Psikolojide Kavramlar

Benlik


Benlik (şelf), sosyal psikolojide önemli araştırma konularından biridir. Tarihsel olarak da sosyal psikologların üzerinde durdukları ilk konular arasında yer alır. W. James, benliğin, hem insanın kendini bilme ve değerlendirme konusu gibi, hem de düşünce ve davranışlarımızın kökeninde bulunan bir yapı gibi incelenebileceğini öne sürmüştür.

Baldwin, benliği alter ve ego şeklinde iki karşıt kutba ayırmıştır. Alter, gerçek veya hayali olsun diğer insanlar hakkındaki temsillerimize, ego ise kendi kendimizi algılama tarzımıza göndermektedir.

Mead benliğin, birey ile çevresi arasındaki etkileşim içinde oluştuğunu vurgulamıştır. Ona göre birey, ait olduğu gruplar ve komünote tarafından paylaşılarak inşa olur. Sosyal süreç, herkes tarafından aynı şekilde algılanmadığından bireyler arasında önemli farklılıklar görülür. Mead bu farklılaşmaları, ben ve ego ayrımıyla niteler. Ben, benliğin psikolojik kısmıdır ve bireyin yaratıcı yanlarını belirtir; ego ise benliğin sosyolojik yanıdır ve sosyal rollerin içselleştirilmesini ifade eder.

Son yıllarda, sosyal psikologlar tarafından gerçekleştirilen benlik araştırmaları üç sorun etrafında odaklaşmaktadır: Benlik kavramı, yani kendimizi nasıl tanımladığımız (benliğin bilişsel yanı), benlik saygısı veya özsaygı, yani kendimizi nasıl değerlendirdiğimiz (benliğin duygu ve değerlendirmeler içeren yanı) ve benlik sunumu ya da kendini sunma, yani kendimizi nasıl sunduğumuz (benliğin davranışsal yanı). Buna göre genel olarak bakıldığında benlik, hem istikrarlı, hem de değişken bir nitelik göstermekte, hem içsel bir boyut (anılar, şemalar), hem de dışsal bir boyut (diğerleri önündeki rol ve davranışlar) içermektedir.

Daha yakın yıllarda kültürel ve kültürlerarası psikoloji alanında çalışan sosyal psikologlar, benliğin kavramlaştırılmasında literatürde hakim olan anlayışların, Batı toplumlarına özgü bazı yanları olduğuna işaret etmişlerdir. Bu çerçevede örneğin 'bireycilik ideolojisi taşıdığı", "diğerlerinden farklılığa ağırlık verildiği", "başkasına zıtlık" esasında tanımlandığı, aslında benliğin "kişinin kültürel açıdan paylaşılan modeli" olduğu, dünyanın Batı dışında kalan kültürlerinin pek çoğunda "ilişkisel bir benlik anlayışının bulunduğu ve "benliğin ilişkisel tarzda tanımlanması" gerektiği, vb. hususlar vurgulanmıştır.

Bu alanda öncü bir rol oynayan ve "ilişkisel benlik-ayrışmış benlik" tiplerini ayırteden Kağıtçıbaşı'ya (1998) göre, bu iki benlik anlayışı arasındaki "temel ayrım kendi-içerikli, bireyci, ayrışmış, bağımsız benliğin diğer kişilerden kesin sınırlarla ayrılmış olması, buna karşılık ilişkisel, (karşılıklı) bağımlı benliğin akışkan sınırları olması"dır ve bu ayrım "hem benlik algısı, hem de sosyal algı için geçerli"dir.
 
Beyin Fırtınası


Beyin fırtınası (brainstorming) belirli bir konuda çözüm arayışına yönelik grup tartışması sırasında yaratıcılığı artırmak için kullanılan yöntemlerden bindir (Osborn, 1961). Yöntem, çözüm arayışında çözüm önerisi veya önerilerinin tartılıp değerlendirilmesinden ziyade olabildiğince çok sayıda çözüm üretimine ve ortaya konmasına dayanmaktadır. Zira beyin fırtınası yöntemi, bunu vazeden şu temel sayıltıdan yola çıkar: Bir grupta, belirli bir problem hakkında ne kadar çok fikir, ne kadar çok çözüm önerisi ortaya atılırsa, söz konusu probleme en uygun çözümü bulma olasılığı o kadar artar.

Yöntemin uygulanışında birkaç hususa dikkat edilir. Birincisi, grup tartışmasına katılan üyelerin hiç çekinmeden ve değerlendirilme kaygısı olmadan, zihinlerinden geçen Önerileri ortaya koymaları ve önerileri maksimum kılmak esastır. İkincisi grup üyelerince ortaya atılan hiç bir öneri eleştirilemez, zira amaç değerlendirme değil, öneri sayısını artırmadır. Üçüncüsü, üyelerce önerilen tüm öneriler kişilere değil, gruba aittir ve grup tarafından geliştirilip kullanılabilir. Kişisel görüşlerin toplanmasından sonra, öneriler rasyonel bir yöntemle değerlendirilir.

Beyin fırtınasının yukarda özetlenen ve grup tartışmasına dayalı yaygın şeklinin dışında az bilinen ikinci bir versiyonu daha vardır. Gordon tarafından önerilen bu versiyon, 'işlemsel yaratıcılık yöntemi' ya da 'sinektik yöntem' olarak anılmaktadır. Burada, çözüm aranan problemi tam olarak bilen sadece 'animatör'dür. Animatör, hem kendiliğindenliği ve hem de tartışmaya katılan farklı formasyonlardan grup üyelerinin benzer düşünce tarzlarına ulaşıncaya kadar karşılıklı birbirini anlamasını kolaylaştıracak bir 'grup iklimi' oluşturmaya çalışır.

Herkesin birbiriyle benzerliklerini ve farklılıklarını görmesi önemlidir. Sinektik yöntemin özü, tuhaf olanı tanıdık kılmak, tanıdık olanı tuhaf kılmaktır. Bu önermenin ilk kısmı, sorunun anlaşılması ve analiziyle ilgilidir, ikinci kısmı ise problemin bir başka türlü görünmesini sağlamak ve böylece çözümün yaratıcı sezgisini başlatacak bir şey bulmak için her türden analojinin aranmasıyla ilgilidir.

Sinektik yöntem, tıpkı Delphi Yöntemi gibi, sürrealist yöntem olarak da adlandırılmıştır (Moles ve Mouchot, 1971), zira Salvador Dali'nin tablolarındaki gibi, ilke olarak birbiriyle en az birlikte giden veya birbiriyle çelişkili görünen öğeleri bir araya getirme çabasındadır. Uygulama, "a priori" olarak uyuşmayan fikir veya öğeler arasında kabul edilebilir bir harmoniyi bulmayı hedeflemektedir.
 
Bilinç


Etimolojik kökeninde bilinç (Latince conscire), paylaşılmış bilgi anlamına gelmekte ve insanın bir diğeriyle, özellikle de kendisiyle paylaştığı bilgiye göndermektedir.

Sosyal bilimler literatürüne genel olarak bakıldığında bilinç terimi, bir yandan insan zihninin kendi durumları ve edimleri hakkında sahip olduğu düşünce veya sezgiyi, öte yandan bireyin dünyayla ve kendisiyle ilişkisi ve kendi durumu hakkındaki bilgisini ifade etmektedir. Bilinç terimi, daha geniş bir anlamda, insan zihninin kendiliğinden yargıda bulunma yetisi olarak da kullanılmaktadır.
 
Bilişsel Aktiflik Etkisi


İzlenim oluşumu konusunda, hedef hakkında kategori veya şemaya dayalı süreçler ile hedefin özelliklerine dayalı süreçlerden hangisinin kullanıldığı sorusuna getirilen açıklamalardan biridir (Gilbert, Pelham ve Krull, 1988).

