdi.
Şayet sen dünyada bulunan her şeyi sarf etseydin bile yine de onların kalplerini birleştiremezdin, fakat Allah onları birleştirdi. Çünkü O azizdir, hakîmdir (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir). [3, 103]
Bu âyet-i kerime, aralarında düşmanlık olan, birbirlerinin kanlarını akıtan çeşitli kabilelerin, İslâm sayesinde kaynaşmalarına işaret etmektedir. Allah'ın bu lütfunun en bariz örneklerinden biri, 120 yıl öncesinden beri sürekli olarak birbirini kırıp geçiren, hatta âyetin inişinden daha birkaç sene önce Buâs savaşını yapan Evs ve Hazrec kabilelerinin birbirleriyle kardeş haline gelmesidir.
64 - Ey Peygamber! Allah sana ve sana tabi olan müminlere yeter.
65 - Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et.
Eğer sizden tam sabırlı yirmi kişi olursa, iki yüz kişiye galip gelir
ve eğer siz müminlerden yüz kişi olursa, kâfirlerden bin kişiyi mağlup eder;
çünkü o kâfirler gerçeği ve âkıbeti anlamayan bir güruhtur. {KM, Levililer 26,8}
66 - Ama şimdi Allah yükünüzü hafifletti, çünkü sizde savaşma konusunda bir zayıflık olduğunu müşahede etti.
O halde sizden sabırlı yüz kişi, Allah'ın izniyle onlardan iki yüz kâfire üstün gelir
ve eğer sizden bin kişi olursa, onlardan iki bin kişiye galip gelir.
Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.
67 - Bir Peygamberin, dünyada zafer kazanıp küfrü zelil kılmadıkça,
esirler edinip onları fidye karşılığında serbest bırakması uygun düşmez.
Siz dünya metâını istiyorsunuz. Allah ise âhireti kazanmanızı istiyor.
Allah azizdir, hakîmdir (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir). [47,4]
Âyetin ikinci cümlesindeki "Siz dünya metâını istiyorsunuz" hitabı, ashab-ı kiramadır.
Bedir gazvesine kadar ganimet, peygamberler için helâl değildi. Hz. Peygamber (a.s.) ashabı ile yaptığı istişare sonucunda onların ekserisinin görüşüne uyarak ve müsamaha tarafını tercih ederek, fidye almak suretiyle esirleri salıverdi. Öldürülmelerini bekleyen o esirlere fidye teklifi fidye ile canlarını kurtarma teklifi büyük bir iyilik idi. Ayrıca Medine'de okuma yazma oranı çok düşüktü. Müslümanların öğrenime herkesten çok ihtiyaçları vardı. Yazı bilen esirlerin herbirinin on müslümana öğretmesi, hem müslümanlar için hem de esirler için güzel bir netice doğurdu. Aslında Peygamberimizin bu içtihadında isabetsizlik yoktu. O içtihadında güzele ulaşmıştı. Ama Allah Teala o en güzel kuluna güzeli değil, evlayı (en güzeli) yakıştırdığı için onu ikaz buyurdu. Bu âyet-i kerime, önce içtihadında evlayı bulamadığına işaret ettikten sonra, Hz. Peygamberin yüce makamını belirtmek üzere, bundan böyle onun bu içtihadını esas kural haline getirmiştir.
Bu âyet, Bedir gazvesinde alınan esirlerden fidye alınıp salıverilmelerinden sonra indirildi. Âyet-i kerime yapılan işin isabetsiz olduğunu bildirerek başlıyor. Hemen arkasından 69. âyet o uygulamayı kabul edip, bundan dolayı gönülleri ferahlatarak şüpheye yer bırakmıyor. Hatta isabetsiz olduğu bildirilen bu uygulama, bundan böyle, benzeri durumlarda bir kural haline getiriliyor. Kur'ân Hz. Peygamber (a.s.)'ın sözü olsaydı, bu sözün baş tarafını söyleyen biri olarak, sonunu da söylemesi tasavvur edilemezdi. Zira aynı anda iki zıt rûhî durum mümkün değildir. İkinci ruh hâli galip geldiği takdirde, zaten hatalı olan öncekini silmiş olması gerekirdi. Artık kendisini küçük düşürecek olan o isabetsizliği zikretmezdi. Psikoloji bilginleri, burada iki ayrı şahsiyet bulunduğunu ve sözün şöyle diyen bir hâkim'e ait olduğunu söylerler: "Yaptığın iş pek doğru değil, bununla beraber seni affettim, bu hususta sana izin verdim, artık böyle yapabilirsin."
68 - Eğer (içtihad neticesi verilen hükümlerden ötürü azap etmeyeceğine veya ganimetleri helâl kılacağına dair) Allah'ın Levh-i Mahfuzda yazdığı daha önceki bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı size büyük bir azap dokunurdu. {KM, Tesniye 20,10-14; 13,13-18}
69 - (Ama bundan böyle fidyeyi ve ganimeti size mübah kıldım) artık aldığınız ganimetleri helâl ve hoş olarak yeyin. Allah'a karşı gelmekten sakının. Gerçekten Allah gafurdur, rahîmdir (affı, merhamet ve ihsanı boldur).
70 - Ey Peygamber! Ellerinizdeki esirlere de ki:
"Eğer Allah sizin kalplerinizde hayır yani iyi niyet, iman ve ihlâs istidadı bulursa,
sizden alınan fidyelerden daha hayırlısını size verir ve günahlarınızı bağışlar.
Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir (affı, merhamet ve ihsanı boldur).
Peygamberimizin amcası Hz. Abbas, Bedir savaşında esir edilmiş, hürriyetine kavuşmak için hem kendisinin, hem de yeğenleri Akîl ile Nevfel'in fidyelerini vermesi istenmişti. O da imkânı olmadığını ifade etmişti. Oysa Mekke ordusunun iaşesini üstüne alan Kureyşli on zenginden biri idi ve harcama sırası kendisine gelmeden savaş sonuçlanmıştı. Peygamberimiz bu maksatla harcayacağı parayı kendisine bırakmayacağını ifade etti. O: "Geri kalan ömrüm boyunca Kureyşin eline mi bakayım?" diye acındırmak isteyince Peygamberimiz: "Savaşa çıkarken hanımın Ümmü'l-Fadl'a teslim ettiğin altınlar var." deyince hiç kimsenin bilmediği bu olay karşısında mûcizeyi görmüş ve Peygamberimizin risaletini içinden kabul etmişti.
Sonra serveti iyice artmış olan Hz. Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Allah'ın, alınandan daha fazlasını verme vâdi gerçekleşti. Umarım affı da gerçekleşir."
71 - Eğer sana hıyanet etmek isterlerse unutmasınlar ki
daha önce de onlar Allah'a hıyanet etmişlerdi de, Allah onlara karşı sana imkân ve kudret vermişti,
onları senin eline düşürmüştü. Allah alîmdir, hakîmdir (her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
72 - İman edip Allah yolunda hicret edenler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenlerle onları barındıran ve onlara yardım eden Ensar var ya,
işte bunlar birbirlerinin velileridir (malda da birbirlerinin vârisidirler).
İman edip de hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret etmedikçe, sizin için mirasda onlara hiçbir velayet yoktur.
Bununla beraber eğer din hususunda sizden yardım isterlerse
sizinle aralarında sözleşme bulunan bir topluluk aleyhine olmamak şartıyla,
onlara yardım etmeniz gerekir. Allah bütün yaptıklarınızı görmektedir. [9,100-117; 59,8-9]
Müminlerin Medine'ye 622'de hicret etmelerinin hemen akabinde, Muhacirlerle Ensar arasında Hz. Peygamber (a.s.) kardeşleştirme (muahat) gerçekleştirmişti. Birbirlerine vâris oluyorlardı. Bazı tefsirlere göre, daha sonra indirilen 75. âyet bu kardeşliğin, mirasla ilgili hükümlerini kaldırarak bundan böyle müminler arasında mirasın, yalnız akrabalar arasında geçerli olacağını bildirmektedir.
73 - Dini inkâr edenler birbirlerine sahip çıkarlar. Eğer siz birbirinize yardımcı olmazsanız,
dünyada fitne kopar, müthiş bir bozukluk, bir fesat ortaya çıkar.
74 - İman edip hicret edenler, Allah yolunda cihad edenlerle onlara kucak açıp yardım eden Ensar var ya,
İşte gerçek müminler bunlardır.
Bunlara bir mağfiret, pek değerli bir nasip vardır.
75 - Bunlardan sonra iman edip hicret edenler, sizinle beraber cihad edenler var ya, işte onlar da sizdendir.
Allah'ın hükmüne göre, akrabalık yönünden yakınlıkları olanlar, birbirlerine vâris olmaya daha lâyıktırlar. Muhakkak ki Allah her şeyi hakkıyla bilir. [9,100; 33,6; 59,10]
 
enam suresi meali


Mekke'de nâzil olmuş olup, 165 âyettir. 136-138. âyetlerde geçen en'âm kelimesi vesilesi ile bu isim verilmiştir. En'âm: İnek, deve, koyun, keçi gibi hayvanların genel adıdır. Böylece bu hayvanlarla alakalı hurafeleri ortadan kaldırmak hedeflenmiş olabilir. Bakara sûresi, Kur'ân'ın uzunca bir özeti olup, usûl ve fürûunu en fazla içeren sûredir. Âl-i İmran, Nisa ve Mâide sûreleri Ehl-i kitapla ilgili her türlü meseleyi tafsilatlı olarak ele alırlar. Bakara sûresi Yahudilerin iddialarını çürütmeye özellikle ağırlık verirken Âl-i İmran sûresi, ilk yarısında Hıristiyanların iddialarını iptale daha fazla yer verir. Nisa sûresinin son kısmı Hıristiyanlara karşı deliller ihtiva eder ve sûre boyunca da Bakara sûresinde özet halinde kalan münafıkların iç yüzlerini açıklar. Peşinden gelen Mâide sûresi, Yahudi ve Hıristiyanların bazı münferit iddialarını çürütür. Böylece ilk dört uzun sûrede Ehl-i kitapla ilgili meseleler ele alınıp onları izleyen En'âm sûresinde her türlü kâfir ve müşriklerin iddiaları iptal edilir. En'âm sûresi bizzat tevhide, peşinden gelen A'raf sûresi ise tevhid tarihine ağırlık verir. En'âm sûresi, Bakara sûresinde kısa kısa ele alınan ulûhiyyet, nübüvvet ve meâd (âhiret) gibi akaid esaslarını beyan eder. Nisâ ve Mâide sûrelerindeki ahkâma, Enfal ve Tövbe sûreleri cihad, münafıklar ve devletler hukuku ile ilgili hükümleri ilâve ederler. Böylece Kur'ân'ın üçte biri, böyle bir bütünlük arz ederek tamamlanır.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 - Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'ın hakkıdır. Bir de kâfirler kalkmışlar, birtakım putları Rab'lerine eşit sayıyorlar!
Kur'ân'ın birçok âyetinde semâvat ve'l-ard (gökler ve yer) birlikte ve bu sıra ile geçer. Semâ: meleklerin mekânı, duaların kıblesi, temiz ruhların yükseldiği yer ve küresel yapısı ile yerküreyi her tarafından kuşatması, orada Allah'a hiç isyan edilmemesi, cennetin orada bulunması itibariyle ön sırada yer alır. Fakat arz tek başına ve küçük cirmiyle "göklere" denk tutulur. Bu da, Allah Teâlânın dünyaya yerleştirdiği zengin muhtevanın önemini gösterir. Peygamberlerin ve özellikle Hz. Muhammed (aleyhimüsselâm)'ın burada zuhuru göklere denk tutulması için yeterli bir sebep değil midir? O bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiş değil midir! [21,107]
2 - O, sizi bir çamurdan yaratan, sonra size bir ecel, bir ömür süresi tayin edendir. Bir de O'nun nezdinde muayyen bir ecel vardır.
Sonra, bir de kalkmış şüphe ediyorsunuz!
Cenab-ı Allah ilk insan Hz. Âdem (a.s.)'ı, çamurdan yarattığı gibi, her bir insanı da çamurdan süzülmüş bir hülasadan yaratır. Zira sperma ile yumurta kandan, kan gıdalardan, gıdalar hayvanî ve nebatî maddelerden, bunlar da topraktan gelir.
3 - Oysa ki göklerde de, yerde de gerçek İlah ancak O'dur. O sizin gizlinizi de bilir, açığa vurduğunuzu da. O, hayır ve şer olarak elde edeceğiniz şeyleri de bilir.
4 - Böyle iken, Rab'lerinden onlara ne zaman bir âyet geldiyse mutlaka ondan yüz çevirirler.
5 - Hakikat kendilerine gelince onu yalan saydılar, alay ettiler; fakat alay ettikleri şeyin haberlerini, onunla alay etmenin ne demek olduğunu yakında öğrenirler!
6 - Kendilerinden önce nice nesilleri imha ettiğimizi görmediler mi? Biz onlara, size vermediğimiz imkânları vermiş, gökten üstlerine bol bol yağmur göndermiş, ayaklarının altından ırmaklar akıtmıştık.
Fakat günahlarından ötürü onları imha ettik ve onların peşinden başka bir nesil yarattık.
7 - Eğer sana kağıda yazılı olarak bir kitap indirmiş olsaydık, kendileri de elleriyle onu tutmuş bulunsalardı o kâfirliklerinde inad eder, yine de: "Bu besbelli bir büyüden başka bir şey değil!" derlerdi. [15,14-15; 52,44]
8 - Bir de: "Ona "bizim de görebileceğimiz bir melek gönderilmeli değil miydi?" dediler. Eğer Biz bir melek gönderseydik elbette iş bitirilmiş olur, sonra kendilerine göz bile açtırılmazdı. [25,22; 15,8]
9 - Şayet o elçiyi melek kılsaydık, yine onu bir adam şeklinde gösterir de düştükleri şüpheye onları yine düşürmüş olurduk. [17,95; 9,128; 3,164]
Beşeriyetin büyük bir kısmının sapması, kendi hemcinslerinden peygamberleri kabul etmemelerinden ileri gelmiştir. Onlara kalsa, otorite sağlamak, bağlanmak için mutlaka insanüstü, tanrısal bir güç olması gerekir. Bu zihniyet hak peygamberlerin öğrettiklerini bile şirkle bulaştırmıştır. Budizm, Hinduizm, Zerdüşt dini, muhtemelen peygamber tebliğleri etrafında oluşmuş büyük dinlerdi. Onlardan daha yakın dönemdeki Hıristiyanlığın bile, Hz. İsa gibi bir peygamberi, Tanrının oğluna dönüştürmesi, bu ihtimali kuvvetlendirmektedir.
Allah, Hz. Muhammed (a.s.)'ın evrensel ve ebedî risâleti ile beşeriyeti eğitmek ve onlara en mâkul ve yaratılışlarına en uygun bu sade gerçeği benimsetmek istiyor. Sade, güzel, fıtrî gerçek şudur: Kâinatı yaratan Allah'ın insanlık hakkındaki buyruklarını ulaştırmasının en mâkul yolu, insanların içlerinden seçtiği mükemmel elçilere mesajlarını vahiy yolu ile bildirmesidir. İlâhî terbiye ile en güzel nûmune mertebesine yükselen, Allah'ın kitabını tebliğ, tebyin ve tatbik eden (ulaştıran, açıklayan ve uygulayan) o Peygamber ve bir harfi bile değişmeden Hakkın hücceti olarak ortada olan Kur'ân: Allah'ı, Peygamberi, insanı, hayatı, aklı, evreni, dünyayı âhireti her şeyi yerli yerine koymuştur.
10 - Senden önce de nice peygamberlerle alay edilmişti. Fakat alay ettikleri gerçek, o maskaralık edenlerin üzerine inip her taraflarından sararak mahvetti.
11 - De ki: "Dünyayı gezin dolaşın, sonra da peygamberlere "yalancı" diyenlerin âkıbetlerinin nice olduğunu bir düşünün."
12-13 - De ki: "Göklerde ve yerde olanlar kimindir?" "Allah'ındır" de. O, rahmet etmeyi Kendisine ilke edinmiştir.
O, geleceğinde hiçbir şüphe olmayan kıyamet günü sizi bir araya toplayacaktır.
Kendilerini en büyük ziyana uğratanlardır ki iman etmezler. Halbuki gecede ve gündüzde barınan her şey O'nundur. O her şeyi işitir ve bilir.
Yüce ve merhametli Yaradan, sırf kendi iradesi ile rahmet ve merhametle muamele etmeyi, Zatına bir yasa edindiğini beyan buyuruyor.
"Allah, yaratıkları var etmeyi dilediğinde, Kendi nezdinde Arş üzerine koyduğu bir fermanında: Benim merhametim gazabımdan ileridir." diye yazmıştır" (hadis-i şerif).
Bir başka hadiste, Allah'ın yüz rahmet yaratıp, bir bölümünü dünyaya bıraktığı, bütün yaratıklardaki şefkatin bunun eseri olduğu, âhirette ise kalan 99 rahmeti ile takviye edilmiş olarak bu rahmet ile muamele buyuracağı bildirilir.
14 - De ki: "Gökleri, yeri yaratan, beslenmeyip besleyen Allah'tan başkasını mı Tanrı edinecek mişim?" "Doğrusu, bana, Allah'a iman ve itaat edenlerin ilki olmam emredildi" de, ve "sakın müşriklerden olma!" buyuruldu. [39,64]
15 - De ki: "Ben Rabbime isyan etmem halinde, ileride gelecek büyük bir günün azabından korkarım."
16 - O gün her kim azaptan uzak tutulursa, muhakkak ki Allah ona merhamet etmiştir. İşte asıl başarı, asıl mutluluk budur. [3,185]
17 - Eğer Allah sana bir sıkıntı verirse O'ndan başkası onu gideremez. Sana bir hayır ve nimet verirse... Zaten O her şeye olduğu gibi, buna da elbette kadirdir. [35,2]
18 - O, kullarının üstünde hükmünü yürüten mutlak hükümrandır, her işi tam hikmetle yapar ve her şeyden haberdardır.
19 - De ki: "Şahit olarak hangi şey daha büyüktür?" "De ki: "Allah! Benimle sizin aranızda O, şahit olarak yeter.
Şu Kur'ân bana sizi ve kendisine ulaşan herkesi uyarmam için vahyolundu."
Allah ile beraber başka tanrılar bulunduğuna gerçekten siz mi şahitlik ediyorsunuz?" Ben asla buna şehadet etmem!" de ve şu hakikati vurgula: "O, ancak tek İlâhtır, başka Tanrı yoktur. Sizin şirkinizle de, şeriklerinizle de benim hiç bir ilişiğim yoktur." [11,17]
Hz. Peygamberin risaletinin asıl ve en büyük şahidi Allah'tır. O'nun şahitliği: Ona mûcizeli bir ferman olan Kur'ân'ı vermesi, daha önceki semavî kitaplarda geleceğini haber vermesi, bazı mûcizelerle desteklemesi, kâinatı onun dâvetinin esası olan vahdaniyetin (Allah'ın var ve bir olmasının) delilleri ile doldurması, insanın yaratılışına bir Allah'a ve ebedî hayata inanma duygusunu koyması tarzlarında olmaktadır.
20 - Kendilerine kitap verdiğimiz ümmetlerin bilginleri o Peygamberi, kendi öz evlatlarını tanıdıkları gibi tanırlar.
Ama kendilerine acımayıp kendi kendilerini en büyük hüsrana uğratanlardır ki iman etmezler. [3,81; 26,196; 61,6]
Yahudi ve Hıristiyanlar kutsal kitaplarında Hz. Muhammed (a.s.)'ın geleceğini müjdeleyen bilgilere sahiptiler. Ölçüleri kullanan Abdullah b. Selâm gibi bir Yahudi bilgini: "Ben Peygamberi oğlumu tanıdığımdan daha iyi tanırım. Zira ben Muhammed'in nebî olduğunda şüphe edemem, çocuğuma gelince, ne bileyim, belki de annesi ihanet etmiş olabilir." demiştir. Bu kitaplardaki bilgiler, tahriften sonra bile mevcut olup, bu konuya tahsis edilen kitaplarda yer almaktadır.
21 - Allah adına yalan uydurandan veya O'nun âyetlerini yalan sayandan daha zalim kim olabilir ki? Şu muhakkak ki o zalimler felâh bulamayacak, muratlarına eremeyeceklerdir.
22 - Gün gelecek, hepsini bir yere toplayıp sonra o müşriklere: "Nerede Allah'ın ortağı olduğunu iddia ettiğiniz tanrılarınız?" diye soracağız.
23 - Sonra onların şirklerinin vardığı son nokta, (sığınacakları tek yalancı özrü) "Rabbimiz Allah hakkı için, vallahi biz müşrik değildik!" demekten ibaret olacaktır.
24 - İşte bak, nasıl da kendi vicdanlarına karşı yalan söylediler! Uydurdukları o tanrılar da kendilerinden uzaklaşıp ortada görünmez oldular.
25 - Onlardan seni Kur'ân okurken dinleyenler de vardır. Fakat Biz onu lâyık olduğu şekilde anlamalarına mani olmak için, onların kalplerine kat kat örtüler gerdik. Kulaklarının içine de, gereği gibi işitmelerini engelleyen ağırlıklar koyduk.
Artık onlar her türlü mûcize ve belgeyi de görseler yine iman etmezler. O kadar ki yanına geldikleri zaman seninle münakaşaya girişerek "Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir." derler. [17,46; 18,57; 31,7] [KM, İşaya 6,10; Matta 13,13]
26 - Onlar hem halkı Kur'ân'dan ve Peygamberden uzaklaştırırlar, hem de kendileri ondan geri dururlar.
Böylece yalnız kendilerini mahvederler de farkına varmazlar.
27 - Onlar ateşin karşısında durdurulup da "Ah n'olurdu, dünyaya bir geri döndürülsek de Rabbimizin âyetlerini inkâr etmesek, müminlerden olsak!" dedikleri zaman bir görsen, neler olacak neler!
28-29 - Hayır! Öteden beri gizledikleri utandırıcı çirkin halleri, münafıklıkları yüzlerine vuruldu da ondan böyle söylüyorlar.
Yoksa geri gönderilseler bile, yine kendilerine yasaklanan kötülükleri yapmaya dönecek ve diyeceklerdi ki: "Hayat, sırf dünya hayatımızdan ibaret! Biz bir daha diriltilecek de değiliz!" Onlar, hiç şüphesiz yalancıdırlar.
30 - Hem onları Rab'lerinin huzuruna getirilip hesap meydanında durduruldukları zaman bir görsen! Hak Teâlâ: "Nasıl, diyecek, şu gördüğünüz diriliş gerçek değil miymiş?" Onlar da: "Evet, Rabbimiz hakkı için gerçekmiş!" diyecekler.
Allah Teâlâ buyuracak: "Öyle ise, kâfirliğinizden ötürü şimdi tadın azabı!"
31 - Allah'a kavuşmayı yalan sayanlar, gerçekten en büyük hüsrana uğramışlardır.
Nihayet kıyamet saati kendilerini bastırıverince onlar, günah yüklerini sırtlarına yüklenerek: "Eyvah! Dünyada terk edip yapmadığımız iyiliklerden dolayı yazıklar olsun bize!" diyecekler. Dikkat edin: Ne fena yükler ***ürüyorlar!
32 - Dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan başka bir şey değildir. Âhiret yurdu ise, fenalıklardan sakınanlar için daha hayırlıdır, halâ akıllanmayacak mısınız? [29,64; 47,36]
33 - Ey Resulüm! Onların söylediklerinin seni üzeceğini elbette pek iyi biliyoruz.
Doğrusu onlar seni yalancı saymıyorlar; fakat o zalimler, bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar. [35,8; 26,3] {KM, Hezekiel 3,7}
Bu âyet, Allah Teâlânın Hz. Peygamber efendimize verdiği yüce makama delalet eden yerlerden biridir. Zira ona hitaben: "Üzülme! Onlar senin yalan söylediğini iddia etmiyorlar. Onlar Allah'ın âyetlerini yalan sayıyorlar" buyurarak onu sıkıntıdan kurtarıp, yükü Zatının üzerine almaktadır.
Bu teşrif, "yalancı!" iftirasına maruz kalan Efendimizi teselli ettiği gibi, bir gerçeği de dile getiriyordu. Zira müşrikler 40 yaşına kadar içlerinde yaşayıp her halini bildikleri Peygamberimize hep "el-Emîn" (pek dürüst ve güvenli) derlerdi. Elçiliğini açıklayınca onu yalanlamaları, Allah'ın bildirdiklerini kabul etmediklerini gösteriyordu. Nitekim düşman kampın başkanı Ebû Cehil Hz. Peygambere şöyle demişti: "Doğrusu, biz senin yalancı olduğunu söyleyemeyiz, ama senin getirdiğini yalanlıyoruz."
34 - Senden önce nice peygamberler yalancı sayıldılar da tekzib olunmaya ve her türlü eziyete uğratılmaya karşı sabrettiler. Nihayet kendilerine yardımımız gelip yetişti.
Öyle ya, Allah'ın sabredenlere yardım vâdini değiştirebilecek hiçbir kuvvet yoktur. Nitekim o resullerin kıssalarından bazı bölümler sana ulaşmıştır. [37,171-173; 58,21]
35 - Eğer onların hakka sırt çevirmeleri sana pek ağır gelip de kendilerine bambaşka bir mûcize getirmen için yer altında bir geçit veya göğe çıkacak bir merdiven arama peşinde olursan, şunu bil ki: şayet Allah dileseydi onların hepsini elbette doğru yol üzerinde toplardı. O halde sen sakın bunu bilmeyenlerden, fevrî davrananlardan olma! [10,99]
36 - Ancak kulak verenler bu dâveti kabul ederler. Ölüleri ise Allah diriltecek, sonra O'nun huzuruna çıkarılacaklardır. [36,70]
37 - "Ona bizim ısrarla istediğimiz bambaşka bir mûcize indirilse ya!" deyip duruyorlar. De ki: "Şüphesiz Allah öyle bir mûcize göndermeye kadirdir, fakat onların çoğu bunu bilmezler. [10,20; 13,7.27; 17,90-59; 26,4] {KM, Matta 16,1; Markos 8,11}
38 - Hem yerde hareket eden hiç bir canlı, kanatlarıyla uçan hiç bir kuş türü yoktur ki sizin gibi birer toplum teşkil etmesinler.
Biz o kitapta hiçbir şeyi ihmal etmedik. Sonra hepsi Rab'lerinin huzuruna sevk edilip toplanacaklardır. [6,59; 16,89; 10,61; 11,6; 29,60; 34,3; 36,12]
Fikrî seviyeleri düşük müşriklerin, keyiflerine göre mûcize istemelerine karşı, onların dikkatleri, geçici olmayan ve kâinatın her tarafını dolduran mûcizelere çevriliyor. Bunların; hem Yaratıcının kudretini gösterme, hem de başka yönleriyle de dikkate değer oldukları hatırlatılıyor. Mesela: Kuş türlerinin, arıların, karıncaların ve daha birçok canlıların toplum hayatı yaşadıkları gerçeği bunlardandır.
Bu âyetteki kitap, müfessirlerin çoğuna göre Levh-i Mahfuzdur. Levh-i Mahfuz, ilâhî ahkâma göre, mahlukatın bütününün kaderlerinin kaydolunduğu âlem-i gayba ait bir kavramdır. "Kitab" ın her şeyi ihata eden "ilm-i ilâhî" veya "Kur'ân-ı Kerim" olduğu da söylenmiştir. Kur'ân-ı Kerim olarak açıklayanlar, maksadın, dini hususlar olduğunu ve dini meselelerin de Kur'ân'da mücmel olarak, genel prensipler halinde yer aldığını belirtirler.
39 - Âyetlerimizi yalan sayanlar, karanlıklar içinde olan birtakım sağırlar ve dilsizlerdir. Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola koyar.
40 - De ki: "Söyleyin bakalım, eğer size Allah'ın azabı gelir yahut kıyamet gelip çatarsa Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız? Doğru kimseler iseniz haydi söyleyin gerçeği!" [2,17-18; 24,40]
41 - Hayır! Yalnız O'na yalvarırsınız. O da dilerse duanıza sebep olan sıkıntıyı giderir ve o zaman siz de Allah hakkında uydurduğunuz o ortakları, o batıl mâbudları unutursunuz. [17,67]
Allah Teâlâ 2,186 ve 40,60 âyetlerinde duaları kabul buyuracağını bildirir. Bu âyet ise onları ilâhî meşiet ile kayıtlar. "Sizin istemeniz, ama Allahın da dilemesi ile duanız kabul edilir" mânası kastedilir.
42 - Senden önce de birtakım ümmetlere resuller gönderdik. Dinlemediler: Hakka dönüş yapsın, suçlarının affı için niyaz etsinler diye onları çetin bir yoksulluk, hastalık ve sıkıntılarla cezalandırdık.
43 - Bâri, kendilerine şiddetimiz geldiği vakit yalvarsaydılar, tövbe etseydiler! Fakat heyhât! Onların kalpleri kaskatı olmuş, şeytan da yapmakta oldukları mâsiyet ve günahları kendilerine süslemiş, cazip göstermişti.
44 - Kendilerine verilen öğütleri terk edip unutunca üzerlerine her şeyin, her zevk ve nimetin kapılarını açtık.
Nihayet kendilerine verilen bu genişlik ve serbestlikle tam ferahlandıkları sırada, ansızın onları kıskıvrak yakaladık da bir anda bütün ümitlerini kaybediverdiler!
Bu refah onlara istidrac olarak verilmiştir. Hz. Peygamber (a.s.), bu âyeti açıklamak üzere şöyle buyurur: "İsyanına devam ettiği halde, Allah'ın böyle bir kuluna dünyadan arzu ettiği şeyleri verdiğini görürsen, bil ki bu sadece istidraçtan ibarettir. Sonra da felemma nesû... (bu âyeti) sonuna kadar tilâvet etti."
45 - Alemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun ki böylece, zulmedip duran o gürûhun arkası kesildi.
46 - De ki: "Söyleyin bakalım: Eğer Allah işitme ve görme duyunuzu alır, kalplerinizin üstüne bir de mühür vurursa Allah'tan başka hangi tanrı onları size geri getirebilir?"
Bak, âyetlerimizi nasıl türlü türlü açıklıyoruz da, sonra onlar nasıl yüzçeviriyorlar! [67,23; 8,24; 10,31]
47 - De ki! "Söylesenize bana: Eğer Allah'ın azabı, ansızın yahut göz göre göre size gelirse zalim topluluktan başkası mı helâk olacak?" [6,82]
48 - Biz peygamberleri sadece müjdeci ve uyarıcı olarak gönderiyoruz. O halde kim iman eder, kendisini ve işlerini düzeltirse onlara asla korku yoktur. Onlar hiçbir üzüntüye de mâruz kalmayacaklardır.
49 - Âyetlerimizi yalan sayanlar ise isyan edip yoldan çıkmalarından ötürü azaba uğratılacaklardır.
"Yoldan çıkma," âyetin aslında fısk kelimesi ile ifade edilmiştir. Fısk: İtaat dışına çıkmak demek olup küfr kavramından daha geneldir. Fısk genellikle çok günah için kullanılır. Fâsık: dinin hükümlerini kabul ettikten sonra bütün veya bir kısım hükümlerine aykırı davranan kimseye denilir. Âyette ise münkirlerin, kâfirlerin fısklarından söz edilmektedir.
50 - De ki: "Ben, size Allah'ın hazineleri benim yanımdadır" demiyorum. Yok, "Ben gaybı bilirim." Yok, "Ben meleğim." de demiyorum.
Bana ne vahyediliyorsa, ben ancak ona tabi olurum" De ki: "Kör, görenle bir olur mu? Hiç düşünmüyor musunuz? [13,19]
51 - Allah'ın huzurunda toplanma endişesi taşıyanları sen Kur'an'la uyar! O'nun huzurunda kendilerini savunacak hamilerinin ve şefaatçilerinin olmayacağını bildirdir. Böylece umulur ki bu şirkten sakınırlar. [23,57; 13,21]
Meallerin çoğunda net mânanın pek verilmediği bu âyete, çeşitli tefsirlerden yararlandıktan sonra, özellikle Ebu's-suûd'un tercihine göre mâna verdik. Burada günâhkar müminlerin mahşerdeki durumu değil, müşriklerin durumu vurgulanmaktadır.
52 - Sabah akşam Rab'lerine, sırf O'nun cemaline ve rızasına müştak olarak niyaz edenleri yanından kovma. Ne sen onlardan, ne de onlar senden sorumlu değilsiniz ki onları kovup da zalimlerden olasın. [18,28; 26,112-114]
İlk Müslüman cemaat arasında Habbab, Bilal, Ammar, Suheyb (r.anhum) gibi köleler ve fakirler vardı. Kureyşin ileri gelenleri Hz. Peygamber (a.s.)'a: "Ne o, kavmine bedel bunlara mı razı oldun?" Biz onların mı peşinden gideceğiz! Onları yanından uzaklaştırırsan belki biz de sana tabi olabiliriz" demeleri üzerine 52-53. âyetler indirildi. 54. âyet, gerekli tutumu bildirmektedir.
İmam Ahmed ve Teberanî'nin naklettikleri bu nüzul sebebinden anlaşıldığına göre, Hz.Peygamber (a.s.), herhangi bir karar vermeden, bu âyet nâzil olup onun, isabetli olan davranışı seçmesine vesile olmuştur.
53 - Biz onlardan kimini kimi ile, neticede "Allah bula bula aramızdan bunları mı lütfuna lâyık gördü?" desinler diye, işte böyle imtihan ettik. Allah kimin şükrettiğini, kimin lütfuna daha lâyık olduğunu bilmez olur mu? [11,27; 46,11; 19,73]
Burada, o kibirli ileri gelenlerin bu lütfa lâyık olmadıkları ima edilmektedir.
54 - Âyetlerimize iman edenler sana geldikleri zaman onlara:
"Selam sizlere!" de!
Rabbiniz merhameti kendi Zatına temel bir ilke edinmiştir.
Sizden kim bilmeyerek bir günah işler de sonra ardından tövbe eder ve halini düzeltirse Onun da gafur ve rahîm (çok affedici ve merhametli) olduğunu bilmelidir."
55 - Suçlu kâfirlerin yolu, müminlerin yolundan ayırt edilsin diye, böylece âyetleri tam tamına açıklıyoruz.
56 - De ki: "Allah'tan başka taptığınız şeylere ibadet etmem bana yasak kılındı." De ki: "Sizin keyfî arzularınıza uymayacağım; yoksa sapmış ve gerçeği bulamamış olurum."
57 - De ki: "Ben Rabbimden gelen apaçık bir delile dayanmaktayım. Siz ise, onu yalan saydınız.
Gelmesi için acele ettiğiniz azap da benim elimde değildir. Azabı çabuklaştırmak veya ertelemek hakkındaki hüküm, ancak Allah'ındır.
O doğru haber verir. O doğruyu eğriden ayırt edenlerin, hükmedenlerin en hayırlısıdır."
58 - De ki: "Eğer o acele istediğiniz azap benim elimde olsaydı, benimle sizin aranızdaki iş çoktan bitmiş olurdu."
Zalimlere nasıl davranılması gerektiğini Allah pek iyi bilir.
59 - Bilinmeyen nice hazineler ve görünmeyen gayb aleminin anahtarları O'nun yanındadır. Onları Kendisinden başkası bilemez.
Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O'nun haberi olmadan bir tek yaprak bile düşmez.
Yer altı tabakalarının karanlıkları içindeki tek bir tane, hasılı yaş ve kuru hiç bir şey yoktur ki açık, net bir kitapta bulunmasın. [6,38; 16,89; 39,63; 42,12; 10,61; 11,6] {KM, Mezmurlar 139,16; Vahiy 5,1}
Âyetteki mefatih, miftah'ın çoğulu olarak anahtar, meftah'ın çoğulu olarak hazine mânasına gelir. Burada geçen gayb hazineleri veya anahtarlarını Hz. Peygamber, 31,34 âyeti ile şöyle açıklamıştır: "Gayb hazineleri beştir: Kıyamet hakkındaki bilgi, Allah'ın nezdindedir. Yağmuru dilediği yere dilediği mikdar indiren O'dur. Rahimlerin ihtiva ettiği çocukların istikballerini bilen O'dur. Hiç kimse yarın yapacağı şeyleri bilemez. Hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyden haberdar olan Allah'tır." Âyetin sonunda geçen kitab: Levh-i Mahfuz veya ilm-i ilahîdir.
Kur'ân'ın üslubu, ilahî hakikatleri ekseriya müşahhas üslupla anlatır. Bu âyetin ilm-i ilahîyi anlatımı buna dair misaller ihtiva eder. Mücerret üslupla "Allah'ın ezelî ilminin dışında hiçbir şey olmaz." gibi bir ifade yerine burada buyurulduğu gibi çok canlı, uçsuz bucaksız bir manzara içine giriyoruz. Mesela "O'nun haberi olmadan bir tek yaprak bile düşmez." cümlesi, muhatabı dünya genişliğinde bir ormana yerleştiriyor. Her taraf yemyeşil. Sayılara sığmayacak kadar yaprak, yaprak, yaprak... Bunlardan birinin sessizce düşmesi bile O'nun izni dışında olmaz" anlatımıyla varlıkta olan biten herşeyin Allah'ın izni ile olduğu pek etkili tarzda anlatılmaktadır.
60 - O'dur ki geceleyin uykuda sizi kendinizden geçirip alır, gündüzün ne işlediğinizi bilir. Mukadder olan ömür müddetiniz doluncaya kadar, bu bilincinizi alıp, gündüzün sizi uyandırma sürecini devam ettiren de O'dur.
Bu sürecin sonunda da dönüşünüz O'na olacak ve O size yaptıklarınızı bir bir bildirip karşılığını verecektir. [3,55; 39,42; 13,10; 28,73; 78, 10-11]
61 - O kullarının üstünde de tek hâkimdir. O üzerinize, hareketlerinizi kaydeden hafaza meleklerini gönderir.
Nihayet sizden birine ölüm vakti geldiğinde elçilerimiz hiç geciktirmeksizin ve hiçbir işi aksatmaksızın onun ruhunu alırlar. [13,11; 82,10]
62 - Sonra onlar gerçek efendileri, mevlâları olan Allah'a ***ürülüp teslim edilirler. İyi bilin ki bütün hüküm yetkisi O'nundur ve O hesaba çekenlerin en süratlisidir. [56,50; 10,32] {KM, Mezmurlar 9,9; 67,5; Yeremya 11,20}
63 - De ki: "Siz yalvara yakara, ağlaya sızlaya ve gizlice dualar ederek şöyle dediğiniz demler sizi karanın ve denizin karanlıklarından, tehlikelerinden kim kurtarır?"
"Eğer bizi bundan kurtarırsa, ahdimiz olsun, kesinlikle şükredenlerden olacağız." [17,67; 27,63; 10,22]
64 - De ki: "Allah kurtarır sizi ondan ve her sıkıntıdan, fakat sonra siz yine şirke girersiniz".
65 - De ki: "O size tepenizden, yahut ayaklarınızın altından azap göndermeye, yahut sizi gruplar halinde birbirinize katıp kiminize kiminizin hıncını tattırmaya kadirdir."
Bak, iyice anlasınlar diye âyetleri nasıl türlü türlü ifade ediyoruz! [17,68-69; 67, 16-17]
Allah Teâlâ geçmişte azgınlık eden bazı toplumlara, burada sayılan cezaları indirdiğini bildirmek sûretiyle son Peygamberin (a.s.m) ümmetini de uyarmaktadır. Yukarıdan inen azap: Taş yağması, fırtına, tufan, yıldırım; hastalık ve musîbetler veya kötü yöneticilerden gelen zulüm; aşağıdan gelen azap: deprem, toplumdaki kargaşa, anarşi, asayişsizlik diye açıklanmıştır.
Bu âyetle ilgili bir hadis: "Ümmetimden dört şeyi kaldırması için Allah'a dua ettim; bunlardan ikisini kaldırdı, diğer ikisini kaldırmaya razı olmadı. Gökten taş yağmasını, yere batmayı, onları birbirine düşürmeyi ve kimine kiminin hıncını tattırmayı kaldırmasını diledim. İlk ikisini kaldırdı, öbür ikisini kaldırmaya razı olmadı."
Müslümanlar arasında tefrika ve birbiriyle kavga haram olmakla beraber, Allah'ın hikmetinin bunlara imkân vermesi, kulların imtihanda olmaları sırrı ile ilgilidir. Mümin şerden, haramdan geri durmakla yükümlüdür.
66-67 - Bu, hakikatin ta kendisi olduğu halde, senin halkın onu yalan saydı. De ki: "Ben sizden sorumlu değilim. Her haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır; Siz de yakında öğrenirsiniz."
68 - Âyetlerimiz hakkında alaylı tavırla münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman, -onlar başka bir konuya geçinceye kadar- kendilerinden yüzçevir, eğer şeytan bunu sana bir an unutturursa, hatırına geldiği gibi hemen kalk, artık o zalimler gürûhuyla oturma" [4,140] {KM, Mezmurlar 1,1}
69 - Allah'ın azabından sakınan müttakilere, iman etmeyenlerin hesabından dolayı bir sorumluluk yoktur.
Fakat uhdelerine düşen, belki onlar da inanıp küfürden ve cehennemden sakınırlar diye, bir nasihattan ibarettir.
Müttaki: İttika (korunma) masdarından ism-i fail olup başta küfür ve şirk olarak âhirette zarar verecek olan haram ve günahlardan sakınan, böylece de tâ nihayette cehennem azabından korunan kimse, demektir.
70 - Dinlerini bir oyuncak ve eğlence haline getiren, kendilerini dünya hayatı aldatmış olan kimseleri kendi hallerine bırak!
Sen Kur'ân ile va'z et ki,
Allah'tan başka yardımcısı ve şefaatçisi bulunmayan hiçbir nefis, işlediği günahlar yüzünden helâke teslim edilmesin.
O, her türlü fidyeyi denkleştirse bile, yine ondan kabul edilmez.
İşledikleri günahları yüzünden helâke sürüklenenler, mahvolanlar, işte bunlardır.
İnkârlarından dolayı onlara kaynar sudan bir içecek ve acı veren bir azap vardır. [74,38-39; 3,91; 10,3; 32,4]
71 - De ki: "Allah'tan başka, bize, yalvarıp ibadet ettiğimiz takdirde fayda, terkettiğimiz takdirde zarar veremeyen şeylere mi yalvaralım?
Allah bizi doğru yola koyduktan sonra şeytanların kandırıp şaşkın bir halde çöle düşürdükleri, arkadaşlarının ise "Bize gel!" diye doğru yola çağırıp durdukları ahmak gibi, gerisin geriye İslâm'dan şirke mi dönelim?
De ki: "Allah'ın gösterdiği yol, tek doğru yoldur ve bize âlemlerin Rabbine teslim olmamız emrolundu." [39,37; 16,37]
72 - "Bir de namazı hakkıyla ifa edin ve Allah'a karşı gelmekten sakının." diye de emrolundu.
Hepinizin sonunda toplanacağı yer, O'nun huzurudur.
73 - Gökleri ve yeri hak ve hikmet'le yaratan O'dur.
O "ol" dediği zaman her şey oluverir. Sözü haktır. Sûra üfleneceği gün de hakimiyet O'nundur.
