Roman Özetleri

[align=center]Beyaz Lale
(Ömer Seyfettin)
[/align]
KİTABIN ADI : BEYAZ LALE
KİTABIN YAZARI :
ÖMER SEYFETTİN
YAYIN EVİ VE ADRESİ :
BİLGİ YAYINEVİ-ANKARA
BASIM YILI :
1976


KİTABIN KONUSU

Balkan Savaşı sırasında, Bulgar asıllı bir binbaşı tarafından, Türk köylerinde özellikle kadın ve kız çocuklarına yapılan işkenceler bütün gerçeğiyle gözler önüne serilmiştir. Ayrıca buradaki Türkleri vaftizleyip Hristiyan yapıldıktan sonra nasıl öldürükleri anlatılmaktadır.Amaçları özgür bir Bulgartoplumu yaratmaktır.

KİTABIN ÖZETİ

Balkan Savaşından sonra bazı Türk köyleri bozguna uğramıştır.Bulgar asıllı binbaşı Radko Balkaneski’ nin bunda çok büyük payı olmuştur.Bu binbaşı Galatasaray Sultanisini bitirmiş,iyi tahsil görmüş bir kişidir.


Serez’ de bulunan Türkler oldukça zengindiler. Bu binbaşının amacı buradaki müslümanların kaçamayanlarını toplamak, ilk önce işkence ile kasalarındaki ve bankalarındaki paralar alınıp, bu paralar Bulgar mekteplerine verilecektir. Daha sonra Türkler vaftizlenip Hristiyan yapıldıktan sonra öldürülecektir

Binbaşı Rako’ nun diğer bir amacı bu köylerdeki en güzel Türk kızını seçmektir.Binbaşıya göre 45 yaşı üzerindeki kadınlar ve 60 yaşı üzerindeki erkeklerin vaftizlenmesi uygun değildir. Genç bir Türk kadınının karnında on beş tane düşman taşıdığını düşünmektedir. Bu yüzden bir genç kadını veya bir kızı öldürmek on beş tane birden düşman öldürmek demektir.
Binbaşı Radko’ nun en büyük işkencesi insanları soyundurup, kasaturayla vücutlarını yararak ateşe atmaktır. Çünkü vücudu yarılrn insan ateşte çok çabuk yanmaktadır.


Bir gün binbaşı Radko köydeki 45 yaşı altı kadınları toplatıp bunlara işkence yapmaya karar verir. Kadınlardan soyunmalarını ister.Kadınlar bu istek karşısında inat ederler. Radko elinde çocuk bulunan bir kadının çocuğunu alır ve ateşe atar. Kadın bunun üzerine Radko’ nun boynunu sıkmaya çalışır. Ama komitalar buna engel olurlar.Kadını ellerinden tutarak karnını kasaturayla oyarak ateşe atarlar.


İşkencelerden en ünlüsü ise “canlı çukur” adını verdikleri tekniktir. İlk önce yere şişman bir kadın yatırırlar, onun üzerine beğendikleri diğer ikinci bir güzel kadını yatırırlar ve bu üstteki kadını alttaki kadına bağlarlardı. Bu kadının karnını kasatura ile oyarlardı.Kadın böylece bir iki saat içinde inleye inleye, kıvrana kıvrana ölmekteydi.

Bütün bu olaylar yanı sıra Binbaşı Radko bütün köyü gezerek köydeki en güzel Türk kızını seçmeye çalışmaktadır. Herkesten topladığı isimlerden en çok göze çarpanları Hacı Hasan Beyin kızı Lale Hanım, Müderris Ahmet Efendinin kızı Naciye Hanım ve Kadri Ağanın kızı İclal hanımdır.Bunlardan Lale Hanım beyaz, Naciye Hanım kumral, İclal Hanım ise esmer tenlidir.Bu kızlardan Lale Hanımı seçer.Ve onu dünya güzeli ilan eder.


Hemen Lale Hanımın bababsı Hacı Hasan Beyi yanına çağırır.Ona evlerini birkaç günlük için çarın oğlu ziyarete geleceğinden dolayı kullanacağını söyler.Ayrıca evde sadece kızı Lale Hanımın hizmetçilik yapmasını ve onun dışındaki herkesin evden ayrılmasını söyler.Hacı Hasan Bey bunu kabul eder.Hemen kızını evde bırakarak evden oğlu ve eşiyle birlikte ayrılır. Binbaşı Radko Hacı Hasan Beyin evine giderek kapıyı çalar.Lale Hanım kapıyı açmamakta ısrar eder.Radko kapıyı açmamakta ısrar eder.Radko niyetinin kötü olmadığını sadece çarın oğlunun gelerek bir kaç gün için evde misafir olacağını söyler.Lale Hanım buna inanmaz ve kapıyı açmamakta ısrar eder.Binbaşı Radko, tekrar niyetinin kötü olmadığını sadece evi birkaç dakikalığına gezip görmek olduğunu bütün nezaketiyle söyler. Lale Hanım sonunda dayanamayarak kapıyı açar.


Radko içeri girer ve Lale Hanımı tam kafasında hayal ettiği gibi bulur.Evin odalarını gezmeye başlarlar.Birkaç oda gezdikten sonra artık dayanamayarak Lale Hanıma taciz etmeye kalkar.Lale Hanım Radko’ nun bu hareketleri karşısında bütün gücüyle direnir.Radko zorla onu öpmeye çalışır.Onu kucaklayarak yatağa ***ürür.Lale Hanımın artık bu işkencelere dayanacak gücü kalmaz.Aklına bir fikir gelir.Artık çok sıkıldığını biraz hava alması gerektiğini söyler.Radko sonunda Lale Hanımın yola geldiğini düşünerek sevinir.Ona hava alması için izin verir.Lale Hanım açık pencereye doğru gider ve hiç düşünmeden kendisini pencereden aşağıya çalılıkların arasına bırakıverir.


Bunu gören Radko sinirinden ne yapacağını bilmez. Hemen pencereden aşağıya bakar.Lale Hanımın yerde cansız bir şekilde uzandığını görür.Koşa koşa yanına gider ve Lale Hanımın öldüğünü görür.Onu alarak tekrar yatağa ***ürür. Ölü olduğu halde, vücudunun daha sıcak olduğunu düşünerek ona tacie etmeye kalkar.Tam o sırada bir komita gelir ve aşağıdan Binbaşı Radko diye seslenir.Hemen apar topar aşağıya iner.Komita Radko’ ya durumu öğrenmek için geldiğini söyler.Bu arada Lale Hanımın cesedi soğumuştur.Ona hiçbir şey yapamadığı için sinirinden etrafı kırıp döker.

KİTABIN ANAFİKRİ

Balkan Savaşı sırasında, halk çok kötü işkencelere maruz kalmakta, eli kolu bağlı olması ve hiç kimseden manevi destek alamaması nedeniyle, zorla nasıl Hristiyanlaştırılıp öldürülmesidir.

KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ

Binbaşı Radko Balkaneski : Gayet zeki ve akıllı bir kişidir.Ama halka yaptığı zulüm ve işkence onun acımasız, duygusuz ve karaktersiz biri olduğunu bize göstermektedir.


Hacı Hasan Efendi : Maddi durumu iyi olan bir zattır.Halk tarafından sevilen iki çoçuğu ve eşiyle geçinip giden birisidir.


Lale Hanım : Tartışılmaz köyün engüzel kızıdır.Ailesi tarafından iyi yetiştirilmiş kültürlü bir kızdır. Yapılan bu işkencelere boyun eğmektense ölmeyi yeğler.
 
MAİ ve SİYAH
(Halid Ziya UŞAKLIGİL)


Mir’-at-ı Şuun gazetesinin 10. yılı için yazı kuruluna verilen şölene, gazete yazarı yedi arkadaş katılır. Bunlar Ahmet Cemil, Sait, Raci, Hüseyin Baha, Ahmet Şevki, Saib ve Ali Şekip’den başkası değildir. Ahmet Cemil çocukluk arkadaşı Hüseyin Nazmi (Gencine-i Edep başyazarı) hakkında yapılan olumsuz eleştirileri kabul etmeyip, arkadaşlarının şiirlerinin yeni bir akıma öncülük ettiğini savunur. Raci başta olmak üzere, şiirdeki bu yenilikler hiç kimse tarafından kabul görmez.
Şölen bitipte herkes dağıldığın da Ahmet Cemil, Tepebaşı’nda Haliç’e bakan bir ağacın altında, mavi bir gökyüzü altın da mavi düşlere dalar. Düşlerin de çok ünlü bir şair olmak, bir gazete veya basımevi sahibi olmak, mutlu bir evlilik ve daha neler neler...
Bir yıldan beri basın dünyasının içinde olan Ahmet Cemil, bu camianın bir çok çirkefliğini gören ancak herkes tarafından sevilen bir insandır. Raci hiçbir şey olmamak üzere dünyaya gelen, ancak her şey olmaya çalışan, (özelliklede şair olamaya çalışan) kıskanç ve kin dolu biridir.
Baş yazar Ali Şekip alçak gönüllü, az konuşan, bilgili bir insandır.
Sait’in kendine özgü bir karakteri olmayıp, başkalarını taklit ederken, Saib gözü kulağı her yerde her şeyden haberdar, zayıf kuru bir çocuktur.
Yönetim memuru Ahmet Şevki Efendi ve İmtiyaz sahibi Hüseyin Baha Efendi temiz yürekli, ortalık karıştırmayan insanlardır.
Ahmet Cemil on dört yaşındayken, dava vekili olan babasının biriktirdiği üç beş kuruşla Süleymaniye’de aldığı evde annesi, kız kardeşi İkbal ve hizmetçileri Seher’le mutludurlar. O vakit yatılı okuyan Ahmet Cemil’in okulu bitirmesine bir yıl vardır.
Okuldaki en samimi arkadaşı olan Hüseyin Nazmi ile sürekli şiirler okur, tercümeler yaparlar. Hüseyin Nazmi varlıklı bir ailenin çocuğudur.
Babasının vefatından sonra evin geçimini üstlenmek zorunda kalan Ahmet Cemil önce kitabevlerine çeviri yapar ancak eline fazla para geçmez.
Mir’at-ı Şuun gazetesinde bir romanın tefrika edileceği haberini alan Ahmet Cemil, gazeteye başvurur ve bir hafta içinde bir romanı çevirmesi istenir. Gazeteye girişi böyle başlar.
Son sınıfta olan Ahmet Cemil, okul dönüşü sabahlara kadar çeviri yapar, derslerini ihmal eder ve gitgide zayıflar. Üstelik arkadaşı Hüseyin Nazmi ile de pek görüşmezler. Biri gündüzlü, diğeri yatılıdır.
Ahmet Cemil bir gün bir basımevi kuracağı ve önemli bir şair olacağı hayalleriyle durmadan çalışır. Üstelik haftada üç gece altı yaşlarında bir çocuğa evinden uzak bir mesafede, ders vermeye başlar.
Tüm bu şartlar altında diplomasını almayı da başarır.
Şölenin verildiği gecenin sabahı Ahmet Cemil gazeteye gittiğinde, Raci’nin oğlu ve karısını görür. Raci uzun zamandır sabaha karşı evine sarhoş gelmekte, başka kadınlara takılmaktadır. Kadın çocuğunun geleceğinden endişe etmektedir.
Gazeteye gelen Sait’le Saib, Raci’yi bir gece önce bir Alman şarkıcı kadınla gördüklerini söylerler. Bunun üzerine Ahmet Cemil ve Ahmet Şevki oraya gitmeye karar verirler.
O gün işini erken bitiren Ahmet Cemil, Hüseyin Nazmi’ye gider. Kapıda onu küçük kız kardeşi Lamia karşılar. Arkadaşı hakkında yapılan haksız eleştirilerden bahseder ancak Hüseyin Nazmi bunlara pek kulak asmaz.
Ahmet Cemil’in en büyük hayali insanlığın hayatını anlatan, yeniliklerle dolu bir şiir yazmaktır. Öyle ki bir gülümsemeyle başlasın, bir damla göz yaşıyla sona ersin.
Ahmet Cemil’in şiirde olmasını istediği şudur:
Örneğin hüzünlü bir parça; Faülün, faülün, faülün ölçüsüyle giderken, mefailiün, failatün, mefailün, failün ölçüsüyle bir duygusallık coşması, sonra; müstef’ilün, müstef’ilün ile bir durgunluk, daha sonra bir ıstırap hıçkırığı gibi tek bir ulün..... tıpkı bir müzik gibi.
Onun istediği tek düze bir anlatım değil, serbest kafiyeli ama birbirine uygun ve ahenkli bir şiir yazmaktır.
Hüseyin Nazmi, şiirini bitirdiğinde Ahmet Cemil için evinde bir şölen vereceğini söyler. Daha sonra Lamia’nın çaldığı piyanonun sesleri gelir ve onu dinlemeye giderler.
Ahmet Cemil Lamia’yı dinlerken onun bir kız oluşunu, büyüdüğünü hayal eder ve kendisinin karşısına çıkacak kızın kim olacağını düşünür. Küçük konser bitince Ahmet Cemil evden ayrılır.
Ertesi gün, akşamüstü Ahmet Şevki Efendi, onbeş yıldır hiç uğramadığı Beyoğlu’na gitmek istediğini söyler Ahmet Cemil’e. Hem de Raci’yi görebilmek için bir fırsattır bu. Raci’yi hiç sevmeyen bu iki dost, karısına ve oğluna üzülmektedirler.
Dolaşırken Raci’yi bir eğlence yerine giderken görürler. Onlarda içeri girerler. Burası Almanya’dan, Romanya’dan, Avusturya’dan geçinmek için gelen kadınların çalıştığı, müzikli bir yerdir.
Raci burada şarkıcılık yapan bir Alman kadına deliler gibi aşıktır. Ancak kadından hiç yüz bulamaz, üzüntüden kendini içkiye verir. Raci’nin bu durumu onları çok üzer ve oradan ayrılırlar.
Raci’nin oğlu Nedim artık gazetede çalışmaktadır. Raci’den başka herkes çocuğa güleryüz gösterir.
Mayıs başlarında bir Cuma günü, Ahmet Şevki Efendi, Ahmet Cemil’le konuşmak ister. Konu kızkardeşi İkbal’le ilgilidir. Basımevi sahibi Tevfik Efendi’nin, oğlu Vehbi Bey’i evlendirmek istediğini, uygun bir kız olup olmadığını, kendisinin de Ahmet Cemil’in kızkardeşi İkbal’i tavsiye ettiğini söyler.
Ahmet Cemil bir yandan evde yabancı bir insanın yaşamasından duyacağı rahatsızlıkları düşünürken, bir yandan da kızkardeşinin bu varlıklı insanla evlenerek hayatını kurtaracağını düşünür.
İkbal’e görücülüğe gidilir, beğenilir, ardından da istenir. Kısa süre içinde düğün yapılır. Ahmet Cemil ilk bir hafta hiç eve uğramaz, arkadaşı Hüseyin Nazmi’de kalır. Bir hafta sonra bir akşam yemeğinde aileye katılan Ahmet Cemil, bu evde kendini bir yabancı gibi hisseder ve artık haftada dört gece ders vermeye gider, eve geç vakit gelip, sabah erkenden çıkar.
İki ay kadar sonra, bir sabah annesi Sabiha Hanım gelir ve ikbal’in gizli gizli ağladığını, mutsuz olduğunu söyler. Ahmet Cemil kızkardeşinin ağzından birşeyler almak ister ama İkbal hiçbirşey belli etmemeye, mutlu görünmeye çalışır.
Aynı gün basımevine gittiğinde, Vehbi Bey’in babası Tevfik Bey’in on altı yaşında bir kızla evlendiğini duyar ve çok şaşırır.
O yılın kışı Ahmet Cemil’in dayanma gücünü tüketen bir sefillik dönemi olur. Bir yandan basımevindeki iş hayatı, bir yandan artık yetişemez olduğu ders vermeler ve evde bir türlü ısınamadığı eniştesi Vehbi Bey. Üstelik bütün gücüyle artık bitirip yayınlatmak istediği şiiri bütün vaktini alır. Nihayet bir haftalık ayıklamadan sonra artık şiiri küçük bir defter halini alır. Sonunda rahatlamıştır.
Şiirini en yakın arkadaşı Hüseyin Nazmi’ye okumak üzere yola çıkar. Yolda bir yıldır hiç görmediği Lamia’ya rastlar. Lamia artık bir genç kız olmuştur. Ona şiirinden bahseder. Yıllardan beri içinde tutuşan özlemlerin, tutkunun, sevginin gerçek sahibini arayan Ahmet Cemil, bu kişinin Lamia olduğunu fark eder ve ona delicesine sevdalanır.
Bir gece herkes yatmak üzere odasına çekilmek üzereyken kapı çalar ve Vehbi Bey’in babası Tevfik Bey’in felç olduğu haberi gelir.
Vehbi Bey daha ertesi sabah, basımevi yönetimine el koyar, hesapları sorar ve çalışanlara çirkin davranışlarda bulunur. Herkesi derin bir kaygı alır.
Akşam basımevine uğrayan Hüseyin Nazmi,Ahmet Cemil’i alarak evine ***ürür. Yolda basımevin de olanları anlatan Ahmet Cemil, bir taraftan da Lamia’yı görebilme umudu içindedir. Hüseyin Nazmi, arkadaşının şiir kitabını okuma törenini bir ay sonra yapacağı haberini alır.
Ertesi sabah basımevine girdiğinde, Raci’nin perişan halde olduğu haberini alır Nedim’den. Sevdiği Alman kadından yüz bulamayan Raci, iyice kendini içkiye vermiştir. Üstelik ciğerleri sökülürcesine öksürmekte ve günden güne erimektedir.
Vehbi Bey tarafından yönetimden çıkarılması düşünülen Ali Şekip, eniştesinden gelecek bir miktar parayla bir kağıtçı dükkanı açmak için girişimlere başlamıştır bile. Artık istenmediği yerde kalmak istemez.
Sıra Hüseyin Baha Efendi’dedir. Vehbi Bey onu da bir aylığa bağlayarak yönetimi tümden Ahmet Cemil’in idaresine bırakıp, boş yere çalışanlara para ödememeyi düşünür.
Sıra gazete müdürü Hüseyin Baha Efendi’dedir. Vehbi Bey’e göre, Ahmet Cemil, Sait ve Saib gazeteyi pekala yönetebilir, kendisi de memurluğa devam edebilirdi. Ancak kafasın da daha başka planlar vardır.
Vehbi Bey bir gün Ahmet Cemil’e, evini ipoteğe vererek kendisiyle ortak olmasını, basımevine bir taş makinesi ve benzinle çalışan bir makine alınarak daha çok kazanabileceklerini, her ay 25 lira ödeyerek evin borcunu ödeyebileceklerini söyler. Çaresiz Vehbi Bey kabul eder. Alınan yeni makineyle gerçekten iyi kazanç sağlanır ve geceleri üç arkadaş Sait, Saib ve Ahmet Cemil sırayla gazetede kalır, orada yer içerler.
Artık kitabını tamamlayan Ahmet Cemil, arkadaşı Hüseyin Nazmi’nin Erenköy’deki evinde verdiği şölene, edebiyat dünyasından birkaç kişiyle katılır. Hüseyin Nazmi’nin açılış konuşmasından sonra sıra Ahmet Cemil’in kendi şiirini okumasına gelir.
Hasan Latif Bey, İlhami Efendi, Raci, Süleyman Vahdet Efendi ve Hüseyin Nazmi; Ahmet Cemil’in okumaya başladığı şiiri, biraz kıskançlık, biraz şaşkınlıkla ve büyük bir dikkatle dinlemeye koyulurlar. Ahmet Cemil birara Lamia’nın kapıda belirdiğini görür, o an kanı donar ama belli etmemeye çalışarak okumaya devam eder.
Okuma bittikten sonra, herkes Ahmet Cemil’i kutlar ve bahçeye çıkılır. Raci, Ahmet Cemil’in kendisini eniştesine kovdurttuğunu ima eder. Ahmet Cemil büyük bir üzüntü duyarak yürürken, Lamia’nın yemek odasına girdiğini görür. Geri dönüp ona sevgisini açmayı düşünür ancak vazgeçer.
Düşünceler içinde geçen bir gecenin ardından sabaha karşı uyuyabilen Ahmet Cemil, birden defterinin olmadığını görür ve yemek odasın da unutulan defter, uşak tarafından getirilir.
Ertesi gün ev de İkbal’in ağlama sesini duyan Ahmet Cemil, kardeşinin derdinin ne olduğunu, bir yıldır süren evliliğin de neden mutsuz olduğunu sorar ama hiçbir cevap alamaz.
Odasına gelen annesi Sabiha Hanım, İkbal’in hamile olduğunu, Vehbi Bey’in hizmetçi kız Seher’i sıkıştırdığını, Lamia’yı sürekli aşşağılayıp dövdüğünü ve haftada birkaç geceyi yatalak babasının evin de, onun genç karısıyla geçirdiğini anlatır.
Ahmet Cemil ve annesi; İkbal’i kurtarmanın bir yolunu düşünmeye başlarlar. Eniştesinden artık iyice nefret eden Ahmet Cemil, evi kurtarmak için gazete de çalışmaya devam etmek zorunda olduğunu düşünür. Daha çok çalışacak, evin parasını kurtaracak, Lamia’yla evlenecek ve kızkardeşini bu adamdan ayırarak, ailece yeniden mutlu bir hayat sürecekler. Bu düşünceler içinde Lamia aklına gelir Ahmet Cemil’in, şiir defterini yeniden okumaya başladığın da, en son sayfada Lamia’nın el yazısını görür. “Tebrik ederim....” Artık Lamia’nın da kendisini sevdiğini ümit eder.
Sabah uyandığında, söküklerini tamir etmesi bahanesiyle İkbal’i odasına çağıran Ahmet Cemil, kızkardeşiyle azda olsa konuşma fırsatı bulur.
Gazeteye gittiğinde; önceki akşam okuduğu şiir hakkında, hiç de hoş olmayan eleştirilere arkadaşlarının gülüştüğünü, alay ettiğini görür. Sabah gazetelerde çıkan bu yazının Raci’ye ait olduğunu anlar.
Ahmet Şevki Efendi ona, üzülmemesi gerektiğini söylese de, o, bu yazıların herkes tarafından özellikle Lamia tarafından okunacağı düşüncesiyle kahrolur.
Ahmet Şevki Efendi şiirin anlaşılamamasının bu kadar önemli olmadığını, önemli olanın kız kardeşinin sorunu olduğunu söyler. Ahmet Cemil’in basımevinden ayrılamayacağını, makinaların parasını çıkarana kadar çalışarak evi kurtarmasını, sonrada İkbal’i kocasından boşattırabileceğini söyler.
Makinaların başına giden Ahmet Cemil, biraz dizgi düzeltme işleri yaparak avunmaya çalışır. O sırada Raci’nin çok kötü bir durumda yattığını öğrenir. Artık Onu bir hastaneye yatırmak gerekir. Her gün biraz daha ölüme yaklaşan Raci, Gureba Hastanesine yatırılır.
Akşam evde Vehbi Bey’in, diğer günlere göre daha farklı olduğu gözlenir. Odalarına çekildiğinde, kızkardeşiyle eniştesi arasında ciddi bir tartışma duyulur. Vehbi Bey, gazetelerde Ahmet Cemil hakkında çıkan haberlerin gazetenin onuruna dokunduğunu, bunu İkbal’in ağabeyine söylemesi gerektiğini söyler. İkbal bunu Ahmet Cemil’e çok zorlanarak söyler. Bu; gazeteden kovulduğu anlamına gelir.
Ertesi gün gazetede yönetim memuru Ahmet Şevki Efendi, Mir’at-ı Şuun gazetesinde yer alan bir yazıda, başyazarlığın Ahmet Cemil’den alınarak, daha önce üç dört kez kovulan Osman Tayyar’a verildiği haberini gösterir.
Ahmet Cemil makinaları alıp, kiraya vermek ya da bir basımeviyle ortak olmak, kendisinin de ders vermeye devam edeceğini düşünür ancak beş parasızdır. Üstelik makinaların borcu kendisine aittir. Evi kurtarmak için çaresiz, Vehbi Beyle çalışmak zorundadır.
Daha sonraki günlerde basımevine hiç uğramaz, eve geç gelir, erken çıkar, eniştesiyle yüz yüze gelmek istemez. Bu durumdan yararlanan Vehbi Bey, evin geçiminin kendisine yüklendiğini, Ahmet Cemil’in hiçbir işe yaramadığını bahane ederek, içkinin de dozunu kaçırarak İkbal’i daha fazla haşlar.
Makinaları vermeyeceğini söyleyen Vehbi Bey, evinde bir asalak besleyemeyeceğini söyleyip, kızı durmadan döver. Olanlara daha fazla dayanamayan Ahmet Cemil, Vehbi Bey’i dövmek ister ancak annesi bırakmaz. Eniştesi evden çıkınca İkbal’i görmeye giderler. İkbal böğrüne yediği tekme ile acılar içinde kıvranmaktadır.
Başka çare yoktur. Annesinin yüzük ve küpelerini Emniyet Sandığı’na rehine bırakıp, aldığı paralarla makinaları, dolayısıyla evi kurtarmak zorundadır. Elindeki paralarla telaşla eve gider. Telaş içinde Ahmet Cemil’i kapıda karşılayan Seher, İkbal’in durmadan kan kaybettiğini söyler.
Çocuk düşmüştür. Tekrar doktoru çağırır. İlaçlar alınır. Doktor durumunu pek iyi görmez. Ateşi bir türlü düşürülemeyen İkbal gitgide kötüleşmekte, ateşler için de sayıklamaktadır. Bir gece ağabeyini yanına çağırır ve o geceden sonra Ahmet Cemil kızkardeşini gece gündüz hiç yalnız bırakmaz
Ve bir gece İkbal, annesi ve Seher’in kolları arasında çırpınmaya başlar. Ahmet Cemil kardeşini kolları arasına alarak, sımsıkı sarılır ve iki kardeşin kolları son bir kez buluşur. İkbal, ağabeyinin kolları arasında can verir.
İkbal, derin bir yas içinde toprağa verilir. Ahmet Cemil eve döndüğünde kızkardeşinin odasına girip doya doya ağlar. Hayatından yarım yüzyıl geçmiş gibi çökmüş ve yaşlanmıştır Ahmet Cemil.
Ertesi gün Ali Şekip’in dükkanına giden Ahmet Cemil orada Ahmet Şevki Efendi’yle de karşılaşır. Arkadaşları herkesin başından mutlaka bir kere yas geçtiğini, bu kadar kendisini bırakmaması gerektiğini söyler.
Bu sırada Raci’nin oğlu Nedim’in gazete sattığını görürler ve Ahmet Cemil hep birlikte Raci’yi ziyarete gitmelerini ister.
Düşüncelerle geçen bir yolculuktan sonra, hastaneye varırlar. Raci’yi küçük bir odada, yatağa büzülmüş, iyice kötüleşmiş bulurlar. Çıkışta doktorlara durumunu sorduklarında pek umut olmadığını öğrenirler.
Ali Şekip’in dükkanına tekrar döndüklerinde, Ahmet Cemil, Hüseyin Nazmi tarafından yazılıp, cama iliştirilmiş bir not bulur. Hüseyin Nazmi, bu büyük felakete üzüldüğünü ve yasını paylaştığını, kendisine ulaşamadığını, verilecek pek çok haberi olduğunu söyler.
Ahmet Cemil bu haberin Lamia ile ilgili olduğunu düşünür. “Lamia’da beni sevdiğini ağabeyine söyledi ve evlenmek istediğini mi belirtti acaba? ” Bu düşünce ile akşamı zor eder.
Erenköy’e arkadaşının köşküne gider ve büyük bir merakla, vereceği haberleri söylemesini ister. Hüseyin Nazmi, Avrupa’da herhangi bir başkente atanmak üzere olduğunu ve bu arada Lamia’yı bir subayla evlendireceklerini söyleyerek, bu gencin bir resmini de gösterir.
Ahmet Cemil’in bütün hayalleri yıkılmıştır. Keşke daha erken davranıp Lamia’yı kendisine isteseydi. Ama evlenmek için yeterince kazancı olmadığı için, bunu yapamamıştır.
Bu yıkımın ardından, sabah erkenden kardeşinin mezarına gider ve orada kardeşi gibi kendisinin de umutsuzluğuna ağlar.
Dönüşte Raci’nin karısıyla karşılaşır. Kadın, oğlu Nedim’in geleceği için, babasından kalan hisse senetlerini bozdurarak, Raci’nin tedavi masraflarını karşılamak ister. Ahmet Cemil; kadınların neden bu kadar bağışlayan ve bu kadar yüce varlıklar olduğunu düşünür. Demek ki; eğer yaşasaydı, İkbal de kocasını affedecekti.
Babıali Caddesi’ni çıkarken, uzun zamandır hiç görmediği Vehbi Bey’le karşılaşan Ahmet Cemil, kendine alaycı bir gülümseme atan Vehbi Bey’in suratına olanca gücüyle, bütün intik***** alırcasına bir yumruk patlatır.
Artık rahatlamıştır. Ali Şekip’in dükkanına girer. Orada, Hüseyin Baha Efendiyle, Vehbi Bey’in kapıştığını öğrenir. Vehbi Bey artık aylığını ödemek istemez. Çünkü gazete haciz altındadır ve belki de kapatılacaktır. Ahmet Cemil, az önce attığı yumruğun verdiği memnuniyetle evine döner.
Ahmet Cemil, babasının ölümünün üzerinden geçen şu beş yılda, çok büyük hayaller peşinde koşup, en büyük acıları yaşamıştır. Artık Lamia da yoktur, İkbal de.Bir zamanlar bütün umudunu bağladığı eserini, şiir defterini eline alır. Okumak içinden gelmez.
Kemiklerini kırmak istediği bir düşman gibi defteri elinde sıkar ve sayfaları rastgele yırtarak sobada yakar.
Ne yapması gerektiğine karar verir. O da çok uzaklara gidecektir, Hüseyin Nazmi gibi. Birden aklına, bir gün arkadaşlarıyla Taksim Bahçesi’nde ellerine aldıkları şiir kitabından okudukları bir parça gelir. ”Mezarlığım başka bir hayat gürültüsünün ve kavgasının mahvolmuş kuvvetleriyle dolu; ama daha ölümlerinin bir birini izlemesi bitmiş olmadı.”
O zaman yüzüne son bir umutsuzluk direnişinin dayanma gücü gelir. Diplomasını alır eline. Bununla vilayetlerden birine gidecektir. Annesine düşüncelerini söyler. Sabiha Hanım, çaresiz, çok uzaklara gitme fikrini kabul eder.
Sirkeci’den ayrılacak sandala binmek üzereyken, Hüseyin Nazmi ile karşılaşır. Arkadaşı Avrupa’ya, kendisi ise herşeyden uzak olmak için; çok uzak ve her tarafı çöllerle kaplı bir vilayeti seçmiştir.
Bir saat sonra Loyd gemisi, Ahmet Cemil’i, annesini ve Seher’i, Kızıldeniz’e ***ürmek üzere yola çıkar.
Annesi ile Seher’i yerlerine yerleştirdikten sonra yukarı çıkan Ahmet Cemil, güverte de bütün hayatının muhasebesini yapar.
Bu siyah bir gecedir. Birden aklına Tepebaşı Bahçesi’nde, Haliç’e bakarak seyrettiği mavi gece ile yıldızlardan oluşan elmas yağmuru gelir.
Gözlerinin önünde o mavi gece ile bu siyah gece karşı karşıya gelir. MAVİ ve SİYAH.
O vakit denize bakar. Siyah bir deniz. Bu siyahlığın içine atlamak ve derinliklerine gitmek ister. Dalgalar onu çağırır gibidir. Ancak o derinliklere girdiğinde huzura kavuşacağını düşünür.
Evet, bir karar atılımı, küçük bir hareketle vücudunu denizin derinliklerine bırakmayı düşünürken bir sesle irkilir. Annesi yanı başında, neden yalnız oturduğunu sorar. Annesine geleceğini söyleyerek, bu siyah geceden ayrılarak, annesini izler.[/COLOR]
[/SIZE]
 
