Karışık Komik +18 Fıkralar.

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan Almeria
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
şin Kolayı

Cephedeki Irlandaliya karisindan gelen mektupta sunlar yaziliydi:
"Erkeklerin hepsi askere alindi, yardim edecek tek kisi kalmadi. Bu yil bahçeyi benim bellemem gerekiyor."
Izlandali hemen cevap yazdi:
"Sakin bahçeyi kazma. Silahlarin hepsi orada gömülü."
Mektup askeri makamlarca okundu. bir manga er gelip bahçenin her yerini kazarak silah aradi. Eli bos döndüler...
Cephedeki Irlandali, ikinci mektubunda söyle dedi:
" Bahçenin iyice bellenmis oldugunu saniyorum. Artik sebzeleri ekebilirsin."
 
General Electric

Temel askere gitmis.Mutfakta çalismaya baslamis.Mutfaga her girdiginde buzdolabina selam veriyormus.bir gün komutan sormus:

-Niye buzdolabina selam veriyorsun?

Temel cevap vermis:

-General Electric
 
Asker Bisküvisi

Acemi er, levazım başçavuşuna yakınır :
-Başçavuşum, bize yemekte ördek böreği verdiler.Yemin ederim ki, icinde bir gram bile ördek eti yoktu.
-O halde? diye yanıtlar başçavuş.sen hiç asker bisküvisi yedin mi?
-Şey...yani evet, başçavuşum.
-İçinden hiç asker çıktı mı, ulan!
 
Moku Yedik

2. Dünya Savaşında 2 yahudi almanlara esir olmuştur. Bunlardan biri diğerine kendilerine ne yapacaklarını sorar. O da baslar anlatmaya "2 ihtimal var ya bizi öldürürler ya da esir kampına yollarlar.
Öldürürseler sorun yok kampa gidersek 2 ihtimal var ya kurşuna diziliriz ya da gaz odasında öldürülürüz.
Kurşuna dizilirsek sorun yok gaz odasına gidersek 2 ihtimal var bizden ya sabun yaparlar ya da kâğıt.
Sabun yaparlarsa sorun yok kâğıt yaparsalar 2 ihtimal var ya gazete kâğıdı oluruz ya da tuvalet kâğıdı.
Gazete kâğıdı olursak sorun yok tuvalet kâğıdı olursak iste o zaman moka yedik".
 
Ümitsizliğe Karşı Sağır Olun!
Tarihin bir yerinde, canli varliklara kazanma hirsi
asilandigi bir vakitte, kaplumbagalar arasinda bir
yaris tertiplenmis. Hedef, çok yüksek bir kulenin
tepesine çikmakmis.

Vakti gelince, bir sürü kaplumbaga arkadaslarini
seyretmek icin yaris yapilacak bölgeye toplanmislar.
ve yaris baslamis.

Seyircilerden hiçbiri arkadaslarinin kulenin tepesine
çikabilecegine inanmiyormus. Kimileri bu inançlarini
yüksek sesle dile getirmekten kaçinmiyorlarmis. Öyle
ki, yarismacilarin bazilari ".....Zavallilar! Hiçbir
zaman basaramayacaklar!" seslerini dahi
isitebiliyormus.

Yarismaya katilan kaplumbagalar kulenin tepesine
ulasamayinca teker teker yarisi birakmaya baslamislar.
Içlerinden sadece bir tanesi inatla ve yilmaz bir
gayretle kuleye tirmanmaya çalisiyormus.

Seyircilerin sesleri yükselmeye baslamis; giderek
bagiranlarin sesleri yaris alaninda yankilanir olmus:
"...Zavallilar! Hiçbir zaman basaramayacaklar!"

Sonunda, bir tanesi hariç, diger kaplumbagalarin tümü
ümitlerini, gayretlerini yitirmis ve yarisi
terketmisler.

ama yarista yapayalniz kalan son kaplumbaga, büyük bir
gayret ile mücadele ederek, kulenin tepesine çikmayi
basarmis.

Diger yarismacilar ve seyirciler, hayret icinde bu isi
nasil basardigini ögrenmek istemisler. bir kaplumbaga
ona yaklasmis ve sormus, bu isi nasil basardin diye.

O anda farkina varmislar ki...

Kuleye çikan kaplumbaga sagirmiş!

Sagir kaplumbaganin çikilmaz sanilan doruga tirmanmayi
basarmasi ile, kaplumbagalar dere tepe demeden
yeryüzüne yayilmanin, sabir ve kararlilikla yol
almanin ne demek oldugunu ögrenmis ve bunlari
gerçeklestirmeye cesaret bulmuslar.

Olumsuz düşünen insanlari duymayin... onlar
kalbinizdeki ümitleri çalabilirler!

Duydugunuz ve okudugunuz kelimelerin gücünü düsünün.
Bu suretle her zaman pozitif olmaya çalismanin ilk
asamasini kaydetmiş olursunuz...

Rüyalarinizi gerçeklestiremeyecegini söyleyenlere
karsi sagir olmak, size seslenenlere saygisizlik
degildir; düşünüze karşi sayginizi korumaniz
demektir.
 
Dünden Daha Hızlı
Her sabah bir ceylan uyanır Afrika'da. Kafasında tek bir düşünce vardır. En hızlı koşan aslandan daha hızlı koşabilmek, yoksa aslana yem olacaktır.

Her sabah bir aslan uyanır Afrika'da. Kafasında tek bir düşünce vardır. En yavaş koşan ceylandan daha hızlı koşabilmek, yoksa açlıktan ölecektir.

İster aslan olun, ister ceylan olun hiç önemi yok... Yeterki güneş doğduğunda koşuyor olmanız gerektiğini bilin. Hem de bir önceki günden daha hızlı koşuyor olmanız gerektiğini bilin.

Hayat adlı koşuyu ne kadar güzel anlatmış Afrika atasözü; "bir önceki günden daha hızlı koşmak gerekmektedir."

Çünkü eğer aslansanız,

ve en yavaş koşan ceylanı bir önceki gün yakalamışsanız ve bugün bir ceylan yakalamak niyetindeyseniz, Artık bilmelisiniz ki en yavaş ceylan sizden daha hızlıdır. O halde düne göre hızınızı arttırmak gerekmektedir.

Yok eğer ceylansanız,

ve henüz aslana yem olmamışsanız, hızınızı düne göre arttırmalısınız. Çünkü sıra size gelmiş olabilir.

Yani...

Hayat koşusunda, devam edebilmenin tek şartı var...

"Dünden daha hızlı olabilmek..."

Bakın bakalım şimdi kendi kendinize...

Ondan, şundan, bundan değil "Dünden Hızlı"mısınız???
 
Lao Tzu
Öykümüz ünlü Çin düşünürü, Taoizm'in iki kurucusundan biri olan Lao Çu'nun (Lao Tzu) devrinde geçer. Lao Çu bu öyküyü çok sever, sık sık anlatırmış.



Efendim köyde yaşlı bir adam varmış. Çok fakir. ama imparator bile onu kıskanırmış.. Öyle dillere destan beyaz bir atı varmış ki.. Imparator at icin ihtiyara neredeyse hazinesinin tam***** teklif etmiş, ama adam satmaya yanaşmamış. "Bu at, bir at değil benim icin.. bir dost.. Insan dostunu satar mı?"dermiş hep..



bir sabah kalkmışlar ki, at yok.. Köylüler ihtiyarın başına toplanmış.. "seni ihtiyar bunak.. Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. İmparatora satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler..



İhtiyar, "karar vermek icin acele etmeyin" demiş.. Sadece 'at kayıp' deyin. Çünkü gerçek bu.. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.."



Köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler. ama aradan iki hafta geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş.. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi başına. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.



Köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler.. "Babalık" demişler.. "sen haklı çıktın.. Atının kaybolması bir talihsizlik değil, adeta bir devlet kuşu oldu senin icin.. Şimdi bir at sürün var.."



"Karar vermek icin gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.. birinci cümlenin ilk kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?.."



Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemişler açıktan ama, içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye düşünmüşler.. bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış.



Köylüler gene gelmişler ihtiyara..



"bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun uzun süre yürüyemeyecek. Sana bakacak başkası da yok.. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler.



İhtiyar "siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş. "O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu.. Ötesi sizin verdiğiniz karar.. ama acaba ne kadar doğru.. Hayat böyle küçük parçalar halinde ilerler ve ondan sonra neler olacağı size aslabildirilmez.."



birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Imparator son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yok gibiymiş; giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes adeta biliyormuş.



Köylüler, gene ihtiyara gelmişler..



"Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması talihsizlik değil, şansmış meğer.."



"siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar.. Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde.. ama bunların hangisinin talih, hangisinin talihsizlik olduğunu sadece Allah biliyor."



bir yol biter yenisi başlar



Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlarmış, etrafına anlattığında: "Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının.



Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısıyla gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa yolculuk asla sona ermez. bir yol biterken, yenisi başlar. bir kapı kapanırken, bir başkası açılır. bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.



Hayat çetrefil bir yolculuk. Güzergahı kimse bilmez. Acele karar vermek, ecele karar vermektir
 
İlişik Yaşayacaksın
Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.

"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.

Demeyeceksin işte.

Yaşarsın çünkü.

Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.

Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.

ve zaten genellikle o daha az sever seni,

senin o'nu sevdiğinden.

Çok sevmezsen, çok acımazsın.

Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.

Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini...

Hatta elini ayağını bile

çok sahiplenmeyeceksin.

senin değillermiş gibi davranacaksın.

Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.

onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.

Çok eşyan olmayacak mesela evinde.

Paldır küldür yürüyebileceksin.

İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,

Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri

sahipleneceksin.

Gökyüzünü sahipleneceksin,

Güneşi, ayı, yıldızları...

Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.

"O benim." diyeceksin.

Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir Şeylerin...

Mesela gökkuşağı senin olacak.

İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.

Mesela turuncuya, yada pembeye.

ya da cennete ait olacaksın.

Çok sahiplenmeden,

Çok ait olmadan yaşayacaksın.

Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,

Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.

İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak...
 
