Psikolojik Kavramlar..

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan Method
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
BİLİNÇ

Etimolojik kökeninde bilinç (Latince conscire), paylaşılmış bilgi anlamına gelmekte ve insanın bir diğeriyle, özellikle de kendisiyle paylaştığı bilgiye göndermektedir.

Sosyal bilimler literatürüne genel olarak bakıldığında bilinç terimi, bir yandan insan zihninin kendi durumları ve edimleri hakkında sahip olduğu düşünce veya sezgiyi, öte yandan bireyin dünyayla ve kendisiyle ilişkisi ve kendi durumu hakkındaki bilgisini ifade etmektedir. Bilinç terimi, daha geniş bir anlamda, insan zihninin kendiliğinden yargıda bulunma yetisi olarak da kullanılmaktadır.
 
SOSYAL BİLİŞ

Sosyal biliş teriminin Bruner ve Tagiuri (1954) tarafından ortaya atıldığı yönünde yaygın bir inanç varsa da, terimin ilk olarak 1944'te Heider ve daha sonra 1952'de Asch tarafından kullanıldığı kaydedilmektedir. Ancak sosyal biliş, bir araştırma alanı ve yaklaşımı olarak 1980'lerden itibaren sosyal psikolojide hakim bir konuma gelmiştir.

Sosyal biliş kavramı, genel olarak enformasyonların alınması ve hatırlanması gibi bilgi işlem süreçlerini etkileyen faktörler bütününü ifade etmektedir. Söz konusu enformasyonlar, kişilerin ve gözlemcinin yargıları ile bu süreçlerin ilişkilerine İlişkin' enformasyonlardır (Hamilton, 1979).

Bir başka tanıma göre sosyal biliş, 'sıradan insanın diğerleri hakkındaki düşünce tarzlarının ve insanlar hakkında düşündüğünü nasıl düşündüğünün incelenmesini' (Fiske ve Taylor, 1984) kapsamaktadır. İlk tanımın perspektifi daha ziyade enformasyonların alınması ve temsiliyle ilgilenmekte ve kişilerin belleğine önem vermektedir. İkinci tanım ise naif sosyal psikoloji ve izlenimlerin oluşumunu öne çıkarmaktadır.
 
BİLİŞSEL AKTİFLİK ETKİSİ

İzlenim oluşumu konusunda, hedef hakkında kategori veya şemaya dayalı süreçler ile hedefin özelliklerine dayalı süreçlerden hangisinin kullanıldığı sorusuna getirilen açıklamalardan biridir (Gilbert, Pelham ve Krull, 1988).

Buna göre, algılayan kişi bilişsel planda ne kadar aktif ya da meşgul ise, dikkati o kadar çok dağınık demektir ve dolayısıyla, hedef hakkındaki izlenimi, daha ziyade mevcut enformasyonlara (şemalar, kategoriler) dayanacaktır. Buna karşılık, bilişsel planda daha az meşgul veya daha az aktif olan bir kişi, dikkatini daha ziyade, içinde bulunduğu etkileşim üstünde odaklaştıracak, hedefin ve durumun özelliklerine daha çok bakacaktır.
 
BİLİŞSEL BAĞIŞIKLIK

Daha ziyade ideolojik nitelikli bilişsel bir mekanizmayı ifade eden bilişsel bağışıklık terimi, insanın kendi doğasına ilişkin görüşleriyle çatışan enformasyonlara karşı geliştirdiği bir savunma stratejisine işaret etmektedir.

Örneğin insan davranışlarının hayvanlarla ortak doğal belirlemelerin sonucu olduğu yönündeki enformasyonlara maruz kalan kişiler, insan türünün özgüllüğünü, yani hayvanlardan farklılığını destekleyen açıklamalar aramaktadırlar ve bunun için doğaüstü açıklamalara, gizli bilimlere başvurmaktadırlar. Kendini bir başka gruptan farklılaştırma yönündeki bu tür çabalar, bir bakıma, kişinin etik anlayışıyla da ilişkili görünmektedir.
 
BİLİŞSEL KARMAŞIKLIK

Kategorizasyon süreç ve olguları çerçevesinde ortaya atılan bilişsel karmaşıklık (cognitive complexity), bireylerin dünyaya ilişkin algı ve değerlendirmelerini etkileyen bir değişken olarak kullanılmaktadır. Bilişsel karmaşıklık, bireyin algı ve kategorizasyonlarındaki duyarlılığı ifade etmektedir.

Literatürde bilişsel karmaşıklık kavramı içinde üç yan ayırdedilmektedir (Pinson, 1988): Birincisi algı ve değerlendirmelerde kullanılan/dikkate alman boyut sayısı anlamında farklılaştırma (differenciation), ikincisi kullanılan bir kategorinin darlığı veya genişliği anlamında ayırdetme (discrimination) ve üçüncüsü ise farklı öğeleri bir bütün haline getirme anlamında bütünleştirme (integration) olarak ifade edilebilir.