KİTABIN ADI-- BİR ÇİFT YÜREK
KİTABIN YAZARI-- MARLO MORGAN
YAYIN EVİ--DHARMA YAYINLARI
BASIM YILI-- 2001
SAYFA SAYISI-- 225


1. KİTABIN KONUSU:
Amerikalı bir kadının Avustralya’da yaşadığı ve tüm değer yargılarını değiştiren ruhsal bir yolculuktan bahsetmektedir.
2. KİTABIN ÖZETİ :
Gerçek bir olaya dayanan öykümüz; Marlo Morgan’a Kansas City’de doktorluk yaparken, bir sabah ofisine gelen telefonla başlar. Bir süreliğine Avustralya’da çalışmak için teklif alır. Hayatında bir değişiklik yapmak isyeyen Morgan bu teklifi kabul eder ve birkaç seneliğine Avustralya’ya yerleşir.
Avustralya’da çalışmalarını sürdürürken;Avustralya’nın yerli halkı olan Aborjinlere Amerikalıların Kızılderililere davrandıkları gibi kötü davranmalarından etkilenir. Onlara iyi davranarak onların sorunları ile ilgilenmeye başlar ve yerli halkın yaşantısına olan merakı gitgide artar.
Morgan’ın onların sorunları ile ilgilendiğini ve onları yakından tanımak istediğini gören bir grup aborjin kabilesi onu bir toplantıya davet ederler. Morgan Anakaranın diğer tarafında yaşayan ve kendi benliğini kaybetmemiş, böyle bir Aborjin kabilesi ile tanışacağı ve onlar hakkında daha fazla bilgi sahibi olacağı için bu toplantıya özel bir şekilde hazırlanır. Ayrıca şehirde yaşayan Aborjinlere yaptıklarından dolayı taktir bekleyen yazar için bu toplantı hiçde beklediği gibi gerçekleşmez. Oota adında bir Aborjin eski bir jiple gelerek Morgan’ı toplantı yerine ***ürmek için alır. Uzun bir süre çölün ortasında gittikten sonra toplantı yerine geldiklerinde yazar kendisini bir grup yerli ile ıssız çölün ortasında bulur.
İlk olarak tüm eşyaları çıkartılan Morgan’a kuşanacağı bir bez parçası verirler. Tüm eşyaları ve kendisi ile birlikte kutsanır.Yerlilerin arasına kabul edildikten sonra tüm eşyaları yakılır. Birbez parçası ile yalın ayak kalan Morgan’dan kendileri ile birlikte yapacakları yürüyüşe gelmelerini isterler. Bu teklifi kabul eden Morgan için çölü boydan boya katedeceği ruhsal yolculuk burada başlar.
Bu kabilede insanlar isimlerini hayatları süresince yapmış oldukları işlere veya olaylara göre almakta ve değiştirebilmektedir. Bu nedenle; modern toplumdan geldiğinden ve insan olarak sahip olması gereken değerleri köreldiğinden Morgan’a “mutant” adını takarlar ve onun tekrar yaşamın gizemini görmesini sağlayarak değişime uğratırlar. Kabilede kendilerini “gerçek insanlar” olarak adlandırırlar.
Yazar yolculuk boyunca önceden ilkel olarak gördüğü bu insanların doğa ile nasıl iç içe yaşadıklarını; bu kupkuru çölde asla aç ve susuz kalmadıklarını; konuşmadan birbirleri ile iletişim kurduklarını; karşılaştıkları her tür sağlık sorununu çözecek bir birikime sahip olduklarını; hırs, kin, nefret, saldırganlık gibi olumsuz duygularının olmadığını; asla yalan söylemediklerini; hiç bir olayı veya kişiyi yargılamadıklarını; dünyada olup biten her şeyden haberdar olduklarını ve daha bir çok olağanüstü yetenekleri olduğunu hayretle görür.
Dört ay süren bu uzun yolculuk süresince, ilk günden itibaren bu çetin yolculuğun zorlukları ile mücadele etmek zoruda kalır. Karşılaştığı her zorlukta dayanıklılığının sınanması ile birlikte ruhu da değişime uğrar. Aborjinler onu kendilerinden biri olarak kabul ederek ona hertürlü zorlukla nasıl mücadele edeceğini, çölün çorak coğrafyasında bitkiler ve hayvanlarla nasıl uyum içinde yaşanacağını öğrenir.
Morgan yerlilerin yaşamı ile kendi yaş*****, iki tarafın yaşam felsefelerini karşılaştırır. Aborjinlerden öğrendikleri ile birlikte insan olarak sahip olması gereken değerleri tekrar kazanır. Bunun üzerine kabilenin şefi soylu Kara Kuğu tarafından her iki toplumun kültürünü anlaması ve içinde barındırmasından dolayı “Bir Çift Yürek” ismi verilir.
Yürüyüşün sonu yaklaşırken yürüyüşün asıl hedefi olanbüyük sırlarını Morgan’a gösterirler. Aborjinler için kutsal olan o mekanı gördükten sonra bu insanların ellibin yıllık kültürlerinin felsefesini anlar. daha sonra Moragan’a yolculuğun asıl sebebini açıklarlar: Morgan’ı mesajcı olarak seçmişler ve tüm sırlarını açıklamışlar. İnsanların uygarlık, gelişim adı altında doğanın dengesini bozduklarını ve herşeyi tüketmekte olduklarını bunun için dünyada ki varlıkarını bitirmeye karar verdiklerini açıklarlar. Çünkü kendilerinden sonra gelecek nesile yaşam için fazla birşey kalmadığını söylerler, Morgan’da kabilede niçin genç insan olmadığını anlar.
Morgan dan bu son mesajlarını iletmelerini isterler. Morgan insanların dünyaya verdikleri zararı açıklamak ve önlem alınmasını iletmek üzere onlardan ayrılır.
Avustralya’da ki işi biter bitmez Amerika’ya döner. Amerika’da bu serüveni anlatarak, bu serüvende öğrendiklerini uygulayarak ve en önemlisi yazdığı kitaplarla bu serüveni herkesle paylaşmaya, mesajı herkese iletmeye çalışmıştır.
3. KİTABIN ANA FİKRİ :
Tüm insanlığa eşsiz, zamanın derinliklerinden gelen güçlü bir mesaj iletilmiştir. Eğer tüm varlıkların, aynı evrensel birliğin bir parçası olduğunu anlarsak, dünyamızı yok oluştan kurtarmak için halen geç kalmış sayılmayız. Varolan her şey inanılmaz derecede güzel ve hassas bir karşılıklı bağımlılık dengesinde bulunmaktadır. Eğer bu mesajı alabilirsek bizim yaşamlarımızda Gerçek İnsanlar’ınki gibi yücelir.
4. KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRMESİ:
Marlo Morgan : Hayatın monotonluğundan sıkılmış, değişiklik arayan, hırslı kafasına koyduğunu yapan, yardımsever, çocuk ruhlu biri.
Oota : Kabilede ingilizce bilen tek kişi Morgan’a kendilerini tanımasına elinden geldiğince sorulara cevap vererek yardımcı olmuştur.
Kara Kuğu : Kabilenin şefidir. Bilge bir insan olarak tüm sırlarının sırası ile Morgan’a açıklanmasını sağlamıştır.
Bunun dışında şifacı gibi yeteneklerine göre isimlendirilen birçok kabile üyesi var. Çölde, insanın yaş***** zorlayan birbirinden ilginç olaylar oluyor.
 
[align=center]Bir Genç Kız Yetişiyor
(Betty Smith)
[/align]
KİTABIN ADI : Bir Genç Kız Yetişiyor
KİTABIN YAZARI : Betty SMITH / Nihal YEĞİNOBALI
YAYINEVİ VE ADRESİ : Altın Kitaplar Yayınevi Cağaloğlu / İSTANBUL
BASIM TARİHİ : 1999

KİTABIN YAYIM MAKSADI
Ailedeki Sosyal Ve Fiziki Şartlar Ne Olursa Olsun, Genç Bir Kızın Yetişmesinde Ailenin Ve Çevrenin Etkileyici Rollerini İzah Etmek.
KİTABIN ÖZETİ
New York’un Brooklyn semtinde yaşayan Nolan ailesinin uzun bir yaş***** takriben 20 yıl içine alan bir romandır. Nolan ailesi baba; Jhonny, anne Katia, küçük erkek çocuk Neeley ve bir yaş büyük ablası Francie olmak üzere dört kişilik bir ailedir. Baba Jhonny; yakışıklı, sarışın, uzun boylu, iyi giyinen bir gençtir. Ailesinin yaşayan tek kişisidir. Bütün kardeşleri ırsi bir hastalıktan dolayı 30-32 yaşlarında ölmüştür. Anne Katia; fabrikada çalışan genç, güzel ve hayatta kimsesi olmayan bir kızdır. Jhonny ve Katia bir arkadaşları vasıtasıyla tanışmıştır. İlk görüşte birbirlerinden etkilenen bu iki çift zamanla birbirlerine aşık olur ve küçük bir düğün merasimi yaparak evlenirler. Birbirlerini çok seven bu çiftten Jhonny zamanla kendisini alkole vermiştir ve zaman zaman ailesini ihmal etmektedir. Fakir olmalarına rağmen ilk başlarda Katia çok çalışıp para kazanarak geçimlerini sağlamaktadır. Jhonny garsondur ve garsonlar cemiyetine üyedir.

Ara sıra iş bulur ve üç beş kuruş para kazanır, onu da içkiye vermektedir. Ailenin Francie diye bir kız çocukları, bir yıl sonra da Neeley diye bir erkek çocukları dünyaya gelir. Annenin tek amacı bunlara iyi bakmak ve ileride birer diploma sahibi olmalarını arzulamaktadır. Zamanla çocuklar 7-8 yaşlarına gelirler. Anne: Francie’yi, okula yaşı geldiği halde ilk sene göndermez. Amacı kendinden bir yaş küçük olan erkek kardeşi Neeley ile birlikte gidip birbirlerini korumalarını sağlamaktır. Büyüyen bu iki çocuk babalarının durumlarını bilirler. Yine de babalarını çok seviyorlar, arada sırada onunla çarşıya çıkıp istedikleri yerleri geziyorlar. Bu da onları çok sevindiriyor. Tek sevinçli ve eğlenceli günleri noel geceleridir. Francie ve Neeley küçük yaşta hırdavat toplayarak para kazanırlar. Kazandığı paradan kendilerine bir miktar ayırıp kalanını tenekeden yapılmış kumbaralarına atarlar. Amaçları yaptıkları bu tasarruf ile ileride toprak veya ev sahibi olabilmektir. Bu öneriyi Katia’nin annesi hep yapmış ve Ktia’nın ilerki hayatında da bunun faydasını görmüştür. Katia annesinden gördüğü bu idareyi çocuklarına da öğretmiştir. İleride bu paradan yeterince faydalanmışlar ve en sıkışık zamanlarında bu para bir hızır gibi yardımlarına yetişmiştir.[COLOR=#ffffff]Yüz Temel Eser Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Kitap Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Roman Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Yüz Temel Eser[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Özet[/COLOR]
Günler ilerlemiş Francie büyümüştür. Artık genç bir kızın hislerine bürünmüştür. Bu iki kardeş; boş zamanlarının çoğunu teyzeleri Evy ve Sissy ile geçirmektedirler. Büyüyen Francie artık hırdavat toplayıp bunları hırdavatçıya satmasının uygun olmayacağını; hırdavatçının kendisine yaptığı sarkıntılıktan anlamakdır. Nihayetinde bu işi bırakmıştır. Çocuklar bu işi yaparken aynı zamanda okumaktadırlar. Francie çok başarılı bir öğrencidir ve okumayı çok sevmektedir. Sürekli kütüphaneden kitaplar almakta ve sürekli okumaktadır. Tabii ona da okuma şevkini annesi Katia vermiştir.
Katia ve Jhonny ailelerinin geçimi için birlikte bir okulun temizlik işini almışlardır. İyi de para kazanmaktadırlar. İyiye giden geçimleri onlara biraz daha rahat yaşam sunmaktadır. Ancak Katia bir üçüncü çocuğunu dünya’ya getirmek için hamile kalmış ve doğum yaklaştığı zaman Katia işi bırakmıştır. İşi bir süre Jhonny yapmaktadır. Ancak doğum gecesi Jhonny, okulun temizliğini unuttuğu için okul müdürü tarafından işten atılır. Aile tekrar fakir duruma düşer. Kaldığı evden de teyzeleri Sissy’nin ahlaksızlığı yüzünden namusuna düşkün olan Katia çıkmak zorunda kalır ve temizliğini yaparak kirasını ödeyebileceği üç katlı bir eve kiracı olarak yerleşmiştir. Fakir ama huzurlu bir aile hayatı sürdürmeye çalışan Katia kararlı, çalışkan aynı zamanda ailenin reisi konumundadır. Çocuklarını terbiyeli ve kişilikli yetiştirmektedir.
İlerleyen zamanlarda artık Francie büyüdüğünün farkına varmaktadır. Annesine cinsellikle ilgili bir takım sorular yöneltmektedir. Anne Katia ilk önce kaçamak cevaplar verse de yine de kızını bir köşeye çekip kızını bu konu da bilinçlendirmekte ve uyarmaktadır. Zamanla babaları Jhonny aldığı aşırı alkol sonucu ölür. Babalarını kaybeden ailede uzun bir süre sessizlik hakim olmaktadır. Bu arada Katia’nin üçüncü çocuğu olmuştur. Katia iş yapamaz durumdadır ve evin bütün geçimi Francie’ya kalmaktadır. Ailenin geçimini sırtlayan Francie okula zorunlu olarak gitmekten vazgeçmektedir. Ancak kardeşi Neeley’i zorla da olsa okula yazdırırlar. Katia girdiği her işte başarılı olmaktadır. Kazandığı para az da olsa geçimlerini sağlamaktadır. Katia birkaç işte çalıştıktan sonra bir gazeteye işçi olarak girer. Çok azimli çalıştığı için bir anda patronun gözüne girer. Yeni ve küçük olmasına rağmen odadaki personelin herbirinin iki katı iş yapıyor, ancak en düşük maaşı o alıyordu. Zamanla maaşı artar ve ona müdürlük teklif ederler. Ancak Francie bunu kabul edemez. Çünkü annesi zengin bir koca ile evlenir. Artık onlara düşen sadece, annelerinin hayalinde olduğu gibi okumaktır.
Annesine talip olan babalık Miss Garnder, meyhane işleten zengin bir adamdır. Miss Garnder ile Katia evlenir. Francie işten ayrılır ve üniversiteye yazılır. Neeley liseye gitmektedir. Günde 200 gazete okuyan Francie, kültürünü arttırmıştır. Artık okuldaki dersleri ona basit gelmektedir. Francie’ya okulda sürekli genç öğrenci olan Ben yardım etmektedir ve onunla ilgilenmektedir. Francie ona karşı ilgi duymakta ama zamanla Ben bazı sebeplerden dolayı ayrılmak zorunda kalır. Francia’nın Ben’den ayrılması uzun süre olmuştur. Bu süre içinde Lee diye birisi ile çıkmaya başlar. Duygularını onunla tazelemek istese de bu da olmaz. Sonunda Francie bu yalancı aşklardan sonra çok eski okul arkadaşı Ben ile karşılaşır. Onunla mutlu olmaya çalışır. Yarınlarının mutluluğunu aramaya koyulurlar.
Zor şartlar karşısında dahi genç bir kız çocuğunun yetişmesindeki temel kişilik faktörleri. Bunların eksik olduğu bir ortamda kızların toplum karşısındaki başıboş yaşantılarının doğuracağı menfi sonuçlar anlatılmaktadır.
 
[align=center]Beyaz Gemi
(Cengiz Aytmatov)
[/align]
KİTABIN ADI : BEYAZ GEMİ
KİTABIN YAZARI : Cengiz Aytmatov
YAYINEVİ VE ADRESİ : Ötüken Neşriyet A.Ş.
BASIM YILI : 1991

KİTABIN KONUSU
Roman, San-Taş Vadisi’nde etrafındaki beş-altı insanla yaşamak zorunda olan, dedesinden başka seveni olmayan, gerçek hayatında mutsuz olan fakat hayal dünyasında mutlu olmaya çalışan bir çocuğun psikolojisini konu almakyadır.
KİTABIN ÖZETİ
Çocuk San-Yaş Vadisi’nde dedesi, üvey ninesi, Orozkul, Bekey hala, Seydahmet, Gülcemal ve köpeği Beltek ile berabar yaşamaktadır. Vadide sadece üç ev vardır. İlk evde dedesi ve üvey ninesi ile çocuk;ikincide Mümin dedenin büyük kızı Bekey hala ile kocası korucubaşı Orozkul; üçüncüde ise tembel işçi Seydahmet ile karısı Gülcemal ve küçük kızları yaşamaktadırlar.Çocuk bu küçük dünyada mutlu olmaya çalışmaktadır. Hiç arkadaşı yoktur ve okula henüz başlamamıştır. En büyük zevkleri dedesinin kendisine dere kıyısında yaptığı gölette yüzmek; “Deve, Kurt, Eyer ve Tank” isimlerini verdiği kayalarıyla konuşmak; dedesinden masal dinlemek ve dağa çıkıp dedesinin dürbünüyle kasabaya, Isık Göl’e ve San-Taş Vadisi’ne daha yakından bakmaktır. Her akşam eline dürbününü alıp, dağ başına çıkar ve Isık Göl’de ancak beş-altı dakika görünüp kaybolan beyaz gemiye bakar.


Annesi ve babası onu çok küçük yaşlarda terketmişlerdir. Annesi şehirde kendine yeni bir yaşam kurmuştur. Çocuk babsının beyaz geminin kaptanı olduğuna, bir gün başı insan başı olan bir balık olup beyaz gemiye kadar yüzeceğine ve babasıyla konuşacağına inanmaktadır. Dedesi çok iyi kalpli, çalışkan,köse bir insandır. Çevresindekiler ona Kıvrak Mümin lakabını takmışlardır. Damadı Orozkul’un yanında çalışır ve onun emirlerini yerine getirir. Orozkul şişman, koca kafalı içki içmeyi çok seven, çabuk sinirlenen bir korucubaşıdır. Mümin’in kızı ve Orozkul’un karısı olan Bekey kısır bir kadındır. Orozkul bunu Bekey’in suçu olarak bilir ve her akşam içip onu döver. Orozkul arada bir arkadaşlarıyla içmeye gider ve sarhoş olunca yanındakilere birer tomruk sözü verir. Tomruğu kesip dağdan indirme, çayın karşısına geçirme ve kamyona yükleme zamanı gelince de verdiği söze pişman olur ama iş işten geçmiştir. Arada bir vadiye şehirden “Maşin Mağaza” denilen içi ıvır zıvır dolu bir araba gelir. Bir gün yine Maşin Mağaza geldiğinde dedesi çocuğa bir okul çantası alır. Ertesi yıl çocuk okula başlar. Çocuk dedesinden masal dinlemeye bayılır. Her akşam artık ezberlediği “Boynuzlu Maral Ana” masalını dinler . Dedesine göre hepsi Boynuzlu Maral Ana’nın soyundan gelmektedirler. Çocuk da buna inanmaktadır. Masala göre maral ana San-Taş Vadisi’ni terketmiştir ama onları sürekli korumaktadır. Mümin çocuğu her gün atıyla okula göyürüp getirmektedir. Okul çok uzaktadır ama hiç geç kalmamıştır.[COLOR=#ffffff]Yüz Temel Eser Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Kitap Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Roman Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Yüz Temel Eser[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Özet[/COLOR]
Çocuk bir gün yol kenarındaki kayalarıyla oynarken San-Taş yakınlarından kuru ot almaya gelen beş-altı kamyonluk bir konvoy görmüştür. Çocuk en öndeki kamyonun peşine takılıp koşmaya başlar. Çocuğu gören şoför durur ve çocukla biraz konuşur. Şoför genç ve yakışıklı biridir. Adı Kulubeg’dir. Çocuğa dedesini tanıdığını, kendisinin de Boynuzlu Maral Ana’nın soyundan geldiğini söyler ve ayrılır.
Ertesi gün Mümin dede ile Orozkul yine dağdan bir ağaç indirirler. Bu sırada uzun zamandan beri ormanda görülmeyen maralları görürler fakat işleri olduğundan onlarla ilgilenemezler. Akşam olmuştur. Dede, Orozkul’a söyleyip çocuğu okuldan almaya gitmek ister fakat Orozkul ağacı indirmeleri gerektiğini söyleyip izin vermez. Tomruğu çaydan geçirirlerken tomruk çayda kayalara takılır. Çıkarmak için çok uğraşırlar ama çıkaramazlar. Dede vaktin çok ilerlediğini farkeder, daha fazla dayanamaz ve daha önce hiç yapmadığı bir şey yapıp Orozkul’dan izin almadan çocuğu almaya gider. Çocuk akşama kadar okulun kapısında dedesini beklemiş ve ağlamaktan gözleri şişmiştir. Dede yolda çocukla öğretmenine rastlar. Çocuğu öğretmeni eve getirmektedir. Dede öğretmenden özür dileyip çocuğu alır ve yola koyulurlar. Çocuk dedesine küsmüştür. Hiç konuşmamaktadır. Dede çocuğun gönlünü almak için Boynuzlu Maral Ana’yı gördüğünü söyler. Çocuk bu habere çok sevinir. Dedesine ormana gitmek için yalvarır fakat akşam olduğu için eve dönerler. Eve geldiklerinde Orozkul’u sabahki olaydan dolayı çok sinirlenmiş bulurlar. Orozkul o gün Bekey halayı yine dövmüştür. Çocuk evin bu durumuna çok üzülür ve yatmaya gider.