Biz Ve Kirpiler
eski zamanlarda bir kış, gece soğukları başlamış. bu gece soğuğundan
bütün hayvanlar etkilenmişler, büyük kayıplar vermişler ama en çok
kayıp verenler kirpilermiş; bildiğiniz gibi onların pek çok hayvan gibi
kalın kürkleri yok bunların yerine kendilerini sıcak tutması zor olan
dikenleri var. bu durumdan en az zararla kurtulmak icin kirpiler meclisi
toplanmış çözüm aramaya başlamışlar, tartışa tartışa en sonunda
büyüklerinden birinin gece olunca tüm kirpilerin bir araya toplanmasına,
birbirlerine yakın durarak geceyi geçirmeye karar verilmiş. böylece
kirpiler birbirlerinin vücut sıcaklığından yararlanacak, aralarındaki
hava sirkülasyonunu da önleyerek donmaktan kurtulacaklarmış.

ve ilk geceki deneyimlerinde bunun işe yaradığını
farketmişler ama başka bir sorun varmış, o da üşüyen kirpilerin birbirlerine
fazla yaklaşmalarından dolayı birbirlerine dikenlerini batırmalarıyla
yaralanmalar gerçekleşmiş, daha sonraki gece uzaklığı fazla tutmuşlar
yaralanma korkusundan. bu yüzden de bazı donma olaylarının önüne
geçememişler ancak her gece buna devam ederek deneye yanıla, deneye yanıla
birbirleinin vücut sıcaklığından yararlanacak kadar yakın, ancak
birbirlerini incitmeyecek kadar uzak durmayı öğrenmişler.
NE DERSİNİZ BİRGÜN BİZ DE BU DENGEYİ YAKALayABİLİR MİYİZ?
 
Asker Fıkraları
Sayfalar:1 2 3 4 [5] 6 7 8 10 11 14 15 17 20 23 25 26 29 30

Kırk Yıllık Dostum
Sabahın o muhteşem ilk saatlerini yakalayabilen akıllı adamlardan olamadım hiç. ancak kuvvetli bir dürtü olursa, isteyerek ve severek erkenden uyanır, her gün böyle erkenci olmaya söz verir, sonra hemen unuturum. fakat son iki haftadır yalnızca onunla beraber olabilmek icin erkenden kalkıyorum.saat altı oldu mu, beynim otomatik olarak uyanıyor, ama bedenim yarı uykuda,bir kavgadır başlıyor:

"Yat uyu! Tatildesin. Öğleye doğru kalkarsın, iki rafadan yumurta,sıcak ballı süt, peynir, tereyağı, kızarmış ekmek ve tavşan kanı büyük bir bardak çayla güzel bir kahvaltı yaparsın. Denizi seyredersin. Gazetelerin beş para etmez sayfaları arasında tembellik edersin. Yat uyu. Tatildesin.Ta-til-de-sin!"

"Hayır. Hemen fırla yataktan. Soğuk bir duş yap. Çivi gibi ol. Sokağa at kendini. Şimdi herkes uyuyor. Sokaklar senin, köy senin. Doğmakta olan güneş senin. Deniz senin. Sabah rüzgarının genç, uçuk mavi ışıltısı, taze serinliği senin. Çok erken sabahın o inanılmaz gücü senin. Tembellik etme.Kalk. Bütün bunların tadına var."

Kısa bir sessizlik olur, hangi yanı tutacağıma karar veremem bir süre."Tatildesin. Yıllardır sabahları erkenden kalkıp işe gitmekten bıkmadın mı?Şimdi tatil yapıyorsun. Yat uyu. Yastık yumuşak, yatak sıcak. Çek pikeyi üzerine, bir düş düşle. Dünyanın herhangi bir kuzey kentine uçak bileti alıyorsun. Neresi olduğunu sakın belirleme. Sonrasını düşünde görürsün. Bırak kendini uykunun şefkatli kollarına. Bırak rüyanın sihirli değneği işlesin.

Bırak uyku çeksin seni. Uzun, sessiz, dipsiz bir kuyuya deli bir hızla yuvarlan. Uyu. Uyku alsın ***ürsün seni. Uykularında olsun bir kez teslim olmayı dene. Gevşe, rahatla. Uyu. Tatildesin!"

"Peki ya Sulhi?"

"Ta-til-de-sin!"

Sulhi şimdi dükkanını açmaktadır. Bu saatte müşterisi olmaz. Müşterisi olsun diye açmaz zaten: kendisi icin. Çiçeklerini sular bir bir. yeni bir konserve kutusuna birkaç gündür kökü suya bırakılmış bir bitki diker. Bol bol sardunyalar... Rengi artık hiç çıkmayacak ilaçlarla boyanmış vişne çürüğü parmak uçları toprakla kaynaşır. Çamurlu ellerini kadife pantolonuna siler,sonra kapının önünü sular. Sabahın en erken toprağı Akdeniz açlığıyla emer suyu. Mis gibi kokar sabah.

Kısa bacaklı bir tabure koyar dükkanının önüne. eski, her yanı eğrilmiş, isten kapkara olmuş küçük cezvesine ölçerek bir fincan su doldurur. İspirto ocağını yakar. bir çay kaşığı şeker. Şeker suya iyice karışmalıdır.İki kaşık kahve. Dikkatle karıştırır kahveyi. Severek ve özenle. Sorunca; "iyi ve güzel işler severek, özenle yapılmalıdır." der. Kahve ve şeker tamamen suya karışmıştır ki, cezveyi ateşe koyar. Büyük bir sabırla kahvenin hifif ateşte köpüklenmesini bekler. O sırada ne düşünür, nereleri yaşar bilmiyorum.Çözemiyorum. biraz sonra dünyanın en güzel kokusu yayılır çevreye: Sabah kahvesi kokusu! Toprak, sabah kahvesi ve su kokusu birbirine karışır. Bu, çok sık rastlanmayan bir güzellik yaratır. Görülür, koklanır ve tadılır bir güzellik... Önce kahvenin köpüğünü boşaltır fincana, sonra tekrar cezveyi ateşe tutar, fokur fokur kaynayana dek. Kahve pişmiştir artık. Günün ilk sigarasının vaktidir şimdi. Mavi-beyaz kareli gömleğinin sol cebinden bir sigara çeker, kibrit aranır. Dükkana girer, kibrit bakınır. O karmaşa ve deli dağınıklıkta masanın altına düşmüş kibriti bulur. Sigarasını yakar. Kısa bacaklı taburesine döner. Höpürdeterek kahvesinden bir yudum alır, bir nefes de sigarasından. Oh be! Gözlerini kısar, kimselerin bilmediği bir yeri görür gibi gizemli, hazlı birkaç dakika yaşar. Derin bir iç çekerek elli sekiz yaşında yaşamaktan ne kadar çok tat aldığına yanarak, kahrolarak sevinir.Sabahı koklar, kahve içer, sigara içer.

"Uyu. Tatildesin."

"Kalk ve Sulhi ile sabahı yaşa."

"Ta-til-de-sin!"

"Sulhi'nin sabah kahvesini kaçırma!"

Kalktım. Uykumu soğuk duş ve sabah ile yendim. ayak seslerimi dinleyerek paket taş döşeli, dar köy sokaklarında yürüdüm. Yalnızca kendi ağırlıklarını omuzlarında taşıyan bağımsız ve yalnız adamların gururuyla keyiflendim. Onu dükkanının önünde oturmuş, kahvesini içerken buldum. Gözlerini uzaklara dikmiş düşünüyordu. bir teneke kutunun üzerine miden koyup oturdum karşısına. Bana baktı. beni gördü. "N'aaber" anlamına göz kırpıp, başını salladı. "İyidir" gibisine gülümsedim. Kahvesinin kalan kısmını ben orada yokmuşum gibi ağır ağır içti, bitirdi. Kalktı. Yaşına bir türlü uymayan çevik adımlarla fırladı gitti. Elinde bir fincan suyla geri geldi. Suskun ve dikkatli yeniden şekeri sonra kahveyi suya karıştırdı. Sorunca: "İnsan susar,varlığı konuşur." der. Varlıklarımız konuştu. Varoluşumuzun bilincine ve tadına vardık. Kahvemi uzattı, bir de sigara yakıp verdi. Yıllar var birilerine hiç yakın olamazken, Sulhi'ye yakın oluşum, varlığını duyabilişim tedirgin etmeden şaşırttı beni. Onun yanında hoşnuttum ve böyle kolay hoşnut oluşumdan huzursuz değildim. kendimi sorgulayıp, hırpalamadım bu kez.Hoşnutluğumu yaşadım kahvemin tadında. "İnsana insan gerek" diye geçti içimden. Bu da yetmedi. İçimdeki sesi de susturdum. Sessizleştim. Dükkanın açık kapısından içerdeki berbat dağınıklığa gözlerimi diktim. Gördüğüm en gösterişli dağınıklık beni yine büyüledi. Bana hep sevimli ve zekice gelen o kocaman STÜDYO levhasının, aslında bana ince ince dokunan bir acıklı yanı vardı ki, yıkıntılar üzerine kurulu bir imparatorluk gibiydi. Don Quichote'u pek severim ben.

Sulhi yeniden kalktı, yirmi yıl önce ömrünü tamamlamış Stüdyoya girdi.bir zamanlar masa olan bir tahtanın çekmecesinden bir zarf çıkarttı, geldi karşıma oturdu. Zarfın icinde kurutulmuş bir kelebek vardı. Özenle kurutulmuş,sonra eski bir masa gözüne hapsedilmiş.

"Askerliğimi yapmak icin geldim buraya ilk kez. Askerlik bitince de yerleştim. O zamanlar adı pek bilinmez bir köydü burası; ama güzelliği tanır gözlerim. Bu kelebek köydeki ilk dostumdu. Onu çok severdim. Öldürdüm ve saklıyorum. Başkası öldürmesin diye."

Kelebeğe baktım. Yüzünde en yakın dostun eliyle öldürülmüş olmanın kederini aradım. Bulamadım.

"Askere gitmeden önce İstanbul'da bir sevgilim vardı. Onunla evlenmedim. Karım olmak onu soldurur diye. Başkasının mutfağında soluyor şimdi, benimkinde değil."

Sevdiği kızı düşündüm. Terk edilişinin nedenini ve anl***** kavradı mı diye. Hiç inanmadım.

"İlk müşterim ebe hanımdı. Geldi. vesikalık resim çektirdi. Onun kızıile evlendim. İlk müşteri uğurludur diye."

Karısının Akdeniz köylüsü yüzü ve iri elleri geldi aklıma. Gençken güzeldi herhalde dedim. Yine de Sulhi'yle yan yana koyamadım bir türlü. Sulhi yeniden dükkana girdi. Küçük, eski "mono" teybine Vivaldi kaseti koydu. Dört Mevsim yayıldı dükkana, içeriye sığmadı, kapıdan taştı, kapı önüne birikti;tam benim oturduğum yere. Müzikle beraber, hala ıslak toprak canlandı. Havada rengarenk bir sevinç kıpırdadı. İçim kımıl kımıl, sıcacık, ışıl ışıl oluverdi.