Buna göre, algılayan kişi bilişsel planda ne kadar aktif ya da meşgul ise, dikkati o kadar çok dağınık demektir ve dolayısıyla, hedef hakkındaki izlenimi, daha ziyade mevcut enformasyonlara (şemalar, kategoriler) dayanacaktır. Buna karşılık, bilişsel planda daha az meşgul veya daha az aktif olan bir kişi, dikkatini daha ziyade, içinde bulunduğu etkileşim üstünde odaklaştıracak, hedefin ve durumun özelliklerine daha çok bakacaktır.
 
Bilişsel Bağışıklık


Daha ziyade ideolojik nitelikli bilişsel bir mekanizmayı ifade eden bilişsel bağışıklık terimi, insanın kendi doğasına ilişkin görüşleriyle çatışan enformasyonlara karşı geliştirdiği bir savunma stratejisine işaret etmektedir.

Örneğin insan davranışlarının hayvanlarla ortak doğal belirlemelerin sonucu olduğu yönündeki enformasyonlara maruz kalan kişiler, insan türünün özgüllüğünü, yani hayvanlardan farklılığını destekleyen açıklamalar aramaktadırlar ve bunun için doğaüstü açıklamalara, gizli bilimlere başvurmaktadırlar. Kendini bir başka gruptan farklılaştırma yönündeki bu tür çabalar, bir bakıma, kişinin etik anlayışıyla da ilişkili görünmektedir.
 
Bilişsel Karmaşıklık


Kategorizasyon süreç ve olguları çerçevesinde ortaya atılan bilişsel karmaşıklık (cognitive complexity), bireylerin dünyaya ilişkin algı ve değerlendirmelerini etkileyen bir değişken olarak kullanılmaktadır. Bilişsel karmaşıklık, bireyin algı ve kategorizasyonlarındaki duyarlılığı ifade etmektedir.

Literatürde bilişsel karmaşıklık kavramı içinde üç yan ayırdedilmektedir (Pinson, 1988): Birincisi algı ve değerlendirmelerde kullanılan/dikkate alman boyut sayısı anlamında farklılaştırma (differenciation), ikincisi kullanılan bir kategorinin darlığı veya genişliği anlamında ayırdetme (discrimination) ve üçüncüsü ise farklı öğeleri bir bütün haline getirme anlamında bütünleştirme (integration) olarak ifade edilebilir.

Farklılaştırma, gerçekliği algılamada kullanılan boyutların ya da kategorilerin sayısıyla ilgilidir ve kategori sayısının artması, ayrıntıları daha iyi farketmeyi, benzerlik düzeyi düşük uyaranları farklı kategorilere koymayı sağlamaktadır. Araştırmalarda, bilişsel karmaşıklık değişkeni genellikle bu anlamda kullanılmaktadır.

Ayırdetme, bireyin uyaranlar arasında ayrımlar yapması için kullandığı alt bölümlerin ya da sınıfların sayısıdır, bu boyut Pettigrew anlamında, bir kategorinin prototipinden sapmaları kabul edebilme düzeyinin, dolayısıyla tolerans düzeyinin de bir ifadesidir. Üçüncü yan, farklı bilişsel öğeleri ilişkilendirebilme düzeyini ya da kapasitesini ifade etmektedir.
 
Boomerang Etkisi



Tutum değişimi, reklamcılık, propaganda ve benzeri iletişim süreçlerinde özenle dikkat edilen boomerang etkisi ya da negatif etki, bir sosyal etki sürecinde, hedefin etkileyen yönünde (pozitif etki) etkilenmeyip aksi yönde bir eğilim geliştirmesini ifade etmektedir. İletişim alanında boomerang etkisi, hedefine ulaşmayan bir mesajın geri dönerek, kaynağına yönelmesi, yani vericinin beklemediği sonuçlara yol açması şeklinde tanımlanabilir.

Negatif etki, etkileyen (iletişim kaynağı) ile etkilenen (iletişim hedefi) arasındaki ilişki, etkileyenin algılanması ve iletilen mesajın niteliği ile ilgili faktörlere bağlı olarak ortaya çıkmaktadır.

Araştırmalara göre bunlar arasında en önemlisi, etkileyenin, etkileme hedefi tarafından negatif değerlendirilmesidir; burada iletişim kaynağı olan kişinin sevilmemesi veya güven uyandırmaması söz konusudur ve bu olgu, iletişim uzmanlarının "insanlar her şeye inanabilir, ama herkesten gelene değil' özdeyişinde ifadesini bulmaktadır.

İkinci olarak hedefin, eylemlerinin sınırlandırılmasına tepki duyması ve direnmesi söz konusu olabilir; bu olgu bireyin özgürlüğünün tehdit edilmesinden, kısıtlanmasından duyduğu rahatsızlıkla ilgilidir.

Üçüncü olarak etki kaynağının istemeksizin mesaja karşıt bilgiler iletmesi de negatif etkiye yol açabilir; örneğin yapılmaması istenen davranışlar detaylı bir şekilde anlatıldığında, bazen, bunlardan haberdar olmayanlar, neler yapabilecekleri konusunda uyarılmış olmaktadırlar.

Nihayet istenen şeyin, hedefe ulaşılamayacak, gerçekleştirilemeyecek kadar zor ve uzak görünmesi de negatif etkiye yol açabilir; bunun klasik örneği bir diş macunu reklamında "tüketicilerin günde en az beş kez bu macunla dişlerini fırçalamalarının gerektiği, aksi halde bunun hiçbir şeye yaramayacağı" mesajının verilmesi ve kampanya sonunda, söz konusu marka diş macunu satışlarının azalmasıdır.
 
Çatışma



Kişiler arası ilişkilerin özel bir durumu olan çatışma, çok farklı nedenlerden kaynaklanabilecek bir gerilim durumudur. Bu durum, anlaşmazlık, uzlaşmazlık, bağdaşmazlık, uyumsuzluk, tartışma, kavga gibi farklı durumlarla ilişkilendirilebilir. Kişilerin veya grupların birbirinden beklentilerinin uyuşmazlığı, amaç ve hedeflerdeki farklılıklar, davranış ve tutum farklılıkları, iletişim bozuklukları ve benzeri nedenler, çatışmaya neden olabilir.

Literatürde farklı çatışma türleri ayırdedilmektedir. Örgüt içersinde aynı hiyerarşik düzeyde bulunan kişiler veya gruplar arasındaki çatışmalar, 'yatay çatışma' olarak, farklı hiyerarşik düzeyde kişi veya grupların uyuşmazlığı, ise 'dikey çatışma' olarak adlandırılmaktadır. Çatışma bireyler arasında olduğunda 'bireyler arası çatışma'dan, gruplar, birimler veya servisler arası olduğunda 'gruplar arası çatışma'dan söz edilmektedir. Ayrıca çatışmanın bireyin, grubun ve örgütün kendi içinde cereyan ettiğinde 'bireyin iç çatışması', 'grup içi çatışma', 'örgüt içi çatışma' terimleri kullanılmaktadır.

Çatışma konusundaki araştırmaların önemli bir kısmı, çatışmayı çözme stratejileri ve bunların koşulları üstünde durmaktadır. Bu çalışmalarda ortaya konan stratejiler, kişilerin bir yandan kendi hedeflerine bağlılıkları, öte yandan diğerlerine ilgileri veya başkalarını düşünme düzeyleri bakımından farklılaşmaktadır. Belli başlı stratejiler arasında otokratik strateji, kaçınma stratejisi, demokratik strateji, kompromi ve anlaşma (conciliatıon) stratejileri dikkati çekmektedir.
 
Çekim


Çekim, kişiler arası ilişkilerin hem temeli, hem de bir tarzı gibi görünmektedir. Her iki halde de çekim, diğerine karşı olumlu bir tutum ifadesiyle ve ona yaklaşma arzusuyla karakterize edilebilir. Bir başka deyişle çekim, olumlu duyguların ve bağlanma (affiliation) arzusunun duyulduğu kişilerarası ilişkilere tekabül eder.

Sosyal psikologlar kişiler arası çekim olgularında coğrafi mekânda yakınlık, fiziksel görünüş, benzerlik, birbirini tamamlama, enformasyon verme, bağlanma isteği, doyum sağlama ya da ödüllendirici olumlu yaklaşım gibi faktörlerin etkili olduğunu öne sürmüşlerdir.
 