Görünmeyeni de, görüneni de, olmuşu da, olacağı da O bilir. O, hakîm ve habîrdir (tam hüküm ve hikmet sahibi ve her şeyden hakkıyla haberdardır). [2,117; 18,99; 20,102; 40,16; 25, 26] {KM, Çıkış 19,16; Yoel 2,1; Vahiy 8,9; 11,15; I Korintos 15,52}
74 - Bir zaman İbrâhim, atası Azer'e: "Ne! Sen putları tanrı mı ediniyorsun?
Doğrusu ben seni de halkını da besbelli bir sapıklık içinde görüyorum!" demişti. [19,41-48] {KM, Tekvin 11,27}
Gelecek bölümde Hz. İbrâhim (a.s.)'ın Allah'ın varlığını ve birliğini delillere dayanarak ortaya koyması anlatılmaktadır. Müfessirlerin çoğuna göre, Hz. İbrâhim, muhataplarını irşad ve onlara istidlâl, yani delillere dayanarak tahkikî imana ulaşma yolunu göstermek için bu diyaloğa girmiştir. 78. âyette nakledilen ve onun şirkten berî olduğunu bildiren sözü de buna delildir.
75 - Biz İbrâhim'e (şirkin çirkinliğini gösterdiğimiz gibi) imanında yakîne, kesinliğe ulaşması için göklerin ve yerin muhteşem hükümranlığını da öylece gösteriyorduk. [3,190-191; 7,185; 10,101; 23,88; 34,9; 36,83]
76 - Gece bastırınca İbrâhim bir yıldız gördü, "(İddianıza göre) Rabbim budur!" dedi.
Yıldız sönünce de "Ben öyle sönüp batanları Tanrı diye sevmem!" dedi.
77 - Sonra ayı, dolunay halinde doğmuş vaziyette görünce "(İddianıza göre) Rabbim budur!" dedi. Sonra o da batınca: "Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, mutlaka sapmışlardan olurdum!" dedi.
78-79 - Daha sonra güneşi doğarken görünce (iddianıza göre) "Rabbim, her hâlde budur, bu hepsinden daha büyük!" Batıp kaybolunca da: "Ey halkım, ben sizin Allah'a şerik koştuğunuz şeylerden berîyim." "Ben batıl dinlerden uzaklaşarak, yüzümü, gökleri ve yeri yaratan Rabbülâlemin'e yönelttim, ben asla sizin gibi müşrik değilim!" dedi. [6,19; 7,54]
80 - Halkı kendisi ile tartışmaya girişti: O dedi ki: "Allah, bana doğru yolu göstermişken, siz hâlâ benimle O'nun hakkında tartışıyor musunuz? Sizin O'na ortak saydığınız şeylerden ben hiç bir zaman korkmam.
Rabbim ne dilerse o olur. Rabbimin ilmi her şeyi kapsar. Hâlâ kendinize gelip ders almayacak mısınız?"
81 - "Hem siz, Allah'ın size tanrı oldukları hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O'na ortak saymaktan korkmuyorsunuz da, nasıl ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkarım?"
Şimdi biliyorsanız söyleyin, bu iki taraftan hangisi korkudan emin olmakta haklıdır?" [53,23; 42,21]
Hz. İbrâhim putlara ve yıldızlara tapmanın aklen tutarsız olduğunu ispatlayınca, öyle anlaşılıyor ki, müşrikler bu sefer, onların Allah nezdinde şefaatçi olabileceklerini söylediler. Bu ancak nakil yolu ile bilinecek bir şey olunca Hz. İbrâhim: "Onların şefaatçiliği hakkında Allah'ın hiçbir delil bildirmediğini" söyledi. Son olarak hurafeci müşrikler, "bizim bu gizemli ilahlarımız seni çarparlar" deyip, psikolojik bir yaklaşımla insanın zaaf damarlarından biri olan korkusunu harekete geçirmeye çalıştılar. O da pek kuvvetli ilzamî bir delille onları susturdu: "Allah'ın kudreti ve birliği kesin. Sizin tanrılarınızın ise zihninizden başka yerde varlıkları yok. Allaha şirkiniz sebebiyle, asıl korkması gereken siz iken, benim ise korkacak hiç bir yanlışım yok iken, ne diye ben korkayım? İyi düşünün: güven istiyorsanız, o sadece tevhid inancındadır."
82 - İman edip imanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte korkudan emin olma onların hakkıdır, doğru yolda olanlar da onlardır. [17,23; 31, 13] {KM, Çıkış 20,3-17}
"Zulüm" pek geniş bir kavram olup ondan kurtulmak kolay değildir. İnsan kendi nefsine, aile fertlerine, yakınlarına ve diğer insanlara hatta hayvanlara bile haksızlıktan kendisini kurtaramayabilir. Nitekim bu hal Ashab efendilerimizi de (r.a.) sarşmış, fakat Hz. Peygamberin yaptığı tefsir onları rahatlatmıştı: Abdullah İbni Mesud (r.a.) diyorki: Bu ayet nazil olunca Ashaba ağır geldi ve "içimizde nefsine zulmetmeyen varmı ki?" dediler. Resulullah (sas) şöyle buyurdu: "Bu ayetin manası sizin zannettiğiniz gibi değil. Zulmün buradaki manası, Lukman'ın oğluna "Evladım! Sakın Allah'a ortak uydurma! Çünkü şirk pek büyük bir zulümdür." [31,13] sözündeki zulümdür." böylece Hz. Peygamber burada zulmün "şirk" anlamına geldiğini bildirmiştir. (Buhari, Fethu'l-Bari 1,81; Müslim 2,143; Tirmizi, Tefsir)
83 - İşte bunlar, kavmine karşı İbrâhim'e verdiğimiz delillerdi.
Dilediğimiz kimselerin derecelerini kat kat yükseltiriz.
Muhakkak ki senin Rabbin tam hüküm ve hikmet sahibidir ve O her şeyi hakkıyla bilir.
84 - Biz ona İshak ile Yâkub'u ihsan ettik ve her birini nübüvvete erdirdik.
Daha önce de Nuh'u ve onun neslinden Davud'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Mûsâ'yı ve Harun'u da nübüvvete erdirdik.
Biz iyi hareket edenleri işte böyle ödüllendiririz. [19,49; 29,27; 57,26; 19,58]
85 - Zekeriyya'yı, Yahya'yı, Îsâ'yı, İlyas'ı da nübüvvete erdirdik. Onların hepsi de salih, hayırlı insanlardandı.
86 - İsmâil'i, Elyesa'ı, Yunus'u, Lut'u da nübüvvete erdirdik; her birini de yaşadıkları asrın insanlarından üstün kıldık.
87 - Onların babalarından, zürriyetlerinden, kardeşlerinden kimini de, aynı şekilde etraflarındaki insanlara üstün kıldık, onları seçtik, onları doğru yola ***ürdük.
88 - İşte bu yol Allah'ın hidâyet yoludur ki kullarından dilediğini ona ***ürür. Eğer onlar Allah'a ortak tanısalardı, bütün yaptıkları, elde ettikleri bütün kazançları heder olmuş gitmişti. [39,65; 43,81; 21,17; 39,4]
89 - İşte onlar, kendilerine kitap, hikmet, hükümranlık ve nübüvvet verdiğimiz şahsiyetlerdir. Şimdi o müşrikler bu nübüvveti inkâr ederlerse, biz nübüvveti inkâr etmeyip ona sahip çıkan bir topluluk görevlendiririz.
Hz. Peygamberin evrensel risaleti insanlık için en büyük nimettir. Mekkeli hemşehrileri onun kıymetini bilmeyince, Allah ona sahip çıkacak başka bir toplum var edeceğini bildiriyor. İbn Abbas bunu "Ensar" diye tefsir etmişti. İbn Hacer Fethu'l-Barî adlı Buharî şerhinde şöyle der: "Birinci derecede Ensar maksat olmakla birlikte, İslâm tarihi boyunca bu vâdin gerçekleştiğini gösteren müteaddit toplulukların gelmiş olması, Kur'ân'ın mûcizelerindendir. "Kıyamet gününe kadar hak için galibiyetle mücahedeyi sürdüren bir cemaat, ümmetimden eksik olmayacaktır." hadisi de bu gerçeği müjdelemiştir. Bildirilen cemaat bire münhasır değildir, müteaddit olabilir."
90 - İşte onlar Allah'ın hidâyet verdiği kimselerdir. Sen de onların yolundan yürü ve de ki: "Ben risaleti tebliğden dolayı sizden bir ücret beklemiyorum. O, bütün milletler için bir öğütten, irşaddan ibarettir.
Peygamberlerin hidayetinden maksat; tevhidde, dinin asılları olan akaidde ve ahlâkda olup, hüküm ve şeriatlerin hepsinde değildir. Hz. Peygamber (sas) onların hepsinin hidayetlerine tabi olmuştu. Kesbî faziletleri, onların her birininkinden daha fazla idi. Zira sadece kendisine mahsus olan ilahî bağışlardan başka onların hepsine tabi olmakla, onlardan her birinin ayrı ayrı mazhar oldukları kemalatı cem etmişti. Vehbî faziletleri de diğer peygamberlerden daha ileri derecede idi. Hatemü'l-Enbiya olup, kıyamete kadar gelecek bütün insanlara gönderilmesi de bunu gösterir.
91 - Bazı Yahudiler de Allah'ı gereği gibi tanımadılar. Çünkü "Allah hiçbir insana hiçbir şey indirmemiştir." dediler.
Sen onlara de ki: "Peki, Mûsâ'nın insanlara bir nûr ve rehber olmak üzere getirdiği ve sizin de parça parça kâğıtlar haline koyup işinize geleni gösterdiğiniz, fakat çoğunu gizlediğiniz ve sizin de babalarınızın da bilmediğiniz birçok şeyleri sayesinde öğrendiğiniz o kitabı kim indirdi?"
Ey Resulüm sen: "Allah indirdi." de! sonra bırak daldıkları batıllarında oynaya dursunlar. [10,2; 17,94-95]
92 - İşte bu da bir feyiz kaynağı ve daha önceki kitapları tasdik edici olarak, bir de hem Anakenti, hem de bütün çevresindeki insanları uyarman için indirdiğimiz bir kitap! Âhirete iman edenler, buna da inanırlar ve onlar namazlarını hakkıyla kılmaya devam ederler. [2,41; 7,158; 6,19; 11,17; 25,1; 3,20; 42,7] {KM, II Samuel 20,19}
Kur'ân'ın dâveti evrenseldir. Nitekim bu âyet, "Ümmu'l-Kurâ (Metropol, Anakent)" Mekke ve bütün çevresi" diyerek bunu gösterir. Bu gerçek "bütün insanlara" [7,158], bütün âlemlere (insanlara ve cinlere) 25,1 gibi âyetlerde daha açık bildirilir.
93 - Allah adına yalan uydurandan, yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmediği halde "Bana da vahyolundu." diyenden, bir de, "Allah'ın indirdiği âyetler gibi ben de indiririm." diye iddia edenden daha zalim kimse olabilir mi?
Ölümün şiddetleri içinde kıvranırken, ölüm meleklerinin de yakalarına yapışıp kendilerine: "Haydi, derhal ruhlarınızı çıkarıp teslim edin! Bugün zillet azabıyla cezalanacaksınız; çünkü Allah hakkında gerçek dışı şeyler söylüyordunuz ve çünkü kibirlenerek O'nun âyetlerinden yüzçeviriyordunuz!" diye haykırdıkları sırada sen o zalimlerin halini bir görsen! [8,31.50; 47,27; 66,6] {KM, Hezekiel 13,6-7}
Allah adına yalan şöyle olur: O'nun söylemediği söz O'na mal edilir, şeriki olmadığı halde ortak koşulur veya O'na eksik sıfatlar verilir.
94 - Kıyamet günü de Hak Teâlâ şöyle buyuracaktır:" İşte siz ilk yarattığımızda olduğunuz gibi çırıl çıplak, teker teker huzurumuza geldiniz! Size verdiğimiz mallarınızı da çok gerilerde bıraktınız.
Hani, siz dünyada iken Allah'a şerik olduğunu iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi de yanınızda görmüyoruz? Gördünüz ya, aranızdaki bağlar bir bir koptu ve ortak olduklarını iddia edip güvendiklerinizin hepsi sizden uzaklaştı." [28,62-74; 26,92-93; 2,166-167; 23,101; 29,25; 28,64; 74,11]
İnsan dünyadan âhirete hiçbir şey ***üremez. Mal, mülk, dünyevî mevki, şöhret hep dünyada kalır. Dirilirken de insan "Anadan doğduğu gibi çıplak, yalınayak ve sünnetsiz" haşredilecektir. Hz. Aişe (r.a.): "Eyvah! Herkes birbirinin mahrem yerlerine bakacak!" deyince Hz. Peygamber (a.s.) bir başka âyetle cevap verip bu âyeti açıklamıştır: "O gün herkesin başından aşkın derdi vardır, (ne erkekler kadınlara, ne de kadınlar erkeklere bakamazlar.)" [80, 37]
95 - Taneleri ve çekirdekleri çatlatıp yararak (her şeyi gelişme yoluna koyan) Allah'tır. Ölüden diriyi O çıkarır, diriden ölüyü çıkaran da O'dur.
İşte gerçek İlah bunları yapandır! Artık nasıl oluyor da haktan uzaklaştırılıyorsunuz? [3,27; 36,33-36]
Ölüden diriyi çıkarmak: Kuru taneden yeşil bitki, kâfirin neslinden mümin çıkarma; diriden ölü çıkarma ise bunun aksi olarak açıklanır. Canlılar ölü maddeleri yiyerek beslenir. Bebeğin bedeni, ölü sütü, canlı ete dönüştürür. Canlı bedenden ölü süt çıkar. Bunun da ötesinde, hayat ve ölüm deveranı, hayatın sırrı ve kâinatın ihtiva ettiği büyük bir mûcizedir. Su, karbondioksit, hidrojen ve topraktaki inorganik tuzlar, güneş ışığı, yeşil bitkiler ve muayyen bakteriler sayesinde, nebat ve hayvandaki hayat maddesini teşkil eden organik maddelere dönüşürler. İkinci durumda ise bu maddeler, canlı artıkları halinde ölüm âlemine dönerler. Böylece Yüce Yaratıcı akıp giden zamanın her anında ölüden hayat, hayattan ölü çıkarır.
96 - Karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran O'dur. Geceyi dinlenmeniz, güneş ve Ay'ı da vakitlerinizi hesaplamak için O yarattı. İşte bütün bunlar, azîz ve alîm (mutlak galip ve her şeyi hakkıyla bilen Allah'ın) takdiridir. [2,189; 7,54; 93,1-2; 92,1-2; 91,3-4; 10,5; 36,40]
97 - Karanın ve denizin karanlıkları içinde size yıldızlardan yararlanıp yol bulma imkânı veren O'dur. Gerçekten bilmek, öğrenmek isteyen kimseler için âyetlerimizi açıkça bildirdik.
98 - Sizi bir tek candan yaratan O'dur. Sonra sizin için; bir kalacak yer, bir de emanet olarak duracak yer vardır. Biz âyetlerimizi anlayan kimseler için açıkça bildirdik. [4,1]
Bütün insanların, ilk insan olan babaları Hz. Âdemden çoğalmış olmaları Allah'ın kudretinin delilleridir. Müstekarr: Ana rahmi veya yeryüzündeki ikamet; emanet yeri ise: sulb veya kabirdeki ikamettir. Başka ihtimaller de söz konusudur.
99 - Gökten su indiren O'dur. Sonra Biz onunla her çeşit bitkiyi çıkarırız. O bitkiden bir filiz, ondan da büyüyüp birbirinin üstüne binmiş taneler, başaklar çıkarırız. Hurma tomurcuklarından sarkan salkımlar, üzüm, zeytin ve nar bahçeleri yetiştiririz.
Bunlardan kimi birbirine benzer, kimi benzemez. Her birinin meyvesine, bir ilk meyve verdiğinde bir de tam olgunlaştıkları zaman bakın! Elbette bütün bunlarda iman edecekler için alınacak birçok dersler vardır. [16,10-11; 21,30; 13,4] {KM, Mezmurlar 104}
100 - Böyle iken tuttular, cinleri Allah'a şerik yaptılar; halbuki bunları da O yaratmıştır. Bundan başka O'na birtakım oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Ne dediklerini bildikleri yok! O, müşriklerin Kendisine isnad ettikleri bu gibi nitelendirmelerden münezzehtir, yücedir. [2,116; 4,117-120; 18,50; 19,44; 36,60-61; 34,41]
101 - Gökleri ve yeri yoktan var eden O'dur. O'nun nasıl çocuğu olabilir ki Kendisinin eşi de yoktur. Gerçek şu ki: her şey O'nun mahlûkudur ve O her şeyi hakkıyla bilir. [72,3]
102 - Rabbiniz Allah, işte bu vasıflara sahib olan Yüce Zattır.
O'ndan başka tanrı yoktur. Her şeyi yaratan O'dur.
O halde yalnız O'na ibadet edin. Her şeyin yönetimi Onun elindedir. [3,173]
103 - Gözler O'na erişemez. O'nun ilmi ise bütün gözleri ihata eder.
(Gözlerin görmediği her şeye nüfuz eden, her şeyden haberdar olan) latîf ve habîr O'dur. [67,14; 31,16] {KM, Çıkış 33,20; Yuhanna 1,18}
Bu âyet gözlerin, Allah'ı "ihata sûretiyle, künhüne erecek şekilde göremeyeceklerini bildirir. Ehl-i sünnet anlayışına göre bu âyet, dünyada görmeyi nefyeder, ama cennetlikler Allah'ı göreceklerdir. 75,23 âyeti "Rab'lerine bakacaklar" buyurduğu gibi, başka deliller de vardır. Hz. Peygamber (a.s.)'dan bize ulaşan kesin hadisler ile bu rü'yet meselesi sabit olmuştur. Yalnız birini nakledelim: "Siz şüphe yok ki şu dolunayı nasıl birbirinizi itip kakmadan görüyorsanız Rabbinizi de göreceksiniz."
104 - Rabbinizden size muhakkak ki deliller gelmiştir.
Artık kim gözünü açar görürse kendi lehine, kim de hakkı görmeyip batılı seçerse kendi aleyhinedir.
(Sen de ki "Ben sizin üzerinizde bekçi değilim." [7,203; 22,46]
105 - İşte Biz, âyetleri iyice anlayıp kavramaları için farklı üslûplarla, türlü türlü beyan ederiz.
Biliyoruz ki onlar neticede "Sen ders almışsın!" diyeceklerdir.
Âyetleri böyle türlü türlü açıklamamız, bilmek isteyen kimselere, Kur'ân'ı iyice beyan etmek içindir. [25,4-5; 2,26; 22,53; 74,31; 17,82; 41,44]
106 - Rabbinden sana ne vahyolunuyorsa ona tâbi ol. O'ndan başka tanrı yoktur. Onun için, sen de müşriklerden uzak dur.
107 - Eğer Allah dileseydi onlar müşrik olmazlardı. Biz seni onların üzerine bekçi olarak göndermedik. Sen onların işlerini yürütmekle de görevli değilsin. [13,40; 88,21-22]
108 - Onların Allah'tan başka yalvardıkları tanrılarına hakaret etmeyin ki, onlar da cahillik ederek hadlerini aşıp Allah'a hakaret etmesinler.
Böylece her ümmete, yaptıkları işi güzel gösterdik. Sonra dönüşleri yalnız O'na olacak ve O da yaptıklarını kendilerine bir bir bildirip karşılığını verecektir.
Allah Teâlâ bir önceki âyette, hikmetiyle insanların hak dini seçip seçmemeyi kendi tercihlerine bıraktığını bildirmiştir. "Allah dileseydi hiç müşrik ve kâfir kalmazdı, fakat bunu dilememiştir," buyurarak kâfirlere yapılan tebliğ işinde önemli bir metod veriyor. O da onları haktan iyice uzaklaştıracak şeylerden kaçınmak ve onların putlarına, liderlerine ve inançlarına sövüp hakaret etmemektir. Zira sövüp hakaret etmenin tebliğle ilgisi yoktur. Mümine düşen kızmaksızın, telaşsız, soğukkanlı bir tebliğdir.
109 - Kendilerine bambaşka bir mûcize geldiği takdirde mutlaka ona inanacaklarına dair vargüçleriyle Allah'a yemin ettiler.
De ki: "Mûcizeler ancak Allah'ın yanındadır." O istedikleri mûcize geldiği zaman onların yine de iman etmeyeceklerinin siz farkında değil misiniz? [17,59]
110 - Onların kalplerini ve gözlerini ters çeviririz. İlkin ona inanmadıkları gibi o mûcizeyi gördükten sonra da inanmazlar ve onları taşkınlıkları içinde şaşkın şaşkın bırakırız.
111 - Biz onlara, dedikleri gibi melekleri de indirseydik,
ölüler diriltilip kendileriyle konuşsaydı,
istedikleri her şeyi toplayıp karşılarına koysaydık,
onlar, ihtimali yok, yine iman edecek değillerdi.
Allah dilerse o başka! Fakat onların çoğu bunu bilmezler. [17,92; 6,124; 25,21; 10,96-97]
112 - Böylece biz her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık.
Onlardan kimi kimine, aldatmak için birtakım yaldızlı sözler fısıldayıp telkin ederler.
Eğer Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı.
O halde onları, düzmekte oldukları yalanlarıyla baş başa bırak! [3,184; 6,34; 41,43; 25,31]
113 - Bir de bu telkini, âhirete inanmayanların gönülleri ona meyletsin, derken ondan hoşlansınlar ve işledikleri suçlarını işlemeye devam etsinler diye yaparlar.
114 - De ki: "Allah size o kitabı, içinde hak ile batıl birbirinden ayırt edilmiş tarzda açıklanmış olarak indirmişken,
sizinle aramızdaki davâyı hükme bağlamak için Allah'tan başka bir hakem mi arayacak mışım?
Kendilerine daha önce kitap verdiğimiz kimseler de bilirler ki
bu kitap gerçekten Rabbin tarafından indirilmiştir.
Sakın bundan şüphen olmasın! [10,94]
115 - Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tam kemalindedir.
O'nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O hakkıyla işitir ve bilir.
116 - Eğer dünyada bulunan insanların çoğuna uyarsan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar.
Onlar sırf zanna uyarlar ve kafadan atarlar. [12,103; 37,71]
117 - Muhakkak ki Rabbin, Kendisinin yolundan sapanları pek iyi bildiği gibi,
doğru yolda olanları da çok iyi bilir.
118 - Artık, o sapanların sözlerine kulak asmayın da,
-Allah'ın âyetlerini tasdik ediyorsanız-
kesilirken üzerine Allah'ın adı anılmış olan hayvanların etini yeyin.
119 - Kesilirken üzerlerine Allah'ın adı anılmış olan hayvanların etlerinden niçin yemeyecek mişsiniz?
O, zaten size haram kıldığı etleri açıkça bildirmiştir; ancak çaresiz kalıp da zaruret mikdarı yemeniz müstesnadır.
Evet birçokları, bildiklerinden değil, sırf heva ve hevesleriyle halkı saptırıyorlar.
Muhakkak ki Rabbin haddi aşanları pek iyi bilmektedir. [2,173]
Nesefî'nin dediğine göre, fe külû (kesilirken üzerine Allah'ın adı anılmış olan hayvanların etini yiyin) emri (âyet:118) 117. âyetteki saptıranlara uymanın yasaklanmasının bir neticesi durumundadır. Zira onlar haramı helâl, helâli ise haram sayıyorlardı. Bu şöyle olmuştu: Müslümanlara diyorlardı ki: "Siz Allah'a kulluk ettiğinizi iddia ediyorsunuz. Öyleyse sizin öldürdüğünüzü yemektense, Allah'ın öldürdüğünü yemeniz gerekmez mi?" Bu âyetle müminlere deniliyor ki: "Siz kesin olarak iman ediyorsanız, öyleyse özellikle kesilirken üzerine Allah'ın adı zikredilen eti yeyin, yoksa onların putlarının adı zikredilerek kesileni veya kendiliğinden öleni yemeyin. Hem Allah adına kesilmiş olanı yemenize ne engel var ki? O, sizin öldürdüğünüz değil, Allah adına kesilen helâl ve hoş rızıktır"
120 - Günahın açığını da bırakın, gizlisini de: Çünkü günah işleyenler elbette yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.
121 - Allah adına kesilmeyen hayvanın etini yemeyin! Bu, Allah yolundan çıkmaktır, isyandır.
Şeytanlar kendi adamlarına sizinle mücadele etmeleri için telkinlerde bulunurlar.
Şayet onlara uyarsanız, siz de düpedüz müşrik olur çıkarsınız. [9,31]
Zebiha konusunda üç türlü içtihad vardır. a-Allah'ın adı zikredilmeksizin boğazlanan hayvanın eti helâl değildir, besmele ister kasden, ister yanılarak terkedilsin (İbn Ömer, Nâfi, İmam Malik, Davud). b- Besmele şart değil, müstehabdır, ister kasden, ister sehven terk edilsin (İbn Abbas, Şafiî, İmam Ahmed). c- Besmeleyi unutarak terk etmek zarar vermez, fakat kesen kimse kasden terk etmiş ise o hayvanın eti helâl olmaz (Hz. Ali, Hasan el-Basrî, Ebû Hanîfe).
122 - Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar arasında yürümesi için kendisine bir ışık (iman nûru) verdiğimiz kişi, hiç karanlıklarda kalıp çıkamayan kimse gibi olur mu?
Olmaz ama kâfirlere, yapmakta oldukları işler böyle güzel gösterilir. [67,22; 11,24; 35,19-23]
123 - Mekke'de olduğu gibi her şehirde de ileri gelen mücrimleri, yüksek mevkilerde bulundururuz ki oralarda hîleler çevirsinler. Onlar böyle yapmakla kendilerini aldatırlar da farkında olmazlar. [17,16; 34,34-35; 43,23; 71,22; 34,31-33; 29,13; 16,25]
124 - Bir âyet gelip de bu kâfirlere tebliğ edilince "Allah'ın resullerine verilen risaletin benzeri bize verilmedikçe, sana asla iman etmeyiz." derler. Allah peygamberliği kime vereceğini pek iyi bilir.
Yaptıkları hîleler sebebiyle, suç işleyenlere, Allah tarafından bir zillet ve şiddetli bir azap erişecektir. [25,21; 6,10; 43,31-32; 40,60]
125 - Hasılı Allah kimi doğru yola koymak isterse, onun kalbini İslâm'a açar.
Kimi de saptırmak isterse, onun göğsünü sanki o kişi gökte yükseliyormuşcasına dar ve tıkanık yapar.
İşte Allah böylece, imana gelmeyenlere rüsvaylık verir. [20,25; 39,22; 49,7] {KM, II Makkabe 1,4; Resullerin işleri 16,14}
İnkâr zihniyeti ile rûhu kirlenmiş kimse Allah'ın birliğinin delillerini düşünmeye dâvet edilince, göğe çıkarcasına zorlanır, göğe yükselen kimsenin nefesinin tıkanması gibi göğsü tıkanır. Mânen böyle olduğu gibi, âyet bunun maddî tezahürüne de işaret etmektedir. Zira yükseğe çıktıkça oksijen azalır ve solunum güçlüğü çekilir. Her yüz metre yükseldikçe hava basıncı bir derece düşer. Basınç düştükçe nefes almak zorlaşır. Çok yüksekte uçan pilotların özel teneffüs cihazları kullanmaları şart olur. Aksi halde o pilotlar havasızlıktan ölürler.
126 - Bu İslâm yolu Rabbinin dosdoğru yoludur. Düşünüp idrâkini kullanan kimseler için âyetlerimizi iyice açıklamış bulunuyoruz.
127 - Rab'leri nezdindeki "darü's-selâm" onlarındır. Yaptıkları güzel işler sebebiyle Allah, kendilerinin yardımcısıdır. [10,25]
Darü's-selâm terkibi şu şekillerde tefsir edilmiştir: 1- Selam Allah'ın ismidir. Bu tabir "Allah'ın beldesi", "Allah'ın barış ve esenlik yurdu" manasınadır. 2- "Kurtuluş, selamet diyarı" olan ebedi cennet. 3- Gerçek müminlerin dine uygun yaşayışlarıyla gerçekleştirdikleri temiz ve güvenli ülke.
128 - Gün gelecek, Allah onların hepsini huzurunda toplayıp: "Ey cin topluluğu! İnsanlardan çoğunu yoldan çıkardınız ha!" diyecek.
İnsanlardan onlara uymuş olanlar diyecekler ki: "Ey Ulu Rabbimiz! Doğrusu, birbirimizi harcadık, ta ki bize tayin ettiğin müddetin sonuna ulaştık."
O buyuracak ki: "Meskeniniz ateştir. Allah'ın diledikleri hariç, hepiniz içinde ebedî kalmak üzere oradasınız." Gerçekten Rabbin hakîmdir, alîmdir (tam hüküm ve hikmet sahibidir ve O her şeyi hakkıyla bilir). [36,60-62]
Cinler, insanlara şehvet yollarını gösterirler. Hile, tuzak, yalan, büyü, fesat ve haksızlık telkin ettiler. Böylece insanlar cinlerden faydalandılar. İnsanların onlara direnmeksizin kolaylık göstererek yardımcı olmalarından da cinler yararlandılar. Böylece birbirlerini yanlış işlerde harcadılar.
Allah, ilm-i ezelîsinde, imana gireceklerini bildiği ve nüzul vaktine göre ileride Müslüman olacak olanları istisna etmektedir.
Bir de şöyle diyenler vardır:" Burada istisna, vakit mânasınadır, yani "Allah'ın dilediği vakitler hariç" demektir. Cehennemlikler zaman zaman ateşten, zemherir soğuğuna nakledilirler."
129 - İşte biz, işledikleri günahlardan ötürü, zalimlerden kimini kimine musallat ederiz.
Kimini kimine idareci yahut dost yaparız, yahut "kimini kiminin peşine takarız" mânaları da verilmiştir.
130 - Ey cin ve insanlar topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bu gününüzle karşılaşacağınızı bildirerek sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?
"Ey Yüce Rabbimiz! Kendi aleyhimize şahidiz." diyecekler.
Dünya hayatı onları aldatmıştı. Böylece kendilerinin kâfir olduklarına, yine kendileri şahitlik ettiler. [12,109; 4,163-165; 29,27; 25,20]
131 - İşte bu (şekilde resullerin gönderilmesi, onların uyarmaları), haberleri olmaksızın zulümleri sebebiyle, senin Rabbinin ülkeleri imha etmediği gerçeğinden ileri gelmektedir. [17,15; 16,36; 35,24]
132 - Herkesin yaptıkları işlere göre dereceleri vardır.
Senin Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir. [16,88; 25,69]
133 - Rabbin müstağnidir (her şey ona muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir), geniş merhamet sahibidir.
Yoksa dilerse sizi ortadan kaldırır, peşinizden yerinize dilediğini getirir, nasıl ki sizi de başkalarının soyundan getirmiştir. [2,143; 4,133; 47,38]
134 - Size vaad edilen şeyler mutlaka gelecektir, siz bunun önüne geçemezsiniz.
135 - De ki: "Ey halkım, var gücünüzle elinizden geleni yapın. Ben vazifemi yapıyorum.
Güzel âkıbetin kime ait olacağını yakında bileceksiniz. Şu muhakkak ki zalimler iflah olmazlar. [11,121-122; 58,21; 40,51,52; 21,105; 24,55]
Bu âyette geçen dâr'dan maksat cennet değil, dünyadır. Dolayısıyla mâna şöyle olur: "Allah'ın bu dünyayı yaratmasına sebep olan güzel âkıbetin hangimize ait olacağını sonra bileceksiniz."
Zemahşerî'nin dediği gibi burada nazik bir uyarma vardır. Uyaranın haklı, uyarılanın ise batıl yolda olduğu insaf ve nezaketle anlatılmaktadır.
136 - Allah'ın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan kendilerince Allah'a bir hisse ayırdılar da kendi batıl iddialarınca: "Şu, Allah'ın" dediler, "Şu da uluhiyette ortakları olan putlarımızın."
Ortakları için ayırdıkları, Allah'ın hissesine konulmaz, ama Allah'a ait olanlar ortaklarının hissesine aktarılır. Bunlar ne kötü hüküm veriyorlar! [16,57; 43,15]
Müşrikler hem Allah için, hem de putları için hububat ekiyorlardı. Allah için ektikleri yetişip, put namına ektikleri gelişmezse, Allah adına ekilenin bir kısmını puta ait hisseye devreder ve derlerdi ki: "Allah ganîdir, putlar ise muhtaçtır." Aksi olur, yani putlara ait ekin gelişir, Allah'a ayırdıkları ekin gelişmezse, oradan bu tarafa bir şey ilave etmez, "Nasılsa Allah ganîdir!" derlerdi. Keza davarları da bölüştürürlerdi. Allah'a ayırdıkları hisseden misafirlere yedirir, putların payını ise putlara ait işlerde harcarlardı.
137 - Yine bunun gibi, onların, Allah'a ibadette ortak saydıkları putlarının hizmetçileri, müşriklerden çoğuna evlatlarını öldürmeyi iyi bir iş gösterdiler ki hem onları mahvetsinler, hem de dinlerini bozup karıştırsınlar.
Allah dileseydi bunu yapamazlardı. O halde onları, uydurdukları yalanlarla baş başa bırak! [16,58-59; 81,8-9]
Şerikler burada, putun kendisi değil, hizmetçileri, bekçileri veya şeytanlardır. Şerik denilmesi, mallarına ortak olmaları veya itaatlerinde onları Allah'a ortak kıldıkları içindir.
Fakirlik endişesi veya kızlar evlendiklerinde yahut esir olduklarında utanma sebebi olabilirler diye kız çocuklarını öldürme âdetinin çirkinliği bildiriliyor. Ayrıca Cahiliye araplarının "Şu kadar oğlum olursa birini kurban edeyim." diye Allah'a yaklaşma zannı ile de böyle yaptıkları olurdu. Âyet çocuk öldürmenin zararının aileye münhasır kalmayıp aynı zamanda millet hakkında da "mahvetme" olduğunu bildirmektedir. Bu da oldukça düşündürücüdür.
138 - Aynı şekilde dediler ki: "Falan hayvanlarla ekinlere dokunmak yasaktır; onları bizim dilediklerimizden başkası yiyemez. Falan hayvanların da sırtları haram kılınmıştır."
Birtakım hayvanlar da vardır ki onları keserken Allah'ın adını anmazlar.
Bütün bunları, onlar Allah'a iftira ederek ortaya atmışlardır. Allah iftiraları sebebiyle onları cezalandıracaktır. [4,119; 5,103; 10,59]
139 - Bir de şöyle dediler: "Falan hayvanların karınlarında olan yavrular, canlı doğarsa sadece erkeklerimize helâl, kadınlarımıza ise haramdır. Eğer ölü doğarsa, hepsi ona ortak olurlar."
Allah, onların bu kabil iddialarının cezasını verecektir. Çünkü O, hakîmdir, alîmdir (tam hüküm ve hikmet sahibidir ve O her şeyi hakkıyla bilir). [16,116-117]
140 - Bilgisizlik ve düşüncesizlik yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine ihsan ettiği rızkı Allah'a iftira ederek haram sayanlar, elbette tam hüsrana uğradılar.
Saptılar bunlar, doğru yolu da bulamadılar!
141 - Asmalı-asmasız bağ ve bahçeleri, mahsûlleri, çeşit çeşit hurmaları, ekinleri, zeytinleri ve narları, birbirine şekil ve renk yönünden benzer, tat bakımından benzemez tarzda yaratıp yetiştiren hep O'dur.
Her biri mahsul verince ürününden yeyin, devşirildiği gün yoksulların hakkını da verin, israf etmeyin, çünkü O müsrifleri sevmez.
Bu âyet, öşrün bütün mahsulleri kapsadığına dair İmam Ebû Hanife'nin delillerindendir.
Zekât âyetlerinin Medine'de indiğini düşünenler, buradaki hakkın, Mekke döneminde vacip kılınan bir sadaka olduğunu söyler ve 51,19 ve 70, 24 âyeti ile irtibat kurarlar. "Mamafih bu âyette hak, mutlak olduğundan, zekâta yani öşüre şamil olduğu söylenebilir."
142 - Davarlardan da çeşit çeşit yarattı: kimi yük taşır, kiminin yününden ve kılından sergi yapılır.
Allah'ın size verdiği rızkından yiyin, fakat şeytanın adımlarını izlemeyin.
Çünkü o sizin besbelli bir düşmanınızdır.
143 - Sekiz çift hayvan yarattı: koyundan iki, keçiden iki. De ki: İki erkeği mi haram kıldı, yoksa iki dişiyi mi? Yoksa iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı haram kıldı?
Eğer iddianızda haklı iseniz bilgi ve belgeye dayanarak bana haber verin! [39,6]
Cahiliye Arapları bazen erkek, bazen dişi hayvanları, bazen bunların yavrularını haram sayarlardı. Kur'ân, âyette sayılan sekiz sınıfın ve yavrularının helâl olduğunu bildirip onların bu davranışlarını böylece yeriyor.
Burada vurgulanmak istenen nokta şudur: "Kimse kendi iddiasına göre herhangi bir şeyi haram veya helâl kılamaz. Bu yetki yalnız Allah'a aittir."
Çift kelimesi yerine "eş" kullanabilirdik. Zira burada bir bakıma "dört çift" söz konusudur. Fakat her eşten biri, öbürü olmaksızın düşünülemeyeceğinden, yani çift kelimesinin çifte kullanımının geçerli oluşundan dolayı çift demeyi tercih ettik.
144 - Ve deveden iki, sığırdan iki. De ki: "İki erkeği mi, iki dişiyi mi, yoksa iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı haram kıldı?
Yoksa Allah size bu yasaklamayı yaptığında siz orada hazır ve şahit mi idiniz?
Bilgi ve belgesiz olarak insanları saptırmak için uydurduğu yalanı Allah'a mal edenden daha zalim kimse bulunabilir mi? Allah elbette o zalimler güruhunu muvaffak etmez, emellerine kavuşturmaz.
145 - De ki: Bana vahyolunanlar içinde, bu haram dediklerinizin, yemek isteyen kimseye haram kılındığını görmüyorum. Ancak leş, yahut akıtılmış kan, yahut pis olduğunda hiç şüphe olmayan domuz eti, veya Allah yolundan çıkarak Allah'tan başkası adına kesilen hayvan olursa başka (bunlar haramdır).
Fakat kim çaresiz kalırsa başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret sınırını aşmamak üzere bunlardan yiyebilir. Çünkü Rabbin gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti boldur).
Âyetin zahiri, yenilmesi haram olan yiyecekleri leş, akan kan, domuz eti ve Allah'tan başkası adına kesilen hayvan eti olarak dört sınıf olarak bildirmektedir. Halbuki haramlar, daha fazladır. Bu güçlüğü gidermek için değişik izahlar yapılmıştır. Bazı âlimlere göre haramlar dörde münhasır olduğundan zaten sorun yoktur. Selef-i Salihîn döneminden beri konu ihtilaflı olduğundan mesele içtihadîdir. Ayrıntılar için geniş tefsirlere bakılmalıdır.
146 - Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sığır ve koyunun içyağlarını da haram kıldık. Yalnız sırtlarında yahut bağırsaklarında bulunan veya kemiğe karışan yağları haram kılmadık.
Haddi aşmalarından ötürü onları bu şekilde cezalandırdık. Şüphe yok ki Biz hep doğru söyleriz. [3,93; 4,160] {KM, Levililer 3,3.17; 11,3-8; Tesniye 14,7.15}
Yahudilerin ya Tevrat'tan önceki bazı uygulamalarından veya Tevrat'tan sonra bir kısım din adamlarının ve otoritelerin ilavelerinden ileri gelen (Mesela: deve eti, tavşan etinin haram sayılması gibi) iddialarına kısaca işaret ediliyor.
147 - Eğer onlar seni yalancı sayarsa de ki: "Rabbiniz engin merhamet sahibidir; fakat dilediği zaman O'nun satveti ve azabı, suçlu toplumdan geri çevrilemez."
148 - Müşrikler diyecekler ki: "Eğer Allah dileseydi, ne biz, ne de atalarımız şirk koşmaz, hiçbir şeyi de haram kılmazdık."
Onlardan öncekiler de peygamberlerini yalancı saymışlardı da nihayet Bizim azabımızı tatmışlardı.
De ki: "Sizin elinizde ortaya koyacağınız bir bilgi, bir belge varsa hemen çıkarıp gösterin. Ama gerçek şu ki: Siz sadece kuru bir zannın ardından gidiyorsunuz, düpedüz yalan atıyorsunuz." [43,20; 16,35]
Sanıldığı gibi müşrikler böyle demekle yaptıkları çirkin işten pişmanlık duymuyorlar. Aslında onlar putlarına kendilerini Allah'a yaklaştırmaları için ibadet ediyorlar ve bunu yerinde bir iş sayıyorlardı. Şu halde onların bu sözden maksatları: Yaptıkları işin meşrûluğuna bir delil öne sürmektir. Allah'ın iradesinin, emriyle birlikte olduğunu ve iradenin rızayı da gerektirdiğini zannediyorlardı. Bir başka deyişle şöyle demek istiyorlardı: "Şirk koşmamız madem ki Allah'ın iradesi ile, yaratması iledir, öyleyse O'nun nezdinde meşrûdur." Oysa irade edip yaratmak, rızayı gerektirmez.
149 - De ki: En kesin ve mükemmel delil, Allah'ındır. Evet, O dileseydi hepinizi doğru yola koyardı. [6,35; 10,99; 11,118-119]
150 - "Haydi" de, "Allah'ın bunu haram kıldığına dair tanıklık edecek şahitlerinizi getirin!" Eğer onlar yalan yere şahitlik ederlerse, sakın sen onlarla birlikte tanıklık etme.
Âyetlerimizi yalan sayanların ve âhireti tasdik etmeyenlerin keyiflerine uyma!
Nasıl uyarsın ki onlar başkalarını, kendilerinin Rabbi olan Allah'a eşit tutmaktadırlar.
151 - De ki: "Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını ben okuyup açıklayayım:
O'na hiçbir şeyi ortak yapmayın, anneye babaya iyi davranın, fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin, çünkü sizin de onların da rızkını veren Biz'iz.
Kötülüklerin, fuhşiyatın açığına da gizlisine de yaklaşmayın.
Allah'ın muhterem kıldığı cana haksız yere kıymayın.
İşte aklınızı kullanırsınız diye Allah size bunları emrediyor. [4,48; 17,23; 31,14-15; 2,83; 17,31; 7,33; 6,120] {KM, Çıkış 20}
Fuhşiyat (fevahiş) çirkinliği meydanda olan her türlü kötü davranışı kapsar. Kur'ân; zina, eşcinsellik, edep yerlerini açma, üvey anne ile evlenme gibi davranışları, fuhşiyattan sayar. Hadislerde hırsızlık, sarhoş edici içki içme hakkında da bu tabir kullanılır. (Krş. Tevrat, Çıkış, 20, 3-17; Matta İncîli, 5,17-33)
152 - Rüşdüne erinceye kadar, yetimin malına en güzel şeklin dışında bir sûrette yaklaşmayın.
Ölçüyü, tartıyı tam ve doğru yapın. Biz hiç kimseye gücünü
 