Farklılaştırma, gerçekliği algılamada kullanılan boyutların ya da kategorilerin sayısıyla ilgilidir ve kategori sayısının artması, ayrıntıları daha iyi farketmeyi, benzerlik düzeyi düşük uyaranları farklı kategorilere koymayı sağlamaktadır. Araştırmalarda, bilişsel karmaşıklık değişkeni genellikle bu anlamda kullanılmaktadır.

Ayırdetme, bireyin uyaranlar arasında ayrımlar yapması için kullandığı alt bölümlerin ya da sınıfların sayısıdır, bu boyut Pettigrew anlamında, bir kategorinin prototipinden sapmaları kabul edebilme düzeyinin, dolayısıyla tolerans düzeyinin de bir ifadesidir. Üçüncü yan, farklı bilişsel öğeleri ilişkilendirebilme düzeyini ya da kapasitesini ifade etmektedir.
 
BİREYSELCİLİK

Bireyselcilik, genel bir deyişle, modern eşitlikçi toplumlar bağlamında ortaya çıkan ve bireyi merkeze alan bir anlayışın, bir değerler sisteminin ifadesidir. İlke olarak, bütünün (toplum) parçalarına (bireyler) aşkın bir gerçekliğe sahip olduğunu varsayan ve hiyerarşik esasta kurulmuş geleneksel toplumları karakterize eden holist anlayıştan bir kopma hareketidir. Bu anlamda tarihsel bir olgu niteliği taşır.

Gerçekten de modern birey anlayışının bir tarihi vardır. Bu anlayış, genel olarak XV. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Rönesansla birlikte, insanın dünyada yaşama ve kendini tasarlama tarzında bir değişiklik ortaya çıkmaktadır. Birey, kaderi üzerinde belirleyici bir rol oynayan geleneksel güçlerden sıyrılmaya, 'Ben' demeye başlamaktadır.

Daha önceki toplumlarda (ilkel, antik, ortaçağ, vb.), doğumundan itibaren bir ilişkiler dokusu tarafından sarmalanan ve tüm var oluşu sosyal grubu (aile, aşiret, klan, kast, etnik grup, vb.) tarafından belirlenen insan, kendisini aşan ereklere tabi olarak yaşamaktadır. İnsanın bu konumunu değiştirerek birey haline dönüşümü aşamalı bir şekilde gerçekleşmiştir (R. Dumont).

İlk olarak, dünyaya (mevcut düzene) kıyasla bir kopma hareketi (Hıristiyanlık) şeklinde başlamış ve uzun süren bir 'kuluçka' döneminden sonra İnsan Hakları düşüncesi (Hobbes, Locke, vb.) ve Aydınlanma felsefesi içersinde gelişmiştir.

Bireyselciliğin tarihinde, insanları cemaatlerin hakimiyetinden kurtaran sekülerleşmenin de önemli bir yeri olduğu genellikle kabul edilmektedir. Öte yandan bireyleşme, birey haline gelme, "modern içselliğin oluşumuyla, yani içsel bir derinlikle donatılmış varlıklar olduğumuz duygusunu kazanma ve buna bağlı olarak 'ben' olduğumuz görüşüne varma" olgusuyla ilişkilendirilmektedir (Taylor).

Dubois ve Beauvois (2002), geniş ve dar anlamda bireyselcilik ayrımı yapmaktadırlar. Onlara göre geniş anlamda bireyselcilik, ideolojik düzlemde, insani varlığı, kişiyi bir birey gibi gören bir özne modelidir; bu modelde birey, diğerlerinden, sosyalden farklılaşmış bir bütün (ünite) olarak ortaya çıkar, bizzat kendi varlığında özerklik (veya kendi kendine yeterlik), kişisel gelişim, vb değerleri taşır, tüm değerlerin temelidir.

Dar anlamda bireyselcilik, geniş anlamda bireyselciliğin, toplumun temelleri düzeyindeki bir sonucudur (eğer tersi değilse). XVII. yüzyılda J. Locke gibi İngiliz filozofları tarafından ortaya konmuş bu bireyselcilik, tercihen, kolektif amaçlardan daha değerli gördüğü bireysel amaçların ve mutluluğun gerçekleştirilmesine öncelik verir. Çoğu kez bu konuya eğilen yazarlar, bu farkı gözden kaçırmakta ve geniş anlamda bireyselciliğin nitelikleri arasında dar anlamda bireyselciliğe de yer vermektedirler.

Yazarlar ayrıca 'sosyal düzenin ve siyasal iktidarın meşrulaştırılması konusuna ilişkin moral teori' olarak tanımladıkları felsefi bireyselcilik ile zamanın ideolojik ambiansında kolektif ve bireysel gerçeklik karşıtlığına dayanan birtakım görüşler bütünü olarak beliren doksolojik bireyselciliği ayırdederler.

Beauvois (1994) Batı toplumlarındaki aktüel doksolojik birey-selciliğin, liberal bireyselcilik olduğunu ve bu bireyselcilikte bireyin emekçi, asker, hasta, öğrenci, taraftar, vb. değil, özü itibariyle bir seçmen-tüketici olduğunu öne sürmektedir.