Davranış Senaryoları


Çeşitli koşullara veya bağlamlara uygun davranış beklentileri ya da hangi davranışların uygun olacağını belirten davranış epizodlarıdır. Senaryolar, belirli özgül durumlarda kişilerin nasıl davranması gerektiğini ifade eden skriptlerden oluşurlar ve bu anlamda, senaryo ve skriptler, bir bakıma sosyal kuralların kognitif karşılığıdır.

Bunlar, doğrudan gözlem yaparak, diğer insanların değerlendirmelerini dinleyerek, televizyon veya filmlere bakarak, kitaplar okuyarak ve benzeri yollardan öğrenilmektedir. Örneğin, her kültürde, misafirlerin nasıl karşılanacağını veya cinsel ilişkilerin nasıl olacağını yöneten çeşitli senaryolar vardır. Davranış epizodları, esas olarak, bilişsel çaba tasarrufu sağlayan olay şemaları olarak görülebilir.
 
Davranış Stilleri


Küçük gruplarda azınlıkların çoğunluk üzerindeki etkileri konusunda Moscovici tarafından geliştirilen bu kavram, etki kaynağının farklı davranış şekillerini ifade etmektedir.

Bu kavram, konformite alanındaki araştırmalarda gözlenen ve yönü çoğunluktan azınlığa veya bireye doğru giden etki modelini tersine çeviren, yani azınlıkların da çoğunluğun kanaatlerini, değerlerini ve davranışlarım değiştirebileceğini varsayan bir anlayıştan kaynaklanmaktadır. Bir başka deyişle, burada, etkinin daima bağımlılıkla açıklanamayacağı, yani bağımlının bağımlı olduğu etki kaynağından etkilenmesi şeklinde gerçekleşmediği, bazan da, bağımlılık dışında ortaya çıktığını, örneğin bir kişi veya azınlığın salt davranış stili sayesinde hedef üzerinde etkili olabileceği anlayışı söz konusudur.

Davranış stilleri, davranış veya kanaatin retoriğine (yoğunluk, organizasyon, vs.) gönderir; her biri mevcut durumun ve evriminin anlamını ifade eden sözel veya sözel olmayan sembollerin/işaretlerin niyetli bir düzenlemesidir.

Davranış stilinin iki yanı vardır: Araçsal ve sembolik yanlar. Davranış stili, araçsal yanında, yargı objesi hakkında; sembolik yanında ise davranış stilinin sahibi hakkında bilgi verir. Davranış stilinin kendi başına bir anlamı yoktur, etkileşim içersinde anlam kazanır. Etkileşim sürecinde taraflardan biri, herhangi bir stili benimseyerek, kendisi ve konu hakkında enformasyon verir; muhatabı ise bunlardan görünür bazı parçaları alarak anlamlandırır.

Moscovici, sosyal etki bağlamında çeşitli davranış stillerinden söz etmektedir: Soruna yatırım, özerklik, tutarlılık, denklik/hakkaniyet, katılık gibi. Davranış stilleri, grupta olumlu veya olumsuz tutumlar yaratmak, psikolojik alanları belirlemek ve dikkati belirli öğeler üstüne çekmek suretiyle etkili olurlar.
 
Desantrasyon


Desantrasyon (deceniration) ya da kendi merkezinden çıkma terimi, desantralizasyona benzer şekilde, bir merkeze tabi olmamayı ifade etmektedir. Burada söz konusu olan, kişinin yargı ve değerlendirmelerinde kendi konumundan, ben merkezli ve sübjektif bakışından sıyrılıp objektif bir konuma geçmesidir.

Kendi merkezinden çıkma, genel olarak zihinsel ve moral gelişimin bir üst aşaması ve gruplar arası ilişkilerde önyargılardan kurtulmanın koşulu olarak görülmektedir.
 
Dijital İletişim


Palo Alto Ekolü'nün kişiler arası iletişimde (kullanılan enformasyonun, kodun ya da işaretlerin türüne göre) ayırdettiği iki iletişim tarzından biridir (diğeri analojik iletişim).

Dijital iletişim, bir takım işlemlerle kodlanabilir ve dolayısıyla bilgisayarlara sokulabilir bir özellik taşıyan, objektif, mantıksal bir enformasyonun kullanıldığı iletişimdir. Bu iletişimin dayandığı göstergeler ile anlamları arasında benzerlik ilişkisi yoktur, bunlar arasındaki ilişkiler uzlaşmaya dayanır. Dijital iletişimin objesi, şeyler, yani bir içeriktir (oysa analojik iletişim, ilişkiler hakkında bir iletişimdir).
 
Dogmatizm


Adorno'nun otoriter kişilik kavramı doğrultusundaki eleştirel çalışmaları çerçevesinde Rokeach (1960) tarafından ortaya atılan kavram, kısaca, bireylerin dünyayla ilişkilerindeki zihinsel katılığı ifade etmektedir.

Adorno'nun etnosantrizm kavramım genişleten, önyargılı tutumların belirli bir ideolojiye özgü olmadığını, hoşgörüsüzlüğün 'sağ' ideolojiler kadar 'sol' ideolojilerin taraftarlarında da görüldüğünü savunan Rokeach'e göre her birey sosyal dünyasını, inandıklarından ve inanmadıklarından oluşan bir inançlar sistemiyle (belief-disbelief systetri) süzgeçten geçirir. Rokeach, dogmatizmi bu karmaşık sistemin işleyiş tarzını açıklayan bir model olarak önermektedir.
 
Donma Etkisi


K. Lewin'in (1947), karar verme etkinliğinin sonuçlarını belirtmek üzere ortaya attığı bu kavram (freezing), insanların 'onlara kendi kararları gibi görünen şeylere katılma ve bu kararlara uygun davranma eğilimi gösterdikleri' varsayımına dayanmaktadır. Amerikalı ev kadınlarının tüketim alışkanlıkları konusunda iki farklı strateji izleyen Lewin, bunlardan birinde, yeni ürünleri (sakatat, vs.) övme yönünde ikna edici konferanslar verme yoluna gitmiş, diğerinde ise bir grup çalışması düzenleyerek kadınlarla birlikte yeni şeyler deneme kararı verme yolunu seçmiştir.

Sonuçlara göre ikinci yol daha etkili olmuş ve Lewin, bunu karar verme eyleminin erdemine, yani donma etkisine bağlamıştır. Ona göre kadınlar daha çok ikna oldukları için değil, yeni ürünleri deneme kararı verdikleri için tutum değişikliği göstermişlerdir. Burada kararın doğru veya yanlış olması önem taşımamaktadır.

Nitekim bunu, günlük yaşamdan bazı olaylarda görmek mümkündür. İsraf davranışlarının çoğu, bu mekanizmayla açıklanabilir. Örneğin akşam dışarda eğlenmek için pek çok seçeneğe sahip olan bir aile, içlerinden birinin X konserine bedava bileti olduğu için öncelikli seçeneklerinden vazgeçebilir (aynı şekilde küçük bir avans ödenerek yapılan rezervasyonlardan daha sonra vazgeçilememesi); yağmurlu bir günde evine dönmek için otobüs, dolmuş veya taksi arayan biri, otobüs durağında 15 dakika bekledikten sonra, durak önünden geçen bir taksiye binmeyebilir ('Bu kadar bekledim, artık otobüs gelmek üzeredir'}.

Bunun literatürden bir başka örneği 1965'te Johnson'a Vietnam Savaşı'nın geleceği hakkında sunulan rapordur. Raporda "Çok sayıda Amerikan birliği cephe savaşına sokulursa, kayıplar çok olur; donatımları yetersiz, vb. Ama kayıplar çok olunca geri dönemeyiz, sonuna kadar gitmemiz gerekir, aksi takdirde ulusal bir aşağılanma yaşarız. Büyük bir ihtimalle de sonuna kadar gidemeyeceğiz ve ulusal gururumuz kırılacaktır, vb." denmektedir. (Ancak ABD. Başkanı donma etkisini kullanan bu ileri görüşlü raporu dikkate almamıştır).

