Islam Fikıh Ansiklopedisi

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan Z1rT
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
İKTİDARSIZLIK
Erkeğe ârız olup, cinsî temasta bulunmasını engelleyen acizlik hastalığı. Buna Arapça "innet" bu durumda olan erkeğe de "innîn" denir. Erkeğe karşı cinsî istek duymayan kadın için de "innîne" terimi kullanılır.

Islâm hukukunda iktidarsızlık hâli evliliği etkileyen hastalıklardan sayılmıştır. Karı kocanın, birbirinin cinsî yönlerinden yararlanma hakları vardır. Kocanın zifafı gerçekleştirmesi gerekir. Evlilik akdi sırasında mevcut olan veya akitten sonra meydana gelen bazı hastalık ve kusurlar sebebiyle karının boşanma davası açma hakkı vardır. Kocanın, mahkemeye başvurmadan, eşini boşama imkânı her zaman bulunduğu için, herhangi bir hastalık veya kusur sebebiyle dava açma hakkı erkeğe tanınmamıştır.

Ebû Hanîfe ve Imam Ebû Yusuf'a göre, kadının hâkime başvurarak evliliğe son verdirebileceği kusurlar beş tanedir.

1) Koca iktidarsız (innîn) olacak. Karının bu sebebe dayanarak boşanma davası açabilmesi için şu şartlar gerekir: a) Evlendikten sonra hiç cinsi yakınlaşma olmamış bulunacak. Bir defa cinsî yakınlaşma olmuşsa, artık bu sebebe dayanılamaz. b) Erkeğin bu kusuruna kadını, nikâhtan önce bilgisi, nikâhtan sonra da rızası bulunmayacak. c) Kadının kendisinde cinsî yakınlaşmaya engel bir hâl olmayacak.

2) Husyelerin çıkarılmış olması. Böyle bir erkeğe "hasîy" denir.

3) Cinsiyet uzvunun kesik olması. Buna "mecbûb" denir.

4) Erkeğin sihir, büyü vb. etkilerle bağlı olması.

5) Kocanın cinsiyetinin belirlenmemesi. Buna "hunsâ" denir (Mehmed Zihni, Münâkehât-müfârakât, Istanbul 1906, s. 277; M. Muhyiddin Abdülhamid, el-Ahvâlü'ş-Şahsiyye, s. 310; Hamdi Döndüren Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, s. 326, 393).

Birinci maddedeki şartlar, diğer maddeler için de aranır. Kocada bu ayıplar, nikâhtan sonra meydana gelirse buna dayanarak boşanma davası açılmaz. Nikâhtan önceki ayıplar için kadının rızası bulunmazsa, bir süre susması veya boşanma davası açıp, bir süre takip etmemesi dava hakkını düşürmez. Bu ayıpları olan koca, karısını kendiliğinden boşarsa, mesele kalmaz. Kadın hâkime başvurunca, hâkim cinsî temasın olup olmadığını kocaya sorar. Olumsuz cevap alırsa kendisine mahkeme gününden başlamak üzere bir yıl süre verir. Hz. Ömer devrindeki uygulama da bu şekilde olmuş ve Hz. Ömer Kâdî Şurayh'a bu konuda bir mektup (talimat) göndermiştir. Bununla, değişik mevsimlerin koca üzerinde olumlu etkileri beklenir. Bu süre içinde koca şifa bulmazsa ve karısını kendiliğinden de boşamazsa, karının isrârı üzerine hâkim boşamaya karar verir. Bununla, bir bâin talak meydana gelir. Kadın, mehrini tam olarak alır, iddet bekler, bu sırada koca ölürse, aralarında mirasçılık cereyan etmez. Uzvun kesikliği hâlinde, sonuç değişmeyeceği için kocaya süre tanınmaz.

Imam Muhammed'e göre, karı kocasıyla birlikte yaşadığı takdirde cinsel yönden zarar göreceği her kusur ve hastalıktan dolayı boşanma davası açabilir. Ancak bu kusur ve hastalıklar bilinerek evlenilmişse, artık bunlara dayanılarak boşanma istenemeyeceğinde görüş birliği vardır (Ibnü'l Hümâm, Fethu'l-Kadîr, III, 263).

1917 tarihli Osmanlı Hukuk-ı Âile Kararnâmesi, kadının hangi kusur ve hastalık hallerinde boşanma talebinde bulunabileceği, Imam Muhammed'in görüşüne uygun olarak formüle edilmiştir (madde, 119, 125). 1920 tarihli Mısır Medeni Kanunu'na 9 ve 10. maddelerde Imam Muhammed'in görüşüne uygun bazı yenilikler eklenmiştir. Suriye Medeni Kanunu ayrıca buna akıl hastalığını ilâve etmiştir. Türk Medeni Kanunu ise akıl hastalığı dışında hiçbir hastalığı boşanma sebebi saymamıştır. Ancak, evlilik akdinden önce mevcut bir hastalık, diğer eşten gizlenmiş olursa, onun kendisine karşı hile yapıldığını ileri sürerek evliliği feshettirmesi mümkündür (T.M.K.mad. 117).
 
İKTİSAD
Orta yolu tutmak, itidal ile hareket etmek, tutumlu olmak, gereğinden az veya çok harcamaktan kaçınmak.

Islâmiyet, yeme, içme, giyim, kuşam, eşya kullanımı gibi her hususla aşırılıktan kaçınmayı, orta yolu tutmayı emretmiştir. Savurganlık ve cimriliği yasaklamıştır. Işlerin hayırlısı orta olanıdır.

Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Yürüyüşünde ölçülü ol; sesini kıs (bağıra bağıra konuşma)" (Lokmân, 31/19); "Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme; büsbütün açıp tutumsuz olma. Yoksa pişman olur, açıkta kalırsın" (el-isrâ, 17/29).

Iktisadın karşıtı israftır. Israf aşırı gitmek, gereğinden fazla yemek, içmek ve harcamaktır. Bu ise dinimizce yasaklanmıştır. Kur'ân-ı Kerim'de; "Saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir" (el-Isrâ, 17/27) buyurulmuştur. Tutumlu olanlar kimseye muhtaç olmazlar, rahat ve huzur içinde yaşarlar. Bir hadis-i Şerifte: "Tutumlu olan fakir olmaz" (Keşfü'l Hafâ, II, 189)

Islâmiyet insanlar arasında eşitliğe, güçsüzü korumaya özel bir önem vermiştir. Zekât ve sadaka övülen davranışlardır. toplum teşvik edilmiştir. Fakat servet ve refahın tabana yayılması esas alınmıştır. Servetin, çoğunluğun aleyhine bir azınlığın elinde toplanması yasaklanmıştır. "Servet içinizde zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet olmasın" (el-Haşr, 59/7) ayeti bunu ifade eder. Islâmiyet özel mülkiyeti korur ve teşvik eder. Emeğe üretim faktörleri içerisinde büyük değer verir."Gerçekten de insan ancak kendi çalıştığını elde eder" (en-Necm, 53/39) ayeti bunu ifade eder.

Peygamber efendimiz en kutsal kazancın el emeği ürünü olduğunu belirtmiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 466, IV, 141). Tembellik ve başkalarının sırtından geçinmek yasaklanmıştır. Bu nedenle faiz yasak kılınmıştır (bk. el-Bakara, 2/275-279). Teşebbüse de büyük değer verilmiştir, sermaye emekle beraber değerlıdır.

Israf (savurganlık) yasağı, temel ilkelerden biridir. Ticarete önem verilmiş ve kâr haddi geniş tutulmuştur. Karaborsacılık ve haksız kazançlar yasaklanmıştır. Tüketicileri aldatacak faaliyetlerden kaçınılması istenmiş; malların üreticilerden tüketicilere en kısa yoldan ulaştırılması amaçlanmıştır (bk. Hamdi Döndüren, Islâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir 1984, s. 125-202; Günümüz Ekonomik Problemlerine Islâmî Yaklaşımlar, Istanbul 1988, s. 10 vd.; Orhan Oğuz-Ilhan Uludağ, Genel Ekonomi, Istanbul 1981, s. 39-41). Ayrıca geniş bilgi Ansiklopedinin fıkıh ile ilgili birçok maddesinde verilmiştir).
 
İLK CUMA NAMAZI
a- Bu Konudaki Değişik Rivayetler:

Ilk cuma namazının nerede ve kimler tarafından kılındığı konusunda değişik rivayetler mevcuttur. Bu rivayetleri şöylece özetleyebiliriz:

1. Resûlüllah hicret etmeden önce cumanın kılınmasına izin verdi. Kendisi Mekke'de cumayı kılmaya Kadir olamamış ve cumayı izhar edememişti. Mus'ab b. Umeyr'e: "Yahudilerin cumartesi günleri Zebûr'u açıkça okuduklarını göz önünde bulundurarak, kadınlarınızı ve çoçuklarınızı toplayın ve cuma günü, güneş zevalden yarıyı geçince, iki rek'atle Allah'a yaklaşın." diye yazdı. (Hamidullah, Muhammed, el-Vesâiku's-siyâsiyye s. 35; Alûsî; Rûhu'l-me'ânî XXVNI/99) Tabakât-i Ibn Sa'd'da aynı rivayete: "... ve Sa'd b. Usâme'nin evinde oniki kişi ile cuma kılındı." (Aynı kaynak Tabakât-i Ibn Sa'd'dan (NI/83) ilâvesi de mevcuttur.

Bu rivayet nazar-i dikkate alındığında, cumanın Mekke döneminde farz kılındığı, izhar edilmesi gereken bir ibadet olduğu, Yahudilere karşı bir onur meselesi ve bir şiar olduğu söylenebilir.

Cumanın izhar edilmesi gerekliligi, kısaca bir onur, bir varlık gösterişi namazı olduğu, diğer nakillerde de göze çarpıyor.

Meselâ Allâme Ibn Hacer "Tuhfetü'l-Muhtâç"ta: "Cuma namazı Mekke'de farz kılındı ama sayı yetersizliğinden ya da şiarı izhar olduğundan, orada kılınamadı." (Aynı kaynak Tabakat-r Ibn Sa'd'dan (NI/83)) diyor. Sayı yüzünden kılınmadığı ihtimalini Ibn Hacer sâliki bulunduğu Şâfiî mezhebinin, cumanın kılınabilmesi için kırk hür erkek cemaat şartını koşmuş olmasından dolayı zikretmiş olabilir. Ama her ikisi de birer ihtimalden ibarettir.

2. Abdurrahman b. Kâ'b: "Gözlerini kaybetiğinde babamı cumaya ben ***ürüyordum. Ezanı duyduğunda Ebû Ümâme Es'ad b. Zürâra'ya dua edip mağfiretini istiyordu. Bir ara durdu ve yine böyle yaptı. Sebebini sordum. Yavrum, Medine'de Benî Beyâdâ Yurdunda bize ilk cuma namazını kıldıran odur, dedi. O gün kaç kişi idiniz? dedim. Kırk kişi idik, dedi. "(Alûsî, XXVNI/99)

3. "Umdetü'1-Kâri"deki şu rivayet de bunu tamamlar: "Ibn Sîrîn anlattı: Medineliler Resulullah (s.a.s.) gelmeden ve cuma âyeti inmeden önce toplandılar. Cumaya ilk defa bu adı verenler onlar oldu. Dediler ki, Yahudilerin her hafta toplandıkları bir günleri var. Keza Hiristiyanlar da öyle. Gelin biz de bir gün toplanıp Allah'ı zikredelim, namaz kılıp O'na şükredelim. Derken bunun için "Yevmü'1-arûbe"yi seçti ve Es'ad'ın evinde toplandılar. O da onlara iki rek'at namaz kıldırdı. Bu toplantıda bu güne "Cuma" adını verdiler. Sa'd da bir koyun kesip onlara yedirdi. Zira sayıları azdı."(Hâkim, el-Müstedrek I/28l ; Ibn Mâce, Sünen I/344 (el-Ikâme 78) Sevkâni bu hadisi aynı zamanda Ibn Hibbân ve e1-Beyhaki'nin de rivayet ettiklerini, sonuncunun sahih bulunduğunu, el-Hâfız'ın ise, isnâdı hasendir, dediğini söyler. Bkz. Neylü'l-evtâr NI/230)

Tebyînü'1-hakâik hâsiyesi Selebî'nin, "cuma namazına ilk defa ‚cuma' adını veren Kâ'b b. Lueyy'dir" (Aynî, Umdetü'l-kârî VI/161) şeklindeki rivayeti buna muhalif değildir. Zira Kâ'b'ın aynı toplantıda bulunması ve bu ismin o nun buluşu olması muhtemeldir.

4. Bazı kaynaklarda bu konuda değişik rivayetler de vardır:

"El-Ma'rife'de şöyle denir: Zuhri anlattı; Resulullah (s.a.s.) Mus'ab b. Umeyr'i, Medine'ye, onlara Kur'an öğretmek üzere gönderdiğinde, Mus'ab onlara cuma namazı kıldırdı ve Resulullah gelmezden önce Medine'de ilk cuma namazını kıldıran Mus'ab oldu. (Hasiyetü's-Selebî ‚alâ-Tebyîni'l-Hakâik I/217)

Allâme Alûsî bu rivayetleri sıraladıktan sonra, "Bu konudaki haberlerin en sağlamı Medine'de ilk cumayı Es'ad'ın kıldırdığını bilderenler olmalıdır." diyor.

Bu taktirde ilk cuma namazı Yahudi ve Hristiyanlara karşı bir varlık izharı şeklinde kılınmış oluyor. Burada; Acaba hangi şekilde olursa olsun, Medine'de ilk kılınan cumâ namazı, öğle namazınının yerini almış ve onun farziyetini düşürmüş müdür?" diye bir soru akla gelebilir. Ilk kılınan cuma namazının farz cuma olup olmadığını tesbit için, bu sorunun cevabı önemlidir.

5. Bizzat Resulllah'ın kıldırdığı ilk cuma namazı ise, Kubâ'dan ayrıldıktan sonra Benî Sâlim Yurdu'nda, öğle vaktinde, cuma olması üzerine kıldırdıkları cuma namazıdır. Bu mescid de bu münasebetle "Cuma Mescidi" adıyla bilinmeye başlanmıştır. İşte Resulullah'ın kıldırdığı ilk cuma budur. (Aynî, age. VN/I88. )

6. Bir başka itibarla ilk cuma diyebileceğimiz cuma namazı da, Bahreyn köylerinden olan el-Cuvâsâ'daki Abdulkays'taki cuma namazıdır. (Zürkânî I/326; Elmalıli VNI/4980)

Rivayetler arasında ihtilâflı gibi görünenler, Medine'de ilk cuma namazını Es'ad b. Zürâra; ya da Mus'ab b' Umeyr'in kıldırdığını bildiren haberlerdir. Ancak Merhum Elmalılı'nın da temas ettiği gibi (Sevkâni, Neylü'l-evtâr NI/233 (Buhari ve ·Ebûf Dâvûd)) anlaşılan Es'ad b. Zürâra, Resulullah'tan izin gelmeden önce ilk kıldıran; Mus'ab b. Umeyr ise Medine'de izinle ilk cuma namazı kıldıranlardır.

b- Rivayetlerin Değerlendirilmesi

Bu rivayetlerin tümüne birden baktığımızda şu sonuçlara va rabiliriz: Cuma namazının Mekke'de farz kılındığı konusu kesin değildir. Mekke'de farz kılındığını kabul etsek dahi, orada kılınmayışının sebebi, devletin bulunmayışı olduğuna dair bir delil olmadığı gibi, bu aklen de mümkün görülmemektedir. Çünkü Allah Resulü, Kubâ ile Medine arâsında ilk cuma namazını kıldırdığında henüz yoldadır. Medine'de de bir devlet sözkonusu değildir. Henüz Medine'ye yerleşilmemiş ve Müslümanlar insiyatifi ele almamışlardır. Ancak cumanın bir şiar ve bir varlık gösterişi anlamı taşıdığı doğrudur.
 
IMA
Bir şeye işaret etmek, söz veya fiili ile bir şeyi belirsizce kapalı bir surette anlatmak. Terim olarak namazda rükû ve secdeye işaret olmak üzere başı eğmek anlamındadır.

Islâm dini kolaylık dini olduğu için hiç bir kimseye gücünün yetemeyeceği bir şeyi emretmemiştir. Namazda da durum böyledir. Farz namazlarda ayakta durmaya güç bulamayan yahut ayakta durunca hastalığı ilerleyecek veya iyileşmesi gecikecek olan kimse oturduğu yerde rükû' ve secdesini yaparak kılar. Oturmaktan da âcizse yattığı yerde ima (işaret) ile kılar.

Ima ile namaz kıları rükû ile secdenin birbirinden ayırt edilmesi için rükûda başını biraz aşağı eğer, secdede daha fazla eğer. Her ikisini eşit yaparsa namazı sahih olmaz.

Ima'nın hakikatıbaşı eğmektir. Son derece eğilerek alnını yere yaklaştırmak lâzım değildir.

Secde etmeye gücü olmayan kimsenin secde edebilmesi için önüne yüksek bir şey koymak mekruhtur. Ima yeterlidir. Peygamber efendimiz (s.a.s) bir hastayı ziyaret etmiş önüne yastık koyarak namaz kıldığını görünce yastığı atmış, hasta önüne tahta koymuş, Peygamberimiz onu da alarak "Gücün yetiyorsa yere secde et. Bunu yapamıyorsan Ima ile kıl ve rükû için olan Imayı secde için olan Ima'dan biraz. daha hafif yap" buyurmuştur. Ima ayakta veya oturarak caiz olduğu gibi, yatarak da caizdir. Ancak bir şeye dayanarak da olsa oturmak mümkün iken yatarak ima etmek caiz olmaz. Oturarak ima'dan âciz olan kimsenin sırtüstü yatması daha uygundur. Bu durumda başının altına yüksekçe bir yastık konur. Böylece hem yüzü gökyüzüne değil, kıbleye gelmiş ve hem de ima yapabilecek bir durumda bulunmuş olur daha önce de belirttiğimiz gibi ima baş ekmekle. Artık bundan da âciz olan kimsenin ne göz, ne kaş ve ne de kalbiyle imâ etmesi gerekmez. Hadis-i şerif de "imâ ile de kılmaya Kadir değilse, Allah onun özrünü kabul etmeye daha lâyıktır" buyurulmuştur (Şurunbilâli, Meraku'l-Felâh, Istanbul 327, s. 130-131).