Günümüzde evrensel bir model olarak sunulan bireysellik, kişiyi, Batı dünyasında tarihin belirli bir döneminden itibaren içine soktuğumuz bir kalıp gibi nitelendirilebilir. Dolayısıyla bu kalıba girip birey haline gelen kişi, her şeyden önce egosu ve benlik bilinci tarafından karakterize edilen bir bütündür.

Tarihsel, biyolojik, psikolojik ve sosyal bagajını kendine özgü bir tarzda bütünleştiren apayrı bir birimdir. Bireyselci düşüncede, birey emprik bir özne gibi veya insan türünün bireysel bir örneklemi gibi değil, kendisinde insanlığın yüksek değerlerini taşıyan 'moral, özerk, bağımsız bir varlık' gibi düşünülür.

Bu anlamda birey, bir kurgudur, sosyal olarak inşa edilmiştir. Her inşa gibi, bireyselliğin inşasında da belirli özellikler öne çıkarılmıştır, bu özelliklerden en temel olan üçü tekillik, özerklik, iç-sellik olarak sıralanabilir. Bu özellikler, daha yakından ele alındığında 'liberal birey' kurgusuna tekabül etmektedir.

Zira kendini biricik, tekil, farklı olarak görmekte, özerk ve bağımsız olduğuna inanmakta, dolayısıyla kendi kendine yeterli olduğu inancını taşımakta ve olayların nedenlerinin kendi içinde olduğuna inanma eğilimi taşımaktadır. Modern toplumların değerler sisteminde, bireysel sorumluluk esastır ve insanın dünyayı kendisinin şekillendirdiğine inanması, kısacası kendisi de inşa edilen bir varlık olarak dünyasını inşa etmesi söz konusudur.

Bireyselcilik başka açılardan da kavranabilir. Kültürel açıdan, literatürde bireycilik-toplulukçuluk boyutunda ele alınan bireyselcilik, psikolojik açıdan, aynı bir kültür içinde bireysel bir yatkınlık veya eğilim olarak görülmektedir (Hui, 1988).
 
BİRLİKTE HATIRLAMA

Sosyal bellek araştırmaları ve kimlik oluşumu bakımından önem taşıyan bu kavram (joini remembering), sosyal inşacılık yaklaşımına bağlı sosyal psikologlar tarafından ortaya atılmış bir modeldir. Anıların etkileşim vasıtasıyla sosyal olarak inşasının söz konusu olduğu bu modelde, belleğin genelde iletişim süreçleri ve özelde konuşma içersinde şekillendiği vurgulanmaktadır.

Bu bağlamda araştırma amaçlı çeşitli konuşma teknikleri geliştirilmiş bulunmaktadır. Örneğin deneklerin farklı sohbet konuları (birlikte bakılan bir fotoğraf albümü, yakın zamanda görülmüş bir film, aktüaliteden bir olay, vb.) hakkında konuşmaya dayalı 'birlikte hatırlama tekniği' (Middleton ve Edwards, 1990) gibi.
 
BOOMERANG ETKİSİ

Tutum değişimi, reklamcılık, propaganda ve benzeri iletişim süreçlerinde özenle dikkat edilen boomerang etkisi ya da negatif etki, bir sosyal etki sürecinde, hedefin etkileyen yönünde (pozitif etki) etkilenmeyip aksi yönde bir eğilim geliştirmesini ifade etmektedir. İletişim alanında boomerang etkisi, hedefine ulaşmayan bir mesajın geri dönerek, kaynağına yönelmesi, yani vericinin beklemediği sonuçlara yol açması şeklinde tanımlanabilir.

Negatif etki, etkileyen (iletişim kaynağı) ile etkilenen (iletişim hedefi) arasındaki ilişki, etkileyenin algılanması ve iletilen mesajın niteliği ile ilgili faktörlere bağlı olarak ortaya çıkmaktadır.

Araştırmalara göre bunlar arasında en önemlisi, etkileyenin, etkileme hedefi tarafından negatif değerlendirilmesidir; burada iletişim kaynağı olan kişinin sevilmemesi veya güven uyandırmaması söz konusudur ve bu olgu, iletişim uzmanlarının "insanlar her şeye inanabilir, ama herkesten gelene değil' özdeyişinde ifadesini bulmaktadır.

İkinci olarak hedefin, eylemlerinin sınırlandırılmasına tepki duyması ve direnmesi söz konusu olabilir; bu olgu bireyin özgürlüğünün tehdit edilmesinden, kısıtlanmasından duyduğu rahatsızlıkla ilgilidir.

Üçüncü olarak etki kaynağının istemeksizin mesaja karşıt bilgiler iletmesi de negatif etkiye yol açabilir; örneğin yapılmaması istenen davranışlar detaylı bir şekilde anlatıldığında, bazen, bunlardan haberdar olmayanlar, neler yapabilecekleri konusunda uyarılmış olmaktadırlar.