Başlangıçta donma etkisi kavramıyla açıklanan bu olgu, daha sonra 'angajmanın tırmanması' (escalation of commitmeni) olarak da adlandırılmış ve 'oltaya takılma' (law-ball) diyebileceğimiz bir manipülasyon stratejisinin açıklanmasında kullanılmıştır. Bu strateji, belirli bir konuda karar veren kişinin, kendi kararının tuzağına düşerek sebatla aynı yönde davranmaya devam etmesini öngörmektedir. Burada bir bakıma, insanın kendi kendini manipülasyonu ya da iknası söz konusudur.

İtaat davranışlarını konu alan sosyal psikoloji deneylerinde, zoraki kabul (forced compliance) durumlarında, değişken olarak baskısız (serbest seçim, -ki bu, salt bir illüzyon da olabilir) veya baskılı (serbest olmayan seçim) koşullar kullanıldığında, baskısız uyma (compliance without pressure) koşulunun etkili olduğu ve deneklerin normalde yapmayacakları şeyleri yaptıkları görülmektedir. Serbest seçim koşulundaki denekler, kararlarında daha ısrarlı davranmaktadır.

Bu konuda Aronson, 'kendi kendini doğrulama' kavramına dayalı bir açıklama getirmektedir. Ona göre kararda ısrarlar, (hatta en disfonksiyonel olanlar bile), bireyin İlk kararının rasyonelliğinin onaylanması ihtiyacıyla açıklanabilir.
 
Duygusal Zeka (EQ)


Türümüz var oluşunu büyük ölçüde duyguların insan ilişkilerindeki gücüne borçludur. Kararlarımızı ve hareketlerimizi şekillendirirken hislerimiz çoğu zaman düşüncelerimize baskın çıkar. Duygular bize hakim olduğu sürece, zeka iyi ya da kötü hiç bir yere varamaz.

Tüm duygular harekete geçmemizi sağlayan dürtülerdir.Aslında biz iki zihne sahibiz; birisi düşünüyor, diğeri ise hissediyor. Birbirinden tamamen farklı bu iki kavrama tarzı, zihinsel yaşantımızı oluşturmak için etkileşim halindedir.Akılcı zihin, bilincimize daha yakındır, düşüncelidir ve tartıp yansıtabilir.

Bunun yanında fevri ve güçlü, bazen de mantıksız olan bir kavrama sistemi daha vardır; bu da duygusal zihindir. Hisler yoğunlaştıkça duygusal zihin devreye girer ve akılcı zihin etkisini yitirir.

Duyguların, akıl üzerindeki etkisini anlamak için beynin gelişimine bakmamız gerekir. Homo sapiens neokorteksi, düşüncenin beşiğidir. Hissettiklerimize düşünce katar. Hayatta kalabilme üstünlüğü neokorteksin strateji geliştirme, uzun vadeli plan yapma gibi kurnazlıklarına borçluyuz.

Amigdala, duygusal belleğin ve başlı başına anlamın deposudur; amigdalasız yaşam, kişisel anlamlarından soyutlanmış bir yaşamdır. Amigdala, psikolojik gözcü konumuyla ruh dünyamızda merkezi bir yere yerleşmiştir. Doğrudan amigdalaya ulaşan duygular bizim en ilkel ve en güçlü hislerimizi kapsıyor; işte bu devre, duyguların gücünü ve akla olan üstünlü ğünü çok iyi açıklıyor.

Hisler, bize doğru yönü gösterir; ondan sonra kuru mantık işe yarar. Demek ki duygular mantıklı olmak için gereklidir. Bir bakıma; akılcı ve duygusal olmak üzere iki beynimiz, iki zihnimiz ve iki farklı türden zekamız vardır. Hayatı nasıl yaşadığımız her ikisi tarafından belirlenir. Sadece IQ değil, duygusal zeka da önemlidir.

Aslında akıl, duygusal zeka olmadan tam verimli çalışamaz. Akademik zekanın, duygusal yaşamla pek ilgisi yoktur. Kişiler arası ilişkilerde zeka, diğer insanları anlamaktır. Özbilinç, duyguları idare edebilmek, kendini harekete geçirmek, başkalarının duygularını anlamak, ilişkileri yürütebilmek, duygusal zekaya ait yeteneklerdir. İnsanı insan yapan niteliklerin çoğu duygusal zekadan gelmektedir.

Kararlar, salt mantığa dayanarak alınamaz; kişinin güdülerine ve geçmiş deneyimlerden derlenmiş duygusal bilgeliğe ihtiyaç vardır. Kişisel açıdan doğru kararlar verebilmenin anahtarı, hislerine kulak vermektir. Bize sıkıntı veren duygulara hakim olabilme, duygusal sağlığımızın anahtarıdır.Duyguların yoğunluğu ve süresi uygun ölçüyü aşıyorsa, o zaman rahatsızlık veren uçlara, yani kronik kaygı, kontrolsüz öfke ve depresyona doğru kayarlar.

Duygusal zeka açısından umutlu olmak, kişinin zorlu engeller veya yenilgiler karşısında bunaltıcı kaygıya, teslimiyetçi bir tutuma ya da depresyona yenik düşmemesi anlamına gelir. İyimserlik tıpkı umut gibi, zorluklara ve engellemelere rağmen genel olarak hayatta herşeyin iyi gideceğine dair beklentidir. İyimserlik ve umut öğrenilebilir. Her ikisinin de temelinde, psikologların özverimlilik dediği görüş, yani kişinin hayatındaki olaylarla başedebileceğine dair inancı vardır.

Empatinin kökeni özbilinçtir.Başkalarının ne hissettiğini kaydedememek duygusal zeka bakımından büyük bir eksikliktir. Çünkü duygusal ahenk, empati yetisinden kaynaklanır; ahlakın kökleri empatide bulunur.

Her temasta duygusal sinyaller göndeririz ve bu sinyaller bizimle birlikte olanları da etkiler. EQ, bu alışverişin id****ini içerir. Sosyal zekanın temelinde ise grupları organize edebilme, tartışarak çözüm bulma, kişisel bağlantı, sosyal analiz becerileri bulunur.

Duygusal öğrenmede cinsiyetler arasında farklılıklar vardır. Kızlar, sözlü-sözsüz duygusal işaretleri okumakta, hislerini ifade etmekte ustalaşırken, erkekler, incinebilirlik, suçluluk, korku ve acıyla ilgili duygularını en aza indirgemekte beceri sahibi olur. Bu da ikili ilişkilerde ve evliliklerde önemli rol oynar.

Evliliklerde anahtar niteliğindeki yeterliliklerden biri, eşlerin sıkıntılı hisleri kendi başına yatıştırmayı öğrenmesidir. Kendi kendine konuşma, savunmacı olmayan dinleme ve konuşma, saygı ve sevgi evlilikte düşmanlığın önünü keser.

Gelecekte, EQ'nun temel becerileri ekip çalışmasında, işbirliğinde ve insanların birlikte daha etkili çalışmayı öğrenmelerine yardımcı olunurken büyük önem kazanacaktır. Duyguların sağlık açısından önemi incelendiğinde ise, merkezi sinir sistemi ile bağışıklık sisteminin sayısız şekilde iletişim halinde olduğu görüldü.

Öfke, kaygı kronikleştiğinde, insanların bir dizi hastalığa karşı direncini kırabilir. Depresyon ise kişilerin daha kolay rahatsızlanmasına neden olmasa bile, özellikle durumu ağır olan hastaların tıbbi açıdan iyileşmesini engelleyebilir ve ölüm riskini artırabilir. İyimserlik, umut, duygusal desteğin ise şifa gücü vardır.Ayrıca, kronik ya da ciddi bir hastalıkla savaşanların hislerini umursamayan tıbbi bir bakıma artık yetersiz kalmaktadır. Tıbbın duygu ve sağlık arasındaki bağdan, yöntem açısından daha fazla yararlanmasının zamanı çoktan gelmiştir.