Artık böyle imâ ile dahi namazlarını kılamayacak durumda olan hastalar, üzerlerinden beş vakitten fazla namaz geçmişse, iyileşince de bu namazları kaza etmez ama beş vakitten az olanları kaza ederler.
 
İMAM EBU HANİFE, ŞAFİİ VE TASAVVUF

Tarikata girmeden Islam yaşanamaz. Müctehitler bile buna muhtaçtır. Bu yüzden Imam Azam, tarikata intisab ettiği son seneleri için " Son iki senem olmasaydı helak olurdum" demiş, Imam Şafii de Şeyban isimli bir çobandan tarikat dersi almıştır... deniyor, bu doğru mudur ?

Rasulüllah'ın (s.a.) ashabının yaşadıkları zühal, nefis tezkiyesi, verâ, zikir ve nafileleri yaşama anlamında (ise) tasavvufu ve onun bir mezhebi olan tarikatı kabul ve ispat, her halde bu sorunun cevabı değildir ve ehli ilmin bunda şüphesi de yoktur. Fıkıh, hadis ve tefsir gibi ilimlerdeki istilah ve metodların sahabe döneminde bulunan asıllarına göre gelişme ve değişme göstermesi gibi, söz konusu ilimde de istilahların ve metodların geliştirilmesi, daha kestirme metodlar ve disiplinler bulunması da normaldir makuldur. Bunlara da kimsenin söyleyecegi pek fazla bir şey yoktur.Ancak bütün bunları anlatabilmek için müslümanlarca "delil" sayılmayan yöntemlere başvurmanın da gereği yoktur. Bilindiği gibi Islâmda ilmin yolları üçtür:1. Sağlam duyular. 2. Doğru haber 3. Akıl. Sözünü ettiğiniz bilgiler sağlam duyuların ve aklın konusuna değil, haberin konusuna girerler. Haberin doğru olabilmesinin de belli şartları vardır.Bunun için de müslümanlar "isnad ilmi" diye bir ilim geliştirmiş ve bu yolla sağlamlığını tespit ettikleri haberleri, kitaplarda tescil etmişlerdir. Imdi, sorudaki iddiaları böyle bir belge ile ispat etmemiz (ya da etmeleri) mümkün değildir. Çünkü ilmi ölçülerle doğru diyebileceğimiz bir sağlam kaynakta böyle bir şey kaydedilmemiştir. Gerçi Imam Gazali (her nedense): " Imam Şafii Şeyban-i Râî'nin önünde mektebe giden bir çocuk gibi diz çöker ve yapacağı işleri kendisinden sorardı. Kendisine: senin gibi bir zat, böyle bir bedeviden bilgi alır mı? diye sorulduğunda bu adam bizim bilmediğimizi biliyor, cevabını verirdi. (Imam Gazâlî, Ihya I/24-25 (Terc:1l61 )) diyor ama:Bu haberin doğru olduğunu kabul etsek dahi bu, Imam Şafiî'nin ondan tarikat dersi aldığını ve bugünkü anlamda onu mürşit edindiğini göstermez. Aksine Imam Şafiî'nin tevazuunu ve kendi ifadesinden de anlaşılacağı üzere, bilmediği bir şeyi bilen, bir çoban dahi olsa, " Bilmiyorsanız ehli zikir olan ilim sahiplerine sorun" emri ilahisine uyarak ona sorma nezaketi gösterdiğini anlatır.Yine Gazalî'nin, aynı yerde, "Ahmed b. Hanbel ile Yahya b. Main, Marufu Kerhi'ye başvurur, ondan sorarlardı" ifadesini de aynı şekilde anlarız. Çünkü "her bilenin üstünde bir bilen daha vardır". Bazı konularda onların bu imamlardan fazla biliyor olması mümkündür.Kaldı ki durum tarihi açıdan öyle de değildir. Mesela Sehavî derki : "Şafiî ve Ahmed'in, Şeyban er-Râî ile buluştukları ve ondan bir şeyler sorduklarına dair haberler ehli marifetin ittifakı ile batıldır. Çünkü bu imamlar Şeyban'a yetişmemişlerdir". (Sehavî, el-Makarıdü'I-hasene 474) Aynı şeyi Aliyyu'1 Kâri de hem "el-Masnû", hem de "el-Esraru'1-mer-fu'a" adlı eserlerinde nakleder. (Ali el-Karî, el-Masnü' (thk. A. Ebu Gudde) 220, el-Esrâru'l-merfu'a (thk. M.es-Sabbag) 38l)Imam Azam'ın "Eğer iki sene olmasaydı Numan helak olurdu" anlamında: "Lev-lâ senetân le-heleke Nu'man" dediğine dair de hiç bir güvenilir kaynakta bir kayda raslanmadığını Muhakkık Kevseri söyler. (Kevserî, Irgamu'l-merîd 41.) Ama sahih kabul edildiği takdirde dahi Imam Ebu Hanefe'nin bu sözle neyi kastetmiş olabileceği açık değildir. Tarikata girip, bir şeyhe intisap ettiği için bunu kurtuluş saymış ve öyle demiş olduğu bundan anlaşılmaz.Kısaca o büyük zatların böyle kurtarıcılara ihtiyaçlarından çok onların bunlara ihtiyaçları vardır. "Dürrul Muhtar sahibi Allame Hankafi'nin Kuşeyri'den naklettiği gibi, tasavvufun makbul tarikatlarının da Davud Tâî ve maruf Kerhi gibi büyük veliler vasıtası ile dayanağı Imam Azam'dır" (Ismail Hakkı, Mevahibu'r-Rahman 109) Ictihadında şu metodu benimseyen Imam Azam'ın, hayatının sonuna doğru bu metoddan vazgeçtiği rivayet edilmiştir. Kitap'tan sonra herhangi bir meselede bir hadis varsa onu alırız. Bir mesele hakkında sahabeden birden çok görüş gelmişse, Kitaba ve sünnete daha uygun olanı tercih ederiz. Bunlardan biri yoksa tabiiki taklid etmeyiz, biz de onlar gibi ictihat ederiz. (Ismail Hakkı, age. 31)Bu iki imamın hayatlarını en geniş anlatan kaynaklarda bunların üstadlarına baktığımızda sözü edilen zevattan, ya da benzerlerinden ders aldıklarına dairde bir şey göremeyiz (bk. Ebu Zehra, Ebu Hanife (Terc. O. Keskinogln) 109 vd.; Imam Şafiî, 40 vd.)
 
İMAM MERGİNANÎ VE "EL-HİDAYE" ADLI KITABI
Şeyhul-Islâm Imâm Burhânüddîn Ebul-Hasan Ali b. Ebîbekr b. Abdilcelîl el-Ferganî el-Merginânî (511/593-1117/1196). Hanefî fıkıhçılarının büyüklerinden, mezhepte müctehid (Ebu Firas en,Na'sanî, Ta'lîkât alel-Fevaîd s.141. Merginâni'nin fıkıhtaki derecesini Lüknevi'nin "Ashabı tercihten" olarak göstermesine Ebû Firas şu itirazda bulunur: "Gerçi Ibn Kemal Pasa Merginani yi kendi ictihatlarıyla, rivayetlerin bir kısmını diğerine tercih gücüne sahip olan "ashab-ı tercih" tabakasında zikreder ama, bu tenkide uğramış ve: Merginanî'nin durumu hiç de Kâdıhân'dan aşağı değildir. Onun delilleri tenkit de ve mesele istinbahindeki yeri, herkesin kabulüdür. Öyleyse "Mezhepte müctehid" makamına o daha lâyıktır. Aklı selim de bunu kabul eder, denmiştir. (agk.)) ya da "ashâb-i tercih"den.(Lüknevî, el-Fevâid 14l.) Ebûbekr (r.a.) soyundan, fıkıhta, hadiste, tefsirde, usulde, edebiyatta mâhir, dakîk ve titiz bir âlim, zühd ve takvâ sahibi, ilm-i hilâfta ve mezhepte yetkili bir isim. Mergînân'da doğdu. Mergînân, Türkistan'in Fergana eyâletinde bir şehirdir. Doğduğu memlekette ölmüş ve Semerkand'da toprağa verilmiştir. Tahsilini zamanında geçerli olan seyahatler sayesinde elde etmiş ve devrinin önemli âlimlerinden ders okumuştur: "Akâid'ün-Nesefiyye" sahibi Necmüddîn Ebû Hafs Ömer en-ehsefi (537/1142-43), Sadru's-Şahîd Husâmüddîn Ömer b. Abdil-Azîz (536/1141-42), Imâm Ziyâuddîn Muhammed b. Huseyn el-Berdenicî (Tuhfe sahibi Alâuddîn es-Semerkandî'nin öğrencisidir.) "Hulâsatül Fetâvâ" sahibinin Babası Imâm Kivâmuddîn Ahmed b. Abdirreşîd el-Buhâri ve es-Serahsî'nin talebesi Ebû Amr Osman b. Alî el-Beykandî (55?/1157) bunların meşhurlarıdır. Kendisinden de birçok kişi fıkıh okumuştur ki, kendisinin değerli nesli Şeyhulislam Celâlüddin b. Ebîbekr b. Merginanî, Semsül-eimme el-Kerderi, Celâlüddîn Mahmud b. Huseyn el-Estrûsenî bunlardan sadece bir kısmıdir. (Lüknevi, age.142.) Yüceliğini, çagdaslarından olan Kâdihân (592/1195) gibi âlimler kabul etmiş ve belirtmişlerdir. "Bu derece ilimle meşgul olmasına karşılık, son derece zâhid ve takvâ ehli idi. Geceleri teheccüdle ihya ederdi. Anlatıldığına göre (biraz sonra anlatmaya çalışacağımız) Hidâye'yi yazarken, onüç yıl, geceleri hep teheccüde kalkmış ve hiç ara vermeden sürekli oruç tutmustur. Oruç tuttuğunu kimseye sezdirmemeye çalışır ve hizmetçi yemek getirdiğinde ona, sen yemeği bırak git der, gidince yemeği bir öğrencisine, ya da bir başkasına yedidirdi. Hizmetçi tekrar geldiğinde kabı boş görüp, onun yediğini sanırdı".(Tasköprüzâde, Mevzûâtü'l-ulûm I/725; Kâtip Çelebî, Kesf N/2032.) Talebesinden olan Burhânül-Islâm ez-Zernûcî, "Ta'lîmül-Muteallim" adlı meşhur eserinde, şu beyitlerin ona ait olduğunu söyler:"Ne büyük bir fesat: Nefsine düşkün olan âlim / ve bundan daha büyüğü de cahil bir âbid. / Ikisi de âlemler içinde büyük bir fitnedir. / Dinde onlara tutunan için."Merginânî okuduğu bir hadis-i şerife dayanarak, derslerini çarsamba günleri başlatır ve Imâm Ebu Hanife'nin de böyle yaptığını söylerdi. Talebenin tahsile ara vermemesi gerektiğini, akranlarını ara vermemekle geçtiğini söylerdi.( Lüknevî el-Fevaid s.142.) Zehebî'nin (748/1374) "ilim küplerindendi"(Zehebî, Siyeru-a'lami'n-nübela 21 /232.) dediği Merginâni'nin: I-Müntekâ, Nesrul-Mezheb, et-Tecnîs, el-Mezîd, Menâsikül-Hac, Muhtârâtün-Nevâzil, Kitâbün fi'1-Ferâiz, Bidâyetü'1-Mübtedî, el-Hidâye. gibi eserleri vardır.
İMAMLARIN, DÖRT MEZHEBE GÖRE ABDEST ALIP NAMAZ KILDIRMALARI ŞART MIDIR?
İmamların dört mezhebe göre abdest alıp namaz kıldırmaları şart değildir. Belki imam olan kimse hangi mezhebin saliki ise onun ictihadına riayet etmekle mükelleftir. Ancak mümkün olursa namaz kılan herkes, imam olsun, me'mun olsun diğer mezheplere de riayet ederse daha efdaldır. Mesela abdest ve gusulde Hanefi mezhebinde niyet getirmek lazım olmamakla beraber onu gerekli gören diğer üç mezhebe muhalefet etmemek için gusülde yıkanmaya, abdestte de yüzü yıkamaya başlarken niyet etmek daha efdaldır. Veyahut başı mesh etmek hususunda Şafi'i mezhebinde bir kıl kadar, Hanefi mezhebinde dörtte birini mesh etmek kafi geldiği halde, Malıki ile Hanbeli mezhebinde mutemede göre hepsini mesh etmek gerekir. Hanefi ile Şafi'i olan kimselerin, Maliki ile Hanbeli mezheblerine muhalefet etmemek için hepsini mesh etmeleri daha iyidir. Aksi takdirde birinci meselede abdeste niyet etmeyen bir Hanefi diğer mezheb saliklerine imam olamaz. İkinci meselede başından az bir şey mesh eden bir Şafi'i diğer mezheb saliklerine imam olmadığı gibi yalnız başın dörtte birini mesh eden bir Hanefi de, Maliki ve Hanbeli mezheblerinin saliklerine imam olamaz.

Aynı şekilde Şafi'i mezhebine göre Cuma namazından önce iki hutbenin okunması farzdır. Bu iki hutbenin beş rüknü vardır:

1- Her iki hutbede Allah'a hamd etmek,

2- Peygambere salavat getirmek,

3- Takvayı tavsiye etmek,

4- Her iki hutbenin birisinde bir ayet-i kerime okumak,

5- Son hutbede mü'minlere açıkca dua etmektir.

Diğer mezheblere göre bu beş rükne riayet etmek gerekir. Bu beş rükne riayet etmeyen imama Şafi'i ile Hanefi cemaat karışık olduğu halde bu rükünlere riayet edilmiyor. Çünkü takva tavsiye edilmediği gibi son hutbede mü'minlere açıkca dua edilmiyor. Gizlice yapılan dua Şafi'i mezhebinde muteber değidir. Buna dikkat etmek lazımdır.
 
İMAN(İNANÇ)

1- Her bakımdan mükemmel ve eksiksiz tek varlık olan Allah'a inanmaya, dolayısıyla başka bir dünyanın varlığını içtenlikle kabullenmeye "iman" denir ki, inanmak demektir. Kendisinde iman bulunan, yani inanan insana da "mü'min" denir.

2- Bir anlatışa göre "Islâm" ve "müslim", ya da "müslüman" kelimeleri de aynı anlamdadır. Diğer bir anlatışa göre "Islâm" kabul etmek ve inanmaktan öte "teslim olmak", "inandığı bu yüce varlığın verdiği buyruklara boyun eğmek" anlamına gelir.

3- Imanın yukarda söylediğimiz kadarına "özet iman" (icmalen iman) denir. Gerçekten de Allah'a inandığını söyleyen, işi en baştan tutmuş ve O'nun her söylediğini kabullenmiş demektir. Inanılması gereken şeyleri, ayırıcı nitelikleriyle ögrenmek ve kabullenmek de imânin genişletilmiş şeklidir, (Tafsilen iman).

4- Bu kısa ve özet iman: "LA ILÂHE ILLALLAH" cümlesiyle anlatılır. Anlamı "Allah vardır, başka ilâh yoktur" demektir. Verdiği emirlere ve koyduğu kurallara kayıtsız şartsız uyulan varlıga "Ilâh" dendiğine göre, bu cümle aynı zamanda "Ben Allah'dan başka emir ve yasak koyan kimse tanımıyorum" anlamına gelir. Sevgili peygamberimizin bir sözü bunu açıklar: Kendisiyle görüşen bir delegeye: "Siz bilginlerinizi ve büyüklerinizi ilâh edinip onlara tapıyorsunuz halbuki, biz sizi Allah'a kulluğa çağırıyoruz" dediğinde o, durumun böyle olmadığını, kimseyi ilâh edinmediklerini söylemişti. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Onlar bir şeyi yasak, yani haram, bir şeyi de serbest, yani helâl yapınca, sizde kabullenip öyle davranmıyor musunuz?" diye sormuş o da "evet" demişti. Peygamberimiz de: "İşte bunun adı ilâh edinme ve ona tapmadır" buyurmuşlardı. (Tirmizî, tefsir 10) İşte "Lâ ilâhe illallah" diyen ve mü'min olduğunu söyleyen herkes, kendi hayatına giren her türlü ilâhı itebilmişse, gerçek mü'min olmuş olur.

5-Bu cümlenin ikinci parçası: "Muhammedün Rasûlullah"tır ki, Muhammed (s.a.v.) Allah'ın elçisidir. Yani her söylediğini Allah'tan alarak söylemiştir. Onun için her dediği doğrudur, demektir. Birincisine kısaca "kelime-i tevhid" yani, "Birleme sözü" denir. Buna, "Ben şahitlik ederim" anlamındaki. "eşhedü" kelimesi eklenir ve "Eşhedü en-lâ-ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve rasûlühû "şeklinde söylenirse "Kelime-i şehâdet", yani "şahit oluş sözü" adını alır.