Nihayet istenen şeyin, hedefe ulaşılamayacak, gerçekleştirilemeyecek kadar zor ve uzak görünmesi de negatif etkiye yol açabilir; bunun klasik örneği bir diş macunu reklamında "tüketicilerin günde en az beş kez bu macunla dişlerini fırçalamalarının gerektiği, aksi halde bunun hiçbir şeye yaramayacağı" mesajının verilmesi ve kampanya sonunda, söz konusu marka diş macunu satışlarının azalmasıdır.
 
SOSYAL BULUŞMA

Sosyal bulaşma (social contagion) terimi, insanların kalabalık içindeki uç davranışlarını açıklamaya çalışan Gustave Le Bön (1896) tarafından ortaya atılmıştır.

Kalabalık içindeki insanların radikal bir dönüşüme uğradığını, şiddet ve coşkularını ifade etmede, hain, irrasyonel, hayvanı ve pervasız olduklarını gözleyen Le Bön, tıbbi deneyimlerinden yola çıkarak, hastalıkların bulaşması ile coşkuların bulaşması ve bunun sonucunda kalabalık içinde aşırı davranışların ortaya çıkması arasında bir analoji kurmuştur. Bu açıdan sosyal etkinin özel bir biçimine gönderen sosyal bulaşma kavramı, kalabalık içinde duygu, düşünce ve davranışların hızlı bir şekilde yayılmasını ifade etmektedir.
 
ÇATIŞMA

Kişiler arası ilişkilerin özel bir durumu olan çatışma, çok farklı nedenlerden kaynaklanabilecek bir gerilim durumudur. Bu durum, anlaşmazlık, uzlaşmazlık, bağdaşmazlık, uyumsuzluk, tartışma, kavga gibi farklı durumlarla ilişkilendirilebilir. Kişilerin veya grupların birbirinden beklentilerinin uyuşmazlığı, amaç ve hedeflerdeki farklılıklar, davranış ve tutum farklılıkları, iletişim bozuklukları ve benzeri nedenler, çatışmaya neden olabilir.

Literatürde farklı çatışma türleri ayırdedilmektedir. Örgüt içersinde aynı hiyerarşik düzeyde bulunan kişiler veya gruplar arasındaki çatışmalar, 'yatay çatışma' olarak, farklı hiyerarşik düzeyde kişi veya grupların uyuşmazlığı, ise 'dikey çatışma' olarak adlandırılmaktadır. Çatışma bireyler arasında olduğunda 'bireyler arası çatışma'dan, gruplar, birimler veya servisler arası olduğunda 'gruplar arası çatışma'dan söz edilmektedir. Ayrıca çatışmanın bireyin, grubun ve örgütün kendi içinde cereyan ettiğinde 'bireyin iç çatışması', 'grup içi çatışma', 'örgüt içi çatışma' terimleri kullanılmaktadır.

Çatışma konusundaki araştırmaların önemli bir kısmı, çatışmayı çözme stratejileri ve bunların koşulları üstünde durmaktadır. Bu çalışmalarda ortaya konan stratejiler, kişilerin bir yandan kendi hedeflerine bağlılıkları, öte yandan diğerlerine ilgileri veya başkalarını düşünme düzeyleri bakımından farklılaşmaktadır. Belli başlı stratejiler arasında otokratik strateji, kaçınma stratejisi, demokratik strateji, kompromi ve anlaşma (conciliatıon) stratejileri dikkati çekmektedir.
 
ÇEKİM

Çekim, kişiler arası ilişkilerin hem temeli, hem de bir tarzı gibi görünmektedir. Her iki halde de çekim, diğerine karşı olumlu bir tutum ifadesiyle ve ona yaklaşma arzusuyla karakterize edilebilir. Bir başka deyişle çekim, olumlu duyguların ve bağlanma (affiliation) arzusunun duyulduğu kişilerarası ilişkilere tekabül eder.

Sosyal psikologlar kişiler arası çekim olgularında coğrafi mekânda yakınlık, fiziksel görünüş, benzerlik, birbirini tamamlama, enformasyon verme, bağlanma isteği, doyum sağlama ya da ödüllendirici olumlu yaklaşım gibi faktörlerin etkili olduğunu öne sürmüşlerdir
 
DAVRANIŞ SENARYOLARI

Çeşitli koşullara veya bağlamlara uygun davranış beklentileri ya da hangi davranışların uygun olacağını belirten davranış epizodlarıdır. Senaryolar, belirli özgül durumlarda kişilerin nasıl davranması gerektiğini ifade eden skriptlerden oluşurlar ve bu anlamda, senaryo ve skriptler, bir bakıma sosyal kuralların kognitif karşılığıdır.

Bunlar, doğrudan gözlem yaparak, diğer insanların değerlendirmelerini dinleyerek, televizyon veya filmlere bakarak, kitaplar okuyarak ve benzeri yollardan öğrenilmektedir. Örneğin, her kültürde, misafirlerin nasıl karşılanacağını veya cinsel ilişkilerin nasıl olacağını yöneten çeşitli senaryolar vardır. Davranış epizodları, esas olarak, bilişsel çaba tasarrufu sağlayan olay şemaları olarak görülebilir.
 