Komşu köylerden biri bebek, üç kadın ve bir erkek çıkageldiler. yeni doğmuş bebek kucaklarında bir "aile hatırası" çektirdiler. Sulhi o zavallı stüdyosuna aldı onları. Sanki muhteşem bir kraliyet ailesinin fotoğrafını çekiyormuş gibi özenle öne üç kadını oturttu. Bebeği ortada oturan "yeni-anne"nin kucağına verdi. Baba arkada, ayakta elleri iki kız kardeşinin omuzlarında vakurca dikildi. Bu pozu üç kez çekti Sulhi. Sonra bir de, baba,bebek ve annenin üçlü fotoğrafını. Köylüler sevinç icinde teşekkür edip gittiler. Teypte hala Vivaldi çalıyordu. Bu kadar birbirini tutmaz manzaraları iç içe yaşamak beni hem şaşırtıyor, hem de anlatılmaz biçimde çekiyordu.

İzin isteyip kalktım. Sahile indim. bir sahil kahvesinde çay içtim.biraz dolaştım ve pansiyonuma döndüm. Günün kalan kısmı herkesle ve herkesinki gibi geçti: Arkadaşlar, deniz, güneş, yemek falan filan... Bunlar bedenimi dinlendiriyor ya, aklım fikrim Sulhi'de.

benim gibi sevgililerine -topu topu üç tane zaten- bile çok yakın olamamış, kuşkucu, soğuk bir insanın, bu garip yaşlı adamı böyle çok seviyor oluşu bir garibime gidiyordu. Buna en çok tatile beraber geldiğim iki erkek arkadaşım gülüyor, açık açık dalga geçiyorlardı benimle.

Akşam yemeğinden sonra Sulhi'yi her zamanki sahil lokantasında yakaladım. Bozuk Fransızcası ile bir turist kıza bir şeyler anlatıyordu."Denizi ve güneşi en erken ve en saatlerinde yaşamamış olanlar daima ortalama kalacak insanlardır." Kızcağız anlamamış, kocaman gözlerle şaşkın,Sulhi'ye bakıyordu. ben anlattım. Güldü kız. "Bu adam filozof" dedi ve gitti.Burun büktü Sulhi kızın ardından. Filozof kelimesini sevmemişti besbelli. ben de onun gibi bir kadeh rakı alıp, oturdum karşısına. Deniz önümüzde simsiyah uzanıyordu. Hiç konuşmadan uzun bir süre denize baktık. Kumların üzerindeki tahta masada rakı içtik, denizi dinledik. Ne sabırlı bir derinlik, ne anlatılmaz bir huzur taşır bu konuşulmadan paylaşılan dostluk anları....

"Büyük oğlumdan mektup aldım bugün. Hollanda'da gitar çalıyor oğlum."Baktım. Sesindeki kederi gördüm. Dükkânının duvarında asılı fotoğraflarından iki oğlunu anımsadım. Yakışıklı, uzun boylu iki delikanlı. "Büyük oğlum bana benzer. Hiç uslanmayacak ve hiç mutlu olmayacak!"

yeni bir rakı daha istedi. Canı sıkkın diye düşündüm. Çok içiyor diye hayıflandım. O orada, gözleri denizde, kaskatı oturuyordu. Konuşmaya cesaret edemedim. Bu ne garip bir adam diye yeniden düşünmeye başladım. Bazen ne olağandışı, inanılmaz güzel, bazen de ne sıradan... İşte şimdi karşımda alkole düşkün, oğlunu özleyen yaşlı bir baba olmuş oturuyor, oysa bu sabah köylü ailenin soylu fotoğrafçısı, Vivaldi sever, düşünen bir adamdı. "Yarın sabah erkenden yola çıkıyoruz. İstanbul'a dönüyoruz" dedim. Başını çevirmeden, buz gibi "İyi ya, yolun açık olsun" dedi. Bu kadar mı? Hepsi bu mu? Keyfim kaçtı.Öyle ya, ben onun gözünde tatilini deniz kenarında, turistik bir köyde geçiren, biraz da icine kapanık bir genç adamdım. Daha ne deseydi yani? beni çok özleyeceğini falan mı? Kim bilir o kimlerle karşılaşıyordu her yaz bu köyde. bir şeyler kırıldı içimde. Ne duygusal bir herifim, diye kızdım

kendime. Yapayalnız, buruk, kederli kalakaldım. bir sigara yaktım. kendimi toparlamaya çalıştım. O hâlâ yanı başımda oturuyor, dalgın, denizi seyrediyordu. Sanki ben orada yoktum. Belki de hiç olmadım! birden fırladı yerinden. "Eve gidip, biraz da bizim Halime'yi memnun edeyim, anlarsın ya!"dedi. Tanrım ne bayağılık, ne çürümüşlük! İçim bulandı. Bu adamı ne sandım ben? Yine kitaplarda yaşıyorum. Yaşlı adam ve Deniz. O Santiago, ben Manolin!Oh ne âlâ! Ah bu benim sınır bilm düşçülüğüm... Pansiyonuma ayaklarım sürüklenerek döndüm. Uzun süre yatakta döndüm durdum. İçim sıkılıyor, güçlükle nefes alıyordum. Yaşayan birisini ölü saymaya çalışmak, bir insanı öldürmekten güç olmalı diye düşündüm. Rüyamda Hemingway ile bir sal üzerinde dalgalarla boğuştuk gece boyu.

Ertesi sabah erkenden uyandırıldım. Güneş doğmadan yola çıkmalıymışız. Sıcağa yakalanmadan yolu yarılayacağımızı söylüyordu arabayı kullanacak arkadaşım. Son bir-iki havlu, diş fırçası ve terliği de çantama attım.Arabanın arka koltuğuna oturdum. bir karış suratım, güneş yanığıyla acıyan sırtım ve sabahın erken saatlerinde bir türlü ayılamayışım... En kötüsü Sulhi'nin dün geceki hali. Kimse dokunmasın bana. Kimse konuşmasın benimle...

Arabamız hareket etti.

"Bak az daha unutuyordum. Şu senin pek sevgili fotoğrafçı dostun sabahın köründe geldi, seni sordu. Uyandırayım, dedim, dokunmayın, sabahları güç uyanır o, dedi. Sana bunu bırakıp gitti." Sulhi'ye duyduğum yakınlığı başından beri sezip, bunu kendisine yapılmış bir haksızlık gibi algılayan arkadaşım bir konserve kutusuna dikilmiş sardunyayı ve kirli bir dosya kağıdına kötü bir el yazısıyla yazılmış bir notu pis pis sırıtarak uzattı. Umurumda mı sanki, uzaktaki sevgilisinden mektup almış liseli bir delikanlı gibi heyecanlandım. Uykum filan kalmadı, ayıldım, sevindim, heyecanlandım.Buyrun işte, ben adam olmam! Kağıdı açtım:

"Çiçek dostluk demektir.bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır.Sulhi."

Yalvar yakar, iki arkadaşımı Sulhi'nin dükkanına geri dönmeye razı ettim. ama o ne? Neden kapalı bu dükkan? Halbuki şimdi dükkanının önünü suluyor, sabah kahvesini... Kapıda bana yazdığı mektubun kağıdına benzer bir kirli sayfaya karalanmış bir not asılı:

"SULHİ BUGÜN ÇALIŞMayACAK."

Yola çıktık. Yol boyunca hep iki cümleyi yineledim kendime: beni seviyor. Gidişime üzülüyor.Yüreğim kımıl kımıl. Neden böyleyim ben? İnsanlar, insanlar, insanlar...Kocaman, yayvan bir gülümseme takılı kaldı yüzüme bütün gün... Şimdi oturdum ve bu öyküyü yazdım.

Kırk yıllık dostum Sulhi'yi siz de bilin diye...
 
La Fontaine'in Yazamadıgı Masal
Hayvanlar, kendi aralarında, en zeki hayvan yarışması düzenlemişlerdi. Her hayvan, kendini hayvanların en zekisi sandığından, bu yarışmayı kazanacağını sanıyordu. ama hepsi de yarışmanın birinciliğine iki güçlü aday olduğunu bilmekteydi; bu adaylardan biri tilki, biri de sansardı. Kurnazlıkta, zekada, bu ikisine üstün başka hiçbir hayvan yoktu. Bu yarışmayı ya biri, ya öbürü kazanacaktı.

En zeki hayvan yarışmasının yapılacağı gün yaklaştıkça, yarışma birinciliğine iki güçlü aday olan sansarla tilki arasında korkunç bir rekabet başlamıştı. Bu iki zeki hayvan birbirlerine düşman olmuşlardı. Sansar tilkinin, tilki de sansarın kazanmaması icin, elinden geleni yapıyordu.

Sansar,

- tek tilki kazanmasın da, zarar yok, ben de kazanmamaya razıyım... diyordu.

Tilki de,

- tek sansar kazanmasın da, kim kazanırsa kazansın... diyordu.

Durum bu denli düşmanlığa varınca, sansarla tilki, en zeki hayvan yarışmasının birinciliği icin başka bir aday aramaya başladılar. Öyle bir hayvan bulmalıydılar ki, zeka konusunda kendileriyle yarışa çıkamasın, onlara bir zararı olmasın, yani hayvanların en aptalı olsun. Araya araya buldular bu hayvanı: Öküz...

bir sabah sansar, yemyeşil bir çayırlıkta otlamakta olan öküzün yanına gidip,

- Merhaba öküz kardeş, diye söze başladıktan sonra, öküzün zekasını övmeye başladı.

Öküz büyük bir alçakgönüllülükle gülümseyerek,

- benimle alay mı ediyorsun sansar kardeş? dedi.

Sansar,

- Ne diye alay edecekmişim, dedi, hayvanların en zekisiyle alay etmek haddime mi kalmış...

Sansar, öküzü hayvanların en zekisi olduğuna inandırmak icin diller döktü. bununla da yetinmeyip öbür hayvanları da, öküzün en zeki hayvan olduğuna inandırmaya çalıştı. Sansardan sonra çayırda otlayan öküzün yanına tilki gitti. kendisine bön bön bakan öküze,

- Ah öküz kardeş, dedi, gözlerinden zeka kıvılcımları çıkıyor. Öküz,

- ben her ne kadar öküzsem de sandığın kadar da öküz değilim, kendimi bilirim, dedi.

Tilki,

- İnan olsun öküz kardeş, dedi, senin o zeka kıvılcımları çakan pırıl pırıl gözlerine bakarken, ipnotize olup kendimden geçiyorum. En zeki hayvan yarışmasının rakipsiz tek adayı sensin.

Tilki, öküzün zekasını tanıtmak icin, can düşmanı sansardan daha büyük bir reklam kampanyasına girişti.