6- Yüce bir varlıga inanma duygusu bütün insanların yaratılışında, yani "fıtrat" denen hamurunda vardır. Yani yaratılışındaki duruluğu bozulmayan herkes, vicdanının sesine kulak verdiği zaman, gücünün kaynağı, yüce bir varlığın bulunduğunu hissedecektir. Ayrıca bozulmamış aklını kullandığında da, böyle bir varlığın mutlaka bulunması gerektiğini anlayacaktır. Kendisinin en küçük parçası olan hücresinden feza âlemine kadar her şeyde, son derece bir düzen ve intizam görecek ve eğer aklı bozuk değilse bunların asla tesadüfen olamayacağını rahatlıkla görecektir. Bunun için sayılamayacak kadar çok delil vardır.

7- Ancak doğuştan bu temiz hamurla gelen insanı aynı zamanda sayılamayacak kadar da düşman beklemektedir. Onların bütün işleri güçleri doğruları eğri, eğrileri doğru göstermek ve gerçekleri örtmek, yani küfretmektir.

"Küfrün" kelime anlamı "örtmek". demektir. Kâfir, doğruları örttügü için ona "kâfir" denmiştir. Yanlışı süslü gösteren filmler, piyesler, yanlışa çağıran radyo ve televizyon yayınları, (Bu ifadelerimizle radyo ve televizyon gibi âletlere karşı olduğumuz anlaşılmasın. Tersine bir televizyonu insan zekâsının bulduğu en mükemmel âlet olarak görüyoruz. Karşı olduğumuz şey, bu âletlerin inançsız bir aile yapısı ve toplumu hedef alarak iman esaslarına karşı sürekli saptırıcı, aklı oksitleyici yayınlar yapmasıdır.) aşağı duygulara seslenen renkli, resimli basın, magazin ilâveleri ve dergiler, bunların bozduğu şeytanlaşmış insanlardan oluşan arkadaş, öğretmen çevre... hep "küfr"ü güçlendirir, yani akılları üzerinde paslı bir tabaka oluşturur, davranış ve eylemlere aklı değil, hep duyguları motor yapar, sonuçta insanı düşünme gücü dumura uğramış, yalnız duygularıyla algılayabilen, bir anlamda kör bir varlık durumuna düşürür.

Iman kalbin bir eylemi olduğu için insanları zorla inandırmak aslında imkânsızdır. Bu yüzden Islâm, "Dinde zorlama yoktur" (Bakara (2) 256.) kuralını koymuştur. Ancak insanların akıllarını oksitlenmiş bakır gibi örten şer güçlerin bu hareketine, yani küfürlerine de izin vermemek ve aklı kaplayan paslı tabakayı da sökmek, böylece aklı olaylarla başbaşa ve karşı karşıya bırakmak gerekir. O zaman aklın doğruyu bulduğu görülecektir. Sözü edilen eyleme "cihad" adı verilir.

8- Imanın genişletilmiş şekli de "Amentü" denen altı madde ile özetlenmiştir. Inanılması gereken şeyleri anahatlarıyla anlatan bu altı maddeye, "imanın temelleri, ya da şartları" denir. Bunlar:

1. Allah'a ,

2. Meleklerine,

3. Kitaplarına,

4. Elçilerine (Peygamberlerine),

5. Bu dünyanın sona erip bir başka dünyanın kurulacağına (Ahiret'e),

6. Kadere, yani iyi kötü her şeyin Allah'ın bilgisi ve gücü ile olduğuna inanmaktadır.
 
İMAN NEDİR?
İman; Cenab-ı Allah'ın, vahiy meleğin aracılığı ile, Hazret-i Muhammed (sav)'e gönderdiği semavi hükümlere kesin olarak inanıp tasdik etmektir.

Bir kimse Kur'an-ı Kerim ve mütevatir sünnet ile sabit olan bir hükmü inkar ederse mü'min değildir. Mü'minlere terettüp eden ahkam da kendisine terettüp etmez. Mesela oruç, namaz ve benzeri farzları inkar eden veya içki ve faiz gibi yasakları kısmen de olsa mübah gören kimse, İslamın hududu dışında kalıp müslümanlarla olan manevi bağı koparmış olur. Bu sebeple müslümanlara varis olamaz, cenaze namazı kılınmaz, müslüman mezarlıklarında defnedilmez ve onlarla evlenemez.

İslama inanmadığı halde kendine, müslüman görüntüsü veren Abdullah bin Ubey, ölüm döşeğinde iken Peygamberimiz ile görüşmek istedi. Bunun için yanına giden Peygamber (sav)'denkendisinin cenaze namazını kıldırmasını istedi. Peygamber (sav) de bu teklifi kabul etti. Öldüğünde Peygamber (sav), cenaze namazını kıldırmak için ayağa kalktı. Fakat İslama karşı samimi olmadığı için Cenab-ı Hak, Peygambere, onun cenaze namazını kıldırmasını yasaklayarak şu ayet-i kerimeyi inzal buyurdu: "Asla onlardan –münafıklardan- ölen kimse üzerine cenaze namazını kılma." (Berae).
 
İNANÇ TEMELLERI
Allah'a Iman

Insanlarla hayvanlar arasındaki en önemli fark akıldır. Bunun dışında hemen her konuda eşittirler. Öyleyse insan, aklıyla, önce aklın niçin verildiğini, sonra da kendisinin ve dünyanın niçin ve nasıl varolduğunu düşünmek zorundadır. Çünkü aklın görevi düşünmektir. Ona görevini yaptırmamak, onu yararsız hale getirmek demektir.

Aklın dış etkilerden arındırılmış olarak çalıştırılması halinde hiçbir şeyin kendiliğinden var olamayacağı, her sanatın bir sanatçısı olduğu gibi, sırlarının henüz yüzde onuna dahi akıl erdirilemeyen insan vücudunun ve onun gibi milyonlarca varlığın da bir ustası bulunduğu rahatlıkta anlaşılır. Bu yüzden birçok Islâm âlimi, kendisine hiçbir şey öğretilmeyen insanın, aklıyla en azından Allah'ın varlığını bulmak zorunda olduğunu söylemişlerdir.

Allah'ın varlığı gibi, birliği, öncesinin ve sonunun bulunmadığı ve her şeye gücünün yettiği de yine akılla bulunabilir: Bu konuda Islâm Âlimleri iki kere ikinin dört ettiği gibi kesin hesaplar yapmışlar ve peşin fikirli olmayan her akıllıyi ikna etmişlerdir. Ancak müslümanların hepsi, bu konuda ikna oluncaya kadar akıl yormak ve bunu isbat edenlerin isbatıyla yetinmemek zorondadırlar. Çünkü inanç meselelerinde taklit caiz değildir.

Allah'ın, kendinden başka kimsede bulunmayan bir takım nitelikleri vardır: O, önü ve sonu olmayan bir varlıga sahiptir. Yani O'nun ne geçmişte olmadığı bir zaman vardı, ne de gelecekte olmayacağı bir zaman bulunacaktır. Varlığı da bir başka şeyden değil kendindendir. (Kidem, Bekâ, Vücut, Kiyâm binefsihi). Allah hem zatında yani varlığında, hem sıfatlarında, hem de işlerinde tektir (Vahdaniyyet). Yani O, tek başınadır. Onun sıfatları başka kimsede yoktur ve O işlerini tek başına yapar. Allah'tan başka herşey sonradan yaratılmıştır ve O, sonradan yaratılanların hiçbirisine benzemez. (Muhalefetün lil havadis). Bu yüzden Allah'ı herhangi bir varlığa ya da cisme benzeten, O'na olduğu gibi inanmamış olacağından kâfir olur. Bu saydığımız altı niteliğe Allah'a özgü nitelikler yani, "sıfat-i zâtiyye" denir.

Allah'ın daha başka nitelikleri de vardır: Mesela Allah diridir, hiç uyumaz (hayat), olmuş ve olacak her şeyi bilir (ilim), her şeyi bilir, çünkü her şeyi ezelde, yani kendinden başka varlıkların hiçbiri yokken O, takdir etmiş yani, planlamış, programlamış ve aynen çalar saat gibi kurmuştur. Herşey O'nun bilgisiyle ve planına göre gerçekleşir. O herşeyi duyar (semî'), herşeyi görür(başar), herşey O'nun dilemesiyle olur,(irade), O'nun herşeye gücü yeter (kudret), O konuşur ama konuşması bizim konuşmamıza benzemez. Bazı peygamberlerle doğrudan doğruya konuştugu gibi, indirdiği kitaplar da O'nun konuşması türündendir (kelâm). Herşey O'nun yoktan yaratmasıyla olur ve O her an yeni bir durum yaratmaktadır (tekvin). Her yaptığının bir hikmeti vardır yani, her yaptığı yerli yerindedir.

Allah'ın daha bir dizi güzel ve mükemmel niteliği, ya da ismi vardır. Bunlara "güzel isimler" anlamında "Esma-i Hüsnâ" denir. O'ndaki bütün güzellikler ve mükemmellikler eksiksizdir ve tastamamdır. Yani güzel olan herhangi birşeyin, meselâ cömertliğin O'nda olanından daha fazla ve daha iyisi düşünülemez. Eksikliklerin ve çirkinliklerin ise hiç biri O'nda yoktur.

Allah'ın nitelikleri yani sıfatları diğer bir yönden;güzellik ve umut akla getiren nitelikler, korku ve heybet akla getiren nitelikler diye de ikiye ayrılabilir (cemâl ve celâl sıfatları). Yani Allah'ın korkup titrenecek sıfatları olduğu gibi, umutla dolunacak sıfatları da vardır ve bu yönü öbür yönüne galiptir. O, "rahmetinin gazabına galip geldiğini" bildirmiştir.

Allah'a in******r Cennette Allah'ı göreceklerdir. Allah'ı görmenin tadı ve lezzeti, Cennetin bütün nimetlerinden daha tatlı olacak ve bu, en büyük nimet sayılacaktır.

Allah yaptıklarından kimseye karşı sorumlu değildir. Insanlar ise yaptıklarından O'na karşı sorumludurlar. O, hiçbir şeyi yapmak zorunda değildir.

Allah'ın her emrettiği şey güzeldir ve her yasakladığı şey de çirkindir. Insan aklı bunların bazılarının güzellik ya da çirkinliğini anlayabilir, bazılarını anlayamaz. Ancak O emredince, aslında güzel olduğunu anlarız.

Allah'ın acıma duygusu yani, rahmeti ve merhameti bütün canlılarınkinin toplamından da fazladır. Bu yüzden dünyada inanan ve inanmayan herkesi rızıklandırır. Ama öbür dünyada nimetlerin, yani Cennetin sadece in******ra verileceğini söylemiştir. Bu yüzden Cehenneme girecek olanlar Allah'ın acımadığından değil, kendi kendilerine acımadıklarından gireceklerdir. Eğer Allah onlara acımamış olsaydı, Cennete gitmenin yolunu hiç göstermeden onları ateşe atardı.
 
Meleklere Iman

Allah'ın insan denen bizim gibi kulları yanında, melek denen ve bizim göremediğimiz bir takım kulları daha vardır. Onlarda erkeklik ya da dişilik yoktur. Tek işleri Allah'a kulluk etmek yani, O'nun her emrini yerine getirmektir. Onlarda Allah'ın emirlerini tanımama yani, isyan gücü yoktur. Onların kendilerine göre bir zaman ve mekân dünyaları vardır. Bizim zaman ve mekânımız onlar için geçerli değildir. Yani bizim bir an dediğimiz bir zamanda onlar dünyamızı belki birkaç kez dolanabilirler. Yemezler ve içmezler. Yani ihtiyaçları bizimkiler gibi değildir.

Azrail, Mikâil, Cebrail ve Israfil gibi büyük meleklerin yanında, çok basit gördüğümüz işler için, meselâ bir kar, ya da yağmur damlasını buluttan alıp yere indirmekle görevli ve o görevini yapınca işi biten melekler de vardır. Cinsel ilişki ve tuvaleti dışında, devamlı insanla bulunan "koruma melekleri" vardır. Bunlar, insanın yaptığı iyilikleri ve kötülükleri yazmakla görevlidirler. Kabirde insanın kabir imtihanını yapmakla, Cehennem'de ve Cennet'te oralara lâyık işleri görmekle görevli melekler vardır ve Allah'a sırf belli tesbih ve zikirleri yapmakla görevli melekler vardır.

Melekler şekil bakımından da bize benzemezler. Gerçi onların kanatları vardır ama kanatları bizim tanıdığımız kanatlıların kanatlarına benzemez. Bu yüzden onları kartal, doğan vb. gibi düşünüp onlara benzer kurgu resimlerini yapmak câiz değildir. Çünkü bu onları olduklarından başka türlü göstermek ve gerçeği saptırmak demektir.

Allah'ın her şeye gücü yettikten sonra melekleri niçin yaratmıştır gibi bir soru akla gelebilir: Ancak yukarıda öğrendiğimiz sıfatlarla nitelenen Allah'a karşı, yine onun bir yaratığı olan insanın, bir defa böyle bir soru sorma yetkisi yoktur. Eğer bu durumda bir insan düşünseydik onun bu soruya vereceği cevap, herhalde tek kelime ile: "Sana ne! Küstah!" olurdu. Ama Allah bizi azarlamıyor ve biz aklımızı kullanarak bunun bir sürü hikmetinden bazılarını anlıyor, ya da tahmin edebiliyoruz:

Her şeyden önce Allah Hakîm'dir yani, her yaptığı yerli yerindedir ve bir hikmete göredir. Sonra Allah (c.c.) böyle, akıllara durgunluk verecek bir âlem yaratmakla kendisinin nelere güç yetirebileceğini bize göstermiş ve kendini bize tanıtmak istemiş olabilir. Melekler arasında, en büyükten en küçüge doğru son derece düzenli ve intizamlı bir sistemi bize göstermekle bize kendi işlerimizde örnek ve kopya vermiş olabilir. Isteseydi bizi de onlar gibi aralıksız ibâdet ve itaatla görevlendirilebileceğini, bu yüzden durumumuzu nimet bilmemiz ve bizim, onlarınkine göre çok az olan görevlerimizi yerine getirmemiz gereğini hatırlatmış olabilir.

Melekleri niçin göremiyoruz? diye de sorulabilir. Bu soruya da muzipçe: Göremediğin sadece melekler mi? Görebildiklerin, göremediklerinin kaçta kaçı olabilir? Göremediğin herşeyi yok saymak; kısa düşüncelilik ve geri kafalılık olmaz mı? diye cevap verilebilir. Ama biz bunun da bilimsel açıklamasını yapmaya çalışalım:

Bir defa varlık âlemi sadece dünyadan ibaret değildir ve her âlemin kendine göre şartları ve kanunları vardır. Meselâ aydaki yerçekimi dünyadaki yerçekimi gibi değildir. Eğer varsa, bir başka dünyadaki canlıların yaşama şartları da bu dünyadaki yaşama şartları gibi değildir. Melekler de bir başka âlemin varlıklarıdırlar ve bu dünya şartlarına göre ayarlanmış gözlerle görülemezler. Tıpkı televizyon dalgalarının radyo alıcısıyla algılanamadığı gibi. Sonra gözün, kendi dünyasında da bir görme kapasitesi vardır. Meselâ göz, ışığın belli dereceden az ve belli dereceden çok olması halinde göremez. Yani kapkaranlık bir odada önümüzdeki masayı göremediğimiz gibi, Güneşin kendisine ve meselâ kaynak ışığına karşı da bakamayız, göremeyiz. Kulaklarımızın ve diğer duyularımızın gücü de aynıdır. Dünyada iken Allah'ı göremememizin sebebi de budur. Yani Allah'ı uzakta ve görülmeyen bir yerde olduğu için değil, aksine bizim gözlerimizin gücünü aşan bir açıklıkta ve parıltıda olduğu için göremiyoruz. Çünkü O'nun bir adı da Nûr'dur. Cennette ise in******ra oranın şartlarına göre göz verilecek ve Allah'ı, o şartlar altında göreceklerdir. Nitekim Hz. Musa Allah'ı görmek istemiş ve değil Allah'a, Allah'ın belirdigi dağa bakmakla bile cereyana kapılmış gibi baygın yere serilmiştir. (Bu olay için bk. A'raf (143. âyet ve tefsirleri.) Yine bu yüzden Allah(c.c.) elçisi Muhammed'e görünmek istediğinde onu Mi'raca yükseltmiş, Cennete koymuş ve o, Allah'ı oranın şartlarıyla görebilmiştir. Ve yine bu yüzden Mi'raç yolculugunda ona refakat eden Cebrail belli bir noktadan öte geçemeyeceğini, geçerse yanacağın söylemiştir. Melekler bu nitelikte, Allah gibi olmamakla beraber, bizim onları göremeyişimizin sebebi de aynıdır.

Sonra biz eşyayı beş duyumuzla algılıyoruz. Bir altıncıduyumuz daha olsaydı algılayacak daha bir sürü şey bulmaz mıydık? Bulmazdık demek, elini denize sokup dibini bulamayan adamın, bu denizin dibi yoktur, demesi gibi gülünç olmaz m? Meselâ anadan doğma kör olan bir insan, rengi hangi yolla algılayabilecektir? Onun renk diye birşey yoktur demesinin ne anlamı varsa, melek diye birşey yoktur demenin de o kadar anlamı vardır. Üstelik hayatında hiç yalan söylemeyen bir insan, bize meleklerin var olduğunu söylemiş, onları görmüş ve konuşmuştur. Kaldı ki, meleklerin bulunmadığına da aklî delil yoktur. Bütün dinler meleklerin var olduğunu söylemiştir. Herbirimizin en azından birkaç defa görmüş olduğumuz gerçek rüyalar bile, bizim algılayabildiğimiz fizik âleminin ötesinde bir manâ âleminin bulunduğunun kesin delilidir.