DAVRANIŞ STİLLERİ

Küçük gruplarda azınlıkların çoğunluk üzerindeki etkileri konusunda Moscovici tarafından geliştirilen bu kavram, etki kaynağının farklı davranış şekillerini ifade etmektedir.

Bu kavram, konformite alanındaki araştırmalarda gözlenen ve yönü çoğunluktan azınlığa veya bireye doğru giden etki modelini tersine çeviren, yani azınlıkların da çoğunluğun kanaatlerini, değerlerini ve davranışlarım değiştirebileceğini varsayan bir anlayıştan kaynaklanmaktadır. Bir başka deyişle, burada, etkinin daima bağımlılıkla açıklanamayacağı, yani bağımlının bağımlı olduğu etki kaynağından etkilenmesi şeklinde gerçekleşmediği, bazan da, bağımlılık dışında ortaya çıktığını, örneğin bir kişi veya azınlığın salt davranış stili sayesinde hedef üzerinde etkili olabileceği anlayışı söz konusudur.

Davranış stilleri, davranış veya kanaatin retoriğine (yoğunluk, organizasyon, vs.) gönderir; her biri mevcut durumun ve evriminin anl***** ifade eden sözel veya sözel olmayan sembollerin/işaretlerin niyetli bir düzenlemesidir.

Davranış stilinin iki yanı vardır: Araçsal ve sembolik yanlar. Davranış stili, araçsal yanında, yargı objesi hakkında; sembolik yanında ise davranış stilinin sahibi hakkında bilgi verir. Davranış stilinin kendi başına bir anlamı yoktur, etkileşim içersinde anlam kazanır. Etkileşim sürecinde taraflardan biri, herhangi bir stili benimseyerek, kendisi ve konu hakkında enformasyon verir; muhatabı ise bunlardan görünür bazı parçaları alarak anlamlandırır.

Moscovici, sosyal etki bağlamında çeşitli davranış stillerinden söz etmektedir: Soruna yatırım, özerklik, tutarlılık, denklik/hakkaniyet, katılık gibi. Davranış stilleri, grupta olumlu veya olumsuz tutumlar yaratmak, psikolojik alanları belirlemek ve dikkati belirli öğeler üstüne çekmek suretiyle etkili olurlar.
 
DESANTRASYON

Desantrasyon (deceniration) ya da kendi merkezinden çıkma terimi, desantralizasyona benzer şekilde, bir merkeze tabi olmamayı ifade etmektedir. Burada söz konusu olan, kişinin yargı ve değerlendirmelerinde kendi konumundan, ben merkezli ve sübjektif bakışından sıyrılıp objektif bir konuma geçmesidir.

Kendi merkezinden çıkma, genel olarak zihinsel ve moral gelişimin bir üst aşaması ve gruplar arası ilişkilerde önyargılardan kurtulmanın koşulu olarak görülmektedir.
 
DİJİTAL İLETİŞİM

Palo Alto Ekolü'nün kişiler arası iletişimde (kullanılan enformasyonun, kodun ya da işaretlerin türüne göre) ayırdettiği iki iletişim tarzından biridir (diğeri analojik iletişim).

Dijital iletişim, bir takım işlemlerle kodlanabilir ve dolayısıyla bilgisayarlara sokulabilir bir özellik taşıyan, objektif, mantıksal bir enformasyonun kullanıldığı iletişimdir. Bu iletişimin dayandığı göstergeler ile anlamları arasında benzerlik ilişkisi yoktur, bunlar arasındaki ilişkiler uzlaşmaya dayanır. Dijital iletişimin objesi, şeyler, yani bir içeriktir (oysa analojik iletişim, ilişkiler hakkında bir iletişimdir).
 
DOGMATİZM

Adorno'nun otoriter kişilik kavramı doğrultusundaki eleştirel çalışmaları çerçevesinde Rokeach (1960) tarafından ortaya atılan kavram, kısaca, bireylerin dünyayla ilişkilerindeki zihinsel katılığı ifade etmektedir.

Adorno'nun etnosantrizm kavramım genişleten, önyargılı tutumların belirli bir ideolojiye özgü olmadığını, hoşgörüsüzlüğün 'sağ' ideolojiler kadar 'sol' ideolojilerin taraftarlarında da görüldüğünü savunan Rokeach'e göre her birey sosyal dünyasını, inandıklarından ve inanmadıklarından oluşan bir inançlar sistemiyle (belief-disbelief systetri) süzgeçten geçirir. Rokeach, dogmatizmi bu karmaşık sistemin işleyiş tarzını açıklayan bir model olarak önermektedir.
 
DONMA ETKİSİ

K. Lewin'in (1947), karar verme etkinliğinin sonuçlarını belirtmek üzere ortaya attığı bu kavram (freezing), insanların 'onlara kendi kararları gibi görünen şeylere katılma ve bu kararlara uygun davranma eğilimi gösterdikleri' varsayımına dayanmaktadır. Amerikalı ev kadınlarının tüketim alışkanlıkları konusunda iki farklı strateji izleyen Lewin, bunlardan birinde, yeni ürünleri (sakatat, vs.) övme yönünde ikna edici konferanslar verme yoluna gitmiş, diğerinde ise bir grup çalışması düzenleyerek kadınlarla birlikte yeni şeyler deneme kararı verme yolunu seçmiştir.