O gece müthiş bir dipi çıkar. Gece yarısı Kulubeg ve arkadaşları yolda kaldıkları için Mümin dedenin evine sığınırlar. Kulubeg ve arkadaşlarının gelmesiyle evdeki hava biraz yumuşar. Sabah kamyoncular evden ayrılırlar. Aynı gün Orozkul’un tomruk sözü verdiği arkadaşı tomruğu almak için gelir. Adı Koketay’dır. İri yapılı, esmer biridir. Tomruk ise hala önceki gün bıraktılları yerde çayın içinde beklemektedir. Tomruğu almak için Orozkul, Koketay ve Seydahmet yola koyulurlar. Dede de Orozkul’un kendini affedeceği düşüncesiyle peşlerine takılır. Orozkul kıyıda emirler yağdırırken Mümin dede, Seydahmet ve Koketay tomruğu çıkarmaya çalışmaktadırlar. O sırada çayın karşısında birkaç tane maral görürler ama işlerini bırakamayacaklarından marallarla ilgilenemezler. Biraz uğraştıktan sonra tomruğu çıkarıp kamyona yüklerler.
Çocuk o gün hastadır ve önceki gün akşamdan beri evde yatmaktadır. Akşam üzeri kahkaha sesleriyle uyanır ve bahçeye çıkar . Herkes neşe içindedir ve hepsi de sarhoştur. Dede ise et dolu bir kazanın yanına çökmüş sessizce kazanın altındaki ateşle oynamaktadır. Çocuk hemen dedesinin yanına gider. Ona seslenir fakat dede duymaz. Birkaç defa daha seslenir fakat dede hiç cevap vermez. Çocuk kötü birşeyler olduğu hissine kapılır. Az ilerde Bekey’i, Seydahmet’i,Gülcemal’i ve Koketay’ı görür. Hepsi de yiyip içmekte ve eğlenmektedirler. Çocuk önce neler olduğunu anlamaz. Avlunun dışında henüz kanı kurumamış geyik derisini, bağırsak eşeleyen Beltek’i ve elindeki baltayla Maral Ana’nın boynuzlarını kırmaya çalışan Orozkul’u görünce neler olduğunu tahmin eder. Çocuk bu korkunç manzara karşısında dayanamayıp içeri kaçar ve yorganın altına girip ağlamaya başlar. Bu arada Kulubeg’in gelip onu kurtaracağını ve Orozkul’a haddini bildireceğini hayal etmektedir. Az sonra sofra içeri kurulur. Çocuk hayalinden yine kahkahalarla uyanır. O sırada Seydahmet olanları anlatmaktadır. Çocuğun bir türlü anlam veremediği olaylar şöyle cereyan etmiştir: Tomruğu çıkardıktan sonra Seydahmet ile Mümin dede ormana çalışmaya giderler. Bu arada maralları yine görürler. Seydahmet onları vurmak ister, dede ise buna karşı çıkar. Seydahmet dedeyi dinlemeyip maralların peşine düşer. Dede de Seydahmet’in arkasından gider. Seydahmet maralları vuracaktır ama sarhoş olduğu için nişan alamaz ve tüfeği dedeye verip maralları vurması gerektiğini, vurmazlarsa kaçıracaklarını ve Orozkul’un dedeyi affetmeyeceğini söyleyip dedeyi kandırır. Dede ise maralları vurursa Orozkul’un onu affedeceğini ve herşeyin düzeleceğini düşünerek marallardan birini istemeye istemeye vurur.
Çocuk bunları duyunca çıldıracakmış gibi olur ve dışarı kaçar.Dedesini yerde toz toprak içinde yatarken bulur. Ona birkaç defa yine seslenir ama dede yine duymaz. Olanlara dede kendi de inanamamaktadır. Çocuk dedesinden bir tepki alamayınca balık adam olup babasına ulaşacağını düşünerek koşar ve kendini dereye atar. Hızla akan su çocuğu alıp ***ürür fakat çocuk hiç bir zaman balık olmayacaktır.
KİTABIN ANA FİKRİ
İnsanları güçsüz ya da hoşgörülü oldukları için ezmeye çalışmamalı ve küçük çıkarlar uğrunda doğaya zarar vermemeliyiz.
KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
MÜMİN DEDE : Çok iyi kalpli, yardımsever,çalışkan bir insandır. 60-70 yaşlarında köse bir ihtiyardır.Damadı Orozkul’un yanında çalışmaktadır. Vadideki üç evin birinde ikinci karısı ve torunu ile yaşamaktadır.
ÇOCUK : 5-6 yaşlarında, kısa boylu, kepçe kulaklı, çirkin bir çocuktur.Hiç arkadaşı yoktur. Hayalperest ve mutsuzdur. Doğayı çok sever.
OROZKUL : Şişman, koca kafalı, içki içmeyi çok seven, insanlardan ve doğadan nefret eden, sinirli,umursamaz biridir. Korucubaşıdır fakat ormana en çok o zarar vermektedir.
BEKEY : Orozkul’un karısı ve Mümin’in kızıdır.Kısırdır,sabırlı ve hoşgörülü bir kadındır.
SEYDAHMET : Uzun boylu, çirkin biridir.Tembeldir. Orozkul’un ve dedenin yanında çalışmaktadır. Bir karısı ve bir kızı vardır.
GÜLCEMAL : Seydahmet’in karısıdır. Günlerini genelde çocuğun ninesine ve Bekey’e yardım etmekle ve kızına bakmakla geçirir.
KULUBEG : Genç , yakışıklı ve güçlü bir şofördür.Mümin dede ve çocuk gibi boynuzlu maral ****** soyundan geldiğine inanmaktadır.
KOKETAY : Orozkul’un arkadaşıdır. İri yapılı ,esmer tenli bir adamdır

KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ
Dünyanın yaşayan büyük edebiyatçılarından Kırgız, Türk romancısı Cengiz Aytmatov , Kırgızistan’ın Talas bölgesinde, Şeker adlı köyde 12 Aralık 1928′de dünyaya gelmiştir. Babası Törekul Aytmatov ;Annesi, Tatar Türklerinden Nagim Gamzeyova hanımdır. Çocukluk yılları 2. Dünya harbine rastlayan ve 1945′te savaşın bitmesiyle yeniden eğitim hayatına dönen Aytmatov, 1950′de Kırgızistan Ziraat Enstitüsü’nü bitirmiş bir ziraatçıdır. Ancak edebiyata olan tutkusu onu ziraatçılıktan ziyade edebiyata çekmiş ve edebiyat eğitimi almak için Devlet Edebiyat Enstitüsü’ne devam etmiştir.
Eserlerini Rusça ve Kırgızca kaleme alan Cengiz Aytmatov, eserlerinde başta Ruslaştırma politikası olmak üzere, Kırgız Türkleri’nin tabii hayatlarını, yabancılaşmayı, modernizm karşısında tabiatın tahrib edilişine kadar pek çok meseleyi eserlerinde usta bir uslübla kaleme alma başarısını göstermiş nadir sanatkarlardan biridir. Dünya çapında ünlü bir edebiyatçı olarak adına iki defa jübile yapılan (1988′de 60.yıl , 1998′de 70.yıl) , hakkında konferanslar ve sergiler düzenlenen Aytmatov, halen yazarlığın yanında Kırgızistan ‘ın Lüksemburg Büyükelçiliği görevini yürütmektedir.
 

KİTABIN ADI SOFİ’NİN DÜNYASI
KİTABIN YAZARI JOSTEIN GAARDER
YAYIN EVİ VE ADRESİ PAN YAYINCILIK/İSTANBUL
BASIM YILI 1997​



1.KİTABIN KONUSU:


BM taburunda binbaşı olarak görev yapan Albert Knag’ın okullarda verilen felsefe eğitimi yetersiz ve toplumun felsefenin önemini yeterince brnimsememesinden dolayı Sofi adındaki bir kızın felsefe tarihi içindeki heyecanı ve bir o kadar da düşündürücü olan serüvenini yer aldığı felsefe tarihi üzerine bir roman yazıp bunu onbeşinci yaş gününde kızı Hilde’ye armağan etmesi anlatılmaktadır.

2.KİTABIN ÖZETİ:

Yaş*****n diğer insanlarınkinden pek bir farkı olmayan ve onbeşinci yaş gününe girmeye hazırlanan Sofi okulden eve döndüğü sırada posta
kendi adına bırakılmış ve kimden geldiği belli olmayan sarı bir zarf bulur. Şaşırmıştır. Çünkü kimden geldiği belli değildir ve pul yapıştırılmamıştır. Zarfı açtığında kendisi kadar küçük bir kağıt bulur ve kağıtta şöyle yazar:” Kimsin ?” bunun üzerine kim olduğu konusunda düşünmeye başlar. Belkide bu gizemli olay Sofi için sonun başlangıcı olacaktır.
Bu esrarengiz mektup olayı tek bir zarfla kalmaz. İlerleyen günlerde Sofi her birinin içinde değişik ve düşündürücü soruların bulunduğu zarfları posta kutusunda bulmayabaşlar. Sofi artık iyice heyecanlanmıştır ve mektupların kimden geldiğini araştırmaya koyulur. Bir gün mektubu bir köpek tarafından posta kutusuna bırakıldığını görür ve tüm bu olaylar karşısındaki şaşkınlığı iyce artar.
Yeni gelen zarflarda sorularla beraber felsefenin başlangıcına ve ilk filozoflara dair bilgiler yer almaktadır. Sofi artık bunun bir oyun olmaktan ötesistemi, mekanı ve öğretmene ilginç ve bir o kadfar da gizemli olan felsefe kursundan başka birşey olmadığın farkına varır.
Varoluş filozof olmanın sırları, mitler, doğu filozofları. Demokritos derken felşsefe kursunun kurucusu ve tek öğretmen olan Alberto Knox kimliğini SofiYe açıklar. Bu mektupları kader ,Sokrates ve ilk medeni kent olan Atina izler.
Kimi zaman mektuplardaki ipuçlarından yola çıkarak Sofi değişik zaman ve yerlerde akıl almayacak olaylarla karşılaşır. Evinde kırmızı bir ipek eşarf, kolye ,bozuk para ve en önemlisi ilkj olmayacak yerlerde karşısınaçıkan “ Sofi Amundsen eliyle Hilde Möller Knag” yazılı doğumgünü davetiyeleri… Sofi, Atina’nın yer aldığı mektubu okurken yatağının altında bir video kasedi bulur. Hiç vakit kaybetmeden videoyu izlemeye başlar. İşte karşısındaki yaşlı ve sevimli adam Alberto Knox’dur. Adam Sofi’ye Atina’yı anlatmaya ve eski yapıtla-rı göstermeye başlar ama imkansız olan bir şey vardır. Nasıl oluyorda bu yapıtlar karşısında bu kadar yeni durabiliyor? Bunu yapamaya kimsenin parasının ve gücünü yetmyeceğini düşünür. Ardından hiç akıl almayacak bir şey olur ve Sofi bu esrarengiz filmin içöinde bulur. Alberto ile tanışır o da onu bir yere ***ürüp Platon’la tanıştırır. Sofi artık rüya mı değil mi diye düşünmeye başalr.
Felsefe kursunun iyice kabullenmiş ve olayları akışına bırakmıştır. Aristoteles,Helenizm , aydınlanma çağı, Darwin ve tüm bunları öğrenirken karşılaştığı değişik insanlar, konuşan hayvanlar, doğum günü kartları…
Yaşadığının bir rüya olmadığının fakat yaş*****n bir rüyadan farklı olmadığının ve sanki birisi tarafından yönetiliyormuş olduğunun farkına varan talihsiz Sofi, Alberto ile bu işin içinden çıkılmaz duruma bir son vermeyi kararlaştırır. Bunun üzerine Alberto, Sofi’nin az da olsa tahmin edebileceği bir konuyu açıklığa kavuşturur.Kendilerinin aslında var olmadıklarını, tüm bu doğum günü kartlarını yazan binbaşının aklındaki elektromanyetik dalgalardan başka birşey olmadıklarını ve kızına doğum gününde verecek olduğu felsefe kitabının kahramanı olduklarını anlatır.

3.KİTABIN ANAFİKRİ:

İnsanlar dünyayı oldukları gibi kabullenmeyip var oluşlarını, kim olduklarını, neden ve nasıl yaşamaları hakkında düşünmelidir.

4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:

Albert Knag: Kızının yaş günü hediyesi için ‘Sofi’nin Dünyası’ adlı kitabı yazan binbaşı
Hilde: Binbaşının kızı.
Alberto Knox: Binbaşının yazdığı kitaptaki felsefe kursunu öğretmeni.
Sofi: Alberto ile birlikte binbaşının aklında varolan ve gerçek olmaya çalışan, ayrıca Hilde gibi onbeşinci yaş gününe girmeye hazırlanan bir genç kız.
 
[align=center]Benövşeler Üstte Göz Yaşları
(Mirvarid Dilbazi)
[/align]
KİTABIN ADI : Benövşeler Üstte Göz Yaşları
KİTABIN YAZARI : Mirvarid DİLBAZİ
YAYIN EVİ VE ADRESİ : Bakı Neşriyat-BAKÜ
BASIM YILI : 1996

KİTABIN KONUSU
Yazar kitapta kendi hayatını ve Rusların Azerilere karşı yaptıkları katliamları anlatıyor.
KİTABIN ÖZETİ
Mirvarid on bir yaşında sevimli, şımarık ve zengin bir ailenin kızıydı. Her gün komşu kızlarla birlikte köyün yakınındaki çeşmeye gider, orada doğayı sey-
retmeye doyamaz. Beş yaşında kız kardeşi daha dünyadan haberi olmayan küçücük bir çoçuktu. Babası,köyün ağası Muhammed Bey,çok zengin ve saygın kişilerdendi. Bir gün Mirvarid,komşu köyde oturan büyükbabasının yanına gitmişti. Başka bir köyün ağası tarafından köy ehline zarar verilmiş,malları ellerinden alınmıştı. Bunu duyan Muhammed Bey adamlarıyla birlikte çatışmaya gider ve orada hayatını kaybeder. Mirvarid evlerine dönerken etraftaki her kesin ağladığını görür. Evlerine vardığında annesinin kız kardeşine sarılarak merdivenlerde oturarak ağladığını görür. O an şuurunu kaybeder.

Babası öldüğünde annesi henüz yirmi dokuz yaşındaydı. Annesi çok güzel olduğundan birçok kişiden evlenme teklifi aldıysa da hepsini reddederek hayatının sonuna kadar dul yaşamayı tercih etti. Daha sonra annesiyle birlikte komşu köyde oturan büyükbabasının yanına göç ederler. Kız kardeşini kuzeniyle evlendirirler. Bin dokuz yüz otuz yedinin yazında Moskova’nın emriyle büyük babası,büyük annesi Aral Gölü’nün batısına,dayısı Sibirya’ya, Kuzenleri Amasya’ya sürüldü. Sonradan buraya gelerek mezarlarını ziyaret sırasında ‘Aziz Gardaşım’ adlı şiirini burada yazmış. Artık Mirvarid’i köyde tutucak bir şey kalmamıştı. Böylece Bakü’ye okumaya gider. Okulu bitirdikten sonra, hocalarının yardımıyla iş bulur. Öğretmenliğe başladı,daha sonra makaleleri, şiir kitapları basılmaya başladı. Annesini de yanına getirerek ölümüne kadar onu yanından ayırmadı.[COLOR=#ffffff]Yüz Temel Eser Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Kitap Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Roman Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Yüz Temel Eser[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Özet[/COLOR]
KİTABIN ANAFİKRİ
Öksüz çocukların hayatta ne kadar acı ve zorluklarla karşılaştığını zenginlerin de anlamasını sağlamak ve Rusların Azerilere karşı yaptığı katliamları genç nesle iletmektir.
KİTAPTAKİ OLAY VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
Bin dokuz yüz otuz altı-otuz yedi yıllarında Stalin’in temizleme politikasına kurban gitmiş kahramanlarımızın unutulmaması, özgürlüğümüzün ne kadar değerli olduğunun göstergesidir.

Babası Muhammed Bey
, çok zengin, yardımsever ve kızlarını çok seven bir kişidir.

Annesi, kocasına çok sadık, güzel ve ahlaklı bir kadındır.
Kız kardeşi, kendi hayatında yaşayan, eğitimsiz bir kızdı.

YAZAR HAKKINDA KISA BİLGİ
Yazar Azerbaycan’ın Kazah kentinin Yukarı Salahlı köyünde doğmuş. Hala hayatta olan en yaşlı yazarımızdır. Şimdiye kadar birçok şiir kitabı basılmıştır. Özetini yazdığım kitap Türkiye’de de bulunuyor. Sovyetler Birliği zamanında verdiği eserleriyle milletimizin özgürlük duygularının kabarmasına katkıda bulunmuştur. Halen Bakü’de oturuyor. İki kızı var.
 
[align=center]Cezmi


(Namık Kemal)



Konu
Kitapta genç, cesur, vatanını ve milletini herşeyden daha çok seven bir yiğidin devleti için yaptıkları ve savaştaki kahramanlıklar anlatılıyor.


Özet
Cezmi yiğit bir sipahi olduğu kadar, bilgin bir şairdir de Yakışıklıdır. Ciritte, atlı sporda ustadır. Roman İstanbul’da başlar.
XVI. yüzyıl içinde Avrupalılar, Amerika’nın hemen her tarafına sokularak, o zamana kadar kayıplarda kalmış ve hiç işlenmemiş olan bu yeni dünyanın her çeşit faydalı hazinelerinden hisse almaya başladılar.
[/align]
XVI. Yüzyılın üstünlükleri sadece bunlardan da ibaret değildir. Yine bu yüzyıl içinde, Büyük Türk Hakanı ve Türk Orduları Başkomutanı Kanuni Sultan Sülayman I. Şanlı bayrağımızı, şafaklar içinde doğmuş bir hilal gibi, Viyana’larda, Tebriz’lerde, İspanya ve Hindistan’larda dolaştırarak dünyanın doğusunda, batısında şanla, şerefle dalgalandırıyordu.
Kanuni’nin ölümünden sonra başa Yavuz Sultan Selim geçmişti. Bunun üzerine İran Safevi Devleti, Türk milletiyle savaş alanında boy ölçüşmeyi kolay sanıyor; birtakım boş hayallere kapılmaktan kendilerini alamıyorlardı. İşte o arzuların, o huyların sonucuydu ki, Safevi Devletiyle Osmanlı Devleti birbirine harp ilan etti.
Devrin sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa, bu savaşı faydasız görüyor ve yapılmasını istemiyordu. Daha sonraları devletçe kararlaştırılan İran seferi ve savaşın başlaması, tecavüzün önce düşman tarafından yapıldığı düşüncesine dayandı. Ve şuarada burada başlayan Gürcü isyanlarının bastırılacağı söylentisi ortaya atılarak, ordu Üsküdar’a çekildi.
Cezmi ise, yüzünde zeka ışıkları, parlayan mert tavırları ve göz alıcı gençliği ile koca bir ordunun içinde en seçkin bir yaratık sayılacak kadar herkesin takdir ve iltifat bakışlarını üzerine çekip duruyordu.


İran Hükümeti, Türk ordusunun İstanbul’dan hareketini haber alır almaz, Tokmak Han’I Gürcistan Muhafızlığına tayin eylediği gibi, Tebriz’deki askerine de, Allah Kuli Han komutusunda, Van üzerinden Anadolu!ya hücum emrini vermişti. İki ordu Çıldır sahrasında karşılaştı.
Osmanlı ordusunun başında Derviş Bey bulunuyordu. Derviş Paşa, genç bir kahraman, usta bir binici olduğu kadar da yaradılıştan çok heyecanlı ve hiddetli bir zattı; en küçük bir şeyden hemen parlayıverirdi. Düşmanla karşılaştıkları zaman, kükremiş bir aslan kesildi. Düşman kendilerinden kat kat fazlaydı;fakat o, aradaki bu sayı farkına hiç önem vermedi; bayrağı altında bulunan üç dört yüz yiğitle koca bir ordunun ta kalbine, en can alacak yerine saldırmakta bir an bilr tereddüt etmedi.
Düşmanın kimini yerlere seriyor, kimini çil yavrusu gibi darmadağın ediyordu. Fakat ne çare ki saflarımız gittikçe seyrekleşiyordu. Buna karşılık düşman askeri ise, mütemadiyen takviye aldığı için, azalmak şöyle dursun, bilakis gittikçe çoğalıyordu. İranlılar hücumlarıyla nihayet birliğimizi kuşatmaya muvaffak oldular ve bir hayli askerimizi de şehit ettiler.Derviş Paşa bu elverişsiz şartlar altında yılmıyor, yanında sağ kalan bir avuç kahramanla göğüs göğüse, kılıç kılıca bir boğuşma ile düşmanı saatlerce hırpalıyor, hırpalıyordu.
Nihayet Tokmak Han tarafından üzerlerine dolgun mevcutlu bir süvari alayıdaha sevk edildi. Bu taze kuvvet, şiddetli bir saldırışla Paşa’nın yanında bulunanlardan otuz kadar kahramanı şehit ettikten sonra, topuz ve kılıç darbeleriyle kendisini de atından düşürdüler.
Genç ve kahraman Türk komutanı yaya kaldığı halde, tek başına koca bir alayla bir hayli zaman başa çıktı; birbiri ardına üzerine saldıran üç iranlıyı birer kılıçta ikiye böldü. İranlılar, şiddetli bir hücum ile Paşa’nın sağ tarafında bulunan birkaç süvarimizi de şehit ettikten sonra, bir okla paşa’nın atını öldürdüler; ikinci bir oklada kendisini yaraladılar.
Cezmi bulunduğu yerden paşa’nın düştüğü tehlikeyi görünce, gözlerini kan bürüdü; tüyleri diken diken oldu. Adeta kendinden geçmiş denilecek heybetli bir tavırla :
_Paşa yerlerde yatıyor! Dinini, milletini, devletini seven arkamdan gelsin!…
Diyerek kılıcını ağzına, kargısını aline aldı. Ferhat Paşa’nın yadigarı olan küheylanın dizginini boynuna attı, başını düşman üzerine çevirdi ve düşmana hücum etti. Yanında bulunanlar da kendisiyle birlikte ileri atılmakta bir an bile tereddüt etmediler; komutanlarını kurtarmak için belki rüzgarla yarışabilecek kadar hızlı koştuğu için,Paşa’nın etrafını sarmış bulunan düşman askerlerine herkesten önce o yetişti; birbiri ardınca birkaç düşmanı tepeliyerek paşa’nın hemen yanına vardı ve yere indi.
Paşa’yı kendi atına bindirdi. Saygı ile üzengisini öptüğü sırada öteki arkadaşları da yanlarına geldiler. Atını Paşa’ya verdiği için yaya kalan Cezmi de ani bir hareketle bir İran süvarisinin dizginine sarıldı. Fevkalade bir ustalıkla adamı öldürerek altındaki ata atladı ve savaşan arkadaşlarını arasına karıştı.
Aradan biraz zaman geçmişti ki, düşman saflarının arkasında siyah bir duman belirdi. Tam o sırada bizim askerlerin arkasında da kızıl bir toz bulutu kalktı. Öyle ki, bulutun büyüklüğüne ve dehşetine bakılsa, yerler gökler birbirinin üzerine yığılmış geliyor sanılırdı. Ordumuza taze kan geliyordu.
Özdemiroğlu Osman Paşa kuvvetleri biçare askerlerimizin yardımına koşuyordu. Bu kuvvetler düşmanın üzerine yağmur yağarcasına kurşun yağdırıyorlardı. Fakat o devrin silahları sudan etkilendikleri için, yağmurun şiddetiyle, on-oniki dakika içinde bütün bütün kullanılamaz hale gelmiş ve iş yine kılıca dayanmıştı. O devirde ateşli silahları en iyi kullanan Türklerdi. Türklerin ellerindeki ateşli silahler işlemez hale gelince İranlılar çoğunluklarına güvendiler; ordumuza hücum etmeye başladılar.
Deviş Paşa çadırına çekilince, Cezmi de hemen savaşa katıldı. Gösterdiği kahramanlık ve ustalığa yalnız bizimkiler değil, karşı tarafın kahraman kişilerini bile hayran bıraktı. At, silah kullanmakta öyle harikalar gösterdi ki, komutanı Osman Paşa gibi vazifesinden başka birşeyi gözü görmeyen olanca dikketiyle savaşı idare etmekte olan ciddi bir askeri bile vaik vakit adeta tertibatını unutturacak kadar hayranlıkla kendisini seyretmek zorunda bıraktı.İranlılar, hava iyice kararınca tabana kuvvet kaçtılar.
Savaştan sonra Osman paşa, Derviş Paşa’nın yanına giderek durum değerlendirmesi yaptılar. Cezmi’nin kahramanlıklarından bahsettiler ve Cezmi’yi yanlarına çağırttırarak onu ödüllendirdiler.
Cezmi’nin savaşta tanıştığı Adil Giray ve kardeşi Gazi Giray bu savaşta esir düşmüşlerdir ve İran sarayına ***ürülürler. Burada Perihan ve Şehriyar Adil Giray’a aşık olurlar. Sünni mezhebinde olan Perihan, seviştiği Adil Giray’la, Osmanlı ordusunun da yardımını alarak İran saltanatını ele geçirmek amacındadır. Bunu Şehriyar haber alır; taraflar kanlı bir boğuşmaya tutuşurlar. Şehriyar, Perihan ve Adil Giray ölürler. Cezmi yaralanır ve derviş kılığına girerek güçlükle vatanına döner.



Ana Fikir


Herkes, vatanı için elinden gelen herşeyi yapmalı hatta uğrunda canını seve seve verebilmelidir.

[align=center]
Şahıslar ve Olaylar
[/align]

Kitapta olaylar en küçük ayrıntısına kadar anlatılmıştır. Çok sürükleyici bir anlatım tarzı vardır. Ama yazar bazen konunun dışına çıkarak, bunun da farkına vararak “konunun dışına çıktık galiba, kaldığımız yerden devam edelim.” şeklinde ifadeker kullanmış ve bu da akıcılığı zaman zaman yok etmiştir.



CEZMİ:
Genç ve yakışıklı bir delikanlıdır. At ve okçuluk sporunda oldukça ustadır.

ADİL GİRAY:Adil Giray, doğuştan şair olduğu kadar da asker yaradılışlıydı. Vicdanı temiz, kültürü kuvvetli, dindar ve hamiyetli bir insandır.