Hayvanlar, öküzün zeki olmadığını, yarışmayı kesinlikle kazanamayacağını elbet biliyorlardı. ama sansarla tilkinin, kendilerinden baskın çıkıp en zeki hayvan seçilmemesi icin, öküzün zeki olduğu yalanına inanmadıkları halde inanmış göründüler. birbirlerine öküzün ne büyük zekası olduğunu ballandıra ballandıra anlatmaya başladılar.

- aman zürafa kardeş, bizim öküz yok mu, ben onun kadar zeki hayvan görmedim...

- Hiç bilmez olur muyum, devekuşu kardeş, öküz benden bile zekidir. sen ne dersin leylek kardeş?

- En zeki hayvan yarışmasında ben oyumu, gözümü kırpmadan öküze vereceğim. Dağlar, taşlar, ormanlar, çöller, kayalar, dereler, hayvanların öküz övgüleriyle yankılanıyordu:

- Hayvanların en zekisi öküzdüüüür!

- Öküzden daha zeki hayvan yoktuuuur!

- bizim en zekimiz öküüüüz!

Bütün hayvanların bu yoğun propagandası karşısında öküz de yavaş yavaş, gerçekten hayvanların en zekisi olduğuna inanmaya başlamıştı. kendi kendine şöyle diyordu:

- Çakal, sansar, tilki, bütün hayvanlar söylüyor, hayvanların en zekisi benmişim. Hepsi de aldanmıyor ya, öyleyse dedikleri doğru...

Yarışma günü geldi. Bütün hayvanlar, öküzün hayvanların en zekisi olduğunda anlaştılar. Böylece öküzün hayvanlar toplumundaki yeri, işi, görevi, düzeyi, yükselmiş oldu. Öküz artık kasıla kasıla yürüyor, şişine şişine böğürüyor, yayıla yayıla kuyruk altından mayıs bırakıyordu.

Gel zaman, git zaman... Hayvanlar arasında, çiftesi en pek hayvan yarışması yapılacaktı. Hiç kuşkusuz, çiftesi en pek hayvan, ya at yada katırdı.

Eşek de,

- benim de çiftem güçlüdür! diye araya giriyorduysa da, katırla atın çiftesi yanında eşeğin çiftesinin adı bile geçmezdi.

Katır atın, at da katırın çiftesi en güçlü hayvan diye seçileceğinden korkuyordu. Bu iki hayvan arasında tarih boyunca süren kanlı bir çifte atma rekabeti vardı. Bu iki can düşmanı, yarışma günü yaklaştıkça birbirlerine atıp tutmaya başladılar. At şöyle diyordu:

- Hıh, katırın çiftesi de çifte mi sanki... Öküz bile ondan daha sert çifte atar. Babası eşek olan bir hayvanın çiftesinden ne çıkar..

Katır da şöyle demekteydi:

- Atın çiftesiyle sinek bile ezilmez. Öküzün çiftesi bile atınkinden daha güçlüdür.

At derede su içmekte olan öküzün yanına gidip ona şöyle dedi:

- Ey sayın öküz, sen dünyanın yalnız en zeki değil,hem de çiftesi en güçlü hayvanısın!

Art sol ayağıyla bastıgı taze fışkıdan fos diye bir ses çıkaran öküz,

- aman at kardeş, dedi, sen varken benim çiftemin lafı mı olur.

At üsteledi:

- Yoo, sayın öküz, sen bir çifteyle katırı devirirsin. Boşuna alçakgönüllülük gösterme.

At gitti, arkasından katır, öküzün yanına geldi,

- Dünyanın çiftesi en güçlü hayvanı sayın öküze saygılarımı sunarım, dedi.

Öküz, bu sözlere önce inanmak istemedi, ama katır,

- benim çifte de, atın çiftesi de seninkinin yanında hiç kalır.. deyince,

- ben onlardan daha iyi bilecek değilim ya... diyerek,

çiftesinin pekliğine inanmaya başladı.

Her hayvan kendini çiftesi en güçlü hayvan sanıyordu. Horoz bile, mahmuzuyla çifte atabileceğini sanmaktaydı. İşte bu yüzden bütün hayvanlar, çiftesi zayıf bir hayvanın çiftesi en pek hayvan olarak seçilmesini istemekteydi.

Yarışma günü geldi. Bütün hayvanlar, öküzün çiftesi en güçlü olduğunda birlik gösterdiler.. Böylece en zeki hayvan olan öküzün çiftesi en güçlü hayvan olarak da hayvanlar toplumundaki yeri, işi, görevi, düzeyi daha da yükseldi.

Gel zaman, git zaman... Hayvanlar arasında hızlı koşma yarışı yapılacaktı. Her hayvan, hatta kaplumbağa bile, kendisini en hızlı koşan hayvan sanmaktaydı. ama yine her hayvan icinden, en hızlı koşan hayvanın ya tavşan yada tazı olduğunu biliyordu. Hepsinin icinde de, her zaman, her yerde olduğu gibi, en güçlüye, en başarılıya düşmanlık, kıskançlık, çekemezlik duyguları vardı. Onun icin, en hızlı koştuklarını bildikleri halde, tavşanla tazının yarışmayı kazanmasını istemiyorlardı.

Hızlı koşmada en amansız rakip olan tavşanla tazı, yarışma günü yaklaştıkça birbirlerine can düşmanı olmuşlardı. Tazı,

- ben birinci olmayacaksam, öküz olsun daha iyi... diyordu.

Tavşan da aynı düşüncede olduğundan öküze gidip,

- sen yalnız en zekimiz, en çiftesi güçlümüz değil, hem de bizim en hızlı koşanımızsın sayın öküz, dedi. Öküz, tavşana,

- Tazı da senin gibi düşünüyor... dedi.

Yarışma günü gelip çattı. Bütün hayvanlar koşmaya başladılar. Hızlı koşabilenler, rakipleri birinci olmasın diye birbirlerini çelmelediklerinden, önleyip engellediklerinden düşüp devriliyorlardı. Hepsi de, içlerinde en yavaş koşan öküzün birinci gelmesini istiyorlardı, ona yol veriyorlardı. bunun sonunda öküz birinci oldu.

En zeki, en çiftesi pek, en hızlı koşan hayvan seçildiğinden, öküzün hayvanlar toplumundaki yeri, düzeyi, işi, görevi daha da yükselmişti. Öküzün burnu büyümüştü, yanına varılmıyordu artık.

Gel zaman, git zaman... En yakışıklı hayvan seçimi yapılacaktı. Bütün hayvanlar kendilerini en yakışıklı sanmaktaydı. ama hepsi de en güzel hayvanın dağ keçisiyle geyik olduğunu da biliyorlar, bu iki güzel hayvanı kıskanıyorlardı. tek onlar birinci seçilmesin de, isterse öküz en yakışıklı, en güzel hayvan seçilsin...

Geyikle, dağ keçisine gelince, bu iki rakip birbirlerinin aleyhine propagandaya girmişlerdi. İkisi de birbirlerinin çok çirkin olduğunu yayıp duruyordu. Dağ keçisi geyik, geyik de dağ keçisi icin,

- Öküz bile ondan yakışıklıdır... diyordu.

Öbür hayvanlar da, yalan olduğunu bildikleri halde öküzün en yakışıklıları olduğuna inanmış görünmeye başlamışlardı. Seçim günü geldi. Bütün hayvanlar oylarını öküze verdiler. Böylece öküz en yakışıklı, en güzel hayvan seçildi. Bu seçimden hayvanların en güzeli, en yakışıklısı olan geyikle dağ keçisi bile memnundu.

Gel zaman, git zaman... Hayvanlar arasında en yırtıcı olanı seçilecekti. İki aday vardı, biri kurt, biri de kuş... Kuş deyince serçe kuşu değil, kartal. Kurtla kartaldan daha yırtıcı hayvan yoktu. ama yine.de bütün hayvanlar, bu gerçeği bildikleri halde, kendilerinin en yırtıcı olduğunu sanıyorlardı.

Kartal, yatıp geviş getirmekte olan öküzün yanına gitti:

- Sayın öküz, dedi, akılsız kurt, kendisini senden daha yırtıcı sanıyor. Öküz,

- ben hiç yırtıcı değilimdir, dedi, çünkü ot yerim.

- Yooo, hiç alçakgönüllülük göstermeyin boşuna... siz kurda göre çok daha yırtıcısınız.

Az sonra da yanına gelen kurt, öküze,

- Dünyanın en yırtıcı hayvanını selamlarım... dedi.

Öküz,

- Yanılıyorsun kurt kardeş, dedi, evet ben en zeki hayvanım. Evet, en çiftesi pek hayvan benim. Evet, en hızlı koşan hayvan benim. En yakışıklı hayvan da benim. ama en yırtıcı değilim. sen benden çok daha yırtıcısın.

- Hayır, hayır... İstersen sen benden üstün olabilirsin yırtıcılıkta...

Seçim günü gelip çattı. Öküz, hayvanların oybirliğiyle en yırtıcı hayvan seçildi. Bu birincilikten sonra, hayvanlar toplumundaki yeri, işi, düzeyi daha da yükseldi.

Gel zaman, git zaman... Hayvanların en düşünür olanı seçilecekti. Elbette bu yarışmada en güçlü iki aday kazla hindiydi. Her zaman olduğu gibi, bu iki güçlü aday birbirlerine düşünce, yine öküz en düşünür hayvan seçildi.

Gel zaman, git zaman... En koruyucu hayvan seçimi yapılacaktı. Elbette hak, çoban köpeğiyle kurt köpeğinden birinindi. ama en koruyucu hayvan seçiminde çoban köpeğiyle kurt köpeği bile oylarını öküze vermişlerdi. Öküzün,

- ben kendimi bile koruyamam... demesi, seçilmesini önlemedi. ama seçimden sonra, öküz de kendisinin en koruyucu hayvan olduğuna inanıp böğürerek, köpek taklidi yapıp havlamaya çalıştı.

Gel zaman, git zaman... En büyük hayvan seçimi yapılacaktı. Ya fil, ya deve kazanacaktı yarışmayı. ama karınca bile kendini hayvanların en büyüğü sandığından, fille deveyi büyüklükte çekemiyor, başka bir hayvanın birinci olmasını istiyordu. Fille deveye gelince, onlar da birbirlerine düşmüşlerdi. Seçim yapıldı. Çok demokratik bir seçim olmuştu. Öküz, seçimi kazanmış, hayvanların en büyüğü seçilmişti.

Artık böbürlenmesinden, öküzün yanına varılamıyordu.