Sonuçlara göre ikinci yol daha etkili olmuş ve Lewin, bunu karar verme eyleminin erdemine, yani donma etkisine bağlamıştır. Ona göre kadınlar daha çok ikna oldukları için değil, yeni ürünleri deneme kararı verdikleri için tutum değişikliği göstermişlerdir. Burada kararın doğru veya yanlış olması önem taşımamaktadır.

Nitekim bunu, günlük yaşamdan bazı olaylarda görmek mümkündür. İsraf davranışlarının çoğu, bu mekanizmayla açıklanabilir. Örneğin akşam dışarda eğlenmek için pek çok seçeneğe sahip olan bir aile, içlerinden birinin X konserine bedava bileti olduğu için öncelikli seçeneklerinden vazgeçebilir (aynı şekilde küçük bir avans ödenerek yapılan rezervasyonlardan daha sonra vazgeçilememesi); yağmurlu bir günde evine dönmek için otobüs, dolmuş veya taksi arayan biri, otobüs durağında 15 dakika bekledikten sonra, durak önünden geçen bir taksiye binmeyebilir ('Bu kadar bekledim, artık otobüs gelmek üzeredir'}.

Bunun literatürden bir başka örneği 1965'te Johnson'a Vietnam Savaşı'nın geleceği hakkında sunulan rapordur. Raporda "Çok sayıda Amerikan birliği cephe savaşına sokulursa, kayıplar çok olur; donatımları yetersiz, vb. Ama kayıplar çok olunca geri dönemeyiz, sonuna kadar gitmemiz gerekir, aksi takdirde ulusal bir aşağılanma yaşarız. Büyük bir ihtimalle de sonuna kadar gidemeyeceğiz ve ulusal gururumuz kırılacaktır, vb." denmektedir. (Ancak ABD. Başkanı donma etkisini kullanan bu ileri görüşlü raporu dikkate almamıştır).

Başlangıçta donma etkisi kavramıyla açıklanan bu olgu, daha sonra 'angajmanın tırmanması' (escalation of commitmeni) olarak da adlandırılmış ve 'oltaya takılma' (law-ball) diyebileceğimiz bir manipülasyon stratejisinin açıklanmasında kullanılmıştır. Bu strateji, belirli bir konuda karar veren kişinin, kendi kararının tuzağına düşerek sebatla aynı yönde davranmaya devam etmesini öngörmektedir. Burada bir bakıma, insanın kendi kendini manipülasyonu ya da iknası söz konusudur.

İtaat davranışlarını konu alan sosyal psikoloji deneylerinde, zoraki kabul (forced compliance) durumlarında, değişken olarak baskısız (serbest seçim, -ki bu, salt bir illüzyon da olabilir) veya baskılı (serbest olmayan seçim) koşullar kullanıldığında, baskısız uyma (compliance without pressure) koşulunun etkili olduğu ve deneklerin normalde yapmayacakları şeyleri yaptıkları görülmektedir. Serbest seçim koşulundaki denekler, kararlarında daha ısrarlı davranmaktadır.

Bu konuda Aronson, 'kendi kendini doğrulama' kavramına dayalı bir açıklama getirmektedir. Ona göre kararda ısrarlar, (hatta en disfonksiyonel olanlar bile), bireyin İlk kararının rasyonelliğinin onaylanması ihtiyacıyla açıklanabilir.
 
EFENDİ - KÖLE DİYALEKTİĞİ

Hegel tarafından güç ilişkilerini analiz için ortaya atılan efendi-köle diyalektiği, psikolojide (Mead, Wallon, Zazzo, Lacan, vb.) kimliğin oluşumu konusunda aynayla ve diğer insanlarla ilişkinin önemini vurgulamak için kullanılmaktadır. Aynayla ilişki, çocukluk yıllarında çocuğun aynada yansıyan görüntüsüyle, daha sonraki yıllarda ise diğer insanların bireye ilişkin değerlendirmelerinde yansıyan görüntüyle ilişki biçimini almaktadır.

Bilincin oluşumunda kendini bir obje olarak ele alma kapasitesi önemli bir noktadır. Genetik bir perspektifte, Wallon'un (1959) işaret ettiği üzere, benlik bilincinin oluşumunda ben-diğeri ilişkisi önem taşımakta ve bu ilişki ben ve diğeri arası farklılaşma sürecinde katedilen gelişim evrelerine göre değişmektedir.