PERİHAN:İran Safevi Devleti’nin hükümdarı Tahmasp’ın kızıdır. Politika alanında çok başarılıdır. Tanrı’nın özene bezene yarattığı eşsiz bir dünya güzelidir.ahlak ve karakter bakımından da emsali yoktur. Çok cesur ve her bakımdan kuvvetlidir.


ŞEHRİYAR:Kırkına yaklaştığı halde, tazeliğini ve güzelliğini kaybetmemiştir. Yılan gibi görünüşte zayıf, fakat kuvvetli bir bünyesi vardır. Aciz kaldığı zaman yılan gibi sürünür; fakat eline bir fırsat geçer geçmez insanı sokar.


DERVİŞ PAŞA:Sokullu soyundandır. Saldırdığı zaman şiddetle saldıran, temiz yürekli, genç bir kahraman olduğu gibi, binicilikte de diğer komutanlardan ve belki Türk sipahisinin hepsinden daha üstün sayılan bir şahıstır.



[align=center]Yazar Hakkında Bilgi
[/align]
Namık Kemal; vatan şairlerimizin en büyüğüdür. Tekirdağ’da doğdu(21 Aralık 1840). Babası müneccim başı Mustafa Asım’dır. Iki yaşında annesi Fatma Zehra Hanım’ı kaybedince, anne babası Abdüllatif Paşa’nın yanında özel bir öğrenim görerek Kars’a, Sofya’ya gitti.
 
Canan





(Peyami Safa)




Konu


Kitap aile yaşantısını ve insanların mutluluk için aileden beklentilerini, ailenin sahip olması gereken şeref ve onur gibi özelliklerden bahsetmiş, bunları insanların yetiştirilme tarzlarıyla birleştirmiştir.


Özet


Mutlu bir beraberlikleri olan bedia ve Lami’nin arası açılır ve Lami eve uğramaz olur. Bedia bundan dolayı hastalanır ve yataklara düşer.Bedia ve Lami beş sene önce evlenmişler ve Bedia ‘nın ailesiyle beraber yaşamaya başlamışlardır. Evlerinde Bedia’nın babası,Abdullah bey, Gülşen dadı,büyükannesi ve hizmetçileri perver ile birlikte yaşarlar.




Lami artık bu sıkıntılı gördüğü hayattan bıkmış ve gönlünü kaptırdığı Canan ismindeki kadınla yaşamaya başlamıştır. Lami Canan’ın babası gibi gördüğü ve yanında yetiştiği Şakir Beyin yanında yanında çalışır. Şakir bey gün görmüş ve biraz çapkın bir adamdır. Şakir Bey, karısı Reknaz Hanım, kızı Perihan ve damadı Şemsi(aynı zamanda Bedia’nın ağabeyi), oğlu Faik ve Canan’la beraber yaşar.




Bedia hala hasta olmasına rağmen kocasının nasıl olduğunu merak eder ve doğru çalıştıgı yere gider. Lami işte yotur. Lami’nin patronu Şakir Bey le konuşur. Oradan Şakir beylerin evine gider. Lami’nin burada olduğunu öğrenir ve onu beklemeye başlar.Lami geldikten sonra arlarında kötü konuşmalar geçer ve Bedia evi terkeder.Bedia gerçekleri anlamış ve boşanacaklarını öğrenmiştir.




Bedia eve gittiğinde herşeyi babasına anlatır. Artık evlerinde uzun bir bekleyiş başlamıştır. Şemsi eve gelir ve kötü haberler getirir, boşanacakları kesinleşmiştir. Şemsi kız kardeşiyel konuşurken Cananı kendisinin de sevdiğini itiraf eder. Bedia bir kez daha yıkılmıştır. Şemsi ağır hastadır. Hastalığı yine kendini göstermeye başlamıştır.




Bu arada AbdullahBey damadının yanına gider ve olup bitenleri bir kez de ondan dinler. Şemsi hastalığından dolayı yataklara düşer ve bir gün sabaha karşı ölür. Bedia bundan dolayı da Cananı suçlu tutar. Bu sıralarda Bedia hem kardeşinin hem de kocasının üzüntüsünden dolayı harap bir haldedir. Büyükannesi onun bu haline dayanamaz ve onunla konuşur. Konuşmanın sonunda kendisi için değerli olan uğur musakasını ona verir ve bunun ona uğur getireceğini söyler. Bedia almak istemez ama israrına dayanamaz ve onu boynuna takar.




Canan ve Lami evlenmiş yeni bir eve taşınmışlardır. Lami adeta onun kölesi olmuş her istediğini yapar duruma gelmiştir. Canan hala zengin olma hayallerinden vazgeçmez ve kendisinin saraylara laik olduğunu söyler. Lami’yi de bir kaç tatlı söz ve cilveli hareketlerle uyutur.




Bir Lami işyerinde geldiğinde onu bir kadının beklediğini öğrenir, gelen Mühteşar OrhanBeyin eşidir. Lami ‘ye Canan’la Orhan’ın ilişkisi olduğunu söyler ve Canan’ın yazdığı bir kağıdı ona gösterir. Lami beyninden vurulmuşa dönmüştür ama inanmak istemez. Biraz sündükten sonra ev gitmeye karar verir. Ev geldiğinde kapıyı Eleni adındaki hizmetçileri açar ve onu karşılar. Canan yukarı kattadır. Canan la bugün olanları konuşur ama Canan yine onu kandırmış aklındaki şüpheleri silmiştir.




Lami’nin Selim ve Ali isminde iki arkadaşı vardır. Lami sık sık Selim’e gider ve ona akıl danışır. Selim ilk başlarda Canan’la evlenmesini de istemez çünkü onun kötü bir kadın olduğunu bilir. Yine her zaman ki gibi Selim’e gider ve ona bu konu hakkındaki görüşlerini sorar. Selim kaçamak cevaplarla onu geçiştirir. Lami ve Canan sık sık dostalarınında katıldığı eğlenceler düzenlerler. Son eğlencede Canan, Lami ile göze göre göre dalga geçmiş ve yanına Orhan Beyi alarak bir süre kalabalıktan uzaklaşmıştır.




Bu yakınlaşmalar herkesin dikkatini çeker. Lami içten içe kahrolsa da belli etmemeye çalışır. Lami Orhan beyin karısından, Orhan Beyin her şeyi öğrendiğini ve ayrılacaklarını öğrenir. Lami’nin şüpheleri yine artmıştır, hizmetçiden bilgi alabileceğini sanarak ona para verir ama hiç bir bilgi alamaz.




Lami kafasında planladığı şeyleri bir türlü hayata geçiremez. Canan hakkında dedikodular çıkamaya başlar. Bu sırada Canan’ın annesi olduğu sonradan öğrenilen birisi çıkar gelir ve onlarla beraber kalmaya başlar. Canan ondan nefret eder ve her zaman ona kötü sözler söyleyerek dışlar.




Her zamanki gibi gece eğlencelerinden birinde değişik konuşmalar geçmeye başlar. Herkes sahip olduğu bir şeyleri satmaya başlamıştır. Lami’nin arkadaşı Ali bunlardan şüphelenir ve Canan ‘a yalnız bulduğu bir odada sorular sormaya başlar ve cevap alamayınca onu kucaklar, bu sırada bunları annesi görür. Odaya döndüklerinde dans etmeye başlarlar. Herkesin neşesi yerindedir.




Bir ara Canan ve Selim ortalıktan kayboldular. Lami bunlardan şüphelendiği için onları takip eder ve onların ilişkilerini öğrenir. Canan ‘ın annesi bozuk Türkçesiyle oğlu gibi sevdiği damadına Canan’la Ali arasında olanları anlatır. Soğukkanlılıkla hareket etmeye söz vererek odaya geri döner. Lami odada biraz kaldıktan sonra Selimle beraber dışarı çıkmak için hareketlenir. Evden biraz uzaklaştıklarında Selim’e hakaret etmeye başlar. Selim her şeyden ona bahseder ve Canan’ın kimlerle ilişkisi olduğunu söyler.




Lami yıkılmış bitkin bir halde ev geri döner. Evdekiler dağılmış ve Canan yatak odasına çıkmıştır. Lami yatak odasına girer girmez Canan’ın üstüne yürür ve onu boğmaya çalışır; ama Canan ondan kurtulur ve uzun tırnaklarıyla onu yaralar. Bu arada Canan’ın annesi ve hizmetçileri kapıyı zorlamaktadırlar.




Lami dayanamaz ve kapıyı açar, Canan’ın annesi içeri girer girmez Canan’ın saçlarından tutarak yatağın demirine vurmaya başlar. Canan kurtulmaya çalışırken yanındaki dolabı üstüne devirir dolapla beraber üzerinde duran lambada düşer ve ortalık karanlık olur. Lami ve hizmetçi yardım bulmak ve polisi çagırmak için dışarı çıkarlar. Onlar hale olayın şokundadırlar. Selim geceden beri eve gitmemiş evin etrafındadır. Lami onuda alarak yatak odasına çıkar ama Canan çoktan ölmüştür.




Canan ‘ın ailesi ve aşıkları gözyaşlarına boğulur, Lami de ise hem hüzün hem sevinç vardır. Lami olanların şokundan kurtulmak ve geceyi geçirmek için yakınlarda oturan teyzesine gider. Lami orada bir kaç gün dinlendikten sonra Selim’e gider ve onunla Bedia hakkında konuşurlar. Lami Bedia’ya ya gitmeye karar verir ama bu cesareti kendinde bulamaz. Bir kaç gün geçtikten sonra Lami Bediaların yalısına gider. Yalıda çok değişiklik vardır eskisi gibi bakımlı bir bahçesi ve boyalı duvarları yoktur. Kapıyı çaldığında onu dadı karşılar.




Dadı ilk önce onu tanıyamaz kendini tanıttıktan sonra dadı beklemesi gerektiğini ve hanıma haber vereceğini söyler. Lami beklemeye başlar. Bu geçen zaman içinde Abdullah Bey hastalanmış ve yatağa düşmüştür. Sonunda Bedia gelir ama ikisi de birbirleriyle konuşmaya cesaret edemez.




Sonunda Lami sessizliği bozar ve her şeyi ona anlatmaya başlar, Lami yaşadığı cehennem hayatını ve hatalarını ona anlatır. Dadı her zaman ki gibi onlara sütlü kahvelerini getirir. Eski günlerdeki gibi yeni bir güne başlanmış ve huzurlu hayat geri dönülmüştür.


Ana Fikir

Aile yaşantısındaki huzursuzluk ve kötü sonuçları. Eş seçiminin önemi.







Şahıslar ve Olaylar


Kitapta ana karakterler: Lami, Canan, Bedia’dır. Olaylar en çok bunları etkilemiştir. Olayların gelişme seviyesi günümüzde olduğu gibidir. İlk başta kötüler galibiyetiyle başlamış ama iyilerin galibiyetiyle sona ermiştir. Olaylarda eş seçiminin önemi ve aile ahlak yapısı işlenmiştir.



Yazar Hakkında Bilgi



PEYAMİ SAFA


İstanbul’da doğmuştur (1899). Servet-i Fünun dönemi şairlerinden İsmail Safa’nın oğludur. Sivas’a sürgüne gönderilen babasının orada ölmesi üzerine iki yaşında yetim kalmış (1901), bu yüzden “Yetim-i Safa” adıyla anılmıştır. Babasız büyümenin acılarının yanısıra, sekiz dokuz yaşlarında yakalandığı bir kemik hastalığı dolayısıyla 17 yaşına kadar, bu hastalığın fiziksel ve ruhsal bunalımlarını yaşamıştır. Sonradan bu günlerini ünlü Dokuzuncu Hariciye Koğuşu adlı romanında dile getirmiştir.




Hastalık ve savaşın yol açtığı maddî sıkıntılar dolayısıyla öğrenimini sürdürememiş, o sıralar Maarif Nazırı olan Recaizade Ekrem Bey, bu görevinden ayrılınca onu Galatasaray Lisesi’nde okutma vaadini yerine getirememiş, Peyami safa da hayatını kazanmak ve annesine bakmak için Vefa İdadisi’ndeki öğrenimini yarıda bırakmıştır.




Keaton Matbaası’nda bir süre çalışan Peyami Safa, açılan sınavı kazanarak Posta - Telgraf Nezareti’ne girmiş, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasına kadar orada çalışmıştır (1914). Daha sonra Boğaziçi’ndeki Rehber-i İttihat Mektebi’nde öğretmenlik yapmaya başlamıştır. Dört yıl çalıştığı bu okulda, hem öğretmiş, hem de kendi çabasıyla Fransızcasını ilerletmiştir.



Daha sonra ağabeyi İlhami Safa’nın isteğine uyarak öğretmenlikten ayrılmış (1918) ve birlikte çıkardıkları 20. Asır adlı akşam gazetesinde “Asrın Hikâyeleri” başlığı altında yazdığı öykülerle gazetecilik yaşamına başlamıştır. İmzasız yazdığı bu öykülerin tutulması üzerine adını kullanmaya başlayan Peyami Safa, daha sonra Son Telgraf gazetesinde yazmış (1921), oradan da Tasvir-i Efkâr’a geçmiştir. Daha sonra Cumhuriyet gazetesine geçmiş, 1940 yılına kadar bu gazetede fıkra ve makalelerinin yanısıra roman da tefrika etmiştir.



1960′lı yıllara kadar bir çok gazete ve dergide yazan Peyami Safa 27 Mayıs’tan sonra Son Havadis gazetesinde yazmaya başlamıştır (1961). Aynı yıl Erzurum’da yedek subaylığını yapmakta olan oğlu Merve’nin ölümü üzerine büyük bir sarsıntı geçiren Peyami Safa, iki üç ay sonra İstanbul’da ölmüştür (15 Haziran 1961).
 
Cadı
[align=center](Hüseyin Rahmi Gürpınar)
[/align]
KİTABIN ADI: CADI
KİTABIN YAZARI: HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR
YAYINEVİ VE ADRESİ: Özgür Yayınları Ankara Cad. 31/2 Cağaloğlu-istanbul.
BASIM YILI: Altıncı Basım/ Ekim 1996

KİTABIN KONUSU
Binnaz Hanım, öldükten sonra dirilerek, ölümünden sonra hemen evlenen kocası Naşit Nefi Efendi’ye yaşamı zehir eder.
KİTABIN ANA FİKRİ
Hüseyin Rahmi’nin, metafizik bir polisiye biçiminde başlayan ,sonunda olayı akılcı bir çözüme bağlayan Cadı romanında, evlilik kurumu kadar, metafizik dünya görüşüde eleştirilmektedir.

KİTABIN ÖZETİ
Fikriye Hanım kocasını öldükten sonra, küçük kızıyla birlikte dayısının evine yerleşmiştir. Bu durumdan pek hoşnut olmayan Emine Hanım daha kocasını toprağı bile kurumadan Fikriyeyi başka biriyle birlikte evlendirip başından savamanın planlarını yapmaya koyulmuştur. Bunun için çöpçatan kadınlara bol miktar paralar adadı. Bir gün Fikriye’ye hayırlı bir kısmet bulundu.Görünürde zengin hali vakti yerinde kalem müdürü Naşit Nefi Efendi’nin iki çocuğundan sonra başka bir pürüz görünmüyordu.Ancak Fikriye’nin de küçük kızı olduğu için bu sorun pek önemli değildi.
Aslında daha büyük sorunlar ve pürüzler vardı. Naşit Efendi’nin ilk karısı Binnaz öldükten sonra ruhlar aleminden yalıya ziyaretler yapmaya başladığı rivayet ediliyordu. Buna dair çok kuvetli kanıtlar vardı. Naşit Efendi’nin ikinci karısının esrarlı bir şekilde yalının bahçesinde ölmesi, üçüncü eşininde evi terk etmesi cadı söylentilerini güçlendiriyordu. Emine Hanım bu söylentilere rağmen Fikriye’yi, Naşit Efendi ile evlendirmeye kara vermişti. Hiç bir şeyden haberi olmayan Fikriye dayısını ve yengesinin isteklerine boyun eğdi. Ancak söz kesildikten sonra dedikodular daha yoğunlaştı ve Fikriye cadı olayını duyduktan sonra sözden vazgeçti. Ancak yengesi ve çöpçatan kadın bunların Naşit Efendi’ye atılmış iftiralar olduğunu söyleyerek Fikriye’yi kandırdılar.
Bir gün eve Habibe Hanım adında eski dostlarından eli değnekli,yaşlı bir konuk gelir. Fikriye Hanım’a yapılan bu kötülük karşısında susamıyacağını belirten Habibe hanım Naşit Efendi’nin üçüncü eşinin yanına gidilmesini teklif eder.Teklif Emine Hanım ve çöpçatan kadın tarafındanada onay görür ve ertesi gün hazırlanılır ve Şükriye Hanım’ın evine gidilir.Şükriye Hanım iyi bir eğitim görmüş,kibar,güzel ve okumuş bir hanımdır. Naşit Efendi’nin yalısında geçirdiği günleri kaleme almış, bu konuda bir kitap yazmıştı.Şimdiyse yazdıklarını konuklarına aktarıyordu.
Şükriye Hanım babasının batıl inançların saçmalığı konsunda yaptığı konuşmalardan sonra Naşit Efendi ile evlenmeye karar vermişti.Ancak cadı hakkındaki dedikodular ve ikinci eşin başına gelen esrarlı ölüm onun içindeki korkuyu atamamasına yol açmıştı. Naşit Efendi kibar bir İstanbul beyefendisiydi.Üstelik Şükriye’den de hoşlanmıştı.Ona karşı kibar davranıyordu. YalıRumeli sırtlarındaydı.Yalıda erkek hizmetlilerden başka. Emektar hizmetçi İrfan kadın,Naşit Efendini çocukları Nesip ile Ragibe çocukların bakıcısı Gülendam ve Şükriye Hanım’ın yatalak kaynanası vardı.
Nesip ile Ragibe gayet şımarık çocuklardı üstelik yalıda onlara kimse ses çıkaramıyordu.Şükriye hanım çocukların yanında her zaman türlü türlü yemişlerin, en pahalı şekerlemelerin bulunduğunu farketi.Çocuklara bunların kim tarafından getirildiğini sorduğunda Cadı annemiz karşılığını aldı.Buna şaşıran Şükriye yalıda bu yemişlerin kimin tarafından alındığına dair bir arştırmaya koyuldu.Hiç kimse şekerlemelerin kimin tarafından alındığını bilmiyordu.Sağlıklı bir sonuca ulaşamayan Şükriye’nin, cadı konusundaki şüpheleri biraz daha artı.
Öncelikle Gülendam’ın ağzını aradı ancak burdan bir sonuç alamadı.Daha sonra İrfan Kadın’dan bu konuda bir kaç şey öğrenebildi.İrfan Kadın’a göre Binnaz Hanım’ın ruhu yalıyı dolaşıyordu ve çocuklara yemişleri Binnaz’ın ruhu getiriyordu.İrfan Kadın bir kaç kez cadıyı görmüştü. Üstelik ikinci eşin ölümüyle cadının bir ilgisi vardı.İkinci eş çocuklara iyi davranmaması yüzünden cadı tarafından cezalandırılmıştı.İrfan Kadın Şükriye Hanım’a çocuklara iyi davranması konusunda öğüt verdi.
Artık Şükriye’nin cadını varlığı konusunda şüpheleri iyice artmıştı.Bu konuyu kocası Naşit Efendi ile konuştular. Naşit Efendi olaylara mantık çerçevesinde bakıyor, bunların kendilerinin bilmediği görünmez bir düşman tarafından yapıldığını savunuyordu. Ancak her geçen gün cadının varlığı konusunda kanıtlar çoğalıyor.Naşit Efendi cadıyı inkar etsede Şükriye Hanım’ın şüpheleri her geçn gün artıyordu.
Naşit Efendi’den başkasının açmasının imkansız olduğu kasadan Binnaz Hanım’ın mücevherleri alınıp Binnaz Hanım’ın yazısıyla bir not bırakıldıktan sonra Şükriye artık cadının varlığına tammiyle inanmıştı.Artık cadı hakkında ileri geri konuşulmuyor aziz ruh deniliyordu.Ölmekten korkan Şükriye Hanım aziz ruhun adına her gün yasin okuyor Binnaz Hanım’ın adını saygıyla anıyordu. Bu saygılarını göstermek içn yalı halkı Binnaz Hanım’ın kabrini ziyarete karar vermişti.

Hisar mezarlığındaki kabir çevresi kalın parmaklıklı bir kafes içindeydi.Kabirin tek anahtarıda Naşit Efendi’deydi ve kabirin içine hiç bir yabancı giremezdi. Kabir içine girdiklerinde onları mezarın üzerinde kalemle yazılmış mutasavvıfça bir şiir bekliyordu. Bu şiirin dışardan biri tarafından yazılması çok güçtü.Onlar bu şiir hakkında yorum yaparken. Mezarın başında duva okuyan, okul inşatında çalıştığını öğrendikleri bir ırgat başıyla karşılaştılar. Irgat başı duva okumasını sebebini Binnaz Hanım’ın ruhunu görmesine bağlayınca, artık cadını varlığı konusunda şüphe kalmamıştı.Ancak Naşit Efendi neye inanacağını şaşırmış vaziyeteydi.
Sonraki günlerde Naşit Efendi çeketinin cebinde bir not buldu. Not Binnaz Hanım’ın el yazısıyla yazılmıştı.Notun içeriği Binnaz Hanım’ın niye geri geldiği ile ilgili sırlara cevap veriyordu.Daha sonra bir medyuma danışmaya karar verdiler ancak medyum cadının varlığını kabul etmesine rağmen cadının çok güçlü olduğunu.Bu konuda kendisnin yapacak bir şeyiolmadığnı, canlarını seviyorlarsa cadının isteklerini kabul etmelerini söyledi.
Kocasından ayrılıpğ baba evine gitmek isteyen Şükriye’yi babası caydırdı. Yalıya tabancasıyla gelen babası korkmaması gerektiğini ona bugün çocuklardan birini dövmesini cadı gelirse onu vuracağını böylece cadı yalanın biteceğini söyledi.Şükriye babasının dediğini yaptı ve çocukları tokatladı.Şükriye ve babası cadıyı beklemeye başladılar. Kahvelerini içtikten sonra uykuya dalan baba,kız cadının gürültüsüyle uyandılar. Binnaz Hanımın ruhu karşılarındaydı. Babası Ateş etti ama ruha bir şey olmadı, her ikiside bayıldılar.Ayıldıklarında neyseki ufak tefek şeyler dışında pek bir şeyleri yoktu. Cadının varlığını kabulenen baba ve Naşit Efendi Şükriye’nin ayrılma kararına karşı çıkamadılar.
Şükriye kitabını kapatı ve anlatacaklarını bitirdi.Fikriye evlenmekten caydı. Emine Hanım’ın ise buı karar karşısında diyecek pek bir şeyi yoktu. Cadı dedikoduları tüm İstanbul’a yayılınca Naşit Efendi evlenecek bir eş bulamadı.Çocuklarını büyütü evlendirdi.Kendisi de artık daha küçük bir eve yerleşti.
Artık mektuplar ve cadı görünmüyordu. Eve daha sonra bir bir zarf geldi.Mektup eski yalı komşusu Rahmetli Aramdil Hanım’ın büyük oğlu Kadir Beyden geliyordu.Mektup her şeyin iç yüzünü ortaya koyuyordu.Cadı diye bir şey yoktu. Aramdil Hanımla, Binnaz Hanım çok iyi dostular hangisi önce ölürse birbirlerine çocuklarını emanet etmişlerdi.Aramdil Hanım, Binnaz Hanım’a verdiği söz doğrultusunda ,Naşit Efendi’nin evlenmesini engelleyerek çocukları üvey annelerinin şerinden korumak istemişti. Bunun için farketirmeden yalının üstünden kendi yalısına bir kapı,altındanda bir tünel yaptırmıştı. Avrupada heykel tıraşlık eğitimi almış küçük oğlunada Binnaz Hanım’a benzeyen bir kostüm yaptırmıştı.Her şey Kadir Bey’in yalıyı yıktırmasıyla ortaya çıkan geçitler ,annesinin sandığındaki Binnaz Hanım’ın elbisesi ve Aramdil Hanım’ın notlarıyla açıklığa kavuşuyordu.
Cadının omadığı artık kanıtlanmış,bütün gerçekler ortaya çıkmıştı. Naşit Efendi gazetelere gerçeklerle ilgili ilan vermesine rağmen Cadı dedikodularını önleyemedi.Bir daha asla kendine bir eş bulamayan Naşit Efendi ömrünün sonuna kadar yanlız yaşadı.
KİTAPTAKİ KİŞİLER
Naşit Nefi Efendi : Kalem müdürü olarak hali vakti yerinde bir İstanbul beyefendisi.
Binnaz Hanım : Naşit Nefi Efendinin eceliyle ölen ilk eşi. Ruhlar aleminden yalıya ziyaretleri yaptığı sanılan cadı.
Şükriye Hanım : Bir kaza sonucu yalının bahçesinde ölen Naşit Nefi Efendi’nin ikinci eşinden sonraki eşi.
İrfan Kadın :Yalının emektar hizmetçisi.
Gülendam : Çocukların bakıcısı.
Nesip İle Ragibe : Naşit Efendi’nin ilk karısından olan çocukları.
Fikriye Hanım : Naşit Efendini dördüncü eş adayı. Tek çocuklu taze dul.
Emine Hanım : Eşi öldükten sonra evine yerleştiği dayısının eşi.
Aramdi Hanım: Yan yalının sahibi Binnaz’ın ölmeden önceki en iyi arkadaşı.
Kadir Bey : Aramdil Hanım’ın büyük oğlu. Esrarı açıklığa kavuşturan kişi


KİTAP YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ


Romanımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kavşaklarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş; romanlarıyla , öyküleriyle, yazılarıyla, toplumun çağdaşlaşması yolunda. Yobazlığa,gericiliğe,bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır. Onu böylesine verimli, çok okunan bir yazar yapan da bu özelliği olmuştur. Hüseyin Rahmi, Türk topllumunun büyük bir dönüşüm sürecine girdiği bir dönemde, yani doğru zamanda ortaya çıkmış bir düşünür-yazardır.[COLOR=#ffffff]Yüz Temel Eser Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Kitap Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Roman Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Yüz Temel Eser[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Özet[/COLOR]
YAPITLARI
Roman: Şık (1889), İffet (1896), Mürebbiye(1899), Bir Muadele-I Sevda (1899), Tesadüf(1900), Nimetşinas (1901), Şipsevdi (1911), Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç (1912), Gulyabani (1912), Cadı (1912), Hakka Sığındık (1919), Toraman (1919), Hayattan Sayfalar (1919), Son Arzu (1922), Cehennemlik (1924), Efsuncu Baba (1924), Ben Deli miyim? (1925), Billur Kalp (1926), Tutuşmuş Gönüller (1926), Evlere Şenlik Kynanam Naasıl Kudurdu? (1927), Muhabbet Tılsımı (1928), Mezarından Kalkan Şehit (1929), Kokotlar Mektebi (1929), Şeytan İşi (1933), Utanmaz Adam (1934), Eşkiya İninde (1935), Kesik Baş (1942), Gönül Bir Yeldeğirmenidir Sevda Öğütür (1943), Ölüm Bir Kurtuluş mudur? (1946), Deli Filozof (1964), Acı Gülüş (1967), Namuslu Kokotlar (1973).
Öykü: Kadınlar Vaizi(1920), Meyhanede Hanımlar (1924), Namusla Açlık Meselesi (1933), Katil Buse (1933), İki Hödüğün Seyehati (1933), Tünelden İlk Çıkış (1934), Gönül Ticareti (1939), Melek Sanmıştım Şeytanı (1943), Eti Senin Kemiği Benim (1963).
Oyun: Hazan Bülbülü (1916), Kadın Erkekleşince (1933), İki Damla Yaş (1973), Tokuşan Kafalar (1973).
 