Gel zaman, git zaman... En sütlü hayvan yarışması yapılacaktı. Yarışmayı, ya ineğin ya mandanın kazanacağı biliniyordu ama gelgelelim, memeleri olmayan, bütün yaşamında bir damla süt bile görmemiş olan tavuklar bile, kendilerini en sütlü hayvan sanıyorlar, bu yüzden de mandayla ineği kıskanıyorlardı. Aralarındaki rekabet yüzünden birbirlerine düşmüş olan mandayla inekse, tek rakibi birinci olmasın diye, öküzün en sütlü hayvan olduğunu söylüyorlardı. Manda, öküzün yanına gidip, ona en sütlü hayvan olduğunu söyleyince, öküz,

- siz beni kızkardeşim inekle karıştırdınız galiba, dedi, ben hiç süt vermedim şimdiye dek... Memelerim de yok. Manda,

- Maşallah siz o kadar sütlü bir hayvansınız ki, dedi, süt vermek icin memeye bile ihtiyaç yok.

Arkadan inek, öküzün yanına geldi. Ağabeyine en sütlü hayvan olduğunu söyledi. Öküz,

- Yahu, memem bile yok ki, süt vereyim... dedi. Öküz böyle söylerken, biyandan da işiyordu. Bunu gören inek,

- İşte, işte bak ne güzel de süt veriyorsun! diye bağırdı. Öküz,

- Ne sütü yahu, işiyorum... dedi. İnek de ona,

- Demek sen şimdiye dek hep süt işiyormuşsun da haberin bile yokmuş... dedi.

Bütün hayvanlar, başta en sütlü hayvan olan mandayla inek, öküzün en sütlü hayvan olduğunu yaymaya başladılar. Dağ-taş onların yaydıkları reklamla inledi.

- En yağlı süt, öküz sütü!

- Sütlerin en temizi öküzün sütüdür.

- Öküz öyle sütlüdür ki, süt işer!

Bu yoğun reklamlarla artık öküz de sidiğinin süt olduğuna, sanrı renkli süt işediğine inanmıştı.

Seçim zamanı geldi. Bütün hayvanlar, en başta da inekle manda, oylarını öküze verdiler. Böylece öküz, en sütlü hayvan seçildi.

Gel zaman, git zaman... Hayvanlara yeni bir başkan seçilecekti. Oldum bittim hayvanların başkanı elbet aslandı. Yine bir aslanın başkan seçileceğine hiç kuşku yoktu. ama ne var ki, kaplan da başkanlığa adaylığını koymuştu. Kaplan,

- Ya o, ya ben!... diyordu.

Kaplan böyle diyordu ama, aslanın yine başkan seçileceğinden korkuyordu. bunun üzerine "Ya o, ya ben!" diyen kaplan,

- Ne o, ne ben! demeye başladı.

Aslan da, kaplanın başkanlığa adaylığından sonra başkan olmaktan umutsıızluğa kapılmaya başlamıştı. Ya kaplanı başkan seçerlerse... tek kaplan seçilmesin diye, aslan da,

- Ne o, ne ben! demeye başladı.

Bütün hayvanlar, hak etmediklerini, layık olmadıklarını bile bile hayvanların başkanı olmak istiyorlardı. Her başarılı, her güçlü kıskanıldığından, onlar da aslanla kaplanı çekemiyor, kıskanıyorlardı. İşte böyle böyle hayvanların başkanlığına öküz aday gösterildi. Çünkü hayvanlar, inanmadan öküzü en zekileri seçmişler, ama sonra sonra inanmaya başlamışlardı. Öküzü, yalan olduğunu bile bile, en sütlü hayvan, en güzel hayvan seçmişler, sonradan bu seçim resmileşince kendi yalanlarına inanmaya başlamışlardı. E böyle olunca, en zeki, en çiftesi pek, en hızlı koşan, en yakışıklı, en yırtıcı, en düşünür, en iyi koruyan, en büyük, en çok süt veren hayvan olan öküz, neden hayvanların başkanı olmasındı? Bu denli çok üstünlük ne aslanda vardı, ne de kaplanda... Kaldı ki, rakibi kaplan seçilmesin diye, tarih boyunca hayvanların başkanı olan aslan bile, öküzün başkanlığa kendisinden daha layık olduğunu söylüyordu. yeni başkan adayı kaplansa,

- Başkanlık öküzün hakkıdır! diyor da başka bir şey demiyordu.

Öbür hayvanlara gelince, nasıl olsa kendileri başkan olamayacaklarına göre, onlara en az zararı olan, hiç de rakip saymadıkları öküzün başkan olmasını istiyorlardı. İşte böylece seçim zamanı gelince, bütün hayvanların oybirliğiyle öküz başkan seçildi. Başkan öküz, kendini gerçekten başkan sanarak başkan gibi davranmaya başlayınca, hayvanlar da bu davranışı karşısında onu gerçekten başkan sanmaya başladılar.

Hayvanların tarihini yazan gergedan, çağını yazdığı tarih kitabına bu olayı şöyle yazdı:

"Atla katır tepişir, olan eşeğe olur. Öyle zaman gelir, güçlüler birbirine girer, arada öküz bile başkan olur."
 
Kaz Yolma Operasyonu
Çok soğuk bir kış günü padişah, tebdil-i kıyafet
yapıp gezmeye karar verir. Yanına baş vezirini de
alarak yola çıkar. Az gidip, uz gidip bir derenin
kenarına varırlar. Dere kenarında kan ter icinde
çalışan bir ihtiyar görürüler. Adam elindeki derileri
suya sokup, döverek tabaklamaktadır. Tebdil-i kıyafet
yapan Padişah ihtiyari selamlar.
-" Selamün aleyküm ey piri fani."
-" Aleykümselam ey Serdar-ı Cihan".
Padişah sorar:
-" Altılarda ne yaptın ?"
-"Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor
sultanım"
diye cevap verir yaşlı adam. Padişah gene sorar:
-" Geceleri de mi kalkmadın ?"
-" Kalktık kalkmasına amma, ellere yaradı" der
ihtiyar.
Padişah bu cevaba güler.
-" Peki bir kaz göndersem yolar mısın ?"
-" Elbette sultanım. Hem de hiç ciyaklatmadan."
Padişahla baş vezir adamın yanından ayrılıp yola
koyulurlar. Sultan vezirine döner.
-" Ne konuştuğumuzu anladın mı vezir?" diye sorar.
-" Hayır padişahım" şeklinde cevap alınca Padişah
sinirlenir.
-" Ey vezir bu akşama kadar ne konuştuğumuzu
anlamazsan tiz kelleni alırım." der.
Korkuya kapılan baş vezir, padişahı saraya bıraktıktan
sonra kafadan olma telaşıyla dere kenarına koşar.
İhtiyar adamı hala orada çalışıyor görünce derince bir
oh çeker. Nefes nefese vezir.
-" Ne konuştunuz siz padişahla" diye sorar. Hem merak
hem de telaşla.
Adam, baş veziri şöyle bir süzer.
-" Kusura bakma. Bedava söyleyemem. ver bir yüz altın
söyleyeyim." der sonra da. vezir el mahkum yüz altını
verir.
"sen padişahı, serdar-ı cihan, diye selamladın. Oysa
ki kıyafetini değiştirmiş idi. Nereden anladın padişah
olduğunu."
-" ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan
başkası giyemezdi" diye cevaplar soruyu keseyi keyifle
kuşağına yerleştirirken. vezir şaşkın bir halde bu kez
de
-" Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor
da ne demek." Diye sorar. Adam ikinci keseye uzatırken
elini
-" Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki,
kış günü çalışıyorsun, diye sormuştu. ben de, yalnızca
altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, yemek
bulamıyoruz" dedim.
vezir bir soru daha sordu yüzlüğü peşin peşin
uzatırken ihtiyara.
-" Geceleri kalkmadın mı ne demek oluyor pekala?"
-" Çocukların yok mu?" diye sordu. Var, ama hepsi
evlatlarımın kız. Evlendiler, başkasına yaradılar,
diye cevapladım."
Bu gizemli konuşma sırasında hayretten hayrete düşen
vezir son bir soru sormaya yeltenir;
-"Her şeyi anladım da 'kaz gönderirsem yolar mısın?'
dedi ya, Padişah o kaldı aklımda. "Peki onun anlamı
neydi, çok merak ettim?" der.
İhtiyar muzip muzip güler.
-"Onu da sen bul..."
 
Ümit
bir öğle vakti, bir lokantada yemek yerken, yan masalardan birinde kanser uzmanı olduklarını anladığım 2 doktorun konuşmalarına kulak misafiri oldum.
biri, yana yakıla şikayet ediyordu:
- "Bob, anlamıyorum bir türlü. seninle ben aynı ilaçları, aynı dozda, aynı düzende ve aynı kriterlere göre uyguluyoruz fakat benim hastalarımın tedaviye cevap verme oranı yüzde 22, seninkilerin ise yüzde74 ki bu oranda bir iyileşme, metastaz kanserinde duyulmamış bir şey. Bunu nasıl başarıyorsun?"
Meslek taşı cevap verdi:
- "İkimizde tedavi icin etoposide, platinum,oncovin ve hydroxyurea kullanıyoruz. Biliyorsun, biz doktorlar bu 4 ilacın ismini birleştirip kısaca "EPOH" demeyi adet edinmişiz.
ben bu sıralamayı değiştirdim hastalarıma, kendilerine "HOPE" (ÜMİT) verdiğimi söylüyorum.
Böylece, durumları kötü olsa bile, onlara yinede bir ümidin var olduğunu hissettiriyorum..."
 
Dost........
Ülkenin birinde iki gerçek dost yaşarmış.
birinin malı, ötekinin malı gibiymiş.
Anlaşılan o ülkede dostluk, bambaşkaymış...

bir gece ülkede herkes dalmış derin uykulara.
Orada güneş battı mı, fırsat bu fırsat der,
uykunun tadını çıkarırmış millet.

Gece yarısı bizim dostlardan biri, fırlamış yatağından,
koşmuş doğru dostunun evine.
Uyandırmış hizmetçileri tatlı uykularından...

Dostu, yukarıdan duymuş sesini. Hemen kaptığı gibi
kılıcını, kesesini, koşmuş dostunun yanına...

"Hayrola!" demiş, merak icinde, soluk soluğa...
"sen, kolay kolay uyandırmazsın kimseyi,
uykuyu da seversin üstelik.
Kumarda kaybettiysen; al şu keseyi.
Evini bastılarsa; işte buradayız ben ve kılıcım.
Haydi gidip haklarından gelelim.
Yalnız yatamaz mı oldun yoksa???
benim güzel cariyeyi al git öyleyse..."

"Yok a canım." demiş dostu... "Ne o, ne de bu.
Rüyamda biraz düsünceli gördüm seni...
Sakın başı dertte olmasın deyip koştum.
Kusura bakma dostum!"