maide suresi meali

Medine'de nâzil olmuş olup 120 âyettir. Hicrî 6. yılda Hz. Peygamber (a.s.)'ın Mekkelilerle yaptığı Hudeybiye anlaşmasından sonra nâzil olmaya başlamıştır. İhtiva ettiği birçok konudan biri olan ve "yemek sofrası" mânasına gelen Mâide, sûreye isim olmuştur.
Bu sûre-i şerife, sözleşmelere uymayı emrederek başlar. Sonra haccın eda edilmesi, bazı yiyecekler, bazı içtimâî ilişkiler, dürüstlük gibi insanlığı yücelten faziletler, Yahudi ve Hıristiyanların ahitlerini ve dinlerini bozdukları, bununla beraber bazı mütevazı papazların Müslümanlara sempati duymasının yanı sıra Yahudilerin taassubunu, münâfıkların davranışlarını müteakip, tekrar hac ibadetinin edasıyla ilgili bazı hükümleri bildirir. Toplam olarak sûre, on sekiz farz ihtiva etmektedir. Ahitlerini yerine getireceklerin kıyamet günü alacakları ödül bildirilerek sûrenin başlangıcı ile sonu uyum içinde bitirilir.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 - Ey iman edenler! Bağlandığınız ahitleri yerine getiriniz. Haram kılındığı size bildirilenler dışında, davarların eti size helâl edilmiştir. Şu kadar var ki, ihram halinde iken de av avlamak helâl değildir. Allah dilediği şekilde hükmeder. [5,3; 2,27]
Davarlar: deve, sığır, koyun ve keçidir. Başka hayvanları öldürüp yiyerek beslenen etoburlar ile pençeli kuşların etleri haramdır.
İhram: Kâbe'ye belli bir mesafede hac veya umre ibadetine başlama ve bunun bir alameti olarak da iki parça dikişsiz örtüye bürünme halidir. İhram halinde, normal zamanda mübah olan bazı şeyler yapılmaz: tıraş olmak, cinsî ilişki, koku sürme, zararlı haşeratı öldürme, avlanma gibi.
2 - Ey iman edenler! Ne Allah'ın şeairine, ne şehr-i harama, ne Kâbe'ye hediye olarak gönderilen kurbanlık hayvanlara, hele hele gerdanlık takılı kurbanlıklara, ne de Rabbinin lütfunu, ihsan edeceği kazancı ve O'nun rızasını arzulayarak Beyt-i Haram'a yönelenlere sakın hürmetsizlik etmeyin.
İhramdan çıkınca isterseniz avlanın. Sizin Mescid-i Haram'ı ziyaretinizi engellediler diye birtakım kimselere karşı beslediğiniz kin ve öfke, sakın sizin onlara saldırmanıza yol açmasın.
Siz iyilik etmek, fenalıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlaşın, günah işlemek ve başkasına saldırmak hususunda birbirinizi desteklemeyin. Allah'a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah'ın cezası çok şiddetlidir. [2,194. 217; 5,97; 9,13; 22,32]
Şeâir: Bir dini, bir milleti veya bir sistemi temsil eden nişane, amblem demektir. Devlet bayrakları, askerî üniformalar, paralar gibi. Bunlara yapılan hakaret cezalandırılır. Kâbe'yi ziyaret için giderken orada kurban edilmek üzere kişinin beraberinde ***ürdüğü kurbanlıklar da şeairdendir, zira Allah'a kulluğun nişanesidir. Batıl yolda da olsa, dinî şeâire saygısızlık gösterilmesi yasaklanıyor. Bu sûre indirildiğinde Müslümanlar müşriklerle savaş halinde idiler. Müşrikler, asırlık âdetlerine rağmen onların Kâbe ziyaretini engellemişlerdi. Onların lâyık oldukları sert karşılığı vermeme konusunda Müslümanlar uyarılıyorlar.
3 - Size şunlar haram kılındı: Kendiliğinden ölen hayvan, kan, domuz eti, Allah'tan başkasının adına kesilen, henüz canı çıkmadan yetişip şartına uygun tarzda kestikleriniz müstesna; boğulmuş, bir şey vurularak öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanmış, boynuzlanmış yahut canavar tarafından parçalanmış olup da ölen hayvanların etleri, putlara ait sunaklarda kesilen hayvanların etleri ve zar atarak, kumar oynayarak elde edilen etler.
Bütün bunlar itaat dışına çıkıştır. Artık bugün kâfirler dininizi söndürmekten ümitlerini kestiler. Öyleyse onlardan korkmayın, Benden çekinin.
İşte bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm'ı beğendim.
Kim günaha meyletmeksizin açlıktan bunalıp çaresiz kalırsa, haram olan etlerden yiyebilir. Çünkü Allah gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti boldur). [6,145; 5,90; 2,173] {KM, Çıkış 20,25; Levililer 11,7; Tesniye 27,5; 14,8; Resullerin işleri 25,20; 21,25; Matta 5,17}
Hayvanın tezkiyesi, yani dine uygun boğazlanması nefes borusu, yemek borusu ile şahdamarları denilen iki kan damarının kesilmesidir. Böylece hayvan kanın akmasına imkân verecek şekilde boğazlanır.
Burada haram kılınan şeyler: İnanç açısından veya maneviyat ve ahlâk açısından, bir de temizlik açısından haram kılınmıştır. Sırf tıbbî yönden değerlendirmek isabetli olmaz. Böyle olsaydı mesela ilkin zehir ve diğer öldürücü şeyler yasaklanırdı. Oysa böyle bir yasak Kur'ân'da görülmez.
Müşrikler, cansız tanrılarının görüşlerini almak için şöyle bir uygulama yaparlardı: Kâbe'de Hübel putunun yanında yedi fal oku bulunurdu. Kişi, put bakıcısına kurban sunduktan ve bazı merasimlerden sonra oklardan birini çeker, üzerinde ne yazılı ise böylece güya tanrısal irâdeyi öğrenmiş olurdu.
4 - Kendilerine nelerin helâl kılındığını sana soruyorlar. De ki: "Bütün temiz ve iyi rızıklar size helâl kılınmıştır.
Allah'ın size öğrettiğinden öğrenip eğittiğiniz avcı hayvanların sizin için tutup getirdiklerini yiyiniz ve üzerlerine Allah'ın adını anınız. Allah'a karşı gelmekten sakının, çünkü Allah hesabı çabuk görür." [6,119; 7,157]
Kur'ân'ın indirildiği çevrede haramlar çok olduğundan o alışkanlıkla Hz. Peygamber (a.s.)'dan âdeta bir helâller listesi istediler. Kur'ân aksini yaparak, sadece mahdut haramları sıralayıp gerisinin mübah olduğunu bildirmekle bir ınkılap yapmış oluyordu.
5 - Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılındı. Ehl-i kitabın kestikleri ve diğer yiyecekleri size helâldir. Sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir.
Namuslu, zinaya girmemiş ve gizli dostlar edinmemiş insanlar halinde yaşamanız şartıyla, müminlerden hür ve iffetli kadınlarla, sizden önceki Ehl-i kitaptan hür ve iffetli kadınlar da, mehirlerini verip nikâhladığınızda size helâldir.
Kim imanı inkâr ederse bütün yaptığı işler boşa gider ve o, âhirette de ziyana uğrayanlardan olur. [2,236; 4,24-25]
Ehl-i kitabın kendi dinî kurallarına göre kestikleri temiz hayvanın eti helâldir. Ehl-i kitabın namuslu kadınları da müslüman erkekle evlenebilir. Âyetin sonu müslümanı uyarmaktadır.
6 - Ey iman edenler! Namaza kalkmak istediğinizde yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın.
Başlarınızı meshedip topuklarınızla birlikte ayaklarınızı da yıkayın.
Cünüp iseniz tastamam yıkanın (boy abdesti alın). Eğer hasta veya yolcu iseniz veya tuvaletten gelmişseniz, yahut kadınlarla münasebette bulunmuş olup da su bulamazsanız temiz toprağa teyemmüm edin, (mânen arınma niyeti ile) ondan yüzlerinize ve ellerinize meshedin.
Allah size güçlük çıkarmak istemez, fakat şükredesiniz diye sizi temizleyip arındırmak ve size olan nimetlerini tamama erdirmek ister. [4,43]
Abdest ve guslü bildiren âyet budur. Cinsel temas veya ihtilam sonucu manen kirlenen kişi gusleder. Yıkanmadan namaz, tavaf, mescide girme, Kur'ân okuma gibi ibadetleri yapamaz.
Ruh temizliğine beden temizliği de eklendiğinde hidâyet ve nimet tamamlanmış olur.
7 - Allah'ın size lütfettiği nimeti ve sizin "duyduk ve itaat ettik, baş üstüne!" dediğiniz vakit, sizden aldığı sözünüzü hatırlayın. Allah'a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah sinelerde saklı bütün sırları bilir.
Burada alındığı bildirilen "söz", Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin, ashabından Akabe ve Hudeybiye'de almış olduğu biata işaret etmektedir.
Ayrıca Hz. Muhammed'in resûlullah olduğunu kabul ve ikrar eden her mümin, onun Allah tarafından getirdiği bütün hükümleri kabul ettiğine dair söz vermiş olmaktadır.
8 - Ey iman edenler! Haktan yana olup vargücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin ve adalet numunesi şahitler olun.
Bir topluluğa karşı, içinizde beslediğiniz kin ve öfke, sizi adaletsizliğe sürüklemesin.
Âdil davranın, takvâya en uygun hareket budur.
Allah'a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.
9 - Allah iman edip makbul ve güzel işler yapanları affedip kendilerine büyük mükâfat vermeyi vâd etmiştir.
10 - Kâfir olup âyetlerimizi yalan sayanlar ise cehennemliktirler.
11 - Ey iman edenler! Allah'ın size olan şu nimetini hatırlayın: Hani bir topluluk size el uzatmaya, sizi öldürüp yok etmeye teşebbüs etmişti de O, bunların ellerini size zarar vermekten menetmişti.
Allah'ın hukukuna haksızlık etmekten sakının! Müminler yalnız Allah'a dayansınlar. [48,24]
Bi'r-i Meûne faciasından hemen sonra çok nazik bir ortamda ashabdan âmir ed-Damrî, kasdî olmaksızın, anlaşmalı Benî Âmir kabilesinden iki kişiyi öldürmüş, gergin bir durum ortaya çıkmıştı. Hz. Peygamber bizzat gidip Benî Nadîr Yahudilerinden diyet ödemede yardım istedi. Aslında onları göreve çağırdı. Zira sözleşme gereği, diyet konusunda yardımlaşma görevleri vardı. Bunlar içlerinden suikast planı hazırlamışlardı. Cibril haber verdi, iş anlaşıldı, Allah resûlünü korudu. Âyet, bu olaya işaret etmektedir.
12 - Allah İsrail oğullarından kesin söz aldı. Biz onlardan (on iki boydan her birinden bir kefil olmak üzere) on iki de kefil tayin etmiştik. Allah buyurdu ki:
"İyi bilin ki Ben sizinle beraberim.
Eğer siz namazı dikkatli bir şekilde tamtamına eda eder, zekâtı verir,
resullerime iman eder, onlara sahip çıkar,
Allah rızası için gerekli yerlere harcayarak Allah'a güzel bir tarzda ödünç verirseniz,
Ben elbette sizin kusurlarınızı örter ve elbette sizi içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştiririm.
Ama kim bundan sonra nankörlük edip küfre saparsa, doğru yoldan sapmış, kendini zayi etmiş olur."
Tevrat'ta İsrail boylarının reisleri denilerek bunların isimleri yazılır (Sayılar 1,5-15). Kur'ân'ı İngilizce'ye çeviren Rodwell, Kur'ân'ın bu on iki reisi uydurduğunu iddia ederek cehaletini gösterir.
13 - İşte o Yahudileri, verdikleri kesin sözü bozduklarındandır ki lânetledik, onların kalplerini katılaştırdık.
Böylece onlar kelimeleri yerlerinden oynatarak tahrif ederler.
Kendilerine tebliğ edilen hususlardan pek çoğunu unuttular.
Onların pek azı hariç olmak üzere, onlar tarafından devamlı olarak hainlik görürsün.
Yine de sen onları affet, aldırma. Çünkü Allah iyilik edenleri sever. [2,75; 3,7; 4,46]
14 - "Biz Nasrani'yiz, Hırıstiyanız" diyenlerden de kesin söz aldık. Fakat onlar da kendilerine tebliğ olunan derslerden bir çoğunu unuttular.
Bu yüzden Biz de aralarına kıyamet gününe kadar sürecek düşmanlık ve nefret bıraktık. Allah onların meslek haline getirdikleri bu işleri bir bir yüzlerine çarpacaktır. [2,62] [KM, İşaya 19,2]
Nasâra, nusret kökünden gelip ensar (yardımcılar) demektir [61,14]. Hz. Îsâ'nın memleketi Nasıra ile ilgisi yoktur. Bazı Avrupalılar Kur'ân'ın Hıristiyanları küçümsemek için Nasıra'ya nisbetle bu ismi kullandığını iddia ederler. Hz. Îsâ'nın havarilerine ilkin Antakyalılar M.S. 43-44 yıllarında Mesihîler adını vermişlerdir. Hz. İsa'nın sıfatı olan "Mesih"in Yunancası Christ'dir. Ona mensup olanlara da Chrétiens (Hıristiyanlar) denir. Hıristiyanlar Hz. İsa (a.s.)'ın tebliğ ettiği dine mensup olduklarını kabul eden kimseler olup Kur'an'da "Nasarâ" ismiyle anılırlar. Tekili "Nasranî" olup Hz. İsa'nın doğum yeri olan Nâsıra'ya aidiyet ifade eder. Yoksa kendisi, adına bir din kurup böyle bir isim kullanmamıştır. Ona tâbi olanlar Tevrat'a bağlı Yahudi cemaati ile, Kudüs'teki Mâbede gitmeye devam etmişlerdir (Resullerin İşleri, 3,1). Daha sonra Pavlos, Tevrat cemaatinden ayrılıp kurtuluş için sadece Mesih'e inanmak gereğini öne sürdü. Cemaat ismi uzun süre oturmadı (kardeşler, müminler, şakirtler denildi). Mesihîler adı, önce düşmanları tarafından kendilerine verilip, sonra mecburen kabullendikleri bir isim oldu. Kur'ân asıl isimlerini kullandığından, ona teşekkür yerine tenkid etmeleri çok tuhaftır.
Hıristiyanlar ilk üç asır işkence ve gizliliğe mahkûm oldukları dönemde çok sayıda İncîl ortaya çıktı. Roma İmparatoru Constantin M.S. 324'de Hıristiyanlığı devlet dini olarak kabul ettiğinde çeşitli bölünmeler çoktan başlamış ve din asliyetini kaybetmişti.
15 - Ey Ehl-i kitap! Kitaptan (Tevrat'tan) gizlediklerinizin çoğunu size beyan eden,
bir çoğunu da yüzünüze vurmayarak affeden Resulümüz size gelmiş bulunuyor. İşte size Allah tarafından bir nûr ve hakikatleri açıklayan bir kitap geldi.
16 - Allah onunla, rızasını izleyenleri selâmet yollarına iletir,
Onları izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları dosdoğru yola iletir.
17 - "Allah, Meryem'in oğlu Mesih'tir" diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır.
De ki: "Eğer Allah Meryem'in oğlu Mesih'i, annesini ve dünyada bulunanların hepsini imha etmek istese, O'na karşı kimin elinden bir şey gelir? Kim O'nu engelleyebilir?
Doğrusu göklerin, yerin ve ikisi arasında olan bütün varlıkların hakimiyeti Allah'a aittir. O dilediğini yaratır. Allah her şeye kadirdir. [4,171; 9,30]
(Bu konuda 4,171 âyeti ile ilgili açıklamaya bkz.)
18 - Hem Yahudiler, hem de Hıristiyanlar "Biz Allah'ın evlatları ve sevgilileriyiz." dediler.
De ki: "Öyleyse niçin Allah sizi günahlarınız sebebiyle cezalandırıyor?"
Hayır, bilakis siz O'nun yarattığı birer beşer topluluğusunuz. Allah dilediğini affeder, dilediğini cezalandırır.
Göklerde, yerde ve ikisi arasında olan her şeyin hakimiyeti Allah'ındır.
Dönüş de O'na olacaktır.
19 - Ey Ehl-i kitap! Resullerin gelmesinin kesintiye uğradığı bir sırada,
ileride "bize ne müjdeleyen ne de uyaran hiçbir Peygamber gelmedi" demeyesiniz diye
size, müjdeleyici ve uyarıcı Elçimiz, her şeyi beyan etmek üzere geldi. Allah her şeye hakkıyla kadirdir.
Hz. Muhammed (a.s.)'dan önce altı yüzyıl boyunca Peygamber gelmemişti. En yakın olan Hz. Îsâ altı yüz yıl kadar önce yaşamıştı.
20 - Bir vakit de Mûsâ kavmine şöyle demişti: "Ey kavmim! Allah'ın size lütfettiği nimetlerini bir düşünün; zira o içinizden peygamberler çıkarttı, sizi hür insanlar yaptı ve devrinizde hiç kimseye vermediğini size verdi." [2,47-122; 45,16; 2,143; 3,110] {KM, Sayılar 13,17; 14,38}
İsrailoğulları Hz. Mûsâ'dan önce de, mesela Hz. Yusuf döneminde ve ondan sonra Mısır'da büyük bir güce sahip olmuşlardı. Uzun süre medenî dünyanın en üstün gücü kalıp paraları Mısır'da olduğu gibi, çevresinde de geçerli olmuştu.
21 - "Ey kavmim! Haydi Allah'ın size vaat ettiği kutsal ülkeye girin, sakın geri dönüp kaçmayın. Yoksa hüsrana düşerek perişan olursunuz." {KM, Tesniye 7,13; 8,1; Çıkış 3,8}
"Kutsal ülke", İbrâhim, İshak, Yâkub (a.s.)'ın vatanı olan Filistin'dir. Mısır'dan ayrıldıklarında Allah onları oraya yöneltmişti. Bu âyetler Hz. Mûsâ'ya tâbi olan o zamanki İsrailoğullarından bahsetmektedir. Dolayısıyla onların âlemlere üstün kılınmaları, o kutsal ülkeye girmeleri o döneme aittir ve Allah yolunda olma, O'na lâyık davranışlarda bulunma ile şartlıdır.
22 - "Ya Mûsâ, dediler, orada zorba ve güçlü bir millet var.
Onlar oradan çıkmadıkça biz asla giremeyiz. Eğer çıkarlarsa, ancak o zaman gireriz." {KM, Sayılar 13,31-33; Tesniye 1,28}
23 - Allah'ın buyruğuna uymamaktan korkan ve Allah'ın kendilerine iman ve yakin nimeti ihsan ettiği iki yiğit çıkıp dediler ki:
"Üzerlerine hücum edin, kapıyı tutun. Kapıyı tutup da dışarıda savaş meydanına çıkmalarını önlediniz mi muhakkak siz galipsinizdir. İmanınızda samimî iseniz yalnız Allah'a dayanın."
24 - Yine dediler ki: "Ya Mûsâ! O zorbalar orada oldukları müddetçe biz asla giremeyiz. Haydi sen Rabbinle git, ikiniz onlarla savaşın, biz işte burada oturuyoruz."
25 - Mûsâ: "Ya Rabbî, dedi, ben kendi nefsimden ve kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum. Artık bizimle bu itaatsiz, bu yoldan çıkmış topluluk arasında Sen hükmünü ver!"
26 - Buyurdu ki: "O kutsal yer onlara kırk yıl boyunca haram kılındı. Oldukları yerde sersem sersem dolaşacaklardır. Sen artık o yoldan çıkmış kimseler için kendini üzme!" {KM, Sayılar 14,33; Tesniye 2,7; Yuşa 5,6}
Hz. Mûsâ (a.s.)'ın kavmine hitabı, Kızıldenizin kuzeyinde Faran çölünde bulundukları sırada yapılmıştır. Hz. Mûsâ'yı dinlemeyen, korkak ve isyancı millet terbiye edilsin ve yeni bir nesil yetişsin diye kırk yıl çölde sersem sersem dolaşmaya mahkûm edildiler. 38 yılda Faran'dan Ürdün'e varabildiler. Ürdün'ün fethinden sonra Hz. Mûsâ (a.s.) vefat etti. Onun halefi Yuşa zamanında İsrailoğulları Filistin'i işgal ettiler. Tevrat, Sayılar, 13-20. bölümlerinde çok ayrıntılı olarak bu olaylar anlatılır.
27-29 - Onlara Âdem'in iki oğlunun gerçek olan haberini oku:
Onların her ikisi birer kurban takdim etmişlerdi de birininki kabul edilmiş, öbürününki kabul edilmemişti.
Kurbanı kabul edilmeyen, kardeşine: "Seni öldüreceğim" dedi.
O da: "Allah, ancak müttakilerden kabul buyurur, dedi. Yemin ederim ki, sen beni öldürmek için el kaldırırsan, ben seni öldürmek için sana el kaldırmam. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım."
"Ben isterim ki sen, kendi günahınla beraber benim günahımı da yüklenesin de cehennemliklerden olasın. Zalimlerin cezası işte budur!" [3,62; 18,13; 19,34] {KM, Tekvin 4,3-12; Makkabe 7,11}
Hz. Âdem (a.s.)'ın iki oğlunun kıssası, Hz. Muhammed (a.s.)'ın çağdaşı bazı Yahudilerin suikast girişimlerini kınama gayesini de gütmüş olabilir (Mesela 5,11). Benzerlik vecihlerinden en kuvvetlisi kıskançlıktır. Kabil Habil'i çekemediği gibi, (Tevrat, Tekvin, bölüm:4) o Yahudiler de Hz. Muhammed (a.s.) ile ashabını çekemiyorlar, dîni önderliğin onlara geçmesini hazmedemiyorlardı.
30 - Nefsi, onu kardeşini öldürmeye itti. O da onu öldürüp ziyan edenlerden oldu.
31 - Derken Allah, kardeşinin cesedini nasıl örteceğini göstermesi için yeri eşen bir karga gönderdi.
Kabil: "Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar bile olup da kardeşimin cesedini örtemedim!" dedi ve pişmanlığa düşenlerden oldu.
Tevrat'ta Kabil'in cesedi gömme işinden bahsedilmez.
32 - İşte bundan dolayı İsrail oğullarına kitapta şunu bildirdik:
Kim katil olmayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir kişiyi öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur.
Kim de bir adamın hayatını kurtarırsa sanki bütün insanların hayatını kurtarmış olur.
Şüphesiz ki resullerimiz onlara açık âyetler ve deliller getirmişlerdi.
Ne var ki onların çoğu bütün bunlardan sonra, hâla yeryüzünde fesat ve cinayette aşırı gitmektedirler. [2,84-85]
Bu âyet insan hayatının kutsallığını vurgulayan en mükemmel bir beyandır. Hayatın korunması için, her bir kişi, başkasının hayatının kutsallığını kabul edip onu korumaya çalışmalıdır.
Mevdûdi'nin dediğine göre bu hüküm mevcut Tevrat'ta yer almaz. Ama onun tefsiri olan Talmud'da değiştirilmiş olarak: "İsrail'den tek bir kişiyi öldüren, tüm ırkı öldürmüş gibi cezalandırılacaktır" tarzında yer alır (Tefhim, bu âyetin açıklamasında).
33-34 - Allah ve Resulüne savaş açanların, (yol keserek terör eylemi yaparak) yeryüzünü ifsad etmek için koşuşanların cezası; öldürülmeleri veya asılmaları yahut sağ elleri ile sol ayaklarının kesilmesi yahut da bulundukları yerden sürülmelerinden başka bir şey olmaz.
Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Âhirette ise onlara başkaca müthiş bir ceza vardır.
Ancak kendilerini ele geçirmenizden önce tövbe edenler, bu hükmün dışındadır. Biliniz ki Allah gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti boldur). [7,124; 20,71; 26,49]
Bu âyet bir önceki âyetin uygulaması durumundadır. Hayatı korumanın yaptırım gücünü ortaya koymak kabilindedir. Burada harpten maksat, Müslüman toplum içinde, gerek kırsal kesimde, gerek şehirlerde yol kesme, terör estirme, can emniyetini ortadan kaldırma veya mal gasp etmedir.
Adam öldürene kısas olarak ölüm cezası uygulanır. Öldürmekle beraber mal alan kimse asılır. İdareciler duruma göre bu cezalardan birini uygulamada muhayyerdirler. Sağ elin kesilmesi, mal gasp etmeleri, sol ayağın kesilmesi ise yol kesme ve terör estirmekle halkın can güvenliğini ortadan kaldırdıkları içindir. Sürülme, Hanefî mezhebine göre hapis cezasıdır. Şafiî'ye göre sürme, başka bir yere sürgün olarak uygulanır.
35 - Ey iman edenler! Allah'ın hukukunu gözetin, onun hukukunu ihlal etmekten sakının, O'na yaklaşmaya vesile arayın ve O'nun yolunda mücahede edin ki korktuğunuzdan kurtulup umduğunuza kavuşasınız.
36 - Kâfirler, kıyamet günü cezaları olan azaptan kurtulmaları için, dünyada olan her şeyi, bir misli fazlasıyla verseler dahi kendilerinden kabul edilmez. Onlara can yakıcı bir azap vardır. [10,54; 13,18; 39,47; 70,11-14]
37 - Onlar ateşten çıkmak isterler ama oradan çıkacak değiller. Onlara devamlı bir azap vardır.
38 - Hırsız erkek ile hırsız kadının irtikâb ettikleri suça bir karşılık ve Allah tarafından insanlara ibret verici bir ukubet olmak üzere ellerini kesiniz. Allah azîz ve hakimdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir). {KM, Çıkış 20,15; Tesniye 25,11-12 Levililer 19,11}
Sirkat: sözlükte hırsızlık demek olup terim olarak: "Akil ve baliğ bir kişinin belirli miktarın üstünde olan bir malı veya parayı, konulup korunduğu yani saklandığı yerden, hiçbir hak ve şüphe sözkonusu olmaksızın, gizlice alıp zimmetine geçirmesidir." Çalındığında el kesme cezası uygulanmayan çok durum vardır: Meyve ve sebzelerin, otlakta otlayan hayvanların, henüz toplanmamış tahılların, eğlence aletlerinin, kamu mallarının vs... Bunlar cezasız bırakılmaz, fakat el kesilmez. O halde hırsızda: a-Aklî dengesi yerinde olup, erginlik çağında bulunması, b-İmam Ebû Hanîfe'ye göre çalınan malın 10 dirhem (32 gram) gümüş değerinden az olmaması. c-Malın saklandığı yerden çalınması gibi şartlar aranır. Ceza sağ elin bilekten kesilmesi şeklinde uygulanır.
39 - Kim yaptığı zulüm ve haksızlıktan sonra tövbe edip halini ve işini düzeltirse Allah tövbesini kabul eder; Çünkü Allah gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti boldur). {KM, Zekarya 1,3}
Hırsızlık büyük günahlardandır. Hırsız tövbe etmezse âhirette büyük azaba uğratılır. Ancak dünyada cezasını çekerse veya suçu tesbit edilmediği için ceza çekmez ve fakat çaldığı malı sahibine teslim edip tövbe ederse Allah onu affedeceğini bildiriyor.
40 - Bilmez misin ki göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'a aittir.
Dilediğini cezalandırır, dilediğini affeder; Çünkü Allah her şeye kadirdir.
41 - Ey Peygamber! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla "iman ettik." diyen münafıklarla, Yahudilerden kâfirlikte yarışanlar seni üzmesin.
Zira onlar yalancılık etmek için dinlerler. Senin yanında olmayan bir grup hesabına casusluk için dinlerler.
Kelimeleri konuldukları yerlerden çıkarıp tahrif ederler. "Size şu fetva verilirse onu kabul edin, o verilmezse onu kabul etmekten geri durun" derler.
Allah birini şaşırtmak isterse, sen onun lehinde Allah'a karşı hiçbir şey yapamazsın.
Onlar öyle kimselerdir ki Allah onların kalplerini arındırmak istememiştir. Onların hakkı dünyada rüsvaylık olduğu gibi, âhirette de müthiş bir cezadır. [2,75; 4,46] {KM, İşaya 29,13. Matta 15,8; Markos 7,6}
Yahudi bilginleri okur yazar olmayan dindaşlarına, Hz. Muhammed'in öğretileri kendilerine uyarsa kabul etmelerini, aksi halde reddetmelerini söylüyorlardı.
Fıtratını iyice değiştirmiş kişinin, arınmaya hiç niyeti yoksa Allah da arındırmaz. Azıcık isteği olanı Allah elbette ihmal etmez.
42 - Yalan dinlemeye çok meraklı, haram yemeye pek düşkündürler. Sana gelirlerse ister aralarında hükmet, istersen hükmetmekten geri dur!
Geri durursan onlar sana asla bir zarar veremezler. Şayet hükmedersen, aralarında adaletle hükmet! Çünkü Allah âdilleri sever. {KM, Çıkış 23,8; Tesniye 16,19; 27,25}
Haram, yani rüşvet yiyenler, rüşvete göre hüküm veren Yahudi hakim ve fakîhleridir.
Hayber Yahudilerinden soylu bir kadınla erkek zina etmişlerdi. Tevrata göre (Tesniye, 22, 22-24) recim olan cezayı uygulamak istemediklerinden dâvayı Hz. Peygamber (a.s.)'a ***ürdüler. "Recim derse kabul etmeyin, başka ceza verirse kabul edin." dediler. Hz. Peygamber recme hükmedince itiraz ettiler. Zinanın cezası "yüzüne kara çalıp merkeple dolaştırmaktır" diye, ısrar ettiler. İbn Suriya hariç, hepsi yeminle tekid ettiler. Peygamberimiz çok ağır yemin verdirerek son olarak Tevratın hükmünü sorunca bilginleri İbn Suriya recmi itiraf etti. İşte, bu âyet bu olaya işaret etmektedir.
43 - Kendi kitapları olan ve içinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat ellerinde iken nasıl olup da seni hakem tayin ediyorlar?
Sonra ne diye peşinden dönüp senin hükmüne razı olmuyorlar?
Aslında onlar mümin değildirler.
O Yahudilerin dinde samimi olmadıkları yüzlerine çarpılıyor. Çıkarlarına uymayınca, inandıkları kutsal kitaplarını rafa kaldırıp, keyiflerine uygun fetva verir umuduyla inanmadıkları bir kişinin fetvası peşine düşmüşler. Ne iğrenç samimiyetsizlik! Aslında onlar sadece kendi çıkarlarına tapan insanlar!
44 - İçinde hidâyet ve nûr olan Tevrat'ı biz indirdik. Kendilerini Hakka teslim eden nebîler, Yahudilerle ilgili meselelerde onunla hükmederlerdi.
Kendilerini Allah yoluna adamış mürşitler ve din alimleri de Allah'ın kitabını koruma ile görevlendirilmeleri sebebiyle yine onunla hüküm verirlerdi.
Hepsi de kitabın hak olduğunun şahitleri idiler. O halde ey hakimler, insanlardan korkmayın, Benden korkun.
Âyetlerimi az bir menfaat karşılığında satmayın.
Kim Allah'ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam kâfirdirler.
Din bilginlerinin Tevratı koruma görevleri vardı, fakat Kur'ân bu görevi eksiksiz yaptıklarını bildirmiyor.
Ayetin son cümlesi, kitabı önemsemeyerek, onu inkâr ederek onunla hükmetmeyenlerin kâfir olduklarını bildiriyor.
45 - Hem Tevrat'ta onlara şu hükmü de farz kıldık:
Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş karşılıktır. Hülasa bütün yaralamalar birbirine kısas edilir.
Fakat kim bu kısas hakkından feragat edip bağışlarsa bu, kendi günahları için keffaret olur.
Kim Allah'ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam zalimdirler. [2,178] {KM, Çıkış 21,23-25; Levililer 24,17-20; Tesniye 19,21}
Kısas, şeriat sahibinin bir hakkı olarak değil, hayatın dokunulmazlığını temin etmek için meşrû kılınmıştır. Yani can almak için değil, cana dokundurmamak için hükmedilmiştir. Onun içindir ki hak sahibi kişi kısastan vazgeçerse, kısas yapılmaz. Zira kısas, sırf insanlar için vaz' edilmiştir. (Tevrat'da kısas hükmü için: Levililer, 24, 19-21; Çıkış, 21,23-26])
46 - O peygamberlerin izlerince Meryem oğlu Îsâ'yı, kendisinden önceki Tevrat'ı tasdik edici olarak gönderdik.
Ona; kendisinden önceki Tevrat'ın tasdikçisi ve müttakilere bir hidâyet ve öğüt olmak üzere içinde hidâyet ve aydınlık bulunan İncîl'i verdik. [3,50]
İncîl bazı hususlarda Tevrat'taki hükümlerden ayrılır. Şu halde tasdikten maksat, genel esaslarda uygunluktur.
47 - Ve dedik ki: Ehl-i İncîl de, Allah'ın o kitapta indirdiği ile hükmetsin. Kim Allah'ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam fâsıktırlar. [7,157; 5,68]
Burada İncîl'e ilk muhatap olanlara verilen emir naklediliyor. Kendilerinin uymaları istenen şeylerden biri de Hz. Muhammed'i müjdeleyen hususlardır.
48 - Sana da, daha önceki kitapları, hem tasdik edici, hem de onları denetleyici olarak bu kitabı, gerçeğin ta kendisi olarak indirdik.
O halde bütün Ehl-i kitabın aralarında, Allah'ın sana indirdiği ile hükmet, sana gelen bu hakikati terkedip de onların keyiflerine uyma!
Her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı. Fakat O, size verdiği farklı şeriatlar dairesinde sizi imtihan etmek istediği için ayrı ayrı ümmetler yaptı.
Öyleyse durmayın, hayırlı işlerde birbirinizle yarışın!
Zaten hepinizin dönüşü Allah'a olacak, O da hakkında ihtilâf ettiğiniz şeyleri size tek tek bildirecektir. (haklıyı haksızı iyice belli edecektir). [2,41; 11,118; 17,107-108; 21,25; 16,36; 6,116; 12,103]
Müheymin: Öbür kitaplar üzerinde denetleyici, kontrolcü, şahit demektir. Kur'ân önceki kitaplar bakımından tasdikine başvurulacak bir merci olacaktır.
Kur'ân'dan önce her millete ayrı hidâyet, ayrı şeriat verilmişti. Kur'ân ile bütün hidâyet yolları birleşti; her devrin, her milletin ihtiyacı giderildi.
49 - Ve şu emri indirdik: Aralarında, Allah'ın sana indirdiği ahkâm ile hükmet! Onların keyiflerine uyma ve Allah'ın indirdiği hükümlerin bir kısmından seni caydırmalarından sakın!
Şayet yüz çevirirlerse bil ki, Allah onları bazı günahlarından dolayı musîbete uğratmak istiyordur. Zaten insanların birçoğu Allah'ın emrinden dışarı çıkmaktadırlar.
50 - Yoksa Cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar?
Fakat kesin olarak iman eden insanlar için, Allah'tan daha güzel, daha doğru bir hâkim bulunabilir mi?
51 - Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları velî edinmeyin. Onlar ancak birbirlerinin velisidirler. Sizden kim onları velî edinirse o da onlardandır. Allah böylesi zalimleri doğru yola iletmez. [5,57; 2,257; 3,28.118]
Velî: Yerine göre hâmî, koruyucu, yönetici, işleri deruhte eden ve dost anlamlarına gelir.
52 - Kalbinde nifak hastalığı olanların, içlerinden: "Ne olur ne olmaz, başımıza bir felâket gelebilir, şimdiki durumumuz değişebilir, onun için biz tedbirimizi alalım." diyerek, kâfirlerle dost olmak için onların yanına girip çıktıklarını görürsün.
Umulur ki Allah yakında bir zafer ihsan eder
veya Kendi tarafından peygamberi vasıtasıyla münafıkların maskelerini düşürme gibi bir başka durum ortaya çıkar da,
Onlar içlerinde gizledikleri bu nifaktan dolayı pişman olurlar.
53 - Onların içyüzlerini ancak o zaman keşfeden müminler de birbirlerine:
"Hayret doğrusu! Onlar değil miydi, siz müminlerle beraber olduklarına dair var güçleriyle yemin edip duranlar?" Ama sonunda ne oldu? Gösteriş için yaptıkları bütün işleri boşa gitti, dünyada da, âhirette de ziyan edenlerden oldular.
54 - Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki,
Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allahı severler.
Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar.
Allah yolunda mücahede eder ve bu hususta dil uzatan hiçbir kimsenin ayıplamasından korkmazlar.
İşte bu, Allah'ın öyle bir lütfudur ki dilediğine verir. Allah vâsi ve alîmdir (ihsanı boldur, her şeyi hakkıyla bilir). [47,38; 4,133; 14,19-20; 48, 29; 58,21-22]
İslâm tarihinin başlangıcında üçü Hz. Peygamber (a.s.)'ın vefatından önce olmak üzere on bir toplu irtidad vak'ası olmuştur. Geriye kalanı Hz. Ebû Bekir (r.a.) devrinde yer almıştır.
Allah'ın dinine sahip çıkacak topluluk kavramı da çok geniştir. Çeşitli zaman ve mekânlarda İslâm tarihi boyunca, bu evsafta topluluklar Allah'ın lütfu ile eksik olmamıştır.
55 - Sizin dostunuz ancak Allah'tır, O'nun Resulüdür ve Allah'a tam boyun eğerek namazlarını hakkıyla ifa eden, zekâtlarını veren müminlerdir.
56 - Kim Allah'ı, Resulünü ve iman edenleri dost edinirse bilsin ki, bunların teşkil ettiği Allah tarafı, mutlaka galip gelecektir.
57 - Ey iman edenler! Ne dininizi alay ve eğlence konusu yapan sizden önce kendilerine kitap verilenleri, ne de diğer kâfirleri dost (ve üzerinize yönetici) edinmeyin.
Mümin iseniz, Allah'ın bu buyruklarına karşı gelmekten sakının. [3,28; 5,51]
58 - Siz ezan okuyarak namaza dâvet edince, bunu alay ve eğlence konusu yaparlar.
Onların böyle yapmalarının sebebi, akıllarını kullanmayıp bu güzelliği anlamamalarıdır.
Bu âyet, ezanın dayanağıdır. Ayrıca ezanla alay edip hafife almanın küfür olduğuna delalet eder.
59 - De ki: "Ey Ehl-i kitap! Sizin bizden hoşlanmayışınızın tek sebebi galiba şudur: Biz Allah'a iman ettiğimiz gibi, hem kendimize indirilen kitaba, hem de daha önce indirilen ilâhî kitaplara iman etmekteyiz. Sizin ise ekseriniz yoldan çıkmış fâsıksınız."
60 - De ki: "Allah katında bir ceza olarak bundan daha beterini bildireyim mi?
O kimseler ki Allah onlara lânet etmiş, gazabına uğratmış, içlerinden bir kısmını maymun, domuz ve tâgut'a tapan kimseler yapmıştır. Yerleri en fena olanlar, doğru yoldan büsbütün sapanlar, işte onlardır." [2,65; 85,8; 9,74]
İnsanların hayvan haline getirilmesine mesh denir. Bu da surî ve manevî olarak iki türlü olabilir. Manevî olunca ahlâkî düşüklüğe sebep olan bir dönüştürme olur. Surî ve manevî olursa ahlâkî düşüklüğün yanında hayatî düşüklük de gerçekleşir. Bu durumda nesilleri devam etmez. Allah dilediğini yapar.
61 - Sizin yanınıza geldikleri zaman: "Biz müminiz" derler. Halbuki gerçekte onlar kâfir olarak girmişler, yine kâfir olarak çıkmışlardır. Onların içlerinde gizledikleri nifakı Allah pek iyi bilir.
62 - Onlardan birçoğunun günaha, başkasının hakkına tecavüz etmeye, haram yemeye yarışırcasına koştuklarını görürsün. Yaptıkları şey ne kadar kötü!
63 - Bari, onların mürşitleri ve fakihleri onların günah olan şeyler söylemelerini ve haram yemelerini önleselerdi ya! Ama heyhât! Bunların yaptıkları da, ayrıca bir çirkin!
64 - Yahudiler: "Allah'ın eli bağlıdır." dediler. Hay kendi elleri bağlanasılar!
Hay dediklerinden dolayı mel'ûn olası adamlar! Hayır, hiç de öyle değil! Allah'ın iki eli de açıktır. Dilediği şekilde infak eder.
Rabbinden sana indirilen âyetler, mutlaka onlardan birçoğunun azgınlığını ve gâvurluğunu artıracaktır. Bununla beraber, Biz onların aralarına, kıyamete kadar sürüp gidecek bir düşmanlık ve nefret bıraktık.
Her ne zaman onlar savaş çıkarmak için bir yangın tutuşturdularsa Allah onu söndürdü. Sırf fesat çıkarmak için dünyanın her tarafında koşup dururlar. Allah müfsitleri sevmez. [4,53-54; 2,61; 3,112; 14,34; 41,44; 17,82] {KM, Mezmurlar; 104,27; 145,15-16}
Hicretten Sonra Medine'deki Yahudiler iktisâdi sıkıntı ile imtihan edildiklerinde onlardan bir kısmı tarafından, Allah'ın ihsan ve merhametini itham eden böyle bir söz söylenmişti. Hepsi dememiş ise de, diyenlere itiraz etmemek sûretiyle razı olmuş sayıldıklarından, bu söz hepsine izafe edilmiştir.
65 - Eğer Ehl-i kitap iman etse ve fesatçılıktan ve diğer fenalıklardan sakınsalardı, elbette Biz onların kötülüklerini örter ve onları naîm cennetlerine yerleştirirdik.
66 - Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rab'leri tarafından kendilerine indirilen Kur'ân'ın hükümlerini hakkıyla yerine getirselerdi, muhakkak ki yukarıdan yağmur gibi yağan ve yerden biten nimetler içinde kalır, onlardan yerlerdi.
Onlardan mûtedil bir zümre de vardır, ama onların çoğu pek çirkin işler yapmaktıkdırlar. [3,113; 7,96; 30,41; 7,159; 57,27; 35,32-33]
Yukarıdan gelen nimetler ilâhî vahiy, manevî ve ruhanî gıdalar; yerden bitenler ise maddî nimetlerdir.
67 - Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen buyrukları tebliğ et!
Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun.
Allah seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır. Allah kâfirleri hidâyet etmez, emellerine kavuşturmaz. [13,40; 2,272]
Bu âyet, Kur'ân'ın mûcizelerindendir. Risâlet görevini yerine getirme süreci içinde Efendimiz (a.s.m.)'ın düşmanları gittikçe artmıştı. Mekke müşriklerine, hicretten sonra Medine'deki kalabalık Yahudi kabileleri, Hıristiyanlar ve başka kabîleler de eklenmişti. Hele münâfıklar ve onların Yahudilerle işbirliği yaparak kışkırttıkları Medine dışındaki kabileler de hayli fazla idi. Bunca düşmanlıkların ve fiilen defalarca suikast girişimlerinin ona zarar verememesinin, bu âyette müjdelenen ilâhî koruma ile olduğunda hiç şüpheye yer yoktur.
68 - De ki: "Ey Ehl-i Kitap! Siz Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirilen Kur'ân'ı tatbik etmedikçe, hiçbir temele dayanmış sayılmazsınız, hiçbir dayanağınız yoktur."
Rabbinden sana indirilen âyetler, mutlaka onlardan birçoğunun azgınlık ve inkârcılığını fazlalaştıracaktır.
O halde o kâfirlerden ötürü gam yeme!
Bir kere, Yahudiler ve Hıristiyanlar kutsal kitaplarını koruma imkânı bulamamışlar, metinleri tahrife mâruz kalmıştı. Kaldı ki ellerinde kalan şekliyle dahi onları tam tamına uygulamıyorlardı.
69 - İman edenler, Yahudiler, Sâbiîler, Hıristiyanlar...
Bunlar içinden her kim Allah'a ve âhiret gününe iman edip makbul ve güzel işler yaparsa, onlara hiçbir korku yoktur ve onlar asla üzülmezler. [2,62'deki açıklamaya bkz.]
70 - Biz İsrailoğullarından bu iman esası üzere kesin sözlerini almış ve onlara resuller göndermiştik.
Ne zaman bir elçi, kendilerine canlarının istemediği bir şey getirdiyse, onlar bazı resullere "yalancı" diyor, bazılarını ise öldürüyorlardı. [2,61]
71 - Başlarına bir bela gelmeyeceğini sandıkları için, kör ve sağır kesildiler.
Sonra tövbe ettiklerinde Allah da tövbelerini kabul buyurdu.
Sonra içlerinden birçoğu yine kör ve sağır kesildiler. Allah yaptıklarını hakkıyla görüyor.
Eğer bunların âhirete, ve oradaki sorumluluğa imanları olsaydı böyle zannetmeyeceklerdi. Halbuki böyle sandıkları için kör ve sağır kesildiler. Hak delilleri görmez, hak sözü işitmez oldular.
72 - "Allah, Meryem'in oğlu Îsâ'dır." diyenler hiç şüphesiz kâfir olmuşlardır. Halbuki Îsâ vaktiyle şöyle demişti:
"Ey İsrail oğulları! Benim de, sizin de Rabbiniz olan tek Allah'a ibadet ediniz. Kim Allah'a eş ortak koşarsa, şu kesindir ki, Allah ona cenneti haram kılmıştır ve onun varacağı yer ateştir. Zalimlere yardımcı olan da çıkmaz." [5,17; 9,31; 19,30-36; 4,48; 7,50; 43,59] {KM, Yuhanna 20, 17; Markos 12,29}
73 - "Allah üç uknumdan biridir" diyenler de kâfir olurlar. Halbuki bir tek İlahtan başka ilah yoktur.
Eğer bu batıl iddialarından vazgeçmezlerse içlerinden kâfir kalanlara mutlaka can yakıcı bir azap dokunacaktır. [4,171]
Arapçada sâlisü selâse veya rabi'u erba'a deyiminde üçüncü veya dördüncülük değil, "onlardan biri" mânası vardır.
74 - Hâlâ Allah'a dönüp O'ndan af dilemeyecekler mi? Allah gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti boldur).
75 - Meryem oğlu Îsâ Mesih sadece bir Resuldür. Nitekim ondan önce de bir çok elçi gelip geçmiştir.
Onun annesi de çok dürüst, son derece iffetli bir hanımdı. Her ikisi de diğer insanlar gibi yemek yerlerdi.
Dikkat et: Biz onlara delilleri nasıl açıklıyoruz. Sonra bak nasıl oluyor da akılları çelinip bu hakikatlerden vazgeçiyorlar! [12,109] {KM, Luka 7,34; Matta 11,19}
Acıkıp yemek yeme ve vücudun ihtiyacından fazlasını dışarı çıkarma ihtiyacı, onların da mahiyet itibariyle insan olduklarını, dolayısıyla tanrı olmadıklarını ispatlar.
76 - De ki: Siz Allah'tan başka, size ne zarar, ne de fayda vermeye gücü yetmeyen âciz mahluklara mı ibadet ediyorsunuz? Halbuki hakkıyla işiten ve bilen yalnız Allah'tır. [13,16; 20,89; 25,3] {KM, Baruh 6. bölüm}
77 - De ki: "Ey Ehl-i kitap! Dininize ait konularda haksız yere haddi aşmayın.
Daha önce gelip geçenlerden hem kendisi sapmış, hem bir çok insanları da saptırmış olan atalarınızın
ve şimdiki durumda da doğru yoldan sapan birtakım kimselerin heva ve hevesine uymayın. [9,30]
Dini öğrenmeye, incelemeye ve hükümlerini dikkatli bir şekilde tatbik etmeye yönelmek aşırılık değil, içtihad, mücahede, ciddiyet ve takvâdır.
"Haksız yere" kaydı: "Dinde hedefiniz daima hak olsun, kör bir taklit, kuru bir tutuculuk ile ifrat veya tefrite sapıp hakkın sınırını geçmeyiniz. Ey Hıristiyanlar! siz Mesihi tanrılaştırmayınız. Ey Yahudiler! Siz onun nebîliğini inkâr etmeyiniz. Bu batıl inançlarınızı devam ettirmeniz hakikatin sınırını aşmak, dolayısıyla Allah'ın hakkına tecavüz etmektir." Bu âyet, Hıristiyanlığın şirk inançlarının etkisi altında kaldığına da işaret etmektedir. (Bkz. 9,30).
78 - İsrailoğullarından küfre sapanlar hem Davud'un, hem de Meryem oğlu Îsâ'nın lisanı ile lânetlendiler. Bunun sebebi onların isyan etmeleri ve taşkınlık edip haddi aşmaları idi. {KM, Mezmurlar 109; Matta 23. bölüm}
Hz. Mûsâ (a.s.)'dan sonra, İsrail tarihinde pek önemli iki şahsiyet olan Davud ile İsa (a.s.) Yahudileri yola getirmeye çalışmışlar, fakat sözlerini dinlemeyen Yahudiler, Babil ve Roma imparatorluklarının işgallerine mâruz kalmışlardır. Her iki Zat da Hz. Muhammed (a.s.)'ı müjdelemişlerdir.
79 - Onlar kötülük yaptıkları zaman, birbirlerini kötülükten vazgeçirmeye çalışmazlardı.
Ne çirkin davranıştı bu tutumları!
80 - Onlardan çoğunun kâfirleri velî edindiklerini görürsün. Bu iş -ki onu bizzat kendileri yapmış ve üzerlerine Allah'ın hışmını çekmişlerdir- ne kötü bir davranıştır! Onlar cehennem azabında devamlı kalacaklardır.
81 - Eğer Allah'a, Peygamber'e ve ona indirilen vahye imanları olsaydı, kâfirleri velî edinmezlerdi. Fakat onların çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.
82 - Sen, iman edenlere, düşmanlık besleme bakımından onların en şiddetlilerinin Yahudiler ile müşrikler olduğunu görürsün.
Müminlere sevgi bakımından en çok yakınlık duyanların ise "Biz Nasâra'yız (Hıristiyan'ız)" diyenler olduğunu görürsün.
Bunun sebebi, onlar arasında bilgin keşişlerin ve dünyayı terk etmiş rahiplerin bulunması ve onların kibirlenmemeleridir. [3,199; 9,31; 24,37; 28,52-55; 57,27]
83-84 - Peygambere indirilen Kur'ân'ı dinledikleri vakit, onda âşina oldukları gerçeği bulmaları sebebiyle gözlerinin yaşla dolup taştığını görür ve şöyle dediklerini işitirsin:
"İman ettik ya Rabbena! Bizi de hakka şahitlik edenlerle beraber yaz! Bütün isteğimiz ve umudumuz, Rabbimizin bizi hayırlı insanlar arasına dahil etmesi iken, ne diye Allah'a ve bize gelen bu hakikate iman etmeyelim ki?"
Böyle Hıristiyanların başında Hz. Peygamber (a.s.m.)'ın çağdaşı Habeş Necaşîsi olup hicret eden Müslümanları ülkesinde barındırmış, kendisine nota veren Kureyş'in baskılarına kulak asmamış ve Hz. Peygamber (a.s.)'a iman etmişti.
85 - Böyle demelerine mukabil, Allah onları, içinden ırmaklar akan ve ebedî kalacakları cennetlerle ödüllendirdi.
İşte iyi hareket edenlerin mükâfatı böyle olur!
86 - Küfre sapıp âyetlerimizi yalan sayanlara gelince, onlar da alevli cehennemi boylayacaklardır.
87 - Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı o güzel ve temiz nimetleri kendinize haram kılmayın, haddi de aşmayın! Çünkü Allah haddini aşanları asla sevmez. [7,31-32; 25,67]
88 - Allah'ın size rızık olmak üzere yarattığı şeylerden helâl ve temiz olarak yiyin.
Kendisine iman ettiğiniz Allah'a karşı gelmekten sakının.
89 - Allah sizi kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerden dolayı sorumlu tutmaz,
ama bilerek yaptığınız yeminlerden ötürü sorumlu tutar.
Böyle bir yemini bozarsanız onun keffâreti, çoluk çocuğunuza yedirdiğiniz orta halli yemek çeşidinden on fakir doyurmak, yahut on fakiri giydirmek veya bir köleyi hürriyetine kavuşturmaktır.
Bunlara gücü yetmeyen kimse, üç gün oruç tutsun.
İşte yemin ettiğinizde, yemin bozmanın keffareti budur.
Yeminlerinize sahip çıkın.
Allah işte size âyetlerini böyle açıklıyor, ta ki şükredesiniz.
90 - Ey iman edenler! Şarap, kumar, putlara kurban kesilen sunaklar, fal okları, şeytana ait murdar işlerden başka bir şey değildir. Bunlardan geri durun ki felâh bulasınız. [2,219] {KM, Levililer 10,9; Hakimler 13,4.14}
Sarhoş edici içkileri Allah Teâlâ birkaç safhada, tedricî olarak yasakladı. Önce Mekkî bir âyette "güzel bir rızık" olmadığına işaret etti (16,67). Sonra kötülük ve günah tarafının, faydasına galip olduğunu (2,215) bildirdi. Derken sarhoş iken namaz kılmayı yasakladı (4,43). Nihayet bu âyetle kesin hüküm halinde haram kıldı.
91 - Şarap ve kumarla şeytanın yapmak istediği tek şey, sizin aranıza düşmanlık ve kin salmak, sizi Allah'ı zikretmekten ve namazdan alıkoymaktır. Artık bu habis şeylerden vazgeçtiniz değil mi?
92 - Allah'a itaat edin, Resulullaha da itaat edin ve onlara karşı gelmekten sakının. Eğer ona sırtınızı dönerseniz bilin ki peygamberimizin görevi sadece tebliğden ibarettir.
93 - İman edip iyi ve yararlı işler yapanlara, bundan böyle Allah'a karşı gelmekten sakındıkları ve imanlarında sebat ile iyi ve yararlı işlerine devam ettikleri,
sonra takvâları ve imanları tam sağlamlaşıp kökleştiği,
daha sonra da bu takvâ ile beraber, başkalarına iyilik eden (yaptığı her şeyi Allah'ın huzurunda olduğu bilinciyle yapmak demek olan) ihsan mertebesine erdikleri takdirde,
daha önce yiyip içtiklerinden dolayı kendilerine bir vebal yoktur. Allah da böyle güzel davrananları sever. [7,31]
Âyette takvâ ve iman şartının üç kere tekrarlanması, çeşitli tefsirlere vesile olmuştur. Mesela: ilk cümlede: "Şirkten sakınıp Allah'a iman ettikleri takdirde", ikinci cümlede "Haramlıktan sonra şarap ve kumardan sakındıkları ve onların haramlığına iman ettikleri takdirde", üçüncüsünde "Diğer bütün haramlardan sakınıp haramlığına iman ettikleri takdirde" şekillerinde yorumlanmıştır (Nesefî). Veya birincisi şirkten, ikincisi haramlardan, üçüncüsü şüpheli şeylerden korunma diye yorumlanmıştır (Nesefî). Yahut üç mertebe yani başlangıç, orta ve son duruma itibar edilmiş olabilir. Yahut ittika edilen (sakınılan) şeylere itibar edilebilir: Şöyle ki: Cehennemden korunmak için haramlardan; haramdan korunmak için şüpheli şeylerden; nefsi düşüklükten korumak için bazı mübahlardan korunmak gerektiğine işarettir. Vallahu a'lem. (Ebu's-suûd).
94 - Ey iman edenler! Allah, kendisini görmeksizin, gıyabında Kendisini tazim edip haramlardan sakınanları meydana çıkarmak için sizi av nevinden bir şeyle deneyecek. Bir av bolluğu ki elleriniz de yetişebilecek, mızraklarınız da... Kim bundan sonra konulan hududu aşarsa işte ona gayet acı bir azap vardır. [67,12]
95 - Ey iman edenler! Siz ihramlı iken av öldürmeyin. İçinizden kim onu bilerek öldürürse kendisine bir ceza vardır. O ceza da, öldürdüğüne benzer bir hayvan olup, öldürülenin emsali olduğuna içinizden iki âdil kişinin karar vermesi gerekir.
Ceza, Kâbe'ye ulaşıp orada kesilecek bir kurbanlıktır. Yahut fakirleri doyurmak, yahut onun dengi oruç tutmak şeklinde bir keffarettir, ta ki işlediğinin vebalini tatsın.
Allah daha önce işlenen bu tür fiilleri affetti. Fakat kim dönüp tekrar böyle yaparsa Allah ondan, onun intikamını alır; zira Allah azîzdir (mutlak galiptir) ve intikamı vardır. [2,196; 3,4; 14,47]
Hac esnasında avlanma yasağının önemli hikmetlerinden biri, Harem-i Şerif'in, yani oranın ziyaretçileri hacıların güvenliğini sağlamaktır. Avlananların olması, izdiham ve kazalara yol açabilir. Allah'ın intikamı: Adaletinin gereği olarak, müstahak olanı cezalandırmasıdır.
96 - Ey ihramlılar! Deniz avı ve deniz yiyeceği size helâl kılındı ki size ve yolculara bir rızık vesilesi olsun. Kara avı ise, ihramlı olduğunuz müddetçe size haram kılındı. Öyleyse huzurunda varıp toplanacağınız Allah'a karşı gelmekten sakının.
97 - Allah Kâbe'yi, o hürmete layık mâbedi, insanların din ve dünya hayatları için bir destek vesilesi kılmıştır; o haram ay'ı da, Kâbe'ye gönderilen gerdanlıksız veya gerdanlıklı kurbanlıkları da...
Bütün bunlar, Allah'ın göklerde olanı da, yerde olanı da bildiğini ve gerçekten Allah'ın her şeyi bildiğini sizin de bilip anlamanız içindir.
Hac uluslararası düzeyde, dünya çapında, yılda bir tekrarlanan bir vakıa olduğu gibi, umre de daha küçük çapta devam eden bir vakıadır. Hac ziyaretinin kültürel, sosyal, ekonomik, turistik fayda ve neticeleri gözle görülmektedir. Fakat daha fazla faydası, ziyaretçilerin manevî hayatlarına yön verip, onları mânen beslemesidir. Allah'ın yeryüzünde inşasını emrettiği ilk Mabedi ziyaret etmekle, insanlığın babası Hz. Âdem (a.s.)'dan günümüze kadar gelen bütün insanlarla buluşması, başka kapılarda sürünüp perişan olanların, sıcak aile yuvalarına dönüşü, geçici dünya imtiyazlarının (ırk, asalet, servet, makam, güzellik, gençlik gibi imtiyazların) gerçekten geçici olduğunun ispatlanması, mahşer manzarasından bir enstantanenin dünyada yaşanarak insanların ona göre kendilerine çekidüzen vermeleri gibi nice muazzam gerçekleri yaşar ki bunları düşününce "Kâbe'nin nasıl bir yön ve nizam unsuru" ve yön belirleyen bir pusula olduğunu anlar.
Haram ay (Şehr-i haram) hac ibadetinin yer aldığı Zilhicce veya hac mevsiminin yer aldığı Receb, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylarıdır.
98 - Bilin ki Allah'ın cezası şiddetlidir; ama aynı zamanda O, gafurdur, rahîmdir (affı ve merhameti boldur).
99 - Peygambere düşen sorumluluk, sadece tebliğ etmektir. Allah sizin açığa vurduğunuz ve gizlediğiniz her şeyi bilir.
Bu, "Peygamberin yapacağı başka iş yoktur," mânasına gelmez. Vahyin tebliği bakımından, sorumluluk yönünden Hz. Peygamberin durumunu bildirmekte, insanlara zorla kabul ettirmenin söz konusu olmadığını belirtmektedir. Yani "Peygamber size, tebliğ görevini fazlasıyla yerine getirdi. Sizin ona itaat etmemede artık hiçbir mezaretiniz olamaz" demektir.
100 - De ki: "Murdarın çokluğu tuhafına gitse, hatta murdarın çoğu hoşuna da gitse, murdar ile temiz bir olmaz.
Öyleyse ey akl-ı selîm sahipleri! Siz az çok demeyip daima temize, helâle yönelin. Haram yemekten, Allah'a karşı gelmekten sakının ki felâh bulasınız."
Murdar: "manen temiz olmayan, haram, pis, kötü şey" demektir.
101 - Ey iman edenler! Açıklandığı takdirde hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın.
Eğer Kur'ân'ın indirilmesi esnasında onları sorarsanız, size açıklanır.
Halbuki Allah onları bağışlamış, sizi onlardan muaf tutmuştur.
Çünkü Allah gafurdur, halimdir (affı ve müsamahası geniştir).
Hz. Peygamber (a.s.m) haccın farz kılındığını tebliğ ettiği sırada ashabından biri: "Her sene mi?" diye sorup tekrarlamıştı. İşi zorlaştıracak soruların yersizliği bildirilerek müminler eğitiliyor.
102 - Sizden önce bir topluluk o kabîl şeyleri sormuş, sonra da onlar sebebiyle kâfir olmuşlardı. [6,109-111]
103 - Allah ne bahîre, ne sâibe, ne vasîle, ne de hâm diye bir şey bildirmemiştir.
Fakat, o kâfirler bu inançlarını Allah'a mal ederek O'na iftira etmişlerdir. Onların ekserisinin akılları ermez.
Cahiliye arapları putlarına adadıkları hayvanları gruplara ayırmışlardı. Beş kere doğurup beşincide dişi doğuran deveye bahîra der, kulağını yarıp sütünü sağmaz, putlara bırakırlardı. Bazı hayvanları putlar uğrunda serbest bırakır, sütü yalnız misafirlere ayrılırdı ki bu deveye sâibe derlerdi. Biri erkek diğeri dişi olarak ikiz doğuran koyun veya deveye vasîle der, erkeği putlara kurban ederlerdi. On nesli dölleyen erkek deveye hâm deyip onu da putlar için serbest bırakırlardı.
104 - Kendilerine: "Allah'ın indirdiğine ve Resule (onların hakemliğine) gelin denildiğinde "Atalarımızı ne halde bulmuşsak o bize yeter!" derler. "Ataları hiçbir şey bilmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı onlara tabi olacaklar?"
Müşriklerin hurafelerinden biri de, deve ve koyun gibi hayvanları, âyette sayılan adlar altında putlara adama, insanların yararlanmasını önleme ve putlara kurban etme idi.
105 - Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar veremez. Hepiniz dönüp dolaşıp Allah'ın huzurunda toplanacaksınız. O da yaptıklarınızı size bir bir bildirecek, karşılığını verecektir.
Bu âyet, emr-i mâruf nehy-i münker isteyen âyetlerin hükmünü değiştirmiyor. Ashab zamanında bile böyle anlayanlar olunca Hz. Ebû Bekir (r.a.) minberden şöyle seslenmiştir: "Ey insanlar! Siz bu âyeti okuyor fakat, bundan maksadı, gereğince anlamıyorsunuz. Ben Resulullah (a.s.m)'dan şunu işittim: "İnsanlar bir zalimi görürler de zulmünü engellemezlerse, Allah Teâlâ hepsine azab eder." Bu âyeti sırf ferdî bir mânada almamalı, enfusekum'dan ferdi, nefsi ve tümüyle toplumun kendisini içine alan bir mâna anlamalıdır. Yani fert, fert olarak, Müslüman toplum da toplum olarak, iyilik ve dürüstlüğünü korumalıdır. Bununla beraber âyet bize asıl şunu gösteriyor ki: kurtuluş ve toplumun hidâyeti de fertlerden başlar. Fertler düzelirse toplum da düzelir. Fertlerde sıhhat ve istikamet olmazsa, sayılarının artması kuvveti artırmaz. Bilakis sorunları çoğaltır. Çünkü toplumda tam bir birlik olmazsa, toplama ve çarpma, kesirlerin çarpımında olduğu gibi, daha küçük bir neticeye ***ürür. Tam sayı olarak 3X3=9 ederken, 1/3X1/3=1/9 olur. Onun için önce tam sayı durumunda, kâmil fertler yetiştirmelidir. Toplumu ıslah etmek isteyenler, emr-i mârufu kendilerinden başlatmalıdırlar. Keza sağlıksız bir toplum da, başka toplumları düzeltemez. Müminler, fert ve toplum olarak görevlerini yaparlarsa, başkalarının sapmalarından sorumlu olmazlar.
106 - Ey iman edenler! Sizde ölüm alâmetleri belirdiğinde, vasiyyet edeceğiniz sırada, içinizden iki dürüst kişiyi şahit tutun. Yahut yolculuk esnasında başınıza ölüm musibeti gelmişse, sizden olmayan başka iki kişi şahit olsun.
Eğer şüphe ederseniz, o iki şahidi namazdan sonra tutar ve: "Yeminimizi, akrabalarımızın menfaati de söz konusu olsa, dünyanın hiç bir şeyine değişmeyeceğiz. Allah'ın üzerimizde bir emanet, bir borç olarak bulunan şahitliğini gizlemeyeceğiz. Yoksa biz kesinlikle günahkâr oluruz!" diye Allah'a yemin ettirirsiniz.
107 - Şayet sonradan bu şahitlerin yalan söyleyerek günah işledikleri anlaşılırsa, (şahitlerin haklarına tecavüz etmek istedikleri ve) ölüye daha yakın olan mirasçılardan iki kişi, öbürlerinin yerine geçerler ve "vallahi bizim şahitliğimiz onların şahitliğinden daha doğrudur ve biz kimsenin hakkına tecavüz etmedik. Aksi takdirde biz elbette zalimlerden oluruz!" diye yemin ederler.
108 - Bu usul, şahitliği tam gerektiği şekilde yapmaları, yahut yeminlerinden sonra başka şahitlerin şahitliklerine başvurma sonucunda, yalan söylediklerinin ortaya çıkması sebebiyle, yeminlerinin reddedileceğinden korkmalarını sağlama bakımından en uygun çaredir. Allah'a karşı gelmekten sakının ve Allah'ın hükmünü dinleyip itaat edin. Allah, din yolundan çıkan fasıklar gürûhunu, emellerine kavuşturmaz.
Vasiyetin yerine getirilmesi için alınacak tedbirler bu âyetlerle özetlenmiştir. Âyetin son cümlesinden maksat şudur: Siz ittika etmez ve söz dinlemezseniz fasık olursunuz. Allah da fasıklara hidâyet etmez, yani cennet yolunu bulmaya veya "faydaları olan cihete muvaffak etmez, emellerine kavuşturmaz."
109 - Gün gelecek, Allah peygamberleri bir araya toplayıp:
"Sizin tebliğleriniz ümmetleriniz tarafından nasıl karşılandı, nasıl bir cevap aldınız?" buyuracak.
Onlar da: "Senin, her şeyi hakkiyle bilen ilminin yanında bizim bilgimiz yok.
Zira gayblara vakıf olan, yalnız Sen'sin" diyecekler. [7,6; 15,92-93]
110 - Allah o gün buyuracak ki: "İsa! Hem senin, hem annenin üzerinizdeki nimetimi iyi düşün!
Düşün ki: Ben Seni Ruhu'l-kudüsle desteklemiştim. Sen beşikte iken de, yetişkin iken de insanlarla konuşmuştun.
Ben sana kitabı, hikmeti, Tevrat ve İncil'i öğretmiştim.
Sen, Ben'im iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyor, ona üflüyordun; o da Ben'im iznimle kuş oluveriyordu.
Düşün ki: Sen Ben'im iznimle anadan doğma âmanın gözünü açıyor, abraşı da iyileştiriyordun.
Düşün ki: Sen Ben'im iznimle ölüleri kabirden diri olarak çıkarıyordun.
Hani Ben İsrailoğullarının şerlerini (öldürme kasıtlarını) senden defetmiştim.
Kendilerine apaçık deliller, mûcizeler getirdiğin zaman da onların kâfirleri: "Bu besbelli bir büyüden başka bir şey değil!" demişlerdi. [2,87; 3,46.49; 9,30] {KM, Matta 12,24; Markos 3,22; Luka 11,15}
111 - Ve hani havarilere: "Bana ve Resulüme iman edin" diye ilham etmiştim.
Onlar da: "İman ettik. Hakka teslim olduğumuza şahid ol!" demişlerdi. [3,52; 28,7; 16,68] {KM, Yuhanna 14,1}
112 - Bir vakit de havariler: "Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi? dediler.
O da: "Eğer mümin iseniz Allah'tan korkun da edebi aşmayın" diye cevap verdi. {KM, Resullerin işleri 10,9}
Bu isteği iman etmeden önce yapmış olmaları mümkündür. Allah Teâlânın kudretine, Hz. İsa (a.s.)'ın nübüvvetinin hakkaniyetine inanarak bunu söylemeleri mümkündür. Bu durumda "gücü yeter mi?" diye Hak Teâlâ'nın kudreti değil de, "indirir mi?" anlamında olarak O'nun fiili süal konusu yapılmaktadır (Ebu's-suûd).
113 - "Biz" dediler, "istiyoruz ki ondan yiyelim, gönlümüz rahatlasın, senin bize doğru söylediğini bilelim ve ona şahitlik edenlerden olalım."
114 - Meryem'in oğlu İsa: "Ey büyük Rabbimiz! Ey yüce Allah! Bize gökten bir sofra indir ki bizim hem evvelimiz, hem âhirimiz (yani ümmetimizin tamamı) için o gün bir bayram olsun ve Sen'den bir mûcize olsun. Bizi rızıklandır, zira rızık verenlerin en hayırlısı Sen'sin." dedi. {KM, Çıkış 16,4; Tesniye 8,3; Matta 26,26-28; Markos 14,22-24}
115 - Allah buyurdu ki: "Ben onu yukarıdan size indiririm, fakat bundan sonra her kim nankörlük edip kâfir olursa, onu dünyada hiç kimseye yapmayacağım derecede cezalandırırım."
116-118 - Hem Allah Teâlâ: "Ey Meryem oğlu İsa!" Sen mi insanlara "Beni ve annemi Allah'tan başka iki tanrı edinin" dedin? sorguladığı vakit o şöyle diyecek:
"Hâşa! Sen şerikden ve her noksandan münezzehsin Ya Rabbî! Hakkım olmayan bir şeyi söylemem doğru olmaz, bana yakışmaz."
"Hem söylediysem malûmundur elbet. Benim varlığımda olan her şeyi Sen bilirsin, ama ben Sen'in Zatında olanı bilemem. Bütün gaybleri hakkıyla bilen ancak Sen'sin."
"Sen ne emrettinse ben onlara, bundan başka bir şey söylemedim. Dediğim hep şu idi: "Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin."
"Ya Rabbî! Ben aralarında olduğum müddetçe onları gözetiyordum. Fakat vakta ki Sen beni aralarından tutup aldın, onları görüp denetleyen yalnız Sen kaldın. Sen gerçekten her zaman, her şeye hakkıyla şahitsin.
Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen'in kullarındır. Onları affedersen, aziz-u hakîm (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sen'sin." [4,172]
Birçok batılı yazarın iddialarının hilafına, Kur'ân-ı Kerim, Meryem'i teslisin bir unsuru saymaz. Yalnız bu âyette onun tanrılaştırıldığını bildirir. Arabistanda ve Suriye'de İslam'ın zuhurundan önce Meryem'i tanrılaştıran Collyridiens gibi toplulukların bulunduğunu birçok müsteşrikin çalışmaları da göstermiştir. Fakat oraya gitmeye gerek yoktur. Katolik mezhebi Meryem hakkında "Tanrının Annesi" (Theotokos) der, onun da ruh ve bedeni ile göğe yükseldiğini, dünyada hazır ve icraatta bulunduğunu, duaların ona yöneltilmesinin yerinde olduğunu kabul eder. Tevhid konusunda çok titiz olan Kur'ân nazarında bunların tanrılaştırma sayılması pek normaldir.
{KM, Matta 4,10; Luka 4,8} İncil'in hiçbir yerinde Hz. İsa (a.s.)'ın "Ben Tanrı'yım" şeklinde bir sözü yoktur. Aksine o Allah'ın kulu olmasıyla övünür (Matta 12,18).
119 - Bunlardan sonra Allah buyurur ki: "Bu gün o gündür ki, doğruların doğruluğu kendilerine fayda verir. Onlara içinden ırmaklar akan cennetler var.
Orada daimî kalırlar. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. İşte büyük başarı ve mutluluk budur!"
120 - Göklerin, yerin ve oralardaki her şeyin hakimiyeti Allah'ındır ve O her şeye hakkıyla kadirdir.
 
yusuf suresi meali

Mekke döneminin sonlarında nâzil olmuş olup 111 âyettir. Adını, sûrenin nerede ise esas konusu olan Yusuf (a.s.)’ın kıssasından alır. Aslında Hz. Yusuf (a.s.)’ın kıssası bir çerçeve olup, bu vesile ile çok sayıda dinî prensip zihinlere yerleştirilir. Bu sûrenin, Hz. Peygamber (a.s.)’ın, dünyadaki en büyük iki desteğini, yani hanımı Hz. Hatice (r.a) ile amcası Ebû Talib’i kaybedip büyük bir üzüntü içine girdiği bir dönemde gelmesi, ona tam bir teselli olmuştur. Diğer peygamber kıssaları, siyak münasebetiyle, değişik üsluplarla, farklı sûrelerde ele alındıkları halde, Yusuf kıssası yalnız bu sûrede, ama Kur’ân’ın en tafsilatlı kıssası olarak zikredilmiştir. Kıssa, bizi dünyada elimizden tutarak âhiret ebedîliğine ***ürdükten sonra hatimesinde tekrar dünyaya döndürür, tevhid ve tebliğde metod dersi vererek sona erer.

Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Elif, Lâm, Râ. Bunlar, hakkı açıklayan, Hak’tan geldiği âşikâr olan kitabın âyetleridir.
2 – Düşünüp mânasını anlamanız için Biz, onu Arapça bir Kur’ân olarak indirdik.
Arapça olmasından maksat, Kur’ân’ın nâzil olduğu çevrenin dili olarak, arap toplumunun bahanelerini ortadan kaldırmaktı. Elbette ilahî mesaj, insanların konuştukları dillerden biri ile gelme durumunda idi. Evrensel de olsa her hareketin mutlaka ilk çekirdeğinin bir yerde oluşturulması gerekir. Bu âyet, Kur’ân adının ancak Arapça olan aslî şekline denilip, onun tercümelerinin Kur’ân olmasına imkân ve ihtimal bulunmadığına kesin bir delildir.
3 – Biz, bu Kur’ân’ı sana vahyetmekle, geçmiş ümmetlerin birtakım haberlerini en güzel şekilde beyan ediyoruz. Şu bir gerçek ki daha önce senin bundan hiç haberin yoktu.
4 – Bir zaman Yusuf babasına, “Babacığım!” dedi. “Ben rüyamda on bir yıldızın, güneş ve Ay’ın bana secde ettiklerini gördüm.”
5 – “Evladım!” dedi babası, “sakın bu rüyanı kardeşlerine anlatma.
Sonra seni kıskandıklarından sana tuzak kurarlar.
Çünkü şeytan, insanın besbelli düşmanıdır.” {KM, Tekvin 37,39 vd. bölümler}
6 – “Rabbin seni öylece seçecek, sana rüya tabirini öğretecek,
ve daha önce büyük babaların İbrâhim ile İshak’a olan nimetini tamamına erdirdiği gibi, sana ve Yâkub ailesine de nimetini kemale erdirecektir. Çünkü Rabbin her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”
Bu tabir, rüya tabirinden başka sezgi, basiret ve konuların gerçek mahiyetini kavramayı da içine almaktadır.
7 – Gerçekten, Yusuf ile kardeşlerinin kıssalarında, sorup ilgilenenlerin alacakları nice ibretler vardır.
Mevcut Tevrat’a göre Yusuf’un rüyayı anlatması üzerine babası Yâkub (a.s.) kızıp onu azarlamıştır (Tekvin, 37,10).
8-9 – Hani onlar, (aralarında şöyle konuşmuşlardı): “Yusuf ile öz kardeşi, babamıza daha sevimli geliyor.
Oysa biz daha güçlü bir grubuz.
Pek belli ki babamız bu işte yanılıyor.
Yusuf’u öldürün yahut onu uzak bir yere atın ki babanızın sevgi ve teveccühü yalnız size kalsın.
Ondan sonra da tövbe ederek salih kimseler olursunuz,
babanızla münasebetleriniz düzelir, işiniz yoluna girer.”
Onun anne baba bir kardeşi Bünyamin’i kasdediyorlardı. Bünyamin dünyaya gelirken annesi ölmüş olduğundan, babaları onlara daha fazla şefkat duyardı. Diğerleri ise Yusuf’un baba tarafından kardeşleri idi.
10 – İçlerinden biri: “Yusuf’u öldürmeyin de bir kuyu dibine bırakın.
Yolcu kafilelerinden biri onu yitik olarak alıp ***ürsün. Eğer yapacaksanız böyle yapın!” dedi. {KM, Tekvin 37,22-26}
11-12 – (Onlar buna karar verdikten sonra bir gün babalarına varıp
“Sevgili Babamız! dediler, sen neden güvenip de Yusuf’u bize emanet etmiyorsun.
Oysa biz onu çok seviyoruz. Ona samimiyetle bağlıyız.”
“Yarın onu bizimle gönder, gezsin oynasın, biz ona çok iyi sahip çıkarız.”
13 – Babaları: “Onu ***ürmeniz beni meraklandırır.
Korkarım ki siz farkında olmadan, onu kurt yer.” dedi.
14 – Onlar! “Vallahi!” dediler, “Biz böylesine güçlü bir grup iken onu kurt kapar da yerse, yazıklar olsun bize! Biz ne güne duruyoruz.”
15 – Derken kardeşleri onu alıp ***ürünce
ve onu kuyunun dibine bırakma konusunda görüş birliğine varınca,
Biz de Yusuf’a şöyle vahyettik: “Zamanı gelecek, onların hiç hatırlarına gelmediği ve seni hiç tanımadıkları bir sırada, kendilerine yaptıkları bu işi hatırlatacaksın.”
16-17 – Yatsı vakti, ağlayarak babalarının yanına dönüp dediler ki:
“Sevgili babamız, biz yarışmak üzere bulunduğumuz yerden ayrılırken Yusuf’u da eşyalarımızın yanında bıraktık.
Bir de döndük ki onu kurt yemiş!
Şimdi biz doğru da söylesek sen bize inanmayacaksın!”
18 – Onlar Yusuf’un gömleğine sahte kan bulaştırarak getirmişlerdi.
Babaları Yâkub: “Hayır!” dedi, nefisleriniz sizi aldatmış, bu işe sevk etmiş.”
Artık bana düşen, ümitvar olarak güzelce sabretmektir.
Ne diyeyim, sizin bu anlattıklarınız karşısında, Allah’tan başka yardım edebilecek hiç kimse olamaz!” {KM, Tekvin 37,31-33}
Sabrun Cemil: Feryatsız, şikâyetsiz, soğukkanlı ve mütevekkil bir şekilde belayı karşılamak demektir. Mevcut Tevrat metni, Hz. Yâkub (a.s.)’ın tepkisini ve yas tutmasını, bir Peygamber teslimiyetine yaraşmayacak tarzda tasvir eder.
19 – (Gelelim Yusuf’a) Öteden bir kafile gelmiş, sucularını kuyuya göndermişlerdi.
Saka vardı, kovasını sarkıttı.
“A müjde! müjde! işte bir civan!” dedi.
Sucu ile yanındakiler, onu ticaret malı olarak satmak niyetiyle, kafilede olanlara onu bildirmeyip gizlediler.
Ama Allah Teâlâ, onların ne yapacaklarını pek iyi biliyordu!
20 – Nihayet Mısır’a varınca, onu düşük bir fiyata, birkaç paraya sattılar.
Zaten ona pek kıymet biçmiyorlardı. {KM, 37.28}
21 – Mısır’da Yusuf’u satın alan vezir, hanımına:
“Ona güzel bak!” dedi,
“Belki bize faydası dokunur, yahut onu evlat ediniriz!”
Böylece Yusuf’un o ülkede yerini sağlamlaştırdık, ona imkân verdik
ve bu cümleden olarak, ona rüyaların yorumunu öğrettik.
Allah Teâlâ iradesini yerine getirmekte her zaman mutlak galiptir, fakat insanların çoğu bunu bilmezler. {KM, Tekvin 10,6; Keza 39. bölüm}
Tevrat ve Talmud’a göre onu satın alan, kıraliyet muhafız alay komutanı idi. Hanımının adı Talmud’a göre Zeliha idi. İleride Hz. Yusuf ile evlenmesi şeklindeki bilginin, ne Kur’ân’da, ne İsrail rivayetlerinde esası yoktur ve bir peygamberin, fuhşa teşebbüs eden biri ile evlenmesi düşünülemez.
Yusuf’un aileden gelen eğitim ve dindarlığı olmakla birlikte ilahî hikmet, medeniyetin en ileri olduğu bir ülkede, en seçkin bir ailenin evladı olarak, ona iyi bir öğrenim imkânı verdi.
22 – O kemâl çağına geldiğinde kendisine hüküm ve ilim verdik. İşte güzel iş yapanlara biz böyle karşılık veririz.
Kemâl çağı diye çevirdiğimiz “Bedenin gelişmesinin kemâle erip durulduğu 30-40 yaşlarıdır.
“Hikmet” yani “uygulanan ilim” yahut “insanlar arasında hükmetme yetkisi”, “ilim” ise burada nübüvvet demektir.
23 – Derken, bulunduğu evin hanımı, Yusuf’a sahip olmak istedi
ve kapıları kapatarak “Haydi yaklaş bana!” dedi.
O: “Allah’a sığınırım!” dedi. “Doğrusu, senin kocan olan benim efendim’in çok iyiliğini gördüm.
Hıyanet ederek zalim olanlar iflah olmazlar.” {KM, Tekvin 39,7-20; 37,36; 39,1}
24 – Doğrusu, hanım ona sahip olmayı iyice aklına koymuş ve buna yeltenmişti de.
Eğer Rabbinin bürhanını görmeseydi o da kadına meyledecekti.
İşte böylece Biz fenalığı ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için bürhanımızı gösterdik. Çünkü o, Bizim tam ihlasa erdirilmiş kullarımızdandı.
Bürhan: Allah Teala’nın peygamberlerini, günahlardan uzak tutan ilahî korumasıdır. Hz. Yusuf (a.s) zinanın çirkin bir davranış olduğunu biliyordu. Fakat o sırada ilahî ismet kendisine yetişip bu davranışın iğrençliğini gözle görülecek derecede (aynel yakin) gösterdiğinden, ayet-i kerime bunu reâ fiiliyle beyan buyurmuştur (Âlusi).
25 – Derken, ikisi de kapıya doğru koşuştular. Kadın, Yusuf’un gömleğini arkadan yırttı. (Tam bu sırada) kapıda kadının kocasıyla karşılaştılar!
Kadın hemen “Senin ailene kötü maksatla yaklaşanın cezası, zindana atılmaktan
veya gayet acı bir azaptan başka ne olabilir?” dedi.
Yusuf sûresindeki emarelerden anlaşılıyor ki, o devirde Mısır’daki medenî hayat, cinsel özgürlük, yirminci asır Batı tipi toplumlarında görülen duruma benziyordu. Yusuf (a.s.) böyle bir toplumda çalışacaktı. Allah Teâlâ onu daha ilk safhada, çok soylu, güzel, zengin, mevki sahibi ve kendisine aşık olmuş bir kadınla denedi. Bütün bu cazibeler, onu kadına celbetmeyince artık diğer kadınların ondan tamamen ümitlerini kesmeleri sağlandı.
26-27 – Yusuf ise: “Asıl o bana sahip olmak istedi.” dedi. Hanımın akrabalarından biri de şöyle şahitlik etti: “Eğer gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir, delikanlı ise yalancının tekidir.
Yok, eğer gömleği arkadan yırtılmışsa o yalan söylemiştir, delikanlı doğru söylemektedir.”
28-29 – Gömleğinin arkadan yırtıldığını görünce (kocası, eşine
“Anlaşıldı!” dedi. “Bu, siz kadınların oyunlarınızdan biri! Gerçekten sizin fendiniz pek müthiştir!
Yusuf! Sakın bunu kimseye söyleme!
Kadın! Sen de günahından dolayı af dile, çünkü sen günaha girenlerden oldun.”
Tekvin, 39. bölüme göre Yusuf (a.s.) elbisesini Zeliha’nın yanında bırakıp çıplak vaziyette kaçmıştır. Keza Talmud’a göre vezir, mahkemede dâva açmıştır. Gerçeğe uymayan bu bilgiler Kur’ân’da yer almaz. Böyle birçok ayrıntıya Kur’ân’ın yer vermeyişi şu gerçeği ortaya koyması yönünden önemlidir: Kur’ân daha önceki dinî metinler üzerinde bir hakem ve düzeltici durumdadır. Hâşâ Kur’ân bunları nakletseydi, oradaki bilgilere elbette yer verirdi. Şu halde birçok oryantalistin Kur’ân’ın Tevrat’tan naklettiği şeklindeki iddiaları, tamamen batıldır.
30 – Şehirde birtakım kadınlar: “Duydunuz mu?” dediler:
“Vezirin hanımı uşağına gönlünü kaptırmış, ondan kâm almak istemiş!
Sevda ateşi bağrını yakmış. Kadın besbelli çıldırmış!”
31 – Hanım o kadınların kendisi aleyhindeki bu dedikodularını işitince onları konağına dâvet etmek üzere dâvetçi gönderdi.
Onlar için mükellef bir sofra hazırlattı. Sofrada, ikram edilen meyveleri soysunlar diye, her misafir için bir de bıçak koydurmuştu.
Onlar meyvelerini soyup kesmekle meşgul oldukları sırada, beriden de Yusuf’a:
“Çık şimdi onların karşısına!” dedi. Kadınlar onu görünce hayran kaldılar,
onun güzelliğine dalıp gittiklerinden, farkında olmadan kendi ellerini kestiler
ve: “Hâşâ! Allah için bu bir insan olamaz! Bu sadece yüce bir melek! Başka bir şey olamaz!” dediler.
32 – Vezirin hanımı: “İşte, beni kınamanıza sebep olan genç!
Yemin ederim ki ben ondan kâm almak istedim, ama o iffetli davrandı.
Yine yemin ederim ki kendisine emredeceğim işi yapmaması halinde o mutlaka zindana atılacak, zelil ve perişan olacaktır!”
33 – “Ya Rabbi!” dedi, “Zindan, bu kadınların beni dâvet ettikleri o işten daha iyidir.
Eğer sen onların fendini benden uzaklaştırmazsan, onlara meyledip cahilce davrananlardan olabilirim.”
34 – Rabbi onun duasını kabul buyurdu ve onu kadınların fendinden korudu.
Çünkü O, dua edenlerin dualarını işitir, durumlarına uygun olan şeyleri bilir.
35 – Sonra, vezir ve arkadaşları bunca kesin deliller görmelerine rağmen,
dedikoduları kesmek gayesiyle, bir müddet için onu hapse atmayı uygun buldular.
36 – Hapishaneye onunla beraber iki genç de girmişti. Onlardan biri:
“Ben rüyamda, kendimi şarap yapmak için üzüm sıkarken gördüm.”
Öbürü de: “Ben de başımın üstünde ekmek taşıdığımı ve bu ekmeği kuşların gagaladığını gördüm.
Ne olur, bu rüyamızın tabirini bildir, doğrusu biz seni iyi insanlardan biri olarak görüyoruz.” dediler.
Baskılar ve tuzaklarla hakikati örtbas etmeye çalışanlar, uzun vâdede asla başarılı olamazlar. Kuyu dibine de atılsa, köleleştirilse, zindana da atılsa gerçek, güneş gibi kendisini gösterir. İşte Hz. Yusuf (a.s.) bu sefer hapishaneyi dershane haline getirerek, kıyamete kadar gelecek tebliğ ve hizmet insanlarına da üstad olup, Medrese-i Yusufiyeleri başlatıyor. “Hapishane müdürü, bütün mahkûmları Yusuf’un emrine verdi, kendisi de bir köşeye çekilip rahatına baktı.” (Tekvin, 39,22-23).
37-38 – Yusuf: “Yiyeceğiniz yemek size henüz gelmeden, her birinizin rüyasının tabirini size bildirmiş olurum. Bu, Rabbimin bana öğrettiği ilimlerdendir.
Ama, önce biraz beni dinleyin: Ben Allah’a iman etmeyen,
âhireti de inkâr eden bir halkın dinini bir tarafa atıp,
atalarım İbrâhim, İshak ve Yâkub’un dinine tabi oldum. Allah’a herhangi bir şeyi şerik saymak bizim için asla doğru olmaz.
Bu tevhid inancı, Allah’ın hem bize, hem de insanlara olan ihsanıdır.
Ama ne yazık ki insanların çoğu bu nimete şükretmezler.”
39 – “Ey hapishane arkadaşlarım, bir düşünün, sizin için müteaddit rablere ibadet etmek mi,
yoksa tek mutlak hakim olan Allah’a ibadet etmek mi iyidir?
40 – Sizin Allah’tan başka ibadet ettiğiniz tanrılar, sizin ve atalarınızın uydurduğu birtakım boş isimlerden ibarettir. Allah onların tanrı olduklarına dair hiçbir delil indirmemiştir.
Hüküm yetkisi yalnız Allah’ındır. O ise, başkasına değil, yalnız Kendisine ibadet etmemizi emir buyurmuştur.
İşte dosdoğru din! Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.”
Hz. Yusuf (a.s.)’ın esas hizmeti olan bu nübüvvet tebligatı da ne Tekvin, ne de Talmud’da yer almaz. Bu hitabe ve Hz. Yusuf’un güzel tutumu, din hizmetinde olan insanlar için örneklerle doludur.
41 – (Ey hapis arkadaşlarım, gelelim rüyalarınızın tabirine
Sizden biriniz, efendisine yine şarap sunacak, öbürü ise asılacak, kuşlar da başını gagalayacak.
İşte yorumunu istediğiniz iş, böylece halledilip sonuçlandırılmıştır.”
42 – Onlardan kurtulacağını anladığı arkadaşına:
“Efendine benden bahset, suçsuz olduğumu hatırlat,” dedi.
Fakat şeytan, efendisine söylemeyi ona unutturdu. Böylece Yusuf birkaç yıl daha hapishanede kaldı.
Hapishanede 8 yıl kaldığı anlaşılmaktadır.
43 – (Günün birinde) hükümdar gördüğü bir rüyayı anlatıp dedi ki:
“Ben yedi semiz inek gördüm, bunları yedi zayıf inek yiyordu. Bir de yedi yeşil başak ile yedi kuru başak gördüm. Ey efendiler: “Siz rüya tabir ediyorsanız, benim bu rüyamı da halledin!” [7,60]
Bu hükümdar, Sina yarımadasından gelip Mısırı istila ettikten sonra M.Ö. 1700 - 1580 arasında hüküm süren Hiksos krallarından biri olup İbranî kavminden olan Hz. Yusuf ile menşe yakınlığı olabilir. Onun Yusuf hanedanına imkân vermesi, Mısır’da İsrail milletinin oluşumuna esas teşkil etmiş olabilir. Hiksos döneminin kapanmasından sonra Hz. Mûsâ’nın dünyaya geldiği sırada Mısır’ın yerlileri, dışarıdan gelecek tehlikeyle işbirliği yapabilecekleri endişesiyle İbranilerin erkek çocuklarını öldürüyorlardı.
44 – O kâhinler “Bu gördükleriniz karışık düşlerdir. Biz böyle karışık düşlerin yorumunu bilemeyiz.” dediler.
Âlimlerimiz rüyaları üçe ayırırlar.
1. Allah tarafından bir melek aracılığı ile meydana gelen kısım ki doğru, gerçek rüya budur. 2. İnsanın benliğinden kaynaklanan bir telkin. 3. Şeytanî bir telkin ile meydan gelen zihinsel görüntüdür. Son iki grup adgas-u ahlam (karışık düşler) dir.
45 – O iki arkadaştan kurtulanı, aradan geçen bunca zamandan sonra, işte ancak o sırada, Yusuf’u hatırlayıp dedi ki “Rüyanın tabirini size ben bildireceğim. Hele siz beni hapishaneye bir gönderiverin!”
46 – Hapishaneye gidip: “Yusuf! Sözü doğru ve isabetli olan aziz dostum!
Şu müşkil rüya hakkında bize bir çözüm bildir lütfen:
“Yedi semiz ineği yiyen yedi zayıf inek ile yedi yeşil başak ile yedi kuru başağın anlamı ne olabilir?
Ümid ederim ki isabetli yorumunu öğrenip ilgili insanlara aktarırım, böylece onlar da doğruyu öğrenir ve senin kıymetini bilirler.”
47 – Yusuf: “Yedi sene, bildiğiniz şekilde ekin ekersiniz. Ama biçtiğinizi, yiyeceğiniz az miktar dışında, başağında bırakır, depolarsınız.
48-49 – Sonra, bunun peşinden yedi kurak yıl gelecek, tohumluk olarak saklayacağınız az bir miktar dışında, önce biriktirdiklerinizi yiyip tüketirsiniz.
Sonra onun arkasından bir yıl gelecek ki halk bol yağmura kavuşacak, sıkıntıdan kurtulacak, bol meyve sıkıp, hayvanları sağacaklar.” {KM, Tekvin 41. bölüm}
50 – Bunu duyan Hükümdar: “Onu bana getirin!” dedi.
Hükümdarın elçisi gelince Yusuf: “Sen önce dönüp efendine de ki:
“O ellerini kesen kadınların meselesi neydi, kendisine soruver.”
Zaten benim efendim, o kadınların fendini pek iyi bilir.”
İsrail kaynakları kıssanın bu bölümünde de; Kur’ân’dan farklı ayrıntılar ve Hz. Yusuf’un değerini düşürecek taraflar naklederler. Oysa Kur’ân’ın anlatımı, onun bir Peygamberden beklenen örnek tutumunu özetler. Onun bu davranışlarıdır ki kralı, onu Maliye bakanı (hatta Başbakan) olarak görevlendirmeye sevk etmiştir.
51 – Hükümdar o kadınları toplayıp: “Ne idi sizin Yusuf’la dâvanız?” Siz Yusuf’u elde etmeye çalıştığınızda durum ne idi, Yusuf nasıl davrandı?” diye sordu. Onlar da: “Hâşa! Allah için söylemek gerekirse, onun yaptığı hiç bir kötülük bilmiş, görmüş değiliz.” dediler.
İşte o sırada vezirin eşi: “Şimdi gerçek meydana çıktı. Ondan kâm almak isteyen bendim. O ise tam sadık ve dürüst insanlardandır.” diye itiraf etti.
52-53 – Ve devamla şöyle dedi: Bunu böylece söylüyorum ki eşim vezir de (Yusuf’a sahib olmaya yeltenmemle beraber) kendisinden gizli olarak ona (fiilen) hiyanet etmediğimi ve Allah’ın hainlerin hilesini iflah etmeyeceğini bilsin. Doğrusu, ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü Rabbimin merhamet edip korudukları hariç, nefis daima fenalığı ister, kötülüğe sevk eder. Doğrusu Rabbim gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti boldur).”
Bu âyetler için şu tefsir daha yaygındır: “(Yusuf dedi ki: ) Maksadım, vezire hainlik etmediğimi, hainlerin hilelerini Allah’ın iflah etmeyeceğini onun da bilmesini sağlamaktı. Ben nefsimi temize çıkarmam (…)”. Fakat ilk tefsir, Hz. Yusuf (a.s.)’ın makamına ve Kur’ân’ın siyakına daha uygundur (İbn Kesir). Zira kail, yani sözü söyleyen açıkça bildirilmiyor. Bu da vezirin eşinin sözünün devam ettiğini gösterir.
54 – Hükümdâr: “Onu yanıma getirin, özel danışman edineyim.” dedi.
Onunla konuştuktan sonra da: “Sen artık bundan böyle, nezdimizde yüksek bir makam sahibi,
tam itimad edilen bir müsteşarsın.” dedi.
Bu Hükümdar, Yusuf (a.s.)’ı satın alan aziz değildir. Mısırlıların Hiksoslar dedikleri, Arabistan’dan gelerek dört yüz yıl Mısır’da hüküm süren sülaleden faziletli bir zat idi.
55 – Yusuf: “Beni ülkenin hazine işlerinden sorumlu bakan olarak görevlendir, dedi. Çünkü ben malları iyi korur, işletme ve yönetimi iyi bilirim.” dedi.
Hz. Yusuf tarıma önem verdi. Üretimi artırdı. İhtiyaç fazlasını ambarlara doldurttu. Kıtlık yılları gelince ambardan yiyip ihraç etmeye bile gittiler. Civardan herkes tayinat almaya geldi.
56 – Böylece Biz Yusuf’a Mısır’da iktidar verdik. Dilediği yerde konaklayabilir, orayı dilediği şekilde yönetirdi.
Biz lütfumuzu dilediğimiz kimselere eriştirir ve güzel hareket edenlerin ücretlerini asla zayi etmeyiz.
57 – Âhiretteki ücret ve ödül, iman edip haramlardan sakınanlar için elbette daha hayırlıdır. [38,39-40]
58 – Gün geldi, Yusuf’un kardeşleri Mısır’a gelip onun huzuruna çıktılar. O onları tanıdı, ama öbürleri onu tanıyamadılar.
58-100 bölümü için bakınız : KM, Tekvin 42-44. bölümler.
59-60 – Yusuf onların zahîre yüklerini hazırlatınca dedi ki: “Siz, baba bir kardeşinizi de yanıma getirin,
gördüğünüz gibi ben size tam ölçek veriyorum ve ben dışardan gelen misafirleri ağırlamaya, başka herkesten fazla özen göstermekteyim.
Eğer onu getirmezseniz, o zaman, ne bir ölçek olsun zahire bekleyin, ne de yanıma yaklaşın!”
Gelmeyen kardeşlerinin istemesi şundan idi: Kıtlık sebebiyle zahire karneye bağlanmıştı, almak için şahsın bulunması gerekiyordu. Diğerleri, baba ve kardeşler için birer hisse isteyince, Hz. Yusuf, bu seferlik verip, yaşlı babayı mâzur sayarak, gelecek defa, o kontenjanı almak için, herkes gibi öbür kardeşin de gelmesinin şart olduğunu bildirmiş olmaktadır.
61 – Onlar: “Bakalım, babasından ona izin almanın bir yolunu bulup bu işi ayarlamaya çalışacağız.” dediler.
62 – Yusuf, zahîre tartan görevlilerine de dedi ki:
“Onların, zahîre karşılığında verdikleri mallarını da yüklerinin içine koyun.
Böylece belki ailelerine döndüklerinde, bunun farkına varıp yine gelirler.”
63 – Babalarının yanına dönünce: “Sevgili babamız, dediler, ölçeğimiz, tahsisatımız kaldırıldı.
Gelecek sefer, öbür kardeşimizi de bizimle beraber gönder ki onu vesile ederek, daha çok tahsisat alalım.
Onu gözümüz gibi koruyacağımıza kesin söz veriyoruz.!”
64 – Yâkub dedi ki: “Daha önce onun kardeşini size emanet ettiğim gibi bunu da size inanıp emânet edeyim, öyle mi?
Ben size değil sadece Allah’a ısmarlarım.
Çünkü en iyi koruyan Allah’tır ve O, merhametlilerin en merhametlisidir.” [11,57]
65 – Yüklerini açınca da, zahîre bedellerinin yükleri içine geri konulduğunu gördüler ve:
“Baba, baba! dediler, daha ne istiyoruz, işte verdiğimiz zahîre bedellerimiz de bize geri verilmiş!
Gidelim, yine evimize erzak getiririz, kardeşimizi de koruruz, hem bir deve yükü de fazla alırız.
Çünkü bu sefer aldığımız, az bir ölçektir (ihtiyacımıza yetmez)”
66 – Yâkub şöyle cevap verdi: “Siz kendiniz helâk olmadıkça,
onu bana getireceğinize dair
Allah’ın huzurunda sağlam bir söz vermeden, ben asla onu sizinle göndermem!”
Onlar kendisine kesin söz verince de dedi ki:
“Allah Teâlâ da bu söylediklerimize şahittir, gözeticidir.”
67 – Ve “Evlatlarım!” diye ilave etti:
“Şehre aynı kapıdan değil de, ayrı ayrı kapılardan girin.
Gerçi ben ne yapsam, Allah’tan gelecek takdiri önleyemem.
Zira hüküm yetkisi, yalnız Allah’ındır.
Onun içindir ki ben ancak O’na dayanır, O’na güvenirim.
Tevekkül edenler de yalnız O’na dayanıp güvenmelidirler.”
O zamanki yönetimin kalabalık yabancı gruplara kuşku ile bakması sebebiyle böyle bir tedbir düşünmüş olabilir.
68 – Babalarının kendilerine emrettiği şekilde ayrı ayrı kapılardan girerek onun emrini yerine getirdiler.
Ama bu tedbir, Allah’ın kendileri hakkındaki takdiri karşısında hiç bir fayda sağlamadı.
Sadece Yâkub’un içindeki bir dileği açığa çıkarmış oldu.
O, kendisine Biz öğrettiğimizden ötürü ilim sahibi idi. (Bunun içindir ki “Allah’tan gelecek takdiri önleyemem.” demişti.) Fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmezler.
69 – Onlar Yusuf’un huzuruna girince, öz kardeşini yanına çekti ve: “İyi bilesin ki ben senin kardeşinim, onların yaptıklarına üzülme!” dedi. {KM, 53,34}
70 – Onların yüklerini hazırlatırken, su kabını, öz kardeşinin yükünün içine koydurdu.
Kervan hareket edince de Yusuf’un görevlilerinden biri: “Ey kafile! Durun, siz hırsızlık yapmışsınız!” diye nida etti.
71 – Onlar geri dönüp geldiler ve: “Mesele nedir, ne kaybettiniz ki, bizi suçluyorsunuz?” dediler.
72 – Görevlilerden biri: “Hükümdarın su kabını kaybettik. Onu getirene bir deve yükü ödül var. Buna ben kefilim.” dedi.
73 – “Allah’a yemin olsun ki, biz ülkede fesat çıkarmak, nizamı bozmak için gelmedik, siz de bunu biliyorsunuz. Hele hırsız, hiç değiliz!” dediler.
74 – Görevliler: “Peki, yalancı çıkarsanız, cezası ne?” dediler.
75 – “Cezası, dediler, kimin yükünde çıkarsa, işte o onun cezasıdır (yani çalması sebebiyle kendisi rehin ve mahkûm olur).”
Biz zalimleri böyle cezalandırırız!” {KM, Çıkış 22;2; Yeşu 7,10-12}
Hz. İbrâhim (a.s.)’ın şeriatına göre suçu sabit olan hırsız, eşya veya parasını çaldığı adamın kölesi yapılırdı.
76 – Yusuf, öz kardeşinin yükünden önce, öbürlerinin yüklerini aratmaya başladı.
Sonra su kabını kardeşinin yükünden çıkarttı.
İşte Biz Yusuf’a, kardeşini alıkoyması için böyle bir plan öğrettik.
Yoksa, Allah dilemedikçe Hükümdarın kanununa göre, kardeşini alması uygun olmazdı.
Biz dilediğimiz kimseleri pek üstün derecelere yükseltiriz.
Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bir bilen bulunur. [58, 11]
77 – Onlar: “Eğer o çalmışsa, zaten daha önce onun kardeşi de hırsızlık etmişti.” dediler.
Yusuf bu sözden duyduğu üzüntüyü içine attı ve onlara belli etmedi.
İçinden de dedi ki: “Asıl kötü durumda olan sizsiniz. İleri sürdüğünüz iddiaların gerçek yönünü Allah pek iyi biliyor ya, o yeter!”
78 – Yusuf’un kardeşini alıkoyması karşısında, onlar şöyle dediler:
“Aziz vezir! Onun pîr-i fanî bir babası var (Bu küçük evladını kaybetmeye dayanamaz),
onun yerine bizden istediğini alıkoy.
Gerçekten seni anlayış gösteren, iyilik sever insanlardan olarak görüyoruz!”
79 – Yusuf: “Biz malımızı kimin yanında bulmuşsak ancak onu alıkoyarız.
Başkasını tutmaktan Allah’a sığınırım.
Çünkü biz öyle yaparsak zalimler arasına girmiş oluruz!”
80 – Vakta ki Yusuf’un onu vermesinden ümitlerini kestiler. Bir yana çekilip aralarında fısıldaşarak şöyle konuşmaya başladılar. Ağabeyleri dedi ki:
“Allah’ı şahit tutarak babanıza kesin söz verdiğinizi
ve daha önce Yusuf hakkında da işlediğiniz kusuru
nasıl olur da bilmezlikten gelebilirsiniz? Ne yüzle döneceksiniz?
Ben buradan bir adım bile atmam, ayrılmam; ancak babam bana izin verirse yahut hüküm verenlerin en hayırlısı olan Allah hükmünü bildirirse, o başka!”
81 – “Siz dönün, babanıza deyin ki:
“Sevgili babamız, bizler farkına varmadan
oğlun inan ki hırsızlık etmiş.
(Su kabının onun yükünde çıktığını gözlerimizle gördük)
Biz ancak bildiğimize şahitlik ediyoruz.
(Söz verdiğimiz zaman, bu durumun ortaya çıkacağını nereden bilebilirdik?)
Gayb bize emanet edilmiş değil ki!”
82 – “İnanmazsan, gittiğimiz şehrin ahalisine ve yine içinde geldiğimiz kafilede bulunanlara sor!
Bütün samimiyetimizle ifade ediyoruz ki söylediğimiz, doğrunun ta kendisidir.”
Dönüp babalarına ağabeylerinin bu sözlerini naklettiler.
83 – Ama babaları Yâkub: “Hayır, hayır! Korkarım yine nefisleriniz sizi olumsuz bir işe sürükleyip ayağınızı kaydırmıştır.
Ne yapayım? Bu hale karşı sükûnet ve ümit içinde sabretmekten başka yapacak şey yok!
Ümidim var ki Allah bütün kaybettiklerimi bana lütfedecektir.
Çünkü O alîmdir, hakîmdir (benim de onların da hallerini bilir ve beni elbette hikmetini ortaya koymak için, bu imtihana tâbi tutmuştur).”
84 – Onlardan yüzünü çevirip öte tarafa dönerek ufuklara seslendi:
“Ya esafâ alâ Yusuf! Nerdesin Yusuf! Nerdesin Yusuf!”
Yusuf diye diye, üzüntüsünden gözlerine ak düştü.
Yaptıklarından dolayı oğullarına duyduğu kızgınlığını da belli etmiyor, öfkesini yenmeye çalışıyordu.
85 – Oğulları şöyle dediler: “Ömrün geçti gitti, hâlâ Yusuf’u dilinden düşürmüyorsun.
Vallahi “Yusuf!” diye diye kederden eriyeceksin veya büsbütün ölüp gideceksin”
86 – “Ben” dedi, “sıkıntımı, keder ve hüznümü sadece Allah’a arz ediyorum.
Hem sizin bilemediğiniz birçok şeyi Allah tarafından vahiy yolu ile biliyorum.”
87 – “Evlatlarım, haydi gidiniz, bütün duyularınızı, hislerinizi kullanarak vargücünüzle Yusuf ve kardeşi hakkında bilgi edinmeye çalışınız.
Allah’ın rahmetinden asla ümidinizi kesmeyiniz.
Çünkü kâfirler güruhu dışında hiç kimse Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.”
88 – Onlar Mısır’a varıp Yusuf’un huzuruna girerek “Aziz vezir! dediler, biz de, ailemiz de yine darlık ve sıkıntıya düştük, biz bu sefer pek az bir meblağ getirebildik.
Lütfen bize tahsisatımızı tam ölçek ver de,
parasını veremediğimiz kısmı da sadakanız olsun.
Şüphesiz ki Allah tasadduk edenleri fazlasıyla ödüllendirir.”
89 – Artık zamanı geldiğini düşünerek Yusuf:
“Siz, dedi, cahilliğiniz döneminde Yusuf ile kardeşine yaptığınız muameleyi elbette biliyorsunuzdur değil mi?”
Cahillikleri, yaptıkları işin kötülüğünü bilmeyişleri, yahut neticede doğuracağı zararı hesap edememeleri anlamına gelebilir. Yahut yeterli bilgi, tecrübe ve olgunluğa ulaşmadıkları çağ kasdedilmiş olabilir. Hz. Yusuf (a.s.) bu tabiri, onları kınamak, hakaret etmek için değil, bilakis mazeret telkini konusunda ipucu vermek, tövbeye teşvik etmek için “bilmeyerek yapmıştık” dedirtmek için kullanmıştı. Zira onların içine düştükleri yoksulluk kendisine pek dokunmuştu.
90 – “Aa! Sen, yoksa sen Yusuf musun?” dediler.
O da: “Evet ben Yusuf’um, bu da kardeşim!
Gerçekten Allah bizi lütfuna mazhar etti.
Şu kesindir ki, kim Allah’ı sayıp haramlardan sakınır, itaatlara devam ve imtihanlara sabrederse,
Allah da böyle güzel hareket edenlerin mükâfatını asla zayi etmez.”
91 – Kardeşleri de şöyle dediler: “Vallahi de, tallahi de Allah seni bize üstün kılmıştır. Doğrusu bizler suçlu idik!”
92 – Yusuf şöyle cevap verdi: “Bugün sizi kınayacak, serzenişte bulunacak değilim!
Ben hakkımı helâl ettim. Allah da sizi affetsin.
Çünkü merhamet edenlerin en merhametlisi O’dur.”
93 – Şu gömleğimi alın, babamın yanına varıp onun yüzüne sürüverin, o zaman gözü açılacaktır.
Sonra da bütün çoluk çocuğunuzla buyurun, yanıma gelin.”
Bu âyette bildirilen “gömleği yüzüne sürmekle Hz. Yâkub (a.s.)’ın gözlerinin açılması” Tevrat’ta yer almaz.
94 – Kafile daha Mısır’dan ayrılır ayrılmaz, öteden babaları:
“Şayet ‘Bunadı’ demezseniz, doğrusu, ben Yusuf’un kokusunu alıyorum!” dedi.
95 – Oradakiler: “Vallahi, dediler, senin müzmin yanılgın hâla devam ediyor!”
96 – Müjdeci gelip de gömleği Yâkub’un yüzüne sürünce gözleri açıldı ve:
“Ben sizin bilmediklerinizi Allah tarafından vahiy yolu ile bilirim dememiş miydim?” dedi.
97 – Evlatları ise şöyle dediler: “Ey bizim şefkatli babamız! Bizim günahlarımız için Allah’tan mağfiret dile. Doğrusu biz günahkârız.”
98 – O şöyle cevap verdi: “Sizin için Rabbimden af dileyeceğim. Gerçekten O gafurdur, rahîmdir.”
99 – Yâkub ailesi Mısır’a gelip Yusuf’un yanına girdiklerinde Yusuf, annesi ile babasını kucakladı ve: “Allah’ın izniyle Mısır’a güven ve huzur içinde girin.” dedi. {KM, Tekvin 35,17-20}
100 – Annesi ile babasını tahtına oturttu. Hepsi onun önünde saygı ile eğildiler.
Yusuf: “Babacığım! dedi, işte küçükken gördüğüm rüyanın tabiri! Rabbim o rüyayı gerçekleştirdi.
O, bana nice ihsanlarda bulundu: Beni zindandan kurtardı ve nihayet,
Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra
sizi çölden getirip bana kavuşturmakla da beni ihsanına mazhar etti.
Gerçekten Rabbim dilediği kimse hakkında latifdir (dilediği hususları çok güzel, pek ince bir tarzda gerçekleştirir). Şüphesiz O alîmdir, hakîmdir (her şeyi hakkıyla bilen, tam hikmet sahibidir)” [7,53] {KM, Tekvin 47,11}
Bu âyetlere dikkat edilirse Yusuf (a.s.)’ın, bütün müminlere örnek olacak nice davranışlarını ihtiva ettiği görülür: Kendisini ölüme mahkûm eden yakınları üzerinde tam yetki sahibi iken gösterdiği olgunluk ve müsamaha, kendisinin zirveye yükselişini hep Allah’ın lütfuna bağlayıp nefsine en küçük pay çıkarmama, müminler tarafından şahsına karşı yapılan en kötü bir hareketi bile te’vile gayret etme ve şeytanın kardeşlerine yaptırdıklarında “hikmet-i ilahiyyeye göre benim için bazı faydalar vardı,” deme; hep ibadet ve âhiret iştiyakı ile dolu olma gibi. Bu çok önemli ders ve hitâbe de Tekvin ve Talmud’da yer almamıştır. Gereksiz bir yığın ayrıntıyı anlatıp, uzun kıssanın en önemli dersini yazmama çok gariptir.
Kur’ân, Tekvin ve Talmud birlikte incelendiğinde görülür ki Kur’ân, bazı yerleri tafsiratlı anlatıyor, birçoğunu daha az anlatıyor, bazılarını ise düzeltiyor ve reddediyor. Dolayısıyla Hz. Muhammed’in bu kıssaları Yahudilerden öğrendiğini iddia etmenin hiçbir gerekçesi olamaz.
101 – “Ya Rabbî! Sen bana iktidar ve hakimiyet verdin. Kutsal metinleri ve rüyaları yorumlama ilmini öğrettin.
Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünya’da da, âhirette de mevla’m, yardımcım Sen’sin.
Sana tam itaat içinde bir kul olarak canımı al ve beni hayırlı ve dürüst insanlar arasına dahil eyle!” [6,14.84; 7,126; 40,34]
Genel olarak kıssaların sonunda ayrılık ve ölümün bildirilmesi dinleyiciyi üzer. Fakat burada Hz. Yusuf kıssasının en parlak kısmında farklı bir durum vardır. Evet Hz. Yusuf Mısır yönetiminin en üst mevkine yükselmiş hiç ümit kalmamışken yaklaşık kırk elli yıl sonra uzak diyarlardan gelen annesi, babası ve kardeşleriyle buluşmuş, dünya mutluluğunun zirvesine çıktığı bir sırada Kur’an onun vefat haberini veriyor. Muhataba şunu düşündürüyor: Demek ki kabrin ötesinde öyle cazip bir hayat vardır ki Hz. Yusuf gibi büyük akıl ve geniş görüş sahibi bir zat ona nail olmak için acı veren ölümü istiyor. İşte Kur’an’ın kıssaları nakletmesinin hikmetlerinden biri, böylesi dersler vermektir. Dinleyicilere elem değil sevinç veriyor böylece “kabrin ötesi için çalışınız, gerçek mutluluk oradadır” dedirtiyor.
102 – İşte bunlar, ey Resulüm, sana vahiy yoluyla bildirdiğimiz gaybî hadiselerdendir.
Yoksa onlar, tuzak kurmak ve planlarını kararlaştırmak için toplandıklarında elbette sen onların yanında bulunmuyordun. [3,44; 28,44-46; 38,69-70]
103 – Şunu unutma ki: Sen, büyük bir kuvvetle arzu etsen bile insanların çoğu iman etmezler.
İnsanlardan maksat Mekke ahalisidir. Yahut bütün insanlardır.
104 – Halbuki sen bu tebliğ karşılığında onlardan herhangi bir ücret de istemiyorsun.
Kur’ân, sadece bütün insanlar için bir derstir, evrensel bir mesajdır. [3,7]
105 – Göklerde ve yerde Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini gösteren nice deliller vardır ki,
insanlar yanından geçip gittikleri halde yüzlerini çevirdiklerinden farkına varmazlar.
106 – Onların ekserisi, şirk koşmaksızın Allah’a iman etmezler.
107 – Acaba onlar, farkında olmadıkları bir sırada, Allah’ın cezasına uğrayıp azabın kendilerini kaplamasından,
yahut ansızın kıyametin kopmasından emin midirler? [16,45-47; 7,87,1; 97-99]
108 – Ey Resulüm de ki: “İşte benim yolum budur! Ben insanları Allah’ın yoluna, düşünmeksizin, taklit yolu ile değil, delile dayanarak, idrâklerine hitab ederek dâvet ediyorum.
Ben de, bana tâbi olanlar da böyleyiz. Allah’ı bütün eksikliklerden tenzih ederim. Ben asla müşriklerden değilim.”
109 – Senden önce gönderdiğimiz peygamberler de başka değil, ancak şehirlerde oturanlardan vahye mazhar ettiğimiz birtakım erkeklerdi.
Bu adamlar dünyayı hiç gezmediler mi ki kendilerinden önce yaşayanların âkıbetlerinin nasıl olduğunu görüp anlasınlar?
Âhiret diyarı elbette Allah’a saygı duyup haramlardan sakınanlar için daha iyidir.
Siz ey müşrikler, hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız? [21,7]
110 – O müşrikler kendilerine mühlet verilmesine aldanmasınlar.
Daha öncekilere de böyle fırsat verilmişti.
Ne zaman ki peygamberler, toplumlarının imana gelmelerinden ümitlerini kesecek raddeye gelir ve toplumları da peygamberlerinin kendilerini aldattığı zannına kapılırlar, işte o zaman onlara yardımımız ulaşır, inkârcılar helâk olur, dilediğimiz kimseler kurtulur.
Çünkü (uzun vâdede) cezamız, suçlu toplumlardan hiçbir surette geri çevrilmez.
111 – Peygamberlerin kıssalarında elbette tam akıl sahipleri için alacak dersler vardır.
İyi bilin ki, bu Kur’ân uydurulmuş bir söz değildir.
Sadece daha önceki kitapları tasdik eden,
dine ait her şeyi açıklayan, iman edecek kimseler için
hidâyet, rehber ve rahmettir.
 