[align=center]Cumba’dan Rumba’ya
(Peyami Safa)
[/align]
KİTABIN ADI : CUMBA’DAN RUMBA’YA
KİTABIN YAZARI : Peyami Safa
YAYINEVİ VE ADRESİ : ÖTÜKEN NEŞRİYAT A.Ş.
BASIM YILI : 1998

KİTABIN KONUSU
Kitap,Cemile adındaki genç ve güzel bir kızın,kötü yaşamından,bir anda Tahsin adındaki zengin bir adama rastlayarak kurtuluşunu ve birbiri ardına gelişen ilginç olayları konu almıştır.
KİTABIN ÖZETİ
Cemile,dikine doğru konuşan,aklına geleni söyleyen ve çok güzel bir kızdır.Bir gün,tramvayda parayı öderken,para üstünü alamazve ağzına geleni söylemeye başlar.O sırada orada bulunan Tahsin Bey,elli yaşında ,kibar kılıklı,duruma el koyarak paranın üstünü Cemile’ye verir ve Cemile ile tanışır.Tahsin Bey,çok zengin bir adamdır.Cemile’nin evine ertesi gün balo biletleri gönderir.Balo Beşiktaş İskele gazinosu’nda olacaktır.Cemile’nin ablası Şahende,uzun boylu,sarışın,yüzünün derisi cigara kağıdı kadarince ve beyaz,boynunun mavi damarları görünen zayıf ve sinirli bir kadındır.Baloya oğlu Altay’I da ***ürmeyi düşünür.Altay,yedi aylık,emzikli,kundakta birçopcuktur.Cemile,baloya Altay’ın gelmesine sinirlenmektedir;ama Şahendeye anlatamaz.Cemile ile Şahende ,baloya kundaktaki çocuğun gidip gitmeyecegi hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmadıklarından,sağa sola,konu komşuya sorarlar ve tüm mahalleye tartışma konusu yaratırlar.En sonunda,halkın sözünü dinlediğiHacı Kamil Bey’e sorarlar.Hacı Kamil Bey,edebini,terbiyesini,muhafaza etmek şartıyla bakire,seyyide,hamile,emziksiz,evli,bekar,kundakta yahut ihtiyar,genç,çoluk,çocuk,büyük,küçük herkesin gidebileceğini söyler.

Cemile ile Şahende ,eve dönerlerken,evin selamlık tarafına yeni taşınan kiracıları görürler ve Cemile kiracının genç oğlu ile göz göze gelir.’Şirin bir oğlana benziyor!’diye düşünür.[COLOR=#ffffff]Yüz Temel Eser Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Kitap Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Roman Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Yüz Temel Eser[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Özet[/COLOR]
Birkaç gün sonra,Cemile Tahsin Bey’e gitmeye karar verir ve o gün Tahsin Bey’le sinemaya giderler.Cemile Tahsin Bey’in evli olduğunu öğrenir ve Tahsin Bey ,Cemile’yi otomobili ile evine bırakır.
Cemile Tahsin Beyin dediği gibi Taksi’de şöyle dayalı döşeli bir apartmanda metreslik hayatı yaşayacak olursa annesinin yüreğine inecekti.Biliyordu ki bu ev bir yangında yanacak olursa annesini sigortadan alacakları para üstüne mücevherlerin parasını da katarak bir apartman almaya razı etmek daha kolydı.Cemile bundan emindi.Hatta o kadar emindiki ;bunun için eve ateş vermeyi, annesin mücevherlerini satıp zorla O’nu buradan çıkartmayı düşünüyordu.
Gece yatsı ezanında annesiyle ablası yattıktan sonra Cemile sokağa çıkıp,evin dört tarafını dolaşırken kiracının bölüğündenlamba ışığını gördü ve içeriden genç erkek kahkahaları duydu.Kulağını kanada yaklaştırarak dinledi.Kendisi hakkında Selim,birçok şey anlatıtordu.Cemile,hayatında hiç güzelliğini bu çeşit tarif edene rastgelmemişti.Bir bahanesini bularak o gece Selim’le konuşmayı başardı ve tüm herşeyi anlatarak evi yakmak istediğini söyledi.Selim’den yardım istedi.Ancak Selim,sigortadan para alamayacağını söyleyince ,Cemile vazgeçti.Tahsin Bey’den,balo için aldığı biletlerden birisini Selim’e vererek,baloya gelmesini istedi



Balo günü gelmişti.Cemile,Tahsin Bey’in aldığı esvabı giyince çok güzel olmuştu.Girişte ve girdikten sonra ,Altay başbelası oldu ve annesi Şahendeyi rezil etti. Baloya selim’de gelmişti.Üzerinde siyaha boyanmış,adi bir elbise vardı.Cemile,Tahsin Bey’iatlatarak Selim’le dans etti.Bunu kıskanan Tahsin Bey,Cemile yokken Selim’e bazı sorular sordu ve aralarında büyük bir tartışma çıktı.Sonuçta Cemile herşeyi ikisinede anlattı.
Cemile ,Tahsin Bey’I bırakarak Selim’le evlenmeyi planladı.Fakat,bir güm Selim’den ,babası Nail Bey’in hapse girdiğini ve beli bir miktar para gerektiğini duyunca,Selim’e parayı bulabileceğini söyledi ve Tahsin Bey’den parayı almaya karşılık ,ailesi ile birlikte Tahsin Bey’in tuttuğu evde kalmayı kabul etti.
Aradan günler geçti.Tahsin Bey,Cemile’ye hiç dokunmaz,O’na kültür hocaları tutar.Cemile,tüm bu hocalara ağzına geleni söyleyerek,onları evden kovar.Bir günTahsin Bey ,Memduh,Lili,Fazlı ve Ayetullah isimlerindeki birilerini eve getirir.Cemile bu kişilerden pek hoşlanmaz.Tahsin Bey, birkaç gün sonra Prensesin davet vereceğini ve oraya davetli olduklarını söyler.Davette birçok ilginç olay birbirini izler.Cemile’nin şiirler okuması,şair diye tanıtılması,Prensesin Cemile ile çok yakın olması…Sonuçta ,Cemile’ye bir telefon gelir.Eski oturduları Karagümrükte yangın çıktığı ve tüm mahallenin evsiz barksız kaldığı haber verilir.Cemile,olaya çok üzülür ve tam şiir okuyacakken ,tüm olyları anlatır;Tahsin Bey’I,Memduğ Bey’I,hayatını,yangını…Bunun üzerine Prenses ve birkaç davetli cemile’ye para yardımında bulunacakları hakkında söz verirler.
Cemile, hemen daveti terk ederek ,karagümrüğe gidip, müjdeyi tüm mahalleye haber verir,cebindeki paralarıda vererek bu gecelik idare etmelerini söyler.
Bu olaydan sonra Thsin Bey,tüm gerçekleri Cemile’ye anlatır.Çok önceden bir kızı olduğunu,trafik kazasında kaybettiğini,şu an evli olmadığını,Cemile’yi kızı gibi ğördüğünü,Şahende’yisevdiğini,Şahende’ninde O’nu sevdiğini,herşeyi…
Ve bir gün selim’in babası Nail Bey,Cemile’yi ziyaret eder ve Selim’in çok ağır hasta olduğunu, bu yüzden doktorun yurtdışına gitmesi gerektiğini söylediklerini;ancak bu şekilde iyileşebileceğini söyler.Tabiki Cemile buna karşı çıkar.
Cemile ,Selim’I kendisinin iyileştirebileceğine inanır ve inandığı gibi de bunu başarır.Sonuçta üç düğün birden olur.Memduh-nahide,Tahsin-Şahende ve Cemile-Selim.Herkes deli Cemile’nin hepsinden akıllı olduğunu o gece öğrenir.
KİTABIN ANAFİKRİ
Kitapta, bu dünyada hiçbirşeyin imkansız olmadığı, birgün biryerlerde çok istediğimiz hayatın bizi beklediği anlatımaktadır.
KİTAPTAKİ ŞAHISLAR
Karagümrüklü cemile:olyların baş kahramanı.
Saraç ibrahim efendi:babası,
Selim:yeni kiracı
Nahide:Selimin eski kızarkadaşı,
Şahende:Cemilenin ablası,
Altay:Şahendenin çocuğu,
Ali:Tahsin beyin şöförü,
Halime:Selim’in yengesi.
Mebrüke: Tahsinin kızı.


YAZAR HAKKINDA BİLGİ
Peyami safa,istanbul da 1899 yılında doğdu.Servet’I fünun şairlerinden İsmail Safa’nın oğludur.İki yaşındayken Sivasta sürgünde bulunan babasını kaybetti.Dokuz yaşında iken sağ elinin ekleminde kemik hastalığının başlaması,13 yaşında iken hayatını kazanmak zorunda kalması yüzünden düzenli okul öğrenimi görmedi.
 
Cinayet Nedeni
[align=center](Patricia Cornwell)
[/align]
KİTABIN ADI : Cinayet Nedeni
KİTABIN YAZARI : Patricia CORNWELL
YAYINEVİ VE ADRESİ : Altin Kitaplar Cağaloğlu / İSTANBUL
BASIM TARİHİ : 1999

KİTABIN YAYIM MAKSADI
Terk Edilmiş Bir Tersanede Bir Cinayet Olayı Olmuştur. Bu Cinayetin Nedeni Araştırılmasıyla Bir Grup Siyanist Terörist Açığa Çıkarılarak Yalanmıştır.
KİTABIN ÖZETİ
Yazar kitabı; İleri görüşlü editör olan arkadaşı Susanne Kirk’e hitaben yazmıştır. Yılbaşı gecesi, Virginin’de yıIın son cinayeti işlenmiştir. Adli Tıp Merkezinde çok sevilen araştırmacı gazeteci, dalgıç Ted Eddings’in cesedi Elizabath Nehri’nin soğuk sularında bulunur.

Polis memuru Marinp, kurbanın otopsisi için kurbanın yakın arkadaşı Dr. Kay Scarpetta’ya haber verir. Dr Kay cesedin bulunduğu terk edilmiş tersaneye gittiğinde kapıdan güvenlik görevlilerince engellenmeye çalışılır. Dr.Kay yetkilerini kullanarak, tersanenin kendi bölgesinde olduğundan burada işlenen bir cinayetin kendi sorumluluğunda olduğundan dolayı içeri girmeye başarmıştır. Tersanden sorumlu Albay Green’le görüşerek cesetin bulunduğu yere giderler. Ceset hala suyun altındadır. Çünkü Dr. Kay çıkarılmasını istememiştir, kendiside suya dalıp cesedi orada görmek ister. Böylelikle suya dalmaya başlamıştır. Bu arada FBI’dan dalgıçlar gelmiştir, onlarda Dr.Kay’ın suya dalması için ona yardımcı olurlar.
Dr. Kay suya dalmıştır, ama hiçbir şey görünmüyordur. Yalnızca bildiği tek bir şey vardır, oda cesedin, su yüzünden aşağı derinliklere kadar uzanan hortumun yanında olduğunudur. Cesedi hortum yardımıyla bulmuştur. Ama görmekte zorluk çekmektedir. Çünkü su o kadar yoğundur ki radyoaktif atıklardan dolayı bataklık gibi olmuştur. Daha sonra diğer dalgıçların da yardımıyla cesedi çıkarmayı başarmıştır. Böylece cesedi daha iyi inceleyebilecektir. Dr. Kay orada raporunu tuttuktan sonra cesedide alarak otopsi için çalıştığı Tiwedear bölge hastanesine ***ürmüştür. Burada asistanı Danny ile cesedi incelemeye başlamışlardır. Öncelikle dalgıç giysisini incelemişlerdir. Ama herhangi bir teknik problem bulamamışlardır. [COLOR=#ffffff]Yüz Temel Eser Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Kitap Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Roman Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Yüz Temel Eser[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Özet[/COLOR]
Daha sonra cesedin bütün organlarını incelemişlerdir, boğulma olmamıştır. Hiçbir yerinde yara bere izi yoktur. Bu durumda cesedin kaza sonucu değil öldürüldüğü ihtimali kesinlik kazanmıştır. Dr.Kay cesetten almış olduğu kan örneklerini tahlil için kan merkezine göndermiştir, artık beklemekten başka çaresi kalmamıştır. Akşam olmuştur evine gitmek üzere yola çıkar. Birden cep telefonu çalmıştır, arayan yeğeni Lucy’dir. Lucy FBI’da öğrencidir. Teyzesinin yanına izne gelmiştir. Telefonda teyzesine evde olduğunu söylerek sürpriz yapmıştır. Dr.Kay eve geldiğinde yeğni Lucy ile karşılaştığında çok sevinmiştir. Biraz olsun günün stresinden uzaklaşmıştır. Duş alıp yemek yedikten sonra birlikte sohbet etmişlerdir. Dr. Kay yeğenine olup bitenleri anlatarak durum değerlendirmesi yapmışlardır. Saat artık çok geç olmuştur, öylece koltuk üzerinde uyuyup kalmışlardır. Sabah olup kahvaltı yaptıktan sonra tahlil sonucunu öğrenmek için kan merkezine gideceklerdir. Dışarı çıktıklarında araba lastiklerinin parçalandığını görünce şok olmuşlardır.
Biraz öylece bekledikten sonra polis memuru Marino’yu arayarak durumu bildirmişlerdir. Memur Marino hemen Dr.Kay’ın evine gelmiş ve araştırma yapmaya başlamıştır. Daha sonra bir telefon daha gelir, telefonda polis merkezinden bir memur Dr.Kay’ın asistanı Danny’inin öldürüldüğü haberini vermiştir. Dr.Kay şok olmuştur ve korkmaya başlamıştır. Daha sonra polis memuru Marino’nun yardımıyla Dr.Kay ve yeğeni Lucy evi terketmişlerdir. Üçü birlikte kan merkezine giderek tahlil sonucunu almışlardır. Aldıkları sonuça fazla şaşırmamışlardır. Kanda aşırı derecede zehir çıkmıştır. Kurban zehirlenerek öldürülmüştür. Danny de aynı kişilerin öldürdüğü olasılığı büyüktür.
Dr. Kay, yeğeni Lucy ve polis memuru Marino bir cafeye giderek durum değerlendirmesi yapmaya başlar. Lucy bir ara tuvalete gider ama geri dönmez Dr. Kay meraklanmaya başlamıştır. Çok geçmeden bir telefon gelir Lucy kaçırılmıştır. Asıl istedikleri kişi Dr. Kay’dır. Dr. Kay’ın yeğenini görebilmesi için terk edilmiş Tersaneye gelmesini isterler. Dr. Kay tek başına Tersaneye gider ama üzerinde mikrofon vardır. Bu şekilde memur Marino onunla irtibat kurarak yerlerini saptayacaktır. Dr. Kay’ı Tersanede çok iyi ararlar ama mikrofonu bulamazlar. Dr. Kay yeğeni Lucy ile görüştürülür ama her ikiside öldürülecektir. Çünkü Lucy’i kaçıranlar bir grup siyonist teröristtir.
Liderleri olan Handel her şeyi anlatarak Dr. Kay’la yeğenini öldürmek için plan yapar., gazeteci Ted Eddings, yapmakta oldukları nükleer silahı ve dünyaya egemen olma düşüncelerini açığa çıkartmıştır ve tersaneden deliller toplamıştır. Bundan dolayı öldürmüşlerdir. Danny’de bu olaya bulaştığı için öldürürler ve Dr. Kay ve yeğeni Lucy’de öldürmek üzeredirler ama bu arada polis memuru Marino ve arkadaşları baskın yaparak teröristleri ele geçirmeyi başarmışlardır. Böylelikle cinayetin nedeni bulunmuş,teröristler ele geçirilmiş ve Dr. Kay ile yeğeni Lucy kurtarılmışlardır.
 
[align=center]Cemile - Sultan Murat
(Cengiz Aytmatov)
[/align]
KİTABIN ADI : CEMİLE – SULTAN MURAT
KİTABIN YAZARI : CENGİZ AYTMATOV
YAYINEVİ : ÖTÜKEN YAYINEVİ
BASIM YILI : 1990

KİTABIN KONUSU
Kitapta iki ayrı hikaye vardır. İlki bir aşk hikayesidir. Aşkı uğruna töreleri çiğneyen bir kadının hikayesi anlatılmaktır. İkinci hikayede ise savaştan dolayı köy ahalisinin çektiği sıkıntılar anlatılmaktadır. Ayrıca hikayenin kahramanının yaşadığı bir aşktan da bahsetmektedir.
KİTABIN ÖZETİ

Bu hikaye bir Kırgız köyünde, savaş zamanında yaşanan bir aşkı anlatmaktadır. Hikayeyi olayın baş kahramanı Cemile’nin kocası Sadık’ın kardeşi anlatmaktadır. Cemile köyün en güzel kızlarındandır.Erkek gibi yetiştiğinden, ağzı çok sıkı laf yapan, en zor işlerin üstesinden gelebilen, cesur biridir. Cemile bir at bakıcısının kızı olduğu için çok iyi at kullanmaktadır. Bir ilkbahar günü Sadık Cemile’yi geçememiş, bu O’na pek ağır gelmiş ve bu yüzden Cemile’yi kaçırmıştır. Yani severek evlenmemişlerdir. Savaş başlayınca, ancak dört ay beraber yaşayabilmişler ve Sadık askere alınmıştır



Uzun süredir savaşta olan kocasından ayrı kalan Cemile’yi yalnız kaldığı için köyün gençlerinin sarkıntılıklarına maruz kalmıştır. Sadık gönderdiği mektuplarda Cemile’ye çok az yer vermektedir. Cemile de kocasının bu yaptığına az da olsa bozulmaktadır. Cemile her gün kayını ile istasyona tahıl taşımaktadır. Onlara yardım için de Danyar adlı adam da katılır. Danyar, cepheden gelmiş bir savaş gazisidir. Tek ayağı topaldır, Cemile gelişen olaylar doğrultusunda Danyar’a aşık olur ve herşeyi göze alarak beraber kaçarlar.
SULTAN MURAT
Hikaye bir Kırgız köyünde, İkinci Dünya Savaşı sıralarında köylünün çektiği sıkıntıları, savaşın zararlarını anlatmaktadır. Sultan Murat’ın babası köyün birçok erkeği gibi savaştadır. Sultan Murat ailenin en büyük oğludur. Savaştan dolayı cephedeki askerlerin yiyecek ihtiyaçları için Sultan Murat ve dört arkadaşı Anatay, Erkinbek, Ergeş, Kubatkul tarlayı atlarla sürmek için okuldan alınırlar. Çünkü beş arkadaş ata binmekte ve tarla işlerinde diğerlerinden daha usta ve daha güçlüdürler. Bu beş arkadaş çok çalışıp tarlayı sürmek için gerekli hazırlıklaı tamamlarlar. Bu arada Sultan Murat da hiç aklından çıkaramadığı okul zamanı aşkı Mırzagül’e onu sevdiğine söyler ve iş başına koşar. Köyden uzaktaki tarlalarda uzun süre eve dönmeyecekleri Aksay’da toprakları beş güçlü atla sürmeye başlarlar. Beş arkadaş günlerini Aksay’da cephedeki askerlerin ihtiyacı için çalışarak geçirirler ve geceleri hepsi bir çadırda yatarlar. Ancak gece hırsızlar dört atı çalarak kaçarlar. Diğer atla da sultan Murat peşlerine düşüp hırsızlara yetişir, fakat silahları ile Sultan Murat’ın atını vurup uzaklaşırlar.
KİTABIN ANA FİKRİ
“Aşkın gözü kördür.” deyimini doğrulayan ilk hikayede gerçek aşıkların hiçbirşeyden korkmadan bütün tehlikeleri ve engelleri göze alabileceği vurgulanmaktadır. İkinci hikayede ise savaştan hiç kimsenin kazançlı çıkamayacağı, hem kazanan hem de kaybeden devletin halkının da çok eziyet çekeceğini belirtmektedir.

KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ
Kırgız Türk romancısı. Kırgızistan’ın Şeker köyünde doğdu. Cumbul’da Baytar Okulunu (1946) ve Kırgızistan Tarım Enstitüsü’nü bitirdi (1953). Deneme çiftliklerinde çalıştı. Bir müddet Moskova’da Gorki Enstitüsü’nde staj gördü. Moskova Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde okudu. 1957 yılında Sovyet Yazarlar Birliği’ne üye kabul edildi. 1963′te Lenin Ödülü’nü aldı. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Kırgızistan’ın bağımsızlığına kavuşmasından sonra ülkesini Lüksemburg’da büyükelçi olarak temsil etti.
Ülkemizde bilinen ve en çok satan kitapları:
Toprak Ana, Elveda Gülsarı, Yıldırım Sesli Manascı, Yüzyüze – Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek, Dişi Kurdun Rüyaları, Cemile – Sultan Murat, Beyaz Gemi, Kızıl Elma – Oğulla Buluşma - Beyaz Yağmur – Asker Çocuğu – Deve Gözü – Cengiz Han’a Küsen Bulut, Kassandra Damgası.
 
Çanakkale Askerlerine Rütbe Gerekmez
[align=center](Sezen Özol)
[/align]
KİTABIN ADI : ÇANAKKALE ASKERİNE RÜTBE GEREKMEZ
KİTABIN YAZARI : SEZEN ÖZOL
YAYIN EVİ VE ADRESİ : KASTAŞ YAYIN EVİ
BASIM YILI : 1998

KİTABIN KONUSU
Çanakkale Savaşında Türk milletinin kahramanlıkları,katladığı zorluklar ve kalplerinde taşıdıkları akıl almaz vatansevgisi.Bunların dışında İngilizlerin Anzakları Türklere karşı insanlık dışı kışkırtmaları ve Anzakların da onlara karşı cevapları
KİTABIN ÖZETİ


Baş kahramanımız İbram Ağa Gönen kasabasında tellallık yapan,kasabanın neşe kaynağı,orta boylu birisidir.Günleri kaymakamlıktan aldığı haberleri davuluyla halka duyurmakla geçmektedir.1924 yılının mayıs ayında sabah namazından hemen sonra yüzbaşının emireri aceleyle ibram Ağanın yanına gelir ve acele şubeye gelmesini söyler.İbram Ağa apar topar gider,askerlerin tüfek çatıp rahatta tüfeklerin arkasında beklediklerini görür.Bunu Balkan Harbinden sonra ilk defa görmüştür ve haberlerin iyi olmadığını anlar.[COLOR=#ffffff]Yüz Temel Eser Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Kitap Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Roman Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Yüz Temel Eser[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Özet[/COLOR]
İlanı eline aldığında inanamaz.Savaş çıkmıştır.Kasabaya döner,hükümetin Almanlarla birlup İngilizlere savaş açtığını,seferberliğin hızlanacağını,kurası tutanların bir hafta içinde şubeye teslim olmalarını,aksi halde asker kaçağı sayılacaklarını duyurur.
İbram Ağa ve Kellerin mustafa’nında askere gitmesi gerekmektedir. İbram Ağa babasının ölümünden sonra ilk defa bu kadar üzülmüştür. Ancak üzüntüsünün sebebi askere gidecek olması değil birkaç ay sonra evleneceği nişanlısı Kiraz’dan ayrılacak olmasıdır.ancak akşama sevinci tekrar yerine gelmiştir.Çünkü Kiraz ona dönene kadar bekleyeceğini söylemiştir.Bir hafta sonra İbram Ağa ve Kellerin Mustafa beraber teslim olurlar.
Öte yandan Ian Smıth 23 yaşında,teknik okul mezunu,bir çiftlikte araç bakımı yapan Avusturyalı bir gençtir.Birkaç ay sonra evleneceği komşu çiftlikte hizmetçilik yapan Elizabeth isimli bir nişanlısı vardır.İngiliz hükümeti tarafından askere çağrılır.Ancak İngilizlerin Hindistan,Senegal,Yeni Zelenda’dan da asker çağırdığnı duyan Ian İngilizlerin Türkler’den çok korktuğunu düşünmektedir.

İki hafta sonra Ian ve gelen askerler Arabistana gitmek için gemilere bindirilirler.Güvertede süngü ve yanaşık düzen eğitimleri almalarının yanında İngiliz subaylar tarafından sürekli Türklerin ne kadar gaddar,acımasız,cani, zorunlu olduklarında insan eti bile yiyen vahşi yaratıklar oldukların ikna edilmeye çalışılıyorlardı.
Acemi eğitiminde Kellerin Mustafa bahriyeye ayrılır.İbram Ağa ve Kellerin Mustafa ilk defa ayrılmışlardır.

Bir hafta sonra Çanakkale’nin hemen arkasında Maydos’a 9. Tümene katılacaklardır.İntikal günü İbram Ağanın bölüğü Tekirdağ’a giden gemiye sığmadığından bölük Gönen-Biga üzerinden yaya olarak Çanakkale’ye gidecektir.Mehmet Çavuşta bölükle beraber gelir.
14 günde yaya olarak gelirler.Buradan da Gelibolu Yarımadası’nda Kivle Koyu ‘na gitmek için tekneye binerler.İbrahim Ağayı çok sevdiğinden emir eri yapar.
Ian ve bölüğünde bir aydır Arapalrla birlikte karada eğitim yapmaktadır.Ian her zaman yanındakilere Türkleri hafife almadıkalrını ve sandıkları kadar kolay olmadıklarını söylemektedir.İmraz Adasına demir atarlar ve çıkarmaya 2 gün kalmıştır.Tüm askerleri bir korku sarmıştır.İlk çıkarmayı Arıburnu’nda yaparlar.

İlk çıkarma haberi Türk ordularının komutanı Liman von Sanders’a haber vermez.
Hamilto’nun yanıltma hareketleri ve çıkarma gösterileri Liman Paşa’nın kafasını karıştırmıştır.