Meleklerin varlığından sözeden birçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf bulunduğu ve Islâm ümmeti bu konuda ittifak ettiği için, meleklerin varlığını kabul etmemek, insanı dinden çıkarır.
İNANÇLA İLGİLİ DİĞER BAZI KONULAR
Imanın ana temelleri altı olmakla ve bu altı temel bütün inanılacak şeyleri içine almakla beraber, akaid kitaplarında, öneminden ötürü ayrıca zikredilen şeyler de vardır:

Allah'ı, insanlarda, ya da diğer yaratıklarda bu1unan bir özellikle nitelemek küfürdür.

In******r cennette Allah'ı yer, zaman ve nitelikten uzak bir şekilde göreceklerdir.

Allah'ın Kelâmmn bir âyetini bile inkâr, insanı dinden çıkarır.

Allah'a mekân nisbet edilemez. Yani Allah şuradadır, ya da buradadır denmez. Belki, bilgisi ve gücüyle Allah her yerdedir, denir.

Isrâ ve Mîraç, yani Hz Muhammed'in Allah tarafından Mekke'den alınıp Kudüs'e ***ürülmesi, oradan da göklere yükseltilip bu yolculugunda Allah'la görüşmesi gerçektir.

Kıbleye dönüp namaz kılan hiçbir kimse; dinin zorunlu olarak bilinen kesin esaslarından birini açıktan inkâr etmedikçe, ya da küfrü kesin olan bir eylemi inanarak yapmadıkça kâfir sayılamaz.

Kâfirin müslüman üzerinde "velayat" hakkı yoktur, ya da "ulü'l-emr" ancak müslümandan olur.

Allah'a isyan emretmedikçe "ulü'l-emr"e itaat, zalim de olsa farzdır:

Abdestte mestler üzerine meshetme müslümanların ittifakıyla sabittir.

Imamla, yani tüm müslümanların önderi ile birlikte cihad kıyamete dek sürecektir.

Peygamber bildirmeden, kimsenin Cennetlik ya da Cehennemlik olduğuna hükm olunamaz.

Peygamberimizin arkadaşlarının, yani ashabının hepsi âdil insanlardır. Hiç birisine kötü söylemeyiz.

Allah'tan başka herkes yanılabilir. Ancak Allah, peygamberleri yanıldıklarında doğrultur.

Bir peygamber, bütün velilerden daha üstündür.

Allah dostlarının (evliya) kerametleri gerçektir.

Kâhinler ve gâibden haber verdiklerini söyleyenler yalancı ve kâfirdirler. Söylediklerini doğrulamayız. Ama Allah, bazı kullarına dilerse bazı sırlar öğretir.

Kıyametin, Deccalın çıkması, Hz. Isâ'nın inmesi ve Güneş'in batıdan doğması gibi büyük işaretleri vardır.

Allah Resûlünün yolundan başka bir yol, onun getirdiği gerçekten başka bir gerçek yoktur. Içiyle ve dışıyla ona itaati kabullenmeyen, havada da uçsa, suda da yürüse mü'min değildir.

Inanç açısından insanlar üçe ayrılır:

1. Hz. Muhammed'in (s.a.s.) Allah'tan (c.c.) getirdiklerini kalbiyle kabul edip, diliyle söyleyen mü'min'dir.

2. Kabul etmeyen kâfirdir.

3. Kabul etmediği halde kabul ettiğini söyleyen münafıktır. Münafık kâfirden daha kötüdür. Ancak kalbinden inanmadığı halde müslümanlar gibi yaşayana biz Müslümanca muamele ederiz. Kalbini bildiğimizi söyleyemeyiz.
 
İNFAK

Helâl yollarla elde edilen malı, ihtiyaca ve dinin gerekli ya da hoş görüldüğü yerlere harcama, sarfetme. Allah'ın bir rızık olarak verdiği görünür-görünmez (zahir-batın) nimetleri yayma.Kelime arapça kökenli olmakla beraber, Islami bir terim muhtevası kazandığından bütün müslüman halklar tarafından aynı kapsamla kullanılır olmuştur. Arapçadaki kökü "ne-fe-ka" fiilidir. Bu kök "çıkma" ve "gitme"yi ifade eder. Arap tavsanının çıkış deligine "nâfika", imandan çıktığı için ya da kalbinden iman çıktığı için insana "münafık", pantolonda ayağın çıkış yerine "neyfak", azığın bitip tükenmesine "infak" yerin altından çıkış yeri olan tünele "nafak" denir ki, bunların hepsinin kök, mana ile ilişkisi vardır. Insanın şeran bakmakla yükümlü olduğu kimselere elinden çıkarıp vermekle yükümlü olduğu malı mükellefiyete de "nafakâ' denir ki, bunun da bu kökle ilişkisi açıktır. Terim olarak giriş paragrafındaki anlamların tümünü bünyesinde bulunduran "infak" tanımdan da anlaşılacağı gibi, insanın sahip olduğu bilgiyi (faydalı ilmi) yayma ve öğretme anlamına da gelir. Mesela Kur'an-ı Kerim'in daha ilk girişinde (2/3) kurtuluşa eren mü'minlerden sözeden, "bizim kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler" ayeti "infak" a bu anlamı da yüklemiştir. Ve bu ayet aslında "infak" ta bulunması gereken özelliklere de"işareti" ile dikkat çeker: Ayette ki "min = den" eki, infak edenin sahip olduğu herşeyi verip yoksul kalmasını ve savurganlık etmesini değil, bir kısmını vereceğini, "mâ = şey" ifadesi, sadece maddi varlıktan değil, ilim gibi manevi varlıklardan da infak edileceğini, Allah'ın "bizim rızık olarak verdiklerimiz" ifadesi, "infak" ta başa kakma ve minnet duygusunun olamayacağını, çünkü verenin aslında Allah'ın malından verdiği, "infak ederler" ifadesi de, hem başka harcamalar için değil ihtiyaç (nafaka) için verirler, hem de, verdikleri çok az olmayıp bir ihtiyacı karşılayacak kadar olur anlamına verir ki, "infak"ın asıl özellikleri de bunlardır. Bu nitelikleri taşıyan "infak"ın yapıldığı yön (cihet) zaman ve şartlar itibari ile kendi içinde bir meratibi (hiyerarşisi) vardır. Mesela bir yönüyle "infak"ın farz, (vacip) ve mendup olanları vardır ki, bu sıralamaya göre "infak"ın farz olanlarının başında zekat gelir. Insanın kendine bakması ve çoluk çocuğuna yapacağı harcama (nafaka) da ikinci derecede farz olan "infak" tır. Üçüncü farz "infak" ise cihat için yapılacak harcamadır. Bütün çeşitleriyle sadakalar ise "infak"ın mendup (hoş ve arzulanan) kısmını oluşturur. (Kurtubî I/179) "Infak"ın tüm çeşitleri ile ilgili olarak Kur'an-ı Kerim'de ikiyüze yakın ayet-i kerime vardır ki bu, islam toplumundaki maddi transfer, mülkiyet seyyaliyeti, servet törpülenmesi, gelir hatta servet dağılımı, olandan olmayana transfer (sosyal güvenlik ödeneği) kısaca sosyal adaletin hangi boyutlarda motive edildiğinin belirgin bir göstergesidir, "infak"ın mekruh ve haram olanı ise olmaz. Çünkü bu terimin anlamı bütünüyle olumludur. Mekruh ya da haram olan harcamalara "infak" değil "israf', "savurganlık" vs. denir.

Ancak "infak"in sadece teberru (tatavvu) şeklindeki harcamalara denebileceği, zekatı içine almayacağı da söylenmiştir. Fakat birinci görüş daha doğrudur.( Razî 2/3. ) Diğer bir yönden "infak"ın hiyerarşisini Allah Rasülü (s.a.) bir hadisleriyle açıklar: "Gelip, bir dinarım var (ne yapayım?) diye soran birisine: kendine harca (infak et) buyurdu. Iki dinarım varsa? Ev halkına harca. Üç dinarım varsa? Hizmetçine (çalıştırdıklarına) harca. Dört dinarım varsa? Ebeveynine harca. Beş dinarım varsa? Yolunlarına harca. Altı dinarım varsa? Allah yolunda harca, buyurdu" el-Bakara suresi 2/215. ayeti bu hiyararşiye daha net bir sıra çizer: "Ne infak edeceklerini sana sorarlar. De ki, hayır olarak infak ettiklerinizi ebeveyninize, yakınlarınıza, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara (harcayın)" Bir başka hadis-i şerif aynı derecelemeye değişik sartlara göre biraz değişik bir sıra çizer: "kişinin infak deceği en hayırlı para (dinar) çoluk çocuğuna harcadığı, Allah yolunda (cihadda) bineğine harcadığı, yine Allah yolunda arkadaşlarına harcadığı paradır." Bir diğerinde ise: "Allah yolunda (cihadda) infak ettiğin bir dinar, bir köle azat etmek için infak ettiğin bir dinar, bir yoksula sadaka olarak verdiğin bir dinar ve çoluk çocuğuna harcadığın bir dinardan ecri en büyük olanı çoluk çocuğuna harcadığındır"( Kurtubî I/179) denir.Rasülullah'ın hadislerinde de her çeşidiyle "infak" vurgu ile tavsiye ve teşvik görür. O herkesin, yarım hurma ile de olsa kendisini kurtarması gerektiğini, sadakanın rızkı çogaltacağını, ömrü ve malı artıracağını, Rabbin gazabını dindireceğini, zafere sebep olacağını, malın bereketi olduğunu söyler. Zaten Allah da (c.c.) yapılan bir infakın yerinin Allah tarafından doldurulacağını haber verir. (34/39) Yine Allah Rasulü (s.a.) "infak" etmeyenin rızkının daraltılacağını, cömertliğin Allah'ın ahlakından olduğunu, yoksullara arka çıkmanın kötü ölümü engelliyeceğini, sadakanın (bir paratöner gibi) belayı önlediğini... bildirir.Kısaca bütün çeşitleriyle infak Islamın ikinci temel unsuru, "köprüsü" ve dünyayı düzene koyma aracı olarak görülür.
İNSAN İRADESİ-İHTİYÂRÎ FİİLLERİ VE SORUMLULUK
Bilindiği gibi insan, kâinattaki yaratıkların en olgunu ve şereflisidir. Çünkü, bu âlemdeki canlı cansız varlıkların hepsi, insanın emrine ve hizmetine verilmiştir. Bu bakımdan insan, Rabb'ini bilmek ve O'na ibadet etmek için olduğu gibi, bu dünyayı imar ve ıslah etmek için de yaratılmıştır. Bu sebeple "Allahu Teâlâ, insana her türlü güzel vasıflar, yanında onu diğer varlıklara üstün kılan ve insan yapan, akıl, ruh, irade ve ihtiyar gibi manevi değerler vermiştir. O, aklı, irade ve seçme gücü ile diğer varlıkların yapamayacağı bir çok işleri yapmak, yeni yeni şeyler keşfedip kesb etmek kudretine sahiptir. Insana bu sınırlı kudreti ve cüzî iradeyi veren; gücü her şeye yeten mutlak kudret, kulli irade ve sonsuz kemal sahibi olan Allah Teâlâ'dır. Fakat insana verilen bu sıfatların hiç biri tam ve mutlak değildir. Allah'ın kemâl sıfatlarına nazaran çok eksik ve sınırlıdır. Bu sebeple insan, iradesini, fıtrî yeteneklerini ve diğer sıfatlarını kullanırken, belirli ölçülere, kayıtlara ve ilâhî kanunlara tabidir. Fakat bu kayıtlara ve bazı engellere rağmen insan, cüz'î iradesini kendi sınırları içinde kullanmakta ve dilediği tarafa yöneltmekte serbesttir. Gerçek şudur ki insan, belirli ölçüler ve sınırlar içinde hareket edebilen hür bir varlıktır. O halde insanın kendi irade ve ihtiyarı ile yaptığı, isteyip kesbettiği (elde ettiği) işler vardır ve yaptığı bu işlerden elbette sorumludur. Yapmakla mükellef olduğu iyi ve güzel işler karşılığında mükafaat alacak, yapmaması gerekenler karşılığında da ceza görecektir., Çünkü insan, kendi irade ve isteğiyle iyi veya kötü belirli bir işi yapmaya karar vermiş ve o kararını uygulamaya koymaya girişmiş olmakla, o işin sorumluluğunu yüklenmiştir. Işte insanlar, sahip oldukları bu irade ve ihtiyarları (seçme melekelerine sahip olmalarından dolayı mükellef ve yaptıkları işlerden sorumludurlar. Bu teklif esasına göre dinen sevaba layık veya cezaya müstehak olurlar. Aksi halde insanlar mükellef ve yaptıkları işlerden sorumlu olmazlar. Teklif ve sorumluluk, sevap ve ikab (ceza) esaslarını kabul etmemek ise, bütün ilahî dinlerin esas ve gayesine aykırıdır.

Diğer taraftan, şayet insanlar yaptıkları her işi mecburi ve zorunlu olarak yapar diye düşünürse, cebir (zorlama) lazım gelir ve insan iradesi inkâr edilmiş olur. Yani insanların yaptıkları hiç bir işte irade ve ihtiyarları olmaz, buna rağmen o işlerden sorumlu tutulmuş olurlar ki bu, ilahi adalete aykırı düşer. Bu sonuç ise batıldır.

O halde, karşımıza, birbiriyle zor bağdaşan iki dini esas çıkıyor:

Birincisi; "Allah (c.c) her şeyin halîkı (yaratıcısı) dır" (ez.-Zümer, 39/62) âyetine uyarak, Hak Teâlâ'nın yegane yaratıcı olduğuna, yaratıcılıkta hiç bir ortağı bulunmadığına ve kulun ihtiyarı fiillerini de yaratanın Allah olduğuna iman etmektir.

Ikincisi de; kul, kendi irade ve ihtiyarı ile yaptığı (zorunlu olmayan) Ihtiyarı Fiillerinden sorumludur. Yani Allah'ın emirlerini yapmak ve yasaklarından kaçınmakla mükelleftir. Bu, teklif ve sorumluluğun esası olup, dinde sevap ve ikabın kaynağıdır. Bu esas, bizi "insanın sorumlu olması için, fiilini icad etmesi gerekir" sonucuna ***ürebilir. Bu sonuç ise, birinci esasa aykırı düşer.

Işte, inanılması gereken bu iki esas arasında görülen çelişkiyi kaldırmanın zorluğu, insan aklını tereddüde ve fikir ayrılıklarına sevketmiş ve bu konuda Ehl-i Sünnet dışı mezheplerin doğmasına neden olmuştur. O halde ihtilafın ana sebebi; insanların "ef'âli ihtiyarıye" diye anılan kendi irade ve ihtiyarları ile yaptıkları "fiilleri yaratmak" Allah Teâlâ'nın fiillerinden midir? Yani bu irâdı fiillerin yaratıcısı Hak Teâlâ mıdır, yoksa o fiili bizzat işleyen kul mudur? meselesidir. Bu konuda farklı görüşler ve ayrı ekoller ortaya çıkmıştır:

1-Mutlak cebir düşüncesine dayanan "Cebriyye" mezhebi öncüsü Cehm b. Safvan olduğundan "Cehmiyye" adıyla da anılır.

2-Mutlak ihtiyar fikrine dayanan Kaderiyye ve "Cumhuru Mu'tezile" mezhebi.

3-Cebr ve ihtiyar arasında görülen "Mâturîdiyye" mezhebi.

4-"Cebr-i Mutavassıt" olduğu iddia edilen "Eş'ariyye" mezhebidir.

Ilk iki mezhep, insan iradesi üzerinde aşırı giden ve birbirinin zıddı olan "mutlak cebir" ve "mutlak ihtiyar" fikrine dayanan ve böylece ifrat ve tefrite kayan Ehl-i Sünnet dışı bâtıl mezheplerdir.

Son iki mezhep ise, ifrat ve tefrite sapmayan hak mezheplerdir. Her ikisi de, Ehl-i Sünnet görüşünü temsil ederler.

Cebriyye; insanın irâdî fiilleri üzerindeki kudret irade ve ihtiyarını tamamen inkâr ederek, kulun daima mecbur ve muzdar olduğunu, yaptığı işlerde hiç bir rolü olmadığını iddia ediyor. Böylece "teklif ve sorumluluk" esasını yıkarak, insanı mutlak cebre teslim ediyor. Onu âdeta cansız bir varlık seviyesine indiriyor. İslam'ın ana prensipleriyle bağdaşmayan bu çarpık görüş, müslümanlar arasında rağbet görmemiş ve kısa zaman sonra ortadan kalkmıştır.

Kaderiyye ve Mu'tezilenin büyük çoğunluğu; Cebriyye'nin mutlak cebir fikrının tam aksini savunacak, insanı "hâlikiyet" yani yaratıcı derecesine çıkarıyor ve "kul, yaptığı ihtiyârî fiillerin yaratıcısıdır" diyorlar. Böylece Allahu Teâlâ'ya, bir çeşit şirk koşma gibi tevhid akidesine aykırı bir duruma düşüyorlar.
 
İNTİHAR
Insanın kendisini öldürmesi. Ne şekilde olursa olsun bir kimsenin kendisini öldürmesine "intihar" denir. Intihar Allah'ın yaratmış olduğu cana kıymaktır. Bu yüzden de büyük günahlardandır. Insana canı veren Allah olduğu gibi, onu almaya yetkili olan da odur.

Intihar etmenin haramlığı ve ahiretteki tehlikesi ayet ve hadislerle sabittir.

Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Ey iman edenler, mallarınızı aranızda karşılıklı rıza ile gerçekleştirdiğiniz ticaret yolu hariç, batıl yollarla yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir" (en-Nisa', 4/29). Ayette, fiilen cana kıyma anlamı yanında, Allah'ın haram kıldığı şeyleri işlemek, masiyete dalmak ve başkalarının mallarını batıl yollarla yemek sûretiyle kendisine yazık etmek, ahiret hayatını mahvetmek anlamı da vardır (Ibn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'anı'l-Azım, Istanbul 1985, II, 235).