Gerçek bir dostu olmak ne güzel bir şey!
Derdini açmanı beklemez bile...
kendi bulup söylemek ister, belki sen çekinirsin diye.
Sevdiği insanın üstüne titrer,
bir düşten, bir hiçten nem kapar.
 
İnce Kalpli Dondurmacı
Arkadaşım Gayle dört yıldan bu yana kansere karşı yaşam mücadelesi veriyordu.

Diğer arkadaşlarımla birlikte onu ziyarete gittiğim bir gün çocukluk düşlerimizden söz ediyorduk. Gayle başını pencereye doğru çevirdi. Gözleri çok uzaklarda, sesi sitem dolu
"ben, kumandalı, kırmızı bir oyuncak arabamın olmasını isterdim hep, ama doğum günümde ne istediğimi söylersem; dileğimin gerçekleşmeyeceği korkusuyla hiç kimseye söyleyememiştim bunu. Bu nedenle de asla radyolu, kırmızı bir oyuncak arabam olmadı." dedi.

Gayle'i ziyaretimden bir kaç gün sonraydı. Çok sevdiğim dondurmayı almak icin sırada beklerken birden dondurmacının vitrinindeki kırmızı oyuncak arabayı gördüm.

Yanına da bir not iliştirilmişti:
"Dondurmanızı alırken vereceğimiz kuponu doldurmayı unutmayın, belki de çekiliş sonunda bu kumandalı araba sizin olabilir."

Hemen Gayle'in sözleri geldi aklıma. bir kaç hafta boyunca sürekli dondurma alıp, verdikleri kuponları doldurdum. Hiç bir çekilişte de kazanamadım. Bu kırmızı arabayı mutlaka Gayle'e almalıydım.

Dördüncü haftanın sonunda artık çekilişte kazanmaktan ümidimi yitirmiştim.

Dükkan sahibi ile konuşarak bana bu arabalardan bir tanesini satmalarını rica ettim.

Dükkan sahibi dört haftadır hergün dondurma alıp, kuponları doldurduktan sonra büyük bir heyecanla çekiliş sonuçlarına baktığımın gözünden kaçmadığını söyledi.

Ardından da gözlerimin icine bakarak:
"Söyler misiniz, neden bu kadar çok istiyorsunuz bu arabayı ?" diye sordu.

Gözlerimden süzülen yaşlara aldırmadan ona arkadaşımdan söz ettim. Çok etkilenmişti.
"İstediğiniz oyuncak arabayı verdiğiniz adrese göndereceğim" dedi.
Yazdığım çeki masanın üstüne bırakarak , büyük bir mutlulukla evime geldim.

Ertesi günü Gayle'i ziyarete gittiğimde gözleri ışı ışıldı. Elindeki kırmızı oyuncak arabayı göstererek küçük bir çocuk heyecanıyla:
"Bak" dedi. "Bunca yıl bekledim ama nihayet dileğim gerçekleşti, hem de tam istediğim gibi !"
Ertesi günü postacı bir zarf uzattı elime. Açıp okumaya başladım:
"Sevgili Bonnie, annem ve babam da kanserdi ve ikisinide, altı ay gibi kısa bir sürede kaybettim. İkisi icinde çok çabaladım ama doğrusu dostlarımın sevgisi ve cömertliği olmasaydı hiç bir şey yapamazdım. Gerçek dostlarım olduğu icin kendimi hep şanslı hissettim. Gayle'de senin gibi bir dostu olduğu icin çok şanslı. En iyi dileklerimle. Norma"

Dondurma dükkanının sahibiydi mektubu yazan. benim masasına bıraktığım çek de zarfın icindeydi.
 
Bir Makas Ve Bir Kutu İlaç
bir makas ve bir kutu ilaç. Tercih sözkonusu olduğunda hiç düşünmemiştim hangisini seçeceğimi ama işte o an bir kutu ilaca baktım baktıkça kendimi değil geride bıraktıklarımı düşündüm. Ne yaparlardı tek tek bütün tanıdıklarımı düşündüm.
Ölüm haberimi aldıklarında ne yapacaklardı. Görmek isterdim kimin ne kadar üzüldüğünü ama şuna emindim ki üzülmeyen bir tek insan olmazdı tanıdıklarımın icinde belki tanımadığım insanlar bile yada beni tanımayanlar üzülürdü duyunca hikayemi.
Bu suçsuz insanın nasıl olurda kendi canına kıyacağını. Sonra gidip uyuyan kızımın o güzel masum yüzüne baktım.
beni ne kadar çok sevdiğini söylediği sevgi sözcüklerini duydum kulaklarımda. bensiz düşünemiyordu hayatı belki herkes gidebilirdi ama ben yani annesi olacaktı hep yanında. Kimse yoktu ben bunları düşünür savaşırken hayatta kalmakla gitmek arasında. biri gelsin birşey söylesin gitme desinde işim dahada kolaylaşır diye düşündüm. Sonra tekrar kendi evim diyebileceğim ama evim olmayan evin mutfağına attım kendimi. Kardeşim arkadaşı ile gülüyor şakalaşıyordu sanki nereden çıktı bu ablamlar dercesine baktığını hatırladım bu akşamki yemekte gözlerimin icine. Bakmıştı ama tamam gidiyorum hayatından sen rahatını bozma diyemiyordum. Sırtımı dönüp o bakışı unutmak istercesine kızımı alıp kaçmıştım hemen odaya. bir taraftan bulaşıkları yıkarsam belki fazla yorulmaz ve bize katlanabilir diye düşündüm. ve kızımı uyutmaya karar verdim kendimle başbaşa kalabilmek icin.

Çok üşüyordu minik yavrum yere serili yatakta yatarken başına pencereden gelen rüzgarı elimle ölçtüm birşeyler daha giydirip yeni aldığım hikaye kitabını okudum. Okuduğumu duymuyordum o anda kafamda bin tane düşünce savaşıyor ve kaybediyordu saniye farkla. Sonunda uyumuştu gözlerini kapattığı an başladı yaşlar süzülmeye yanaklarımdan. Kalkıp oturdum çünkü bende hastaydım ve nefes alamıyordum. Nefes alabilmek çok güzeldi ama değerini bilemiyordum. bir süre ağladım düşüncelerime meze olsun diye.bir hafta öncesine kadar bir odası kurulu düzeni ve çok sevdiiği arkadaşlarının olduğu bir okula gidiyordu kızım. bir gün içerisinde değişmişti hem onun hem bizim hayatımız ama biz bile anlayamazken yaşadıklarımızı ona anlatamıyorduk. Artık kirasını bile ödeyemediğimiz evimizden eşyalarımızı alıp ***ürerek taşıdılar bizi kardeşimin evine. Gelmeyi düşünüp gelmemek çok daha rahatlatıcıydı oysa. Gidelim diyordum gidelim buralardan ama bir evimin olması sadece bana ait olması her zaman daha çekiciydi gözümde. Gitmemek icin direndik birsüre sonra onlar geldi. Küçüklüğümün kötü adamları icra polis avukat üçlüsü.Alıp ***ürdüler ele dokunur ne varsa evimizden. Sanki kararın doğru taşınmalısın der gibiydiler, ne yaptıysak durduramadık bu talanı.
Eve geldiğimde eşim her yeri toplamış süslemişti. Kızımın evi görmesini istemedim, eşyaların yoklukları değil onun vereceği tepki korkutuyordu beni. Neyseki Kızım yoktu evde gittiğimde. Oh şükür dedim içimden görmemiş bize dokunan şeyler kimbilir onda ne yaralar açardı belkide onunda çocukluğundan hatırladığı bu kötü adamlarmı olurdu.

Eşim evi toplamış almayı unuttukları bir müzik çalarda hafiften bir müzik çalıyordu. Çoktandır sermediğim örtüleride sermişti sehpanın üzerine koltuklarımız ve sehpamız vardı hala onu güzelleştirmek istercesine. Aslında görmedi diye sevinmiştim ama kızımın evin o manzarasını gördüğünü ama sandığım kadar büyük bir tepki vermediğini öğrendim. Eve getirdim televizyon seyrettiği bakıcısını evinden. Eve girer girmez o akşam televizyonda oynayacak olan dizileri saymaya başladı sadece hızlı hızlı sevdiği programları sayıyor ve ağlıyordu. Onu yatıştırmak bir gün daha sabretmesini söylemeye çalışmak faydasızdı ama hala bizim ağlamadığımızı ve yalanda olsa gülücükler saçtığımızı görünce sustu. Ertesi günü televizyonumuzun geleceğini söylemiştik ona geleceğine inanmasakta. Gidecek bir yerimiz vardı oda ne zamandır gelmemizi isteyen kardeşimin eviydi. Sanki sevgi doluydu gelin abla beraber yaşayalım dediğinde ağzından çıkan kelimeler. ama aslında kabus yeni başlıyordu. Aslında hayata sen öyle bakarsan kabus olurdu biliyorum ama artık yaşadıklarımın çok ağır gelmesi beni delirtecek güce ulaşması güzel görmemi engelliyordu hayatı. Ertesi günü bekledik ve eşyalarımızı hemen geri alamayacağımızı söylemeleri ile o akşam bir haftalık kıyafetlerimizide alarak uzaklaştık o evden sanki gecenin karanlığı herşeyi kapatıyor soğuğu ise içimize işliyordu. Otobüs beklerken yeni bir hayata başladığımı düşünüyor kızımın anlamsızca bakan gözlerine bakmamaya çalışıyordum.Zaten ağlayarak çıkmıştı o evden artık bir daha o eve gelmeyeceğini okulunu arkadaşlarını göremeyeceğini biliyordu sanki.

Çok yakında aylardır hazırlandığı 23 Nisan gösterileri yapılacaktı okulunda ve bu gösteri onun icin çok önemliydi. Gösteriye katılacağını söyledik buna bizde inanmadan ve çok uzun bir bekleyişten sonra bizi kardeşimin evine ***ürecek otobüse bindik. Hiç konuşmak istemiyordum durakalmıştım. Oysaki en çok ben istemiştim kardeşimin evine gitmeyi neden mutlu değildim. Eve gittiğimizde kardeşim yeğenim ve bir arkadaşı yemek yiyorlardı. O zaman bu evdemi yaşayacaktım artık dedim içimden kendi evim gibi olmayacaktı hiçbir zaman ama kendi evimiz gibi hissetmek gerekiyordu huzurlu olmamız icin.