Ancak M.Kemal bütün ,bu yanıltmalara rağmen çıkartmanın Arıburnu’ndan yapılacağını tahmin etmektedir.Ve nitekim ertesi gün burdan gelen top sesleriyle harekete geçmek için Esat Paşa’yı aradığında ulaşamadı.Ve tüm sorumlulukları üstlenerek buratı arekete geçirdi.
İbrahim Ağa’nıın bölüğü o gece giyinik yatmıştı ve sabahın ilk ışıklarıyla birlikte düşmanın top sesleriyle uyanmakta idi.O gün çok şiddetli çatışmalar olmuştu ve kahraman ve gözüpek 57.alayımız tamamen şehit olmuştur.
O gün İbram Ağa ve Ian karşılaşmıştır.İbram Ağa tek başına 3 Anzak askerinin arasına dalmıştır.İkisini temizledikten sonra tek kalan Anzak askeri tüfeği İbram Ağa’ nın üzerine doğrulttuktan sonra ateş etmiş fakat tüfek ateş almamıştır.Ağa önce bir süngü darbesiyle kolundan yaralanır ancak Anzağın dizlerine sapladığı süngüyle Anzak hareketsiz kalır.Süngüyü Anzak askerinin boğazına dayar ve Anzak cebinden bir şeyler çıkarmak ister.İbram Ağa’nın kadını aklına gelir ve Anzak’ı öldürmez.
Ian hastane gemisine geldiğinde baygındı.

Ayıldığında ilk işi yanında duran İngiliz subayına bağırıp çağırarak Türklerin zalim ,acımasız değil aksine çok merhametli iyi yürekli insanlar olduğunu söylemek oldu.
İbram Ağanın kahramanlıkları önce bütün bölükte daha sonra tüm alayda duyuldu.Bu kanlı çarpışmalarda bölük komutanları şehit oldu ve Tk. Kom. Seyfi Tğm. Bölük komutanı oldu.İbram Ağaya kahramanlıklarından dolayı onbaşı rütbesi verdiler ancak takmak istemedi.
Bir hafta sonraki çarpışmalarda İbram Ağanın arkasında patlayan bombadan sıçrayan şarapnel bacağına saplandı,mangasını yalnız bırakmak istemedi ancak bacağını kaldıramıyordu.Bayıldı.
Gözlerini açtığında ameliyathane de idi.Hemen bacağını kontrol etti ve yerinde olduğunu görünce yeniden savaşacağı için çok mutluydu.Memet Çavuş yanındaydı ve “Geçmiş olsun onbaşım “der.İbram Ağa ise “Çanakkale askeerine rütbe gerekmez onlara Çanakkale askeri demek yeterlidir”cevabını verir.
20 gün sonra taburcu olduğunda bütün bölük ona sarıldı.Ancak o bölüğün yarısından fazlasını tanıyamadı çünkü hepsi yeni katılmıştı.
İbram Ağa parçalanan elbiselerini ***r uvalıyla yamayan arkadaşlarınıgörünce gözleri dolar

O hastane iken ölülerin kokusundan dolayı 24 saat ateşkes olmuştu.Bu zamanda Türk ve Anzak askerleri arkadaş olmuşlardı.Anzaklar Tüklere hatıra olması için ceket düğmelerini ,Türkler ise madeni paralarını zaman zaman 10 m kadar yaklaşan mevzilerden birbirlerine atıyorlardı.Birbirleriyle işaretlerle anlaşmışlardı.
Türkler yakaladıkları Anzak askerlere su, yemek verip,ellerini yüzlerini temizlemişlerdi.İade edilen esirler bunları Anzaklara anlattılar ve Anzaklar İngiliz subaylara bağırıp çağırmaya başladılar hatta 10 gün selam bile vermediler.İngiliz subaylar Türkler gaz atacaklar deyip gaz maskesi dağıtacakken
Anzak askerleri Türkler mert adamlardır,yapmazlar demişlerdir.Ve maskeleri suratlarına fırlatmışlardır.

Dostluk esnasında Ian süngüleştiği ve İbram Ağanın kurtardığı Salih onbaşıyı tanır.Ona bir ay önce süngüleşirken üzerine atılan kahraman askeri,İbramAğa’yı sorar.Ve sonra ona hedie olarak gümüş kaplama bir saat verir.
Artık mevzilerden birbirlerine yiyecek atıyorlardır.
İbrahim Ağa bölüğün postasını tümene ***ürünce,tümen komutana hakkında çok şey bildiği İbrahim Ağa’yı görmek ister ve bir sorunu olduğunda hiç çekinmeden gelmesini söyler.

Kış bastırınca Anzaklar kendilerine depolar,sığınaklar hazırlar.Kışlık,yün elbiseler alırlar.Bizimkiler ise siper çuvalıyla yamalı elbise giymektedir.
Bir hafta sonra Anzaklar hiç farkettirmeden çekip gider.
Bölükler yavaş yavaş diğer cephelere gitmek üzere toplanırlar.
İbrahim Ağa hiç düşünmeden,direk koşarak tümen komutanının yanına gider.Tümen komutanı İbrahim Ağa’yı görünce çok sevinir ve arzusunu sorar.
İbrahim Ağa Çanakkalede kalmak ister.Nedenini soran komutana;”Burda yatan bunca şehidi soğukta,yalnız başına,öksüz gibi bırakmak istemediğini söyler.
Bu sözler çadırdakileri çok üzer ve etkiler.
Tümen komutana buna yalnız başına karar veremeyeceğini,isteğini yarın gelen Limon ve Sanders Paşa’ya bildireğini söyler.
“Olmaz komutanım.”der.”O ne de olsa bildirmez.Bilmez bunca yiğidimizin,şehidimizin acısını.”der.”Şehitlerimizin başında bir Alman’ın emriyle duracaksam durmak istemem zaten.”der.
Şehitlerimizin başında bir Alman ‘ın emriyle duracaksam durmak istemem zaten der ve çıkar gider
Bunun üzerine tüm komutanlar, İbram Ağa yı görmese de onun arkasından yani Çanakkale Askeri’nin arkasından hazırola geçip selam durdular

KİTABIN ANA FİKRİ
İngilizler Çanakkale Savaşı’nı topuyla,tüfeğiyle,gemisiyle,hiç sakınmadan harcadığı mermisiyle,buna karşılık Türkler ise sadece canıyla kanıyla yapmışlardır.Her ne pahasına olursa olsun bu vatanın bir karış toprağını bile düşmana vermemek için seve seve canlarını verecek kadar gözleri kara,yürekleri vatan sevgisiyle çarpmaktadır.
KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
Kitap içinde yer verilen olaylar Çanakkale Savaşı’nda yaşanan en çarpıcı,en etkileyici olaylardır.Her birisi insanlığa ders verici,Türk insanının vatanseverliğini açıkça ortaya koyan olaylardır.
Kitap içindeki şahıslar ise Türk insanını sembolize eden savaşı bizzat yaşamış,İbram Ağa ve Kellerin Mustafa savaş gazileridir.

İbram Ağa:Baş kahramanımız.Tellallık yaparak tüm kasabanın sevgisini kazanmıştır.Savaşta da yaptığı kahramanlıklarla herkes tarafından takdir edilmiştir.
Kellerin Mustafa:İbram Ağa’nın çocukluk akkadaşı.Savaşa kadar birbirlerinden hiç ayrılmamışlardır.Savaşı bizzat yaşamış Çanakkale gazisidir.
Kiraz:İbram Ağa’nın nişanlısıdır.Evinin tek çocuğudur.Bu yüzden istediği kişiyle evenme şansı vrdır.
Ian Smith:Çanakkala Savaşı’nda Anzak askeridir.Bir çiftlikte araç bakım taparak geçimini sağlamaktadır.
Elizabeth:Ian Smith’in nişanlısıdır.Ian’ın komşu çiftiğinde hizmetçilik yapmaktadır.
Mehmet çavuş:Savaş sırasında ibram Ağa’nın çavuşudur.Savaş sırasında İbram Ağa’yla en çok o ilgilenmiştir.

Seyfi Teğmen:Savaşta İbram Ağa’nın bölüğünde önce takım komutanı daha sonra bölük komutanı şehit olunca bölük komutanı olmuştur

KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ
Yazarımız Sezen Özol 1942 yılında Balıkesir-Gönen’de doğmuştur.İlk ve orta öğrenimini Balıkesir’de yüksek öğrenimini Ankara’da yapmıştır. Kitapta ismi geçen Kellerin Mustafa isimli Çanakkale gazisinin yakın akrabasıdır.Uzun çalışmalar sonucu ‘Çanakkale Askerine Rütbe Gerekmez’ isimli kitabı oluşturmuştur.
 
Çankaya
[align=center](Falih Rıfkı Atay)
[/align]
KİTABIN ADI
C.png
ANKAYA
KİTABIN YAZARI
guleckiz.gif
ALİH RIFKI ATAY
YAYIN EVİ :YENİ GÜN HABER AJANSI
BASIM YILI :1999

KİTABIN KONUSU
Atatürk’ün doğumundan ölümüne kadar olan hayatı,harp zamanında düşmana ve Cumhuriyet zamanında yaptığı inkilaplarla gericilere karşı verdiği savaşı anlatmaktadır.
KİTABIN ÖZETİ
Atatürk, 1881 yılında ahşap bir evde doğmuştur.Annesi Zübeyde Hanım,babası ise öce gümrük muhafaza memurluğu sonra kerestecilik yapan Ali Rıza Efendidir.Naciye isimli bir kızkardeşi vardır fakat Naciye çocukken vefat etmiştir.Babasıda 1887 yılında vefat etmiştir.
Atatürk ilk eğitimine mahalle mektebinde başlamış daha sonra Şemsi Efendi okuluna geçmiştir.Bu okulda hocadan dayak yemesinden dolayı kaçmıştır.Bir müddet dayısını çiftliğinde çalışmış sonra halasının desteğiyle okula yeniden başlamıştır.Zübeyde Hanım’ın gitmesini hiç istemediği halde kendi çabasıyla askeri okula yazılmıştır.Lise hayatında çok başarılı olmuştur ve “Kemal” adını burada almıştır.Manastır Askeri İdadisinden sonra İstanbul’a gitmek istediği halde bir subayın tavsiyesiyle Manastır Pangaltı Harp Okuluna gitmeyi tercih etmiştir.
Atatürk’ün Harp Okulunda başından birçok olay geçmiştir.Komutanlarının onun hakkındaki iyi kanaatleri sayesinde ordudan atılmaktan birçok kez kurtulmuştur.Okulda gizlice yasak dergiler çıkarmış ve bazı arkadaşlarınca jurnal edilmiştir.Nihayetinde 1904 yılında Harp Akademisinide bitirerek kurmay yüzbaşı diplamasıyla göreve başlamıştır.[COLOR=#ffffff]Yüz Temel Eser Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Kitap Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Roman Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Yüz Temel Eser[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Özet[/COLOR]
En büyük isteği Selanik’I tekrar görebilmekti ve umutluydu fakat Şam’a tayin edilmişti.Bu birlik halkı soymakla görevli bir süvari birliğiydi ama Atatürk bu soygunların hiçbirinden kendine pay almamıştır ve bu hırsızlığa karşı koymaya calışmıştır.Daha da kötüsü bu durum heryerde bu şekildydi.
Vatanperver duyduları ağır basan Atatürk ,okuduğu kitaplarla İttihat veTerakki Cemiyetine yaklaşarak gelecekte vereceği büyük savaş için kendini yetiştirmeye başlamıştır.Şeriat kanunlarını isteyen ,bu yolda kan döken isyancıları bastırmada Hareket Ordusu’nda görev almış ve başarılı da olmuştur.
Çıkan isyanların bastırılmasından sonra Enver Paşa’nın yüzünden sürüklendiğimiz 1.Dünya Harbinde birçok cephede düşmanla çarpıştı.Balkan Savaşında,Çanakkale’deki birçok direnişte komutanlık yaptı.Trablusgarp cephesine gönderildi ama devletin acizliği nedeniyle bu toprakları bırakıp geri döndü. Veliaht Vahdettin’e Almanya seyehatinde yaverlik yaptı ve geleceğin padişahından bazı imtiyazlar alarak vatanın selamete ulaşmasında önemli adımlar atmak için çaba harcadı.
Kuvettli ama kabiliyetsiz müttefikimiz Almanya’nın aldığı yenilgilerden dolayı bizde savaşı kaybetmiş sayılıyorduk.İmzalanan Mondros ve Sevr mütarekeleriyle vatan düşmanın acımasız ellerine bırakıldı.Silahımızı yetmedi istedikleri topraklarımızı aldılar.Büyük Türk ,bu yenilgiyi İstanbul’dakiler gibi kabullenip elini kolunu bağlayarak beklememekte kararlı idi.
Yunan gavurun 16 Mayısta İzmir’e çıkmasıyla Atatürk’de 19 Mayısta Samsun’a çıktı.Amacı direniş için gerekli kuvvetleri toplamaktı ama satılmış İstanbul Hukümeti ,İngilizlerin talimatıyla Atatürk’ü görevden aldı.Bunun üzerine o da orduan istifa etti.Doğuda Kazım Karabekir Paşa’nın desteğiyle harekete geçti.Birçok ilde toplantılar düzenledi.Milleti uyandırdı ve gerekenleri yapmaya başladı.
İngilizlerin, İstanbul’u işgaliyle hukümete duyulmayan güven tamamen sona erdi.Bu arada Kuvayi Milliye birlikleri Antep,Maraş ve Urfa’da düşmana dişini göstermekteydi ama alınan kesin ve kalıcı bir zafer yoktu.Bu sebeple Atatürk bu çete kuvvetlerini toplayarak düzenli orduya geçmek istiyordu.Zaten bu çeteci birliklerin bazı yararlarının yanında birçok zararları vardı.Bu çeteler halkı soyuyor,adam öldürüyorlardı.Afyon’da aldıkları yenilgi bu olaylara son verdi ve düzenli orduya geçildi.
Düzenli orduya geçmiştik ama ordu başına geçirilecek komutanlar ve askerler binbir zorluklarla toplanabildi.Tüm zorluklara ,yokluklara hatta duyulan güvensizliğe rağmen düşman Akdeniz’e döküldü.Düşman dökülmüştü ama şimdi çok daha zor olan savaş başlamıştı.İnkilaplar dönemi ve Türkiye Cumhuriyeti…
İlk iş olarak saltanat kaldırıldı. Gericilerin hatta, Atatürk’ün ilk destekleyicisi Kazım Karabekir’in tüm uğraşlarına rağmen halifelik kaldırıldı. Ayrıca hilafetin kaldırılmasına zorluk çıkaran kesimler, yani yobazlar yapılan tüm yeniliklerde yine köstek olmuşlardır. Ama Atatürk’ün azmi ve kararlılığı karşısında dayanamamışlardır. Ankara’nın başkent yapılmasını, şapka kanunu, Latin harflerinin kabulünü, Tevhid-I Tedrisat Kanununu, Medeni Kanunun kabulünü, kadılnlara verilen eşitlik hakkını ve soyadı kanununu zor da olsa halka benimsetmiştir. Başkenti Ankara yapmıştır ve Ankara’nın yenileştirilmesinde çok çaba harcamıştır. Hükümette çok partili sisteme geçiş için denemeler yapmıştır. Ama alınan sonuçlar zamanın daha erken olduğunu göstermiştir. Herkese soyadı verilmesine önayak olmuştur. Ülkenin her yerinde eğitim seferberliği başlatmıştır. Bu devrimleri hayatı pahasına yapmıştır. İzmir’de yapılan süikast girişimi de bunun en iyi göstergesidir.
Atatürk yapacağı işleri, vediği davetlerde anlatırdı. Bu davetleri sabaha kadar sürerdi, ancak o çok kısa bir uykunun ardından yapacağı işleri düşünürdü. Davet masasından sohbet ve onu hazin sona ***ürecek rakısı hiç eksik olmazdı. Fakat içmesini bilirdi, hiçbir zaman şuurunu kaybedecek şekilde içmemiştir. Diğer hobileri; bilardo oynamak, köpeği Fox, Florya’da yüzmek, alaturka musiki dinlemek, dostlarıyla sohbet etmek ve Savarona yatıyla gezmekti. Ayrıca giyimde, evinin döşenmesinde ve temizlik konusunda çok titizdi. En büyük dertleri ise; Hatay sorunu, dil sorunu ve eğitim konuları idi. Türk kadınına verdiği değer çok büyüktü. O, her zaman Türk milleti ve Türkiye için çalıştı. Son zamanlarında bazı kişler İsmet Paşa ile arasını açmıştı. Ama O, her zaman İsmet İnönü’yü çok sevmiş ve güvenmiştir.
Atatürk’ün şaşılacak bir hafızası vardı. Fakat son zamanlarda hafızası iyice zayıflamıştı ve asabileşmeye başlamıştı. Bunun sebebi ise, hastalıktan başka birşey değildi. Karaciğerlerinde su toplanıyordu. Hastalığında gezmek için alınan Savarona yatında dinlenmekte idi. Fakat bir sabah çok ağırlaşmıştı ve son olarak “Saat kaç?” diyerek ebedi uykuya çekilmiştir. Saat dokuzu beş geçiyor ve Türk milletinin gözlerinde yaşlar dinmiyordu.
KİTABIN ANA FİKRİ
Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün attığı tohumlarla ve bir çok zorluklar aşılarak kurulmuş,onu geliştirmek, gericilerin karşısında durmak ve yeniliklerin arkasında olmak bizim en önemli görevimizdir.
KİTAPTAKİ OLAYLAR VE KİŞİLERİN TAHLİLİ
FALİH RIFKI ATAY:Atatürk ile bir gezide tanışan ve daha sonra varlığıyla ve yazılarıyla daima Atatürk’ün yanında olan bir gazetecidir.
İSMET İNÖNÜ:Savaştan önce tanışan ve sonra Atatürk’ün yanında olan değerli bir komutan ve devlet adamıdır.
FEVZİ ÇAKMAK:Savaşta ve cumhuriyet döneminde Atatürk’ün yanında olan ayrıca mareşal rütbesi alan büyük bir komutandır.
KAZIM KARABEKİR:Atatürk’e ilk yardım elini uzatan, vatanperver ,büyük ama hilafetçi bir komutandır.
KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER
Okurken bazen çoşturan bazen hüzünlendiren ,sade bir dille büyük bir destanı anlatan ve her Türk evladının okuması gerektiğine inandığım çok önemli bir eserdir.
YAZAR HAKKINDA KISA BİLGİ
1894 yılında İstanbul’da doğdu. Fıkra, makale, gezi türlerindeki gazete yazılarıyla ve özellikle Atatürk’ü yakından tanıtan anılarıyla ün kazanan Falih Rıfkı Atay, Kovacılar semtindeki Rehberi Tahsil Rüştiyesi’ni bitirdikten sonra Hüseyin Cahit’in Yalçın müdürlük yaptığı Mercan İdadisi’nde öğrenimini tamamladı. Darülfünunun Edebiyat bölümünü bitirdi. İdadide edebiyat öğretmeni olan Celal Sahir Erozan ile kendisinden bir ileri sınıfta okuyan Orhan Seyfi Orhon, Falih Rıfkı’nın edebiyat zevkinin gelişmesine yardımcı oldular. İlk Yazıları, Serveti Fünun dergisinin genç yazarlara ayrılan ek sayfalarında yayımlanan Falih Rıfkı’nın Tecelli(1911) dergisi ile Süleyman Bahri’nin yönettiği Kadın(1912) dergisinde Cenap Şahabettin ile Ahmet Haşim’in eserlerini hatırlatan şiirleri çıktı. 1912′de Tanin gazetesinde düz yazıları yayımlanmağa başladı; İstanbul Mektupları, Edirne mektupları gibi yazıları çıktı. 1913-1914 yıllarında sadaret ve Dahiliye Nazırlığı kalemlerinde çalıştı. Dahiliye Vekili Talat Paşa ile birlikte gittiği Bükreş’ten Tanin gazetesine röportaj yazıları yolladı. Bu dönemdeki yazıları, Türkçülük ve Türkçecilik akımlarının etkisini taşıyordu. I. Dünya Savaşında yedek subay olarak Suriye’ye gitti; 4. Ordu kumandanı Cemal Paşanın hususi katipliğini yaptı. Suriye ve Filistin’deki savaş anılarını “Ateş ve Güneş” (1918) kitabında topladı. Cemal Paşa’nın Bahriye nazırı olması üzerine Kalemi Mahsusa müdür yardımcılığına getirildi (1917).
Kazım Şinasi Dersan, Necmettin Sadık Sadak, Ali Naci Karacan ile birlikte Akşam Gazetesini çıkarmağa başladı (1918). Bu gazetede Günün Fıkraları başlığıyla sürekli yazılar yazdı. Kurtuluş Savaşını destekleyen etkili yazıları dolayısıyla idam istenerek Kürt Mustafa Divanı Harbi’ne verildi. Fakat İnönü Zaferinin kazanılması üzerine Divanı Harp tutumunu değiştirdiği için idamdan kurtuldu. Kurtuluş Savaşı sona erdiği sırada İzmir’de Atatürk ile görüşmeğe gelen gazeteciler arasındaydı. Atatürk’ün isteği üzerine İkinci Büyük Millet Meclisi’ne Bolu’dan milletvekili seçildi (1922). Daha sonra uzun yıllar Ankara Milletvekili olarak T.B.M.M.’de bulundu. Hakimiyeti Milliye, Milliyet ve Ulus gazetelerinin başyazarlığını yaptı. Yeni Türk Alfabesinin hazırlanması ve uygulanması sırasında Dil Encümeninde görev aldı. Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın tutumuna şiddetle karşı çıktı. Ulus gazetesinin başyazarlığını yaptığı dönemde Ankara şehir planı jürisinde üyelik ve İmar Komisyonunda başkanlık yaptı. 1946′da çok partili döneme geçildikten sonra Ulus gazetesinde CHP’nin savunuculuğunu sürdürdü. Demokrat Parti’nin 1950′de iktidara geçmesinden sonra Dünya Gazetesini kurarak (1952) muhalefete geçti; yeni iktidara karşı Atatürk devrimlerini savundu. Falih Rıfkı Atay, sağlam, atak, çekici, anlatımı ve duru Türkçesiyle Cumhuriyet basınının Encümeninde usta kalemlerinden biriydi. Günlük siyasi olayları ele alan başyazı ve fıkraları yanında Ulus ve Dünya gazetelerinde Pazar günleri yayımladığı haftalık yazılarında çok usta bir deneme ve söyleşi yazarı niteliği gösteriyordu. Gezi ve anı türlerinde Cumhuriyet döneminin çok ilginç ürünlerini verdi.
 
[align=center]Çölde Uyuyan Sır
(Tom Holland)
[/align]
KİTABIN ADI : Çölde Uyuyan Sır
KİTABIN YAZARI : Tom HOLLAND (Enver GÜRSEL)
YAYINEVİ VE ADRESİ : Remzi KİTAPEVİ
BASIM TARİHİ : 1999

KİTABIN YAYIM MAKSADI
Mısır tarihi ve firavunlara duyduğu ilgi, çalışmalarındaki başarı nedeni ile Mısır eski baş müfettişi olan Howard Carter lanetli bir firavun mezarı bulur. Roman bu mezarın hikayesini ve sahibini anlatır.
KİTABIN ÖZETİ
Howard Carter gece boyunca rüyasında hep bir şeyler arayıp durdu. Rüyasında taş bir labirent içerisinde kaybolmuştu. Burada silinmiş papirüslerden, mumya sargılarından başka hiçbir şey yoktu. Ama yinede labirent içerisinde yürümeye devam ediyor, taşlara gömülmüş gizli bir firavun mezarının kendisini beklediğini biliyordu.
Bu beklentiyle yürümeye devam ederken mezara yaklaştığını hayal ediyordu. Aniden bir parıltı görür gibi oldu. Bu bir altın parıltısıydı. Bu güne dek sarf etmiş olduğu çabaların semeresini almanın verdiği mutlulukla sevindi. Ancak parıltı aniden kayboldu. Yıkılmıştı kollarını öne doğru uzattı, ama altın falan yoktu. Tam bu sırada altın sarısı kanaryasının ötüşü ile uyandı. Kuşunun kendisine şans getireceğini umuyordu.