Amr b. el-As (r.a), Zâtu's-Selâsil seferinde ihtilâm olmuş, hava çok soğuk olduğu için, su bulunduğu halde, ölüm korkusundan dolayı teyemmümle namaz kıldırmıştır. Durumunu Hz. Peygamber'e iletirken, yukarıdaki ayete göre amel ettiğini söylemiş ve Resulullah (s.a.s) Amr'ın bu yaptığını tasvip etmiştir (Ebu Dâvud, Tahâre, 124; Ahmed b. Hanbel, IV, 203).

Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Yedi helak edici günahtan uzak durunuz Denildi ki, ya Resulullah, onlar nelerdir?; şöyle buyurdu: Allah'a ortak koşmak, bir cana kıymak, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, iffetli, hiçbir şeyden habersiz mümin kadına zina iftirası yapmak" (Buhârî, Vesâyâ, 23, Hudûd, Tıb, 45; Müslim, Iman, 144).

Intihar geçmiş ümmetlerde de yasaklanmıştır. Cündüb b. Abdullah'tan Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Sizden önceki ümmetlerden yaralı bir adam vardı. Yarasının acısına dayanamayarak, bir bıçak aldı ve elini kesti. Ancak kan bir türlü kesilmediği için adam öldü. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak; kulum can hakkında benim önüme geçti, ben de ona cenneti haram kıldım, buyurdu" (Buhârî, Enbiyâ, 50).

Hayber Gazvesi sırasında büyük fedakârlıklar gösteren Kuzman adındaki birisinin, sonunda cehenneme gideceği Hz. Peygamber tarafından haber verilmişti. Bunun üzerine Ashab-ı kiramdan Huzâî Eksüm, Kuzman'ı izlemiş ve O'nun, aldığı yaralara sabredemeyip, kılıcı üzerine yaslanarak intihar ettiğini görmüştür (Buhârî, Kader, 5, Rikâk, 33, Meğâzî, 38, Cihâd, 77; Müslim, Iman, 179; Kâmil Miras, Tecrid-i Sarıh, X, 266 268). Kuzman'ın ölüm şekli Allah Resulu'ne iletilince şöyle buyurmuştur: "Insanlar arasında öyle kimseler vardır ki, dış görünüşe göre, cennet ehline yaraşır hayırlı işler yaparlar; halbuki kendileri cehennemliktir. Öyle kimseler de vardır ki, cehennemliklere ait kötü işler yaparlar, halbuki kendileri cennetliktir" (Buhâri, Kader, 5, Rikâk, 33; Müslim, Iman, 179).

Intihar edenin uhrevî cezası, intihar şekline uygun olarak verilir. Hadis-i şeriflerde "Kim kendisini bıçak gibi keskin bir şeyle öldürürse, cehennem ateşinde kendisine onunla azap edilir" (Buhâri, Cenâiz, 84). "(Dünyada ip ve benzeri) şeyle kendisini boğan kimse cehennemde kendisini boğar, dünyada kendisini vuran cehennemde kendisini vurur (azabı böyle olur)" (Buhârî, Cenâiz 84),

"Kim kendini bir dağın tepesinden atar da öldürürse cehennem ateşinde de ebedi olarak böyle görür. Kim zehir içerek kendisini öldürürse cehennemde zehir kadehi elinde olduğu halde devamlı ceza çeker" (Müslim, Iman, 175; Tirmizi, Tıb, 7; Nesâî, Cenâiz, 68, Dârimi, Diyât, 10; Ahmed b. Hanbel, II, 254, 478).

Islâm bilginlerinin çoğunluğuna göre, intihar eden dinden çıkmış olmaz, üzerine cenaze namazı da kılınır. Hayber Gazvesinde intihar eden Kuzman'ın cehennemlik olduğu bildirilmişse de, cehennemde ebedî olarak kalacağını belirten açık bir ifade yoktur. Bu yüzden intihar suçunu işleyenin cezasını çektikten sonra cehennemden kurtulacağı umulur. Ancak bunun için, intihar edenin son anda mü'min sıfatını taşıması ve intiharın helâl olduğuna itikad etmemiş olması da şarttır (Kâmil Miras, a.g.e, X, 270).

Hz. Peygamber'in, bıçakla kendisini öldüren kimsenin cenaze namazını kıldırmadığı nakledilir. Ancak bu olay, intihar edeni cezalandırmak ve başkalarını böyle bir fiilden menetmek amacına yöneliktir. Nitekim Ashab-ı Kiram bu kimsenin cenaze namazını kılmıştır (el-Askalânî, Bulûgu'l Merâm, terc. A. Davudoğlu, Istanbul 1970, II, 276-277). Imam Ebû Yusuf'a göre, intihar hata ile veya şiddetli bir ağrıdan dolayı olmadıkça müntehir üzerine cenaze namazı kılınmaz.

Sonuç olarak, beden Cenâb-ı Hakkın insanoğluna verdiği en büyük emanettir. Bu emaneti, ruh bedenden kişinin kendi müdahalesi olmaksızın ayrılıncaya kadar korumak gerekir. Bunun için de, kişinin rûhî ve fizikî sıkıntılara sonuna kadar sabır göstermesi İslam'ın amacıdır. Aksi halde intihar etmekle dünyevî sıkıntı ve problemlerini çözeceğini düşünen kişi, hemen intikal edeceği kabır ve daha sonra ahiret hayatında çok daha büyük sıkıntı ve felaketlerle karşılaşır. Hayat, en kötü şartlar altında bile güzeldir. Çünkü, ruh bedende kaldıkça Allah'tan ümit kesilmez. Her geceden sonra gündüz, her zorluktan sonra bir kolaylık vardır. Kulun Allah'a yönelmesi ve O'ndan yardım istemesi, sıkıntı ve problemlerin çözümünün başlangıçnoktasını teşkil eder. Yüce yaratıcı umulmayan, beklenmeyen yer ve yönlerden kolaylıklar ihsan eder. Çünkü O'nun her şeye gücü yeter. O'na dayanan da güç kazanır.
İNTİHAR EDEN VEYA İÇKİ İÇEN KİMSENİN CENAZE NAMAZINI KILMAK CAİZ MİDİR?
İslam dininde intihar etmek, içki içmek, namazı terketmek ve zina gibi bir günah işlemek büyük bir vebaldir. Fakat Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'e göre küfre vesile değildir. Yani bir kimse kelime-i tevhidi getirip İslam'ın bütün ahkamını kabul ederse adı geçen günahlardan birisini veya diğer müslümanlar gibi onların da cenaze namazı kılınacaktır. Fakat İslam'ın tümünü veya müslümanım dediği halde İslam'ın bazı hükümlerini reddederse müslüman sayılmaz. Böyle bir kimsenin dinen cenaze namazı kılınmaz. Kılınsa nazar-ı itibare alınmaz. Allah'ın indinde makbul değildir.
 
İNTİSAP ETMEK FARZ VEYA VACİP Mİ? İNTİSABI OLMAYAN KİMSENİN İMANI NASILDIR?
İntisap etmek ne farz ne vaciptir. Farz vacipolan şeyler Kur'anı Kerimde Hadisi şerif ve fıkıh kitaplarında açıkça belirtildiği halde söz konusu olan intisap bunlardan sayılmamıştır. İntisap etmekten maksat mürşid,alim ve amil olursa kalp ve ruhu verdiği terbiye ile terbiyelendirmektir ve İslam'ı güzelce alıp onu yaşamaktadır. İntisap ve seyr-i süluk meselesi asr-ı saadette yoktu. Çok zaman sonra icad edilmiştir. Doğuş tarihi kesin olarak bilinmemektedir. İntisap etmekten maksat Kur'an-ı Kerim ile Hadis-i nebevinin ışığı altında ruh ve kalbi besleyip onu ruhi hastalıklardan korumak olduğuna göre tarikata girmeden de bu işi yürütmek mümkündür. Her tarikat, Kurucusuyla şöhret bulmuştur. Rüfa'i tarikatı. Ahmed er-Rüfai'ye, Kadiri tarikatı Abdü'l-Kadir Geylani'ye, Nakşıbendi tarikadı da Muhammed Beha'eddin en- Nakşibendi'ye mensuptur ve onun lakabıyla şöhret bulmuştur. İmam-ı A'zam, İmam-ı Şafi'i gibi zevat İslam hukukunda müctehid oldukları gibi AbdülKadir Geylani, ahmed Rüfai ve Muhammed en-Nakşibendi gibi zevat da ahlak ve tasavvuf sahasında müctehiddirler. Tarihe göz atıldığında ehl-i tarikatın İslam ve beşeriyete büyük hizmetler verdiklerini görmüş olacağız. Henüz İslam'ın nuruyla nurlanmadan evvel Tatarlar İslam alemini yakıp yıktıkları ve hilafet-i İslamiyeyi ortadan kaldırdıkları zaman İslam inancını ayakta tutan ehl-i tarikat olduğu gibi Osmanlılar da fethettikleri ülkeleri İslama ısındırmak ve orada yerleştirilen müslümanları İslami bilgilerle donatmak hususunda da ehl-i tarikatın büyük rolü olmuştur. Yalnız bu zamanda Allah için İslam davasını yürütüp seyr ü sülük eden mürşıdler çok azalmışlardır. Hatta birçokları salih aba ve ecdadının selahını istismar ederek avam tabakayı arkasından sürüklüyorlar. Bu zamanda hakiki mürşid bulmak çok zordur. İntisab etmek imanın şartlarından veya İslam'ın farz kıldığı bir şey olmadığına göre intisap etmeyen kimsenin imanı yoktur veya zayıfdır denilemez.
 
İNZİVA

Köşeye çekilmek, insanlardan uzaklaşmak.

Inzivanın uzlet ve halvetle de mana birliği ve amaç bütünlüğü vardır. Son iki kelime, dünyadan bir müddet el-etek çekme anlamındadır.

Bilineceği üzere insan, maddi alemle ilâhî âlem arasında bir köprü durumundadır. Onun iki önemli öğesinden biri olan bedeni, madde alemine; ruhu ise nefha-i ilâhi olduğundan mana alemine aittir (es-Secde, 32/7-9). Bu nedenle insan, her iki alemle de münasebet içinde olma imkanına sahiptir.

Insanın maddî ve manevî bakımdan mutluluğu, iyi bir kul olabilmesi, maddesi ile manâsı arasındaki dengeyi kurabilmesine bağlıdır. Bu, aynı zamanda bedeni ile ruhu, dünyası ile ahireti arasındaki denge demektir. Bedenle ruh, madde ile mana, dünya ile ahiret arasındaki dengeyi sağlayabilmek için, Islâm dininde bir çok esaslar vardır. Bunlardan; zühd, cömertlik, kanaat, rıza vb.ni sayabiliriz. Tasavvuf, kâl değil hâl ilmidir. Teorik olmaktan çıkıp pratik olmaya geçmektir. Bu bakımdan yukarıdaki esaslar, tasavvufta bir hayli gelıştırilmiştir.

Konumuz olan inziva, tasavvufun önemli esaslarından olan zühdün içinde yer almaktadır. Bilindiği gibi zühd; birşeye rağbet etmemek, terketmek ve yüz çevirmek manalarına gelir. Tasavvufî anlamda ise, Allah'tan gayrı şeylere, masıvaya karşı takımları olumsuz tavrı ifade eder. Kur'an-ı Kerîm'de bir yerde geçer (Yusuf, 12/20).

Hz. Peygamber (s.a.s)'in ve ashabının yaşayışları, tarihçilerin de övgüsüyle bahsettikleri gibi zâhidane idi. Her zaman bulamadıkları için değil, fakat dünyevî nesnelere değer vermedikleri için bu hayatı yaşıyorlardı.

O devirdeki bu hayat, Allah korkusu ve ahiret sevgisine dayanıyordu. Sahabelerden aşırı gidenler olduğunda, bizzat Hazreti Peygamber, o gibileri uyarıyor ve makul çizgiye indiriyordu. Bundan sonraki devirde, Islâm topluluğunun süratle genişlemesi, çeşitli kültür ve medeniyetlerle temas, siyaşı kavgalar, idarî baskılar gibi psikolojik ve sosyal etkiler sonucu, zühd hareketi şiddetini artırmıştır. Emevî saltanatının lüks ve israfa düşkünlüğüne ilk defa zahid sahabî Ebû Zerr el-Gıfarî (Ö. 32/652) şiddetle tepki göstermiştir.

Bütün bunlardan anlıyoruz ki, bir müslümana yakışan hem dünyada yaşayacak, hem de kalben onun sevgisinden uzaklaşacaktır. Dünyadan uzaklaşma anlamında olan inziva, ya halkın şerrinden kaçmak için, ya da münzevinin "halka zarar vermeyeyim" diye yaptığıdır ki, ikincisi birincisine tercih edilir.

Kalp ile inzivaya çekilenlerin çoğu zaman aynı zamanda bina kurup, su çıkaran ve araziyi sulayıp bol ürün elde eden birer muktedir mühendis oldukları tarihte gözlenmiştir (ö. L. Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, s. 55). Bunlar, "Insanlar içine karısıp da onlardan gelecek sıkıntılara katlanan müslüman, inanlara karısınıayıp onlardan gelecek sıkıntıya sabretmek durumunda olmayan müslümandan daha hayırlıdır" (Ahmed b. Hanbel, V, 365) hadisine uyarak, masıvadan kaçmak yerine, onunla pençeleşmeyi prensip edinmişlerdir. Yine bunlar, mutlak hürriyeti seçtik ve Hakk'a teslim olduk diye de, dünyadan el-etek çekip, işi gücü bırakmamışlar, sûfî elbisesine bürünüp, bir köşeye çekilip, menfaat sağlamaya çalışmamışlar, "el emeklerinin karşılığı olan lokmalarını yemişler" (Kâmil Miras Tecrîd-i Sarîh, VI, 369), "ilâ-yı kelimetullâh" için cihat etmişlerdir (Ahmet Sevgi, XIII. Asırda Anadolu'da Tasavvûfî Hareket, Erciyes Üniv. Ilâhiyet Fakültesi Dergisi, s. 3).

Kısaca inziva, Allah'tan alıkoyan şeylerden sıyrılmaktır.
İPEKLİ GİYİNMEK
Ipek, ipek böceği adıyla anıları ve dut yaprağı ile beslenen bir tırtıl tarafında salgılanan maddedir. Ipek böceği tırtılının salgıladığı bu madde havaya değince katılaşarak ipek teli haline gelir. Islâm dini; ipekli kumaşlar hakkında bazı ölçüler ortaya koymuştur. Dinimizde, halis ipek veya malzemesinin çoğu ipekten olan giyecek, süs ve eşyasını erkeğin kullanması haram iken bunlar kadına helâldir. Yine Islâm, sağlık durumundan dolayı, bir ihtiyaca dayandığı takdirde ipekli giymeye müsaade etmiştir. Sahih-i Buhârî'de rivayet edilen bir hadise göre, Hz. Muhammed (s.a.s) Abdurrahman b. Avf ve Zübeyr b. el-Avvam'ın cilt hastalıkları sebebiyle ipekli giymelerine izin vermiştir (Buhârî, Cihâd, 91; Libâs, 29). Diğer bir hadise göre de, ipek giyilmesinin yanısıra ipek sergi üzerinde oturmak da yasaklanmıştır. Sahabeden Huzeyfe (r.a) şöyle diyor: "Resulullah (s.a.s) bizim, altın ve gümüş kaptan yiyip içmemizi, ipek giymemizi ve ipek sergi üzerinde oturmamızı yasakladı ve şöyle buyurdu: "Bunlar dünyada onlar (kâfirler), ahirette ise bizim içindir" (Buhârî, Eşribe, 28; Müslim, Libâs, 4-5).

Ipek Müslüman Erkeklere Haramdır:

Hz. Peygamber (s.a.s), bir defasında ipekli bir kumaş alarak sağ tarafına koymuş, bir altın parçası da alıp sol tarafına koymuş, sonra bunlara işaret ederek "Işte bu ikisi de ümmetimin erkeklerine haramdır" buyurmuştu (Ebu Dâvûd, Libâs, 4, 9, 11).

Yine Peygamber Efendimize siyerâ diye anılan ipekli kumaştan yapılmış, yol yol sarı çubuklu, altlı üstlü bir elbise hediye edilmişti. Hz. Peygamber (s.a.s) bu elbiseyi Hz. Ali'ye gönderdi. Hz. Ali'nin onu giydiğini görünce, peygamberimizin yüzünde kızgınlık alâmeti belirdi. "Ben onu sana giymen için göndermedim" buyurdu.

Bunun üzerine Hz. Ali onu parçalara ayırıp ehl-i beyt kadınları arasında bölüştürdü (M. Asım Köksal, Hz. Muhammed ve Islâmiyet, Istanbul, ts., XI, 139).

Hz. Peygamber, erkekler için yasakladığı halis ipekli giyecekleri çocuklar üzerinde görünce memnuniyetsizliğini ortaya koyup onlara müdahale ederek değiştirmelerini sağlardı.

Ancak Islâm hukukçuları, erkeklere haram olan altın ve ipeklinin, erkek çocuklarına mekruh olduğunu bildirmişlerdir.

Erkekler için elbiselerinin bir kısmının ipekli ya da ipek işlemeli olmasında sakınca yoktur.

Ipekten mamul takkelerin kullanılması mekruhtur. Bir kısmı ipekten dokunmuş olan bir seccade üzerinde namaz kılınabilir. Yine Ebû Hanîfe'ye göre yüzleri ipek kumaştan yapılan minderler üzerinde oturmak ve yataklarda yatmak da caizdir. Ipeğin bayrak, alem, flama olarak kullanılmasına izin verilmiştir. Ayrıca Ebû Yusuf ve Imam Muhammed, savaş sırasında ipekli elbisenin giyilmesinin helâl olduğunu, çünkü böyle bir giysinin kişiyi düşmana heybetli göstereceğini ifade etmişlerdir.