Ayrıca, çocukların okuldaki başarısızlıklarının ardında da duygusal zekadan yoksunluk yer almaktadır. Bir çocuğun okula hazır olması, nasıl öğreneceğine bağlıdır. Bunun da 7 öğesi vardır: Güven, merak etme, amaç gütme, özdenetim, ilişki kurabilme, iletişim yeteneği, işbirliği yapabilme. Duygusal dersler, (hatta kalbin en derinlerinde yer eden, çocuklukta öğrenilmiş alışkanlıklar bile) yeniden biçimlendirilebilir. Duygusal öğrenme yaşam boyu sürer.

Mizaç, duygusal hayatımızın özelliklerini oluşturan ruh halleri olarak tanımlanabilir.Genler tek başına davranışı belirlemez; çevremiz, özellikle de büyürken yaşadıklarımız ve öğrendiklerimiz, yaşam ilerledikçe mizaçla ilgili bir eğilimin nasıl ifade bulacağını belirler. Duygusal yeteneklerimiz sabit veriler değildir; doğru bir öğrenmeyle geliştirilebilirler.

Alkoliklik, uyuşturucu bağımlılığı, yeme bozuklukları gibi kötü alışkanlıklar depresyon, kaygı belirtilerini kendi kendilerine tedavi etme yöntemi olarak gelişebilmektedir. Duygusal eğitim; hisleri tanıyıp onları tanımlayacak bir sözcük oluşturma anlamında özbilinci; düşünceler, duygular ve tepkiler arasındaki bağlantıları sezmeyi; bir karara duyguların mı yoksa düşüncelerin mi hükmettiğini bilmeyi; farklı seçimlerin sonuçlarını öngörmeyi ve bütün bu içgörüleri uyuşturucu kullanmak, sigara içmek ve seks gibi konulardaki kararlarda uygulamayı içeriyor. Ayrıca, duygu yönetimi, duyguların verimli kullanımı, empati, duyguları okuma, ilişkileri yürütme yeteneklerini yerleştirmek de eğitime dahil.

Yapılan araştırmalara göre, duygusal okuryazarlık programları çocukları okuldaki başarı puanlarını ve performansını iyileştirmektedir. Duygusal okuryazarlık karakter, ahlaki gelişim ve yurttaşlık eğitimiyle birlikte gelişir.
 
Klasik koşullanma yoluyla öğrenmeyi sağlamak için, yapılan bir davranışa neden olan uyarıcının bilinmesi gerekir. Oysa insan davranışlarına neden olan uyarıcıları her zaman tahmin etmek mümkün değildir. İnsanlar çevrelerinde bulunan çeşitli nesnelerle etkileşim kurarak farklı davranışlarda bulunurlar.

Thorndike'ın çalışmalarından hareket eden Skinner, organizmanın davranışlarını uyarıcılara karşı gösterilen otomatik bir tepki olmaktan çok kasıtlı olarak yapılan hareketler olarak kabul etmektedir. İnsanların karmaşık uyarıcı durumlarla karşılaştıklarında gösterdikleri davranışlara operant (edim) adı veren Skinner, bu operantların, onları izleyen sonuçlardan etkilendiğini ileri sürmektedir.

Organizmayı olumlu bir sonuca ***üren davranışlar kalıcı olur. Diğer bir deyişle, insanlar davranışları sonucu olumlu bir durumla karşılaştıklarında, o davranışın tekrarlanma olasılığı artar. Davranıştan sonra gelen bu olumlu sonuçlara pekiştirme denir. Skinner'in çalışması Operant Koşullanma olarak bilinmektedir

Edimsel davranış: Bilinen bir uyarıcı tarafından oluşturulmaz; organizma tarafından ortaya konur ve sonuçları tarafından kontrol edilir.

· Klasik koşullanmada önce uyaran vardır ve organizma ona tepki gösterir. (U-T)

· Edimsel davranışta önce tepki yapılır sonra tepkinin doğurduğu uyarıcı gelir. (T-U)

Davranış sonucunda organizmanın hoşuna giden bir durum ortaya çıkar. Örneğin yeni aldığınız bir kazağı giydiğiniz zaman arkadaşlarınız "Kazağın çok güzel, sana çok yakışmış" derse, o kazağı giyme davranışınız devam eder. Davranışın sonucunda organizmanın hoşuna gitmeyen bir durum ortaya çıkar. Yeni kazağınızı giydiğiniz gün değer verdiğiniz bir arkadaşınız size yakışmadığını söylerse, o kazağı giymek istemezsiniz.

Skinner'e göre bir davranışın sonucu, organizma için hoşa giden, olumlu bir durum yaratıyorsa, o davranışın tekrar ortaya çıkma olasılığı artar. Davranışın arkasından olumlu uyarıcı verilerek yapılan koşullamaya edimsel koşullama denir.

Bu tür koşullamada, davranışı izleyen ve organizma üzerinde hoşa gidici bir etki yaratarak, davranışın (edimin) ortaya çıkma olasılığını artıran uyarıcılara pekiştireç denir. Diğer bir deyişle pekiştirilen davranış öğrenilir. Bir davranışın arkasından gelen ve organizma için hoşa gitmeyen bir durum yaratan uyarıcılar ise cezadır. Ceza davranışı zayıflatır ya da belli bir süre için durdurur.

Pekiştireçler olumlu ve olumsuz olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Bir davranış, organizmanın hoşuna gidecek bir uyarıcının doğrudan verilmesi ile pekiştiriliyorsa, buna olumlu pekiştirme denir. Sınıfta bir soruyu doğru cevaplandıran öğrenciye yaşına göre, aferin denmesi, başının okşanması, (+) puan verilmesi, gülümsenerek onaylanması birer olumlu pekiştirmedir. Organizma hoş olmayan bir durumdan kurtarılarak da davranış pekiştirilebilir. Bu tür pekiştirmeye olumsuz pekiştirme denir.

Bir öğrenci evindeki aile kavgalarından, sorunlarından kaçmak için okula geliyorsa, okul bu öğrenci için olumsuz pekiştireçtir. Çünkü öğrenci okula gelerek kendisine acı veren sorunlardan kurtulmakta ve rahat etmektedir. Hem olumlu hem de olumsuz pekiştirme organizmanın hoşuna giden bir etki yaratır ve davranışın tekrar ortaya çıkma olasılığını artırır. Pekiştireçler yoluyla birey istendik ve istenmedik davranışlar öğrenebilir. Bu nedenle pekiştireçler çok dikkatli kullanılmalı ve doğru davranışlar pekiştirilmelidir.

Yapılan bir davranışın sonucunda, organizma için olumsuz bir durum yaratan uyarıcılara ceza denir. Ceza da pekiştireç gibi iki türlüdür. Birinci tip cezada davranışın arkasından olumsuz uyarıcı doğrudan doğruya verilir. Çocuğun yaptığı bir davranış nedeniyle dövülmesi, azarlanması... İkinci tür cezada ise ortamda bulunan olumlu bir uyarıcı ortamdan çekilerek, organizma için olumsuz bir durum yaratılır. Teneffüse çıkmayı yasaklama, arkadaşlarından ayırma...

Pekiştireç davranışı güçlendirirken, ceza zayıflatır ya da belli bir süre için durdurur. Ceza davranışı kısa zamanda durdurduğu ve uygulaması kolay olduğu için öğretmenler ve ebeveynler tarafından sıkça kullanılmaktadır. Ceza, istenmedik davranışların bastırılmasında etkili olabilir. Ancak davranış değişikliğine neden olmaz. Diğer bir deyişle istenmedik bir davranışı istendik yönde değiştirmez.