Altı yıldır aradığı gizli altın mezarını bulmak için şanstan daha fazlasına ihtiyacı olduğunu düşündü. Zira kendisini kazı çalışmaları için finanse eden Lord Carnarvon’un daha fazla sabrı yoktu. Kazı çalışmalarının yürütüldüğü vadide daha önce yağmalanmamış hiçbir mezar yoktu. Fakat o yinede aradığı mezarın orada olduğunu biliyordu. Kazı çalışmalarını yürüten işçilere su taşıyan çocuk bir an için durarak, su testisini bıraktı. Yaptığı iş ona saçma geliyor, o da diğerleri gibi kazı çalışmalarına katılmak istiyordu. Çevresine imrenen gözlerle baktı. Yüzünü buruşturarak can sıkıntısı ile ayağıyla toprağı eşelemeye başladı. Birden kumların ortasında bir kaya parçası hissetti. Eğilerek elleri ile toprağı eşelemeye devam etti, İşte mezarı bulunmuştu.[COLOR=#ffffff]Yüz Temel Eser Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Kitap Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Roman Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Yüz Temel Eser[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Özet[/COLOR]
Howard Carter kazı alanına gelirken çalışmaya devam eden işçilerine moral vermek için kanaryasını da getirmişti. Girişin ilk kısmı temizlenip ortaya çıktığında aşağıya indi. Kapının üzerinde krallar vadisi mezarlığının simgesi üzerinde olan mührü gördü. Ama burası da daha önceki yıllarda yağmalanmış olabilirdi. Yaptığı ilk araştırmalardan sonra, bu mezarın daha önce hiç açılmamış olduğu kanaatine vardı. Çalışmaya devam ederken parmakları bir şeye değmişti. Tüm dikkati ile o bölgeyi temizledi. Bir süre sonra bir tablet bulduğunu anladı. Tablet bozulmamıştı. Yavaş yavaş yerinden çıkardı. Üzerinde ki bir satır hiyeroglifi okudu. Tablette; kim firavunun mezarına dokunursa ölüm ona hızlı kanatlarıyla gelecektir yazıyordu.
Ona bakan işçiler yüzünün sararmış olduğunu gördüler, Carter, Ahmet Gurgar’ın tüm ısrarlarına rağmen yazının anl***** söylemedi. Merdivenlerden çıktı ve “Doldurun orasını“ diye emretti. Lord Carnarvon gelinceye dek hiçbir şey yapılmayacaktı: Tableti bir bez parçasına sararak evine ***ürmeye karar verdi. Evine dönmek için yola çıktı ve vardığında bir kuşun ani kanat çırpışlarını duyarak ona doğru baktı. Kuş, yerlilerin “Teyrelmat” dedikleri anlamı “ Ölü Kuşu” olan çoban aldatan kuşuydu. Yerliler onun uğursuz olduğuna inanırlardı. Akşam evinde Lord Carnarvon’a gönderilmek üzere aradıkları şeyi bulduklarını anlatan bir telgraf hazırladı. Telgrafı ertesi sabah erkenden göndermeliydi öylede yaptı. Bir süre sonra, Lord Carnarvon’dan iki hafta sonra İskenderiye’de olacağına dair bir cevap aldı. Lord Carnarvon’un beklentilerini boşa çıkarmamak için bu süreyi kazı çalışmaları için gerekli hazırlıkları yapmak için kullanacaktı. Ancak kazı alanından getirdiği tableti aldığı için pişmanlık duyuyor. Bilime ve mantığa yürekten inanan bir insan olmasına rağmen yerlilerin hissettikleri korkuyu azda olsa paylaşıyordu. Ancak bu kadarı bile onu rahatsız ediyor. Geceleri rüyasında berbat şeyler görüyordu. Ondan kurtulmaya karar vererek evden ayrıldı. Nil üzerinde sefer yapan bir tekneye binerek, hiç kimsenin kendisini görmediği bir anda, tableti Nil nehrine bıraktı.
Aynı anda Howard Carter’in evinde uşağı veranda da oturmuş kafesinde ötüp duran kanaryanın namelerini dinliyordu. Birden hafif ve insan çığlığına benzer ses duydu, ayağa kalkarak kuşun bulunduğu odaya baktı. Kafesin içinde koskocaman bir şey vardı, yaklaşınca bunun bir kobra yılanının kafası olduğunu ve aynı anda da ağzında kımıldamadan duran kanaryayı fark etti. Yılan kuşu bırakarak kafesten aşağı doğru süzüldü. Uşak geriye doğru çekilerek masanın üzerinden kendisini korumak için bulduğu ilk şeyi aldı, yılan ilerlemeye devam ediyordu. Ancak uşağın yanından geçerek pencereye doğru gitti, ve aşağıya doğru süzüldü. Uşak yılanın gidişini görmek için pencereye yaklaştı ama hiç bir şey yoktu. Sanki yılan uçmuştu, tekrar kafese döndü, zavallı kuş ölmüştü. Elinde tuttuğu şeye baktı, küçük bir heykelcikti. Heykeldeki insan figürünün kafasında bir taç, üzerindeyse başını kaldırmış bir kobra yılanı bulunuyordu.
Howard Carter, eğitiminin yetersiz oluşundan her zaman üzüntü duymuştu. Ancak bu noksanını yıllarca süren kişisel çalışmaları sayesinde ortadan kaldırmıştı. Mısır sanatlarına olan ilgisi, daha çocukluk yıllarına dayanıyordu. Londra’da kitap ve dergilere resim çizen ve taşrada da ressam olarak çalışan babası sayesinde, kent dışında birçok büyük köşkte kalıyor ve böylece zengin İngiliz lordlarının sahip olduğu Mısır sanatlarıyla ilgili yapıtları yakından görebiliyordu. Onyedi yaşındayken bir araştırma ekibi ile birlikte Mısır’a gitme şansını da ona teknik resim çizmede ki kabiliyeti sağlamıştı. Böylece Mısır’a bulunmuş olan Kral mezarlarındaki resimleri kopyalama görevi ile ilk adımını atarak, krallar vadisinde keşfedilmiş bir çok firavun mezarını yakından görme imkanını buldu. İngiliz ekibinin başında bulunan Percy Newberry, Howard Carter’daki Mısır sanatları aşkını, ilk günden itibaren sezmiş ve ona diğer asistanlarına gösterdiği ilgiden daha fazlasını göstermişti. Bir gün onu yanına çağırarak, aynı bölgede kazı çalışmaları yapan ünlü fransız arkeolog Flinders Petrie’nin yanına ***ürdü. Howard Carter, burada daha çok yabancısı olduğu Mısır tarihi ile ilgili bir çok şey öğrenecek, bulunması yaş*****n anlamı ve tek hedefi olacak olan kral Tutankhamon’un varlığını öğrenecekti. Percy Newberry’nin de Howard Carter’den farkı yoktu. Aslında onunda hedefi ve krallar vadisinde bulunmasının tek amacı Tutankhamon’un babası olan ve tarihte kafir kral olarak bilinen Akhenaton’un mezarını bulmaktı. Kral Akhenaton’un kafir olarak anılmasının nedeni, atalarının inandığı tanrılara tapmayarak tek bir tanrının varlığına inanmış olmasıydı. Bu uğurda hükümranlığı esnasında Mısır uygarlığının başkentini dahi bulunduğu yerden başka bir yere taşımış ve atalarının inandığı tanrılara (Amon) ait tapınakları tahrip ettirmişti. Akhenaton inandığı tek tanrıya “Aton” adını vermiş, bu uğurda Akhenamon olan ismini dahi Akhenaton olarak değiştirmişti. Ancak oğlu olan Tutankhaton babasının ölümünden sonra ona ihanet etmiş ve başkenti tekrar eski yerine taşıyarak Tutankhaton olan ismini Tutankhamon olarak değiştirmişti.
Bu sebeple Akhenaton’un ölümünden sonra onunla ilgili olan tüm kayıtlar Mısır tarihinden çıkarılmış yaptırdığı eserler ortadan kaldırılmıştı. Mısır tarihindeki bu boşluktan dolayı bir çok kimsenin Akhenaton isimli bir Mısır firavununun yaşamış olduğundan dahi haberi yoktu. Bu sebeple Percy Newberry, Akhenaton ile ilgili çalışmalarını gizli yürütüyordu. Bu çalışmalardan Howard Carter dışında hiç kimsenin haberi yoktu. Ancak bir gün diğer iki asistan vadinin sonunda bir firavun mezarının bulunduğundan bahsettiler. Bulunan mezar Akhenaton’a aitti. Bunun üzerine Percy Newberry Mısır’ı birdaha hiç gelmemek üzere terk ederek İngiltere’ye döndü. O günden sonra, Howard Carter Mısır ‘daki çalışmalarına Flinders Petrie’nin yanında devam etti, ve bu yıllar boyunca Mısır, Mısır tarihi ve Tutankhamon hakkında bir çok şeyler öğrendi. Tüm bu deneyimlerinden sonra tıpkı Percy Newberry gibi, Tutankhamon’un mezarını bulmak onun için yaş*****n tek hedefi haline geldi. Ancak, çok kısa bir süre hükümdarlık süren Tutankhamon’un izini bulmak kral Akhenaton’dan geçiyordu. Zaten, Tutankhamon ve kardeşi Smankare aynı soydan gelen Mısır fravunlarının en sonuncusuydular. Ancak, Howard Carter Kral Tutankhamon’un yaşamına giden yolda tek ipucu olan ve daha önce bulunan kral Akhenaton’un mezarında kayda değer hiçbir iz ve işaret bulamadı. Gerçekten de birileri ona ait her şeyi silmek istemişlerdi. Uzun araştırmaları sonunda bulduğu bir takım arapça yazıları tercüme ettirmesi de son derece güç oluyordu. Zira, kendisi henüz Arapça bilmiyor, Flinders Petrie de çok eski Arapça kullanılarak yazılmış bu yazıları tercüme edemiyordu. Bu tür yazıları yerli halka tercüme ettirmek isterken onların yüzlerindeki korku ve çekinmeye yakından şahit oluyor. Hatta bazen para da verse tercüme ettiremiyordu.
Sonunda birileri onun Mısır ve Mısır sanatlarına olan ilgisini fark etmiş olacak ki, daha yirmi beş yaşındayken Mısırda eski eserler baş müfettişliğine getirildi. Böylece çalışmalarını çok daha rahatlıkla yapabilecek, ve kendisi dışındaki arkeologlarca bulunabilecek, kral mezarlarını da kolaylıkla gezerek Tutankhamon’a ait emareleri bulabilecekti. Eski eserler baş müfettişliği yaptığı yıllar boyunca her firavun mezarında bulduğu ve dikkatini çeken bir şeyle karşılaştı. Bu bir tür muska olup bir güneş resmi ve altına diz çökmüş iki insan figüründen ibaretti.
Eski Mısır’da güneş, Aton demekti. Altında Arapça yazılarda olsa böyle bir resim ona çok ilginç geliyor, buralara niçin ve neden bırakıldığını anlayamıyordu. Bu yıllar boyunca bulduğu izler onu, Kahirede’ki El Hakim Camii ne ***ürüyordu. Zaten bu sıralarda da Fransız turistler ile firavun mezarlarının resmi görevlileri arasında çıkan bir tartışma yüzünden eski eserler baş müfettişliğinden istifa etmek zorunda kalarak Kahire’ye döndü ve El Hakim Camiine gitti. Ancak bu ziyaretleri esnasında, Kahire’deki yerli halkın bu camiden garip bir şekilde korktuklarını ve çekindiklerini gözlemledi. Daha da ilginci camiye ait minarelerinin birisinin içerisinde, daha önce krallar vadisinde gördüğü güneş resmi ile altında diz çökmüş iki insan figürünün olmasıydı. Howard Carter, El Hakim camiinde kimseye anlatmadığı bir takım garip olaylar ile karşılaştı. Ancak, burada gördüğü ve birkaç kez muhatap olup ilginç bir şekilde ortadan kaybolan yaşlı adam tarafından kendisine okuması için, eski Arapça ve elle yazılmış ilginç bir kitap verildi. Howard Carter kitabı okumaya başladı. Kitap kendilerini tanrı ilan eden firavunların dahi ölüme yenik düştüklerini ve gerçekte Allah’tan başka yol gösterici olmadığına işaret ederek başlıyordu. Kitabın kahramanları, Mısır’da saltanat süren halifelerin altıncısı ve Mısır tarihin de “Müslüman Caligula” adıyla kötü bir şöhreti olan El Hakim Bi-Emrillah, halife El-Hakim’in ablası Sitt El-Mülk ve maceraları genellikle bin bir gece masallarından alınmış hayali kahraman Harun El-Vahel idi. İçerisinde belirtilen bu şahıslar arasındaki ilişkilere parelel olarak birer tanrı olduğu düşünülen ve insanoğlu, eski Mısır topraklarında, düzensiz ve akıldan uzak bir halde yaşarken, gökteki yıldızlardan inerek, insanlığa düzenli bir şekilde yaşamayı öğreten ve birbirleriyle kardeş Osiriş, Set ve İsis’in soyundan gelen ve Tutankhamon ile sona eren ölümsüz olduklarına inanılan Mısır firavunlarını ve onların geldikleri bu soydan kaynaklanan ölümsüz olmakla ilgili gizemli sırlarından bahsediyordu. Harun El-Vahel halife El-Hakim Bi-Emrillah’ın babası, yine halife olan El-Aziz’in sadık bir kumandanıydı ve ölmeden önce halife El-Azize’e oğlu El-Hakim’i koruyup, onun her dediğini yapacağına dair söz vermişti.
Nihayet Harun El-Vahel yeni halife El-Hakim’in emriyle içerisinde ruhlarını teslim eden insanların yaşadığı ve bu insanların Allah’a değil de Lilith’e taptıkları gizemli kente sefer düzenledi. Bu seferi esnasında, aldığı tüm yaralara rağmen kalbi deşilmedikçe asla ölmeyen garip yaratıklarla savaşarak zorda olsa onları yendiler. Sefer dönüşünde halife Harun El-Vahel’e gerçek isteğini söyledi. İstediği şey eski Mısır firavunlarının soyuna ait olduğuna inanılan ve Allah’ın gizli adının bilinmesine bağlı olan ölümsüz olmaktı. Halife, bunu ortaya çıkarması için Harun El-Vahel’i görevlendirdi. Harun’a tüm dünyayı dolaşmasını ve Allah’ın gizli adını öğrenmeden geriye dönmemesini emretti.
Bu amaçla Harun dünyanın her yerini dolaştı. Fakat, bu gizemin ortaya çıkmasının tehlikesini öğrenmekten başka hiçbir şey yapamadı. Dönüşünde bunları halifeye anlattı, yanından ayrıldı ve uzunca bir süre halifeyi görmedi. Harun dünyayı dolaşırken çok iyi bir hekim olmuştu ve bundan sonra yaş***** insanların hastalıklarını tedavi etmekle geçirmeye başladı. Günün birinde, gittiği bir hasta evinde göğsünde ince bir yara olan bir kız çocuğu ile karşılaştı. İlk muayenesinden sonra hiçbir şey yapamayacağını anladı ve umutsuzluğa düştü. Bu sırada eve aynı hastalıktan müzdarip bir adam geldi. Adam rüyasında kendisine Harun El-Vahel’in yanına gitmesinin ve onun tarafından tedavi edileceğinin söylendiğini anlatıyordu. Harun adama nazikçe onu tedavi edemeyeceğini anlattı, ancak adam yine rüyasından bahsetti ve onun için kendisine rüyasında da söylendiği gibi bir cariye getirdiğini söyledi. Harun, rüyadan hiçbir anlam çıkaramıyordu. Hastanın getirdiği cariye son derece güzel hiçbir erkeğin reddedemeyeceği kadar çekici bir kadındı. Harun birden üzerinde ki pelerinin ruhunu teslim etmiş insanların şehrine düzenlediği seferde giydiği pelerin olduğunu hatırladı. Orada tapınaklarını yok ederken, rahipleri tarafından kaynatılan ölümsüzlük iksiri dökülürken pelerinine sıçramıştı. Hemen pelerinini çıkardı kaynatılarak merhem yapılmasını söyledi. Yapılan merhem iki hastanın da göğsüne sürülünce derhal ikisi de iyileşti.
Bundan sonra Harun tedavi ettiği adamın kendisine hediye ettiği ve adı Leyla olan ve daha sonra Harun’un da anlayacağı gibi aslında bir insan olmayıp, cin olan Leyla (Nefertiti-veya-İsis) ile evlendi.
Ondan Haide isminde bir kız çocuğu oldu. Ancak karısı Leyla kendisini dünyadaki her şeyden daha çok sevmesini istiyor, böyle olmaz ise ebediyen gideceğini söylüyordu. Bu şekilde yıllar geçerken bir gün gelen haberciler halifenin kendisini çağırdığını söylediler. Derhal saraya gitti. Halifenin kız kardeşi Sitt-El Mülk hastaydı ve Harun içeriye girince prensesin göğsünde ki ince yarayı görüp umutsuzluğa düştü. Daha önce karşılaşıp ölümsüzlük iksirinin sıçradığı pelerini yardımıyla iyileştirdiği hastalıkla karşı karşıyaydı. Halifeye hiç bir şey yapamayacağını söyledi. Bunun üzerine halife ölümsüzlük iksirini buluncaya dek kızı Haide’ye el koyacağını eğer kardeşi ölür ise Haide’nin de öldürüleceğini emretti. Bir gece sarayda prensesin odasında bırakılan muhafızlar garip bir şekilde öldüler.
Bunun üzerine Harun odadaki perdenin arkasına geçerek beklemeye başladı. İlerleyen saatlerde prensesin üzerinde göğsündeki kanı emen bir gölge gördü. Daha dikkatli bakınca onun karısı Leyla (İsis-Nefertiti) olduğunu anladı. Derhal atılarak ona ne yaptığını ve nasıl bir varlık olduğunu sordu. Eğer prenses iyileşmezse dünyadan çok sevdiği kızları Haide’nin de öldürüleceğini söyledi. Bunun üzerine kendisini dünyadaki her şeyden çok sevmesini isteyen Leyla onu ebediyen terk etti. Harun kızı Haide’yi kurtarmak için, gizli sırrı aramak maksadıyla tekrar yollara koyuldu ve öğrenerek tekrar geriye döndü. Halife ona sırrı öğrenip öğrenemediğini sordu, o da öğrendiğini, hikayesini anlatacağını söyledi. Bunun üzerine Halife Kahire’ deki tüm camilerden tanrılığını ilan ettirip başkaldıranları kılıçtan geçirtti. Ertesi akşam Harun halifeye hikayesini anlatmaya başladı, hikayenin içerisinde Mısır firavunlarının başlangıcı olan Osiris, Set ve İsis’in gökyüzünden dünyaya inmelerinden aynı soydan gelen ve hikayede tanrı olup, Allah’ın gerçek ismini bildikleri için ölümsüz olan ve Tutankhamon ile son bulan tüm Mısır firavunlarının ve aynı soydan gelip, Amon’a tapmayıp tek bir tanrıya Aton’a (Güneş) tapan Akhenaton’a kadar tüm Mısır firavunlarının ve onların hükümranlıklarındaki Mısır uygarlığından bahsediliyordu.
Ancak Amon’a tapmayan Akhenaton sayesinde bu soy ortadan kalkmış, Akhenaton insan kanı ile yıkanıp vücudunun diriliğini asla kaybetmeyen bu soydan geldiği halde bunu hiçbir zaman yapmayarak, neslinin tükenmesine kendi annesininde kalbini deşerek ölümüne neden olmuştu. Ancak Harun tüm bu macerası esnasında bir İfrit’e dönüşmüştü ve hikayenin sonunda da sırrı halifeye söylemedi. O günden sonrada halifeyi bir daha gören olmadı.
Sonunda Lord Carnarvon gelmişti, artık mezar açılabilir içerisinde ki tüm eski sırlar gün yüzüne çıkarılabilirdi. Çalışmalara büyük bir titizlikle başlandı, mezarın ilk odasına girildiğinde içerisinin paha biçilmeyecek kadar değerli mücevherlerle dolu olduğu ve Kral Tutankhamon’ a ait olduğu anlaşıldı. Ancak Howard Carter’ı burada bulunan hazineden çok bulmayı umduğu tarihsel gerçekler ilgilendiriyordu. Akıllı bir arkeolog ve bilim adamı olarak halk hikayelerinde anlatılan bu hurafelere asla inanmıyor, ama her halk hikayesinin altında da tarihsel bir gerçek olduğunu biliyordu. İçeride bulunan şeyler karşısında yaşlı Lord Carnarvon da çok heyecanlanmıştı. Ancak, kralın mumyasının bulunduğu lahit odasına daha girilmemişti. O gün saat çok ilerlediğinden Carter bunun ertesi gün yapılacağını söyledi. Lahit odasına giriş kapısının dışarıdan görünmemesi için ustabaşı Ahmed GURGAR’a orayı gizletti ve Gürgar’ ın tüm ısrarlarına rağmen, o gece girmeyi kabul etmedi. Gürgar o gece Carter’in yanına bir kere daha gelerek, lahit’in bulunduğu odaya derhal girmeleri gerektiğini söyledi. Ancak Carter kabul etmedi. Ertesi gün mezara gittiklerinde gizledikleri girişin açılmış olduğunu görünce Carter çok sinirlendi, Gurgar’a bunun aralarında kalmasını söyledi. Bir yandan da alınan tüm güvenlik önlemlerine rağmen kimin girmiş olabileceğini düşünüyordu. Ancak Gurgar’a göre girilmemiş, içeriden çıkılmıştı. Çünkü toprak dışa doğru dökülmüştü. Carter buna asla inanmadı. Lahit bölmesine girildiğinde de aradığı sırla ilgili hiçbir kayda rastlayamadı. Artık ona kalan tek şey Tutankhamon’un mezarını bulmuş olmanın kendisine kazandırdığı prestijdi.
 
[align=center]Çatıdaki Rüzgar
(V. C. Andrews)
[/align]
KİTABIN ADI : [COLOR=#000000]Çatıdaki Rüzgar[/COLOR]
KİTABIN YAZARI :
V.C.ANDREWS
YAYINEVİ VE ADRESİ : Altın Kitaplar Yayınevi Cağaloğlu / İSTANBUL
BASIM TARİHİ : 1999

Kitabın Konusu
Çocukların Aile Yaşantılarının, Geleceklerini Nasıl Etkileyeceklerini Anlatmaktadır.
Kitabın Özeti

Chris, Carrie ve Cathy adlı üç gencin, annelerinin üzerlerinde kurduğu baskı ve öldürme girişimi karşısında evden kaçmasıyla başlayan yolculukları, çocukların üç yıl beş ay tavan arasında kapalı kalmaları, annelerine karşı kin beslemelerine neden olmuştur. Anneleri mirasa konmak için çocuklarını öldürmek üzere arsenik katılmış çörekleri çocuklara yedirir.

Annelerinden kaçtıktan sonra doktor Paul Sheffield’ in üç çocuğu yanına alır. Onların hastalıklarının tedavisini yapar ve bir baba şefkatiyle yanına alıp onları özel okullara gönderir. Yıllar geçtikçe doktor ile en büyük kız olan Cathy arasında yakınlaşma olur. Ayrı kaldıklarında büyük çöküntü içine girerler. Cathy’ in balerin olma arzusu onu Julian ile tanıştırır. Onunla aşk yaşarken asıl amacının annesinden öcünü almak olduğunu hatırlar. Annesinin genç eşi olan Bart’ı ayarlayıp kinini ve çektiği acıları aynen onada yaşatmaya çalışır

Bir gün itirazda bulunarak “ben Catherine Leigh Foxworth’un bayan Winslow’ un ilk kocası Christopher Foxworth’ den olan büyük kızıyım. Herhalde babamın, annemin üvey amcası olduğunu ve evlendikleri için Malcolm Foxworth’un öz kızını mirastan yoksun bıraktığını anımsıyorsunuzdur. Ağabeyim Christopher şimdi doktor oldu. Bir zamanlar Cory ve Carrie adında ikiz kardeşlerimde vardı. Ama ikisi de öldüler …”der On beş yıl önceki noel partisinde Chris’le ben balkondaki dolaba gizlenmiş sizleri izlerken ikizler kuzey kanadındaki odamızda uyuyorlardı. Oyun yerimiz tavan arasıydı ve asla aşağıya inmezdik.


Para annemizin yaşamına girdikten sonra biz istenmeyen sevilmeyen çatı fareleri olmuştuk. Cathy, Barta dönüp evet sevgilim ben karının kızıyım ve çalıştığım avukatlık firması, karının ilk evliliğinden dört çocuğu olduğunu öğrendiği takdirde her şeyi yitireceğinizi bilmektedir. Anne diye başlar.Donuk bir sesle Cary’nin cesedini ne yaptın der? Çevredeki tüm mezarlıkları dolaşıp kayıtları incelerler.1960 yılında Ekim ayının son haftasında sekiz yaşında bir çocuğun ölüp gömüldüğünü gösteren bir kayıt yoktur. Yutkunup yüzüklerini ışıldatarak ellerini ovuşturur “Ne yapacağımı bilemedim” diye fısıldar. “Daha hastaneye varmadan ölür. Birden bire soluk almaz olur. Kendimden nefret ettim. Onu öldürmek değil biraz hasta etmek istemiştim. Cinayetle suçlanabilirdim. Ben de bir hendeğe atıp üzerini yapraklar ve taşlarla örttüm” diye konuşur.

Foxworth malikanesinde çıkan yangında Bart ve büyükanneleri ölmüştür. Jory ve Bart isminde çocukları ile yaşamlarını sürdürmek için Californiya’da dört odalı iki banyolu evlerine gidip, eski evlerindeki yaşantılarından uzaklaşırlar. Cathy de annesinin kendilerine yaptıklarını çocuklarına yapmayacağını söyler.[COLOR=#ffffff]Yüz Temel Eser Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Kitap Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Roman Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Yüz Temel Eser[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Özet[/COLOR]

Bu kitapta azimli ve hırslı olan Chris’in doktor, Cathy’nin ise balerin olması iyi bir olaydır. Yalnız bir kardeşten öte bir sevgili olarak görürler. Cathy’ ise kendini rüzgarın savurduğu istikamete bırakır ve birçok erkekle tanışıp, evlenir ama iyi bir yaşantısı olmaz. En son tekrar Chris’e dönmesi ise aile bağlarının önemini anlaşılır.

Kitabın Ana Fikri

Sonuç olarak küçüklüğünde insanların aile ortamları ve yaşantıları, anne ve babalarının çocukları üzerinde uyguladıkları yöntemler çocukların geleceğini etkilemektedir. Kötü uygulamalar çocukların zihninde bir hırs yaratıp aile yaşantısından uzaklaşarak ve ailesinden öcünü almaya kadar ve hatta kendi yaşantısında iyi bir geleceği garanti edemeyerek, özellikle kız çocuğu ise hayattaki kötü ve zor şartlarla uğraşıp, hayatı öğrenmek ve kişisel olarak düşük ve aciz hale düşmektedirler.

Kitaptaki Olayların ve Şahısların Değerlendirilmesi


Chris:Hırslı, azimli ve yardımsever bir doktordur.

Cathy:Balerin olmak isteyen Chris’e aşık güzel bir kızdır.

Winslow:Chris’in annesi gözünü para hırsı bürümüş kötü kalpli bir kadındır.
 
[align=center]Dağları Bekleyen Kız
(Esat Mahmut Karakurt)



Konu
Milli Mücadele içinde geçen yaşanması zor aşklar ve vatan sevgisi.
Özet
[/align]
Karaköse vilayetinin bir kasabası ve bir askeri hava alanı. Nöbetçi başçavuş, Binbaşı İhsan’a göreve giden uçakların geri döndüğünü haber eder. Yalnız on uçak olan filo dokuz uçakla geri döner. Yzb. Nuri, Mülazım Celal Bey’in uçağının filodan ayrılıp intahar saldırısı yaptığını söylerler. Yzb. Nuri sözünü bitirmeden celal Beyin uçağı havada beliri verir. Mülazım Celal ağır yaralı olarak uçaktan çıkarılır ve gönül rahatlığı ile son sözlerini söyler. Etrafına toplanan subaylar arasından mülazım ismail’e annesini ve kız kardeşini emanet edip,vefeat eder.



Defin işlemleri sırasında filo geriye kalan dokuz uçağıyla yeni bir görev alır. Zor bir uçuştan sonra filo tekrar döner; ama mülazım Servet göğsünden yaralanmıştır. Bnb. İhsan yanına Yzb.Nuri ve Mülazım Adnan’I yanına alarak Mülazım Servet’I ziyarete gider. Servet yerli halktan Mahmut Efendinin einde kalmaktadır ve evin kızı Nermine’ye aşıktır. Servet Adnn’a Nermine’den bahseder, isterse Mahmut Efendi’nin evinde kalabileceğini, ama Nermineye yaralıolduğunu söylememesini telkin eder.



Mülazım Adnan bir askerin rehberliğinde Nermine’nin evine gider. Nermine Adnan’ın söylediklerine inanamaz, Servet’in görev sırasında şehit düştüğünü zanneder.



Aradan üçhafta geçer Mülazım Servet iyileşir ve Nermine ile nişanlanır. İleriki günlerin birinde bir uçus sırasında servetin uçağı düşman makineli tüfekleri tarafından taranır, servet ağır yaralanır ve sonraki günlerde vefat eder.