nisa suresi meali

Medine'de takriben hicrî 6. yılda nazil olmuş olup, 176 âyettir. Kadınlar hakkında birçok hüküm ihtiva edip, Cahiliye döneminde mahrum oldukları yeni hakları kadınlara verdiğinden ötürü, bu sûreye "Kadınlar" mânasına gelen Nisâ sûresi adı verilmiştir. Uzunluk itibariyle Bakara sûresinden sonra Kur'ân-ı Kerimin en uzun ikinci sûresidir.
Kur'ân'da "Ey insanlar!" hitabı ile başlayan iki sûreden biri olup, ilk yarıdaki 4. sûredir. Bu hitap ile başlayan öbür sûre, ikinci yarının 4. sûresi olan Hac sûresidir. Nisa sûresindeki bu hitap, insanların tarihlerinin başındaki kardeşliğe, Hac sûresindeki âyet ise âhiret istikbaline dikkat çekmektedir.
Nisâ sûresi; Allah'ın hakları, bütün insanların kardeşliği, çocuklara, kadınlara, yetimlere şefkat edip haklarının verilmesi, mallarının korunması, evlenme, miras, temizlik, namaz, cihad, nizama uyma, toplumda müsamaha, dayanışma, emanete riayet, adalet, Ehl-i kitap ile münasebetler, Hıristiyanların Hz. Îsâ (a.s.) hakkındaki batıl iddialarını konu edinir.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 - Ey insanlar! Sizi bir tek kişiden yaratan ve ondan da eşini yaratıp o ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinize karşı gelmekten sakının.
Adını anıp Kendisini vesile ederek birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'a saygısızlık etmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakınınız. Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir. [7,189; 30,21; 39,6; 42,11] {KM, Tekvin 2,21-23}
Bütün insanlığın aynı baba ve annede birleşen bir tek aile oluşturduğunu, dolayısıyla insanların bu hukuka uygun davranmaları gerektiğini bildiren bu ilk âyet, sûrenin konuları için en mükemmel bir giriş durumundadır.
2 - Yetimlere mallarını verin, temizi verip murdarı almayın, onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü böyle yapmanız gerçekten büyük bir günahtır.
3 - Himayeniz altındaki yetim kızlarla evlenince haklarını gözetemeyeceğinizden, adaleti sağlayamayacağınızdan endişe ederseniz, onlarla değil, size helâl olup arzu ettiğiniz diğer kadınlarla iki, üç veya dört hanım olmak üzere evlenin.
Eğer bu takdirde de aralarında adaleti gerçekleştirmekten endişe ederseniz, bir kadınla veya elinizin altında olan cariyelerle yetinin. Bu durum, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır. (4,127) {KM, Matta 25,1-12; Tesniye 21, 10-14}
Bu âyet, erkek için dörde kadar eş ile nikâhlanma ruhsatı verir. Fakat eşler arasında adaleti gerçekleştiremeyen, âhirette olacağı gibi, dünyada da perişan olur.
4 - Evleneceğiniz kadınlara mehirlerini gönül hoşluğu ile verin. Eğer mehrin bir kısmını gönül rızasıyla size bağışlarlarsa onu içinize sine sine afiyetle yeyin.
5 - Allah'ın sizin maişetinizin başlıca vesilesi kıldığı mallarınızı, aklı ermeyen kimselerin ellerine vermeyin. Bu malları işleterek elde edeceğiniz gelirle onların ihtiyaçlarını sağlayın, giyeceklerini temin edin ve onlara tatlı sözler söyleyin, güzel tavsiyelerde bulunun.
6 - Yetimleri evlenme çağına varıncaya kadar gözetip deneyin. Akılca olgunlaştıklarını görürseniz mallarını kendilerine teslim edin. Büyüyünce ellerine alacakları düşüncesiyle o malları israfla tüketmeyin. İhtiyacı olmayan veli, yetim malına tenezzül etmesin. Muhtaç olan ise meşrû sûrette, ihtiyaç ve emeğine uygun olarak yararlansın. Onlara mallarını teslim ettiğinizde bunu şahitlerle tesbit ettirin. Allah hesab sorandır ve O'nun hesap sorması kâfidir. [6,152]
7 - Anne baba ile yakın akrabanın terikelerinde erkeklere hisse bulunduğu gibi, anne baba ile yakın akrabanın terikelerinde kadınlara -azından da çoğundan da- farz olarak belirlenmiş hisseler vardır.
Bu âyet mirasda beş prensip koyar: 1. Erkek gibi kadın da mirastan pay alır. 2. Az çok bütün mallar mirasa tâbidir. 3. Bu kural taşınabilir ve taşınamaz bütün mallar için geçerlidir. 4. Ölen kişi mal bırakırsa miras söz konusu olur. 5. Yakın akraba varken uzak akrabaya miras düşmez. Bu beş prensibi gayet özlü ihtiva eden bu âyet giriş yapılarak sonra miras payları belirtilir.
8 - Miras taksim edilirken varis olmayan akrabalar, yetimler, fakirler de orada bulunuyorlarsa, onlara da bir şey verin ve gönüllerini alacak tatlı sözler de söyleyin.
9 - Arkalarında eli ermez, gücü yetmez küçük çocuklar bıraktıkları takdirde, onların halleri nice olur diye endişe edenler, yetimlere haksızlık etmekten de öylece korksunlar da Allah'ın cezalandırmasından sakınsınlar ve doğru söz söylesinler.
10 - Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, aslında karınları dolusu ateş yerler. Onlar, yarın harıl harıl yanan bir ateşe gireceklerdir.
11 - Miras konusunda, Allah çocuklarınız hakkında şöyle emreder: Erkeğin hakkı, kadının hissesinin iki mislidir. Şayet kadınların sayısı ikiden fazla ise onlar terikenin üçte ikisini alırlar. Eğer kız evlat tek ise terikenin yarısını alır.
Anne babaya gelince, ölenin çocuğu varsa, onun terikesinden her birine altıda bir hisse vardır. Eğer çocuğu yoksa ve kendisine ana babası vâris oluyorsa annesine üçte bir hisse vardır.
Şayet ölenin kardeşleri varsa, ölenin yaptığı vasiyetin ifasından ve borcunun ödenmesinden sonra annenin hissesi altıda birdir.
Anne babanız ile evlatlarınızdan hangisinin size daha faydalı olacağını siz bilemezsiniz. Bunlar Allah'ın koyduğu farzlardır. Allah muhakkak ki alîm ve hakîmdir (her şeyi hakkıyla bilir, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir).
Mirasta erkek evlat, kızın iki mislini alır. Zira İslâma göre erkek ailesini geçindirmekle yükümlüdür. Kadının böyle bir görevi yoktur. Kadının yükü kocasına ait iken, koca ailesini, çocuklarını, duruma göre anne ve babasının nafakasını yüklenmek zorundadır. Dolayısıyla bu hüküm tam adalettir.
12 - Eşlerinizin çocukları yoksa terikelerinin yarısı siz kocalarındır.
Eğer çocukları varsa dörtte biri size aittir. Bütün bunlar, yaptığı vasiyetin ve üzerindeki borcun ifasından sonradır.
Sizin de çocuğunuz yoksa terikenizin dörtte biri eşlerinizindir.
Eğer çocuğunuz varsa terikenizin sekizde biri onlara aittir.
Bunlar da yapacağınız vasiyetin ve borcunuzun ödenmesinden sonradır.
Eğer miras bırakan erkek veya kadın, çocuğu ve anne babası olmayan bir kimse olur ve onun erkek veya kız kardeşi de bulunursa, bunlardan her birinin hissesi altıda birdir.
Şayet onların sayısı daha fazla ise, o takdirde onlar üçte bir hisseye ortak olurlar.
Bu da yapılan vasiyet ve borcun ödenmesinden sonradır.
Bütün bunlar, vârisler zarara uğratılmaksızın yapılacaktır.
Bu, Allah tarafından size bir buyruktur. Allah alîm ve halîmdir (her şeyi hakkıyla bilir, cezalandırmada aceleci değildir).
Kişinin yapacağı vasiyet, malını üçte biriyle sınırlıdır.
13 - İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'a ve resulüne itaat ederse Allah onu, içinden ırmaklar akan cennetlere ebedî kalmak üzere yerleştirir. İşte en büyük başarı da budur.
14 - Kim de Allah'a ve resulüne isyan eder ve Allah'ın sınırlarını aşarsa,
Allah onu da ebedî kalmak üzere ateşe koyar. Hem de onu zelil ve perişan eden bir azab vardır.
15 - Zina eden kadınlarınız hakkında dört şahit isteyin. Eğer dört kişi şahitlik ederlerse, ölüm kendilerini alıp ***ürünceye veya Allah kendilerine bir yol gösterinceye kadar onları evlerde alıkoyun. [24,2] {KM, Tesniye 22,21; Levililer 19,20; 20,10.14; 21,9; Yuhanna 8,5}
16 - Sizden iki kişi fuhuş yaparsa onlara eziyet edin. Eğer tövbe edip hallerini ıslah ederlerse onları cezalandırmaktan vazgeçin. Çünkü Allah, tevvab ve rahîmdir: (tövbeleri kabul eder ve çok merhametlidir). [17,32; 23,7]
Zina hakkındaki yaptırımlar şu üç safhada gerçekleşmiştir: a- Zina cezası olarak Kur'ânda ilk gelen hüküm bu âyetle bildirilen azarlama, bir iki pataklama kabilinden rahatsız etmedir. b- İkinci olarak, bu sûrenin 15. âyeti gelip zinakâr kadını evde hapsetme hükmünü getirmiştir. c- Son olarak ise 24,2 ile gelen yüz değnek cezasıdır. Bu bekârların cezası olup evli zinakârlar recmedilirler. Bazı alimlere göre, bu 16.âyet livata yapan erkeklere ait olup, onlara verilecek tâzir cezasını bildirmektedir.
17 - Allah'ın kabulünü vaad buyurduğu tövbe, kötülüğü ancak cahillik sebebiyle işleyip, sonra da çabucak vazgeçerek günahtan dönüş yapacak olanların tövbesidir. İşte Allah'ın, tövbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır. Allah alîm ve hakîmdir (herkesin içini dışını hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
18 - Yoksa makbul tövbe, kötülükleri yapıp edip de sonra kendilerinden birine ölüm gelip çattığında: "İşte ben şimdi tövbe ettim." diyenlerin tövbesi değil. Kâfir olarak ölen kimselerin tövbesi de değil. İşte öylesi kimselere, çok acı veren bir azap hazırladık.
Tövbenin makbul olmasına dair âyet ve hadisleri bir arada değerlendiren müfessirlerin vardıkları sonuç şudur: Can çekişme durumundan önce, henüz hayattan ümitsiz değil iken küfürden tövbe ile iman etmek geçerlidir. Fakat can çekişme halinde hayattan ümit kesme durumunda küfürden tövbe ve iman etmek geçerli değildir. İman ettikten sonra iyi işler yapabilecek bir zaman bulunmalıdır.
19 - Ey iman edenler! Kadınları zorla miras olarak almanız helâl olmaz. Çok belli bir fuhuş işlemedikçe onlara verdiğiniz mehrin bir kısmını ele geçirmek için onları sıkıştırmanız da size helâl değildir.
Onlarla hoşça, güzelce geçinin. Şayet onlardan hoşlanmayacak olursanız, olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmez de Allah onda birçok hayır takdir etmiş bulunur. [2,228] {KM, Tesniye 5,10}
Cahiliyede ölen bir erkeğin en yakın vârisi onun eşinin üstüne bir bez parçası atınca, onu kendi yönetimi altına geçirmiş olurdu. Sonra ister mehir vermeksizin onu nikâhına alır, ister diğer bir erkeğe nikâhlayıp mehrini kendisi alır, isterse böyle yapmayıp evinde âdeta hapsedip malına el koyardı. Âyet bu âdeti kaldırmaktadır.
Âyetin son kısmı, aile kurumunu ayakta tutmak için çok önemli bir prensip koymaktadır. Evliliğin başında kişinin eşinin, gerek güzellik, gerek ahlâk bakımından eksikleri olabilir. İyi yönlerini ortaya koymasına fırsat vermeden, sohbet ve ünsiyette bulunmadan, boşamaya girişmek doğru değildir.
20 - Bir eşinizden ayrılıp da yerine başka bir eşle evlenmek isterseniz, ayrıldığınız hanıma yüklerle mehir vermiş olsanız da, içinden ufak bir şey bile almayın.
Boşanmaya sebep uydurup iftira ederek, göz göre göre günaha girerek bunu almanız hiç münasip olur mu? [3,75]
Hz. Ömer (r.a) halife iken evlenmeyi kolaylaştırmak için mehir mikdarına üst sınır koymak isteyince, mescidin arka tarafından bir hanım da bu âyeti okuyarak: "Ya Emire'l-müminîn! Allah'ın verdiği imkânı almak doğru olur mu?" deyince Hz. Ömer derhal inceliğin farkına varmış, cemaatin huzurunda o hanımın haklı olduğunu kabul etmiştir.
21 - Nasıl alabilirsiniz ki birbirinize karılıp katıldınız, bir yastığa baş koydunuz,
Hem onlar siz kocalarından hukuklarını gözetme konusunda sağlamca te'minat da aldılar?
22 - Daha önce geçen durum bir tarafa, bundan böyle babalarınızın nikâhladığı kadınları artık nikâhlamayın.
Hiç şüphe yok ki bu, Allah'ın gazabına sebep olan bir hayasızlıktır. Ne iğrenç bir yoldur o! [6,151; 17,32] {KM, Tesniye 22,30; 27,30}
Cahiliyede üvey anne ile nikâh normal karşılanırken, bu âyet onu yasaklamaktadır.
23 - Ey mümin erkekler! Şunlarla nikâhlanmanız haram kılınmıştır: Anneleriniz, kızlarınız, kızkardeşleriniz,
Halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kızkardeş kızları,
Sizi emziren süt anneleriniz, süt kızkardeşleriniz,
Kayınvalideleriniz, kendileriyle zifafa girdiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız.
Fakat zifafa girmediğiniz eşlerinizin kızlarını nikâhlamanızda beis yoktur.
Keza öz oğullarınızın eşleri ile evlenmeniz ve iki kızkardeşi nikâhınız altında birleştirmeniz de haram kılındı.
Ancak daha önce geçen geçmiştir. Çünkü Allah gafur ve rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur). [33,4] {KM, Levililer 18,7-18; 20,17; Tekvin 29,16-30}
Süt anne ve kardeşlerinde de, nesep (soy) yönünden olan mahremliğin cari olduğu, âyette vurgulanmaktadır.
24 - Kocası olan kadınlarla da evlenmeniz haramdır, ancak harp esiri olarak eliniz altında bulunan cariyeler bundan müstesnadır. İşte bütün bunlar Allah'ın kesin hükümleridir.
Bu sayılanlardan başkalarını, iffetli yaşamak, zina etmemek şartıyla, mal harcayıp mehirlerini vererek nikâhlamanız helâldır.
Dikkat edin: Evlenerek beraberliklerinden yararlandığınız kadınlara, belirlenmiş olan mehirlerini verin, bu bir haktır. Ama belirledikten sonra, aranızda anlaşarak miktarını arttırıp eksiltmenizde size bir vebal yoktur. Allah alîm ve hakîmdir (her şeyi hakkıyla bilir, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir). [4,4-21]
Bazı milletlerde evlenirken kadın erkeğe hatırı sayılır mal veya para (drahoma) verir. Bu, kendisine rağbet edilme sebeplerinden olur. İslâm'da ise kadının malına değil, kendisine önem verilir. Hatta, verilen değerin bir alâmeti olarak kocası ona biri peşin, öbürü evlendikten sonra verilmek üzere iki mehir verir. Nikâh akdi için mehrin mutlaka belirlenmesi gereklidir.
Fakat mehiri belirledikten sonra, eşlerin karşılıklı rızaları ile yaptıkları indirimde veya borçtan kurtarmada bir mahzur yoktur.
25 - Sizden eşraftan olan hür mümin kadınlarla evlenecek servet ve gücü bulunmayanlar, ellerinizin altında olan mümin cariyelerle evlenebilirler.
Allah sizin kadr-u kıymetinizi imanınızla bilir. Zaten siz müminler hep aynı aileden sayılırsınız.
Öyleyse, fuhuşta bulunmayarak, gizli dost da edinmeyerek, namuslu kadınlar olmak üzere onları, sahiplerinin izniyle nikâhlayın.
Mehirlerini de güzellikle kendilerine verin.
Eğer evlendikten sonra zina yaparlarsa, onlara hür kadınlara ait cezanın yarısı uygulanır. Cariye ile evlenme, sizden sıkıntıya düşmekten (zinaya sapmaktan) korkanlar içindir, yoksa sabretmeniz sizin için daha hayırlıdır. Bununla beraber Allah gafurdur, rahîmdir (affı ve merhameti boldur). [9,60; 24,33]
26 - Allah size helâl ve haramı açıkça bildirmek, size daha önce geçmiş iyi insanların yollarını göstermek ve yuvanıza dönmenizi sağlayıp günahlarınızı bağışlamak ister. Allah alîm ve hakîmdir (her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir). {KM, Tesniye 22,21.28-29; Levililer 20,10; Yuhanna 8,5}
Âyetteki sünen (yollar) Nisâ sûresinin başından buraya kadar bildirilen emirler, kültürel ve sosyal düzenlemeler ile Bakara sûresinde daha önce bildirilmiş hükümlerdir. Allah bunları isterken, gelecek âyette bildirildiği üzere müşrikler, münâfıklar ve Yahudiler, Kur'ân'ın bu inkılabları hakkında müminleri şüpheye düşürmek ve ölçü dışına çıkarmak isterlerdi.
27 - Evet Allah sizin yuvanıza dönüş yapıp tövbenizi kabul buyurmak istiyorken,
Şehvetlerinin ardına düşenler ise, büsbütün yoldan çıkmanızı isterler.
28 - Allah sizin yükünüzü hafifletmek ister, çünkü insan hilkatçe zayıf yaratılmıştır.
Haramlar, insan hürriyetini engelleme gibi görünür. Fakat unutmayalım ki kendi haline bırakılmış nefis, kötülüğe meyleder. Hem insanın ferdî hayatını koruyup iyileştirmek, hem de toplum içindeki diğer insanların hak ve hürriyetlerini, can, mal ve namuslarını korumak için Allah bu sınırlamaları getirmiştir.
29 - Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda meşrû olmayan yollarla yemeyin. Karşılıklı rıza ile yapılan bir ticaret yapmanız ise, elbette meşrûdur.
Sakın haram yiyerek, başkasının hakkını gasbederek kendinizi öldürmeyin. Allah size pek merhametlidir.
Âyette: "kendi kendinizi öldürmeyin!" emri: a- "Birbirinizi öldürmeyin!" veya "intihar etmeyin!" demektir. Veya b- "Haksız yere başkalarının mallarını alanlar toplumun nizamının bozulmasına sebeb olurlar; bu kendilerinin de sonunu hazırlayabilir." anlamına gelebilir.
30 - Kim sınırları aşarak ve haksızlık ederek bunu yaparsa Biz onu ateşe sokacağız. Bu da Allah'a çok kolaydır.
31 - Eğer yasaklanan günahların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin öbür küçük günahlarınızı örtüp affederiz ve sizi değerli bir mevkiye yerleştiririz.
Büyük günahlar, Allah'ın kesin olarak haram kılmakla beraber işleyenleri âhirette azap ile tehdit ettiği günahlardır. Bir hadis-i şerife göre bunlar: Şirk, sihir, adam öldürmek, yetim malı yemek, zina, meşrû savaşta ordudan kaçmak, namuslu mümin kadınlara zina isnad etmektir. Bazı rivayetlerde anne babaya isyan, faiz yemek de bunlardan sayılmıştır. Öyle anlaşılıyor ki en büyük günahlar, hepsinden kaçınmayı temin etmek için, müphem bırakılmıştır.
32 - Bir de Allah'ın kiminize kiminizden daha fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin. Erkeklere çalışmalarından nasipleri olduğu gibi kadınlara da çalışmalarından nasipleri vardır. Çalışın da siz daha hayırlı şeyleri Allah'ın fazlından isteyin. Allah her şeyi hakkıyla bilir. {KM, Çıkış 20,17}
33 - Anne ve babanın ve diğer akrabaların ölümlerinden sonra bırakacakları her terike için vârisler belirledik.
Yemin akdinin sizi bağladığı kimselere de paylarını verin. Muhakkak ki Allah her şeye şahittir.
Cahiliye döneminde müvalat akdi yapılarak mukaveleli mirasçı belirlenirdi. Bazı fakihlere göre bu veraset şekli, mirası akrabaya tahsis eden 8, 75 âyeti ile kaldırılmıştır. Hanefi mezhebine göre müvalat ile veraset devam edebilir. Şöyle ki: Herhangi bir kişi Müslüman olur, varisi de bulunmazsa o bir dindaşına: "Tazminat ödemem gerekirse senin benim âkilemden olman, benim de ölümümden sonra sen bana vâris olman üzere müvalat yapalım" diye anlaşma yaparsa, bu akit geçerlidir.
34 - Kocalar eşleri üzerinde yönetici ve koruyucudurlar.
Bunun sebebi, Allah'ın bazı insanlara bazılarından daha fazla nimet vermesi ve bir de kocalarının mehir verme, evin masraflarını yüklenmeleri gibi malî yükümlülükleridir.
O halde iyi kadınlar: itaatli olan ve Allah kendi haklarını nasıl korudu ise, kocalarının yokluğunda, onların hukuklarını koruyan kadınlardır.
Dikbaşlılığından yıldığınız kadınlara gelince: Onlara evvela öğüt verin, vazgeçmezlerse yatakta yalnız bırakın ve bunlarla da yola gelmezlerse onları hafifçe dövün.
Şayet size itaat ederlerse, onlara yüklenmek için bir sebep aramayın.
Unutmayın ki üstünüzde çok yüce ve büyük olan Allah vardır. {KM, I Timote. 11,12; I Korintos. 11,3; Efes. 5,22}
Kocasına itaatsizlikte direten ve onun haklarını korumayan kadına burada sayılan üç işlem uygulanabilir. Eğer bir uyarma kâfi geliyorsa, gerisini yapmak doğru değildir. Dövmeye izin verilse de bu, yüze yapılmamak ve yara bere bırakacak tarzda olmamak şartıyla caizdir. Hz. Peygamber (a.s.) isteksiz olarak, sırf aile nizamını temine vesile olsun diye dövmeye izin vermiştir. Yani, Hz. Peygamber, âyete getirdiği açıklamada, bu dövme işinin son derece sınırlı olduğunu bildiren çok sayıda talimat vermiştir. Bunlardan biri de: "Darben gayre muberrih" yani "şiddetli olmayan, hafifçe" olmasıdır ki, meali Hz. Peygamberin bu tefsirine göre verdik.
35 - Eğer karı kocanın birbirinden ayrılacaklarından endişe ederseniz, o vakit, kendilerine erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin.
İki taraf işi düzeltmek isterlerse, Allah onları uyuşmaya muvaffak buyurur. Şüphesiz Allah alîm ve habîrdir (her şeyi bilir, bütün maksatlardan haberdardır).
36 - Yalnız Allah'a ibadet edip O'na hiçbir şeyi şerik yapmayın.
Anneye, babaya, akrabalara,
Yetimlere, fakirlere, yakın komşulara, uzak komşulara,
Yol arkadaşına, garip ve yolculara,
Ellerinizin altındaki (köle, cariye, hizmetçi, işçi) lere de
Güzel muamele edin. Bilin ki Allah kendini beğenen ve övünüp duran kimseleri sevmez. [17,23; 31,14]
37 - O cimrilik eden, üstelik etrafındaki insanlara cimriliği tavsiye eden ve Allah'ın lütf-u fazlından kendilerine verdiği nimetleri gizleyen nankörler yok mu, işte Biz onları zelil ve perişan edecek bir azap hazırladık. [100,6-7; 80,17]
38 - Mallarını halka gösteriş için harcayıp Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyen kimseleri de Allah elbette sevmez.
Şeytan kimin arkadaşı olursa, artık o arkadaşların en kötüsüne düşmüş demektir. [2,264; 37,51; 41,25; 43,36; 50,23]
39 - Allah'a ve âhiret gününe inansalar ve Allah'ın kendilerine ihsan ettiği nimetlerden harcasalardı ne zararları olurdu sanki? Allah onları pek iyi bilmektedir.
40 - Şu kesindir ki Allah kullarına zerre kadar bile zulmetmez.
Ama kulun zerre kadar bir iyiliği bile olsa, onu kat kat artırır ve ayrıca Kendi tarafından büyük bir mükâfat verir. [21,47; 31,16] {KM, Mezmur. 62,13; Vahiy 22,12}
41 - Ey Resulüm! Her ümmetten haklarında tanıklık edecek bir şahit (peygamber) celbettiğimizde ve seni de bütün onlara (ümmetine) şahit olarak getirdiğimizde, bakalım onların hali nice olacak? [39,69; 16,89]
42 - İşte o gün dini inkâr edip resule isyan edenler, yerin dibine girmek, yerle bir olmak isteyecekler.
Onlar hiçbir sözlerini, hiçbir kabahatlerini Allah'tan gizleyemezler. [78,40]
43 - Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye, cünüp iken de -yoldan geçmeniz dışında- gusledinceye kadar mescide yaklaşmayın.
Eğer hasta veya yolculukta iseniz, veya tuvaletten gelmiş yahut hanımlarınızla yatmış olur da gusledecek su bulamazsanız,
O vakit temiz toprağa teyemmüm edin, arınmak niyetiyle yüzünüze ve ellerinize meshedin. Muhakkak ki Allah afüv ve gafurdur (af ve mağfireti boldur). [2,219; 5,90-91]
Burada "salat"dan maksat "namaz kılınan yer" yani mescittir. "Âbirî sebil" yolu mescidin içinden geçen kimsedir.
Sarhoş edici içki içmek, nihaî olarak haram kılınmadan önce bu şekilde iyice kısıtlanmıştı. İçenler ancak yatsı namazını kıldıktan sonra içebiliyorlardı. 5,90-91 ile ise mutlak olarak haram kılındı.
Teyemmüm: Su bulunmaz veya hastalık sebebiyle kullanmaya mani bir durum varsa, abdest veya gusül için, mânen temizlenmek niyeti ile, el temiz toprağa vurulup yüz ve kollar meshedilerek gerçekleştirilir. Bu izin, Müslümana en azından bir nizama uyma, itaat edeceği bir mercinin huzurunda olma bilinci verir. Kişinin zihninde, kendisini temizleme ve namazın kutsal olduğu fikrini canlı tutar.
44 - Baksanıza kendilerine kitaptan nasip verilenlerin yaptıklarına!
Kendilerinin hidâyeti bırakıp sapıklığı satın almaları yetmiyormuş gibi, sizin de yolunuzu şaşırmanızı istiyorlar.
45 - Allah düşmanlarınızı pek iyi bilir. İşlerinizi üstlenen bir veli olarak da, bir yardımcı olarak da elbette Allah yeter!
46 - Yahudilerden bir kısmı, bazı sözleri aslî şeklinden ve mânasından saptırır, mesela: "İşittik" (ama isyan ettik), "işit" (hay işitmez olası!), ve râina derler.
Bu sözleri, ağızlarını eğip bükerek güya vaziyeti kurtarmak ve dinle alay etmek için söylerler.
Halbuki onlar sadece "İşittik ve itaat ettik", "İşit!" unzurnâ (bizi de gözet), deselerdi kendileri için elbette daha hayırlı ve daha dürüst bir iş olurdu.
Fakat Allah, inkârları yüzünden onları rahmetinden kovdu. Artık onlar pek az iman ederler. [2, 75.104; 3,78]
Onlar parantez içindeki sözleri içlerinden veya ancak yanındaki arkadaşı işitecek şekilde sessizce söylüyorlardı. Müminlerin "râina: bizi gözet, bize himmet et" sözlerini de bahane ederek ağızlarını eğip bükerek, İbrânice'de hakaret ifade eden benzer bir lafza dönüştürüyorlardı.
47 - Ey kendilerine daha önce kitap verilen Ehl-i kitap! Yanınızdaki kitapları tasdik etmek üzere indirdiğimiz bu kitaba da iman edin.
İman edin: enseleriniz nasıl dümdüz ise bazılarınızın yüzlerini bir darbe ile gözden, ağızdan, azalardan ederek dümdüz hale getirmeden, veya Ashab-ı sebte yaptığımız gibi lânet etmeden! Allah'ın emri mutlaka yerine gelir. [2,65; 7,163] {KM, Çıkış 31,14; Sayılar 15,32-36
Ashab-ı sebt: Allah, Yahudilerin cumartesi günü balık avlamalarını yasaklamıştı. Bu yasağı dinlemeyen Eyle ahalisini Allah cezalandırmıştı. Bu tabirle o kimseler kast edilmektedir.
48 - Şu muhakkak ki Allah Kendisine şirk koşulmasını affetmez, ama bunun altındaki diğer günahları dilediği kimse hakkında affeder.
Kim Allah'a ortak icad ederse müthiş bir iftira etmiş, çok büyük bir günah işlemiştir.
49 - Baksana o kendini temize çıkaranlara! (Onların temiz olduklarını iddia etmeleri neye yarar ki?)
Ancak Allah dilediğini temizler ve onlara kıl kadar olsun haksızlık edilmez.
50 - Bak nasıl da Allah adına yalan uydurup O'na iftira ediyorlar! Bu da, onlara belli bir günah olarak fazlasıyla yeter! [3,24; 2,111; 2,134]
51 - Baksana o kendilerine kitaptan bir nasip verilenlere!
Putlara, kâhinlere, şeytanlara, ne kadar batıl varsa hepsine iman ediyorlar ve yetmezmiş gibi,
Bir de kalkıp kâfirler hakkında "Onlar, Müslümanlardan daha doğru yoldadır" diyorlar!
52 - İşte onlar, Allah'ın lânetlediği kimselerdir. Allah'ın lânetlediğini de yardım edip kurtaracak kimse bulamazsın.
53 - Yoksa onların mülk ve hâkimiyetten nasipleri mi var? Öyle olsaydı onlar insanlara bir kırıntı bile vermezlerdi! [7,100]
54 - Yoksa onlar Allah'ın lütfundan insanlara ihsan ettiği nimetlere karşı haset mi ediyorlar? Evet biz Âl-i İbrâhime de kitap ve hikmet verdik, hem de büyük bir hâkimiyet ve mülk verdik.
55 - Onlardan kimi ona inanmakta, kimi de ondan halkı engellemekte. İşte böyle engelleyenin hakkından, harıl harıl yanan cehennem gelir.
56 - Âyetlerimizi inkâr edenleri cehenneme sokacağız.
Derileri kızarıp yandıkça, yerine taze deri yaratacağız, ta ki cezaları olan azabı iyice tatsınlar.
Şüphesiz ki Allah azîz ve hakîmdir (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
57 - Fakat iman edip güzel ve makbul işler yapanları ise, ebedî kalmak üzere içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğiz. Onların orada tertemiz eşleri olacak. Hem onları nimetlerle sâyebân edecek bir gölgeliğe yerleştireceğiz. [2,25]
Sâyebân: Âyetin sonundaki "zıllen zalîlâ" koyu gölgelik mânasına gelir. Diğer birçok meal böyle karşılık vermiştir. Bu doğru olmakla birlikte, biz Elmalılı M. Hamdi Yazırın mealini tercih ettik. O zıl kelimesinin mecazî anlamına dikkat çekmektedir. Gerçekten zıl, Farsçada sâye ve Türkçe'deki gölge karşılıkları gibi mecazen geniş nimetler hakkında kullanılmaktadır. "Zıllen zalîlâ" koyu gölge ki tam daimî nimete işarettir. Çünkü refah sahipleri genellikle ferah gölgelerde yaşarlar. Nitekim dilimizde "sâyedâr olmak, sâyebân olmak" "sâyesinde yaşamak" tabirleri, nimet ve saadet mefhumlarındandır.
58 - Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adalete uygun tarzda hüküm vermenizi emreder. Allah bununla, size ne de güzel öğüt veriyor! Şüphe yok ki Allah semî ve basîrdir (sözlerinizi de, hükümlerinizi de hakkıyla işitir, bütün yaptıklarınızı hakkıyla görür).
59 - Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Resulüne ve sizden olan ülülemre de itaat edin. Eğer Allah'a ve âhirete iman ediyorsanız, hakkında ihtilâfa düştüğünüz meseleyi Allah'a ve Resulüne arzediniz. Böyle yapmanız hem daha hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir. [16,43; 42,10] {KM, Çıkış 18,13-26; Tesniye 17,8; I Kırallar 3,16-28}
Ülülemr kelimesi geniş kapsamlıdır; Müslümanların herhangi bir işinin başında olan her yöneticiye şamildir. Din alimleri, ülke yöneticileri, onların başında gelirler.
Hadis-i şerife göre: "Emrettiği şey günah olmadığı sürece, bir Müslümanın, hoşlansın veya hoşlanmasın, yöneticinin emirlerine itaat etmesi gerekir."
Bir başka hadis: "Allah'a isyanda (günah olan bir konuda) başkasına itaat haramdır. İtaat ancak meşrû hususlardadır."
Bir başka hadis: "Sizin başınızda doğru olduğu gibi yanlışı da uygulayan yöneticiler olacaktır. Böyle bir durumda kim yanlış şeylerden nefret ederse sorumluluktan kurtulacaktır." Bunun üzerine ashabdan bazıları: "Böyle yöneticilere karşı savaşmayacak mıyız?" diye sorunca Hz. Peygamber (a.s.): "Namazı kıldıkları müddetçe, hayır!" diye cevap vermiştir (Müslim).
60 - Baksana hem sana indirilen hem de senden önce indirilen kitaplara inandığını iddia eden o münâfıkların yaptıklarına!
Kalkıp azgın şeytanın önünde muhakeme olmak istiyorlar.
Halbuki onlara o şeytanı reddetmeleri emri verilmişti.
Şeytan da onları haktan büsbütün saptırmak ister. [2,256; 39,17]
61 - Kendilerine "Haydi Allah'ın indirdiği Kur'ân'ın ve Resulün hükmüne gelin!" denildiğinde münafıkların senden iyice geri durduklarını görürsün. [31,21; 24,51]
62 - Fakat işlediklerinin cezası olarak başlarına bir musîbet geldiği zaman ne olur?
Onlar hemen sana gelir, yemin billah ederek "Vallahi maksadımız sırf iyilik yapmak ve ara bulmaktan ibaret idi." derler. [2,95; 5,52]
63 - Allah onların kalplerinde ne var, ne yok pek iyi biliyor.
Onun için sen onlara aldırma, fakat kendilerine öğüt ver ve onlara kendilerine dair, içlerine işleyecek beliğ sözler söyle.
64 - Biz hiç bir peygamberi, Allah'ın izni ile, kendisine itaat olunmaktan başka bir gaye ile göndermedik.
Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit sana gelip de Allah'tan af dileseler, sen de resul olarak onların affedilmelerini isteseydin, elbette Allah'ı tövbeleri kabul eden, pek merhametli bulacaklardı. [3,152; 58,12]
65 - Hayır, hayır! Senin Rabbin hakkı için, onlar aralarında ihtilâf ettikleri meselelerde seni hakem kılıp,
sonra da verdiğin hükümden ötürü içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın sana tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça iman etmiş olmazlar.
Hz. Muhammedi (a.s.m.) Allah'ın resulü kabul etmenin mânası, onun tebliğ ve tatbik ettiği inanç, düşünce ve yaşayış tarzını kabul etmek, bu hususlarda onu örnek almaktır. Yoksa Allah onu, insanlar peygamberliğine şehadet etsinler, fakat başkalarına tâbi olsunlar diye göndermemiştir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Arzu ve heveslerini, benim getirdiğim ölçülere uydurmadıkça, sizden hiç biriniz mümin olduğunu iddia edemez."
66 - Şayet onlara "Ölüme atılın!" veya "Vatanınızdan ayrılın!" (hicret edin) emrini vermiş olsaydık, pek azı müstesna, bunu yerine getirmezlerdi.
Onlar kendilerine verilen öğütleri tutsalardı, elbette kendileri için hayırlı olur, durumlarını daha da sağlamlaştırırlardı.
Ayetteki lafzıyla "Kendinizi öldürün" emri: "Kendinizi ölüm tehlikesine, cihad meydanına atın" mânasına gelebilir. Hz. Muhammed (a.s.)'ın ashabının (r.a.) çoğu, dinleri uğrunda canlarını verip şehid olmuş, yine o uğurda yurtlarından ayrılıp hicret etmişlerdi. Önce Mekke'den, Hz. Peygamberin dünyadan göçmesinden sonra da Medine'den ayrılma hasretiyle yanmalarına rağmen dünyanın dört bir tarafına yayılıp Allah'ın dinine hizmet etmişlerdir. Yahudiler ve münâfıklar ise, buna benzer hiçbir fedâkarlık göstermemişlerdir. Hatta Yahudiler kendi dindaşlarını öldürüp, diyarlarından sürmüşlerdir. "Kendinizi öldürün!" emri, "meşrû savaşta düşman safında yer alan akrabalarınızı öldürün!" şeklinde de tefsir edilmiştir.
67 - Ve o takdirde Biz de onlara tarafımızdan pek büyük mükâfat verirdik.
68 - Ve onları dosdoğru yola iletirdik.
69 - Kim Allah'a ve resulüne itaat ederse işte onlar, Allah'ın nimetlerine mazhar ettiği nebîler, sıddîkler, şehidler, salih kişilerle beraber olacaklardır.
Bunlar ne güzel arkadaşlar! [1,7]
70 - Bu, Allah'tan bir lütuftur. Bu lütfa lâyık olanların kadrini Allah'ın bilmesi yeter de artar!
71 - Ey iman edenler! Düşmanlarınıza karşı korunma tedbirinizi alın.
Duruma göre küçük kıtalar halinde veya toptan seferber olun. [3,121]
Uhud savaşında Müslümanların yarı mağlubiyetleri, Medine etrafındaki kabileleri aleyhte cesaretlendirmişti. Müslümanlar, Medinenin her tarafından tehlike çemberi içine alınmışlardı. İslâmı öğretmek üzere dışarıdan dâvet edilen müslümanlar da suikasda mâruz kalıyorlardı. Bu âyet, müminlerin yeterli tedbir almalarını emrediyor.
72 - Aranızda öylesi vardır ki, işi ağırdan alır.
Başınıza bir felâket gelirse der ki: "Neyse ki, Allah bana lutfetti de onlarla beraber çıkmadım."
73 - Ama Allah'tan size nimet ve inayet erişirse -sanki daha önce kendisiyle sizin aranızda hiç tanışıklık yokmuş gibi-
"Ah! n'olurdu, der, ben de onlarla beraber olaydım da büyük ganimete konaydım!"
74 - O halde, dünya hayatına değil, âhirete talip ve müşteri olanlar Allah yolunda savaşsınlar.
Kim Allah yolunda savaşa girer de öldürülüp şehid olur veya galip gelir gazi olursa,
Her iki halde de Biz ona yarın pek büyük mükâfat vereceğiz.
75 - Size ne oluyor ki Allah yolunda ve çaresizlik içinde bırakılan:
"Ey büyük Rabbimiz! Ahalisi zalim olan şu memleketten bizi kurtarıp çıkar. Tarafından bir sahip gönder, katından bir yardımcı yolla!"
diye yalvarıp yakaran bir kısım erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda düşmanla çarpışmıyorsunuz?
Bu âyet, Mekke'de veya başka bir yerde Müslüman olmuş olup da Medine'ye hicret ederek kendilerini işkenceden kurtaramayan müminlerin ve benzerlerinin feryadını dile getiriyor.
76 - İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfirler ise şeytan yolunda savaşırlar.
Öyle ise ey müminler haydi, şeytanın taraftarlarıyla muharebe edin.
Şeytanın hilesi, cidden zayıftır.
77 - Baksana o kimselere ki, savaş zamanı değilken kendilerine: "Savaşa sebebiyet vermeyin, namazı hakkıyla ifa edin, zekâtı verin!" denilmişti.
Sonra onlara savaşma farz kılınınca, onlardan bir kısmı insanlardan, Allah'tan korkarcasına, hatta daha fazla korkup şöyle diyorlar: "Ya Rabbenâ, niçin bize harbi farz kıldın? Bize biraz daha mühlet verseydin ya!"
Onlara de ki: "Dünya zevki pek azdır, âhiret ise günahlardan sakınanlar için sırf hayırdır ve size kıl kadar olsun haksızlık yapılmaz." [47,20]
78 - "Nerede bulunursanız bulunun: Sağlam, yüksek kulelerde, (hatta eflâke ser çeken) gökteki yıldız burçlarında bile olsanız, ölüm mutlaka size yetişir."
Onlara bir iyilik ulaşınca "Bu, Allah'tandır" derler. Bir fenalık gelince "Bu, senin yüzündendir" derler.
De ki: "Hepsi de Allah tarafındandır."
Fakat bu adamlara ne oluyor da, söz anlamaya bir türlü yanaşmıyorlar? [55,26; 3,185; 21,34; 7,131]
Yaratma bakımından hem iyilik, hem fenalık hem hayır, hem şer Allah'tandır. Fakat şerre sebebiyet veren, dâvet eden insan olması itibariyle şer insana izafe edilir.
79 - Ey insan! Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir.
Ey Resulüm! Seni bütün insanlara elçi gönderdik. Allah'ın buna şahit olması yeter de artar! [2,124; 7,113; 8,27; 42,30]
80 - Kim Resûlullaha itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur.
Kim de itaatten yüz çevirirse aldırma, zaten seni üzerlerine bekçi göndermedik ki! {KM, Luka 10,16}
81 - Münâfıklar sana "Baş üstüne!" derler.
Fakat yanından çıkınca, onlardan bir güruh gece karanlığında senin huzurunda söylediklerinin tersine plânlar kurarlar.
Allah onların o gizli plânlarını bir bir kaydediyor.
Onun için sen suçlarını yüzlerine vurmaktan vazgeç de Allah'a havale et, Ona tevekkül et. Sana vekil olarak Allah yeter. [24,47; 4,84]
82 - Kur'ân'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi?
Eğer Kur'ân Allah'tan başkasına ait olsaydı, elbette içinde birçok tutarsızlıklar bulurlardı.
Bu gibi yerlerde münâfıkların ve zayıf inançlı kişilerin hataları dile getirilirken, bu yanlışların kaynağının, Hz. Muhammedin Allah'tan gelen bir elçi ve Kur'ân'ın, Allah'ın kitabı olması konusundaki şüpheleri olduğu bildirilir. Allah Teâlâ onları Kur'ân'ı iyice incelemeye dâvet ediyor. Gerçekten, iyi düşünen insan şu hakikati anlamakta gecikmez: 23 yıl gibi uzun bir dönemde, çok çeşitli durumlar sebebiyle ve son derece farklı konularda yavaş yavaş tamamlanan bir metnin içinde tutarsızlık olmaması mümkün değildir. Bir insan ne kadar akıllı olursa olsun bunu başaramaz. Öyle ise bu kitap ancak Allah'ın eseri olabilir.
83 - Onlara güvenlik veya korkuya dair bir haber geldiğinde doğru olup olmadığını araştırmadan ve yaymakta mahzur bulunup bulunmadığını danışmadan hemen onu yayarlar.
Halbuki onlar bu haberi peygambere ve aralarındaki yetkili zatlara arzetselerdi elbette işin içyüzünü araştırıp ortaya çıkaranlar, onun mahiyetini, haberin neye delâlet ettiğini bilirlerdi.
Eğer Allah'ın lütuf ve rahmeti üzerinizde olmasaydı, pek azınız hariç hepiniz şeytana uymuş gitmiştiniz.
84 - Artık Allah yolunda cihad et!
Sen ancak kendinden sorumlusun. Müminleri de buna teşvik et.
Umulur ki Allah kâfirlerin savletini uzaklaştırır. Allah en güçlü ve cezalandırması da en çetin olandır.
85 - Her kim güzel bir şefaatte bulunursa, o iyilikten kendisine de bir nasip vardır.
Kim de kötü bir hususta şefaat ederse, ondan da kendisine bir pay düşer. Allah her şey üzerinde kadirdir.
Yararlı ve güzel bir işe vesile olan, o işi yapmış gibi olup onun sevabına nail olur. Siyaka göre burada özellikle düşmana karşı cihada teşvik söz konusudur. Fakat lafız genel olduğundan bütün yararlı işler için geçerlidir.
86 - Şayet size selâm verilirse, siz de ondan daha güzel bir tarzda selâmı alın, en azından verilen selâmın misli ile karşılık verin! Şüphesiz ki Allah, her şeyin hesabını hakkıyla arar.
Bu ve daha başka âyetlerde emredildiği gibi, Müslümanların daima insancıl ve nezaketli davranış göstermeleri gerekir. Mesela: Selâm veren kimseye, daha candan, daha güzel, en azından onunki kadar güzel karşılık vermelidir. Zira kaba, nazik olmayan davranışlar insanları uzaklaştırır. İnsanlar arası ilişkilerin gergin olduğu dönemlerde ise bu güzel davranış, kat kat gerekli olur.
87 - Allah, o hak mâbuddur ki Kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur.
Kıyamet günü hepinizi bir araya toplayacaktır. Bunda hiç şüphe yoktur.
Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir? {KM, II Samuel 7,28; Mezmur 119,160. Yuhanna 17,17}
88 - Yaptıkları bunca cürüm sebebiyle Allah kendilerini başaşağı getirdiği halde,
durum bu kadar belli iken, ne diye münafıklar hakkında hüküm verirken kalkıp birbiriyle çekişen iki fırka haline geliyorsunuz?
Allah'ın dalalette olduğunu bildirdiği kimselerin siz hidayette olduklarını mı söylüyorsunuz? Her kimi Allah şaşırtırsa, artık sen ona yol bulamazsın.
Münâfıkların içleri dışlarından başka olduğu ve farklı yerlerde farklı durumlar alabildikleri için, onlar hakkında karar verecek kimseler ihtilâf ederler. O münafıklarla akrabalık, kabile birliği, ticari ortaklık, arkadaşlık gibi bağlar da müminleri etkileyebiliyordu.
Allah onlara Hz. Peygamber (a.s.m.), İslâm ve Müslümanlarla iç içe olma imkânı verdiği, onlar da zahiren Müslüman göründükleri halde, birtakım hesaplarla, kalblerinden eski küfür ve inkârlarına döndükleri için, onlar hakkında "başaşağı, tepetaklak olma" tabiri, hallerini ifade edecek en mükemmel tabirdir.
Bellidir ki Allah onları münafık olarak "başaşağı" yaratmış değildir. Fakat onlar, iman tarafında olmaları için, bunca kuvvetli sebepler varken, irade ve tercihlerini hep inkâr tarafına kullanınca, bütün işleri güçleri, kazandıkları o yönde olunca, kendilerinin ısrarla istedikleri durum meydana gelmiş, varlığa koyduğu kanuna göre de Allah dalaletlerine izin vermiş ve yaratmıştır.
Oysa münâfıkları keşfetmek zor değildir: Uhrevî hayır ile dünyevî çıkarları çatıştığında âhireti bırakıp o çıkarı tercihleri, İslâmiyetleri ile menfaatleri karşı karşıya gelince İslâma hizmet ve fedâkarlık tarafında yer almamaları kesin bir ölçüdür. Allah bu ölçüyü kullanmayı hatırlatıp, münâfıklar yüzünden müminlerin birbirlerine düşmelerini menediyor.
89 - Ne çok isterler ki siz de kendileri gibi küfre düşesiniz de böylece kendileriyle aynı seviyede olasınız.
Allah yolunda hicret etmedikçe onlardan dost edinmeyin!
Eğer aldırmazlarsa o vakit nerede bulursanız onları yakalayın, öldürün ve sakın onlardan ne veli, ne yardımcı edinmeyin!
90 - Ancak sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavme sığınanlar veya ne sizinle ne de kendi kavimleriyle savaşmak istemediklerinden göğüsleri daralarak size gelenler bundan müstesnadır.
Eğer Allah dileseydi, bunları size musallat eder ve bunlar da sizinle savaşırlardı.
O halde, onlar sizden uzak durur, sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse, o takdirde Allah onlara saldırmak için size yol vermez. [8,61; 47,35]
91 - Bir de öyleleriyle karşılaşacaksınız ki onlar hem sizden, hem de kendi kavimlerinden emin kalmak isterler.
Bunlar ne zaman fitneye (şirke veya mü'minlerle savaşmaya) çağırılsalar derhal ona dalarlar. Ohalde bunlar sizden uzak durmaz, size barış teklif etmezler, ellerini sizden çekmezlerse onları nerede bulursanız yakalayın, öldürün!
İşte bunlara karşı size kesin bir izin ve yetki vermişizdir.
Bu âyette fitne şirk, küfür, savaş veya bozgunculuk olarak tefsir edilmiştir.
Bu son âyetlerde söz konusu edilen kâfirler, Medine dışında bulunan münafıklar olup şu üç gruba ayrılmışlardır: 1. Müşriklerle işbirliği yapanlar. Bunlar imha edileceklerdir. 2. Müslümanların kendileriyle saldırmazlık anlaşması yaptıkları toplumlara sığınanlar. 3. Gerek Müslümanlarla gerekse kendi kavimleriyle savaşmak istemeyip tarafsız kalmayı tercih edenler.
92 - Müminin mümini öldürmesi olacak iş değildir, ancak yanlışlıkla olursa başka.
Kim yanlışlıkla bir mümini öldürürse mümin bir esir (köle) âzad etmesi ve öldürülenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir; ancak onlar diyetten vazgeçip bağışlarsa o başka.
Eğer yanlışlıkla öldürülen, kendisi mümin olmakla birlikte, size düşman bir topluluktan ise, öldürenin mümin bir köle âzad etmesi gerekir.
Eğer öldürülen, aranızda anlaşma bulunan bir topluluktan olursa, vârislerine teslim edilecek bir diyet ile mümin bir köle âzad etmesi gerekir.
Bunları yapmaya gücü yetmeyenin, Allah tarafından tövbesinin kabulü için ard arda iki ay oruç tutması gerekir. Allah alîm ve hakîmdir (her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).
Keffaret olarak bir köleyi hürriyetine kavuşturmak Allah'ın hakkı, diyet ödemek de kul hakkını karşılamak içindir. Yanlışlıkla bir hayata son veren kimse, bir köleyi toplum içinde âdeta hayata kavuşturma ile o hatasını telâfi etmiş olmaktadır. Ölenin vârislerine verilecek diyet Hz. Peygamber (a.s.) tarafından yüz deve veya onun değeri olarak tesbit edilmiştir. Bu da çok ağır bir tazminat olup, aileye verdiği zararı telafi etme maksadına yöneliktir. Vârisler isterlerse miktarı hafifletebilirler. Köle âzad etme, diyet veya iki ay oruç ceza değil, suçun affedilmesi için birer keffarettir. Onun için katilin ayrıca vicdan azabı, pişmanlık duyup tövbe etmesi lâzımdır. Ceza olması halinde bunlar sözkonusu değildir.
93 - Kim bir mümini kasden öldürürse onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere gireceği cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır. [39,53, 4,48]
Kasden adam öldürmenin dünyadaki cezası kısastır. Vârisleri kısastan vazgeçerlerse, diyet alabilirler. İsterlerse bunu da bağışlayabilirler. Âhiretteki cezası, Allah Teâlâ affetmezse ebedî cehennemdir. 4,48 âyeti, Allah Teâlâ'nın, şirk dışındaki günahları dilediği takdirde affedeceğini bildirerek bu âyeti takyid etmektedir.
94 - Ey iman edenler! Yeryüzünde Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, son derece dikkatli davranın.
Size selâm verene, dünya hayatının geçici ve az bir menfaatini elde etmek için: "Sen mümin değilsin" demeyin! Unutmayın ki Allah'ın yanında birçok ganimetler vardır.
Önceden siz de böyle idiniz, Allah size lütfetti de imanla şereflendiniz.
Öyleyse iyi anlayın, dinleyin çok dikkatli davranın. Muhakkak ki Allah yaptığınız her şeyden haberdardır. [8,26]
Selâm, en kapsamlı bir iyi dilek temennisidir. Ayrıca selâm veren kimse muhataplarına: "Ben senin cemaatındanım, sana benden zarar gelmez, senin de benim hakkımda iyi düşünmeni beklerim" demek istiyordu. İslâmın başlangıcında, gelen insanı başka türlü ayırd etme imkânı yok iken, selâm bir parola yerine de geçiyordu. Düşman kişi, ölüm korkusu sırasında canını kurtarmak için de böyle diyebiliyordu. Bu da Müslümanları zor duruma düşürüyordu. Fakat kalplerde olanı bilmek mümkün olmadığından Allah bu emri verdi. Demek ki bir mümini öldürmek ihtimalinden ise, bir kâfiri serbest bırakmak daha uygun görülmektedir.
Kaldı ki müteakip cümle, çok önemli bir uyarıda bulunmaktadır. İslâm yavaş yavaş yayılıyordu. "İnsanların gönüllerinde ilâhî hidâyetin parlaması, İslâm'ın güzelliklerinin anlaşılması pek az bir vakte de sığabilir. "Yakın bir zaman önce siz de onlar gibi değil miydiniz." buyurularak bu gerçek hatırlatılıyor.
95-96 - Özür sahibi olmaksızın cihaddan geri kalan müminlerle, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden müminler elbette bir olmaz. Allah malları ve canları ile mücahede edenleri, derece bakımından cihada gitmeyenlerden üstün kılmıştır.
Gerçi Allah hepsine de en güzel yurt olan cenneti vâd etmiştir, ama mücahede edenleri, cihada katılmayanlardan çok daha büyük mükâfatlarla, tarafından derece derece rütbeler, hususi bir mağfiret ve rahmetle mümtaz kılmıştır. Değil mi ki Allah gafurdur, rahimdir (affı, merhamet ve ihsanı boldur).
Maksat, farz-ı kifaye olan cihaddan, mazereti sebebiyle ve izinli olarak geri kalan müminlerdir.
97 - İman edip de hicret etmeyerek kendi öz nefislerine zulmeder vaziyette olanların canlarını alırken melekler onlara diyorlardı ki: "Ne işte idiniz?"
Onlar da: "Biz bu ülkede, dinin emirlerini uygulayamayan, baskı altında yaşayan kimselerdik" deyince, melekler bu sefer şöyle dediler:
"Peki Allah'ın dünyası geniş değil miydi? Siz de orada hicret etseydiniz ya?"
İşte onların durağı cehennemdir. Ne fena bir dönüş yeridir orası!
Bu âyet indirildiği sırada ve Mekke'nin fethine kadar, müminlerin Medine'ye hicret etmeleri farz idi. Çünkü düşman müşrikler arasında, onların alay etmeleri, şüphe vermeleri, baskıları karşısında müminlerin dinlerini korumaları güçtü.
Diğer taraftan müminlerin bir arada İslâm'ın güzelliklerini yaşayıp Müslümanca eğitilmeleri önemli idi. Ayrıca müminlerin bir araya gelerek bir kuvvet oluşturmaları, gerektiğinde kendi haklarını savunup kâfirlerin merhametlerine bırakmamaları gerekiyordu.
İşte bu âyette, Asr-ı saadette Medine'ye hicret etmeyip müşrik toplum içinde kalanlar, "kendilerine zulmedenler" diye nitelendirilmektedir. Bunlardan bazıları rahatlarını, alışkanlıklarını, ailelerini, mal ve mülklerini ve diğer çıkarlarını dinlerine tercih ediyorlardı. Onun için "Biz ülkemizde baskı altında yaşayan kimselerdik" özürleri kabul edilmemiştir. Fecî bir âkıbet, cehennem azabı ile tehdit edilmişlerdir. Bunun yanında gerçekten hicrete gücü yetmeyen yaşlı, güçsüz erkekler, kadınlar ve çocukların mazeretleri 98. âyetle kabul edilmiştir.
Asr-ı saadette Mekke'nin fethi ile hicret mükellefiyeti sona ermiştir. Fakat âyet-i kerime, Mekke dönemi şartlarının bulunması halinde, hicretin yine gerekebileceğine işaret etmektedir.
98-99 - Ancak, her türlü imkândan mahrum ve hicret için yol bulamayan erkekler, kadınlar ve çocuklar bu hükmün dışındadırlar. Çünkü bunları Allah'ın affedeceği umulur. Allah gerçekten afüv ve gafurdur (affı ve mağfireti boldur).
100 - Kim Allah yolunda hicret ederse dünyada gidecek çok yer, genişlik ve bolluk bulur.
Kim evinden Allah'a ve Resulüne hicret niyetiyle çıkar da yolda ecel gelip kendini yakalarsa o da mükâfatı haketmiştir ve onu ödüllendirme Allah'a aittir. Allah gafurdur, rahimdir (affı, merhamet ve ihsanı boldur).
101 - Sefer esnasında kâfirlerin size bir fenalık yapmalarından endişe ederseniz namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur.
Gerçekten kâfirler sizin besbelli olan düşmanlarınızdır. [73,20]
102 - Ey Resulüm! Sen müminlerin içinde olup da onlara namaz kıldıracak olursan, onlardan bir kısmı sana tâbi olarak namaza dursun ve silâhlarını yanlarına alsınlar.
Bunlar secdeye vardıklarında, diğer kısım arkanızda beklesinler.
Sonra o namaz kılmamış olan diğer kısım gelsin, sana tâbi olarak namaz kılsınlar, hem ihtiyatlı bulunsun ve silâhlarını da yanlarına alsınlar.
Kâfirler sizi silâhsız ve teçhizatsız vaziyette iken kıstırıp, birden baskın yaparak işinizi bitirmek isterler.
Eğer yağmur sebebiyle zahmet çekerseniz yahut hasta düşmüş iseniz, silâhlarınızı bırakmanızda bir mahzur yoktur. Bununla beraber yine de tedbiri elden bırakmayın. Muhakkak ki Allah kâfirler için, zelil ve perişan eden bir azap hazırlamıştır.
Yolculuk sırasında dört rekatlı namazlar iki rek'at kılınır ve buna kasr denilir. Düşman korkusu olmasa da 90 km. lik mesafeye gitmekle dinen yolcu sayılıp kasr yapmak gerekir. Hanefî mezhebine göre kasr vacip, Mâlikî ve Şâfiî mezheplerinde ruhsattır, Sünnet olarak kısaltılır.
Düşmanla savaş devam ettiğinde, bu âyette tarif edilen namaz kılınmaz. Namazlar ertelenir, kazaya bırakılır. Nitekim Hendek savaşında Hz. Peygamber (a.s.) bir günün dört vakit namazını kılamamıştı.
Fakat sıcak çatışma olmayan bir savaş ortamında yahut yangın, sel gibi bir güvensizlik ortamında salat-ı havf (korku halindeki namaz) kılınır. Hz. Peygamber (a.s.) bunu müteaddit defalar uygulamıştır.
Hanefî mezhebine göre şöyle kılınır: Cemaatin bir kısmı düşman karşısında dururken öbür kısmı imama uyar. İki rek'atli namazın ilk rek'atını, üç veya dört rek'atlı bir namazın da ilk iki rek'atını imamla beraber kılar. İkinci secdeden, veya birinci ka'dede teşehhütten sonra düşman cephesine gider. Bu defa öbür kısım gelerek imama uyar, onunla beraber geri kalan rek'atları kılar, tekrar düşman karşısına gider. İmam kendi başına selâm verir, namazdan çıkar. Birinci kısım döner gelir, namazını kıraatsiz olarak tamamlar, selâm verir, düşmana karşı gider. Sonra ikinci kısım gelir, namazını kıraatle tamamlayıp cepheye gider. Bununla beraber, bu zümreler, bulundukları yerde de namazlarını tamamlayabilirler.
103 - Namazı tamamladıktan sonra, gerek ayakta durarak, gerek oturarak ve gerek yanlarınız üzerinde uzanarak hep Allah'ı zikredin.
Derken, korkudan güvene kavuştunuz mu, o vakit namazı tam erkânıyla eda edin.
Çünkü namaz belirli vakitlerde müminlere farz kılınmıştır.
"Namaz dinin direğidir." "Kulu, Rabbine ulaştıran bir miraçtır." "Vakitleri belirlenmiş bir farzdır." İslâm'ın en büyük ibadetidir.
104 - Düşman birliklerini takip edip arkadan sıkıştırmada gevşeklik göstermeyin.
Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da tıpkı sizin gibi acı çekiyorlar. Kaldı ki Siz Allah'tan, onların ümid edemeyecekleri birçok şeyleri umuyorsunuz. Allah her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.
105 - İnsanlar arasında Allah'ın sana bildirdiği şekilde hükmetmen için Biz sana kitabı gerçeğin, hakkın ta kendisi olarak indirdik. Sakın hainlerin müdafaacısı (avukatı) olma.
106 - Allah'tan af dile. Çünkü Allah gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti boldur).
107 - Ve kendi öz canlarına hıyanet edenleri savunma. Çünkü Allah, hainlikte ve günahkârlıkta çok aşırı olanları asla sevmez.
108 - İnsanlardan gizlemeye çalışırlar da, Allah'tan gizlemeyi düşünmezler.
Halbuki onlar Allah'ın razı olmayacağı tezviratı planlarken O hep onların yanında idi. Zaten Allah, onların yaptıkları ve yapacakları her şeyi ilim ve kudretiyle ihata etmiştir.
109 - Haydi diyelim, siz bu dünya hayatı bakımından onları savundunuz, peki yarın kıyamet günü kim Allah'a karşı onları savunacak? Yahut kim onların vekili olacak?
Benî Zafer kabilesinden Tu'me, komşusu Katade'nin zırhını çalmış, bir un dağarcığının içinde ***ürüp Zeyd adlı bir Yahudinin evine bırakmış. Katade Tu'me'den şüphelendiğini söylemiş. O ise, bilmediğine yemin etmiş, evi de aranmış, zırh bulunamamış. Sonra un izinin Katade'nin evinden Zeyd'in evine gittiği tesbit edilmiş. Zırh Zeyd'de çıkınca, bunu Tu'me'nin bıraktığını söylemiş. Delil Zeyd'in aleyhinde olduğu halde. Bazı Yahudiler Zeyd'in lehinde şahitlik edip suçsuz olduğunu söylemişler.
Benî Zafer konuyu bir aile haysiyeti şeklinde ele alarak Tu'me'ye iftira edildiğini, hırsızın Zeyd olduğunu, zaten delillerin de bunu gösterdiğini öne sürerek davayı Hz. Peygamber (a.s.)'a ***ürdüler. Hz. Peygamber Tu'me'nin yeminine, Benî Zafer gibi Müslüman bir kabile mensuplarının tezkiyelerine ve zahirî delillere bakarak Tu'me'nin suçsuz olduğuna temayül eder gibi oldu. Fakat tam hüküm vereceği sırada 105-115. âyetler vahyedildi.
Bu olay, Peygamberin risâletinin gerçekliğine ve Kur'ân'ın evrenselliğine, tarafsız ve Allah katından olduğuna parlak bir delildir. Kur'ân "Biz" den olan koca Müslüman bir kabilenin aleyhine olarak, mâsum bir Yahudinin haklılığını ilan etmekten çekinmez.
110 - Kim kötülük eder veya günah işleyerek nefsine zulmeder de sonra Allah'tan af dilerse, Allah'ı gafur ve rahim (affı ve merhameti bol) bulur.
111 - Kim günah kazanırsa, onu sırf kendi aleyhine kazanır. Allah her işi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.
112 - Kim bir hata (küçük günah) veya büyük günah işler, sonra onu masum olan birinin üstüne atarsa, bir iftira ve pek kesin bir vebal yüklenmiş olur.
113 - Eğer senin üzerinde Allah'ın lütfu ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir zümre seni bile, hükümde şaşırtmaya yeltenmişlerdi.
Fakat onlar yalnız kendi kendilerini şaşırtırlar, sana hiçbir zarar veremezler.
Nasıl zarar verebilirler ki Allah sana kitap ve hikmeti indirmekte ve sana bilmediklerini öğretmektedir. Gerçekten Allah'ın senin üzerindeki lütfu pek büyüktür. [42,52-53; 28,86]
114 - Onların kendi aralarında yaptıkları gizli görüşmelerin, fısıldaşmaların çoğunda hayır yoktur.
Bu görüşmelerde hayır olması için onların muhtaçlara yardımı, güzel bir davranışı yahut dargın insanların arasını bulmayı gözetmeleri gerekir.
Kim Allah'ın rızasını arzulayarak bunu yaparsa, Biz de ona çok büyük mükâfat veririz.
115 - Her kim de, hidâyet yolu kendisine iyice belli olduktan sonra, Resulullaha muhalefet eder ve müminlerin yolundan başka bir yola tâbi olursa, Biz onu döndüğü yolda bırakırız. Fakat âhirette kendisini cehenneme koyarız. Orası ne fena bir varış yeridir! [68,44; 61,5; 6,110; 37,22; 18,53]
Bu âyet, İmam Şafiî'nin dediği gibi, icmâ delilinin dayanağıdır.
Durumu 109. âyetin açıklanmasında geçen Tu'me, suçu sabit olunca hakka teslim olacak yerde, maalesef kaçmış, dinden dönüp Mekke müşrik kampına iltihak etmiş, orada da hırsızlık alışkanlığı sebebiyle birkaç kere kovulup sonunda, bir tüccar kafilesinden mal çaldığından dolayı ölünceye kadar dövülmüştür.
116 - Şu kesin ki: Allah Kendisine şirk koşulmasını affetmez, ama dilediği kimse hakkında bunun altındaki diğer günahları affeder. Her kim Allah'a şirk koşarsa, haktan çok uzağa sapmış olur. [4,48]
117 - Allah'tan başka onlar sadece bir kısım kadınlara tapıyorlar ve onlar, aslında Allah'ın lânet ettiği o inatçı şeytandan başkasına yalvarmıyorlar. [53,19; 43,19; 37,158-159; 34,41]
İslamdan önceki Araplar, putlarına Lat, Menat, Uzza gibi dişi isimler vermişlerdir. Bu özelliğe veya melekleri Allah'ın kızları tasavvur edip onlara tapan müşriklerin inancına işaret olabilir. Bununla beraber kadına tapmanın, müşrik ruhuna hakim olduğunu da düşündürebilir. (Bu hususta B. Hamdi Yazır'ın nefis tefsirine bakılabilir.)
Hiç kimse "şeytana tapıyorum." demez, fakat "işi gücü şeytanlık olan", hep şeytanı sevindirecek işler yapan kimse, ona ibadet ediyor demektir.
118-119 - O şeytana ki: "Ya Rabbî, Senin kullarından mutlaka bir pay edineceğim. Mutlaka onları saptıracağım, onları birtakım temennilerle oyalayacağım. Onlara davarlarının kulaklarını yarmalarını emredeceğim de Allah'ın yarattığını değiştirecekler." dedi. Her kim Allah'ın yerine şeytanı dost edinirse, şüphesiz besbelli bir ziyana girmiştir. [5,103; 7,30; 16,63]
Burada Cahiliye araplarının bazı uygulamaları kınanmaktadır. Putlar namına kesilmek üzere adak edilen hayvanların kulaklarını yararlardı. Çocukların başlarında putlar namına bir mikdar saç bırakır, cildi mavi renkle boyar, fıtratı değiştirir, bazı mahlûklara tapınırlardı.
Fakat şuna dikkat etmek gerekir ki, Kur'ân dünyadaki varlıklar üzerinde, münasip biçimde yapılan değişiklikleri reddetmez. Aksi takdirde medeniyetin tümü, şeytanın saptırması olurdu. Oysa medeniyet, Allah tarafından yaratılan şeylerin düzgün bir şekilde kullanılışından başka bir şey değildir. Kur'ân'ın şeytânî değiştirmeler diye reddettiği husus, insan fıtratının ve eşyanın (yani varlıkların) Allah'ın verdiği tâbiî fonksiyonların aksine kullanılması olayıdır.
120 - Şeytan onlara sadece vaadlerde bulunur, birtakım kuruntularla oyalar. Şeytan aslında onlara kuru bir aldatmadan başka ne vaad eder ki! [14,22; 4,123; 99,7-8]
Şeytanın aldatma yolları sayılamayacak kadar çeşitli olup, nefislere de caziptir. İnsanı en zayıf tarafından aldatmaya çalışır.
121 - İşte öylelerinin varacakları yer cehennemdir ve oradan kurtuluş için hiçbir çare bulamazlar.
122 - İman edip makbul ve güzel işler yapanları, ebedî kalmak üzere içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğiz.
Bu, Allah'ın gerçek vâdidir. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?
123 - Allah'ın vâd ettiği bu mükâfat, ne sizin temennileriniz, ne de Ehl-i kitabın temennileri ile elde edilmez.
Kim kötü iş yaparsa onun cezasını bulur ve Allah'tan başka, kendisini o azaptan kurtaracak ne bir hâmi, ne de bir yardımcı bulamaz. [2,80.105.111] {KM, II Tarihler 20,7; İşaya 51,8}
124 - Erkek olsun kadın olsun kim mümin olarak iyi ve yararlı işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar bile hakları yenmez.
125 - Hep iyiliği şiar edinmiş olarak, yüzünü ve özünü Allah'a teslim edip bir de İbrâhim'in tevhid dinine tâbi olan kimsenin dininden daha güzel din olabilir mi? Bundandır ki Allah İbrâhim'i dost edinmiştir. [46,16; 3,68; 16,123; 53; 37; 2,124; 16,120-121]
126 - Göklerde ve yerde olan her şey Allah'ındır. Allah ilmi ve kudreti ile her şeyi kuşatır.
Allah ilmi ve kudreti ile her şeyi kuşattığına göre, O'na isyan eden kimse cezadan kurtulamayacağını iyice kafasına yerleştirmelidir.
127 - Kadınlar hakkında senden fetva isterler. De ki: Onlar hakkındaki hükmü Allah size açıklıyor: Haklarını vermeyerek nikâhlamak istediğiniz yetim kadınlarla küçük, zayıf yetim çocukların haklarına dair hükümler size bu kitapta okunup duruyor.
Yetimlerin haklarını vermekte tam adaleti gözetin. Yaptığınız her iyiliği, Allah mutlaka bilir. [4,3]
Kadınlar hakkındaki soruya, cevap doğrudan doğruya değil, ilgisi dolayısıyla, yetim kızlara dair bir girişten sonra 128-134. âyetlerde geliyor.
Cahiliye devrinde erkekler yetim kızları himaye ediyorum diye yanlarına alır, mallarına da sahip olurlardı. Erkek güzelliğini beğenirse yetim kızla evlenir, malını yerdi. Çirkin bulur evlenmezse, malından yararlanmak için evlenmesine mani olurdu.
Küçük çocukları ise mirastan mahrum bırakırlar, sadece büyük erkekleri vâris yaparlardı.
128 - Eğer bir kadın kocasının kötü mualelesinden ve kendisinden yüzçevirmesinden endişe ederse,
bazı fedakârlıklar göstererek sulh olmak için gayret göstermelerinde mahzur yoktur. Barışma, elbette daha hayırlıdır.
Nefisler menfaatlerine düşkün yaratılmıştır.
Ey kocalar! Eğer siz iyi davranıp arayı düzeltir, kadınların hakkını çiğnemekten sakınırsanız unutmayın ki Allah, yaptığınız her şeyden haberdardır (İyi davranışlarınızın karşılığını size fazlasıyla verecektir).
Kur'ân'ın gönderildiği ortamda, bir erkek, hiçbir sorumluluk duymaksızın istediği sayıda kadınla evlenebiliyordu. Nisa sûresinin 3. âyeti bunu en fazla dört kadın ile sınırladı. Kadınlara mehir hakkı verdi, mirastan pay ayırdı. Eşler arasında titiz bir adaleti şart koştu. Bazı durumlarda bu eşitliği uygulamak çok zor olmaktadır. Mesela: Kadın kısır ise veya hasta ise bu yüzden de cazibesini yitirmişse veya cinsel birleşme için uygun değilse, erkek ikinci bir eşle evlendiğinde bazı problemler çıkmaktadır. Adil davranması zor diye ilk eşini boşaması çare midir, insafa sığar mı? Yahut olur ki, ikinci evlilikten sonra eşi, kocası ile birleşmek istemez, ama kocasının boşamamasına karşılık bazı haklarından feragat etmeye razı olur. Bu takdirde bu, adalet şartına aykırı sayılır mı? İşte bu bölüm bu meseleleri ele alır. Mesela "barışma elbette daha hayırlıdır." diyerek bazı feragatlarla evliliğin devamını teşvik eder. Menfaatları ve kaprisleri kontrol etmek gerektiğine işaret eder. Eşlerden her biri de, koca da hadlerini bilmelidirler.
129 - Ey kocalar! bütün benliğinizle isteseniz dahi eşleriniz arasında tam adaleti sağlayamazsınız.
Öyleyse bir tarafa büsbütün gönlünüzü kaptırıp da öbürünü kocasızmış gibi bir vaziyette bırakmayın.
Eğer arayı düzeltir, işlerinizi iyileştirir ve haksızlıktan sakınırsanız, unutmayın ki Allah gafurdur, rahîmdir (affı ve merhameti boldur)(4,3).
İslâm kocaya, eşler arasında adaleti farz kılarken, zahirî haklarda, gün ayırmada eşit davranmayı kasdeder. Yoksa bir erkekten yaşlı ile genç, çirkin ile güzel eşlere aynı sevgiyi istemek fazla bir beklenti olur. Yapması gereken, eşini ihmal etmemek, ona bir eş gibi davranmak, kocasız bir kadın durumuna düşürmemek, hülasa zahirî hakları yerine getirmektir.
130 - Şayet gösterilen gayretlere rağmen eşler boşanıp birbirinden ayrılacak olurlarsa, Allah her birini lütfu ile müstağni kılar, birini öbürüne muhtaç eylemez. Allah'ın lütfu geniştir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.
131 - Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ın mülküdür.Biz gerçekten, hem sizden önce Ehl-i kitaba, hem de size, Allah'a karşı gelmekten sakınmanızı emrettik.
Eğer inkâra sapıp nankörlük ederseniz bilesiniz ki göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah ganidir, hamîddir (hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, bütün övgülere lâyık olan O'dur).
132 - Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. O'nun kudreti bütün bunları yönetmeye kâfidir.
133 - Eğer O dilerse, ey insanlar, hepinizi ortadan kaldırır ve başkalarını getirir. Allah'ın kudreti bunu yapmaya elbette yeter. [47,38; 35,16-17]
134 - Kim dünya mutluluğunu isterse bilsin ki dünya mutluluğu da, âhiret
 
hud suresi meali

Mekke’de indirilmiş olup 123 âyettir. Bu sûrede başka peygamberler ve konular anlatılmakla beraber, onlardan Hûd (a.s.)’ın seçilmesi, bu vesile ile onun hak dini tebliğ etmekteki gayretlerini ebedileştirme gayesine hizmet etmektedir. Bir önceki Yûnus sûresinde olduğu gibi tevhid, nübüvvet ve ölümden sonra diriliş gibi akide esaslarını, özellikle Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğu gerçeğini vurgular. Bu itibarla Yûnus sûresinin yanına konulmuştur. Sûrede Hz. Peygamber (a.s.) ile müminleri teselli etmek için, daha önceki kardeşleri olan Hz. Nûh, Hz. Hûd, Hz. Salih, Hz. Şuayb, Hz. Mûsâ ve Hz. Harun (aleyhimüsselam)ın tebliğlerine tafsilatlı olarak yer verilir. Sûre, kıssaları zikretmenin hikmetini bildirir ve başlangıcında olduğu gibi, hatimesinde de tevhid akidesini vurgulayarak sona erer.

Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Elif, Lâm, Râ. Bu öyle bir kitaptır ki âyetleri muhkem kılınmış, sonra da güzelce açıklanmış,
tam hüküm ve hikmet sahibi, her şeyden haberdar olan (hakîm ve habîr) tarafından gönderilmiştir. [2,1]
Burada muhkem “her bakımdan boşluktan uzak, bozulma ihtimali olmayan gayet sağlam ve muntazam veya hakîm yani yüce hikmetleri içeren, hikmet nizamıyla düzenlenmiş” demektir. (M. H. Yazır, Hud Suresi 1. ayet tefsirinde)
2 – Bundan maksat, Allah’tan başkasına ibadet etmemenizdir.
Gerçek şu ki: Ben sizi cennetle müjdelemek ve cehennemle uyarmak için O’nun tarafından gönderilmiş bulunuyorum. [21,25; 16,36]
3 – Bir maksat da şudur: Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra O’na tövbe edin!
O’na dönün ki belirlenmiş bir ömür süresinin sonuna kadar sizi nimetleriyle yaşatsın ve faziletli bir hayat sürenlere, lütuf ve fazlından mükâfatlarını versin.
Fakat imandan yüz çevirirseniz sizin tepenize inecek o müthiş günün azabından korkarım. [16,97]
4 – Zaten hepinizin toptan döneceği yer, O’nun huzurudur. O, istediği her şeyi yapmaya kadirdir.
5 – Dikkat edin: O kâfirler, eğilip bükülerek haktan yan çizer, böylece Allah’tan kaçıp saklanmak isterler.
Yorganlarını başlarına geçirdiklerinde bile Allah onların içlerinde gizlediklerini de, açığa vurduklarını da pek iyi bilir.
Çünkü O, sinelerin kökünü dahi bilir.
6 – Yeryüzünde kımıldayan hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın.
Allah her canlının hayatını geçirdiği yeri de, öleceği yeri de bilir. Bütün bunlar apaçık bir kitaptadır.[2,44; 29,17; 6,59] {KM, Mezmurlar 104, 11-12; 155,15-16}
Allah onun müstekarrını da, müstevdaını da bilir, yani yerleştiği yeri de, emaneten bulunduğu yeri de bilir. Durduğu, oturduğu yeri de, gezdiği ve dolaştığı yeri de bilir. Babasının sulbündeki durumunu da, ana rahmindeki durumunu da bilir. Yattığı yeri de bilir, öleceği yeri veya öleceği vakti de bilir. Bütün bunları bilir de ona göre rızkını verir. Bütün o kımıldayan canlılar, onların rızıkları, müstekarları ve müstevda’ları takdir olunup Levh-i Mahfuz’a yazılmış, Allah’ın ilminden yaratılış alanına çıkarılmıştır ki bu Kitabı görebilen melekler oradaki yazıyı açıktan okur ve anlarlar.
İşte Allah’ın ilim ve kudreti öyle geniş ve fazl-ı keremi ile rububiyeti de böyle kapsamlıdır. Şu halde insan rızkını Allah’tan istemeli. Fakat rızık için değil, Allah için çalışmalıdır. Rızık meselesi o kadar endişe edecek bir şey değildir. Allah’tan başkasından rızık beklemek boşunadır.
7 – Hem O’dur ki gökleri ve yeri altı günde yarattı. Bundan önce ise Arş’ı su üstünde idi.
Bu kâinatı yaratması sizden hanginizin daha güzel iş yapacağını ortaya koymak içindir.
Böyle iken sen onlara “öldükten sonra elbette dirileceksiniz.” dersen, o kâfirler bunu haber veren Kur’ân’ı kasdederek “Bu, aldatıcı olma yönünden, besbelli bir büyüden başka bir şey değil!” derler. [23,115-116; 38,27; 18,7; 43,87; 75, 6,36]
8 – Şayet Biz kendilerine azap göndermeyi belirli bir zamana kadar ertelersek: “Bu azabı alıkoyan sebep nedir?” derler.
İyi bilin ki o azap başlarına geldiği gün, artık onlardan geriye çevrilmez
ve alaya aldıkları o azap, kendilerini çepeçevre kuşatmış olur.”
9 – Eğer insana tarafımızdan bir rahmet tattırır, sonra o nimeti geri alırsak o, son derece ümitsiz, son derece nankör olur.
10 – Fakat başına gelen bir dertten sonra kendisine bir nimet tattırırsak:
“Artık bütün dertler ve belalar bir daha gelmemek üzere bitti gitti!” der, sevinir, övünür durur.
11 – Ancak her iki halde de sabredip makbul ve güzel işler yapanlar başka!
İşte onlar için pek geniş bir mağfiret ve pek büyük bir mükâfat vardır. [103,1-3; 36,11; 2,25]
Bu son bölümün, daha önce 7. âyette geçen imtihan konusu ile sıkı sıkıya ilgisi vardır. Zira gerek nimetlerin verilmesi, gerek dertlerin verilmesi, imtihan mevsimlerinden birer mevsimdir ve o âyette mücmel olan imtihanın tafsilatı kabilindendir. Mümine düşen, her iki halde de itidal ve istikametten ayrılmamaktır.
12 – İmdi, senin de muhatap olduğun imtihan icabı ey Resûlüm, o müşriklerin:
“Ona bir hazine indirilse ya!” veya “beraberinde bir melek gelse ya!” demelerinden ötürü,
belki de göğsün daralarak sana vahyolunanın bir kısmını terk edecek olursun.
Fakat sen böyle yapmazsın ve yapma! Zira sen sadece uyaran bir elçisin.
Bütün işleri düzenleyen, herkese lâyık olduğu neticeyi verecek olan ise Allah Teâlâdır. [3, 173; 25,7-8; 15,97-98]
13 – Yoksa “Kur’ân’ı kendisi uydurmuş.” mu diyorlar.
De ki: “İddianızda tutarlı iseniz, haydi belagatte onunkine benzer on sûre getirin,
isterse kendi uydurmanız olsun ve Allah’tan başka çağırabileceğiniz herkesi de yardımınıza çağırın! [2,23; 10,38]
Kur’ân, önce Kur’ân ayarında bir söz, bir eser ortaya koymalarını isteyerek insanlara, meydan okudu. Onlar, bunu yapamayınca, belagat ve tesirde onun ayarında, bari on sûre miktarında bir nazire istedi (10,38-39). Sonra bu ayette “Söylenen şeylerin gerçek olması da şart değil, uydurma, rast gele şeyler dahi söyleyebilirsiniz!” diye serbestlik tanıdı. Bunu da yapamadılar. Bu hem arap ediplerinin en mahir oldukları alandaki aczlerini, hem de putlarının aczlerini ortaya koymuş oluyor, böylece Kur’ân’ın Allah kelamı olduğu kesinleşiyordu.
14 – Eğer bu dâvetinizi kabul etmezlerse, bilin ki o ancak Allah’ın ilmiyle indirilmiştir ve O’ndan başka ilah yoktur.
Nasıl, artık hakka teslim olup Müslüman oluyorsunuz değil mi?
15 – Kim dünya hayatını ve dünyanın zinet ve şatafatını isterse,
Biz orada onların işlerinin karşılığını kendilerine tam tamına öderiz ve onlara dünyada asla haksızlık yapılmaz. [17,18-21; 42,20; 2,201]
16 – Fakat onlara âhirette ateşten başka bir şey yoktur.
Onların dünyada yaptıkları bütün işler hatta iyilikler bile heder olmuştur, bütün yaptıkları boşa gitmiştir.
17 – Rabbi tarafından gönderilen kesin delile (Kur’ân’a) dayanan,
peşinden de o delili destekleyen (diğer mûcizelerden şahitleri) bulunan, daha önce de rehber ve rahmet olarak gönderilmiş Mûsâ’nın kitabı ile tasdik edilen kimse, yalnız dünya hayatını arzu eden gibi olur mu?
İşte bu kesin delile dayananlar Kur’ân’a iman ederler.
Hangi zümre de onu reddederse bilsin ki varacağı yer ateştir. Bunda hiç şüphen olmasın.
Çünkü o Rabbinden gelen hakikatin ta kendisidir; fakat insanların çoğu buna iman etmezler. [30,30; 6,19; 2,1-2; 12,103]
Bunda hiç şüphen olmasın. Yani Kur’ân’ın Allah tarafından gönderildiğinde şüpheye yer yoktur.
18 – Uydurduğu bir yalanı Allah’a isnad edenden daha zalim kim olabilir?
Onlar Rab’lerinin huzuruna getirilecek ve şahitler de: “İşte Rab’leri hakkında yalan uyduranlar! İyi biliniz ki Allah’ın lâneti zalimlerin üzerinedir.” diyeceklerdir.
19 – O zalimler ki insanları Allah yolundan çevirirler ve onu eğri göstermek isterler. Âhireti de inkâr ederler.
20 – Allah onları azaba uğratmak isterse, onlar dünyadan kaçıp Allah’ın hükmünden kurtulamazlar.
Allah’tan başka kendilerini koruyacak hâmiler de bulamazlar. Onların azabı kat kat olur.
Çünkü hakkı işitmeye tahammül edemiyorlardı. Hem de gerçeği görmüyorlardı. [6,134; 67,10; 16,88]
21 – İşte bunlar kendilerini büyük ziyana uğratmışlar
ve uydurdukları tanrılar da, ortalıkta görünmez olmuşlardır. [46,6; 19,81-82; 29,25; 2,166]
22 – Hiç şüphe yok ki âhirette en büyük hüsrana uğrayanlar bunlardır.
23 – Fakat iman edip makbul ve güzel işler yapanlar
ve mevlâlarına gönülden bağlanıp itaat edenler ise cennetliktir.
Onlar orada ebedî kalacaklardır.
24 – Bu iki zümrenin durumu, tıpkı âma ve sağıra kıyasla, gören ve işiten kimsenin durumu gibidir.
Bunların hali hiç eşit olur mu? Artık düşünüp ibret almaz mısınız? [8,23; 35,19-24; 59,20]
25-26 – Gerçekten Biz vaktiyle, Nuh’u kendi halkına gönderdik, şunu ilan etsin diye:
“Bilesiniz ki ben sizi açıkça uyarmaya geldim. Sakın Allah’tan başkasına ibadet etmeyin.
Doğrusu, bu gidişle, ben sizin canınızı yakacak, gayet acı bir günün azabına uğramanızdan endişe ederim.” [7,59-64] {KM, Tekvin 6,5; 8,15}
27 – Buna karşı halkının ileri gelen kâfirleri hep birden kalkıp:
“Bize göre, sen sadece bizim gibi bir insansın, bizden farkın yoktur.
Hem sonra senin peşinden gidenler toplumumuzun en düşük kimseleri, bu da gözler önünde!
Ayrıca sizin bize karşı bir meziyetiniz olduğunu da görmüyoruz.
Bilâkis sizin yalancı olduğunuzu düşünüyoruz” dediler. [23,24]
28 – Nuh şöyle cevap verdi: “Ey benim halkım! Düşünün bir kere: Ya ben Rabbimden gelen çok âşikâr bir belgeye, kesin delile dayanıyorsam,
ya O, bana tarafından bir nübüvvet vermiş, bunlar size gizli kalmış da siz görememişseniz?
Ne yapalım, istemediğiniz o rahmete girmeye sizi zorlayabilir miyiz?”
29 – “Hem ey halkım! Bu tebliğimden ötürü sizden maddî bir karşılık istiyor değilim.
Benim mükâfatımı verecek olan yalnız Allah Teâlâdır.
Ben o iman edenleri kovacak da değilim. Elbette onlar Rab’lerine kavuşacaklar (O da onları imanlarından dolayı ödüllendirecektir). Ama ben sizin cehalet içinde yuvarlanan bir toplum olduğunuzu görüyorum.” [6,52-53; 10,72; 26, 111]
30 – “Ey halkım! Ben onları kovacak olsam
Allah indinde bu sorumluluktan beni kim kurtarabilir,
Kim bana yardım edebilir? Artık bir düşünmez misiniz?
31 – Ben size: “Yok Allah’ın hazineleri benim elimdedir!”
yok: “Ben gaybı bilirim!”
yok: “Ben bir meleğim!” demiyorum.
Hor gördüğünüz müminlere “Allah hiçbir hayır, hiçbir meziyet vermez!” de demem. Allah onların içlerinde olanı pek iyi bilir.
Böyle bir şey yaptığım takdirde ben elbette zalimlerden olurum.” [6,50]
32 – “Ey Nûh! dediler. Bizimle mücadele ettin, bu mücadelende de hayli ileri gittin.
Yeter artık, eğer doğru söyleyenlerden isen haydi bizi tehdit edip durduğun o azabı getir de görelim!”
33 – Nuh cevap verip dedi ki: “Onu, dilerse ancak Allah getirir
ve O’nun elinden siz asla kaçıp kurtulamazsınız.”
34 – Allah sizin helâkinizi dilemişse, ben sizin iyiliğinizi arzu etsem bile,
size öğüt verip iyiliğinizi istemem size fayda etmez.
Rabbiniz O’dur ve siz O’nun huzuruna ***ürüleceksiniz.”
35 – Yoksa “Kur’ân’ı, kendisi uydurdu!” mu diyorlar? De ki: “Eğer uydurdumsa günahı bana aittir.
Ama ben de sizin işlediğiniz suçlardan beriyim.”
36-37 – Nuh’a şöyle vahyolundu ki: “Artık halkından, daha önce iman etmiş olanlar dışında, hiç kimse iman etmeyecek.
Öyleyse o kâfirlerin yaptıklarından dolayı kederlenme de,
Bizim gözetimimiz altında ve vahyimiz doğrultusunda, gemiyi yap ve o zalimler lehinde Ben’den hiçbir ricada bulunma.
Çünkü onlar suda boğulacaklardır.” [23,27; 71,26; 54,10]
38 – Nuh gemiyi yapıyor, halkından ileri gelenler her ne zaman yanından geçseler onunla alay ediyorlardı.
Nuh da: “Siz, dedi; şimdi bizimle alay ediyorsanız, elbet bizim de sizinle alay edeceğimiz bir gün gelir.”
39 – “Artık rüsvay edecek azabın kime gelip çatacağını, ayrıca âhiretteki daimi azabın da kimin üzerine ineceğini yakında görüp öğrenirsiniz.”
40 – Nihayet emrimiz gelip de tennur kaynadığı zaman Nuh’a dedik ki:
“Her hayvan türünden erkekli dişili ikişer eş ile
haklarında helâk hükmü verilmiş olanları hariç olmak üzere, aileni
bir de iman edenleri
gemiye al!”
Zaten beraberinde iman eden pek az insan vardı. [3,7; 26,119-121; 54,11-14] {KM, Tekvin 7,13; I Pier 3,20; 2,5}
Tennur: Kapalı ocak, fırın mânasına gelir. Türkçeye tandır olarak geçmiştir. Bu kelime tefsirlerde farklı anlayışlara imkân vermiştir. Hz. Havva’dan kalan ve Hz. Nuh’a intikal eden taştan bir ocak, gemide suyun toplanıp biriktiği yer, yeryüzünün fışkıran sular sebebiyle kaynaması, tan yerinin ağarması gibi birbirinden uzak mânalar düşünülmüştür. Elmalılı Hamdi Yazır, tennur’un, bu geminin kazanla çalışan buharlı bir gemi, bir vapur olduğunu düşündürdüğünü yazar.
41 – Nuh dedi ki “Binin gemiye! Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah’ın adıyladır.
Gerçekten Rabbim gafurdur, rahîmdir” (affı, rahmet ve ihsanı pek boldur).
42 – Gemi onları dağlar gibi dalgalar arasından geçirirken,
Nuh biraz ötede olan oğluna: “Evladım, gel sen de bizimle gemiye bin de
kâfirlerle beraber kalma!” diye seslendi. [69,11-12; 54,13-15]
Onun bu oğlu, küfrünü içinde gizleyip açığa vurmadığı için, (Hz. Nuh) onu iman ehlinden sayıp gemiye almak istemişti.
43 – O: “Beni sudan koruyacak bir dağa sığınırım!” dedi.
Nuh ise: “Bugün Allah’ın helâk emrinden koruyacak hiçbir kuvvet yoktur. Ancak O’nun merhamet ettiği kurtulur!” der demez,
birden aralarına dalga girdi, ve oğlu boğulanlardan oldu.
44 – Kâfirler boğulduktan sonra yerle göğe:
“Ey yer suyunu yut ve sen ey gök suyunu tut!” diye emir buyuruldu.
Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cudi üzerinde yerleşti
ve “Kahrolsun o zalimler!” denildi. {KM, Tekvin 8,4}
Cudi, Türkiye’nin güneydoğusunda Şırnak civarında 2000 m. yüksekliğinde bir dağdır. Tevrat, Ararat dağına yerleştiğini bildirir (Tekvin, 8,4). Hz. Nuh’un Irak tarafında irşadda bulunduğunu düşünmek daha mâkuldür. Cudi ismiyle Musul, Cizre ve Şam’da birer dağ bulunduğu rivayet edilmektedir.
45 – Nuh Rabbine hitâb edip: “Ya Rabbi, dedi, elbette boğulan oğlum da ailemdendi, öz evladımdı.
(Halbuki ben onları gemiye alırken Sen bana kurtulacaklarını, müjdelemiştin).
Senin vaadin elbette haktır ve Sen hâkimlerin hâkimisin!”
46 – “Ey Nuh!” buyurdu Allah, “O senin ailenden değil. Çünkü o, dürüst iş yapan, temiz bir insan değildi.
O halde, hakkında kesin bilgin olmayan bir şeyi Benden isteme.
Cahilce bir davranışta bulunmayasın diye sana öğüt veriyorum.”
Cenab-ı Allah’ın bu buyruğundan kasdı şudur: “Senin bu oğlun, kurtarmayı vaad ettiğim aile fertlerinden değildi. Çünkü kâfir idi. Kâfir senin ailenden sayılmaz. Zira müminle kâfir arasında velâyet yoktur.”
47 – “Ya Rabbi, dedi, hakkında kesin bilgim olmayan şeyi istemekten Sana sığınırım.
Eğer beni affetmez, bana merhamet etmezsen, her şeyi kaybedenlerden olurum.”
48 – “Ey Nuh! denildi, sana ve beraberinde bulunan mümin topluluklara Bizim tarafımızdan bir selâmet ve çok bereketlerle gemiden in!
Gelecek nesiller içinde niceleri de olacak ki onları dünyada bir müddet yaşatacağız,
sonra da Biz den onlara gayet acı bir azap dokunacaktır.” [2,38]
49 – İşte bunlar gayb olan birtakım haberlerdir. Onları sana Biz vahyediyoruz.
Halbuki bu vahiyden önce onları ne sen, ne de milletin bilmezdiniz.
Öyleyse onların red ve inkârlarına karşı sabret,
dişini sık ve şüphen olmasın ki hayırlı âkıbet müttakilerindir (Sonunda kazananlar, Allah’ı sayıp O’nun emirlerini çiğnemekten sakınanlar olacaktır). [3,44; 28,46; 40,51; 37,171-172]
50 – Âd kavmine de, kardeşleri Hûd’u peygamber olarak gönderdik.
O da: “Ey benim halkım! Yalnız Allah’a ibadet edin ki, zaten sizin O’ndan başka bir ilahınız yoktur. Siz şirk koşmakla iftira etmekten başka bir şey yapmıyorsunuz!”
51 – “Ey halkım! Risaleti tebliğden dolayı sizden hiçbir ücret beklemiyorum.
Ben mükâfatımı yalnız ve yalnız beni yaratandan beklerim. Hiç düşünmez misiniz?”
52 – “Ey halkım! Haydi Rabbinizden af dileyin, sonra ona tövbe edin,
O’na dönün ki gökten size bol bol yağmur göndersin, gücünüze güç katsın, n’olur, yüz çevirip suçlu duruma düşmeyin!” [71,11]
53 – “Ey Hûd! dediler, sen bize açık bir belge, bir mûcize getirmedin.
Biz de senin sözüne bakarak tanrılarımızı bırakacak değiliz. Sana asla inanacak da değiliz.”
54-56 – “Galiba tanrılarımızdan biri seni pek fena çarpmış!” demekten başka bir şey söyleyemeyiz.
Hûd dedi ki: “Ben Allah’ı şahit tutuyorum, siz de şahid olun ki: ben sizin Allah’a şerik koştuklarınızdan hiç birini tanımıyorum.
Artık hepiniz toplanın, bana istediğiniz tuzağı kurun, hiç göz açtırmayın, hiç süre tanımayın.
Ben benim de, sizin de Rabbiniz olan Allah’a dayanıp güvendim.
Hiç bir canlı yoktur ki mukadderatı O’nun elinde olmasın. Rabbim elbette tam istikamet üzeredir.” [10,71]
Allah’ın yaptığı her iş doğrudur, güzeldir. O’nun rızası hakta, doğruluk ve adalettedir. O, dürüstlüğün hâmisi, doğruların yardımcısıdır.
57 – Eğer haktan yüz çevirirseniz, ben müsterihim, zira size ulaştırmakla görevli olduğum buyrukları size tebliğ ettim.
Rabbim dilerse, sizi gönderip yerinize başka bir topluluk getirir.
Ama siz O’na hiçbir şekilde zarar veremezsiniz.
Muhakkak ki Rabbim her şeyi denetlemektedir.
Allah’ın hafîz yani denetleyen olmasının anlamı şudur:
Hiçbir şey O’ndan saklanamaz. Bütün işlerinizi görüp kaydettirir de ona göre karşılığını verir.
58 – Azaba dair emrimiz gelince Hûd ve beraberinde olan müminleri, tarafımızdan bir rahmet eseri olarak kurtardık, onları pek ağır bir azaptan selâmete çıkardık.
Birinci kurtarma Âd halkını imha eden kum fırtınasından, ikincisi ise âhiret azabından kurtarmayı ifade eder.
59-60 – İşte Âd halkı buydu...
Rab’lerinin âyetlerini inkâr ettiler, O’nun peygamberlerine isyan ettiler ve Hakka karşı gelen her inatçı zorbanın isteklerine uydular.
Hem bu dünyada lânete tâbi tutuldular, hem de kıyamet gününde.
Evet, Âd halkı, Rab’lerini tanımayıp inkâr yolunu tuttular.
Dikkat et: Nasıl da defoldu gitti o Hûd’un kavmi Âd! [53,50]
61 – Semûd kavmine de kardeşleri Salih’i elçi olarak gönderdik.
“Ey benim halkım!” dedi, “Yalnız Allah’a ibadet edin,
çünkü sizin O’ndan başka ilahınız yoktur.
Sizi topraktan yetiştirip yaratan, sizi orada yaşatan O’dur.
O halde O’ndan mağfiret dileyin, yine O’na dönün, tövbe edin.
Çünkü Rabbim kullarına çok yakın ve onların tövbe ve dualarını kabul edendir.” [2,186; 7,73-76; 26,155-159]
Şirke yer veren inanç sistemlerinde, Allah’a ancak bazı aracılar vasıtasıyla ulaşmanın şart olduğu vurgulanır. Hz. Salih (a.s.), insanların Rab’lerine perdesiz ve aracısız yönelip niyaz edebileceğini bildiriyor.
62 – “Ey Salih!” dediler, “Sen şimdiye kadar ümit bağladığımız bir kişi idin. Şimdi ne oldu sana. Ne diye bizi atalarımızın taptığı tanrılara tapmaktan vazgeçirmek istiyorsun?
Doğrusu, senin çağırdığın bu fikrin doğruluğundan şüphe içindeyiz, kuşkulanıyoruz.”
63-64 – Salih: “Ey benim halkım!” dedi, “Şimdi söyleyin bakayım:
Şayet ben Rabbimden gelen kesin delile dayanıyorsam ve O bana tarafından bir nübüvvet lütfetmişse?
Peki bu durumda ben kalkıp Allah’a isyan edersem, O’nun cezasından kim beni kurtarabilir?
Sizin bana hiçbir faydanız olamaz, olsa olsa ziyanımı artırırsınız.
Hem Ey halkım! İşte size mûcize olarak Allah’ın devesi!
Bırakın onu Allah’ın mülkünde yayılsın, yesin içsin.
Sakın kötü bir maksatla ona el sürmeyin, yoksa çok geçmez sizi bir azap kıstırıverir.” [7,33]
65 – Fakat halk o deveyi tepeleyince Salih onlara: “Yurdunuzda üç günlük bir ömrünüz kaldı. Sonra helâk olacaksınız. İşte hilafı olmayan kesin söz!” dedi. [7,77]
66 – Azap emrimiz gelince, tarafımızdan bir lütuf olarak Salih’i ve beraberindeki müminleri azaptan ve o günün zilletinden kurtardık.
Şüphesiz ki senin Rabbin kavî ve azîzdir (çok kuvvetlidir, mutlak galiptir).
67-68 – Zulmedenleri ise o korkunç ses tutuverdi de diyarlarında çökekaldılar.
Sanki hiç orada yaşamamış gibi oldular, ortadan silindiler.
Evet... inkâr etti Rabbini Semûd milleti.
Evet, işte onun için defolup gitti Semûd milleti!
69 – Bir zaman da elçilerimiz İbrâhim’e varıp onu müjdelemek üzere “Selâm sana!” dediler.
O da: Size de Selâm!” deyip çok kalmadan, elinde nefis, güzelce kızartılmış körpe bir dana getirip ikram etti. [51,26-27; 15,52-62] {KM, Tekvin 18. bölüm}
70 – Ama misafirlerinin ellerini yemeğe uzatmadıklarını görünce, onların bu hali hoşuna gitmedi
ve onlardan kuşkulandı, kalbine bir korku girdi.
“Korkma!” dediler. “Çünkü biz aslında Lût kavmini imha etmek için gönderildik.”
Lût (a.s.), Hz. İbrâhim (a.s.)’ın yakın akrabasından olup onun şeriatı üzere gönderilmiş bir Peygamberdi. Durum Hz. İbrâhim ile de ilgili olduğundan, Lût kavminin kıssasına giriş mahiyetinde Hz. İbrâhim’den bahsedilmiştir.
71 – Bu sırada hanımı da, hizmet için ayakta durmuş, onları dinliyordu.
Bunu işitince gülümsedi.
Biz de onu İshak’ın, onun peşinden de Yâkub’un doğumu ile müjdeledik. [2,133; 15,54] {KM, Tekvin 17,17.19; 18,12,15}
72 – İbrâhim’in hanımı: “Ay! dedi, ben bir kocakarı, kocam da bir pir iken ben mi doğuracağım!
Doğrusu bu çok şaşılacak bir şey!” {KM, Tekvin 18,12}
73 – Elçi melekler: “Sen, dediler, Allah’ın emrine mi şaşırıyorsun?
Ey ehl-i beyt! Allah’ın rahmeti ve bereketi sizin üzerinize olsun.
O gerçekten her türlü hamde lâyıktır, hayır ve ihsanı boldur.”
74-75 – Vaktaki İbrâhim’in kalbinden korku geçip gitti ve ona müjde geldi,
tuttu Lût’un halkı hakkında bizimle mücadeleye başladı.
Çünkü İbrâhim çok yumuşak huylu, yufka yürekli ve kendisini Allah’a teslim eden bir kuldu. [9,114] {KM, Tekvin 23,32}
76 – “İbrâhim! Vazgeç sen bu işten.
İşte Rabbinin helâk emri gelip çattı ve hiç şüphe yok ki onlara, geri çeviremeyecekleri bir azap geliyor.”
77 – O elçilerimiz Lût’a gelince o fena halde sıkıldı, onlar yüzünden göğsü daraldı ve:
“Gerçekten bu gün pek çetin bir gün!” dedi. {KM, Tekvin 19,1-25}
78 – Esasen kötü işler yapagelen halkı, kötü niyetle koşa koşa Lût’a geldiler,
Lût: “Ey halkım! dedi, işte kızlarım! Onlar sizin için nikâh akdi ile, daha temiz, şaibeden daha uzaktır.
Öyle ise Allah’tan korkun, emirlerini, çiğnemekten sakının da,
bari misafirlerimin yanında beni rüsvay etmeyin! Yok mu içinizde aklı başında bir adam?” [26,165-166; 15,71-72]
Peygamber ümmetinin babası durumunda olduğundan halkının kızları hakkında böyle söylemiştir. Onları nikâhlayıp aile düzeni kurmalarını istemiştir. Aynı şeyi bizzat kendi kızları için de söylemiş olmasına mani yoktur.
79 – Şöyle dediler: “Sen de pek iyi bilirsin ki senin kızlarında hakkımız ve onlarla hiç bir alâkamız yoktur, onlarda gözümüz yoktur, ama sen bizim ne istediğimizi pekâla biliyorsun!”
80 – “Keşke” dedi, “size karşı yetecek bir gücüm olsaydı
veya pek sağlam bir kaleye dayansaydım!”
81 – Melekler: “Lût! dediler, Biz Allah’ın elçileri seninleyiz,
hiç merak etme, onlar size hiçbir kötülük yapamayacaklardır.
Haydi öyleyse, gecenin bir vaktinde ailenle yola çık, yürü!
Beraberindekilerin hiç biri geri dönüp bakmasın, yalnız eşin bunun dışındadır.
Zira ötekilere ulaşan hangi rüsvaylık varsa, ona da gelecektir.
Onların helâk olma zamanı sabah vaktidir.
Sahi! Sabah da pek yakın değil mi?”
82-83 – Azap emrimiz gelince o ülkeyi alt üst ettik.
ve üzerlerine pişirilmiş balçıktan yapılıp istif edilmiş ve Rabbinin nezdinde damgalanmış taşlar yağdırdık.
Evet bu taşlar şimdiki zalimlerden de uzak değildir. [51,33]
Damgalanıp istif edilme kavramı, her taşın kime ve nereye isabet edeceğinin ezelde takdir edildiğini gösterir. Yoksa bunlara tesadüfî bir tabiat olayı olarak bakmak doğru değildir. Çünkü gerçekte tesadüf diye bir şey yoktur, âlemleri yaratan yüce kudretin tasarruf ve yönetimi vardır.
84 – Medyen halkına da kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. O da onlara:
“Ey halkım! dedi, yalnız Allah’a ibadet edin, çünkü sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. Hem ölçü ve tartıyı eksik tutmayın!
Ben sizin bolluk içinde olduğunuzu görüyorum.
Ama böyle devam edecek olursanız, sizi azapla kuşatacak olan bir günden korkuyorum. [7,85-93]
Medyen, Hz. İbrâhim (a.s.)’ın bu ismi taşıyan oğlunun soyundan gelen bir toplum olup, Kızıldeniz’de Akabe körfezinin doğu tarafında otururlardı. Hz. Mûsâ Şuayb (a.s.)’a hizmet etmiş ve onun damadı olmuştur. Şuayb (a.s.)’ın öğrettiklerine dikkat edilirse, zamanımız medeniyetinin genel ahlâk anlayışını özellikle ilgilendiren çok dersler bulunur.
85 – Ey halkım! Ölçü ve tartıyı dengi dengine tam tutun,
halkın hakkını yemeyin
ve ülkede müfsitlik ederek fenalık yapmayın! [6,152; 7,85]
86 – Eğer mümin iseniz, Allah’ın helâlinden bıraktığı kâr, sizin için daha hayırlıdır.
Ben sadece sizin iyiliğinizi düşünerek öğüt veriyorum, yoksa sizin üzerinizde bir bekçi değilim.” [5,100]
87 – “Şuayb!” dediler, “atalarımızın taptıkları tanrılarımızı terketmeyi
yahut mallarımızı dilediğimiz gibi kullanmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor?
Aferin, amma da akıllı, uslu bir adamsın ha!”
Kâfirler, gerek kendilerini gerek bütün varlıkları yaratıp varlıkta tutan Allah’ın huzuruna namaz miracı ile çıkmanın zevkini tadamazlar. Dolayısıyla bu, kendilerine faydasız bir uğraş geldiğinden namaz kılanlarla alayı öteden beri âdet edinmişlerdir. Şuayb (a.s.)’ın toplumu hayata kavuşturan mesajlarını, doğrudan doğruya reddedemediklerinden, dolaylı yoldan onları geçersiz kılmak niyeti ile, bütün bunları onun kıldığı namaza bağlayarak akılları sıra değersiz göstermeye çalışmışlar, onun peygamberliği ile alay etmek kasdıyla, namazı ile alay etmişlerdir.
88 – Şuayb: “Ey halkım! dedi, ya ben Rabbimden gelen açık delile dayanıyorsam
ve O, kendi katından bana güzel bir nasip lütfetmişse?
O’na nankörlük etmem doğru olur mu?
Hem ben sizi birtakım şeylerden menederek kendim onları işlemek istemiyorum ki!
İstediğim tek şey, gücüm yettiğince ortamı düzeltmektir.
Muvaffak olmam sadece Allah’ın yardımı ile olur. Onun için ben de yalnız O’na dayanıyorum, O’na yöneliyorum.
89 – Ey halkım! Bana muhalif olmanız sakın sizi Nuh halkının, yahut Hûd halkının, veyahut Semûd halkının başına gelen felaketler gibi bir musîbete uğratmasın.
Lût kavmi ise zaman ve mekân bakımından zaten uzağınızda değil, bari onların başına gelen felaketten ibret alın!
90 – Rabbinizden af ve mağfiret dileyin, sonra günahlarınızdan tövbe edip O’na sığının. O sizi affeder ve korur. Çünkü Rabbim rahimdir, veduddur” (pek merhametlidir, kullarını çok sever). [85,14] {KM, Yeremya 31,3; I Yuhanna 4,8.16; Romalılar 5,8}
Bu âyette, bir Peygamberin ağzından Cenab-ı Allah vedûd olduğunu bildiriyor. İslâm’da Allah ile kul münasebetlerinde sevginin yerinin ne derece yüksek olduğunu, tek başına bu isim göstermeye yeter. Zira Allah’ın yaratıklarını çok seven ve onlar tarafından çok sevilen olduğunu bildirir. Kulların en ideal vazifeleri Rabbe ibadetleri olup ibadet, duyulan sevginin ifade edilmesinin en ileri şeklidir. Allah’ı çok seven, O’na daha çok ibadet eder. Bu sevgi gerçeğini ispatlayan daha nice âyet ve hadis varken, bunu görmezlikten gelen bir çok müsteşrikin bulunması oldukça tuhaftır.
91 – Halkı ise “Şuayb!” dediler, “söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz, kabul etmiyoruz.
Hem içimizde seni pek zayıf görüyoruz, eğer senin üç beş kişilik akraba grubunun hatırı olmasaydı seni taşa tutar linç ederdik.
Bizim nazarımızda senin hiç önemin yoktur.”
Anlamıyorlardı, çünkü kulak vermiyorlardı, dikkatle dinlemiyorlardı, vahiy ve nübüvvete önem vermiyorlardı. Bütün fena insanlar gibi onlar da başka insanları da kendileri gibi kötü zannettiklerinden, şahsî çıkarlar peşinde koşmayan ihlâslı insanlar olacağını düşünemiyorlardı. Bu güzel insanların yaptıkları değerli hizmetlerin arkasında gizli niyetler, art düşünceler aramaya çalışıyorlardı.
92 – Şuayb: “Ey milletim! Demek akrabam sizin nazarınızda Allah Teâlâdan daha mı kıymetli ki siz O’nun buyruklarını arkanıza atıverdiniz.
Ama şunu hiç unutmayın ki Rabbim, yaptığınız bütün şeyleri ilmi ile ihata etmektedir.
93 – Ey milletim! Siz vargücünüzle elinizden geleni yapın, ben de vazifemi yapıyorum.
Zelil ve perişan eden azabın kime geleceğini ve asıl yalancının kim olduğunu yakında bilip öğreneceksiniz.
Gelecek azabı gözleyip bekleyin, ben de gözlüyorum!”
94-95 – Azap emrimiz gelince, tarafımızdan bir lütuf olarak Şuayb ve beraberindeki müminleri o azaptan kurtardık.
Zulmedenleri ise o korkunç ses bastırıverdi de diyarlarında çökekaldılar.
Sanki hiç orada yaşamamış gibi oldular...
Evet, Semûd halkı defolup gittiği gibi Medyen halkı da defoldu gitti!
96-97 – Mûsâ’yı da âyetlerimizle ve özellikle pek âşikâr bir delil ile,
Firavun’a ve ileri gelen yardımcılarına Peygamber olarak gönderdik.
Ama adamlar tuttular Firavun’un emrine tâbi oldular.
Oysa Firavun’un emri tutarlı ve doğru bir emir değildi. [3,128; 7,60; 73,16; 79,21-26]
98 – O, kıyamet günü halkının önüne düşecek, onları ateşe ***ürecektir. Vardıkları o yer ne fena bir yerdir! [7,38; 33,67]
99 – Bu dünyada da, kıyamet gününde de lânetle kovalandılar. Peşlerindeki destek, ne kötü bir destek! [28,42; 40,46]
100 – İşte sana bildirdiğimiz bu haberler, helâk olmuş diyarların haberleri.
Onların kiminin izleri hâlâ dururken, kimi biçilmiş ekin gibi yok olmuştur.
101 – Biz onlara zulmetmedik, asıl onlar kendi kendilerine zulmettiler.
Rabbinin azap emri gelince Allah’tan başka taptıkları tanrılar kendilerine hiçbir fayda vermedi.
Hatta onların ziyanlarını artırmaktan başka bir şeye yaramadı.
102 – Halkı zalim olan ülkeleri cezaya çarptırdığı zaman Rabbinin çarpması işte böyle olur!
Şüphesiz ki O’nun çarpması pek acı, pek çetindir!
103 – Bu anlatılan olaylarda, âhiret azabından korkanlar için elbette ibret verici bir ders vardır.
O gün, bütün insanların bir araya toplandığı mahşer günü olacaktır.
O gün bütün gök ve yer ehlinin tanık olacağı gündür! [40,51; 14,13-14; 18,47]
104 – Biz o günü ancak belirli bir müddete kadar erteleriz.
Dünyanın ömrü sınırsız ve sonsuz olarak devam edip gitmeyecektir. O aslında, günleri sayılı az bir süredir.
105 – O gün gelince, Allah’ın izni olmaksızın hiç kimse konuşamaz.
Artık onlardan kimi bedbaht, kimi mutludur. [78,38; 20,108; 42,7]
106 – Bedbahtlar cehenneme atılacaklar.
Çektikleri azabın dehşetinden, devamlı surette hıçkırıp canları çıkasıya feryad edecekler.
107 – Senin Rabbinin dilemesi hariç, gökler ve yer durdukça, orada ebedî kalacaklardır. Çünkü Rabbin dilediğini yapar. [6,128; 14,48]
Maksat: “gün gelecek, yer başka bir yere gökler de başka göklere çevrilecek” [14,48] ayetinde bildirilen ebedi ahiret gökleri ve yerleridir (Razî, Yazır).
Bu âyette cehennemliklerin cezası hakkında “Rabbin dilediğini yapar”, 108. âyette cennetlikler hakkında ise “kesintisi olmayan ihsan” buyurulmasından bazı âlimler cennetin ebedî, cehennem azabının ise sonlu olacağı neticesini çıkarmak istemişlerdir. Rabbü’l-âlemin ne dilerse onu yapar, kimse onun iradesini sınırlayamaz. Fakat O, genellikle bildiriyor ki âhiret âleminin devamını ve o devam süresinde de azgınların ateşte ebedî kalmalarını dilemiştir.
108 – Mutlu olanlar ise cennettedirler.
Senin Rabbinin dilemesi hariç gökler ve yer durdukça orada ebedî kalacaklardır.
Kesintisi olmayan bir ihsan içinde olacaklardır.
109 – Artık o müşriklerin taptıkları şeylerin kendilerini ne feci âkıbete sürükleyeceğinden hiç şüphen olmasın.
Daha önce ataları nasıl tapınıyor idiyse bunlar da onları taklid ederek öylece tapınıyorlar. Biz de elbet müstehakları ne ise, eksiksiz tam tamına vereceğiz.
110 – Mûsâ’ya Tevrat’ı verdik. Kur’ân hakkında senin halkının yaptığı gibi onun hakkında da ihtilâf edip kimi iman, kimi inkâr etti.
Şayet Rabbinin, insanlara mühlet verme vaadi olmasaydı, elbette haklarında nihâi hüküm verilmiş, iş bitirilmiş olurdu.
Bu gerçeğe rağmen, senin halkın hâlâ, Kur’ân’dan ve azaptan yana derin bir tereddüt ve şüphe içindedir. [10,19; 17,15; 20,129-130; 6,156]
Meal, Nesefî’nin yaptığı isabetli ve güzel tefsire göre verilmiş, böylece konular arasında ilişki kurulmuştur.
111 – Hiç şüphe yok ki Rabbin herkesin işlerinin karşılığını tam tamına ödeyecektir. Çünkü O, onların bütün yaptıklarından haberdardır.
112 – Öyleyse ey Resulüm, sen beraberinde olup tövbe edenlerle birlikte, sana nasıl emredilmişse öyle dosdoğru hareket et.
Aşırı gitmeyin. Çünkü O, yaptığınız her şeyi görmekte olup işlerinizin karşılığını da size verecektir.
Bu âyetle ilgili olarak Hz. Peygamber (a.s.): “Hûd Sûresi ve benzerleri beni ihtiyarlattı.” buyurmuştur. Kurtuluş doğruluktadır. Hedefe ulaşmanın en kısa yolu doğruluktur. Böyle olmakla beraber herhangi bir işte doğrunun hangi çizgide olduğunu tayin etmek bazan çok zordur. Ayrıca çeşitli noktalardan ilgisini kesip sarsılmadan dosdoğru olan o çizgi üzerinde yürüyebilmek daha zordur ve yine, istenilen hedefe ulaştıktan sonra, doğruluk üzere sebat etmek büsbütün zordur. İşte Efendimizi ihtiyarlatan, kendisinden ziyade, ümmetinin istikameti koruyup koruyamama endişesidir.
113 – Bir de sakın zulmedenlere meyletmeyin, sempati duymayın. Yoksa size ateş dokunur.
Aslında sizin Allah’tan başka yardımcınız yoktur. Sonra O’ndan da yardım görmezsiniz.
114 – Gündüzün iki tarafında, gecenin gündüze yakın saatlerinde namaz kıl.
Zira böyle güzel işler, insandan uzak olmayan günahları silip giderir.
Bu, düşünen ve ibret alanlara bir nasihattır. [3,113; 20,130]
115 – Sabret, zira Allah iyi davrananların mükâfatını zayi etmez.
116 – Keşke sizden önceki nesiller içinde, dünyada düzensizliği ve haksızlığı önleyecek faziletli kimseler bulunsaydı! Onların içinden kurtardırdığımız pek az bir kısım bunu yaptı. Zalimler ise içinde bulundukları refahın peşine düştüler. Doğrusu onlar suçlu kimselerdi.
Bu âyet, iyiliği yayıp kötülüğü önlemeye çalışmanın lüzumunu belirtmektedir. Âyetten anlaşılan diğer bir husus şudur: Eğer bir toplumda, iyilik için çalışanlar yeterli sayıda iseler, genel azap, bir fırsat tanımak için bir süre ertelenir. Eğer toplum, salihlere hakka hizmet için izin vermiyorsa, o toplum helâkini hazırlamış demektir.
117 – Rabbin, halkı dürüst hareket eden, hem kendi nefislerini, hem de birbirlerini düzeltmeye çalışan diyarları, haksız yere asla helâk etmez. [43,76]

118-119 – Eğer Rabbin dileseydi bütün insanları hakta ittifak eden bir tek ümmet yapardı.
Fakat O bunu irade etmediğinden ittifak etmemişlerdir
ve işte böylece ihtilaf eder vaziyette devam edeceklerdir.
Ancak Rabbinin lütfederek hakta birleşmeyi nasib ettiği kimseler bunun dışındadır. Esasen O, insanları bunun için yaratmıştır.
Böylece, Rabbinin “Ben cehennemi, bütün cin ve insanlardan müstehak olanlarla dolduracağım.” sözü gerçekleşecektir. [11,99; 32,13; 51, 56]
“ve li zâlike halekahum” cümlesi şu iki tefsire elverişlidir. Birincisi: Allah Teâlâ farklı olmalarını dilemiştir, onları neticede ihtilafa düşmüş olacakları bir şekilde var etmiştir. (Buna göre lâm, âkıbet ifade eder). İkincisi: Zamiri, en yakın mezkûrla irtibatlandırıp, Allah onları bu merhametine nail kılmak gayesiyle yaratmıştır. Bu âyet, mukadder bir soruya cevaptır. Hemen önceki kısımla ilgili olarak insan: “Neden yeterli sayıda salih insanlar yaratılmıyor?” gibi sorular soracak olursa Allah, hikmeti ile insanlara tercih hakkı verip sonuçlarına katlanma imkânını verdiğini bildirmektedir.
120 – Peygamberlerin haberlerinden, senin kalbini takviye edecek her şeyi sana anlatıyoruz.
Bu sûrede de sana hak ve gerçek, müminlere de bir öğüt ve talimat gelmiştir.
121-122 – İman etmeyenlere de de ki: “Siz yerinizde sayarak elinizden geleni yapın, ama biz de çalışacağız, gerekeni yapacağız.
Siz bizim için felaket gözleyin bakalım, biz de eski ümmetlerin başına gelen felaketlerin size gelmesini gözleyip bekliyoruz.
123 – Bununla beraber, göklerin ve yerin gaybını bilmek Allah’a mahsustur.
Bütün işler, hükmetmesi için O’na ***ürülür.
Öyleyse sen yalnız O’na ibadet et, yalnız O’na dayan, O’na güven.
Rabbin yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.
 
Cevap: kehf suresi meali

Mekke’de nâzil olmuş olup 110 âyettir. Sûre ihtiva ettiği konulardan biri olan Ashab-ı kehf kıssası vesilesi ile Kehf (mağara) sûresi diye adlandırılmıştır. Bu sûre Ashab-ı kehf, Hz. Mûsâ (a.s.) ile Hz. Hızır (a.s.), Hz. Zülkarneyn (a.s.) kıssalarını nisbeten tafsilatlı olarak anlatır. Ayrıca Hz. Âdem ile İblis kıssası, bazı meseller de yer alır. Sûre esas itibariyle imanı temellendirerek, iman edenleri gayret ve himmete getirip, kendilerini bekleyen zafer ve mükâfatı haber vermekte, kâfirleri ise kendilerini bekleyen fecî âkıbeti bildirmek suretiyle tehdit etmektedir.

Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Hamd O Allah’a mahsustur ki kuluna kitabı indirdi ve onun içine tutarsız hiçbir şey koymadı.
2-4 – Dosdoğru bir kitap olarak gönderdi. Ta ki Kendi nezdinde inkârcılar için hazırladığı şiddetli azabı bildirerek onları uyarsın.
Makbul ve güzel işler yapan müminleri de ebediyyen içinde kalacakları güzel bir mükâfatla müjdelesin ve ta ki “Allah evlat edindi” diyenleri uyarsın.
5 – Bu hususta, ne kendilerinin ne de babalarının hiçbir bilgileri yoktur.
Ağızlarından çıkan o söz ne dehşetli bir söz!
Ama onların iddia ettikleri, sırf yalandan ibaret!
6 – Şimdi, bu söze inanmazlarsa, demek sen onların ardına düşüp nerdeyse kendi kendini yiyip tüketeceksin! [26,3; 35,8; 16,127]
Bu âyet Hz. Peygamberin (sallallahu aleyhi ve sellem) tebliğ görevine ve insanların hidâyete gelerek ebedî helâkten kurtulmaları dâvasına ne kadar gönülden bağlandığını ifade eder. Demek ki bu gibi ifadeleri, Hz. Peygamberi tenkide yormamalıdır.
7 – Biz, yeryüzünde bulunan her şeyi bir dünya zineti kıldık. Böylece insanlardan kimin daha iyi iş gerçekleştireceğini ortaya koymak istedik.
8 – Ve elbette Biz yer üstünde ne varsa hepsini, kupkuru yapıp dümdüz edeceğiz.
9 – Ne o, yoksa sen, bizim âyetlerimiz içinde yalnız Ashab-ı Kehf ve rakîm’in mi ibrete şayan olduklarını sandın? İş öyle değil!
Kur’ân ve hadiste kesin bilgi varid olmayınca, müfessirler birtakım rivâyetler nakletmişlerdir. Hıristiyan geleneğinde M.S. 250 yıllarında Efes şehrinde, dinlerini kurtarmak için, mağaraya giren gençler kıssası vardır. Kehf sûresinde, onların durumlarının nakledilmeleri söz konusudur.
Rakîm: Kitabe, yazıt mânasına olup taş, maden veya diğer şeylerden olabilir.
10 – Vakta ki o genç yiğitler mağaraya çekildiler.
Şöyle niyaz ettiler: “Ulu Rabbimiz! Katından bir rahmet ver
ve şu dâvamızda doğruluk ve muvaffakiyet ihsan eyle bize!”
11 – Bunun üzerine mağarada onları uykuya daldırdık. Nice yıllar öylece kaldılar.
12 – Sonra da o iki takımdan (Ashab-ı Kehf ile hasımlarından) hangisinin onların mağarada kaldıkları süreyi daha iyi hesapladıklarını ortaya koyalım diye onları uyandırdık.
13 – Başlarından geçen olayı Biz sana doğru olarak anlatıyoruz.
Gerçekten onlar Rab’lerine tam iman etmiş gençlerdi.
Biz de onların hidâyetlerini ve yakinlerini artırdık. [9,124; 48,4]
14 – Kalplerine kuvvet ve metanet verdik de onlar ayağa kalkıp:
“Rabbimiz, dediler, göklerin ve yerin Rabbidir.
Ondan başka hiçbir ilaha yönelmeyiz.
Şayet böyle bir şey yapacak olursak, gerçek dışı, pek saçma bir söz söylemiş oluruz.”
15 – “Şu bizim halkımız var ya, işte onlar tuttular O’ndan başka tanrılar edindiler.
Onların tanrı olduklarına dair açık delil getirmeleri gerekmez miydi?
Uydurduğu yalanı Allah’a mal edenden daha zalim kim olabilir ki?”
16 – “Mademki onları ve onların Allah’tan başka taptıkları putları terk ettiniz,
haydi öyleyse mağaraya çekilin ki Rabbiniz rahmetini üzerinize yaysın,
işinizde size kolaylık ve fayda ihsan etsin.”
17 – Onlara baksaydın görürdün ki güneş doğunca mağaralarının sağından dolaşır,
batarken de sol taraftan onları makaslardı.
Onlar da mağaranın genişçe dehlizinde bulunuyorlardı.
İşte onların böylece uyumaları Allah’ın alâmetlerindendir.
Allah kime hidâyet verirse doğru yolda olan odur; kimi de hidâyetten mahrum eder şaşırtırsa, artık imkânı yok, ona yol gösterecek bir dost bulamazsın.
Mağaranın kapısının tam kuzeye baktığı anlaşılıyor. İşte bundan ötürü mağaraya güneş ışığı girmiyor ve yanından geçen biri, içeride ne olduğunu göremiyordu.
18 – Sen onları uyanık sanırdın, halbuki gerçekte onlar uykuda idiler.
(Yanları ezilmesin diye) Biz onları gâh sağa, gâh sola çevirirdik.
Köpekleri ise mağara girişinde ön ayaklarını yaymış vaziyette duruyordu.
Onları görseydin sen de ürker, derhal dönüp kaçardın, için korku ile dolardı.
Dağ başında, uzanmış vaziyette iken sağa sola dönüp duran üç beş kişi... Onları koruyan korkunç bir nöbetçi köpek... Öylesine ürkütücü bir manzara oluşturuyordu ki oraya göz atan kişi onların efsanevi dehşetli caniler olduğunu sanır derhal uzaklaşmaya çalışırdı. Bu da onların, yıllarca dış dünyadan güven içinde olmalarını sağladı.
19-20 – İşte, onları nasıl uyuttuysak öylece de uyandırdık.
Derken aralarında konuşmaya başladılar.
Birisi: “Ne kadar uykuda kaldınız?” diye sorunca bazıları:
“Bir gün, belki bir günden de az!” diye cevap verdiler.
Diğerleri de: “Uykuda ne kadar kaldığınızı tam tamına ancak Rabbiniz bilir.” dediler.
“Siz onu bırakın da, açlığımızı gidermeye bakalım.
Şu akçeyi verip içinizden birini şehre gönderin de
baksın hangi yiyecek daha hoş ve helâl ise ondan size azık tedarik etsin.”
“Bir de gayet nazik ve tedbirli davransın, varlığınızı ve bulunduğunuz yeri sakın hiç kimseye hissettirmesin.”
“Çünkü onlar sizi ellerine geçirirlerse ya taşa tutar, ya da kendi dinlerine döndürürler, bu takdirde de ebediyyen felah bulamazsınız.”
21 – Fakat Bizim takdirimiz başka idi. Nasıl onları uyutup sonra uyandırdıksa, aynı şekilde öbür kullarımızı da Ashab-ı Kehfin durumundan haberdar ettik ki,
Allah’ın haşir vâdinin gerçeğin ta kendisi olup hakkında hiçbir şüphe olmayacağını onlar da anlasınlar.
Derken onları bulan halk, kendi aralarında onlar hakkında ne yapacaklarını tartışmaya girişti.
Bazıları: “Onların anısına bir anıt dikin, biz gerçek durumlarını anlayamadık, onların Rabbi hallerini pek iyi bilir” derken,
görüşleri ağır basan müminler ise: “Mutlaka onların yanı başlarına bir mescid yapacağız.” dediler.
Rivayete göre, şehre gönderdikleri arkadaşları üç asır önce müşrik Decius devrinin parası, o zamanın kıyafeti ve konuşma tarzı ile dikkat çekti. Onu görenler, hazine bulduğu zannı ile kendisini yöneticilere ***ürdüler. İfadesini alınca, halkın çoğu da onların dinini benimsediğinden kitle halinde mağaraya vardılar. Ashab-ı kehf din kardeşlerini selâmlayıp ruhlarını o sırada teslim ettiler. Böylece haşrin ispatına canlı bir delil teşkil ettiler.
Müfessirlerin çoğunluğu oraya mescit yapma fikrinin müminlere ait olduğunu söylerken, Mevdudî tam tersine, bu fikrin şirk uygulamasını devam ettirmek isteyen müşriklere ait olduğunu ileri sürer. Fakat mescit, bu önemli hadiseyi ebedileştirme vesilesi olup şirke yer vermemesi itibariyle, ekseriyetin haklı olduğunu düşünebiliriz.
22 – İnsanların kimi: “Onlar, üç kişi idi, dördüncüleri de köpekleri idi.” diyecekler.
Bazıları da: “Beş kişi idiler, altıncıları da köpekleri idi.” diyecekler.
Bunlar, gayb hakkında tahmin yürütmekten ibarettir.
Kimileri de: “Onlar yedi kişi olup sekizincileri de köpekleri idi.” derler.
De ki: “Onların sayısını tam tamına Rabbim bilir.” Onlar hakkında bilgisi olan çok az kişi vardır.
Öyleyse onlar hakkında, sathî tartışma dışında kimse ile münakaşa etme ve bu konuda ileri geri konuşanlardan da hiçbir bilgi isteme!
Kur’ân, onların sayıları, hangi şehirde oldukları gibi konuları teferruat sayıp asıl çıkarılması gereken derslere dikkat çeker. Şöyle ki:
1. Mümin, haktan dönmemeli 2. Maddî imkânlardan çok, Allah’a dayanmalı. 3. Allah’ın ölüleri diriltmeye kadir olduğuna kesinlikle inanmalı.
23-24 – Hiçbir konuda: Allah’ın dilemesine bağlamaksızın, “Ben yarın mutlaka şöyle şöyle yapacağım” deme!
Bunu unuttuğun takdirde Allah’ı zikret ve: “Umarım ki Rabbim, doğru olma yönünden beni daha isabetli davranışa muvaffak kılar” de. [18,63]
25 – Mağaralarında üç yüz yıl kaldılar. Bazıları buna dokuz yıl daha ilâve ettiler.
26 – Sen şöyle söyle: “Ne kadar kaldıklarını asıl Allah bilir.
Zira göklerin ve yerin gaybını bilmek O’na mahsustur.
O öyle güzel görür, öyle güzel işitir ki!
Oysa onların O’ndan başka hâmileri yoktur.
O, kendi hükmüne kimseyi ortak yapmaz.” de.
27 – Sana vahyedilen Rabbinin kitabını oku. O’nun sözlerini değiştirecek güç yoktur ve Ondan başka sığınak bulman da mümkün değildir. [5,67; 33,39]
28 – Rablerine, sırf O’nun rızasını ve cemaline kavuşmayı umdukları için,
sabah akşam yalvaranlarla beraber olmakta sebat et.!
Dünya hayatının süslerini arzulayarak sakın gözlerin onlardan başkasına kaymasın.
Kalbini Bizi zikretmekten gafil bıraktığımız, heva ve hevesine uyan
ve işi hep aşırılık olan kimselere itaat etme! [6,52; 20,131]
Âyetin nüzul sebebiyle ilgili olarak En’âm, 52 âyetindeki notumuza bakınız.
29 – De ki: “İşte Rabbiniz tarafından gerçek geldi.
Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.”
Şu da bir gerçektir ki Biz o zalimlere,
duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmış olan müthiş bir ateş hazırladık.
Eğer susuzluktan feryad edecek olurlarsa kendilerine erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su verilir.
O ne fena bir içecektir ve cehennem ne fena bir barınaktır! [47,15; 55,44]
30 – İman edip güzel ve yararlı işler yapanlara gelince,
şu bir gerçek ki Biz güzel iş yapanların işlerini asla zayi etmeyiz.
31 – İşte onlara, içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleri vardır.
Orada tahtlar üzerine kurularak kendilerine altın bilezikler takılacak, ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler giyecekler.
Tahtlara kurulacaklar.
Ne güzel mükâfattır bunlar ve ne güzel bir meskendir o cennet! [35,33; 25,75-76]
32 – Onlara şu iki kişinin halini misal getir:
Onlardan birine iki üzüm bağı lütfettik, bağların etrafını hurma ağaçları ile donattık
ve bahçelerin arasında da ekin bitirdik.
33 – Her iki bağ da meyvesini verdi, hiçbir şeyi eksik bırakmadı.
O iki bağın arasında da bir ırmak akıttık.
34 – O şahsın başka serveti de vardı. Arkadaşıyla konuşurken ona:
“Benim,” dedi, “malım ve servetim senden çok olduğu gibi,
maiyyet, çoluk çocuk bakımından da senden daha ilerideyim.”
35-36 – Bu adam gururu yüzünden kendi öz canına zulmeder vaziyette bağına girdi ve:
“Zannetmem ki bu bağ bozulup yok olsun; kıyametin kopacağını da sanmıyorum.
Bununla beraber şayet Rabbimin huzuruna ***ürülecek olursam
o zaman elbette bundan daha iyi bir âkıbet bulurum.” dedi. [41,50; 46,11]
37-38 – Konuşma esnasında arkadaşı bu şahsa:
“Ne o” dedi, “yoksa sen, senin aslını topraktan, sonra da bir damla meniden yaratan, bilahare de seni böyle tam mükemmel bir insan şekline getiren Rabbini mi inkâr ediyorsun?
Fakat sen inkâr etsen de şunu bil ki benim Rabbim Allah’tır. Rabbime hiç bir şeyi ortak saymam.”
39 – “Benim servetimin ve çoluk çocuğumun sayısının seninkinden daha az olduğunu düşündüğüne göre, bağına girdiğinde:
“Maşaallah! Allah ne güzel dilemiş ve yapmış!
Ondan başka gerçek güç ve kuvvet sahibi yoktur.” demeli değil miydin?
40-41 – Olur ki Rabbim senin bahçenden daha iyisini bana verir ve senin o bahçene gökten bir afet indirir de
bağın kupkuru toprak kesilir;
yahut bağının suyu çekilir de ondan artık büsbütün ümidini kesersin.” [67,30]
42 – Çok geçmeden, bütün serveti kül oldu...
Sahibi bu halini görünce, bağın çökmüş çardakları karşısında,
yaptığı masraflarına, harcadığı emeklere acıyıp avuçlarını oğuştura kaldı!
“Ah!” diyordu, “n’olaydım, Rabbime ibadette hiçbir şeyi ortak yapmamış olaydım!”
43 – Hasılı o, Allah’tan başka kendisine sahip çıkacak bir topluluk da bulamadı, kendi kendini de kurtaramadı.
44 – Öyle bir yerde himaye ve yardım, sadece hak ve hakikatin ta kendisi alan Allah’a mahsustur.
En iyi mükâfatı da, en güzel âkıbeti de veren O’dur. [40,84; 10,90-91]
45 – Dünya hayatı hakkında onlara şu misali ver: Dünya hayatının durumu şuna benzer:
Gökten yağmur indiririz, onun sayesinde yeryüzünde bitkiler yeşerip gürleşir, çok geçmeden kurur, rüzgârın savurduğu çerçöp haline gelir. Allah her şeye hakkıyla kadirdir. [39,21; 10,24]
46 – Mal mülk, çoluk çocuk...
Bütün bunlar dünya hayatının süsleridir.
Ama baki kalacak yararlı işler ise Rabbinin katında,
hem mükâfat yönünden, hem de ümit bağlamak bakımından daha hayırlıdır. [3,14; 64,15]
47 – Günü gelecek, dağları yürüteceğiz, yerin dümdüz hale geldiğini göreceksin.
İşte bütün insanları mahşer meydanına topladık,
eksik bıraktığımız bir tek kişi bile kalmadı. [20,105-107; 27,88; 101,5]
48 – Hepsi sıra sıra Rabbinin huzuruna arz olundular.
Ve şöyle nida edildi onlara: “İlkin sizi nasıl yarattıksa, aynen o şekilde Biz’e döndünüz.
Siz ise, böyle bir buluşma belirlemediğimizi iddia ederdiniz değil mi?” [78,38; 89,22]
49 – İşte herkesin hesap defteri önüne konuldu.
Mücrimlerin defterdeki kayıtlardan korktuklarını ve şöyle dediklerini görürsün:
“Eyvah bize! Bu deftere de ne oluyor?
Ne küçük komuş, ne büyük, yazılmadık şey bırakmamış!”
Böylece yaptıkları her şeyi yanlarında buldular.
Şu kesin ki Rabbin kimseye zulmetmez. [3,30; 75,13; 4,40; 21,47]
50 – Hani bir zaman Biz meleklere: “Âdem’e secde edin!” deyince, onlar da derhal secdeye kapanmışlardı.
Ne var ki İblis eğilmemişti. O cinlerden idi. Rabbinin emrinin dışına çıktı.
Ey Âdem’in evlatları!
Onlar size düşman oldukları halde, siz kalkıp Benden ayrı olarak onu ve onun evlatlarını mı dost ediniyorsunuz?
Zalimler için ne fena bir bedel! Ne zararlı bir takas! [15,28-39; 2,34; 7,12]
İblis meleklerle beraber bulunduğundan istisna ediliyor. Melekler yaratılış icabı Allah’a isyan edemezler, İblis’te ise irade bulunduğundan tercihte bulunup itaat dışına çıktı.
51 – Ben onları göklerin ve yerin yaratılışına tanık etmediğim gibi, kendi yaratılışlarına da şahit kılmadım.
Ben sapık ve saptıran kimseleri hiçbir zaman yanıma yaklaştırmam, yardımcı edinmem. [34,22-23]
52 – O gün Allah müşriklere der ki:
“Haydi bakalım, ortaklarım olduklarını iddia ettiğiniz putları çağırın, gelsinler!”
İşte çağırdılar ama, onlar kendilerine cevap vermediler.
Biz aralarına bir uçurum koyduk. [46,5-6; 6,94] [36,59; 30,14]
53 – Suçlular ateşi gördüler, orayı boylayacaklarını iyice anladılar.
Etrafı yokladılar, fakat ondan kaçacak bir yer bulamadılar.
54 – Biz bu Kur’ân’da, insanlar için her türlü misal ve öğüdü, farklı üsluplarla tekrar tekrar ifade ettik.
Fakat birçoğu bunları anlamadı. Zira bütün varlıklar içinde tartışmaya en düşkün olan, insandır.
55 – O insanları, kendilerine peygamber geldiği halde, inanmaktan ve Rab’lerinden af dilemekten alıkoyan şey, sırf Allah’ın düsturu uyarınca, evvelki ümmetlerin başına gelen azabın kendilerinin de başlarına gelmesini yahut âhiret azabının gözlerinin önüne konulmasını beklemeleridir. [29,29; 8,32]
Kur’ân insanın kalbini ve aklını uyandırmak için her türlü vasıtayı, çeşitli misalleri, farklı anlatım tarzlarını kullanmış, ikna etmek için denemediği yol kalmamıştır. Bunlardan anlamayan, artık azabın tepesine inmesini beklemelidir.
56 – Halbuki Biz resulleri azap getirmeleri için değil, sadece iman edenleri Allah’ın rahmetiyle müjdelemeleri, inkâr edenleri ise bekleyen tehlikeleri haber verip uyarmaları için göndeririz.
Kâfirler ise hakkı batılla ortadan kaldırmak için mücadele verirler.
Onlar bütün âyetlerimizi, bütün uyarmalarımızı hep alay konusu yaparlar.
57 – Rabbinin âyetleriyle öğüt verildiği halde onlara sırtını dönen ve elleriyle işlediği suçlarını unutan kimseden daha zalim kim olabilir?
Biz onların kalplerine bunu anlamalarına engel olacak perdeler, kulaklarına da ağırlıklar koyduk.
Sen onları hidâyete çağırsan da, artık onlar ebediyyen hidâyete gelemezler.
58 – Senin mağfireti bol Rabbin, merhametlidir.
Eğer işledikleri suçları sebebiyle onları cezalandıracak olsaydı, azabı onlara hemen gönderirdi.
Fakat onlar için belirlenmiş bir süre vardır ki o vâde geldiğinde
Allah’ın cezasından kaçıp sığınacak hiçbir yer bulamazlar. [35,45; 13,6]
59 – İşte o şehirlerin harabeleri!.. Oraların ahalileri zulümlerinde ısrar edince onları imha ettik. Onların helâkleri için de, bir vâde tayin ettik.
O şehirler, Mekkelilerin yolları üzerinde olan Sebe, Medyen, Semud, Sedum gibi yerlerdir.
60 – Bir vakit Mûsâ, genç yardımcısına: “Durup dinlenmeyeceğim, demişti, ta ki iki denizin birleştiği yere varacağım.
Varamazsam senelerce yürümeye devam edeceğim.”
Kur’ân’da adı bildirilmeyen bu genç yardımcının Yûşa İbn Nun (Josue) olduğu tefsirlerde rivayet edilir.
Mûsâ (a.s.)’ın Hızır (a.s.) ile kıssası Tevrat’ta yer almaz. Fakat Buharî’de nakledilen bir hadîse göre Hz. Peygamber (a.s.), bu kıssadaki Mûsa’nın İsrailoğullarının meşhur Peygamberi Mûsâ’ (a.s.) olduğunu bildirmiştir. Bundan ötürü, onun, bazı oryantalistlerin iddia ettikleri gibi başka biri (mesela Gılgamış) olduğunu düşünmeye sebep yoktur.
Bu âyette geçen iki deniz hakkında, tefsirlerde dünyanın üç kıtasına dağılmış birçok yerler tahmin edildiği gibi, işarî tefsir kabilinden bazı tevcihler de teklif edilmiştir. Fakat bu gizemli kıssadan alınacak hisse, bunları bilmeye bağlı değildir.
61 – Onlar iki denizin birleştiği yere vardıklarında balıklarını unutmuş bulundular.
Balık sıyrılıp denizde bir yol tutmuştu bile.
62 – Buluşma yerini farkına varmaksızın geçip gidince Mûsâ yardımcısına:
“Getir artık kahvaltımızı!” dedi,
“Gerçekten bu seyahatimizde epey yorgun düştük.”
63 – “Gördün mü?” dedi, “O kayanın yanında mola verdiğimizde, ben balığı unutmuşum!
Muhakkak ki onu sana söylememi unutturan da şeytandan başkası değildir.
Doğrusu balık, çok acayip bir şekilde canlanarak denizde yolunu tutup gittiydi.”
64 – Musa: “İşte gözleyip durduğumuz da bu idi ya!” dedi.
Derhal izlerini takip ederek gerisin geri dönüp kayanın yanına vardılar.
65 – Orada bizim seçkin kullarımızdan öyle bir has kulumuzu buldular ki
Biz ona lütfedip, nezdimizden rabbanî bir ilim öğretmiştik.
Mûsâ (a.s.)’ın karşılaştığı zatın isminin Hızır (Hadır) olduğu hadis-i şerifte bildirilmiştir. Bu zat bazı âlimlere göre peygamber, bazılarına göre büyük bir velîdir.
Onun, beşere gönderilen, ilahî şeriatlerde bildirilen hükümlere tâbi olmadığı gerçeğinden hareket eden ender bir görüşe göre Hızır, melek veya başka bir ruhanî olmalıdır. Gerçekten, bu kıssa başından sonuna kadar o zatın bir başka boyuttan olduğunun karineleriyle doludur.
66 – “Üstadım” dedi Mûsâ, “Sana öğretilen bu ilimden bana da bir şeyler öğretmen için sana tâbi olabilir miyim?”
67-68 – “Doğrusu” dedi, “sen benimle beraberliğe sabredemezsin.
Bütün yönleriyle kavrayamadığın meseleler karşısında nasıl kendini tutabilirsin ki?”
69 – “İnşaallah” dedi Mûsâ, “beni sabırlı bulacaksın ve senin hiç bir emrine karşı koymayacağım.”
70 – “O halde” dedi, “bana tâbi olduğuna göre, hangi konuda olursa olsun,
ben onun hakkında sana söz açmadıkça, asla bana soru sormayacaksın!”
71 – Bunun üzerine kalkıp gittiler. Nihayet bir gemiye rastlayıp ona bindiler ve o zat gemiyi deldi.
Mûsâ duramayıp: “Ne yaptın öyle?” dedi
“İçindeki yolcuları denizde boğmak için mi yaptın bunu?
Vallahi çok korkunç bir iş yaptın!”
72 – (Hızır: ) “Sen benimle beraberliğe katlanamazsın dememiş miydim?
(İşte sen de gördün!)” dedi.
73 – “Ne olur” dedi Mûsâ, “lütfen unutarak söylediğim bu sözden ötürü beni azarlama, bu işimden dolayı bana bir güçlük çıkarma!”
74 – Yine yola koyuldular.
Nihayet bir oğlan çocuğuna rastladılar ve (Hızır) onu öldürdü.
Mûsâ atılıp: “Ne yaptın?” dedi, “masum ve günahsız bir canı,
kısas hükmü ile bir can karşılığında olmaksızın mı öldürdün?
Doğrusu görülmemiş derecede fena bir iş yaptın!”
75 – “Sen benimle arkadaşlık etmeye katlanamazsın dememiş miydim?” dedi.
76 – Mûsâ: “Eğer” dedi, “sana bir daha soracak olursam,
bundan böyle benimle hiç arkadaşlık etme!
Artık özür dileyemeyecek hale geldim.”
77 – Tekrar yola devam ettiler.
Nihayet bir şehre varıp o şehir halkından yiyecek istediler,
ama ahali bunları misafir etmemekte diretti.
Bu sırada (Hızır) orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar görür görmez onu düzeltiverdi.
Mûsâ: “İsteseydin” dedi, “elbette buna karşı iyi bir ücret alabilirdin.”
78 – Hızır: “İşte” dedi, “seninle ayrılmamızın vakti gelmiş bulunuyor.
Şimdi sana hakkında sabırsızlık gösterdiğin o meselelerin içyüzlerini tek tek bildireceğim:
79 – Evvela, o gemi, denizde çalışan birtakım fakirlere ait idi. Ben onu kasden bir miktar zedeledim.
Zira öte yanında, sağlam olan bütün gemileri gasbeden zalim bir hükümdar vardı.
80 – Oğlan çocuğuna gelince: Onun ebeveyni mümin insanlar idi.
Bu çocuğun onları ileride azgınlığa ve küfre sürüklemesinden korktuk.
81 – Onların Rabbinin, kendilerine, onun yerine daha temiz, daha hayırlı,
merhamette ondan daha hisli bir çocuk ihsan etmesini diledik.
82 – Gelelim duvara: O duvar şehirdeki iki yetim çocuğa aitti.
Duvarın altında onlara ait bir define gömülü idi. Babaları, salih, iyi bir insandı.
Rabbin onların reşit olacakları çağa gelip, definelerini o zaman çıkarmalarını irade buyurdu.
Bütün bunlar Rabbinden birer lütuf ve rahmet olup, ben hiçbirini kendi görüşümle yapmış değilim.
İşte hakkında sabırsızlık gösterdiğin meselelerin içyüzü bunlardan ibarettir.” [47,13; 43,31]
83 – Bir de sana Zülkarneyn’i sorarlar. “Size onun bir hadisesini anlatayım.” de.
Zülkarneyn, anlamı ve kapsamı geniş olan bir kelimedir. Zülcenaheyn vasfına benzer, “iki kanatlı” yani işin çeşitli yönlerine vâkıf, mükemmel demektir. Karn: asır, boynuz, aynı zamanda yaşayan topluluk, güneş kursu, bir toplumun başı, efendisi gibi anlamlara gelir. Görünene ve görünmeyene sahip, dünyanın doğusuna da batısına da sahip, dolayısıyla cihangir mânaları da mümkündür. Tefsirlerde daha çok cihan fatihlerinden Makedonya kralı Büyük İskender (M.Ö. 324) üzerinde durulsa da, onun bazı vasıfları Kur’ân’da bildirilen Zülkarneyn’e uymamaktadır.
Daha önce yaşayan İran kralı Büyük Dariyus (M.Ö. 521) olma ihtimali de vardır; zira o da, zamanında meskûn dünyanın büyük kısmını ele geçirmiş, İsrailoğullarını da Babil esaretinden serbest bırakmış, dine bağlı olduğu bildirilen bir hükümdardı. Zülkarneyn vasfı KM, Daniel, 8,3.20 ile de irtibatlandırılmaktadır.
Ashab-ı kehf, Hızır ve Zülkarneyn gibi gizemli konularla dolu olan bu kutlu sûrenin atmosferinde başka çok ihtimaller de bulunabilir. Doğruyu bütün yönleriyle bilmek, Allah Teâlâya mahsustur.
84-85 – Biz ona dünyada geniş imkânlar verdik ve onun ihtiyaç duyduğu her konuda sebep ve vasıtalar ihsan ettik. O da batıya doğru bir yol tuttu.
86 – Nihayet Batıya ulaştığında, güneşi adeta kara bir balçıkta batar vaziyette buldu.
Orada yerli bir halk bulunuyordu.
Biz: “Zülkarneyn!” dedik, “ister onlara azab edersin, ister güzel davranırsın.”
Müfessirler Zülkarneyn’in dünyanın Batı ucuna, mesela Atlas okyanusuna vardığını düşünmüşlerdir.
87 – Zülkarneyn şöyle dedi: “Kim zulmederse, Biz onu cezalandırırız, sonra da Rabbinin huzuruna ***ürülür.
O da ona benzeri görülmedik bir ceza uygular.
88 – Fakat iman edip makbul ve güzel davranışlar içinde olana,
en güzel karşılık verilir ve ona kolay olan buyruklarımızı emrederiz, kolaylık gösteririz.”
89 – Zülkarneyn bu sefer yine bir yol tuttu.
90 – Güneşin doğduğu yere varınca onun,
kendilerini sıcaktan koruyacak bir siper nasib etmediğimiz bir halk üzerine doğduğunu gördü.
Zülkarneyn doğu tarafında, arka arkaya ülkeler fethederek ilerleye ilerleye nihayet medenî yaşayışın sona erdiği, ilkel (çıplak, evsiz barksız) yaşayan en uzak bir doğuya ulaştığı anlaşılıyor.
91 – İşte Zülkarneyn, böyle yüksek bir hükümranlığa sahip idi. Onun yanında ne var, ne yoksa Biz hepsine vakıf idik.
92 – Sonra o başka bir yol tuttu.
93 – Nihayet iki dağ arasına ulaştığında, onların önünde, hemen hemen hiç söz anlamayan bir millet buldu.
Âyette geçen iki dağın Karadeniz ile Hazar Denizi arasında uzanan dağ sıralarının bir bölümü olduğu, tefsirlerde kuvvetli ihtimal görülmektedir. Dağıstan’ın Derbend şehrindeki sed, İslâm dünyasında Zülkarneyn seddi olarak bilinmiştir. Bu dağların ötesinde Ye’cüc ve Me’cüc bölgesinin yer aldığı düşünülmüştür. Fakat, bunlar birer tahminden öteye geçemez.
94 – “Ey Zülkarneyn!” dediler, “Ye’cüc ve Me’cüc bu ülkede bozgunculuk yapıyorlar.
Bizimle onlar arasında bir sed yapman için sana bir vergi vermeyi teklif ediyoruz, ne dersin?”
Ye’cüc ve Me’cüc hakkında bkz. 21,96. {KM, Hezekiel 38,2; Vahiy 20,8}
95 – O da şöyle cevap verdi: “Rabbimin bana verdiği imkânlar, sizin vereceğinizden daha hayırlıdır.
Siz bana beden gücüyle yardımcı olun da sizinle onlar arasında sağlam bir sed yapayım.”
96 – “Demir kütleleri getirin bana!” Zülkarneyn iki dağın arasını demir kütleleriyle doldurtup dağlarla aynı seviyeye getirince:
“Körükleyin!” dedi. Tam onu bir ateş haline getirince,
“Bana erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim.” dedi.
97 – Artık o Ye’cüc ve Me’cüc’ün, ne seddi aşmaya, ne de onda delik açmaya güçleri yetmedi.
98 – Zülkarneyn: “Bu, Rabbimden bir rahmettir, bir lütuftur, dedi. Rabbimin tayin ettiği vakit gelince, bunu yerle bir eder.
Rabbimin vâdi mutlaka gerçekleşir.”
99 – O gün, yani kıyamet günü onları deniz dalgaları gibi birbirine çarparak çalkalanır bir halde bırakırız.
Sûr’a da üfürülür, insanların hepsini bir araya toplarız. [56,49-50; 18,47]
100-101 – Gözleri Benim kitabım karşısında perdeli olup,
Kur’ân’ı dinlemeye tahammül edemeyen kâfirlere,
o gün cehennemi gösteririz, cehennemle karşı karşıya koyarız onları.
102 – O kâfirler, birtakım kullarımı, Benden başka tanrı edinmelerinin geçerli olacağını mı zannettiler?
Doğrusu Biz cehennemi kâfirler için konak olarak hazırlamış bulunuyoruz.
103-104 – De ki: “İşleri yönünden âhirette en büyük kayba uğrayanların kimler olduklarını bildireyim mi?
Onlar o kimselerdir ki dünya hayatında yaptıkları işlerin karşılıkları hep boşa gidecektir.
Halbuki kendilerinin güzel güzel işler yaptıklarını sanırlar.”
105 – İşte onlar Rab’lerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr etmiş, bu yüzden de yaptıkları iyi işler boşa gitmiştir.
Tartılacak şeyleri kalmadığından kıyamet günü onlar için artık tartı âleti koymayacağız. [25,23; 24,39; 88,2-4; 47,9; 6,88]
106 – İşte kâfir olmaları, âyetlerimle ve kendilerine yapılan uyarılarla alay etmeleri sebebiyle, şu cehennem onların cezası olarak hazırlanmıştır.
107 – İman edip makbul ve güzel işler yapanlara gelince, onlara da konak olarak Firdevs cennetleri hazırlandı. [23,11] {KM, Neşideler 4,12; Luka 23,43; II Korintos. 12,4}
108 – Onlar orada devamlı kalacak, (usanmadıklarından ötürü), başka tarafa geçmeyi arzu etmeyeceklerdir.
109 – De ki: “Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsaydı,
hatta onun bir mislini de takviye gönderseydik,
bu denizler tükenir, Rabbinin sözleri yine de bitmezdi. [31, 27] {KM, Yuhanna 21,25}
110 – De ki: “Ben sadece sizin gibi bir insanım.
Ancak şu farkla ki bana “sizin ilahınız tek İlahtır” diye vahyediliyor.
Artık kim Rabbine âhirette kavuşacağını umuyorsa,
makbul ve güzel işler işlesin ve sakın Rabbine ibadetinde hiç bir şeyi O’na ortak koşmasın.
 
ihlas suresi meali

Mekke’de nâzil olmuş olup 4 âyettir. İlk vahyedilen sûrelerden olan bu sûre, adını konusundan alır. Kur’ân’ın hülâsası ve halis tevhidi ortaya koyması ile ihlâs adı verilmiştir. Bu sûre şirkin her çeşidini pek özlü bir şekilde reddetmektedir.
Hz. Peygamber (a.s.m.) şöyle buyurmuştur: “Bir kimse Kul huvallahu ehad sûresini okursa, Kur’an’ın üçte birine denk gelir.” (Buharî ve Müslim). Maksud şu olabilir: Bu sûreleri bütün incelikleriyle duyarak okuyanlar, o ölçüde sevaplara nail olurlar. Vallahu a’lem.


Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – De ki: O, Allah’tır, gerçek İlahtır ve Birdir.
2 – Allah Samed’dir.
Samed: “Tam, eksiği olmayan, her şey Kendisine muhtaç olduğu halde, Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan” demektir.
3 – Ne doğurdu, ne de doğuruldu. [6,101; 19,88-90; 21, 26-27]
4 – Ne de herhangi bir şey O’na denk oldu.
 
felak suresi meali

Mekke’de nâzil olmuş olup 5 âyettir. Medine’de nâzil olduğunu kabul edenler de vardır. Adını, ilk âyetinde geçip sabah mânasına gelen Felak kelimesinden almıştır. İnsanların, kendilerine gelebilecek her türlü kötülükten Allah’a nasıl sığınıp, nasıl O’nun himayesine girebileceklerini öğretmektedir.
Hz. Aişe (r.a.) şöyle demiştir: “Hz. Peygamber (a.s.m.) herhangi bir ağrı veya sızıya maruz kaldığında Muavvizeteyn’i (Felak ve Nas sûrelerini) okuyup kendi üzerine üflerdi.” (İmam Malik’in “Muvatta”ı ve İmam Ahmed)


Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – De ki: Sabahın Rabbine sığınırım:
2 – Yarattığı şeylerin şerrinden,
3 – Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden,
4 – Düğümlere üfleyip büyü yapan büyücü kadınların şerrinden,
5 – Ve hased ettiği zaman hasetçinin şerrinden
 
nas suresi meali

Mekke’de nâzil olmuş olup 6 âyettir. Medine’de nâzil olduğunu kabul edenler de vardır. Adını, bu suredeki ayetlerin sonlarında tekrarlanan ve “insanlar” mânasına gelen nâs kelimesinden almıştır. Bu, önceki Felak sûresinin devamı mahiyetinde olup, Yüce Rabbimizin himayesini celbeden duayı öğretmektedir.


Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – De ki: İnsanların Rabbine,
2 – İnsanların yegane Hükümdarına,
3 – İnsanların İlahına sığınırım:
4 – O sinsi şeytanın şerrinden
5 – O ki insanların kalplerine vesvese verir,
6 – O şeytan, cinlerden de olur, insanlardan da olur. [6,112]
 
tekvir suresi meali

Mekke’de nâzil olmuş olup 29 ayettir. İlk ayette geçen kuvviret kelimesinin masdar şekli, Sûreye isim olmuştur. Yuvarlak bir cismi dürmek, devirmek, yuvarlamak, herhangi bir şeyi yuvarlak bir cisme sarmak, dolamak veya ışığını giderip köreltmek anlamlarına gelir. Sûrenin esas hedefi insanların ölümden sonra dirilip dünyada işlediklerinin hesabını vereceklerini bildirmektir.



Bismillâhirrahmânirrahîm.
1 – Güneş dürülüp ışığı söndüğü zaman;
2 – Yıldızlar yerlerinden düşüp dağıldığı zaman,
3 – Dağlar yürütüldüğü zaman,
4 – Doğurmak üzere olan develer, kıyılmaz mallar terk edildiği zaman,
5 – Vahşi hayvanlar diriltilip toplandığı zaman,
Vahşi hayvanların bir araya gelmeleri, ya genel bir âfetin her tarafı sarması sebebiyle âdeta bir şoka mâruz kalmaları veya kısas yapılmak, birbirlerinden hakları alınıp verilmesi için diriltilip toplanmaları tarzında tefsir edilir.
6 – Denizler ateşlenip kaynatıldığı zaman,
Tescîr: Ateşlemek, ateşi tutuşturmak anlamındadır. Allah suyu, yanıcı hidrojen ile yakıcı oksijen gazlarının birleşmesinden meydana getirmiştir. Böylece iki ateşli maddeden, ateşi söndüren su hasıl olmuştur. Bu terkip ayrışınca hidrojen hemen alev alır, oksijen de yanmayı hızlandırır.
7 – Nefisler eşleştirildiği, ruhlar bedenlere girdiği zaman,
8 – Diri diri gömülen kız çocuğuna,
9 – Hangi suçtan ötürü öldürüldüğü sorulduğu zaman,
10 – Hesap defterleri açıldığı zaman...
11 – Gök cisimleri yerlerinden kaydırıldığı zaman,
12 – Cehennem alev alev kızıştırıldığı zaman...
13 – Cennet yaklaştırıldığı zaman...
14 – İşte o zaman... Her insan hazırladığını, ortaya ne koyduğunu anlayacaktır. [3,30; 75,13]
15 – Bakın: Gündüzün sinip gizlenen yıldızlara...
16 – Dolaşıp dolaşıp yuvalarına, yörüngelerine giren gezegenlere...
17 – Geçmeye başladığı dem geceye...
18 – Nefes almaya başladığı dem sabaha kasem ederim ki:
19 – Kur’ân, değerli bir Elçinin, Cebrail’in getirip okuduğu sözdür!
20 – O Elçi ki çok kuvvetlidir. Yüce Arş sahibi Allah’ın nezdinde pek itibarlıdır. [53,5-10]
21 – Göklerde ona itaat edilir, vahiyler ona emanet edilir.
22 – Şunu da bilin ki, içinizden biri olan bu arkadaşınız deli değildir.
23 – O, vahyi getiren elçi Cebrail’i, apaçık ufukta görmüştü. [53,13-16]
24 – O, vahiy hususunda cimri davranan, vahyi sizden esirgeyen bir zat değildir.
Vahiy hakkında her türlü töhmetten de uzaktır.
25 – Bu söz, hele hele, kovulmuş şeytanın sözü hiç değildir! [26,210-212]
26 – O halde siz nereye gidiyorsunuz öyle, neden bahsediyorsunuz?
27-28 – Bu, olsa olsa bütün âlemlere bir öğüttür, bir uyarıdır. İstikamet sahibi olmak isteyenler onu dinlerler.
29 – Ama bu iş sizin istemenizle değil, ancak Rabbülâlemin olan Allah’ın dilemesiyle tamam olur. [74,56; 76,30]
 