Islâm dini, kadının doğuştan süs ve ziynet eşyasına karşı sevgisini gözönüne alarak; erkekleri yoldan çıkarma ve şehveti kamçılama yolunda kullanmamak şartıyla, erkeklere uyguladığı haram hükmünden kadınları istisna etmiştir. Zira kadını süsten, ziynetten menetmek, onun fıtratına ters düşer ve ağır gelir.

Kadınların, tenlerini göstermeyecek kalınlıkta olmak şartıyla, her türlü ipekli kumaşı giymelerinde bir sakınca yoktur. Kibirlenme ve başka kadınlara karşı böbürlenme hevesi gütmeksizin bir kadının ipekli giymesi caizdir (Ipekli giyinmekle ilgili hadisler için bk. ez-Zebîdî, Sahih-i Buhâri Muhtaşarı Tecrid-i Sarîh Tercemesi, Ahmet Naim, Ankara 1983, Hadis no: 245, 483, 619, 1139, 1229, 1230, 1345, 1859, 1892, 1946, 1947, 1948).
İPOTEK
Rehin karşılığı kullanılan bir beşerî hukuk terimi. Gayrımenkullerin ve resmî sicile kayıtlı bulunan menkullerin rehini, sicillerine, mülkiyetin nakline engel olan bir şerhin konulması yoluyla olur. Bu rehin işlemine "ipotek", rehnedilen menkul veya gayrı menkule de "ipotekli mal" denir. Islâm hukukuna göre rehin; ekonomik değeri olan bir menkul veya gayrımenkulü bir borç veya hakkın teminatı olacak şekilde hapsetmek, elde tutmaktır. "Rehin, bir malı ondan ödenmesi mümkün olan bir hak karşılığında mahpûs ve mevkûf kılmaktır" (Mecelle, madde 701).

Rehin hakkı, bir alacağa teminat teşkil etmek üzere tesis olunan bir haktır. Bu hak, rehnolunan şeyin mâliki başta olmak üzere herkese karşı ileri sürülebilir. Rehin hakkı sahibi, yani alacakları rehnedilen şeyi paraya çevirtmek ve bu suretle alacağını bundan almak hususunda yetkilidir. Bu bakımdan alacaklı için bir teminat teşkil eder.

İslam'ın zuhûrundan önce Araplar arasında rehin uygulanıyordu. Ancak vadesi gelen borç ödenmezse rehin olan rehnedilen şeyi mülk edinebiliyordu. Bu ya örfe göre, ya da rehin akdi yapılırken konusulan mülk edinme şartıyla olurdu. Islâm, rehin akdi müessesesini islah ederek her iki tarafın da haklarını sağlam esaslara bağladı. Bu arada, borç vadesinde ödenmediği taktirde, rehnedilen malın kendiliğinden alacaklının mülkiyetine geçeceği prensibini de yasakladı (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Mısır. 1327/1909, VI, 145).
 
Islâm hukukuna göre

Islâm hukukuna göre, mal sayılan her şey rehin olabilir. Menkul ve gayrımenkul ayırımı yapılmaz.

Islâm hukukuna göre rehin akdi, malı fiilen alıp vermekle (teâtî), yazılı belge düzenlemek suretiyle veya sağır dilsizin bilinen işaretiyle meydana gelir. Hattâ alıcının veresiye satın aldığı bir malı kabzettikten sonra, satıcı yanında rehin olarak bırakması da caizdir. Ancak veresiye alman mal, daha kabzedilmeden kendi satış bedeli karşılığında rehin bırakılamaz. Çünkü satılan bir mal, alıcıya teslim edilmeden önce kendi satış bedeliyle (semen) tazmine tabidir. Yani böyle bir mal henüz kabzedilmeden, satıcı yanında iken telef olsa, artık satıcı alıcıdan satış bedelini talep edemez. Çünkü böyle bir malın ayrıca rehinle teminata bağlanmış olmasına gerek yoktur (Ö. Nasuhi Bilmen, Istılahatı Fıkhıyye Kâmusu, Istanbul 1970, VII, 8).

Icap ve kabul sırasında şahit bulundurmak gerekmediği gibi, rehin akdiyle ilgili irade beyanlarının yazı ile tesbiti ve imza ile doğruluklarının tasdiki de gerekmez. Kur'an-ı Kerîm'de, borçların şahit ve yazıcının bulunamadığı yolculuk sırasında rehinle teminata bağlanmasından söz edilmesi bunu gösterir. Ayette şöyle buyurulur: "Eğer yolcu iseniz, bir yazıcı da bulamadıysanız, o vakit (borçludan) alınacak rehinler de yeterli olur. Eğer birbirinize güvenmişseniz, kendisine güvenilen kimse (borçlu) Rabbi olan Allah'tan korksun da emanetini tam olarak ödesin. Şahitliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse, şüphesiz onun kalbi bir günahkardır. Allah yaptığınız her şeyi bilir" (el-Bakara, 2/283).

Menkul rehni, alacaklıya veya bir yed-i emîne teslim edileceği için şahit ve yazılı belgenin olmayışı taraflar arasında anlaşmazlıklara yol açmaz. Acaba gayrımenkul rehninde de bir şekil şartı gerekmez mi? Bir bina, daire, arsa veya arazının rehnedilmesi de temelde aynen menkul rehni gibidir. Yani icap; kabul ve kabz yani gayrımenkulün zilyedliğinin rehin hakkısahibine devri ile rehin akdi tekemmül eder.

Ancak gayrımenkullerde zilyedliğin devri menkuller kadar basit olmadığı gibi, özellikle tapu siciline kayıtlı olan gayrı menkullerin devir ve temliki mücerred zilyedlikle gerçekleşmemektedir. hatta, gayrımenkulün zilyedinin ev sahibi, kiracı vb. oluşu dikkate alınmaksızın, tapu kayıtları üzerinden başkasına satış, hibe vb. yollarla devri mümkün olmaktadır. Aynı şeyi gemi, uçak, tren, kamyon ve otomobil gibi resmî sicillere kayıtlı menkuller için de söylemek mümkündür. Islâm devleti rehin akdinde ispat kolaylığı sağlaması için bir takım şekil şartları koyabilir. Meselâ; sicili tutuları ve bir takım resmî müesseselerde kayıtları bulunan menkullerin rehnedilmesi hâlinde bu sicil ve kayıtlara şerh verilmesi gerekli kılınabilir. Motorlu taşıt araçlarının rehnedilmesi hâlinde trafik kayıtlarına şerh vermek gibi... Yine, tapuya kayıtlı gayrımenkullerin rehnedilmesi hâlinde de tapu sicillerine bu durumun şerhedilmesi de böyledir. Bu şerhler rehin akdinin amacına ulaşmasına ve hukukî sonuçlarını doğurmasına yardımcı olur. Mal sahibinin kötü niyetli davranışlarına karşı, rehin hakkısahibi korunmuş olur. Çünkü böyle bir şerh bulunan menkul veya gayrımenkulün, rehin hakkısahibinden habersiz olarak üçüncü bir şahsa devri mümkün olmaz. Islâm devleti bu gibi şekil ve isbatla ilgili konularda; vadeli borçlanmaların yazı ile tespitini öngören ayete (el-Bakara, 2/282) ve "istihsan" prensibine dayanarak kanunlar çıkarabilir (Muhammed Ebû Zehra, Usûlü'l Fıkh, s. 263 vd.).

Rehinden amaç, alacağın teminat altına alınması ve borç vadesinde ödenmediği takdirde gerektiğinde rehnedilen malı sattırarak, alacağı ondan tahsil etmektir. Bunun için de rehin malın rehin işlemi devam ettiği sürece üçüncü bir şahsa devredilmemesi gerekir. Menkullerde, alacaklının kabzı veya yed-i emine teslim, bu garantiyi sağlar. Başkasına devir ve temliki ancak sicil kayıtları yoluyla olan menkul ve gayrı menkullerde ise, sicile şerh (ipotek) konulması alacaklıya bu teminatı sağlayacağı için, ipotek işlemi, "kabz" yerine geçer. Mâlikîler bölünebilir ortak malın rehnini meşrû olduğu esasına dayanarak bunu "resmî rehin" adıyla caiz görürler (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-Islâmî ve Edilletuhu, Dımaşk 1405/1985, V, 209, 210).

Menkul veya gayrımenkul bir malın rehin olabilmesi için alım-satıma (bey') elverişli bir mal olması gerekir. Bu yüzden rehnin, akit sırasında mevcut olması, ortak mülkse taksim edilmiş bulunması ve teslime güç yetirilecek durumda olması lâzımdır. Ancak ortak mülk (mûşâ'), rehnedenin bir hakkı ile meşgul olan bir mal ve başka bir şeye bitişik (muttasıl) durumdaki mal alım-satıma konu olabilirken; bazı Islâm hukukçularına göre rehin akdine elverişli kabul edilmemiştir.
 

Ortak malların rehnedilmesi:

Hanefilere göre, ortak gayrı menkulün (muşâ') rehni, taksime elverişli olsun veya olmasın caiz değildir. Böyle bir rehin akdi fasit olur. Çünkü ortak bir mülkün yalnız başına şâyi bir cüz'ünü, mesela üçte birini veya dörtte birini ayırdedip kabzetmek mümkün olmaz. Ortakların her cüz üzerindeki yaygın mülkiyet hakkı, belli bir cüzde kabzın gerçekleşmesine engel olur. Hibe akdi bunun aksinedir. Çünkü hibe, zarûret sebebiyle taksime elverişli olmayan ortak mallarda da geçerli olur ve mümkün olan kabzla yetinilir.

Hanefilerin delili; "(Borçludan) alınmış rehinler de yeter" (el-Bakara, 2/283) ayetidir. Bu ayet, rehin akdinin ancak kabzla tamam olup, lüzum ifade edeceğine delâlet eder. Çünkü rehnin bir borca teminat teşkil etmesi de bu şekilde mümkün olur. Aksi halde borçlunun nezdinde kalırsa, onun diğer mallarından farkı kalmaz. Kabz olmayınca rehin özeliği de bulunmaz. Rehnin uygun olan anlamı kabza hak kazanmakla mümkündür. Ortaklık, ortak mülkün sadece gelirini paylaşma hakkı sağladığı için kabza engel olur (el-Kâsânî, Bedâyîu's Sanâyî 1. baskı, Beyrut 1328/1910, VI, 138; Ibnü'l-Hümam, Fethu'l-Kadr, Kahire, ty. VIII, 203 vd.; Zeylâî Tebyînü'l-Hakâik, Emîriyye tab'ı, VI, 68 vd.; el-Cassâs, Ahkamü'l Kur'ân, Beyrut, ty., II, 260; Ibn Abidin, Reddü'l-Muhtâr, Kahire 1307, V, 348).

Bir malın tamamı rehnedildikten sonra şâyî' bir cüz'ü değil de belirli ve ifrazlı bir bölümü; meselâ yarısı, istihkak yoluyla zaptedilse, rehin akdi geri kalan kısım üzerinde devam eder. bu kısım bütün borç karşılığında ipotekli sayılır. Bu geri kalan kısım, rehin alanın elinde telef olsa, borçtan hisseşiyle telef olmuş bulunur. Bunun değeri borcun tümüne yeterli olsa bile, borcun tamamı düşmez. Kalan yarıya uygun olarak yarısı düşmüş bulunur (el-Fetâvâ'l-Hindiyye, Bulak 1310, V, 435, 436; Bilmen, a.g.e, VII, 13).

Çoğunluk Islâm hukukçularına göre ise, ortak mülkün, tamamı gibi belli bir hissesinin rehnedilmesi, bağışlanması, tasadduku veya vakfedilmesi mümkün ve caizdir. Taksime elverişli olup olmaması sonucu etkilemez. Satışı geçerli olan şeyin rehne konu olması da geçerlidir. Çünkü rehinden amaç, alacak başka türlü alınamadığı takdirde, rehnin satılarak, bunun satış bedelinden alacağı tahsil etmektir. Ortak (muşâ') mal, satışa elverişli olup, onun satış bedelinden borcu ödemek mümkün olur. Bu konuda genel prensip şudur: "Ortak olsun olmasın, satışı caiz olan her şeyin rehni de caizdir" (el-Kâsânî, a.g.e, VI, 138; Ibn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mısır, t.y., II, 269; eş-Şîrâzî, el-Muhazzeb, I, 308; Ibn Kudâme, el-Muğnî, Kahire, t.y., IV, 337).

Türk Medenî hukukuna göre, mülkiyet; müstakil ve ortak mülk olmak üzere ikiye ayrılır. Bir mala, birden çok kişi birlikte mâlik iseler, bu mülkiyet ortak mülkiyet adını alır. Bu da ikiye ayrılır:

a. Müşterek mülkiyet: Birden çok kimse, bir mala her biri kendi hissesine ait olmak üzere malık olup da, o şey fiilen taksim edilmemişse, o kimseler müşterek malıktirler. Ortaklardan her biri, hissesini bir borç için rehin gösterebilir (T.M.K. Mad. 623). Müşterek bir mülk taksim edilerek şüyûu izâle olunursa, tapu kaydında bulunan ipotek ve hacız şerhleri, ifrâz edilecek kısımlar üzerinde devam eder (Temyiz Mahkemeşinin 27.1.1954 tarih ve 1-22/3 sayılı ictihadı birleştirme kararı; Düstur, XXXV, 1841). Müşterek mülkiyette ortaklardan herbiri kendi hissesine tek başına malıktir. Yani yalnız kendi hissesi üzerinde bağımsız olarak tasarrufta buluna bilir. Rehin işlemi de buna dahildir (H. V. Velidedeoğlu, Türk Medenî Hukuku, Umumî Esaslar, 7. baskı, Istanbul 1968, I, cz. 1, s. 226).

b. Iştirak hâlinde mülkiyet: Kanun veya mukavele gereğince, bir ortaklık bağlantısı ile birbirine bağlı olan kimseler bu ortaklık dolayısıyla bir şeyin malıki olurlarsa, iştirak hâlinde malık sayılırlar ve onlardan her birinin hakkı o şeyin tamamı üzerinde olur (T.M.K. Mad. 629). Iştirak hâlindeki ortaklıkta her ortak malın tümü veya kendi hissesi üzerinde tek başına tasarrufta bulunamaz. O malda; devir, ferağ, rehin, ipotek gibi temlîkî tasarruflarda bulunması ortakları ittifakla verecekleri karar ile mümkün olur. (T.M.K. Mad. 630/II). Böyle bir karar sonucunda mülkiyet başkasına devredilmişse ortaklık, kendiliğinden sona erer (Velidedeoğlu, a.g.e., I, cz. 1, s. 226, 227, 319).

Türk beşeri hukukunda iştirak hâlinde mülkiyet çeşidine giren ortaklıklar çok sınırlı olup şunlardır: Miras ortaklığı (T.M.K., Mad. 581); âdi ortaklık (T.B.K., Mad. 520); karı koca arasında mal ortaklığı (B.K, Mad. 534; M.K. Mad. 211/1, 2); ölen eşin mirasçılarıyla sağl kalan eş arasında uzatılmış mal ortaklığı (M.K. Mad. 225) ve âile şirketi emvâli (M.K Mad. 323) bunlar arasındadır.

Başka bir şeye bitişik ve onunla meşgul bulunan malın rehnedilmesi:

Hanefilere göre, rehnedilen şeyin kabzdan sonra, rehin hakkısahibinin eli altında bulunması gerekir. Bu yüzden ağaçlar istisna edilerek bu ağaçların üzerindeki meyveleri, toprağı rehnetmeden, üzerindeki ekini rehnetmek geçerli değildir. Çünkü ağaç ve toprak rehne dahil edilmeyince, ürün kabzedilmiş ve rehin alanın kontrolüne girmiş bulunmaz. Yine rehnedilen maldan başkasıyla meşgul olan bir mal da rehnedilmez. Bir yeri, üzerindeki ağaçlar veya ekinler müstesnâ olmak üzere rehnetmek gibi. Çünkü bu durumda, rehnedileni tek başına kabz mümkün olmaz. Burada ortak malın (muşâ') rehnedilememesi prensibine kıyas yapılmıştır.

Çoğunluk Islâm hukukçularına göre ise; ortak malın rehni caiz olduğu gibi, kendisine başka bir şey bitişen veya meşgul olan şeyler de rehne konu olabilir. Çünkü bunların, bitişik olan şeyle birlikte teslimi mümkündür. Hanbelîlere göre, arazı veya evin rehninde, satışa giren şeyler rehin akdine de girer. Arazı rehninde, eğer ağaçlar meyveli ise, yetişmiş durumda olan açık meyveler rehne dahil olmaz. Meyveler açıkta değilse akde girer. Nitekim satım akdinde de aynı kritere göre amel edilir. Şâfiîlere göre ise meyveler açıkta olsun veya olmasın, mutlak olarak akde dahil değildir (el-Kâsânî, a.g.e., VI, 138, 140; Ibnü'l-Hümâm, a.g.e, VIII, 205; Zeylâî, a.g.e., VI, 69; Ibn Âbidîn, a.g.e., V, 350; Ibn Kudâme, el-Muğnî, IV, 333, 340; el-Cezîrî, el-Fıkh Ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, 3. baskı, Kahire, t.y., II, 326; Bilmen, a.g.e., VII, 11, 12).
IRK VE IRKÇILIK
Belli bir ırkın doğal üstünlüğünü savunan teori ve görüş. Kalıtım yoluyla geçen fiziki özelliklerle kişilik, zeka ve kültür özellikleri arasında bir sebeb-sonuç bağlantısı bulunduğu inancından kaynaklanır. Tarih boyunca üstün sayılan ırkların diğer ırklar üzerinde egemenlik kurma ve sömürme girişimlerinde meşrulaştırıcı bir gerekçe olarak kullanıldı. Toplumlar arasındaki birlik ve dayanışmayı yok etmesi, zulüm ve sömürüye neden olması yüzünden Islâm tarafından kesin biçimde yasaklandı.