Aradan bir hafta geçmişti kabus gibi bir hafta yeğenim ve kızım sürekli tartışıyor ve kardeşim ve eşim bu konuda hep kızımın üzerine geliyorlardı. Onu korumak bana aitti. Onu korumak kendimi yaşadıklarımı üzüntülerimi unutup sadece onu korumak. Bu annelik iç güdüsümüydü bilmiyorum ama o çok sevdiğim yeğenimi bir düşman gibi görüyordum kızımı üzdüğü icin. O hafta sonu tekrar apar topar çıktığımız evimize gittik hala almamız gerekli şeyler vardı üstelik bir hafta sonra kalan eşyalarımızı bir depoya taşımak zorundaydık ve toparlanacak çok şey vardı. Hızla evi toplayıp sarmaladık ve yine kabus dolu bir hafta geçirmek üzere döndük kardeşimin evine.Kızımı çok seviyordu ne de olsa teyzesiydi ama oda annelik iç güdüsünden hep oğlunu haklı görüyor zaten babasız büyümesinden dolayı acıdığı yeğenimi o da kendince koruyordu.

O hafta Salı günü tatildi ve kızımın yirmiüç nisan gösterilerine katılmak gibi bir hayali vardı hala. Onu gösteriye ***ürmeye üşendiğimizden değilde gösteride giyeceği kıyafetleri alamadığımızdan ***üremiyorduk. Ona havaların yağmurlu olduğunu ve gösterinin iptal edildiğini söyledik hiç tepki göstermedi yine korktuğum gibi olmamıştı ama benim kızım niye tepksizdi kendisi icin çok önemli, şeyleri kaybettiğinde bile neden bu kadar tepkisizdi.Oda alışmışmıydı bu yokluğa bu anlamsızlığa bilmiyorum. Pazartesi günü yine çaresizliklik artık son safhasına varmış ve beni hiç istememem birinden borç istemeye kadar zorlamıştı. Herkez herşey beni o kadar incitiyor o kadar üzüyorduki bunun da üzmesi incitmesi hatta çok sevdiğim birini kaybedebileceğim düşüncesi bile beni engelleyemedi.
Ona bir faks çektim sadece yalvardım öl dese ölecektim geldese de gidecek o kadar bıkmıştım o kadar çaresizdim.Faksı çekerken avucumun icine gömmüştüm tırnaklarımı ruh gibiydim ayakta zor duruyor bir yere yaslanmak istiyordum. Çabucak kaçtım faksı çektikten sonra masamın bulunduğu odadan. Çünkü telefon çalsın beni arasın istemiyordum çünkü onunla konuşacak kadar cesaretli değildim. Kimseye yalvarmamıştım üstelik yalvardığım bu kişi başkası olsaydı belki bu kadar etkilenmezdim. Ağzımda iki kelime çıkıyordu sadece onu kaybettim kelimeleriydi. Sigaramı içerken sürekli bunu tekrarlıyor ve ağlıyordum.O anda yaşadığım o büyük acıyı ve sebebini kimseye anlatsamda anlayamaz. Ömrümden ömür silinmişti sanki ölmeyi tercih ederdim o kadar. Sonra toparlandığımı sanarak yerime gittim kardeşim onu aramış ve gelen haber olumsuzmuş.Yani bana borç falan veremezmiş çünkü onunda durumu da iyi değilmiş. Boşuna kendimi küçük düşürmüş yalvarmıştım. Peki şimdi ne yapacaktım. Onu arayamazdım artık konuşamazdım çare değil ölmek istiyordum.Kimseyle konuşmadım iş dışında ve akşam olunca yine bir ruhtan farksız olan bedenimi eve taşıdım. Bu yabancılığı bu umursamazlığı hiç bu kadar hissetmemiştim kardeşim yaşadıklarımı anlattığımda sanki hiç önemsemeden beni dinliyordu bana yabancı gibi bakıyordu çünkü onun hayatı ve heyecanları olduğu gibi kalmış kaldığı yerden devam ediyordu.

kendimi oraya ait hissetmek icin elimden geleni yapmıştım ama başaramadım o gece yanlış bir geceydi. Eşim yoktu çalışıyordu. bir an önce ölmek tek düşündüğüm buydu saaatler geçtikçe buna daha çok yaklaşıyordum kızımı uyuttum evde sezsizlik hakimdi, kardeşim benim uyuduğumu sanıp arkadaşı ile bilgisayarda chat yapıyordu. Sanki son bakışını unuttuğumu düşünüyor oh be kendi evim kendi odam ve hayatımda bunların ne işi var der gibi salonun kapısını sıkı sıkıya kapattı. bizi duymak görmek bile istemiyor böyle bir günde tüm olup biteni ona anlatmışken beni nasıl olurda yanlız bırakır diye düşünüyordum, kendimde değildim ve kızımı uyuttuktan sonra mutfağa gittim. Hem ağlıyor hem sigara içiyor hemde saçlarımla uynuyordum. Sanki o saçlar bana ağırlık veriyordu sanki onları kessem başımdaki bu ağırlık kaybolup gidecekti. Şimdi ilaçları içmenin tam zamanı diye düşündüm sigaramı bitirdim ve tekrar kızıma bakmaya gittim dönüşte de yatak odasında makası alıp tekrar mutfağa geldim, makasla ilaç kutusu yanyanaydı. Ölmek kafamdaki tek şeydi herşeyin sonunu ölümümden sonrasını düşündüm. Kızımı eşimi dostlarımı kendimi. Haketmediğim bir hayatı yaşıyordum hakketmediğim acılar çekip inciniyordum. Artık beni hayata ne bağlayacaktı ki. Saçlarımı avuçladım ve kestim umurumda değildi nasıl kestiğim çünkü ölecektim zaten. Kestikten sonra tekrar elimi saçlarıma ***ürdüm ve rahatladığımı hissettim. Sanki herşeye rağmen yaşamam gerekliydi. Kizım icin yaşamam gerekliydi. İçimdeki his bana bunu söyledi. Hala umut vardı ve umutların sebeplerin en büyüğü kızımdı. Saçlarımı toplayıp çöp tormasına attım saklamadım çünkü birileri ben ölmeden onları görsün beni kurtarsın istiyordum keserkende birleri gelsin ne yapıyorsun desin diye bekledim. Kimse gelmedi makası aldığım yere bıraktım ve kızımın yanına başımda korkunç bir ağrı ile uzandım artık ağlamak istemiyordum çok yorgundum. Uyumak ve bir dahada uyanmamak hayalmiydi bilmiyorum ama bu halde uykuya daldım. Sabah kalktığımda olanları unutmuştum. O gün yirmiüç nisandı işe gitmeyecektim kızımla beraberdim.

Hala yaşıyordum ama saçlarım yoktu. Artık kimseye güzel görünmesemde olurdu. Nasıl yaşadığımı bilmeden yaşamaya devam edecektim. Sadece nefes alacak kadar kızımı sevecek kadardı yaşama sevincim. Bu kadar.
 
Vermemiş Allah Neylesin Mahmut
günün birinde padişah mahmut halkın arasında dolaşırken bir kahveye girer. kahvede dikkatini herkesin aptal dediği kahvede çalışan birisi çeker.Adamı yanına çağırır ve kendisine neden aptal dediklerini sorar.adamda elimden hiçbir iş gelmez neye elimi atsam yüzüme gözüme bulaştırırım der.Padişah kalkar sarayına gider ve adamlarına o adama her diliminin altında bir altın bulunan bir tepsi kadayıf ***ürün der padişahın emri yerine getirilir ve bu işlem hergün tekrarlanır adam ise gelen baklavaları kendisi yiyeceğine para kazanmak icin başkalarına satar padişah bir gün adamın yanına gider ve bakarki eski tas eski hamam adam hala fakir ve sorar neden zengin olmadın sana gönderdiğim baklavaların altında altın vardı adamda ben onları başkalarına sattım der padişah adamı saraya çağırır adamı altınlarla dolu bir havuzun başına getirir ve eline bir kürek verir al küreği salla ne kadar altın gelirse hepsi senin der ve adam küreği sallar ve tam altınları çıkaracakken kürek ters döner ve küreğin arkasındaki boşlukta bir altın kalır padişah mahmut kendisne son bir şans daha vereceğini söyler padişah mahmut adamlarından birine adamı boş bir tarlaya ***ürmesini ve eline bir taş verip fırlatmasını ister ne kadar uzağa giderse fırlatacağı taş o kadar çok altın verilecek adama ama adamın haberinin olmamasını istiyor ve emri yerine getiriliyor akşam olduğunda adamla birlikte giden asker tek başına geri dönüyor ve padişah mahmut adama ne olduğunu soruyor ve askerde emriniz yerine getirildi ama adam kocaman bir taşı kaldırdı ve tam fırlatacakken taş elinden kaydı ve adam altında öldü bunun üzerine padişah mahmut ''vermemiş allah neylesin mahmut'' demiş
 
İhtiraslı Menekşe
Büyük bir bahçede, diğer çiçeklerle birlikte huzur icinde yaşayan, çok güzel ve mis kokulu bir menekşe varmış.

bir sabah, çiğdem tanelerinin ıslattığı başını yukarıya kaldırıp bakmış, Çok uzun ve harika bir gülün, yanında sanki bir zümrüt lamba gibi yukarıya doğru süzüldüğünü görmüş.

Mavi dudaklarını açmış ve:" ben ne kadar şanssızım, Bunca çiçek arasında en zavallı durumda olan benim, Doğa beni çok kısa boylu ve zayıf yaratmış, Yere öylesine yakınım ki başımı kaldırıp yukarıya bakamıyorum, Güller gibi yüzümü güneşe de çeviremiyorum, "demiş.

Komşusunun bu sözlerini duyan gül gülmüş ve demiş ki: " Ne kadar garip konuşuyorsun?, sen çok şanslısın, ama farkında değilsin, Doğa seni harika bir koku ve güzellikle ödüllendirmiş, Bunları pek çok çiçeğe vermemiş, Şimdi deminki düşünceleri aklından çıkar ve elindeki değerlere şükret, Unutma ki kendini küçümseyenler cezalandırılır"

Menekşe yanıtlamış: "sen, beni teselli etmeğe çalışıyorsun, Çünkü benim özlem duyduğum şeylere sen sahipsin, Üzgün birinin kalbini okşamaya çalışmak; şanslı biri icin çok kolaydır, ama güçlü birininin zayıflar arasında bir öğüt verici gibi durması da çok acımasızcadır"

Doğa, menekşe ile gül arasında geçen bu konuşmayı duymuş;yaklaşmış ve demiş ki: "Sana neler oluyor sevgili kızım, menekşe?sen şimdiye dek çok tatlı ve mütevaziydin, senin kalbine de aç gözlülük ve hırs girip duygularını incitti mi?"