bakara meali


Bakara sûresi Medine döneminde hicretten hemen sonra nâzil olmaya başlamış ve takrîben on yıla yayılan vahiy parçaları halinde devam etmiştir. Sûrenin ismi, 67-71 ayetlerinde yer alan bakara kıssasından alınmıştır. Bir ineği kesmek gibi cüz'î bir vak'anın ayrıntılı olarak anlatılması, hatta bu uzun sûreye adının verilmesi tuhaf gelebilir. Fakat Kur'ân temel bir kanun ve prensibin tezahürünü ifade eden cüz'i olayları bazen ayrıntılı olarak anlatarak o genel prensibi zihinlere yerleştirmek ister. Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Mûsâ'nın (a.s.) risaletiyle, İsrailoğullarının seciyelerine girmiş olan sığıra tapınma fikrini kesip öldürdüğünü, bu olay ile anlatmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'in en uzun sûresi olup 286 âyettir. Hacim itibariyle Kur'ân'ın 1/12 sini teşkil eder. Kur'ân'ın, ayrıntılı bir özeti durumundadır. Sûre bir mukaddime, dört ana maksat ve bir neticeden oluşur.
Mukaddime: Kur'ân'ın şanını, görevini bildirir ve ondaki hidâyetin temiz kalb taşıyanlar nezdinde âşikâr olup kalbi hasta ve bozuk olanların ondan yüz çevireceklerini bildirir.
Birinci maksat:Bütün insanları İslâm'a dâvet eder.
İkinci maksat: Özellikle Ehl-i Kitabın yanlışlarını düzeltip Kur'ânı tasdik etmeye çağırır.
Üçüncü maksat: Bu dinin ahkâmını ayrıntılı olarak bildirir.
Dördüncü maksat: Bu hükümlerin yerine getirilmesini sağlayacak müeyyidelere ve teşvik edici hususlara yer verir. Netice: Mezkûr maksatları içeren dâveti kabul edenleri tanıtır; onların dünya ve âhiretteki âkıbetlerini açıklar.
Bismillâhirrahmânirrahîm
1 - Elif, Lâm, Mîm.
Kur'ân-ı Kerîm'in 29 sûresi huruf-i mukattaa denilen bu münferit harfler ile başlar. Müfessirler, bunların mânasız veya tesadüfî olmadığını vurgular, onlar hakkında öne sürülen muhtemel çeşitli izahları nakleder, bununla beraber Allah ile Resulü (a.s.) arasındaki bu şifrelerin kesin mânalarını Allah'a havale ederler. Allah Teâlâ bu tonlu seslerle sinyaller verip beşeriyetin dikkatlerini çekmekte, bir an için, her işi bırakıp gelecek muazzam gerçekleri dinlemelerini temin etmektedir. Keza Kur'ân'ın da böyle harflerden ibaret olduğunu, yapabileceklerse bu harfleri kullanarak insanlara da benzerini yapma çabaları hususunda meydan okuduğunu hatırlatmaktadır.
2 - İşte Kitap! Şüphe yoktur onda. Rehberdir müttakîlere! [32,1-2]
el-Kitab: "Yazılı şey" demektir. Böylece kitap adı verilerek zımnen Kur'ân vahiylerinin yazı ile tesbit edilmesi emredilmektedir. Kur'ân o kitaptır ki kitap denilince, hatıra onun geldiği en mükemmel kitaptır ve diğer bütün kitaplar onun mânasını açıklamak görevindedirler.
Takvâ: Korunma, sakınma demektir. İnsanın, başta küfür ve şirk olarak kendisine zarar veren her türlü kötülükten, haram ve isyandan korunarak, ta nihayette cehennem azabından da korunmasını sağlayan değer sistemidir. Muttakî ise, takvâ sıfatını taşıyan kimsedir.
3 - O müttakiler ki görünmeyen âleme inanırlar. Namazlarını tam dikkatle ifa ederler. Kendilerine ihsan ettiğimiz nimetlerden hayır yolunda harcarlar.
Gayb sözlükte: "Görünmeyen, gözden gizli kalan şey" demektir. Terim olarak "Duyulardan ve insanın ilminden gizli kalan" şeye denilmiştir. Bir şeyin gayb olması, insanlar yönündendir; yoksa Allah için gayb yoktur. Allah Teâlâ da bize göre gaybdır, fakat O'nun hakkında "gâib" denilemez.
4 - Hem sana indirilen kitabı, hem de senden önce indirilen kitapları tasdik ederler.
Âhirete de kesin olarak onlar inanırlar.
Burada Tevrat, İncil, Zebur gibi kitapların asıllarının Allah tarafından gönderildiğine iman etmenin, dinin temellerinden olduğu bildiriliyor.
5 - İşte bunlardır Rableri tarafından doğru yola ulaştırılanlar. Ve işte bunlardır felâh bulanlar.
6 - İnkâra saplananları ise ister uyar ister uyarma onlar için birdir, imana gelmezler. [10,96]
7 - Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerine de bir perde inmiştir. Bunların hakkı büyük bir azaptır. [61,5; 6,110; 4,155]
Bu mühürleme, batılda ısrar etmelerinin sonucu olarak ilâhî bir cezadır. İnkâra saplananlardan burada maksat, Ebû Cehil, Ebû Leheb gibi imana gelmeyeceklerini Allah'ın bildiği muayyen kâfirlerdir. Bütün kâfirler değildir. Aksi halde dini tebliğ emri, manasız olurdu.
Bakara sûresinin ilk beş âyeti müminlerin, müteakip iki âyeti kâfirlerin, gelecek 8. âyetten itibaren on üç âyet ise münafıkların bariz sıfatlarını anlatmaktadır.
8 - Öyle insanlar da vardır ki "Allah'a ve âhiret gününe inandık." derler; Oysa iman etmemişlerdir. [63,1]
9 - Akılları sıra Allah'ı ve iman edenleri aldatmayı kurarlar. Kendilerinden başkasını aldatamazlar da farkında değiller. [58,18]
10 - Kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını daha da ilerletti.
Bu yalancılık (ve samimiyetsizlikleri) sebebiyle bunlara gayet acı bir ceza vardır. [9,124-125; 47,17; 47,20]
11 - Ne zaman onlara: "Yeryüzüne fesat saçmayın!" denilse "Biz sadece barışçıyız, ortalığı düzeltmekten başka işimiz yok!" derler. [8,73; 47,11; 2,205]
12 - Gözünüzü açın, bunlar bozguncuların ta kendileridir, lâkin şuurları yok, farkında değiller.
13 - Ne zaman onlara: "Şu güzel insanların iman ettiği gibi siz de iman edin." denilse "Yani o beyinsizlerin inandıkları gibi mi inanalım?" derler. Asıl beyinsizler kendileridir de farkında değiller.
14 - Bunlar iman edenlerle karşılaştıkları vakit "Biz de müminiz" derler. Fakat şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında da: "Emin olun, biz sizinle beraberiz, biz onlarla alay ediyoruz." derler.
Şeytan: "Azgınlıkta, şer ve kötülükte kendi benzerlerini çok geçmiş kötü, inatçı" anlamında cins ismi olup cinlerden olduğu gibi insanlardan da olabilir. Cin şeytanlarının ataları İblis olup, bazen özel isim olarak İblîs yerine eş-Şeytan kullanılır.
15 - Allah da kendileriyle alay eder ve azgınlıklarında onlara mühlet verir; böylece onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.
Allah'ın alay etmesinden maksat, münafıkların alay etmelerinin karşılığını vermesidir. Müşâkele babından olarak, benzer lafızla, tamamen farklı mâna kasdetme söz konusudur. Mesela haylazlık ederken sinsice gülen çocuğunu tehdid eden annesi "Sen gül, ben de sana gülerim!" derken, onun gülmesinin tamamen farklı şekilde olması gibi.
Kalbinde iman etmediği halde Müslüman görünen kimseye münafık denir. Bunlara İslâm toplumunda Müslüman muamelesi yapılır. Böylece:
1. İslâm'ın sabır ve müsamahası uygulanır.
2. Onların nesillerinden gerçek müminlerin yetişmesine imkân hazırlanır.
16 - İşte onlar hidâyeti verip, dalâlet satın aldılar. Ama bu, kârlı bir ticaret olmadı. Çünkü kâr yolunu tutmadılar.
17 - Bunların durumu, aydınlanmak için ateş yakan bir kimsenin durumuna benzer. Ateş çevresini aydınlatır aydınlatmaz. Allah onların gözlerinin nurunu giderir ve karanlıklar içinde bırakır, onlar da göremez olurlar. [63,3]
18 - Sağır, dilsiz ve kördürler onlar. Onun için hakka dönmezler. [22,46]
19 - Yahut onların durumu gökten sağanak halinde boşanan ve içinde yoğun karanlıklar, gök gürlemeleri ve şimşekler bulunan yağmura tutulmuş kimselerin durumuna benzer. Yıldırımların verdiği dehşetle, ölüm korkusundan, parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Fakat Allah kâfirleri çepeçevre kuşatır. [63,4; 9,56-57; 57,13-15]
20 - Şimşek nerdeyse gözlerini köreltecek. Önlerini aydınlattı mı ışığında yürürler, (şimşek sönüp) karanlık çökünce de dikilir kalırlar. Allah dileseydi kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Allah gerçekten her şeye kadirdir.
21 - Ey insanlar! Hem sizi, hem de sizden önceki insanları yaratan Rabbinize ibadet ediniz. Böyle yapmakla her türlü zarardan korunmayı ümid edebilirsiniz. [32,3; 30,41; 39,28]
Âyetin son kısmındaki ümidi ifade eden kelime lealle olup Arapçada tereccî yani ümit ifade eden başlıca edatlardan biridir. Allah Teâlâ'nın sözünde tereccî, ilk bakışta tereddüde yol açabilir. Hâşâ, sanki O'nun neticeleri kesin olarak bilmediği zannını uyandırabilir. Fakat bu sathî bir anlayıştır. Doğrusu şudur: 1. Birçok durumda tereciyi muhataplar bakımından anlamak gerekir. Nitekim meali buna göre vermiş bulunuyoruz. 2.Tereccî üslûbu, hem Allah, hem de kul yönünden matlub olan tutumdur. Zira kulluk tavrı, ümit ve korku arasında olup âkıbetten emin olmamayı gerektirir. Öte yandan bu üslupla, Allah, ilâhî iradeyi hiçbir şeyin sınırlandırmayacağını bildirmek ister. Kul: "Ben Rabbimin şu emrini yaptım, O da benim için şunu yapar." diyemez.
22 - O Rabbinize ki yeryüzünü size bir döşek, göğü de bir kubbe yaptı.
Gökten yağmur indirip, onunla size rızık olarak çeşitli mahsuller çıkardı.
Öyleyse siz gerçeği bilip dururken sakın Rabbinize eş koşmayın.
Atmosfer tabakası, portakalın kabuğunun portakalı sarması gibi dünyayı çevrelemektedir.
Bu âyette i'caz delillerinden bir cüz vardır. Yer küresini çevreleyen ilk kısımda çeşitli hava tabakaları bulunur. Bu tabakalar, evrenin muhtelif yerlerinden gelen zararlı ışınlardan dünyayı korur. Sadece dünyadaki hayat için faydalı olanları geçirirler. Binaenaleyh bunlar tavan veya gölgelik durumundadırlar. İşte bulut ve yağmur da göğün bu tabakasında meydana gelir.
23 - Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur'ân'ın Allah'ın sözü olduğu hakkında şüpheniz varsa, haydi onun sûrelerinden birine benzer bir sûre meydana getirin ve Allah'tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın, iddianızda tutarlı iseniz. [10,37; 11,13; 17,88; 28,49]
Hz. Peygamber (a.s.)'ın nübüvvetinin başta gelen delili, Allah tarafından kendisine verilen Kur'ân-ı Kerîm'dir. Kur'ân'ın Allah'ın sözü olması, i'caz vasfına sahip olmasıyla tezahür etmiştir. İ'cazı da, itiraz eden kâfirlere tehaddi etmesi, yani benzerini yapmaları konusunda onlara meydan okuması ile ortaya çıkmıştır. Bu âyet, tehaddi safhalarının sonuncusudur. Şöyle ki: 1. Kur'ân ilk meydan okuduğunda, Kur'ân'a benzer bir söz istedi (Tur, 33-34). 2. Uydurma hikâyelerden de olsa on sûrenin benzerini (Hud, 13-14). 3. Hiç değilse bir sûrenin mislini getirmelerini istedi. (Yunus, 38). 4. Tam misli olmasa da kısmen olsun, Kur'ân'a benzer bir söz söylemeye dâvet etti. Ne nüzul asrında, ne de ondan sonra bir cevap çıkmadığından i'cazı sabit oldu.
24 - Bunu yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- çırası insanlarla taşlar olan ve kâfirler için hazırlanmış o ateşten sakının.
25 - İman edip makbul ve güzel işler yapanları müjdele: Onlara içinden ırmaklar akan cennetler vardır. Öyle cennetler ki, ne zaman meyvelerinden kendilerine bir şey ikram edilirse: "Bu, daha önce de dünyada yediğimiz şey!" diyecekler. Oysa bu, onların aynısı olmayıp, benzeri olarak kendilerine sunulacaktır. Orada onların tertemiz eşleri de olacak ve onlar orada devamlı kalacaklardır.
Cennetlikler için, cennetlerde tertemiz, eşler vardır. Bunlar sadece temiz değil, her yönden temizlenmiştirler. Hem her türlü maddî pisliklerden hem de ahlâksızlık, geçimsizlik gibi manevî kirlerden. Dünyada da bu mutlulukların benzeri bulunabilir. Fakat başta gelen önemli fark, dünyanın geçiciliğine karşı, cennetin daimî olmasıdır. Birtakım kimseler, bu gibi müjdelerde, bilhassa yemek içmekten, kadınlardan bahsedilmesine itiraz etmek istiyorlar ve: "Dine ait duygular, insanı bunlardan kesip, yalnız ruhanî lezzetler ile uğraştırmalı." diyorlar. Fakat şurası gariptir ki, böyle diyenlerin hepsi, bedene ait bu iki çeşit zevk peşinde koşanlardan çıkmaktadır. Halbuki bu müjdeler, görüldüğü üzere, her yönü kapsayan eksiksiz zevkleri bir araya getirmektedir. Ve âhiret zevklerinde dünyadaki zevklerden hiçbirinin benzerinin eksik olmadığını ve bunun karşısında dünyaya ait şehvetlerin âdiliğini, çirkinliğini de gösteriyor.
26 - Allah gerçeği açıklamak için bir sivrisineği, hatta onun ötesinde olan bir şeyi misal getirmekten çekinmez. İman edenler onun Rab'lerinden gelen gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise "Allah böyle misal vermekle ne kasdediyor?" derler. Allah bu misal ile birçoklarını şaşırtır, yine onunla birçoklarını yola getirir; ancak bununla fâsıklardan başkasını şaşırtmaz. [22,73; 29,41; 14,24; 74;31; 13,19-25]
Fısk kelimesinin sözlük anlamı "çıkmak, huruc etmek" tir. Nitekim delikten çıkan farelere "fâsıklar" denir. Dini terim olarak fâsık "büyük günah işlemek suretiyle Allah'a itaat çizgisinden çıkan" mânasınadır ki, küçük günahlarda ısrar etmek de bu bölüme girer. Şer'î bakımdan fıskın üç derecesi vardır. Birincisi: Günahı çirkin saymakla beraber, ara sıra günah işlemek. İkincisi: Üzerine düşerek devamlı günah işlemek. Üçüncüsü: Çirkinliğini inkâr ederek yapmaktır. Bu üçüncü tabaka küfür derecesidir. Fâsık bu duruma gelmedikçe Ehl-i sünnet mezhebinde kendisinden mümin adı alınmaz. Şu halde fâsık vasfı içinde kâfirler bulunacağı gibi, imanını kaybetmemiş olanlar da bulunabilir. Mu'tezile mezhebindekiler bu kısmı ne mümin, ne kâfir saymayıp, ikisi ortası saymışlar. Hâriciler ise, üçünü de kâfir saymışlardır.
27 - Bu fâsıklar o kimselerdir ki, Allah'a kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler. Allah'ın, kurulmasını istediği bağları koparır ve yeryüzünde fitne ve fesat çıkarırlar. İşte bunlar ziyana uğrayanların ta kendileridir. [2,63]
28 - Ey kâfirler! Allah'ı nasıl inkâr edebilirsiniz ki, siz ölü iken size hayatı veren O'dur. Şunu bilin ki, tayin ettiği vâde gelince sizi öldürecek, yine diriltecek ve sonunda O'nun huzuruna ***ürüleceksiniz. [52,35; 76,1; 40,11; 45,26] {KM, Hezekiel 37,1-14; İşaya 26,19; Daniel 12,2-3; Yuhanna 5,21; Romalılara 4,17}
29 - O'dur ki yeryüzünde bulunan her şeyi sizin için yarattı. Sonra iradesi yukarıya yönelip orayı da yedi gök halinde sağlamca nizama koydu. O her şeyi hakkıyla bilir. [41,9-12] {KM, Tesniye 10,14; I Krallar 8,27}
Yeryüzünde mevcut her şeyden insanlar için bir faydalanma yönü vardır. Bu faydalanma şekli bazısında müsbet, bazısında menfi bir durumdadır. Hepsinin faydalı olması, her birinin, her şekilde ve herkes için faydalı olması demek olmaz. Bir kısmında zararlı olma durumu da vardır.
Haram kılınan şeyler ile başkalarına ait kazanılmış şahsî mallar dışında dünyadaki her şey mübahtır. Buna Fıkıh ilminde ibahe-i asliyye denir ki, dayandığı başlıca naslardan biri bu âyet-i kerimedir. "Canlar, ırz ve namusun dışında, varlıkta aslolan, mübah olmadır. Özel bir haram delili bulunmadıkça, mübah ile amel olunur," şeklindeki fıkıh kaidesi bu âyetten alınmıştır. Yalnız akıllara kalsaydı kimi hep mübah der, kimi hep haram der, kimi de şaşırır kalırdı. Nitekim vahiy aydınlığından uzak yerlerde böyle olmuş ve olmaktadır. Burada şuna dikkat etmek gerekir ki bu serbestlik, insanların tümüne eşit olarak yapılmış, insanlar insan için yaratılmamış ve birbirlerine mübah kılınmamıştır. Bunun için insanların canları, ırzları birbirlerine mübah değildir. Hatta bir insan kendi canını, ırzını bile dilediği gibi kullanmaya izinli değildir. İnsanlar, kendileri için değil Allah'a kulluk için yaratılmışlardır.
Yedi gök: Müfessirlerin çoğuna göre dünyanın üstünde bütün yıldızların süslediği maddî âlemin hepsi bir gök olup, yedi semanın birincisidir. Ve bunun ötesinde bundan başka altı sema daha vardır. "Biz yere yakın semayı yıldızlarla süsledik." [37,6] âyeti de bu mânada açıktır.
30 - Rabbin meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" dediği vakit onlar: "Â! Oradaki nizamı bozacak ve yeryüzünü kana bulayacak bir mahlûk mu yaratacaksın? Oysa biz sana devamlı hamd, ibadet yapıp, Sen'i tenzih etmekteyiz!" dediler. Allah: "Ben, sizin bilmediğiniz pek çok şey bilirim" buyurdu. {KM, Tekvin 1,26}
Tesbih: Allah Teâlâ'yı tenzih etmek, yani Zatını i'tikad, söz ve amel bakımından şanına lâyık olmayan her türlü kusurdan yüce tutmaktır.
Hilâfet, "vekâlet" yani başkasına vekil olmak mânasına gelir. Bu vekâlet, ya aslın kaybolmasından veya bir ihtiyaçtan veya aczden, yahut da sırf, asilin, vekiline bir şeref bahşetmek lütfunda bulunmasından ileri gelir. Ve işte Cenab-ı Allah'ın yeryüzünde velilerini halife seçmesi, bu son nevidendir.
31 - Ve Âdem'e bütün isimleri öğretti. Müteakiben önce onları meleklere göstererek: "İddianızda tutarlı iseniz haydi Bana şunları isimleriyle bir bildirin bakalım!" dedi. {KM, Tekvin 2,20}
32 - "Sübhansın ya Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki?Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin." dediler.
33 - Allah: "Âdem! Eşyanın isimlerini onlara sen bildir." dedi. O da isimleriyle onları bildirince Allah buyurdu: "Ben size demedim mi ki, göklerin ve yerin sırlarını Ben bilirim!" Ve Ben sizin gizli açık yapmakta olduğunuz her şeyi de bilirim!" [20,7; 27,25]
34 - O vakit meleklere: "Âdem'e secde edin!" dedik. İblis dışındaki bütün melekler secde ettiler. İblis bunu yapmadı, kibrine yediremedi ve kâfirlerden oldu [7,11; 15,29; 20,116; 38,72]
35 - Ve dedik ki: "Âdem! Eşinle birlikte cennete yerleşin, oradaki nimetlerden istediğiniz şekilde bol bol yiyin, sadece şu ağaca yaklaşmayın. Böyle yaparsanız zalimlerden olursunuz." [7,19-20; 20,120] {KM, Tekvin 3,6; 3,22; 2, 15-17}
"Bu cennet, dünyada bir bahçedir. Zira Hz. Âdem (a.s.) dünyada yaratılmıştır." diyen müfessirler vardır. Fakat ekseri müfessirlere göre maksat ebedî cennettir.
36 - Derken Şeytan onların ayaklarını kaydırarak içinde bulundukları nimet yurdundan çıkardı. Biz de: "Haydi, dedik, birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin! Siz orada belirli bir süre ikamet edip yararlanacaksınız."
37 - Büyük pişmanlık duyan Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler öğrenip onlara göre hareket etti. Rabbine yalvardı. Allah da tövbesini kabul etti. Zaten O tövbeyi kabul eder, merhameti boldur. [9,104; 25,71; 4,17-18]. Tevrat Hz. Adem'in tövbe etmesinden bahsetmez.
Allah insanın dünyadaki çilesini geçici kılmıştır. Halife olmak üzere yaratılan Âdem'in fıtratından ilim gücü yok edilmemiştir. Vuku bulan zelle henüz tabiat (huy) haline gelmemiştir. Onun için bu musîbetten hemen sonra, bu yaratılışıyla Rabbine döndü ve O'nun kendisine bazı kelimeler telkin ettiğini sezdi, o kelimeleri alıp onlarla amel etti. Bu kelimeler 7,23'de bildirilmiştir.
38-39 - Dedik ki: "İnin oradan hepiniz! Artık ne zaman Ben'den size doğru yolu gösteren rehber gelir de kim ona uyarsa, onlara hiç bir korku olmayacak, hiç üzülmeyecekler de. İnkâr edip âyetlerimizi yalan sayanlar ise cehennemliktirler, hem de orada ebedî kalacaklardır." [20,123; 7,24-35]
40 - Ey İsrail'in evlatları! Hatırlayın ve düşünün size ihsan ettiğim nimetimi!
Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki Ben de size karşı ahdimi yerine getireyim ve yalnız Ben'den korkun! [44,30-34; 5,20] {KM, Tekvin 15,18; 17,2-14}
İsrail, Yâkub (a.s.)'ın lakabı olup İbranîce'de "Allah'ın kulu" "Allah'ın seçkini" mânasına geldiği bildirilir. Bu hitap tarzında, Yahudileri iman etmeye bir teşvik vardır. Yani: "Ey Allah'ın seçkin bir kuluna evlatlıkla bağlanmış olan Tevrat Ehli! Bu vasfınıza ve o aslınıza lâyık bir tutum izleyin!"
Allah Teâlâ Hz. Âdem ve evladından, Kendisi tarafından gelecek olan talimata uymalarını istemiştir. Bunu bir ahid tarzında bildirmiştir (2,38). İsrail evlatlarının Tevrat'ı kabul etmeleri ile de, bu ahid Tevrat'la pekiştirilmiş, geleceği bildirilen peygamberlere ve son peygamber Hz.Muhammed (a.s.)'a iman ederek bu ahdi yerine getirmeleri emredilmiştir.
41 - Sizin yanınızda bulunan Tevrat'ı tasdik etmek üzere indirdiğim Kur'ân'a iman edin, onu inkâr edenlerin başını siz çekmeyin. Âyetlerimi az bir fiyatla, yani dünya menfaati karşılığında satmayın. Asıl Bana karşı gelmekten sakının. [2,89.91.97.101; 3,81; 4,47; 5,48; 6,92; 35,31; 46,12.30]
Maksat: Tevrat'ın asli şeklidir.
42 - Batılı hakka karıştırmayın, bile bile gerçeği gizlemeyin!
43 - Hem namazı tam kılın, zekâtı verin, rükû edenlerle beraber siz de namaz kılın.
44 - Halka iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz yoksa?
Halbuki siz Tevratı okuyup duruyorsunuz.
Artık aklınızı başınıza almayacak mısınız? [11,88]
45 - Sabır göstererek, namazı vesile ederek Allah'tan yardım dileyin! Gerçi bu çok zor bir iştir, fakat içi saygı ile ürperenlere değil. [29, 45]
Bütün bu emirler ve yasaklar İsrailoğullarına hitab etmekle beraber, hükmü onlara mahsus değildir. "Bunlar İslâm şeriatında da vardır. Siz de bunlara İman ve itaat ediniz!" demektir. Zira Tefsir usulündeki bir kurala göre "Sebebin hususiliği, hükmün umumiliğine mani değildir."
46 - İçi saygı dolu olan bu müminler, Rab'lerine kavuşacaklarını ve O'na döneceklerini iyi bilirler.
47 - Ey İsrail'in evlatları! Size ihsan ettiğim nimetimi ve vaktiyle sizin atalarınızı diğer insanlara üstün kıldığımı hatırlayın!
Kendi zamanlarında yaşayan insanlara üstün kılınmışlardı.
48 - Öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse başkasının yerine birşey ödeyemez, kimseden şefaat kabul edilmez, hiç kimseden fidye alınmaz, hem onlara yardım da edilmez. [31,33; 26,100-101; 37,25]
Mu'tezile bu âyetten, büyük günah işleyenlere şefaatin fayda vermeyeceği sonucunu çıkarmıştır. Ehl-i sünnete göre âyet, kâfirler hakkındadır ve hitap, küfürde ısrar edenlere mahsustur. Zira İsrailoğulları, kendilerinin babaları ve dedeleri olan peygamberlerin, her hâl ve durumda, kendilerine şefaat edeceklerini iddia ediyorlardı. Bu âyet, bunu reddediyor. Yoksa şefaatin muteber olduğuna dair âyetler mevcuttur. İleride ele alınacaktır. Ayrıca kesin hadisler de vardır. Kabul edilmeyecek şefaat, herkesin kendiliğinden ve Allah'ın iznine bağlanmadan, yapılacağı düşünülen şefaatlerdir. Şu halde kendiliklerinden şefaat edebilirler zannıyla nebîlere ve velîlere tapılmamalı, ancak Allah'a ibadet etmelidir ki O, istediğine, istediği zaman şefaat ettirir.
49 - Hem sizi en feci işkencelere uğrattıkları zaman Firavun'un adamlarından kurtardığımızı da hatırlayın! Onlar sizin dünyaya gelen erkek çocuklarınızı kesiyor, kız çocuklarınızı ise kötülük için hayatta bırakıyorlardı. İşte bunda size Rabbiniz tarafından çetin bir imtihan vardı. {KM, Çıkış 1,15-16}
Firavun, Mısırda Amalika hükümdarlarının lakabıdır. Çoğulu Feraine'dir. Nasıl ki Türk krallarına hakan, Rum krallarının bazısına kayser, bazısına herakl (Herakliyus), Habeş krallarına necaşi, Yemen meliklerine tübba', İran hükümdarlarına kisrâ deniliyordu.
50 - Yine hatırlayın ki, sizin geçmeniz için denizi yarmış, sizi kurtarıp, siz bakıp dururken gözlerinizin önünde Firavun hanedanını boğmuştuk. {KM, Çıkış 14,16; 21-30; Mezmurlar 78,13; 106,9-11}
Bu âyet-i kerime, hürriyetin, başta gelen nimetlerden olduğunu hatırlatıyor. İnsanın başka birinin eli altında ve istediği tarzda çalıştırabileceği bir halde bulunması, üstelik bir de ağır, zor, pis işlerde kullanılması, azap şekillerinin en şiddetlilerinden olduğunda şüphe yoktur. Hatta buna mâruz kalanlar ekseriya ölümü temenni ederler. İşte Cenab-ı Allah'ın burada açıkladığı birinci nimet, bu kötü azaptan kurtulma nimetidir.
51 - Ve bir vakit Mûsâ'ya kırk gecelik bir süre ayırmıştık. Ama siz Mûsâ'nın ayrılmasından az sonra, buzağıyı ilâh edinip zalim olmuştunuz. [7,142; 2,54.92; 4,153; 7,148; 20,85-97] {KM, Çıkış 14,18; Tesniye 9,9.16}
Zulüm, bir şeyi layık olduğu yere koymamaktır. İbadeti, layık olan Allah'a yapmayıp mahluka yapmak zulüm ve haksızlıktır.
52 - Bundan sonra şükredesiniz diye Biz sizi affettik.
53 - Mûsâ'ya Kitap ve Furkan'ı verdik, ta ki doğru yolda yürüyebilesiniz. [28, 52-53; 21,48; 3,4; 25,1; 8,29]
Furkan: Tevrat'ın bir sıfatı veya Tevrat'taki şer'i hükümler veya Tevrat'tan ayrı olarak yed-i beyza ve asâ gibi mûcizeler yahut bir zafer ve ferah olabilir.
54 - Mûsâ kavmine dedi ki: "Ey kavmim! Sizler buzağıya tutulmakla kendinize çok yazık ettiniz! Derhal Yaradanınıza tevbe edin! Allah yolunda kendinizi öldürün! Böyle yapmanız sizi Yaratan nezdinde daha hayırlıdır." Böylece Allah da sizin tövbelerinizi kabul etsin. Çünkü o tövbeleri çok kabul eder, merhamet ve ihsanı boldur. (4,66) {KM, Çıkış 32,27-28, 4,66}
Âyetteki "nefislerinizi öldürün" mefhum olarak üç mânaya gelebilir. 1- Hakikî mânası ki herkesin kendi kendini öldürmesi, yani intihar etmesidir. Lakin böyle olsaydı muhatap olacak kavim kalmaz veya ancak âsiler kalırdı. Şu halde kasdedilen mâna bu değildir. 2- Esasen kardeş olan bir kavmin fertlerine, haydi bakalım şimdi birbirinizi öldürünüz"! demektir. Tefsirciler çoğunlukla bu mânayı gözetmişlerdir. Tur'a giden Hz. Mûsâ (a.s.)'ın arkasından Samirî, altından buzağı heykeli yapmış, önce bağırtmış ve Apis öküzüne tapan Mısırlılar ve diğer puta tapıcılar gibi İsrailoğullarının bir kısmını, "İşte Mûsâ bunu aramaya gitti." diyerek ona taptırmış, çok yakın bir zamanda bizzat şahid oldukları nimetlere karşı nankörlük edip bir bozgun ve karışıklık çıkarmış, kavmin diğer bir kısmı Hz. Harun (a.s.) ile beraber bu gidişi önleyememişlerdi. Hz. Mûsâ'nın dönüşüne kadar bu şirk iyice yayılmıştı. O dönünce Furkan'ın hükmüyle, hem buzağıya tapanlara, hem de onları önlemeyip bekleyenlere hemen tövbe etmelerini ve tevbe edenlerin, etmeyenleri derhal öldürmelerini emretmiştir. Bu iç savaş Allah'ın izniyle zaferle sonuçlanmıştı ki ,burada o nimet hatırlatılıyor. 3- Sırf mecazî mânası ile "nefsani isteklerinizi öldürünüz." Bu gerçek tefsir olmayıp işarî bir mânadır. "Yani günahlarınıza pişman olarak gam ve kederden canınızı çıkarın yahut şehvetlerden menetmekle riyazet ediniz!"
55 - Bir zaman da: "Ey Mûsâ! Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız!" dediniz. Bunun üzerine derhal sizi yıldırım çarptı, siz de bakakaldınız.
56 - Siz bir müddet ölü vaziyette kaldıktan sonra, şükredesiniz diye sizi dirilttik.
Bunu yapanlar, elbette İsrailoğullarının hepsi değildi. Bu ısrar üzerine mikatta yıldırıma yakalananlar, seçilen yetmiş kişi idi.
57 - Üzerinize bulutları gölge yaptık.
Size kısmet ettiğimiz helâl hoş rızıklardan yiyesiniz diye kudret helvası ve bıldırcın indirdik.
Fakat nankörlük etmekle onlar Biz'e değil, kendilerine yazık ediyorlardı. [7,160; 20,80] {KM, Çıkış 13,21; 16,13-15}
58 - Bir zaman da şöyle dedik: "Şu şehre girin ve orada istediğiniz yerden bol bol yiyin!
Şehrin kapısından secde ederek, saygılı bir tavırla girin ve "Affet bizi ya Rebbenâ (hıtta)" deyin ki suçlarınızı affedelim; iyilik yapanların mükâfatlarını daha da artıracağız. [4,154; 7,161]
Maksat: Beyt-i Makdis veya Eriha şehridir.
Hz. Peygamber (a.s.m.) bu ayetle ilgili şu açıklamayı yapmıştır: "Onlar secde etme yerine kapıdan kıçları üzerine sürünerek girdiler. "Hıtta" demek yerine ise "habbe fi sa're" dediler." [Buhari ve Müslim Bakara sûresinin tefsirinde]
59 - Ne var ki o zalimler kendilerine söylenen sözü değiştirip başka şekle koydular.
Biz de o zalimlere, itaat dışına çıktıkları için, gökten acı bir azap indirdik.
60 - Bir zaman da Mûsa, kavmi için su arayıp Allah'a yalvarmıştı.
Biz de: "Asanı taşa vur!" demiştik.
Bunun üzerine o taştan on iki pınar fışkırmış, her bölük kendine mahsus pınarı bilmişti.
"Allah'ın rızkından yiyin için, fakat sakın yeryüzünde fesat çıkararak taşkınlık yapmayın!" demiştik. [7,160; 20,20; 26,45] {KM, Çıkış 17,6; 15,27}
61 - Bir vakitşöyle dediniz: "Mûsa! Biz bir çeşit yemeğe imkânı yok katlanamayız.
O halde bizim için Rabbine yalvar da yerin bitirdiği sebzesinden, kabağından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından çıkarsın."
Mûsa da: "Ne o! dedi. Siz, daha üstün olanı vererek daha düşük olanı mı almak istiyorsunuz?
Pekâla, şehre inin, işte istediklerinizi orada bulursunuz."
Üzerlerine aşağılık ve yoksulluk damgası basıldı ve neticede Allah'tan bir gazaba uğradılar. Evet öyle oldu! Çünkü onlar Allah'ın âyetlerini inkâr ediyor ve haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı.
Öyle oldu; çünkü onlar isyan ediyor ve haddi aşıyorlardı.
Mısr: hem özel isim olarak bu isimle bilinen bir ülke, hem de cins ismi olarak "şehir" anlamına gelebilir. Fakat İsrailoğulları, Mısır'dan çıkışlarından sonra, oraya tekrar dönmediklerinden, tefsircilerimiz bunun cins isim olarak, Kudüs diyarındaki kasabalardan herhangi birinin olabileceğini söylemişlerdir. M. Hamidullah âyetin tefsirinde şöyle der: "Yahudiler, Kudüs diyarını çevreleyen şehirlere hücum etmekten korkuyorlardı. Hz Mûsa, onlara: "Canınız o sebzeleri istiyorsa onlar o şehirde. Sıkı ise gidin oradan temin edin!" demek istemişti.
62 - İman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar, Sabiîler... Her kim Allah'a ve âhiret gününe (gerçekten) iman eder ve amel-i salih işlerse, elbette onların Rab'leri yanında mükafatları vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi kendilerini üzecek bir şeyle de karşılaşmazlar. [7,158; 11,17; 10,62; 41,30; 5.69, 22,17] {KM, Matta 2,23; Resullerin işleri 2,22}
Âyetin ilk kelimesindeki "İman edenler"den maksat, birçok müfessire göre, dış görünüşte iman ettiklerini söyleyen münafıklardır. Zira daha sonraki kısımda gerçek iman edenlerin bulunması, bu tefsire bir karine teşkil etmektedir. Âyetteki "Her kim Allah'a ve âhiret gününe iman eder ve amel-i sâlih işlerse" cümlesiyle beyan buyurulan gerçek iman edenlerin, Hz. Muhammed (a.s.)'ın peygamber olarak gönderilmesinden sonrakiler diye tefsir edilmesi lâzım geldiğinde hiç şüphe yoktur. Hz. Muhammed'in nübüvvetinden önce Allah'a ve âhirete iman eden ve iyi amel işleyenler bile, Tevrat ve İncîl hükmünce geleceğin büyük Peygamberine iman ile yükümlü idiler. Böyle iken Hz. Muhammed'in peygamberliğinden sonra onu inkâr edenler arasında gerçek iman ehli bulunduğu varsayımına imkân kalır mı?
Âyette zahirî îman sahipleri, Yahudi, Sabiî ve Hıristiyanlarla bir tutulmuş ve hepsinin kurtuluşu, Kur'ân'da bildirilen rükünleriyle kâmil iman ve amel-i salih şartına bağlı kılınmıştır. Bu da, dince makbul sayılan güzel davranışlardandır. Böylece İslâm dininin dâvet ve hidâyetinde, bütün insanlara açık evrensel bir din olduğu âşikâr olmaktadır. Demek doğumla ilgili olan, ırk gibi bir din anlayışı değil, tahkikî bir iman esastır.
Yahûd: Arapçada bu kelime "tövbe etmek" veya "Yahudi olmak" anlamına gelir. Yahut cins ismi olup kavmin veya boyun adıdır. Tekili ise Yahûdi olup o kavme mensup olan kişiye denilir.
Nasârâ: Tekili nasrânî olup, Hıristiyanlar mânasına gelir. Hz. Îsâ (a.s.)'ın yaşadığı Nâsıra şehrine mensubiyeti belirtir.
Sabiîn: Dilde "Sabie" "bir dinden çıkıp başka dine girmek" demektir. Bazı Tefsirler İslâm, Yahudi ve Hıristiyanların dışında kalan diğer dinlerin mensupları diye açıklarlar. Ayrıca meleklere veya yıldızlara tapan insanlar olduğu söylenmiştir. Âlemin tek Yaratıcısına inanmakla birlikte, dünyanın ve insanların yönetiminin gök cisimlerine bırakıldığını ileri sürerler. Hz. İbrâhim (a.s.), bunları irşad için gönderilmişti. Günümüzde yıldız falına inanma ve yıldızların gücüne sığınma bunlardan kalmadır.
63 - Ey İsrail'in evlatları! Bir vakit de Tevrat'ı uygulayacağınıza dair sizden söz almış, sonra bu ahdi bozduğunuz için Dağı üzerinize kaldırarak demiştik ki: "Size verdiğimiz Kitaba kuvvetle sarılın ve muhtevasını iyi inceleyip ders alın ki ,kötü akıbetten korunasınız!" [7,171; 23,20; 95,2] {KM, Çıkış 34,27}
Dağı: Yani "Sina dağını" (Tur-i Sinâ).
64 - Bundan sonra yine yüz çevirdiniz! Eğer üzerinizde Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı elbette hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.
65 - İçinizden cumartesi günü haddi aşanları elbette bilirsiniz. Biz böyle yapanlara "Aşağılık maymun olun!" dedik. [7,163-166; 5,60]
66 - Bunu, hem bu hâdiseye şahit olanlara, hem de sonradan gelecek olan nesillere bir ibret ve Allah'a karşı gelmekten korunacaklara da bir öğüt kıldık.
67 - Bir vakit de Mûsâ kavmine: "Allah, bir sığır kesmenizi emrediyor." demiş, onlar da: "Ay! Sen bizimle alay mı ediyorsun?" diye cevap vermişlerdi. Mûsâ da "Öyle cahillere katılmaktan Allah'a sığınırım!" demişti. {KM, Sayılar 19,1-3; Tesniye 21,1-3.8}
Sûrenin adı, bu âyette başlayan bakara kıssasından alınmıştır. Bakara, "bakar"ın müennesi veya tekilidir. Bakar, manda cinsine de şamil olmak üzere sığır cinsinin genel ismidir. Buna göre bakara: erkek veya dişi sığır, yani bir inek veya bir öküz, bir düve veya bir tosun veyahut bir manda olabilir.
68 - Bunun üzerine Mûsâ'ya: "Peki öyleyse Rabbine yalvar da onun ne olduğunu bize açıklasın!" dediler. Mûsâ: "Rabbim şöyle buyuruyor: O sığır ne pek geçkin, ne de körpe olmayıp orta yaşta dinç bir inek olacaktır." Haydi size emredilen işi yapın bakalım." dedi.
69 - Bu sefer: "Rabbine yalvar da onun rengini bize bildirsin." dediler O da: Allah "O, bakanların içini açan parlak sarı bir inek olacaktır, buyuruyor dedi.
70 - Onlar yine dediler ki: "Bizim adımıza Rabbine yalvar da onun nasıl olacağını bize iyice bildirsin.
Zira: "Nasıl bir sığır istendiği konusunda tereddütte kaldık. Ama inşaallah matlup olanı bulabiliriz."
71 - Mûsâ: "Rabbim şöyle diyor: O inek, ne toprağı sürmek için çifte koşulmuş, ne de ekin sulamada çalıştırılmış olmayan, salma ve her kusurdan uzak, hiç alacası bulunmayan bir inek olacaktır."
Onlar: "İşte şimdi gerçeği tam anlayacağımız tarzda bildirdin!" diyerek nihayet sığırı kestiler ki nerdeyse bunu yapmayacaklardı.
Tevrat bu olaya değinir (KM, sayılar 19,1-3). Fakat, Yahudilerin gereksiz sorularla işi uzatıp bu görevi savsaklamaya çalıştıklarına yer vermez. Fakat bir çok bölümde, onların isyan ve inatlarını bildirir. (Çıkış 32,9; 33,3; Tesniye 9,6-8; 23-24)
72 - Hani siz bir adam öldürmüştünüz de peşinden katilin kim olduğu hakkında birbirinizle atışmış, suçu üzerinizden atmıştınız.
Halbuki Allah sizin gizlediğinizi meydana çıkaracaktı.{KM, Tesniye, 21,1-9}
73 - Bunun üzerine: "Kestiğiniz ineğin bir parçasıyla o maktûlün cesedine vurun." dedik (Vurulunca da o diriliverdi.)
İşte Allah bunu nasıl dirilttiyse ölüleri de öyle diriltir.
Aklınızı iyice kullanasınız diye mucizelerini size gösterir. [2,259-260]
Allah Teâlâ inek kesme emri ile onların içlerine yerleşmiş sığıra tapma geleneğini kesmek istiyordu. Taptıkları nesnenin âcizliğini gösteriyordu. Ayrıca onun parçalarından biri ile ölüye vurulmasını emredip bir ölüyü dirilterek mûcize göstermek istiyordu. Bunun topluca görülmesi için, böyle bir merasim düzenlendiği anlaşılıyor. Buna benzer bir kıssa Tevrat'da yer alır (Tesniye, 21,1-9)
74 - Sonra bunun arkasından kalpleriniz katılaştı, artık onlar taş gibi, hatta ondan da katı!
Çünkü öyle taş var ki içinden ırmaklar fışkırır.
Öylesi var ki, çatlar da bağrından su kaynar.
Ve öylesi var ki, Allah'a olan tazimi sebebiyle yukarıdan düşüp parçalanır.
Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
75 - Nasıl olur onların size güvenmelerini bekleyebilirsiniz ki? çünkü onlardan bir zümre vardı ki Allah'ın kelamını işitip akılları aldıktan sonra, bile bile onu değiştirirlerdi. [3,78; 4,46; 5,13] {KM, Yeremya, 8,8; 7,22-24}
76 - Onlar iman edenlerle karşılaştıklarında "Biz de iman ettik." derler.
Kendi aralarında kaldıklarında ise: "Ne yapıyorsunuz? derler, Rabbinizin huzurunda aleyhinize hüccet edinsinler diye mi tutup Allah'ın size açtığı gerçeği onlara söylüyorsunuz?
Hiç aklınızı kullanmıyor musunuz?"
77 - Bilmiyorlar mı ki Allah onların gizlediklerini de bilir, açıkladıklarını da?
78 - Onların bir kısmı da ümmîdir. Kitap nedir bilmezler.
Bütün bildikleri, kendilerine anlatılan birtakım kuruntu ve uydurmalardır.
Onlar sadece bir zan içindedirler.
79 - Elleriyle kitap yazıp, biraz para almak için: "Bu Allah tarafındandır." diyenlerin vay haline!
Vay o ellerinin yazdıklarından ötürü onlara!
Vay o kazandıkları vebal yüzünden onlara!
80 - Bir de derler ki: "Cehennem ateşi, sayılı birkaç gün dışında bize asla dokunmayacak."
De ki: "Buna dair Allah'tan garanti mi aldınız? Aldıysanız ne âla, Allah vâdinden asla caymaz."
Yoksa kesin bilmediğiniz şeyi mi Allah adına söylüyorsunuz?
81 - Hayır, durum hiç de öyle değil!
Günah işleyip de günahın kendisini her taraftan kuşattığı kapladığı kimseler var ya, işte onlar cehennemliktir.
Hem de orada ebedî kalacaklardır.
82 - İman edip makbul ve güzel işler yapanlar ise,
İşte onlar da cennetliktir.
Hem de orada ebedî kalacaklardır. [4,124]
83 - Bir vakit İsrailoğullarından söz alıp: "Allah'tan başkasına ibadet etmeyin!
Anneye babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara güzel muamele edin,
İnsanlara tatlı söz söyleyin, namazı hakkıyla eda edin, zekâtı verin!" demiştik.
Sonra pek azınız hariç, sözünüzden döndünüz. Hâlâ da yüz çevirmektesiniz. [17,23-26; 31,13-15]
84 - Hani sizden, "Birbirinizin kanını dökmeyin, birbirinizi ülkenizden çıkarmayın!" diye söz almıştık, siz de bunu kabul etmiştiniz.
Buna siz de şahitlik edersiniz.
85 - Ama işte siz birbirinizi öldürüyor, bir kısmınızı yurdunuzdan çıkarıyor, onlara karşı günahta ve zulümde birbirinizi destekliyorsunuz.
Bununla beraber, onlar esir olarak gelirlerse fidyelerini verip onları kurtarıyorsunuz.
Halbuki aslında onların çıkarılması size haram kılınmıştı.
Ne o, Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını red mi ediyorsunuz?
İçinizden böyle yapanların elde edeceği netice, dünya hayatında rüsvaylıktan başka bir şey değildir.
Kıyamet günü ise en şiddetli azaba itilirler.
Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
Hicretten önce Medine'deki Yahudi kabilelerinden Benî Kurayza Evs, Benî Nadîr ise Hazrec ile anlaşma yapmışlardı. Bunlar, birbiri ile savaşınca Yahudi müttefikleri de savaşa katılıyor, Böylece Yahudiler de birbiri ile savaşıyorlardı. Fakat esir düşenler arasında Yahudi varsa fidye alarak serbest bırakıyorlardı. Fidye almaları ayıplanınca "Cevaz var." demeleri üzerine, onlar "savaşma" yasağını ne yapacaksınız?" diye sıkıştırılıp çelişkileri sergileniyor.
86 - İşte onlar âhiretlerini verip, karşılığında dünya hayatını satın almışlardır.
Onun için, bunların cezası asla hafifletilmez, kendilerine yardım da edilmez.
Dünya, ednâ ism-i tafdilinin müennesi olup "en yakın" veya "pek alçak" mânasına bir sıfattır. Kur'ân'da geçen el-hayatu'd-dünya aslında "dünya hayatı" değil, dünya hayat, yani aşağılık ve alçak hayat anlamındadır. Veyahut bugün fiilen içinde bulunulmak itibariyle "en yakın bulunan hayat" demek olur.
87 - Biz Mûsâ'ya kitap verdik. Ondan sonra peş peşe peygamberler gönderdik. Meryem'in oğlu Îsâ'ya da mûcizeler, açık deliller verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs (Cebrâil) ile destekledik.
Demek size her ne zaman bir peygamber gelip de nefislerinizin hoşlanmadığı bir şey getirirse kafa tutacak, onların kimine yalancı deyip kimini öldüreceksiniz ha! [5,44; 2,117; 3,47.59; 19,35]
Hz. Meryem, Kur'ân'da adı geçen tek hanımdır.
Ruh'ul-Kudüs hakkında: 2,253; 5,115; 16, 102. {KM, Mezmurlar 51,13; İşaya 63,10-11}
Îsâ: Süryanîce İşû'dur. Nitekim bazı Hıristiyanlar Yesû, Frenkler Jesus derler. Bunun ism-i mensubu (sıfatı) olan Jezvit (Jesuite) İsevî, diğer bir tabirle Yesûî demek ise de, Katolik papazların özel olarak kurdukları cemiyete has bir isim olmuştur.
Meryem: Süryanî dilinde "hizmetkâr" demektir. Ruhu'l-kudüs: Kelime olarak, fevkalâde temizlik, nezahet yahut bereket ruhu veya mukaddes ruh mânasına gelir. Ekseri müfessirlerce Cebrâil (a.s.) olarak tefsir edilmektedir.
88 - "Kalplerimiz perdelidir." dediler. Öyle değil! Kâfirlikleri sebebiyle Allah onlara lânet etti.
Onun için pek az iman ederler. [41,5; 4,155] {KM, Tekvin 17,7; Levililer 12,4; Tesniye, 30,6; Yeremya 9,26}
Âyette geçen gulf, ağlef'in çoğuludur. Gulfe veya gılaf'dan "kabuklu" yani "sünnetsiz" ya da "kılıflı" demektir ki, burada kelime "kaşarlanmış" mealindedir. O Yahudiler böyle diyerek Hz. Muhammed (a.s.)'ın dâvetine karşı kalplerinin kapalı olduğunu ve bunları dinlemeye, anlamaya yanaşmak niyetinde olmadıklarını, alay ve küçümseme ile söylemek ve akıllarınca iftihar etmek istediler.
"Sünnetsiz kalb" tabirinin "nankör, inkârcı kalb, Allah'a verdiği ahdi bozan kalb" mânasına Tevrat'ta da kullanıldığını görmekteyiz. Bazı Beni İsrail peygamberleri Yahudileri "sünnetsiz kalb" taşıdıklarından ötürü acı bir şekilde kınamışlardır (Tesniye 30,6; Yeremya 9,26).
89 - Onlara, Allah tarafından, ellerindeki Tevrat'ı tasdik eden bir kitap gönderildiği zaman.
Daha önce kâfirlere karşı zafer kazanmak için "ahir zaman Peygamberi hakkı için" diye dua ettikleri halde.
Evet o tanıyıp bekledikleri Peygamber kendilerine gelince, onu inkâr ettiler.
Bu sebeple sebeple, Allah'ın lâneti de kâfirlerin boynuna olsun!
Kur'an'ın Tevrat'ı tasdiki: 1- Allah'a, peygamberlere, meleklere, ahirete, kadere iman gibi Tevrat'ta yer alan din esaslarını vurgulaması 2- Hz Muhammed (a.s.m)'ın gelmesiyle Tevrat'ta son peygamberin geleceğine dair yer alan haberlerin gerçekliğini fiilen ispatlaması tarzında olur.
Yahudilerin kendi kitaplarındaki bilgilere dayanarak, yakında gelecek bir Peygamber bekledikleri Medine'de meşhur idi. Şu söz devamlı ağızlarında idi: "Şu putperestler biraz daha hükmetsinler bakalım! Peygamber geldiğinde onların hesabını göreceğiz." Fakat o gelince, sırf ırkçılık sebebiyle ona düşman oldular.
90 - Bunların, kendilerini uğruna sattıkları şey ne kadar da fena!
Allah'ın kullarından dilediği birine kendi lütfundan vahiy indirmesini kıskanarak,
Allah ne indirdiyse hepsini inkâr ettiler de gazap üstüne gazaba uğradılar!
Kâfirler için zelil ve perişan eden bir azap da vardır.
91 - Onlara: "Allah'ın indirdiği bu Kur'ân'a da iman edin!" denildiği vakit:
"Biz sadece bize indirilene inanırız!" derler.
Kur'ân, ellerindeki Tevrat'ı tasdik eden hak kitap olmasına rağmen,
kendi kitaplarından başkasını inkâr ederler. Onlara de ki: "Size gönderilen Tevrat'a inanma iddianızda samimi iseniz,
peki ne diye daha önce, Allahın nebîlerini öldürüyordunuz? [61,6]
92 - Mûsâ size en açık delil ve mûcizelerle geldi de, sonra kalkıp, onun yokluğunda buzağıyı tanrı edindiniz.
Siz öyle zalimlersiniz işte!"
93 - "Size verdiğimiz kitaba kuvvetle sarılın ve onu dinleyin" diye Tur'u (Dağı) tepenize kaldırıp sizden (atalarınızdan) kesin söz aldık.
Onlar: "Dinledik ve fakat isyan ettik." dediler.
Çünkü kâfirlikleri sebebiyle buzağıya tapma sevgisi iliklerine işlemişti.
De ki: "Eğer mümin iseniz, imanınız size ne kötü şey emrediyor!"
94 - De ki: Eğer Allah katında âhiret yurdu (cennet) bütün insanlar içinde yalnız size ait ise ve bu iddianızda samimi iseniz haydi ölümü istesenize! [62,6-8; 19,75; 3,61]
95 - Fakat elleriyle yaptıkları işler ortada iken, ölümü asla istemezler.
Allah o zalimleri pek iyi bilir.
96 - İnsanlar içinde dünya hayatına en hırslı olanların onlar olduğunu görürsün.
Hatta bu hırsta müşriklerden bile daha ileridirler.
Onlardan her biri bin yıl yaşamak ister. Fakat uzun ömür onu cezadan uzaklaştıracak değildir.
Allah, onların bütün yaptıklarını görür.
"Âhiret sırf bizimdir." demek, öldükten sonra herkes ya mahvolup yok olacak, sadece biz kalacağız; ya da herkes cehenneme gidecek, yalnızca biz cennete gideceğiz ve orada biz mutlu olacağız." demek olur. Ölümden sonra böyle ebedi bir mutluluğun yalnız kendilerine ait olduğuna cidden inanmış olanların, zahmetler, elemler ve kederlerle dolu olan şu üç - beş günlük dünya hayatına sımsıkı sarılmalarının hiçbir anlamı yoktur. Bu düşüncede olanların bir an önce ölümü temenni etmeleri gerekirken, onlar asla istemezler. Zira âhiret için hazırladıkları şeyler; zulümler, cürümler, cinayetlerdir. Yani bunlar zaten sabıkalı kimselerdir. O kirli ellerin neler yaptığını, âhirete ne yüzle varacaklarını vicdanları duyar da dünya cennetinden vazgeçmezler, ölümü isteyemezler. Allah o zalimleri bilmez mi sanıyorlar ki, âhiret yurdu bizimdir, diyorlar. Oysa Allah bütün zalimleri bilir.
Bu ruh hali, kaçınılmaz olarak iki sebebin birinden ayrı değildir. Ya bunlar: "Âhiret sırf bizimdir." derken, bunun yalan olduğunu bilerek söylüyorlar. Böylece âhirete asla inanmıyorlar demektir. Ya da bunların maksadı gerçek âhiret olmayıp bekledikleri dünyevî bir gelecektir. Gerçekten Yahudiler son devirlerde âhiret kavramını tahrif ve tevil ederek şu ideale sahip olmuşlardır: Kendilerine vaad edildiğini ileri sürdükleri kutsal topraklarda devlet kurduktan sonra, bütün dünyayı istila edecekler, dünyanın tek devleti olacaklardır.
97 - De ki: "Kim Cebrâil'e düşman ise iyi bilsin ki, bu Kur'ân'ı daha önceki kitapları tasdik etmek, inananlar için bir rehber ve müjde olmak üzere, Allah'ın izniyle senin kalbine o indirmiştir. [4,150-151; 19,64; 66,4] {KM, Daniel 8,16-26; 9,21-27; Luka, 1,26-37}
98 - Kim Allah'a, meleklerine, resullerine, Cebrâile, Mikâil'e düşman ise, iyi bilsin ki, Allah da kâfirlerin düşmanıdır.
Peygamber Efendimiz (a.s.) Medine'ye hicret buyurduklarında Fedek Yahudilerinin bilginlerinden Abdullah ibn Sûriya, münazara için bir grupla geldi. Sorduğu dört müşkil soruya doğru cevaplar aldıktan sonra; vahiy getiren meleği sorup "Cebrâil" cevabını alınca "O bizim düşmanımızdır, o savaş ve şiddet getirir, bizim elçi meleğimiz Mikâil'dir ki; o, müjde, bereket, ucuzluk getirir. Eğer sana o gelseydi iman ederdik." Bu uzun kıssa üzerine bu âyet nazil olmuştur. Hz. Ömer'le ilgili başka bir nüzul sebebi daha rivayet edilir.
99 - Biz sana apaçık âyetler indirdik.
Onları yoldan çıkan sapıklardan başkası inkâr etmez.
100 - O fâsıklar hem bunları reddedecek, hem de ne zaman bir anlaşma yapsalar, içlerinden bir güruh onu bozup atıverecek öyle mi?
(Hatta sadece az bir güruh da değil), onların ekserisi ahit tanımaz imansızlardır.
101 - Onlara, Allah katından, ellerinde ki Tevrat'ı tasdik eden bir Peygamber gelince, O Ehl-i kitaptan bir kısmı, güya gerçeği hiç bilmiyorlarmış gibi, Allah'ın kitabını arkalarına atarak ondan yüz çevirdiler de [7,157; 2,89-91]
102 - Tuttular, Süleyman'ın hükümranlığı hakkında şeytanların uydurdukları sözlere tâbi oldular.
Halbuki Süleyman küfre gitmemişti. Fakat asıl o şeytanlar küfre gittiler.
Halka sihiri ve Babil'de Hârut ve Mârut adlı iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı.
Oysa o ikisi: "Biz sırf imtihan için gönderildik, sakın kâfir olma!" demedikçe hiç kimseye sihir öğretmezlerdi.
İşte bunlardan koca ile karısının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı.
Fakat Allah'ın izni olmadıkça onlar bununla hiç kimseye zarar veremezlerdi.
Onlar kendilerine zarar getirip fayda vermeyen şeyler öğreniyorlardı.
Büyüye müşteri olan kimsenin âhiretten nasibi olmadığını pek iyi biliyorlardı.
Karşılığında kendi varlıklarını sattıkları şey ne kötü! Keşke bunu anlasalardı! [17,10]
Yahudiler dünya ülkelerine dağılıp parçalanınca (özellikle Babil esareti sırasında) büyü kabilinden şeyleri öğrendiler. Bu sihiri de Hz.Süleyman (a.s.)'a bağladılar. Allah'ın kitabından uzaklaştılar. Kur'ân Hz. Süleyman (a.s.)'ın, sadece büyüden değil, Tevrat'taki diğer bazı isnatlardan da beri olduğunu bildirir. Büyüden başlıca maksatları, karı kocayı ayırmaktı. Bu da onların ahlâkça ne derece düştüklerini gösterir.
103 - Şayet onlar iman edip (sihir gibi) haramlardan sakınmış olsalardı, Allah katından kendilerine verilecek mükâfatlar elbette haklarında daha hayırlı olurdu.
Keşke bunu bilselerdi!
104 - Ey iman edenler! (Siz, onların böylesi kötü etkilerine karşı uyanık olun, mesela) "Râina" demeyin, "Unzurna" deyin ve dinleyip itaat edin.
Kâfirler için acı veren bir azap vardır. [4,46]
Bu âyetten itibaren, müminler Yahudilerin kurdukları tuzaklara karşı uyarılıyorlar. Onlar Hz. Peygamber'e görünüşte saygı gösterseler de, daima onun bir açığını yakalamak için pusuda bekliyorlardı. Kaypak, müphem kelimeler kullanıyorlardı. Mesela: Müslümanlar, Efendimize: "Bizi gözet, himmet et" anlamında râina derlerdi. Buna benzer raina kelimesi İbranîce'de hakaret ifade eder. Bunu fırsat bilerek, ağızlarını eğip bükerek, bu kelime ile Hz. Peygamber'e hitap ederlerdi. Âyet, onların maskelerini indiriyor.
105 - Gerek Ehl-i kitaptan gerek müşriklerden olsun, kâfirler,
Rabbinizden size herhangi bir hayır indirilmesini arzu etmezler.
Fakat Allah rahmetini dilediğine seçip ihsan eder.
Allah büyük lütuf sahibidir.
106 - Biz, daha hayırlısını veya benzerini getirmedikçe, herhangi bir âyetin hükmünü neshetmez veya ertelemeyiz.
Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmez misin? [16, 101; 22,52]
Hem nesheden, hem de neshedilen âyetler, Kur'ân metni olma bakımından eşit değerdedirler. Daha hayırlı olma, o hükmü uygulayanların elde edecekleri sevap yönündendir.
Nesh: Dilde nakil veya izale anlamındadır. Istılahta: "Şariin, şer'î bir hükmü, daha sonraki şer'î bir delille kaldırması"dır. Allah Teâlâ insanlığı Cahiliye anarşisinden İslâm'a çıkarırken köprü konumundaki sahâbe neslini eğitmede neshi bir metod olarak kullanmıştır. Geçiş döneminin, muayyen bir vakit için yapılmış bazı istisnalar ihtiva etmesi kaçınılmazdır. Esasen nesh, bir yönü ile, vahyin bölüm bölüm indirilmesinin bir tezahürüdür. Biz insanlara göre değiştirme görünen durum, Allah Teâlâ bakımından nihaî hükmü beyan etmedir. Ancak bize, ilk hükmün sona ereceği vakit bildirilmediğinden, sınırlı ilmimiz, bu işi yürürlükten kaldırma sanmaktadır. Allah, mahlûkatı yaratmadan önce nâsihi de mensûhu da bilir. Fakat yüce hikmetiyle, mensûh olan ilk hükmün, muayyen bir vakitte sona erecek bir hikmet ve maslahat (işlev) ile sınırlı olduğunu da bilmektedir. Neshe bir misal verelim: Miras paylarındaki nihaî hüküm (4,11-12) gelmeden önce, anne ve baba gibi yakınlara vasiyetle mal bırakma farz kılınmıştı (2,180). Neshin çok az örneği vardır. İtikadî bir konu değil, ilmî bir değerlendirmedir.
107 - Bilmez misin ki göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır.
Sizin O'ndan başka ne bir hâminiz, ne de bir yardımcınız yoktur.
108 - Yoksa siz daha önce Mûsâ'dan istendiği gibi Resulünüzden de olur olmaz şeyler istemek, onu sorguya çekmek mi istiyorsunuz?
Kim imana bedel inkârı alırsa, artık doğru yoldan sapmış olur. [4,153]
109 - Sırf nefislerinden ileri gelen bir kıskançlık sebebiyle, Ehl-i kitaptan birçok kimse, gerçek kendilerine ayan beyan belli olduktan sonra, sizi imanınızdan uzaklaştırıp kâfir haline çevirmek isterler.
Yine de Allah bu husustaki emrini bildirinceye kadar affedin ve hoşgörün.
Şüphesiz Allah her şeye kadirdir. [3,186]
110 - Namazı hakkıyla eda edin, zekâtı verin.
Dünyada hayır olarak ne yapıp gönderirseniz, mutlaka onun mükâfatını âhirette Allah katında bulursunuz.
Zira Allah işlediğiniz her şeyi görmektedir.
111 - Bir de: "Yahudi veya Hıristiyan olanlardan başkası cennete asla giremez!" dediler. Bu onların kendi kuruntuları... Sen de ki: "İddianızda tutarlı iseniz haydi delilinizi ortaya koyun!" [5,18]
112 - Hayır, iş öyle değil! Kim halis olarak kendisini Allah'a teslim edip güzel davranışlarda bulunursa Rabbinin nezdinde onun mükâfatı olacaktır. Onlar ne korkacak ve ne de üzüntü duyacaklardır. [3,20; 4,142]
Cibril hadisi diye meşhur olan ve Cebrâil (a.s.)'ın İslâm'ı mükemmel bir özetlemesini ihtiva eden hadîs-i şerîfe göre İhsan: "Senin Allah'ı görüyormuşçasına O'na ibadet etmendir. Çünkü sen O'nu göremiyorsan da O seni görüyor." Burada bu anlamda veya geniş mânası ile ihsan (iyilik yapmak, iyi davranışlarda bulunmak) kasdedilebilir.
113 - Yahudiler: "Hıristiyanlar hakikî bir din üzere değil."
Hıristiyanlar ise: "Yahudiler hakikî bir din üzere değil." dediler.
Halbuki her iki topluluk da kitabı (Tevrat ve İncîl'i) okumaktalar.
Dini bilmeyenler de onlarınkine benzer sözler söylediler.
Allah, kıyamet günü anlaşamadıkları hususlarda hükmünü verecektir. [22,17; 34,26; 2,62]
Okudukları kitaba uysalardı böyle bir iddiada bulunmazlardı
Bilmeyenlerden maksat: Arap müşrikleri, putperestler, dinsizler olup bunlar da, Yahudiliğe, Hıristiyanlığa, semâvî dinlere karşı "hiçbir hakikate istinad etmez, aslı yoktur." dediler.
114 - Allah'ın mescitlerinde Allah'ın adının anılmasını engelleyip oraların ıssız ve harap hale gelmesine çalışanlardan daha zalim kim olabilir?
Bunlar oralara ancak korka korka girebilirler.
Onlar için dünyada zillet, âhirette ise müthiş bir azap vardır. [9,17-18-28]
115 - Doğu da Batı da Allah'ındır.
Hangi tarafa dönerseniz, orada Allah'a itaat ve ibadet ciheti vardır.
Muhakkak ki Allah'ın lütfu ve rahmeti geniştir, ilmi her şeyi kuşatır.
116 - Bir de: "Allah evlat edindi." dediler.
Hâşa! O böyle şeylerden münezzehtir.
Bilakis göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nun mahlûkudur.
Hepsi O'nun emrine boyun eğmektedir. [19,88; 112,1-4; 13,15] {KM, Tekvin 6,2.4; Eyup 1,6; Mezmurlar 2,7. Luka 3,38; Matta 26,63; 5, 44-45; Luka 6,35}
117 - O, gökleri ve yeri yoktan var edendir.
Bir şeyi yaratmak isteyince sadece "ol!" der, oluverir. [36,82; 16,40; 54,50]
118 - Gerçeği bilmeyenler dediler ki: "Allah bizimle konuşmalı veya bize bir mûcize gelmeli değil miydi?"
Onlardan öncekiler de buna benzer sözler söylemişlerdi.
Kalpleri nasıl da birbirine benziyor!
Gerçekleri iyice bilmek isteyenler için delilleri apaçık gösterdik. [74;52; 6,124; 51,52-53]
119 - Biz seni sırf Kur'ân'la müjdelemen ve uyarman için gerçeğin ta kendisi olarak gönderdik.
Yoksa sen cehennemliklerden ötürü sorguya çekilecek değilsin. [3,20; 88,22; 50,45]
Onun hak peygamber olduğunun en bariz delili, kendi şahsîyetidir. Mekkeliler, hayatı boyunca, onun ahlâkını biliyorlardı. İnsanlara bile hiç yalan söylemeyen bu faziletli ve dine bağlı insanın, uydurduğu birtakım sözleri Allah'a mal etmesi aklın alacağı bir şey değildir.
120 - Ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar, sen onların dinlerine tâbi olmadıkça asla senden razı olmazlar.
Sen de ki: "Allah'ın hidâyet yolu olan İslâm, doğru yolun ta kendisidir.
Sana gelen bunca ilimden sonra onların heva ve heveslerine uyacak olursan,
Allah'a karşı hiçbir koruyucu ve yardımcı bulamazsın.
121 - Kendilerine verdiğimiz kitabı, lâyık olduğu şekilde okuyup izleyenler var ya, işte onu tasdik edenler onlardır.
Kim onu inkâr ederse, işte onlar hüsrana uğrayacakların ta kendileridir. [5,66-68; 17,107-108; 28,52-54]
Abdullah İbn Selâm (r.a.) gibi, hem Tevrat'ı hem de Kur'ân'ı ve son Peygamberi tasdik eden zevat buna dahildir. Cafer İbn Ebi Talib (r.a.) beraberinde Habeşistandan, bir gemi ile gelip Ashab-ı sefîne denilen (32'si Habeşistan'lı, 8'i Şam rahiplerinden olan) kırk kişi de bu cümledendir.
122 - Ey İsrail'in evlatları! Size ihsan ettiğim nimetimi.
Ve sizi vaktiyle diğer insanlara üstün kıldığımı hatırlayın.
123 - Öyle bir günden sakının ki,
O gün hiçbir kimse bir başkasının yerine ödeme yapamaz,
Hiçbir kimseden fidye kabul edilmez
Ve kendisine şefaat fayda etmez.
Onlara yardım da edilmez.
124 - Şunu da hatırda tutun ki: Bir vakit Rabbi İbrâhim'i birtakım emirlerle sınamıştı.
O da onları hakkıyla yerine getirdiğinden Rabbi kendisine: "Seni insanlara önder (İmam) yapacağım." dedi.
İbrâhim: "Ya Rabbî, neslimden de önderler çıkar!" deyince, Allah: "Zalimler ahdime (nübüvvete) nail olamazlar." buyurdu. [6,161; 16,120-123; 3,67-68; 37,113; 14,40; 22,78] {KM, Tekvin 12,1; 17,11; 22,1-10; Matta 3,9; Luka 1,73}
125 - Biz Beytullâh'ı insanlara sevap kazanmaları için toplantı ve güven yeri kıldık.
Siz de Makam-ı İbrâhim'i namazgâh edininiz! İbrâhim ile İsmâil'e de: "Tavaf edenler, itikâfa girenler, rükû ve secde edenler için bu Evimi tertemiz bulundurun!" diye emretmiştik. [14,35-41; 9,109; 22,26-29; 2,187, 3,97] {KM, Tekvin 17,2.23}
İtikâf: Cemaatle namaz kılınan bir mescitte, ibadet niyeti ile belirli bir zaman kalmak demektir.
126 - Ve o vakit İbrâhim: "Ya Rabbî, burayı güvenli bir şehir yap.
Buranın halkından Allah'a ve âhiret gününe iman edenleri çeşit çeşit mahsullerle rızıklandır!" dedi.
Bunun üzerine buyurdu ki: "Onlardan inkâr edeni dahi rızıklandırıp az bir zaman hayattan nasip aldırır, sonra da onları cehennem azabına sürerim.
Orası varılacak yer olarak ne fena bir yerdir!" [14,35; 27,91; 28,57; 29,67; 95,3]
127 - İbrâhim ile İsmâil beytullah'ın temellerini yükseltirken şöyle dua ediyorlardı.
"Ey bizim Kerîm Rabbimiz! Yaptığımız bu işi kabul buyur bizden!
Hakkıyla işiten ve bilen ancak Sen'sin."
128 - Ey bizim Kerîm Rabbimiz! Bizi, yalnız Sana boyun eğen müslüman kıl.
Soyumuzdan da yalnız Sana teslimiyet gösteren bir Müslüman ümmet yetiştir.
Ve bizlere ibadetimizin yollarını göster, tövbelerimizi kabul buyur.
Muhakkak ki tövbeleri en güzel şekilde kabul eden, çok merhametli olan ancak Sensin!" [14, 40; 25,74]
129 - "Ey bizim Hakîm Rabbimiz! Onların içinden öyle bir resul gönder ki;
Kendilerine Senin âyetlerini okusun, onlara kitabı ve hikmeti öğretsin
Ve onları tertemiz kılsın.
Muhakkak ki azîz Sen'sin, hakîm Sen'sin! (Üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibisin!)"
Hz. İbrâhim (a.s.)'a bu duayı yaptıran Cenab-ı Allah, Hz. Muhammed (a.s.)'ı yaratıp Peygamber yapmakla onu kabul etmiştir. Vermek isteyince, istemeyi ilham etmiştir.
130 - Kendini bilmeyen ahmaktan başka kim İbrâhim'in dininden yüz çevirir ki?
Biz onu dünyada nübüvvetle müşerref kılıp seçtik. O âhirette de sâlihlerden olacaktır.
131 - Rabbi ona: "Kendini canı gönülden Hakka teslim et!" deyince o derhal: "Âlemlerin Rabbine teslim oldum" demişti. [6,79; 16,120-122; 11,7]
132 - Bu dini İbrâhim kendi evlatlarına vasiyet ettiği gibi Yâkub da böyle yaptı ve: "Evlatlarım! dedi, Allah sizin için bu dini seçti.
Sakın Müslümanlıktan başka bir din üzere ölmeyin." [21,72; 3,33-34]
İsrailoğulları Hz. Yâkub (a.s.)'ın neslinden geldiklerinden, özellikle onun adı zikrediliyor. Tevrat'ta Hz. Yâkub'un vefatı anlatılırken onun bu son isteği yer almaz. Fakat Talmud ayrıntılı bir şekilde anlatır (Mevdudî, Tefhim).
133 - Ne o, yoksa siz ölüm Yâkub'a gelip çattığında, o evlatlarına: "Benim ölümümden sonra kime ibadet edeceksiniz?" dediğinde siz orada mı bulunuyordunuz?
Onlar cevaben şöyle demişlerdi: "Senin İlahına, senin ataların İbrâhim, İsmâil ve İshak'ın İlahı olan Tek İlaha kulluk ederiz
Ve biz ancak O'na teslim olan müslümanlarız." {KM, Tekvin 49,1; 48,15}
134 - İşte onlar bir ümmetti, geldi geçti...
Onların kazandığı kendilerine, sizin kazandığınız da sizedir.
Siz onların işlediklerinden sorguya çekilmezsiniz.
135 - Bir de: "Yahudi veya Hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız" dediler.
De ki: "Biz bütün batıl dinlerden uzaklaşmış olarak İbrâhim'in dinine tâbi oluruz.
O hiçbir zaman müşriklerden olmadı."
136 - Deyiniz ki: "Biz Allah'a, bize indirilen Kur'ân'a,
Keza İbrâhim'e, İsmâil'e, İshak'a, Yâkub'a ve onun torunlarına indirilene
Ve yine Mûsâ'ya, Îsâ'ya,
Hülasa bütün peygamberlere Rab'leri tarafından verilen kitaplara iman ettik.
Onlar arasında asla bir ayrım yapmayız.
Biz yalnız O'na teslim olan Müslümanlarız." [4,150; 2,285] {KM, Tekvin 56 ve 59. bölümler; Yuşa 3,12}
137 - Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, doğru yolu bulmuş olurlar.
Yok yüz çevirirlerse, mutlaka size karşı bir ayrılık ve düşmanlık içindedirler.
Bu takdirde ise onların hakkından gelmek için Allah sana yeter. O hakkıyla işitir ve bilir.
138 - Siz Allah'ın verdiği rengi alınız.
Allah'ın boyasından daha güzel boya vuran kim olabilir?
"Biz ancak O'na ibadet ederiz." deyiniz.
Hrıstiyanlar çocuklarını sarımtırak renkteki vaftiz suyuna daldırmakla onların gerçek anlamda dine girdiklerine inanırlar. Dini boyaya benzetmek gerekirse: "Biz, Allah'ın doğuştan her insana verdiği temiz fıtrat olan "Allah'ın boyasıyla boyandık." demenin uygun olduğu bildiriliyor.
139 - Ve de ki: "Allah hem bizim Rabbimiz, hem de sizin Rabbiniz olduğu halde,
Siz bizimle Allah hakkında mı münakaşa ediyorsunuz?
Bizim yaptıklarımızın karşılığı bize, sizin yaptıklarınızınki ise size ait.
Biz tam bir samimiyetle yalnız O'na bağlıyız." [10,41; 3,20; 3,67-68]
140 - Yoksa Siz İbrâhim, İsmâil, İshak ve Yâkub'un ve onun evlatlarının Yahudi veya Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz?
De ki: Siz mi daha iyi bileceksiniz yoksa Allah mı?
Allah'ın, kitabı vasıtasıyla kendisine ulaştırdığı hakikati gizleyenden daha zalim kim olabilir?
Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir. [3,67]
Yahudilik özel âyinleri ve düzenlemeleri ile M.Ö. dördüncü asırda şekillenmiştir. Hıristiyanlık Hz. Îsâ'nın dünyadan ayrılıp göğe yükseltilmesinden çok sonra şekillenmiştir. Dolayısıyla bu tarihlerden önce yaşamış olan peygamberlerin, tarihî olarak bu dinlere mensup olmaları mümkün değildir. Hal böyle olunca Kur'ân, Allah nezdinde makbul olmak için, Allah'ın bütün peygamberleri tarafından bildirilen ve bütün çağlarda yaşayan iyi insanların uyduğu evrensel yolu kabul etmelerinin gerekli olduğunu vurguluyor.
141 - İşte onlar bir ümmetti geldi geçti...
Onların kazandığı kendilerine, sizin kazandığınız da sizedir!
Siz onların işlediklerinden sorguya çekilmezsiniz.
142 - Akılsız insanlar: Bu Müslümanları daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?" diyecekler.
De ki: "Doğu da Batı da Allah'ındır. O dilediği kimseyi doğru yola yöneltir. {KM, Tekvin 2,8; Çıkış 26,22; Hezekiel 47,1. Luka 1,78}
Buharî'nin Berâ (r.a.)'dan naklettiği bir hadiste o şöyle demiştir: "Hz.Peygamber (sas) Medine'ye ilk teşrifinde, Ensar'dan olan dayılarının yurduna misafir oldu ve on altı, on yedi ay Kudüs'te bulunan Beytü'l-Makdis'e doğru namaz kıldı. Halbuki kıblesinin, Mekke'deki Beytü'l-Haram'a doğru olmasını arzu ederdi. Kâbe'ye yönelerek ilk kıldığı namaz, ikindi namazı olmuştu. Bir cemaat da onunla birlikte kıldılar. Ondan sonra, birlikte namaz kılanlardan biri çıktı. Mescidin birinde bulunan bir cemaate, onlar namazda iken uğradı. Onlar "Resulullah (sas) ile Mekke'ye doğru namaz kıldığıma Allah için şâhitlik ederim." deyince, onlar namazlarını bozmadan Kâbe'ye döndüler." Bu mescid, Beni Hârise mescidi olup, Mescid-i Kıbleteyn (iki kıbleli) mescit olarak günümüzde de Medine-i Münevvere'de bulunmaktadır.
Âyetin son kısmı, kıble yönünün, Allah'ın sadece o tarafta olduğu mânasına gelmediğini kesin bir tarzda belirtmektedir.
 
Geri
Üst