Irkçılık, insanlık tarihi içinde uzun bir geçmişe sahiptir. Eski Yunan, Roma, Mısır toplumlarında egemen uluslar kendilerinin doğal üstünlüklerine inanırlar, kendilerinden olmayan ulusları ikinci sınıf insan, dolayısıyla köle ve hizmetçi olmak üzere yaratılmış topluluklar olarak değerlendirirlerdi. Israiloğulları gibi kimi toplumlarda ise ırkçılık dini bir nitelik kazanmıştı. Kendilerinin seçilmiş ulus olduklarına inanan israiloğulları, İslam'ın tebliğ edildiği dönemde, sırf kendi uluslarından olmadığı için Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini kabul etmemişlerdi .

Uzun geçmişine rağmen ırkçılık sosyal bir teori olarak ondokuzuncu yüzyıl da sistemleşti. Irkçılığın altın çağı kabul edilen bu yüzyılda kendisi ırkçı olmamakla birlikte Charles Darwin'in biyolojik evrim kuramı, sözde bilimsel ırkçılığın gelişmesine temel oluşturdu. Sosyal Darwincilik insan soyunun zaman içinde çeşitli evrim aşamalarından geçtiğini, Avrupalı beyaz ırkın insanın toplumsal evriminin en üst aşamasını temsil ettiğini savundu. Gobineau, beyaz ırkın üstünlüğünü, beyazlar içinde de ârî ırkın en yüksek medeniyet seviyesine ulaştığını öne sürdü. Gobineau'nun izleyicilerinden Ingiliz asıllı Houston Stevvart Chamberlain, Almanya'da uzun boylu, açık tenli ve uzun kafalı Tötonların üstün ırk olduğunu, Yahudilerin fiziksel olarak Tötonlardan kolayca ayırt edilmeseler de manevi açıdan olanlardan geri olduklarını savundu.

Gobineau ve Chamberlain'in görüşleri, başta Nietzche olmak üzere Max Weber, Werner Sombart gibi düşünürlerce beslenerek Almanya'da Nazı ırkçılığının temelini oluşturdu. Adolf Hitler siyaset felsefeşinin ırkçılık yönünü "bilimsel" temellerini bu düşünürlerden aldı. Nazı ırkçılığı bütün çelişki ve tutarsızlıklarına rağmen Almanları birleştirmekte, yenilmez olduklarına inandırmakta, ekonomik sömürüyü ve köle emeğini meşrulaştırmakta, halkı savaşa yöneltmekte başlıca etken oldu ve Nazızmin Alman halkı üzerinde kurduğu egemenliğinin temel öğesini meydana getirdi.

Nazızmden farklı biçimde de olsa, Avrupa uluslarının sömürgecilik hareketlerinde haksız ve insanlık dışı eylemleri meşrulaştırmakta ırkçı görüşler başlıca etken oldu. Ispanyollar Amerika'ya geldiklerinde Yerlilere karşı izledikleri yayılmacı ve saldırgan politikalarını, Yerlilerin Ispanyollardan farklı oldukları, kendileriyle aynı anlamda insan bile sayılamayacaklarını öne süren ırkçı teorilere dayandırdılar, topraklarını ellerinden aldıkları Yerlilere insan gibi davranmanın gerekmedığını öne sürdüler. Thomas Carlyle, James A. Froude, Charles Kingsley ve özellikle Rudyard Kipling'in yazılarında ısrarla işlenen "beyaz adamın misyonu" düşüncesi de sömürgecilik döneminde ırkçılığı meşrulaştırıcı ve sömürgeciliği yüceltici bir işlev gördü. Bu düşünceye göre beyaz Avrupalı öteki ırklara medeniyet ***ürüyor, dolayısıyla insanlığa hizmet ediyordu. Başta Ingiliz, Fransız ve Portekızliler olmak üzere Avrupalı tüm sömürgeciler Asya'da, Afrika'da, Hindistan ve Uzak Doğuda sömürgeleştirme faaliyetlerini bu sözde "medenileştirme" görevlerine dayandırıyorlardı. ABD'de ise ırkçılık önceleri katliam ölçüsünde Yerlilere, daha sonra da Siyahlara yöneldi. Günümüzde ırkçılıktan belli ölçüde bir uzaklaşma eğiliminden söz edilse de başta ABD olmak üzere tam Avrupa ülkelerinde varlığını sürdürmekte; özellikle ırk ayırımının yasal olarak sürdüğü Güney Afrika ile Israil'de en katıve acımasız biçimiyle egemenliğini yürütmektedir.

Islâm, zulüm ve sömürüye yol açan tüm inanç ve düşünceler gibi ırkçılığı da yasaklamıştır. Kur'an ırkların aynı kökten geldiklerini ifade ederek, üstünlük iddialarının temelsizliğini ortaya koymuştur. Tüm insanlar ve uluslar Hz. Adem (a.s) ile eşi Havva'dan yaratılmıştır. Insan toplumunun ırklara, kabilelere ayrılması da onların tanışmaları ve yardımlaşmaları amacına bağlıdır. Zulüm ve sömürüye neden olacak kalıtımsal bir üstünlük söz konusu değildir. Insanların ve toplumların iyilik ve üstünlükleri yalnızca inançlarına, yaşama biçimlerine bağlıdır, Allah'ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma konusundaki titizliklerinden kaynaklanır (el-Hucurat, 49/13).

Islâm'a göre ırk öğesi insanlara doğal bir üstünlük sağlamadığı gibi medenî bir toplumun oluşmasında da temel etken değildir. Medenî bir toplum, hayvanlar gibi iç güdüleriyle birlikte yaşayan insanlardan değil, özgür iradeleriyle seçtikleri inanç ve idealler çevresinde toplanan insanlardan oluşur. Bu nedenle Islâm toplumu Islâm'ı bir din, bir hayat düzen ve biçimi olarak benimseyen insanların oluşturduğu toplumdur. Belirleyici tek etkenin inanç olduğu bu toplumun oluşmasında başka hiçbir maddi ya da manevi etkenin katkısı yoktur. Aynı akide çevresinde birleşen insanlar, kan bağları olmasa da kardeştirler (el-Hucurât, 49/10). Buna karşılık, aynı inancın paylaşılmaması durumunda, baba oğul arasında bile bir yakınlıktan söz edilemez. Iman etmediği için babasının çağrısına uymayan Hz. Nuh'un oğlu onun ailesinden sayılamaz (Hud, l l/46). Aynı inancı paylaşan müminler küfrü tercih etmeleri durumunda ne babalarını, ne de kardeşlerini veli edinebilirler (et- Tevbe, 9/23). Hiçbir mümin, babası, oğlu, kardeşi ya da diğer bir yakını da olsa, Allah'a ve Peygamberine düşman olan kimseye sevgi besleyemez (el-Mücadele. 58/22).

Hz. Peygamber (s.a.s)'de câhilî bir âdet olan ırkçılığı sık sık gündeme getirerek eleştirmiş ve yasaklamıştır. Veda haccı sırasında, Veda Hutbesi olarak bilinen ünlü konuşmasında Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın Araba, beyaz renklının siyaha, siyah renklının beyaza bir üstünlüğü olmadığını, üstünlüğün yalnızca takva ile olduğunu ilan etmiştir. Mekke'nin fethinde, Kabe'yi tavaf ettikten sonra yaptığı konuşmada Hz. Peygamber (s.a.s) aynı gerçeği şöyle dile getirmiştir: "Sizden câhiliyye ayıplarını ve büyüklenmesini gideren Allah'a hamd olsun. Ey insanlar, tüm insanlar iki gruba ayrılırlar. Bir grup iyilik yapan, iyi olan ve kötülükten sakınanlardır ki bunlar Allah nazarında değerli olan kimselerdir. ikinci grup ise günahkar ve isyankar olanlardır ki bunlar da Allah nazarında değersiz olanlardır. Yoksa insanların hepsi Adem'in çocuklarıdır; Allah Adem'i de topraktan yaratmıştır." Irk üstünlüğü düşünceşinin temelsizliği başka bir hadiste de şöyle ortaya konur "Hepiniz Adem'in oğullarısınız, Adem de topraktan yaratılmıştır. Insanlar babaları ve dedeleri ile övünmekten vazgeçsinler. Çünkü onlar Allah nazarında küçük bir karıncadan daha değersizdirler" (Tirmizi Tefsir sure, 49).

Hz. Peygamber (s.a.s) insanların aynı kökten geldiklerini ve üstünlüğün yalnız takva ile ölçülebileceğini belirtmekle yetinmeyerek Allah'ın insanları ırklarına göre değerlendirmeyeceğini de ısrarla vurgular. Bir hadislerinde "Allah kıyamet günü sizin soyunuzdan-sopunuzdan sormayacaktır. Şüphesiz Allah katında en üstün olanınız kötülüklerden en çok sakınanınızdır." buyurmuştur. Aynı anlam diğer bir hadiste de şöyle dile getirilir: "Allah sizin mallarınıza ve şekillerinize bakmaz; fakat O sizin kalblerinize ve amellerinize bakar (Müslim, Birr, 33; Ibn Mâce, Zühd, 9). Bütün bu gerçek ve uyarılar karşısında ırkçılık davası güden kişinin müslümanlık iddiasının bir anlamı yoktur. Hz. Peygamber (s.a.s), "ırkçılık davasına kalkışan bizden değildir, ırkçılık üzerine savaşa girişen de bizden değildir". (Müslim, Imare, 53, 54, 57) buyurarak böyle bir kişinin yerini tesbit etmiştir.

Islâm, getirdiği evrensel kardeşlik ilkesi ile Cahiliyye döneminde şiddetle hüküm süren ırkçılık adetini ezip yok etti. Kendilerini soylu ve üstün gören Mekke aristokratlarının zulüm ve baskılarına rağmen Islâm, Romalı Süheyb, Habeşli Bilal ve Iranlı Selman gibi aşağılanan insanların çabalarıyla başarıya ulaşarak evrensel bir toplum oluşturdu. Ne yazık ki Emeviler döneminde Islam egemenliğinin yerini alan saltanatla birlikte birçok cahiliye adeti gibi ırkçılık da yeniden canlandı. Arap olmayan müslümanlar tümden mevali sayılıyor, Kureyş dışındaki Araplar bile küçümseniyordu. Emevilerin sürdürdüğü ırkçı politika kısa zamanda Arap olmayan müslümanlar arasında da ırkçı eğilimlerin ortaya çıkmasına neden oldu. Özellikle Farslar ve Türkler arasında başlayan bu eğilim giderek Şuubiye olarak anılan ırkçı, ulusalcı hareketlere dönüştü. Emevilerin yıkılmasında önemli bir etken olan Şuubiye hareketi Abbasıler döneminde etkisini yitirmekle birlikte bütünüyle yok olmadı.

Irkçılık eğilimleri Islâm dünyasında ondokuzuncu yüzyılın sonlarında yeniden canlanmaya başladı. Batılı devletlerin Osmanlı Devletinin parçalama planlarının bir parçası olarak canlandırmaya çalıştıkları bu düşünce, Ittihad ve Terakki yönetiminin benimsediği ırkçı politikaların da etkisiyle ayrılıkçı hareketleri besledi. Osmanlı Devletinin parçalanmasından sonra oluşan birçok yeni devlet gibi Türkiye Cumhuriyeti de ırkçılıktan önemli ölçüde etkilendi. Yeni devletin özellikle dil ve kültür politikalarında etkili olan ırkçı eğilimler zamanla Türkçülük, Turancılık adıyla bilinen bağımsız bir politik hareket haline geldi. Bu hareket çeşitli parti ve örgütler içinde varlığını günümüzde de sürdürmektedir.
İŞ YERİNDE VE İMALAT YERİNDE KADIN İŞÇİ,MÜSTAHDEM VE SEKRETER ÇALIŞTIRMAK CAİZ MİDİR?
İslam dini çalışmak veya çalıştırmak hususunda erkek ile kadın arasında fark gözetmektedir.Yani bir erkek çalışabildiği gibi bir kadın da çalışabilir.Bir erkek iş veya imalathane sahibi olabildiği gibi kadın da olabilir.Bunun için bir fabrikaya sahip olan bir kadın ihtiyaç ve maslahatına göre hem erkek hem kadın işçi çalıştırabilir. Bir erkek de sahibi olduğu fabrikasında ve imalathanesinde hem erkek hem de kadın çalıştırabilir.Fabrikada veya imalathanede çalışan işçilerin hepsi kadın veya hepsi erkek iseler ortada herhangi bir mesele yoktur.Bir kısmı kadın bir kısmı da erkek ise ve çalışma yerleri ayrı ise yine herhangi bir mesele yoktur.Fakat halvet ve birbirine yabancı olan erkekle kadınların karışık olarak birarada çalışmaları ve gayri meşru yaşamaya vesile olacak şekilde birarada bulunmaları özelliklede kadınların islami tesettüre riayet etmemeleri kesinlikle haramdır.

Kadın sekreter tutma meselesine gelince ,onu tutan kimsenin durumuna göre değişir. Yani kadın sekreter bir kadın tarafından tutulmuşsa herhangi bir problem yoktur.Yabancı bir erkek tutması halvete ve yalnız başlarına kalmalarına vesile olacağı için caiz değildir.Sekreter tutmak isteyen kimse erkek ise bir kadını yanında sekreter olarak çalıştıramaz.Haramdır.Peygambe r (s.a.v)şöyle buyuruyor:''Bir erkek yalnız olarak bir kadınla kaldımı mutlaka onların üçüncüleri şeytandır.''(Tirmizi)
 
İŞÇİ, İŞÇİLİK
Bir işi ücret karşılığında yapan, ücret karşılığında iş yapmak. Iş işlemek, yapmak, icra etmek, tasarruf etmek ve amel etmek. Bir isim olarak "amel", iş ve vazife demektir. Çoğulu "a'mâl" gelir. Âmil ve ecîr de; işçi, bir işi yapan, işleyen ve çalışan kişi anlamında kullanılır. Bunların çoğulları, ummâl, amele; ecîr'in ise ücerâ gelir (Ibn Manzur, Lisanü'l-Arab, Beyrut 1955, amel ve ecr. mad.). Arapça'da genel olarak çalışmak ve iş yapmak anlamında başka terimler de vardır. "Sa'y", "fi'l", "cehd" ve "ecr" bunlar arasında sayılabilir.

Kur'an-ı Kerîm'de kendisinin veya başkalarının işinde çalışmak yahut ahiret için iyi işler yapıp hazırlamak anlamlarında olmak üzere 670 kadar ayet vardır. Yalnız "iş (amel sözcüğü ve türevleri 360 ayette geçer) (bk. M. Fuad Abdulbâki, el-Mu'cemu'l Müfehres Li Elfâzi'l-Kur'anı'l-Kerîm, Kahire 1378/1958, ilgili sözcüklerin maddeleri). Hz. Muhammed'in hadislerinde de aynı terimleri ve işçi, işveren konularında çeşitli hükümleri bulmak mümkündür:

"...Onun meyvasından ve kendi ellerinin yaptıklarından yesinler diye... " (Yâsin, 36/35); "Insan için ancak çalıştığının karşılığı vardır" (en-Necm, 53/39); "Inanıp iyi işler yapanlara, Allah, ücretlerini tam olarak verecektir" (Âlu Imrân, 3/57);"Biz elbette, iman edip işini iyi yapanların ücretini zayı etmeyiz" (el-Kehf, 18/30).

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Işçinin ücretini teri kurumadan önce veriniz" (Ibn Mâce, Rehin, 4); "işçi çalıştıran kimse, işçisine ne kadar ücret vereceğini bildirsin " (Nesaî, Eymân ve'n-Nuzûr, 44; Zeyd b. Alî, Müsned, H. 654).

Bir hukuk terimi olarak işçi; başkasına ait bir işi veya hizmeti bir ücret karşılığında yapmayı üstlenen kimse anlamına gelir. Bu, işçinin emeğini kiralaması demektir. Bu yüzden işçi (âmil, ecir) ve iş akdi konusu, Islâm hukuku kaynaklarında kira akdi (icâre) içinde incelenmiştir (Ali Haydar, Dürerü'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkam, I, 682, Mecelle, Mad. 413; Mevsilî, el-Ihtiyâr, II, 35 vd.). Insanlar bütün işlerini her zaman kendileri göremez. Başkalarının yardımına ihtiyaç vardır. Bu yardımın sürekli olarak meccânen yapılması beklenemez. Sözleşme ve ücret, emeğin kiralanmasında sürekliliği sağlar. Bir ücret karşılığında başkasını çalıştıran kimseye "işveren" denir. işveren gerçek kişi olabileceği gibi, devlet, vakıf, şirket gibi tüzel kişi de olabilir. Tarım işçileri için, çiftçi anlamında "fellâh" sözcüğü de kullanılmıştır. Bu konuda er-Remlî (ö. 1004/1595) şöyle der:

‚Tarım yapılan bir toprağın yarar ve zararı, toprak sahibine aittir. Çalışan kimse (fellâh), sadece işçilik ücretine hak kazanır" (er-Remlî, Nihâyetü'l Muhtac ilâ Şerhi'l-Minhâc, V, 247). Diğer işçiler için daha çok "ecîr" kelimesi kullanılmıştır. Çoğulu "ücerâ" gelir. Ayette; "Ey babacığım, onu ücretli tut!..." (el-Kasas, 28/26), hadiste; "işçiye ücretini teri kurumadan önce verini;" buyurulurken, işçi, "ecîr" sözcüğü ile ifade edilmiştir (Ibn Mâce, Rehin, 4).