Wallon'dan sonra Lacan, ayna aşamasını (miror stage), 'kimlik arayışını oluşturan' en önemli an olarak nitelemiştir; O'na göre çocuk, aynadaki görüntüsünü, çoğu kez, bir tür hayranlıkla ve zevkle seyretmektedir; bu görüntü, "ben'in (Je, I) diğeriyle Özdeşleşmenin diyalektiğinde objeleşmeden önce temel bir biçime girdiği sembolik bir matristir". Çocuk, bu biçim vasıtasıyla, bireyselliğini ve bedensel birliğini keşfeder ve yavaş yavaş kendini tanımayı ve dolayısıyla özdeşleşmeyi öğrenir.

Ayna aşaması, çocuğun psişik gelişiminde önemli bir evredir. 'Ben' (ego), imajiner temsil değerini diğeri sayesinde ve diğerinin bakışında bulur. Ayna aşaması, bu diyalektiği başlatan süreçtir. Çocuğun görüntüsel imgesiyle özdeşleşmesi, diğerinin (Anne) bunu tanımasıyla/kabulüyle desteklendiği ölçüde mümkündür; çocuk kendi öz imgesinde, diğeri onu böyle tanıdığı için kendini tanır, yani diğerinin gözünde, bu imgenin kendine ait olduğunun tasdikini bulur.

Ayna aşamasında gerçekleşen bu temel özdeşleşme, Hegel'in bilincin diyalektiği kavramına gönderir. Bu düşüncelerin kaynağı, Kojev'in ve daha sonra Lacan'ın vurguladığı üzere Hegel'e kadar uzanmaktadır.

Söz konusu diyalektiği ve yorumunu Kojev'den aktaralım: Hegel, Efendi ve Köle Diyalektiği adlı eserinde, karşılıklı tanımanın bütünsel bir analizini yapar. Başlangıçta, insan, ancak yaşayan hayvan statüsünde insandır. Bu haliyle ancak bir ihtiyaç varlığıdır. Kimliğim kazanması için, arzunun varlığı, yani arzulayan bilinç ya da kendilik/benlik bilinci haline gelmesi gerekir.

Yaşayan hayvan kendilik bilincine ulaşmak için, yaşayan hayvan olarak diğerini yok etme mecburiyetindedir, zira kendilik bilincinin ortaya çıkışı, diğerinde kendini tanıyabilmeyi gerektirir. Fakat tersine, bunu yapabilmesi için, diğerinin de onda (kendilik bilinci) kendini tanıyabilmesi gerekir... Zorunlu olarak birinin diğerinde arzulayan bir başka bilinç bulması gereklidir.

Burada kaçınılmaz olarak ölümüne bir mücadele başlar ve bu kavgada her biri, diğerinde arzulayan bir bilinç bulabilmek için, yaşayan hayvan olarak diğerini yok etmeyi arzular. Kojev'in (1991) yorumuyla "insanın gerçekten insan olması için, hayvandan özsel olarak ayrılması için, onda, insani Arzunun, hayvani Arzuyu yenmesi gereklidir. Oysa her Arzu, bir delerin arzusudur. Hayvanın bütün arzuları, son çözümlemede onun hayatını koruma isteğinin sonuçlarıdır.

O halde insani arzu, bu korunma Arzusunu yenmek durumundadır. Başka bir deyişle, insan hayvani yaş***** insani Arzusunun sonucu olarak tehlikeye atarsa, insan olarak 'kendini ortaya koyar'. Bu tehlikede ve bu tehlike aracılığıyladır ki, insan gerçekliği, gerçeklik olarak kendini yaratır ve açımlar".

Bu ölüm savaşının bir tek çıkış noktası vardır: Madem ki, taraflardan biri boyun eğmek zorundadır, öyleyse işi prestij savaşına döndürmek gerekir. Bir diğer deyişle ölüm savaşı, bir kölelik ilişkisini kurmaktan başka bir uç noktaya sahip değildir.

Savaşanlardan biri, yaşayan hayvan olarak ölümden çekindiğini ve kendilik bilinci olarak tanınmaktan vazgeçtiğini diğerine göstererek savaşı bırakır. Efendi, bu şekilde köle tarafından tanınır ve onun tarafından tanındığını kendi kendine bilir. Bu andan itibaren, süreç, kölece bilincin diyalektiğine girerek tersine döner.

Efendinin köle tarafından tanınması tek yönlüdür. Bu nedenle, etkisizdir. Efendi, köle tarafından kendilik bilinci olarak tanınmıştır, ama kölede kendilik bilinci olarak hiç bulunmaz. Yani Efendi, kendilik bilinci olmayan bir bilinç tarafından kendilik bilinci olarak tanınmıştır. Benzer fakat tersine nedenlerden ötürü, köle Efendi'de kendini tanımaz.

Oysa, bilinç olarak, köle de tanınmak ister; korku O'nu bundan vazgeçirir, ama otantik bir kendilik bilinci olma isteği yok olmaz; demek ki köle kendisinde-kendisi için bir bilinçtir, yani gelişmesi, sahte bilinç aşamasında durmuş bir bilinçtir. Bu kendinde kendi için bilinç, bu kendinde kendisi içini objektif olarak kendisi için konumlamamıştır ve bu kendinde kendisi içini sübjektif olarak kendinde ortaya koymamıştır.