Menekşe yalvaran bir sesle :" Oh! Yüce ve merhametli annem, senden tüm kalbimle rica ediyorum ; lütfen dualarımı kabul et ve bir tek gün icin gül olmama izin ver"

Doğa yanıtlamış: "Ne istediğini bilmiyorsun, Bu, kör ihtirasının arkasında ne gibi felaketler olacağının farkında değilsin, Gül olunca çok üzüleceksin ama pişmanlığının bir faydası olmayacak"

ama, menekşe ısrarlıymış, " beni bir gül yap, başımı gururla yukarıya kaldırayım,"

Doğa tekrarlamış :"sen, asi ve cahil menekşe, senin istediğini yerine getireceğim, ama başına bir felaket gelirse, asla bana şikayet etmeyeceksin, "

Sonra doğa esrarengiz ve büyülü parmağını uzatarak menekşenin yapraklarına dokunmuş, Menekşe, hemen başını diğer çiçeklerin arasında dimdik tutan bir güle dönüşmüş.

Akşam olduğunda, gökyüzü siyah bulutlarla kaplanmış, ve sessizliği korkunç gök gürültüleri bozmuş, ve bardaktan boşanırcasına yağan yağmur ve şiddetli rüzgar kısa sürede bahçeyi esir almış, Fırtına, bitkilerin dallarını kırmış, köklerini topraktan sökmüş ve uzun boylu olan tüm çiçeklerin gövdeleri parçalanmış, Sadece toprağa çok yakın olan kısa boylu bitkiler hayatta kalabilmişler, Bütün bahçe, rüzgarın ve fırtınanın gazabına uğramıştı, Tüm uzun ve büyük bitkiler yerde bitkin bir halde yatıyorlarmiş, Sadece bahçe duvarının dibinde küçük bir menekşe grubu hayatta kalabilmişti.

Küçük bir menekşe başını kaldırmiş ve çevresinde diğer bitkilerin yaşamış oldukları trajediyi gözden geçiririken şöyle demiş:" Gördünüz mü?Fırtına o yaramaz çiçeklere ne yaptı?"

Derken bir başkası: "Evet, biz küçük ve toprağa yakınız, Böylece gökyüzünün gazabından kurtulduk, "demiş,

bir başkası :"Boyumuz kısa olduğu icin fırtına bize ulaşamadı, "diye söze girmiş.

tam o sırada menekşelerin kraliçesi, kısa bir süre önce güle dönüşmüş olan menekşeyi görmüş, Zavallı, yerde çamurların icinde muhabere alanındaki sakatlanmış bir asker gibi yatıyormuş, Kraliçe, onun yerde durmakta olan başını tutmuş ve hafifçe kaldırmış, Sonra diğer menekşelere dönerek: "İşte evlatlarım!Aç gözlülüğün ve ihtirasın bir saatliğine bir güle dönüşmüş olan menekşeye ne yaptığını gördünüz, Bu görüntü sizler icin ibret olmalı, "demiş.

Ölmek üzere olan gül, geriye kalan son gücünü de toplayarak çok sessiz bir şeklide: "siz kanaatkar ve uysal aptallar, ben fırtınadan hiç korkmadım, Dün, ben de sizler gibi halimden memnun, kanaatkar bir menekşeydim, ama bu yetinme, benim varlığımla yaşamın fırtınaları arasında bir engeldi her zaman, ben de şu anda sizin yaşadığınız yaşamı sürdürüyor olabilecektim, Korku icinde toprağa tutunmuş olarak, Bütün menekşelerin yaptığı gibi kışın geçmesini, karın beni sarmalamasını ve ölüme ***ürmesini bekleyecektim, Oysa ben, şimdi mutluyum çünkü bu küçük dünyadan çıkıp evrenin esrarlı dünyasına geçtim, ama bunu siz yapamadınız henüz, ben aç gözlülüğe tepeden baktım, Evet aç gözlülüğün doğası benden çok daha yüksekti ama gecenin sessizliğini dinlerken, bu dünyanın da konuşmalarını duydum, " Varlığın gerisindeki tutku var oluşumuzun gerekli amacıdır, "diyordu İşte o anda ruhum baş kaldırdı ve yüreğim varlığımın sınırlarını zorlamaya başladı, ve farkettim ki;uçurum, yıldızların şarkısını duyamaz ve işte o an küçüklüğümle savaşmaya karar verdim ve içimdeki hasretin de yaratıcı bir isteğe dönüşmesine dek bu savaş sürdü, ve bizim o sonsuz düşlerimizin güçlü nesnesi olan Doğa, benim isteklerimi kabul etti ve o sihirli parmaklarıyla beni bir güle dönüştürdü.

Gül, bir süre sessiz kalmış, ve sonra giderek zayıflayan bir sesle; başarı ve gurur dolu bir edayla: "bir saat de olsa çok onurlu biğr gül gibi yaşadım, bir kraliçe gibi var oldum ve dünyaya bir gülün gözleriyle baktım, Yıldızlı ve parlak gök yüzünün fısıltılarını bir gülün kulakları ile işittim ve o ışıkların zerrlerine bir gülün dokunuşuyla dokundum, Aranızda biyle bir şeyle onurlandırılılmış olanınız var mı?"

Bunları söylediken sonra başını önüne eğmiş, öksürür gibi bir sesle devam etmiş:" Şimdi öleceğim, ama ruhum amacına ulaşmış olacak, Dünyamı doğduğum o küçük delikten çok daha fazla genişlettim, Bu yaşamın desenidir, ve bu varlığın sırrıdır, "

Sonra, gül titremiş, taç yapraklarını usulca kapatmış ve dudaklarında son derece mutlu bir gülümseyişle son nefesini vermiş, Bu gülüş; bir zafer ve Tanrı'nın ona verdiği tüm güzelliklerin gülüşüymüş...
 
Kabağın Da Sahibi Var
"Vaktiyle Kalenderîyye yoluna mensup bir derviş, nefsle mücahede mak*****n sonuna gelir. Meşrebin usulünce bundan sonraki makam Kalenderîlik makamıdır. Yani her türlü süsten, gösterişten arınacak, varlıktan vazgeçecektir. fakat iş yamalı bir hırka giymekten ibaret değildir. Her türlü görünür süslerden arınması gereklidir... Saç, sakal, bıyık, kaş ne varsa hepsinden. Derviş, usule uygun hareket eder, soluğu berberde alır.
- Vur usturayı berber efendi, der.
Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar. Derviş aynada kendini takip etmektedir. Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır. Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak:
- Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye kükrer.
Dervişlik bu... Sövene dilsiz, vurana elsiz gerek. Kaideyi bozmaz derviş. Ses çıkarmaz, usulca kalkar yerinden. Berber mahcup, fakat korkmuştur. Ses çıkaramaz. Kabadayı koltuğa oturur, berber traşa başlar. fakat küstah kabadayı tıraş esnasında da sürekli aşağılar dervişi, alay eder:
"Kabak aşağı, kabak yukarı."
Nihayet traş biter, kabadayı dükkandan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir. Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın ortasına denge icin yerleştirilmiş uzun sivri demir karnına dalıverir. Kabadayı oracığa yığılır, kalır. Ölmüştür. Görenler çığlığı basar. Berber ise şaşkın, bir manzaraya, bir dervişe bakar, gayri ihtiyarî sorar:
- biraz ağır olmadı mı derviş efendi?
Derviş mahzun, düşünceli cevap verir:
- Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki kabağın bir sahibi var. O gücenmiş olmalı!..
 
Küfe Ve İp
bir şehrin en zengini öldüğünde, tellallar sokaklara dökülüp;
Ey ahali, diye bağırmışlar. Biliyorsunuz veli efendi öldü. bir vasiyeti var. Ahiret hayatına alışabilmek icin, kendisine bir günlük yardımcı arıyor. Kim ki, mezardaki ilk gecesini onunla beraber geçirirse, veli Efendiye ait servetin yarısı kendisine verilecektir. Ey ahali,duyduk duymadık demeyin....
Tellalların bütün çabasına rağmen kimse bu parlak, fakat korkulu vasiyete kulak vermemiş. ama sonunda, şehrin en fakir sırt hamallarından birisi çıkmış ortaya. Adamcağız bakmış ki, hayatta zaten sırtındaki küfesinden ve ipinden başka bir şey yok. O halde "hamal olarak yatıp ertesi sabah zengin olarak kalkarım" diyerek razı olmuş...
Genişçe bir mezara, iyice kefenlenen zengini ve yanına hamalı yatırmışlar. Az sonra sual melekleri gelmiş "İkisi de bize emanet" diye konuşmuşlar. "Zengin nasıl olsa kalacak, şu hamaldan başlayalım."
Sormuşlar:
Dünyada malın mülkün var mıydı?
Alay etmeyin demiş, hamal. Sırtımdaki küfeden ve ipten başka hiç bir şeyim olmadığını siz de bilirsiniz.
Peki diye eklemiş melekler, o ipi ne karşılığında aldın.. Sonra küfeyi ne iş gördün de nasıl elde ettin?
Anlatmış hamalcağız. Beş kişinin malını 10 kuruşa taşıdım. İkisini yedim, sekizini sakladım.. Ertesi gün de aynı işleri yaptım. Yemedim içmedim, ucuza taşıdım ve bunları aldım.
Melekler:
Çık demişler, çık... Olmadı.... Hasan Efendiden aldığın para, hak ettiğinden çok düşük. biz ondan bunun hesabını soracağız. Mehmet Efendiyle de ucuza anlaşmış ve ucuza taşımışsın...
İyi ama, diye cevaplamış hamal, hakettiğim parayı isteseydim, Bana taşıttırmazdı. Taşıttırmayınca da aç kalırdım...
O bizim işimiz demiş melekler, nasıl olsa buraya o da gelecek. biz senin adına ona sorarız. Melekler, hamalı sıkıştırmaya devam etmiş. Söyle bakalım, aldığın paranın kaçını yedin, kaçını sakladın?
On kuruş aldı isem, yarısını sakladım... iki kuruş aldı isem, bir kuruşunu biriktirdim...
Çık demiş melekler... Yine olmadı, hem ucuza taşımışsın, hem de gıdandan kesmişsin... Yani sen, kendi nefsine zulmetmişsin... Nefsine zulmetmek de günahtır, bilmez misin?...
Hamalcağız ne cevap vereceğini düşünüp ecel terleri dökerken, Sabah olmuş. Açılan mezardan yukarıya bir bakmış ki, bütün millet orada... Kadı Efendi ve şehrin mehter takımı da kendisini bekliyor. bir kıyamet ki sormayın.
"Kutlu olsun" demişler... "Bu gece kimsenin yapamayacağı bir işi başardın ama, bak artık zengin oldun."
Yooo, diye bağırmış hamal. İstemem , sizin olsun... ben , bir iple küfenin hesabını sabaha kadar veremedim, ya o kadar servetim olsaydı ne yapardim?
 
Geri
Üst