Cezanın diğer bir olumsuz yönü ise saldırgan davranışlara neden olmasıdır. Olumsuz pekiştirme ile ceza, çoğu zaman karıştırılmakta birinin yerine kullanılmaktadır. Oysa, olumsuz pekiştirmede, olumsuz pekiştireçler ortamdan çıkartılırken, cezada olumsuz pekiştireçler ortama konur. Olumsuz pekiştirmede, davranışın tekrar edilme olasılığı artarken, ceza, davranışı durdurur.

Premack ilkesi: Büyükannenin Kuralları

Çok sık görülen (tercih edilen) davranış pekiştireç olarak kullanılarak, az gösterilen (tercih edilmeyen) davranış ortaya çıkarılmaya çalışılır. Örneğin, sebze yemeğini sevmeyen, ancak tatlıyı çok seven bir çocuğa, sebze yedirmek için "Sebze yemeğini bitirdikten sonra, tatlı yiyebilirsin" denebilir. "Şu kadar yazı yazarsanız, teneffüse çıkabilirsiniz" şeklinde okulda da çok kullanılır.

Skinner'e göre eğitimin amacı bilgiyi en yüksek düzeye çıkarmak olmalıdır.Bu da edimsel koşullanmayla, davranış repertuarını zenginleştirerek sağlanabilir. Öğrencinin bir şey bildiğini söyleyebilmek için, belirli davranışlarının gözlenebilmesi gerekir.

Skinner'in programlanmış öğrenme ilkeleri şöyle sıralanabilir:

· Öğrenilecek konu çok küçük ünitelere ayrılarak güçlük derecesine göre basamaklandırılır.

· Öğrenci her basamakta bir edimde bulunur.

· Öğrenilecek konu bir uyaran durumuna gelir.

· Öğrenci her basamakta yaptığı edimin sonucunu hemen görür.

Edim doğru ise ilerler yanlış ise düzeltilir.

EDİMSEL KOŞULLANMANIN EĞİTİME UYGULANMASI

Edimsel koşullamanın getirdiği ilkeler günümüzde halen geçerliğini korumaktadır. Edimsel koşullanma özellikle çocuk eğitiminde, sınıfta disiplinin sağlanmasında, psiko-motor ve duyuşsal davranışların kazandırılmasında önemli rol oynamaktadır. Pekiştireçlerin etkili bir biçimde kullanılması için göz önünde bulundurulması gereken hususlar:

Pekiştireç mutlaka doğru davranışı takip etmelidir. Pekiştireç hangi davranışın arkasından verilirse o davranışın ortaya çıkma sıklığını artırır. Örneğin sınıfta söz almak istediğini göstermeden, arkadaşlarının sözünü keserek konuşan bir öğrenci, öğretmen tarafından dinlenirse, öğrenci bu tür davranışları tekrar edecektir.

Öğrenci pekiştireci hangi davranışın sonucunda aldığını farketmelidir. Bunu sağlamak için pekiştirecin doğru davranıştan hemen sonra verilmesi gerekir. Aradan zaman geçtiyse, öğrenciye verilen pekiştirecin hangi davranışı için olduğunu açıklamak gerekir. Öğrencide davranış değişikliği meydana getirmek için mümkün olduğunca olumlu pekiştireç kullanılmaya çalışılmalıdır. Ayrıca pekiştirecin verildiği durumda öğrenciyi etkileyen diğer uyarıcılar da göz önünde bulundurulmalıdır.

Örneğin derste sıkılan bir öğrenciyi gürültü yapıyor diye sınıftan atan bir öğretmen, öğrencinin davranışını cezalandırmaktan çok pekiştirmiş olur. Pekiştireçlerin değeri öğrenciden öğrenciye değişir. Bir öğrenci için yüksek not önemli bir pekiştireçken, sınıfta kalmaya niyetli bir öğrenci için hiçbir anlam ifade etmeyebilir. Pekiştireçler, öğrencilerin ihtiyaçlarına, yaşlarına, sosyal çevrelerine göre değişmektedir. Pekiştirecin ne olacağının yanı sıra, ne zaman verileceği de önem taşımaktadır. Pekiştireç, yeni ve öğrenilmesi güç davranışların kazandırılmasında daha sık verilmelidir. Davranış öğrenildikten sonra pekiştireçlerin azaltılması daha etkili olacaktır.

Bazı ince pekiştirme çeşitleri:

Öğrenilecek davranış yeni ve karmaşık ise her doğru davranış pekiştirilebilir. Buna sürekli pekiştirme denir. Ancak okul öğrenmelerinde tüm öğrencilerin davranışlarını sürekli pekiştirmek mümkün değildir. Ayrıca pekiştireç çok sık verilirse değerini yitirir ve pekiştireç olma özelliğini kaybeder. Bu nedenle pekiştireçler çoğunlukla belli aralıklarla verilir. Bu uygulamaya aralıklı pekiştirme denir.

Sabit zaman aralıklı pekiştirmede, pekiştireçler belli zamanlarda verilir. Memur maaşları, günlük yövmiyeler, öğrenciler için teneffüsler bu tip pekiştirmelere örnektir. Bu tür pekiştirmeye örnek olarak, öğrencilerin yazılı ve sözlü sınavlardan önce çalışıp, sonra çalışmamaları verilebilir.

Değişken zaman aralıklı pekiştirmede ise pekiştireçler beklenmedik zamanlarda verilir. Bu nedenle süpriz niteliğindedir. Birey de pekiştireç beklentisi olduğu sürece istenilen davranışı gösterir. Okulda öğretmenin, öğrencilerin bazı başarılarını pekiştirmesi, arada sırada başarısına yüksek puan vermesi bu tür pekiştirmedir. Okulda bu tür pekiştireçler öğrencinin sürekli çalışmasını sağlar.

Sabit oran aralıklı pekiştirmede kaç davranıştan sonra pekiştireç verileceği bellidir. Örneğin işçilere ürettikleri parça başına ücret verilmesi bu tür pekiştirmeye örnek gösterilebilir. Okulda da öğrencilere yaptıkları her ödev için not ya da yıldız verilmesi, doğru yanıtladıkları her 5 problem için tam puan verilmesi, sabit oranlı pekiştirmedir. Bu durumda öğrenciler yaptıkları doğru davranış sayısını artırarak istediği kadar pekiştireç alabilirler.

Değişken oran aralıklı pekiştirmede ise kaç doğru davranışa pekiştireç verileceği belirli değildir. Öğretmenin bir seferinde 5 problemi doğru çözeni, diğer seferinde 7 problemi doğru çözeni ödüllendirmesi bu tür pekiştirme tarifine örnek verilebilir.

Koşullu Anlaşma:

Koşullu anlaşma, bireyin pekiştireci elde etmesi için belli bir şekilde davranmasını gerektirir. Örneğin, annenin çocuğuyla "ödevini bitirdiği taktirde oynamaya dışarı çıkabilirsin", "Bir hafta boyunca odanı düzenli tuttuğun taktirde hafta sonununda çocuk tiyatrosuna ***üreceğim." gibi yaptığı sözleşmelerdir. Birey kendi kendisiyle de koşullu anlaşmalar yapabilir. Örneğin; Bu sınavdan başarılı olduğum taktirde hafta sonu sinemaya gideceğim, gibi...

Davranış değiştirmek amacıyla kullanılan diğer bir yöntem de, simgesel ödülle pekiştirmedir. Bu yöntemde çocuğa şeker, oyuncak, sokağa çıkma izni gibi doğrudan doğruya ihtiyacını karşılayacak bir ödül yerine, yıldız, puan, oyuncak, para vb. simgesel ödüller verilir. Çocuk bu simgesel ödülleri toplayarak daha sonra gerçek ödüle dönüştürür. Simgesel ödülle pekiştirme, okulda özellikle yavaş öğrenen ve özürlü çocuklarda, akademik ve sosyal davranışların geliştirilmesinde etkili bir biçimde kullanılabilir. Simgesel ödülle pekiştirme, bir program çerçevesinde düzenlenir. Bu programı öğretmen kendisi hazırlayabileceği gibi, öğrenciyle birlikte de hazırlayabilir. Program hazırlanırken aşağıdaki işlemlerin yapılması gerekir.