Köle için, tanınma, hizmet etmesiyle gerçekleşir. Gerçekten de Efendi'nin arzusu, arzulayan bilinç olarak değil, kölece bilinç olarak tanınan bir bilinç vasıtasıyla tatmin olur. Bu nedenle, Efendi'nin arzusu, kölenin bilincine yabancılaşmıştır. Sadece köle, Efendi tarafından arzulanan objeye insani bir biçim verebilir. Bu böyleyse, köle objektifliğe sübjektif bir anlam verir ve dolayısıyla, aynı zamanda kendi öz sübjektifliğine objektif bir anlam verir. Bu koşullarda, kendisi için kendinde ve kendinde kendisi İçin haline gelir. Oysa, bizzat buradan, otantik olarak kendilik bilincine ulaşır.

Sonuç olarak, her biri, diğeri ona karşıt bilinç olarak var olduğu için kendilik bilinci olarak vardır. Birey, ancak diğerinin vasıtasıyla kendilik bilinci olarak kendini tanır. Ancak, kendilik bilinci olarak var olmak için, arzulayan bilinç olarak diğerini inkâr etmek gerekir. Arzulayan öznenin bilinçlenmesi, tanınmak isteyen bir başka arzulayan bilince karşı olduğu ölçüde anlam taşır.
 
EGO PSİKOLOJİSİ

Başlıca temsilcileri arasında Loevenstein, Kris, Erikson, Rapaport ve Heinz Hartman'ın bulunduğu Ego psikolojisi (Ego Psychology), Amerikan Freudizmi'nin (özellikle New York Ekolü'nün) en güçlü akımlarından biridir.

Roudinesco ve Plon'un (1997) analizine göre Ego psikoloji ve Amerikan psikanalitik akımları, insanın bir topluma, topluluğa, cinsel bir kimliğe, bir farklılığa, bir renge, bir etniye entegrasyonunun mümkün olduğu fikrinde birleşirler. Ego psikolojisi 20. yy.ın ikinci yarısında, zengin Amerikan burjuvazisinin, her dakikası hesaplanan ve sonu gelmeyen, sosyal prestij ve parasal kazanç peşindeki doktorlar tarafından uygulanan tedavi seanslarının doktrini olmuştur. Bu nedenle de eleştirilmiştir.

Genel olarak bakıldığında, Amerikan Freudçülüğü, İd, Bilinç-dışı ve Özne yerine Ego (Ben), Şelf veya Bireye önem verir, Avrupa'dan farklı olarak koruyucu sosyal tıp ve zihinsel hijyene dayalı pragmatik bir etiği temel alır; bunun sonucu olarak klasik Viyana anlayışından tamamen farklı, tıbbileşmiş ve psikiyatriye dönüşmüş bir psikanaliz gelişmiştir (bunda Maccarthyzm de etkili olmuştur).

Bu akımlar Avrupa'nın 'kökensel' psikanalitik akımları, Kleinizm, Lacanizm, hatta sol Freudizmden (Otto Fenichel) farklı bir zeminde ilerler, mutluluk ve sağlık kültü etrafında dönerler; Amerikan psikanalistleri, bir tür uyum teknisyenlerine dönüşürler.

Tüm bunlar psikanalizin imajını bozar, gözden düşürür ve onun yerine; çeşitli New Age terapileri, mutluluk hapları, şamanistik kürler, telepati, spiritizm, falcılık, medyumluk gibi etkinlikler gelişir (Kaynak: Roudinesco ve Plon, 1997).
 
EKOLOJİK PSİKOLOJİ

Ekolojik psikoloji, çevre psikolojisinin öncülerinden Barker (1964, 1968) tarafından ortaya atılan bir yaklaşımdır. Barker, insan-çevre etkileşiminin karmaşıklığına dikkati çekerek, mekânın bireyleri ve bireylerin de mekânı kendi tarzlarında şekillendirdiğini öne sürmüştür.

Ona göre, yaşamımızın cereyan ettiği her yer, bizim için bir yaşam çerçevesi (behavior setting) oluşturarak özgül bir durum yaratır. Bu yaşam çerçevesi, söz konusu yerin fiziksel özellikleri ile kültürel verilerin etkileşiminin şekillendirdiği kültürel davranış ve etkinliklerin içinde cereyan ettiği sosyo-kültürel nitelikli topolojik bir zemin gibi düşünülebilir.

Bu açıdan davranışlarımız, yaşadığımız mekânların doğrudan bir sonucu değildir, her mekân içersinde, az ya da çok geniş bir olanaklar alanı vardır; yaşanan mekânı düzenleme ve kendine bir yer yapma, dolayısıyla davranışlarını bu kültürel-mekânsal duruma uyarlamak söz konusudur.

Barker'ın yaklaşımı, mekânın içinde cereyan eden etkinliklere göre farklı mekânsal yapılar ayırdetmektedir. Mekân tipi, bu mekânda bulunan kişiler ve sosyal rolleri bir bütün oluşturmaktadır.
 
Geri
Üst