Ağrı dağı eteklerinde konuşlanmış olan eşkiya sinsilesini imha etmek için bir bombardıman planlanır; ancak öncelikle bombardıman için gerekli istihbaratların toplanması gerekiyordur. Bu zor görev için en uygun kişi Mülayim Adnan seçilir. Bir sis bulutu arasında düz bir araziye iniş yapan uçaktan iner ve zor görevi için yola koyulur.


Birkaç saatlik bir yürüyüşten sonra Adnan bir eşkiyaya rastlar ve şeyhin nerede olduğunu bir derdinin anlatacağını söyler. Bir hindlik sezmiyen eşkiya Adnan’I doğruca eşkiyabaşının yanına ***ürür. Yolda Adnan tanıdık bir yüze rastlar, evet o yüz yıllar önce öldüğünü zannettikleri Ahmet Ast.sb’a aittir. Ahmet yıllar önce esir edilmiş fakat bir türlü kaçamayı başaramamıştır.



Bu süre zarfında düşman mühimmat ve silahların sayısın ezberlemiş ve çeşitli dokümanlar ele geçirmiştir. Adnan ve Ahmet bir plan yapı oradan kaçmak isterler. Ahmet mülazım Adnan’ın yanına gerekli evrak ve haritaları çaldıktan sonra ertesi gün gelecektir. Ancak bir kaç gün geçmesine rağmen Ahmet gelmez Adnan bu durumu tehlikeli görür ve kendisini almaya gelen uçağa binmek için yola koyulur. Kendisini almaya gelen uçağı gören eşkiyalar Adnan’a seslenmeye başlarlar.



Uçağa ateş etmek için mitralyözlerin başındaki eşkiyalar yardım isterler , bir an için Adnan şok olur ama sonradan farkına varır ki onu bir eşkiya sanmaktadırlar. Adnan beylik tabancasını çıkarır ve mitralyözün başında bulunan bir erkek eşkiyayı öldürür ;fakat mitralyözün başındaki diğer kadın eşkıyayı öldüremez.


Bir müddet sonra iki Türk subayı ve Şeyhin kızı olduğu sanılan bir kız farkında olmadan derin bir sohbete başlarlar. Adnan’a konuşlandıkları yerler ve silahları hakkında çok önemli bilgiler verir.



Ertesi sabay Adnan planladığı gibi düz araziye inen uçakla gideceğini şeyhinkızı zeynep’e bildirir. Zeynep onun gitmesini istemediğini o giderse yapamayacağını söyler. Ardından Zeynep’Ie aramaya gelen eşkiyalar Adnan’I görür ve Zeynep ardından Adnan’ın bir casus bir Türk subayı olduğunu haykırmaya başlar.



Şakiler Ahmet başçavuşu karargâhtan evrak çalarken yakaladıklarını ve öldürdüklerini açıklarlar. Şimdi Ahmet’in neden gelmediği açığa kavuşur. Türk uçakları günlük bombardımanlarına başlarlar. Bu arada şakiler can telaşına düşerler, bu fırsatı değerlendiren Zeynep, Adnan’ın ellerini çözer. Ardından kamptan kaçmayı başarır. Ahmet Başçavuş ve Zeynep’ten elde ettiği çok önemli bilgilerle komutanlar tarafından bir harekat planı hazırlanır.



Şeyhin kampı yerle bir edilir ve bazı şakiler rehin alınır rehinler arasında Zeynep’te vardır. Yaralı olan Zeynep tedavi görmesi için hastahaneye kaldırılır. Zeynep bütün bu bilgilei vermesine rağmen bir haindir, üstelik Servet’in uçağını o düşürmüştür. Olup bitenleri hastahanede öğrenir ve çok üzülür.



Adnan’a Nermine ile konuşmak istediğini söyler. Nermine ertesi gün gelir ve Zeynep ona Servet’I kendisinin vurmadığını, onu yanlış değerlendirdiklerini söyler. Nermine ile beraber kucaklaşıp ağlarlar. Hain olarak görülsede verdiği harita ve bilgiler sayesinde kamp dağıtılmış ve artın yeni nişanlıların mutsuz olmasını engellemiştir.



Adnan ile Zeynep Erzurum’a gitmeye kara verirler ancak iki süngülü asker onlara yaklaşır ve zeynep’in tutuklanması için emir olduğunu söyler. Zeynep yargılanır; fakat savcı idam isteminde bulunur. Yargıç ise verdiği bilgilerin yaraılığı, yzb. Adnan’I kurtarması ve pişmalığı nedeniyle beraatine kara verir


Ana Fikir

[align=center]Her ne olursa olsun önce vatanı sevnek, vatan için herhangi bir fedakarlıktan kaçınmamak gerekir.
Şahıslar ve Olaylar
[/align]

Mülazım Adnan:Konuşması ve tavırları ile met, cesur ve vazifaşinas bir Türk plotudur.
Şeyh Fuat: Devlete baş kaldıran bir asi olup Zeynep’in babasıdır.
Zeynep: Eşkiya başının kızı ve Adnan’a aşık bir genç kızdır.
Ahmet Astsubay: Bir vesile ile eşkiyaların olduğu bölgeye gelmiş ve bir daha geri çıkamamış, vatanperver bir türk evladıdır.
Mülazım Servet:İki kere yaralanan ve son yaralanmasında vefeat eden,Nermine’in nişanlısı olan bir Türk subayı.
Nermine: Mülazım Servet’in nişanlısı ve insani değerleriçok yüksek olan bir kadın.



[align=center]Yazar Hakkında Bilgi
[/align]
ESAT MAHMUT KARAKURT
Esat Mahmut Karakurt, birbiri ardına yazdığı aşk ve macera konulu romanlarıyla, yaşadığı dönemin en çok okunan yazarlarından biriydi. 1902 İstanbul doğumlu yazarın, iyi bir eğitim aldığını görüyoruz. 1924 yılında Diş Hekimliği Okulunu, 1930 yılında ise Hukuk Fakültesini bitiren yazar, gazetecilik, öğretmenlik, milletvekilliği ve senatörlük görevlerinde bulunduktan sonra, 1977 yılında bir beyin kanaması sonucunda aramızdan ayrıldı.
 
[align=center]Dağa Çıkan Kurt
(Halide Edip Adıvar)



Konu
[/align]
Dağa Çıkan Kurt adlı eserde Türkün yeniden doğuşu olarak görülen Kurtuluş savaşı yıllarında başımızdan geçen olayların bazıları Halide Edip tarafından kaleme alınmış, bin bir zorlukla ve mücadele ile yeniden kurulan bu anavatanın anlatılan Türk büyükleri dışında kalan ama asla birey olarak kahramanlıkları anılmayan kişilerden bahsedilmiştir..





[align=center]Özet
[/align]
Dağa Çıkan Kurt adlı hikaye bir masal havasında ama Birinci Dünya Savaşında Türk milletinin yaşadığı olaylardan bahsedercesine anlatılır. Bir gün Ormanda tüm hayvanlar derin öfke ve homurtularla toplanırlar. Aslanların kükremeleri, kaplanların ışıldayan gözlerle her an bir şeyin üzerine atlayacakmışcasına tavırları, ayıların iniltileri, çakalların uluyuşları ortalığı kaplar, kurtlar da bu sırada inlerinden fırlarlar ve büyük bir kavga kopar.



Tırnakları ve gagalarıyla yüzyıllık kartallar, kara ormanın parçaladıkları kuşlarından kan ve kanat parçalarını ortalığa yağdırırlar. Isıran, parçalayan, koparan, kemiren, pençeleyen hayvalar her yeri kan ırmakları ve hayvan parçaları haline getirirler. Ortada ne sağlam bir in ne de durgun bir pınar kalır.



Uzun bir süreden sonra hayvanlar tekrar ırmak kenarında toplanırlar. Hepsinin bir yanı sakatlanmış, acılarını birbirinden çıkarmak istercesine homurdanırlar. Ormandaki düzen tıpkı Birinci Dünya Savaşı sonrası geriye kalan Avrupa gibi tamamen bozulmuştur. En büyük hayvan olan fil, Amerika’ nın da savaştan sonra yaptığı gibi artık hayvan dünyasında savaşın, hilenin, bir bir avlamanın yapılmayacağını anlatır. Küçük hayvanlar, büyük olanlar tarafından ne haraca kesilecek ne de besinleri alınacaktır. Fil öyle etkileyici ve güçlü bir sesle bağırır ki bundan tüm hayvanlar etkilenir.



Kaplanlar ve yılanlar artık ceylanlara bakmaz olurlar, otyiyenler pempe hülyalara dalıp giderek kaygıyla düşünürler. Her büyük hayvanın arkasında bir küçük hayvan saklanmış durur. Ortalık bir savaş sonrası sessizliğine bürünür. En son olarak çalıların arkasında duran köpekler, ingilizlerin Avrupa ülkelerini üzerimize kışkırtması gibi birden bire ortalığı ayağa kaldırırlar.



Bu uysallığın ve sessizliğin tek bir cins hayvanın yemlik ve av diye feda etmekle sağlanacağını düşünürler. Sonunda ormanda hep birden daima korku gölgesi gibi dolaşan bir hayal hepsinin gözü önüne belirir ve haykırırlar :
-Kurtlar, Kurtlar …



1914 ‘te bütün Avrupa ülkelerinin toplanıp yüzyıllardır baş edemedikleri, içlerinde onlar için hep korku olarak kalan, şavaşta yıkamayıp ancak masa başında yıkmayı başarabildikeleri Türk milletini bir av, sömürülecek bir yem olarak seçerler.



Bu olayın ormandaki hayvanların işine gelmesi kurtları çaresiz ve yanlız bırakır. Bunun üzerine bize ve soyumuza kurtlara, yani Türklere, hayat boyu hüküm giydirirler. Alınan karar aşamasında kurtların inleri çiğnenir, kurt yavruları çalınır, dişileri parçalanır, erkek kurtlar avlanır. Köstebekler bağırışarak etleri yağma,inleri yerle bir ederler. Herkes tuzak, tırnak, pençe kısacası herşeyle kurt soyuna saldırır. Bu eşi görülmemiş bozgun ve yıkım karşısında inlerinden, ormanından, av ve tuzak yerlerinden yaralı, bahtsız bir şekilde çıkarılan kurtlar, soyun öc adını ulumak için dağlara çıkarlar.



Benzeri Birinci Dünya Savaşı sonrası olduğu gibi tüm İtilaf Devletleri savaştan sonra bi çare kalkmış Türk milletinin topraklarına saldırırlar. Birer birer ülkeler tarafından ele geçirilen topraklar yağmalanır, yakılır, yıkılır, Türk erkekleri tek tek öldürülür, çocuklar kaçırılır, kadınlarımız kötü davranışlara mağruz kalır.



Bir fiil işgal edilen topraklarımızda yapacak her hangi bir şeyi kalmayan milletimiz tekrar birlik olup vatan topraklarını ele geçirmek için dağlarda Kuvayi Milliye adında toplanır. Ta ki Türk milletine eski refah ve barış dolu yılları getirene kadar ordan inmemeye and içerler.



Bundan sonra dağlardan, sarı ay ve sarı ateş gözlerden, siyah servi duvarının arkasından, boş ufuklardan, korkunç bir uluma bütün ormandaki kurtların uluması ile her yere bir anda korku salarak yayılır. İşte bu Türk’ ün sesidir.


Ana Fikir
Türk milletinin bağımsızlık savaşında küçüğünden büyüğüne, kadınından erkeğine, gencinden yaşlısına kadar herkes elinden gelen tüm gayreti göstermiş, ama asla birey olarak övünülmemiş, bu Türk milletinin kendi başarısı, bir bütün halinde elde ettiği başarı olarak kabul edilmiştir.





[align=center]Şahıslar ve Olaylar
[/align]

Olaylar Halide Edip Adıvar’ın yaşadığı dönem içerisinde yani Kurtuluş Savaşı yıllarında geçmektedir. Bunlar Halide Edip’in ağzından sanki karşıdakilerle o sırada konuşurmuşcasına anlatılmaktadır. Bazıları kendi yaşadığı, bazıları ise hiç bu güne kadar gün yüzüne bir kahramanlık örneği olarak çıkarılmayan cesur Türk milletinin bazı bireylerinin hikayeler dizisidir.


Halide Edip Adıvar’ın bu eseri hikayelerden meydana geldiği için birden çok bölümün birden çok şahsı vardır. Ben kendi anlattığım Dağa Çıkan Kurt adlı hikayenin kahramanları olan hayvanların şu an yaşadığımız dünyaya yansıyan kişiliklerini tahlil edecegim.



Fil: Bilindiği gibi fil, ormanda yaşayan en büyük ve güçlü hayvan olarak kabul edilmektedir, belli bir otoritesi vardır. Tıpkı Amerika’nın dünyada kabul ettirdiği büyüklüğü ve gücü gibi. Bütün hayvanlar onun söylediklerinden etkilenmekte ve ister istemez o doğrultuda hareket etmektedirler diğer dünya ülkelerinin yaptığı gibi.



Çakal: Hayvanlar aleminde sinsi olarak tanınan çakal bu hikayede de karşımıza İngiltere rolünde çıkmıştır. Yıllardır ülkemiz üzerindeki misyonerlik ve propoganda çalışmalarını devam ettirmesi gibi çakalda hayvanları proveke edip onları kurtlara karşı kışkırtmaktadır.


Kurt: Ormanda süregelen bir yaşantının içinde her hayvanın korkulu rüyası olarak tanınan kurt, ceraseti, yırtıcılığı ve soyuna değer vermesi açısından Türklere benzetilmiştir.



[align=center]Yazar Hakkında Bilgi
[/align]

ADIVAR, Halide Edip (1884-1964) Roman yazari, İstanbul’da dogdu. Reji Naziri Mehmed Edip Bey’in kizidir. Uskudar Amerikan Kiz Koleji’ni bitirdi. Özel olarak Arapca, Kur’an-i Kerim, Türk musikisi, Salih Zeki’den matematik, Riza Tevfik Bolukbasi’dan felsefe ve edebiyat dersleri alarak özel ögrenim gördru. 1901′de hocasi Salih Zeki ile evlendi. 31 mrat olayi uzerine Misir’a kacti. Oradan İngiltere’ye gecti. Egitimle ilgili yazilari begenildigi icin 1909′da Darü’l-Muallimat (Ögretmen Okulu) pedegoji ögretmenligine getirildi.


1917′de ikinci evliligini Dr. Adnan Adivar ile yapti. İstanbul Universitesi Edebiyat Fakulsi’nde Bati edebiyati derseleri verdi. Yunanlilar’in İzmir’i isgal etmesini protesto icin yapilan meshur Sultanahmet Mitingi’nde heyecanli bir konusma yapti. İstanbul’un isgal edilmesi uzerine kocasi ile Anadolu’ya kacarak milli Mucadale’ye katildi. Sakarya Muharebesi’ni izleyen gunlerde, savasa fiilen katilip hastabakicilik yapti. Kendisine “onbasi” ve “cavusluk” rutbeleri verildi. Milli Mücadele’den sonra esiyle birlikte Avrupa’ya gitti (1924-1939). 1939′da Edebiyat Fakultesi İngilizce profesorlugune tayin edildi. İstanbul’da oldu.



Halide Edip Türk kadinin is, dusunce ve edebiyat alanalinda basarili olan bir ornegidir. Kadin haklarının atesli bir savunucusu olarak yillarca mucadele vermistir. Gördugu egitim sebebiyle Dogu-Bati sentezini en basarili sekilde yapabilen yazarlarimizdandir. Yazi hayatina gazete ve dergilerde yayinlattigi makale, sohbet ve denemelle baslamis, bu eserlerinde kizlarin egitimiyle psikolojisi uzerinde durmus, ask konusunu ön plana almistir.



İlk romanlarında ask konusu agir basar. Kurtulus Savasi onun dusunce dunyasini degistirmis, ideolojik romanlar yazmasini saglamistir. Bazi romanlari Türk gelenek ve görenekleri uzerine kurulmus sosyal hayatimizi cok canli cizgilerle yansitan töre romanlaridir. Bu turden olan Sinekli Bakkal, CHP Roman Yarismasi’nda birincilik kazanmistir, kisa ve fiilsiz cumleleri, sade bir dili vardir. Bu bakimdan yazari tenkit edenler olmustur.



Bütün eserlerinde kadin kahramanlarin daha kuvvetli ve canli anlatildigi, tanitildigi görulur. Halide Edip, sahis yaratmada cok basarilidir. cumhuriyet döneminin en cok okunan eserlerini yazmistir. Kitaplarinin bir kismi da bati dillerine cevrilmistir.


Romanları: 1- Heyula (1909-1974), 2- Raik’in Annesi (1909,1924), 3- Seviyye Talib (1910), 4- Handan (1912), 5- Yeni Turan (1912), 6- Son Eseri (1913, 1909, 1939), 7- Mev’ut Hüküm (1917, 1919), 8- Atesten Gomlek (1922, 1923), 9- Kalp Agrisi (1924), 10- Vurun Kahpeye (1923, 1926), 11- Zeyno’nun Oglu (1927,1928), 12 Sinekli Bakkal (1935, 1936), 13- Yolpalas Cinayeti (1936), 14- Tatarcik (1938, 1939), 15 Sonsuz Panayir (1946), 16- Döner Ayna (1953), 17- Akile Hanim Sokagi (1958, 1975), 18- Kerim Usta’nin Oglu (1958, 1974), 19- Sevda Sokagi Komedyasi (1959, 1971), 20- Caresaz ((1961, 1972), 21- Hayat Parcalari (1963)



Hikayeleri: 1- Harap Mabedler (19119, 2- Daga Cikan Kurt (1922), 3- Kubbede Kalan Hos Sada (1974), 4- İzmir’den Bursa’ya ( (icindeki uc hikaye yazara aittir, 1963, 1970)


Hatiralari: 1-Mor Salkimli Ev (1951, 1955; İngilizce nesri “Memoirs” 1926), 2- Türk’un Atesle İmtihani(Milli Mucadele Hatiralari, Hayat mecmuasinda 1962; ingilizce nesri “The Turkish ordeal”, 1928) Tiyatro Eserleri: 1- Kenan Cobanları (1918), 2- Maske ve Ruh (1937)


Diger Eserleri: 1- İngiliz Edebiyati Tarihi ( 3 Cilt, 1940-49), 2- Turkiye’de Sark-Garp ve Amerikan Tesirleri (1954, 1955: İngilizve Urduca’ya cevrildi
 
Dağların Gözyaşları - 1
[align=center](A. Necati Ulunay Ucuzsatar)
[/align]
KİTABIN ADI : Dağların Gözyaşları I. Cilt
KİTABIN YAZARI : A. Necati Ulunay UCUZSATAR
BASIM TARİHİ : I. Baskı Kasım 1999

KİTABIN YAYIM MAKSADI
Güneydoğu Ve Pkk’nın Gerçek Yüzü
KİTABIN ÖZETİ I.BÖLÜM
İyi bir askeri ve tarih eğitimi almış olan A. Necati Ulunay UCUZSATAR; askeri eğitimini Dağ Komando Okulu, Kara Harp Akademisi, İngiltere Kraliyet Kurmay Koleji ve Silahlı Kuvvetler Akademisi’nde tamamlamış olup, aynı zamanda da Marmara Üniversitesinde Tarih Bilimi dalında doktora yapmıştır.
Yurt içi ve yurt dışı birçok görevde bulunan UCUZSATAR, Dağların Gözyaşları I. Cilt’inde; geçmişte yaşayarak tecrübe edindiği ve tarihi gerçeklerle bütünleştirdiği PKK gerçeğini, bu gerçeğin arkasındaki iç ve dış güçleri ele almıştır.Kitapta anlatılanları şu başlıklarda toplayabiliriz;
1. Eğitimsizlik, cehalet ve insanlara etkileri,
2. Dış güçlerin PKK ve Güneydoğu politikası,
3. Hükümetlerin uygulamış oldukları yanlış politikalar,
4. Ekonominin etkisi


Temelde amaç; özlü bir tarihi geçmişe sahip olan Türkler’in bölünmesi, parçalanması ve yutulmasıdır. Buradan yola çıkarak, ne zaman ki ülkeler ekonomik ve siyasi otoritelerini sağlam bir şekilde kuramamışlar, işte o zaman dış güçlerin diğer ülkeler üzerindeki uyguladıkları politikalar etkisini göstermeye başlamıştır. Hem de en feci ve acımasız bir şekilde. Dış güçler tarafından Güneydoğu’da kurulmak istenen Bağımsız Ermenistan ve Kürdistan Devleti ilk etapta sözde o bölgede yaşayan bir kesim insan grubu ve ırkına tanınması gereken bir hak gibi görünse de, daha sonraki dönemlerde böl, parçala, yut politikasının bir parçası olacaktır. Yani dış güçlerin rahat rahat kullanabilecekleri bir piyon… Bunun için yürütülen yol ise; o bölgede yaşayan halkı kullanarak onların cehaletlerinden, ekonomik durumlarından istifade ile birbirlerine ve devlete düşman kılarak izlenen yoldur.[COLOR=#ffffff]Yüz Temel Eser Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Kitap Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Roman Özetleri[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Yüz Temel Eser[/COLOR], [COLOR=#ffffff]Özet[/COLOR]
Bu amaçla, görünüşte bize dost fakat gizli hesaplar yapılarak düşmanlığımızı yapan dış güçler vardır. PKK’ya kucak açmış, bu amaca hizmet edecek kişilere de maaş bağlamak ve destek vermek suretiyle bize en büyük kötülüğü yapmışlar, yapmaya da devam etmektedirler. Hatta kendi askeri güçlerini kullanarak PKK’lılara askeri ve siyasi eğitim bile vermişlerdir. Gayeleri ise kurulması düşünülen devleti kendi amaçları doğrultusunda kullanmak, yeri ve zamanı gelince Türkiye Cumhurtiyeti’nin başına bela kılmaktır. Bunun için de Ermeni, Suriye’li, küçük yaşta kaçırılıp yanlış eğitim verilmiş Güneydoğu’lu insanlar ve azınlık olarak da diğer ülkelerden görevlendirilen sapık ruhlu, akli dengesi bozuk insanlar kullanılmaktadır. Bu tür olayların arkasındaki güçler ise Fransa, İtalya, Almanya, Suriye ve Ermenistan gibi birtakım ülkelerdir.
Bu insanlara yer yer yurtiçi ve yurtdışın silahlı veya silahsız eylem yaptırmaktadırlar. Güneydoğu’da yaşayan masum insanların mallarına, canlarına ve ırzlarına tecavüz ederek, olumsuz bir şekilde vahşi yaşamlarını devam ettirmektedirler. Güneydoğu’da yapılan zalimane ve insanlık dışı, acımasız olayları ise dış kökenli, sapık ruhlu insanlar gerçekleştirmektedirler. Halbuki, yapılan bu olayların Kürt kökenli vatandaşlarımız tarafından yapıldığı şayiası yayılarak, Türk’ü Türk’e kırdırmak istemekte ve nifak tohumları saçmaktadırlar.
Tabii ki bu tür olaylar ve PKK Terör Örgütü hükümetlerin boşluklarından ve ekonomik olarak zor durumda olduğumuz zamanlarda zirve noktasına ulaşmıştır. Ne zaman hükümetler doğru politika izledi ve olayların üzerine gitti ise o zaman başarı sağlanmış ve halk desteğini çekmiştir. Asıl olması gereken iç politikada PKK’ya sağlanan yerel desteğin kesilmesi yönünde yapılacak olan hareketlerdir.
Bu politikayı şu şekilde güzel bir örnekle de açıklayabiliriz: birbirleri ile dost olarak yaşayıp geçinen ve refah seviyeleri çok yüksek olan iki komşu devletin topraklarında ve zenginliklerinde gözü olan üçüncü bir devlet olduğunu farzedelim. Bu üçüncü devletin kralı, kalleşçe bir plan hazırlar. Plan şöyledir; topraklarına göz koyduğu ülkelerin insanlarının kılığında olan ve dillerini konuşan iyi yetişmiş iki grup hazırlatır. İçinde her kesimden olan insan gruplarını o iki ülkeye gönderip, dost olan devletlerin birbirlerinin topraklarında gözü olduğunu ve bu sebepten dolayı da savaş hazırlıklarına giriştikleri dedikodusunu yayar. Bu dedikoduları çarşıda, pazarda, eğlence yerlerinde ve kalabalık olan birçok yerde yaparlar. Bir müddet sonra, bu şayialar kralların kulaklarına kadar ulaşır. Tedbirler alınmaya başlanmıştır. Amaç şudur; dost olan iki devlet birbirini savaşarak yıpratacak, birbirini kırıp geçiren iki ülke arasında bu üçüncü ülke arabuluculuk görevi üstlenecektir. Savaş için hazırlıklarını tamamlayan taraflar, bir fırsatını bulup savaşa başlarlar. Savaşmaktan bitap ve yorgun düşerler. Bir sürü kayıplar verirler, insanlar ölür. Bu arada her iki ülkeye de arabuluculuk yapmak üzere kalleşçe planlar yapan kral, şöyle bir teklifte bulunur; herhangi bir olumsuz durum karşısında onlarla beraber savaşması için ve aynı zamanda barış gücü olarak kendi askerlerinden oluşan birlikleri, o ülkelere gönderme teklifinde bulunur. Ve barışın olmasını istediğini, daha fazla kanın akıtılmamasını istediğini taraflara belirtir. Bu dostça olan tutumu, diğer devletler çok olumlu karşılar, arabuluculuğa sevinirler. Barış gücü olarak gönderilen birlikler, bir müddet sonra işgal gücüne dönüşürler ve her iki ülkeyi de işgal ederler. Her iki ülkeyi de işgal altına alan, Kral hükümdarlığını ilan eder. Kendi halkı huzur ve bolluk içinde yaşarken, diğer iki halk da cehaletin pençesine yenik düşerek, köle gibi kullanılırlar. Yani kısacası şu; suçsuz, günahsız arkadaşını sırtından vuran kişiyi de sırtından vurmaya hazırlanan üçüncü kişi. Buradan hareketle, Güneydoğu’da bulunan halkımızın ve insanların ikinci kişi olmayacak şekilde çaba göstermesi, hükümetin de bu tür olaylara meydan vermeyecek ekonomik ve sağlam iç politik tedbirler alması gerekir.
Cehalet ve eğitimsizlik tarihte de olduğu gibi, insan topluluklarının en büyük düşmanı olmuştur, olmaya da devam edecektir. Güneydoğu’da yaşayan insanlar dış güçlerin oyunlarına gelerek hükümetten ve ülkelerinden soğumuş, yapılan eziyetlerden dolayı yılmış ve küskün bir topluluk durumuna gelmişlerdir. Onlara maddi destek sağlayan ve karınlarını doyuran kişilerin oyunlarında rol almışlardır. Cehaletin bedeli her zamanki gibi ağır ve acımasız olmuştur.
 
Geri
Üst