Değiştirilmek istenilen davranışların belirlenmesi: Programın başarıya ulaşması için öncelikle öğrencide hangi davranışların değiştirilmek istendiğine karar verilmesi gerekir. Bu amaçla öğrencinin sınıftaki davranışları incelenir ve bu davranışlardan istenen ve istenmeyenler belirlenir.

Değiştirilecek davranışlar belirlendikten sonra simgesel ödülün ne olacağına ve her davranışın karşılığında kaç simge verileceğine öğrencilerle birlikte karar verilir. Simgesel ödül, öğrencinin adına açılan bir kartona yıldız çizme ya da yapıştırma, boncuk verme, renkli kartonlardan yapılmış küçük çiçek figürleri vb. olabilir.

Simgeler belirlendikten sonra elde edilen simgelerin nasıl harcanacağına, yani birincil pekiştireçlerin neler olacağına ve bunların kaç simgeye bedel olduğuna karar verilmesi gerekir. Pekiştireçler seçilirken öğrencinin ihtiyaç ve tercihleri göz önünde bulundurulmalıdır. Pekiştireçlerin bedeli, çocuk için çekiciliğine göre, çocukla birlikte belirlenmelidir.

Biçimlendirme:

Edimsel koşullama süreci normal koşullarda çok zaman alır. Skinner kutusuna konan hayvanın kendi başına manivelaya basarak yiyeceği elde etmesi beklenirse, hayvan ya ölür yada tesadüfen yiyeceği elde etmeyi öğrenir. Oysa edimsel koşullamada bir başka yaklaşım olan biçimlendirme ile hayvanın daha kısa sürede yiyeceği elde etmesi sağlanabilir. Biçimlendirmenin temeli, organizmanın beklenen en yakın tepkisi pekiştirilerek, kademe kademe amaç davranışa ulaşmasını sağlamaktır.

Sonuç olarak, biçimlendirme, beklenen davranışa yakın olarak görülen bir tepkinin pekiştirilmesiyle başlayan ve kademeli bir şekilde istenen tepkiye daha yaklaşan tepkilerin pekiştirilmesi ve en sonunda da istenen tepkinin kazandırılmasıyla sonlanan bir süreçtir.

Programlı Öğretim

Skinner'e göre öğrenmenin etkili bir şekilde oluşabilmesi için şu koşullar yerine getirilmelidir:

· Öğrenilecek bilgi, küçük adımlarla öğrenciye sunulmalıdır.
· Öğrenen kişiye öğrenmelerinin doğruluğu ya da yanlışlığı hakkında anında bilgi (dönüt) verilmelidir.
· Öğrencinin kendi hızıyla öğrenmesine olanak verilmelidir.

Skinner, sınıftaki bu öğrenme problemlerine çözüm olarak alternatif bir öğretme tekniği olan programlı öğretimi önermiştir. Programlı öğretim materyallerini sunmak üzere kullanılan makinalara öğretme makinaları adı verilmektedir. Programlı öğretim ilkeleri öğretim makinalarında kullanılarak yaygınlaştırılmıştır. Skinner sınıf öğretimine karşıdır. Çünkü toplu öğretimde her öğrenciye uygun uyarıcı, dönüt verilmemekte, pekiştirme yapılmamakta ve her öğrencinin doğru davranışı göstermesi sağlanamamaktadır.

Makinanın temel ögesi programdır. Programda öğrenciye öğretilecek konu, aşamalılık ilişkisi (önceki öğrenmelerin sonraki öğrenmeleri destekleyecek şekilde sıralanması) dikkate alınarak küçük birimler halinde analiz edilir. Her birimi öğrenmek için öğrencinin ne yapacağına ilişkin yönergeler verilir. Öğrenci; her birimi tamamladıktan sonra test edilir. Öğrencinin cevapları ile doğru cevaplar karşılaştırılarak doğru cevapları pekiştirilir.

Bir sonraki öğrenme birimine geçirilir. Yanlış cevaplamışsa yanlışı düzeltmesi için yeni yönergeler verilir. Bu durum, öğrenme birimi tam olarak öğrenilinceye kadar sürer. Bu tür programlar genellikle doğrusal programlardır ve öğretme makinası dışında, programlı öğretim tekniğiyle hazırlanmış kitaplarda da uygulanabilir.

Skinner, öğretme makinalarında doğrusal programları tercih etmekle birlikte, bilgisayarların gelişimiyle dallı programlar yaygınlaşmıştır. Dallı programlarda öğrenciye öğrenmesi için birçok alternatif yönerge verilmekte öğrenci bunlardan kendisine en uygun olanını seçmektedir. ayrıca düzeltme çalışmaları için de çeşitli öneriler bulunmaktadır. Bu nedenle bilgisayar destekli öğretim orijinal öğretme makinalarını ya da bireysel çalışma kitaplarının yerini almıştır.
 
Efendi-Köle Diyalektiği


Hegel tarafından güç ilişkilerini analiz için ortaya atılan efendi-köle diyalektiği, psikolojide (Mead, Wallon, Zazzo, Lacan, vb.) kimliğin oluşumu konusunda aynayla ve diğer insanlarla ilişkinin önemini vurgulamak için kullanılmaktadır. Aynayla ilişki, çocukluk yıllarında çocuğun aynada yansıyan görüntüsüyle, daha sonraki yıllarda ise diğer insanların bireye ilişkin değerlendirmelerinde yansıyan görüntüyle ilişki biçimini almaktadır.

Bilincin oluşumunda kendini bir obje olarak ele alma kapasitesi önemli bir noktadır. Genetik bir perspektifte, Wallon'un (1959) işaret ettiği üzere, benlik bilincinin oluşumunda ben-diğeri ilişkisi önem taşımakta ve bu ilişki ben ve diğeri arası farklılaşma sürecinde katedilen gelişim evrelerine göre değişmektedir.

Wallon'dan sonra Lacan, ayna aşamasını (miror stage), 'kimlik arayışını oluşturan' en önemli an olarak nitelemiştir; O'na göre çocuk, aynadaki görüntüsünü, çoğu kez, bir tür hayranlıkla ve zevkle seyretmektedir; bu görüntü, "ben'in (Je, I) diğeriyle Özdeşleşmenin diyalektiğinde objeleşmeden önce temel bir biçime girdiği sembolik bir matristir". Çocuk, bu biçim vasıtasıyla, bireyselliğini ve bedensel birliğini keşfeder ve yavaş yavaş kendini tanımayı ve dolayısıyla özdeşleşmeyi öğrenir.

Ayna aşaması, çocuğun psişik gelişiminde önemli bir evredir. 'Ben' (ego), imajiner temsil değerini diğeri sayesinde ve diğerinin bakışında bulur. Ayna aşaması, bu diyalektiği başlatan süreçtir. Çocuğun görüntüsel imgesiyle özdeşleşmesi, diğerinin (Anne) bunu tanımasıyla/kabulüyle desteklendiği ölçüde mümkündür; çocuk kendi öz imgesinde, diğeri onu böyle tanıdığı için kendini tanır, yani diğerinin gözünde, bu imgenin kendine ait olduğunun tasdikini bulur.

Ayna aşamasında gerçekleşen bu temel özdeşleşme, Hegel'in bilincin diyalektiği kavramına gönderir. Bu düşüncelerin kaynağı, Kojev'in ve daha sonra Lacan'ın vurguladığı üzere Hegel'e kadar uzanmaktadır.

Söz konusu diyalektiği ve yorumunu Kojev'den aktaralım: Hegel, Efendi ve Köle Diyalektiği adlı eserinde, karşılıklı tanımanın bütünsel bir analizini yapar. Başlangıçta, insan, ancak yaşayan hayvan statüsünde insandır. Bu haliyle ancak bir ihtiyaç varlığıdır. Kimliğim kazanması için, arzunun varlığı, yani arzulayan bilinç ya da kendilik/benlik bilinci haline gelmesi gerekir.

Yaşayan hayvan kendilik bilincine ulaşmak için, yaşayan hayvan olarak diğerini yok etme mecburiyetindedir, zira kendilik bilincinin ortaya çıkışı, diğerinde kendini tanıyabilmeyi gerektirir. Fakat tersine, bunu yapabilmesi için, diğerinin de onda (kendilik bilinci) kendini tanıyabilmesi gerekir... Zorunlu olarak birinin diğerinde arzulayan bir başka bilinç bulması gereklidir.

Burada kaçınılmaz olarak ölümüne bir mücadele başlar ve bu kavgada her biri, diğerinde arzulayan bir bilinç bulabilmek için, yaşayan hayvan olarak diğerini yok etmeyi arzular. Kojev'in (1991) yorumuyla "insanın gerçekten insan olması için, hayvandan özsel olarak ayrılması için, onda, insani Arzunun, hayvani Arzuyu yenmesi gereklidir. Oysa her Arzu, bir delerin arzusudur. Hayvanın bütün arzuları, son çözümlemede onun hayatını koruma isteğinin sonuçlarıdır.

O halde insani arzu, bu korunma Arzusunu yenmek durumundadır. Başka bir deyişle, insan hayvani yaşamını insani Arzusunun sonucu olarak tehlikeye atarsa, insan olarak 'kendini ortaya koyar'. Bu tehlikede ve bu tehlike aracılığıyladır ki, insan gerçekliği, gerçeklik olarak kendini yaratır ve açımlar".

Bu ölüm savaşının bir tek çıkış noktası vardır: Madem ki, taraflardan biri boyun eğmek zorundadır, öyleyse işi prestij savaşına döndürmek gerekir. Bir diğer deyişle ölüm savaşı, bir kölelik ilişkisini kurmaktan başka bir uç noktaya sahip değildir.

Savaşanlardan biri, yaşayan hayvan olarak ölümden çekindiğini ve kendilik bilinci olarak tanınmaktan vazgeçtiğini diğerine göstererek savaşı bırakır. Efendi, bu şekilde köle tarafından tanınır ve onun tarafından tanındığını kendi kendine bilir. Bu andan itibaren, süreç, kölece bilincin diyalektiğine girerek tersine döner.

Efendinin köle tarafından tanınması tek yönlüdür. Bu nedenle, etkisizdir. Efendi, köle tarafından kendilik bilinci olarak tanınmıştır, ama kölede kendilik bilinci olarak hiç bulunmaz. Yani Efendi, kendilik bilinci olmayan bir bilinç tarafından kendilik bilinci olarak tanınmıştır. Benzer fakat tersine nedenlerden ötürü, köle Efendi'de kendini tanımaz.

Oysa, bilinç olarak, köle de tanınmak ister; korku O'nu bundan vazgeçirir, ama otantik bir kendilik bilinci olma isteği yok olmaz; demek ki köle kendisinde-kendisi için bir bilinçtir, yani gelişmesi, sahte bilinç aşamasında durmuş bir bilinçtir. Bu kendinde kendi için bilinç, bu kendinde kendisi içini objektif olarak kendisi için konumlamamıştır ve bu kendinde kendisi içini sübjektif olarak kendinde ortaya koymamıştır.

Köle için, tanınma, hizmet etmesiyle gerçekleşir. Gerçekten de Efendi'nin arzusu, arzulayan bilinç olarak değil, kölece bilinç olarak tanınan bir bilinç vasıtasıyla tatmin olur. Bu nedenle, Efendi'nin arzusu, kölenin bilincine yabancılaşmıştır. Sadece köle, Efendi tarafından arzulanan objeye insani bir biçim verebilir. Bu böyleyse, köle objektifliğe sübjektif bir anlam verir ve dolayısıyla, aynı zamanda kendi öz sübjektifliğine objektif bir anlam verir. Bu koşullarda, kendisi için kendinde ve kendinde kendisi İçin haline gelir. Oysa, bizzat buradan, otantik olarak kendilik bilincine ulaşır.

Sonuç olarak, her biri, diğeri ona karşıt bilinç olarak var olduğu için kendilik bilinci olarak vardır. Birey, ancak diğerinin vasıtasıyla kendilik bilinci olarak kendini tanır. Ancak, kendilik bilinci olarak var olmak için, arzulayan bilinç olarak diğerini inkâr etmek gerekir. Arzulayan öznenin bilinçlenmesi, tanınmak isteyen bir başka arzulayan bilince karşı olduğu ölçüde anlam taşır.
 
Ego Psikolojisi


Başlıca temsilcileri arasında Loevenstein, Kris, Erikson, Rapaport ve Heinz Hartman'ın bulunduğu Ego psikolojisi (Ego Psychology), Amerikan Freudizmi'nin (özellikle New York Ekolü'nün) en güçlü akımlarından biridir.

Roudinesco ve Plon'un (1997) analizine göre Ego psikoloji ve Amerikan psikanalitik akımları, insanın bir topluma, topluluğa, cinsel bir kimliğe, bir farklılığa, bir renge, bir etniye entegrasyonunun mümkün olduğu fikrinde birleşirler. Ego psikolojisi 20. yy.ın ikinci yarısında, zengin Amerikan burjuvazisinin, her dakikası hesaplanan ve sonu gelmeyen, sosyal prestij ve parasal kazanç peşindeki doktorlar tarafından uygulanan tedavi seanslarının doktrini olmuştur. Bu nedenle de eleştirilmiştir.

Genel olarak bakıldığında, Amerikan Freudçülüğü, İd, Bilinç-dışı ve Özne yerine Ego (Ben), Şelf veya Bireye önem verir, Avrupa'dan farklı olarak koruyucu sosyal tıp ve zihinsel hijyene dayalı pragmatik bir etiği temel alır; bunun sonucu olarak klasik Viyana anlayışından tamamen farklı, tıbbileşmiş ve psikiyatriye dönüşmüş bir psikanaliz gelişmiştir (bunda Maccarthyzm de etkili olmuştur).

Bu akımlar Avrupa'nın 'kökensel' psikanalitik akımları, Kleinizm, Lacanizm, hatta sol Freudizmden (Otto Fenichel) farklı bir zeminde ilerler, mutluluk ve sağlık kültü etrafında dönerler; Amerikan psikanalistleri, bir tür uyum teknisyenlerine dönüşürler.

Tüm bunlar psikanalizin imajını bozar, gözden düşürür ve onun yerine; çeşitli New Age terapileri, mutluluk hapları, şamanistik kürler, telepati, spiritizm, falcılık, medyumluk gibi etkinlikler gelişir (Kaynak: Roudinesco ve Plon, 1997).
 
Ekolojik Psikoloji



Ekolojik psikoloji, çevre psikolojisinin öncülerinden Barker (1964, 1968) tarafından ortaya atılan bir yaklaşımdır. Barker, insan-çevre etkileşiminin karmaşıklığına dikkati çekerek, mekânın bireyleri ve bireylerin de mekânı kendi tarzlarında şekillendirdiğini öne sürmüştür.

Ona göre, yaşamımızın cereyan ettiği her yer, bizim için bir yaşam çerçevesi (behavior setting) oluşturarak özgül bir durum yaratır. Bu yaşam çerçevesi, söz konusu yerin fiziksel özellikleri ile kültürel verilerin etkileşiminin şekillendirdiği kültürel davranış ve etkinliklerin içinde cereyan ettiği sosyo-kültürel nitelikli topolojik bir zemin gibi düşünülebilir.

Bu açıdan davranışlarımız, yaşadığımız mekânların doğrudan bir sonucu değildir, her mekân içersinde, az ya da çok geniş bir olanaklar alanı vardır; yaşanan mekânı düzenleme ve kendine bir yer yapma, dolayısıyla davranışlarını bu kültürel-mekânsal duruma uyarlamak söz konusudur.

Barker'ın yaklaşımı, mekânın içinde cereyan eden etkinliklere göre farklı mekânsal yapılar ayırdetmektedir. Mekân tipi, bu mekânda bulunan kişiler ve sosyal rolleri bir bütün oluşturmaktadır.
 
Geri
Üst