Islâm'da, emeğini başkasına kiralayan tüm çalışanlar aynı statü içinde değerlendirilmiş, işçi, memur, subay, kamu görevlisi olma veya özel sektörde çalışma gibi ayırımlar yapılmamıştır. Ancak iş ve mesleğin durumuna göre emeğin değeri üzerinde durulmuştur.

Islâm'da işçiler özel (hâs) ve ortak (müşterek) olmak üzere ikiye ayrılır:

a) Özel işçi (el-ecîru'l-hâs): Yalnız, bir gerçek veya tüzel kişiye ücret karşılığında çalışan kimsedir. Bugün bir iş akdine dayanarak çalışan fabrika, inşaat, tarım işçileri ve memur kesimi bu gruba girer. Yapıları hizmetin özel veya kamu hizmeti niteliğinde olması sonucu etkilemez. Yalnız bir kişiye ait koyunları güden çoban, başkasının aracını kullanan şoför de bu statüye girer. işin kapsamı sınırlandırıldığı için işverenin birden fazla olması sonucu değiştirmez. Meselâ, bir köy halkı öğretmen, imam, müezzin veya köy çobanı tutsa, bunlar da"özel işçi" sayılır. Çünkü bu sayılanlar belirli işleri yapmakla yükümlüdür. Cami görevlileri Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre, İslam'ın çıkışından, Hanefîlere göre ise Milâdî XIII. yüzyıldan itibaren emeğini ücret karşılığında kiralayan sınıf içinde yer almışlardır (el-Kâsânî, Bedâyîu's Sanâyi', Beyrut 1974, IV, 184; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, Bulak 1892, IV, 448; el-Mâverdî, el-Ahkâmü's-Sultâniyye, Kahire 1298, s. 210; Ali Haydar, a.g.e., l, 919; Mecelle, Mad., 423, 569, 570).

Özel işçi, sözleşmedeki şartlara veya örfe göre belli sürede işveren için çalışmak zorundadır. Bu süre içinde başkası adına çalışamaz. Çünkü işverenin belli bir süre onun iş gücünden yararlanma hakkıvardır. Izinsiz olarak başkasının işinde çalışır ve bu yüzden kendi işverenin işi eksik kalırsa, bu eksiklik onun ücretinden düşürülebilir. Özel işçi, işinin başında hazır olmak ve iş verildiği taktirde yapmak üzere işyerinde bulunduğu surece ücrete hak kazanır (el-Merginânî, el-Hidâye, III, 245; Ali Haydar, a.g.e., I, 692 vd).

b) Ortak işçi (el-ecîru'l-müşterek): Belirli gerçek veya tüzel kişiye değil de herkese iş yapan boyacı, terzi, marangoz gibi zanaatkârlar; doktor, avukat, muhasebeci gibi serbest meslek sahipleri bu gruba girer. Bunlar işi yapmadıkça ücrete hak kazanamaz. Ortak işçi birçok kişiden iş kabul edebilir ve belli bir kişiye süreyle bağlı çalışma yapmaz. Meselâ; yalnız bir fabrikanın muhasebe işlerini yapan kimse özel işçi sayılırken, bu muhasebeci, başkalarının da muhasebe işlerini kabul edip ücretle yapabiliyorsa ortak işçi grubuna girer. Sözleşmede, herkesten iş alabileceği belirtilmişse, piyasadan başka iş alamamış olsa bile, ortak işçi özelliği devam eder. Çünkü istediği takdirde iş alması mümkündür (el-Fetâvâ'l-Hindiyye, IV, 410, 455, 456; Ali Haydar, a.g.e., I, 693, 694
 
İŞÇİ ÜCRETLERİNİN MİKTARI:
Işçi ücretlerini miktar olarak belirleyen bir ayet veya hadis yoktur. Ancak ayet ve Hadislerde adaletli bir ücretin belirlenmesi için bazı ölçüler verilmiştir. Çünkü işin çeşidi, çalışma süresi, beldenin ekonomik şartları, işçinin becerisi ücretin miktarı üzerinde etkili olan unsurlardır. Alış-verişlerde eşya fiyatlarını uzun sure sabit tutmak mümkün olmadığı gibi, emeğin değerini de dondurmak mümkün olmaz. Islâm'da çeşitli iş ve meslekler için maktu ücret miktarları belirlenmemekle birlikte, bunun, iş akdi yapılırken tespiti öngörülmüştür. Aksi halde iş akdi geçersiz olur ve işçi çalıştığı günler için emsal ücrete hak kazanır.

Emeğiyle çalışan kimsenin, ücret veya maaş miktarının işçinin kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin yeme, içme, giyim, eğitim, barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılayacak ölçüde olması gerekir. Ayetlerde şöyle buyurulur: "Şüphesiz Allah adaleti, iyıliği ve yakın hısımlara muhtaç oldukları şeyleri vermeyi emreder"(en-Nahl, 16/90). "Ölçü ve tartıyı tam yapın. Insanlara mal ve ücretlerini eksik vermeyiniz" (el-A'râf, 7/85).

Hz. Peygamber bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Bir kimse bizim işimize tayin olunursa, evi yoksa ev edinsin; bekarsa evlensin; hizmetçisi yoksa hizmetçi ve biniti yoksa, binit edinsin. Kim, bunlardan fazlasını isterse o, ya emanete hıyânet eder veya hırsızlığa düşebilir" (Ebû Dâvud, Imâre, 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 299).

Burada, ücret ve maaşların, işçi, yahut memur kesimine sağlaması gereken hayat seviyesine işaret edilir. Buna göre, işçi ücretinden; memur maaşından yapacağı tasarruflarla makul süre içinde ev edinebilmeli; bekârsa evlenebilmeli ve arabası yoksa, bir araç satın alabilmelidir. Ayrıca, bu aracı rahat kullanabileceği ekonomik bir ortamın meydana gelmesi de amaçlar arasında sayılabilir. Gerçekte, işçinin ürettiği ekonomik değerlerin bedelleri içinde, bu sayılanları karşılayacak ölçüde emek bedeli vardır (Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere Islâmî Yaklaşımlar, Istanbul 1988, s. 166-176).

Beşinci Raşid Halife Ömer b. Abdülazîz (ö. 101/720) işçi kesimine şöyle seslenmiştir: "Herkesin barınacağı bir evi, hizmetçisi, düşmana karşı yararlanacağı bir atı ve ev için gerekli eşyası olmalıdır. Bu imkânlara sahip olmayan kimse borçlu (gârim) sayılır ve zekât fonundan desteklenir" (Ebû Ubeyd, el-Emvâl, Nşr. M. Halil Hurras, Kahire 1388/1968, s. 556).

Kısaca, yukarıdaki ölçüler içinde temel ihtiyaçlara göre, çeşitli san'at ve meslekler için belirlenecek ücret veya maaş, eşya fiyatlarında meydana gelebilecek artışlar oranında, ücreti yeniden belirleme hakkı doğar.

Işçiye, gücünü aşan iş yüklememek gerekir. Ayette şöyle buyurulur: "Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez " (el-Bakara, 2/286). işçiye ağır yük ve yükümlülükler yükletilirse, ona yardım etmek gereklidır (bk. Buhârî, Imân, 22, ltk, 15; Müslim, Eymân, 40).

Işçi, namaz ve oruç gibi farz ibadetleri ve sünnet çeşidine giren taatleri yerine getirme hakkına sahiptir. Işverenin, işin yoğun olması nedeniyle cemaatle namaz kılmaya izin vermeme hakkı vardır. Ancak tek başına kılınması caiz olmayan cum'a ve bayram namazları bundan müstesnadır. Eğer yakında bir mescid varsa, ibadet süresi için işçinin ücretinden bir kesinti yapılmaz. Çünkü bu, büyük bir süre kaybına yol açmaz. Ancak cuma namazı kılınan yer günün dörtte birini alacak kadar uzak olursa, geçen sure ücretten düşürülebilir (Ibn Abidin Reddü'l-Muhtâr, Beyrut, t.y., V, 59).

Işçiye akitle belirlenen ücret ve maaş dışında yeme, içme, giyim eşyası gibi sosyal yardımlar yapmak prensip olarak zorunlu değildir. Ancak bu gibi yardımlar iş akdinde yer alır veya örfleşmiş bulunursa, buna uymak gerekir (Ali Haydar, Dürerü'l Hukkâm, Istanbul 1330/1912, I, 926, Mecelle, Madde, 43, 576; Hamdi Döndüren, a.g.e., s. 185-187).
 
İŞHAD (ŞAHİT TUTMA)
Bir hakkın isbatı ve haksızlığım giderilmesi için kişinin şahit tutması.

İşhad bir hakkı isbat, haksızlığı giderme, münâkaşayı önleme vb. insanlar arasındaki muamelelerde önem arzetmektedir. Hükmü çeşitli muamelelere göre değişiklik arzeder. Hukukî muâmele veya fiillerde şahit tutmak nikâhta olduğu gibi bazen vacip, fukahanın çoğunluğuna göre alım-satımda olduğu gibi bazen merdub, fukahadan bazılarına göre caiz, hediyyede olduğu gibi bazen mekruh, zulme şahit tutmada olduğu gibi bazen de haramdır (el-Mevsuatu'l-fıkhiyye, V, 32). Çeşitli muamelelerde işhad'ın hükmünü şöylece ortaya koymak mümkündür.

1. Bey' (Alış- veriş):

Hanefîler, Malikîler, Hanbelîler ve bazı Şafiîlere göre bey' akdinde şahit tutmak menduptur. Bakara suresinin 282. ayetindeki"... erkeklerinizden iki kişiyi de şahid tutun. Eğer iki erkek yoksa; razı olduğunuz şahitlerden bir erkek iki kadın şahitlik etsin... " emrini bu mezhepler nedb'e hamletmişlerdir. ibn Abbas, Ata, Cabir b. Zeyd ve Nehaî gibi bazı alimler de bey'de işhâd'ın vâcip olduğu görüşündedirler (el-Mevsû'atü'l-Fıkhiyye, V, 34).

2. Hacr:

İmam Ebû Yusuf ve imam Muhammed'e göre hacr altına alman borçlu ve sefih'in bu durumuna şahit tutmak vaciptir. İmam. Azam ise borçlu ve sefihin hacrına karşıdır. Borç veya maslahat sebebiyle hacr altına alman kişiye şahit tutmak Şafiîlere ve Hanbelîlere göre müstehaptır (el-Mevsuatu'l-fıkhiyye, V, 36).

3. Şuf'a:

Zayıf bir hak olan şuf'a, şahit tutma ile kuvvetlenir ve sübût bulur. Şefi' (şuf'a hakkına sahip olan) satış akdini duyar duymaz derhal bulunduğu mecliste şuf'a talep ettiğini bildirmeli ve buna şahit tutmalıdır. Şefi' uzak bir yerde bulunur ve şahit tutamaz ise bir vekil tayin eder. Vekil de bulamaz ise şuf'a talep ettiğine dair bir mektup yazar. Malın satıldığını duyan şefî' eğer şahid tutabileceği kadar bir vakit geçirir ve şahit tutmaz ise, şuf'a hakkı düşer. Şuf'a talebinde işhad, sıhhat şartı olmamakla birlikte; bu talebin müşteri tarafından inkârı durumunda isbat vasıtası olarak kullanılır ve hak sabit olur. şefi' şahit tutmadığında mal sahibi şefi'in şuf'a taleb ettiğini ikrar ederse hak yine sabit olur (Zeylaî, Tebyînü'l Hakâik, Bulak 1315, V, 242; el-Fetâva'l-Hindiyye, Bulak 1310, V, 172- 173; Mecelle, md. 1028, 10301031, 1033-1034).

4. Lakit

Bulduğu çocuğu alan kişi töhmetten kurtulabilmesi ve devlet hazinesi (Beytul-mâl)nden nafakasını alabilmesi için çocuğun kendisinin olmadığını ve bulduğunu isbat etmesi gerekmektedir. Bunun için en kolay yol işhaddır. Ayrıca lakiti alan, yaptığı masrafları daha sonra almak üzere infakta bulunuyor ise masrafları alabilmesi için şahid tutması gerekmektedir (el-Fetâva'l-Hindiyye, II, 286; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, Kahire 1386-89/1966-69, IV, 270).

5. Lukata

Hz. Peygamber (s.a.s) kim bir lukata bulursa iki âdil şahit tutsun buyurmuştur (Ebû Dâvûd, Lukata, 9; ibn Mâce, Lukata, 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 162, 266). İmam Azam ve bir kavlinde Şafiî'ye göre burada emir vücûp ifâde eder ve lukatayı alanın sahibine vermek üzere aldığına dair şahit tutması vaciptir. İşhad'ın maksadı multakit ile mal sahibi arasındaki münakaşayı ortadan kaldırmak, malı korumak ve gizlenmesini önlemektir. Böylece lukatayı alanın sahibine vermek üzere aldığı ortaya çıkar ve multakit gâsıp olmaktan kurtulur ve lukata emanet hükmüne geçer. Bu durumda multakit yed-i emindir ve kusurlu olmadığı hallerde lukatanın telefinden sorumlu değildir. Ebû Yusuf, Malikîler ve Hanbelîlere göre ise işhâd müstehaptır. İşhad'ın vücubuna hükmeden İmam Azam'a göre işhâd, lukata alınırken yapılmalıdır. Şahit tutacak birisinin bulunmaması veya bir zâlimin alacağından korkulması durumunda, işhâd tehir edilebilir (Serahsı, el-Mebsût, Kahire 1324-31, XI, 12; İbn Nüceym, el-Bahru'r-Raik, Kahire 1333, V, 123; Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Kahire 1327-28/1910, VI, 201; Aynî, el-Binâye, Beyrut 1400-1401 /1980-81, VI, 16-17; Şevkânî, Neylü'l-evtâr, Kahire 1357/1983, V, 339; Necib el-Mutîî, Tekmiletü'l-Mecmu, Beyrut, (t.y.), XV, 25).

6. Vedîa

Hanefiler, Şafiîler ve Mâlikîlere göre vedîa'nın kabul eden (vedî)'e teslimi esnasında şahit tutmak güvenilirliği temin ettiğinden dolayı müstehaptır. Vedîanın bekasına engel bir özür ortaya çıktığında ise şahit tutmak vaciptir (el-Mevsuatü'l-fıkhiyye, V, 37-39)

7. Hibe

Hibe ilan ve işhad ile tamamlanır. Ancak işhad şart olmayıp ölümden sonra vârislerin veya büluğa eren çocuğun inkârından sakınmak için ihtiyâten bulunması faydalıdır (Serahsı, a.g.e, XII, 61).

8. Nikâh

Hanefî, Şafiî ve Hanbelî mezheblerine göre nikâh esnasında iki şahitin bulunması akdin sıhhat şartıdır. İki tarafın da müslüman olduğu evlenme akdinde şahitler müslüman olmalıdır. İmam Azam ve Ebû Yusuf'a göre taraflar veya sadece kadın Ehl-i kitaptan olursa şahitler Ehl-i kitaptan olabilir. İmam Şafiî, Züfer ve İmam Muhammed'e göre ise kocanın müslüman olması halinde iki zimmînin şehadeti ile nikâh caiz değildir. Hanefîler bir erkek iki kadının şehadetini geçerli saymaktadırlar. Şahit tutulmaksızın gizlice yapılan nikâh akdi caiz değildir. Şahitler huzurunda gerçekleştirilen nikâh akdini, şahitlerin gizlemesi istenmesi halinde İmam Malik'e göre bu gizli nikâhtır ve feshedilir. Ebû Hanîfe ve Şafiî'ye göre ise bu evlilik gizli yapılmış sayılmaz (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, İstanbul 1985, II, 14-15; Kâsânî, a.g.e., II, 253-254; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Kahire 1319, III, 110-116).

9. Talak

Talak suresinin ikinci ayetinde "eğer tutar veya ayrılırsanız iki âdil şahit tutun" ibaresini fukahanın çoğunluğu nedb'e hamletmiş ve talakta işhâdın mendub olduğu görüşünü savunmuşlardır. Zahirîlerden İbn Hazm talakta işhâdın vâcip olduğunu, İmamiyye Şîası ise talakın rüknü ve sıhhat şartı olarak kabul etmişlerdir (Mevsûatü'l-Fıkhi'l-İslâmî, XII, 235-239).

10. Ric'at

Boşanan kadınlar iddetlerinin sonuna varınca onları ya güzelce tutun veya onlardan güzelce ayrılın. İçinizden iki adaletli kimseyi şâhit tutun (et-Talâk, 65/2) şeklindeki ayet dönüp tutmayı tercih ettiğinizde ric'ate (döndüğünüze), ayrılmayı tercih ettiğinizde de firkat'e (ayrılığa) şâhid tutun buyurmakta, müslümanlardan adaletli, doğruyu söyleyen iki erkek şahit bulundurmayı istemektedir. Hanefiler buradaki emri nedb'e hamletmişlerdir. Çünkü karısına dönmek isteyen, herhangi bir kabule ihtiyaç olmaksızın dönebilir. Zira bu evliliğe devam etmektir (Elmalılı, Hak Dini, VII, 5059-5060).

11. Vasiyyet

Vasiyyet eden vasiyetini şahit tutarak yazmış ve yazdığını şahitlere okumuş ise, bu vasiyyetin geçerliği olduğu konusunda fukahânın ittifakı vardır. Ancak vasiyet eden vasiyeti'nin muhtevasını şahitlere bildirmeden şahit tutmuş ise, böyle bir vasiyyetin geçerli olup olmadığı konusunda ihtilaf vardır.

Vasiyyet eden yazdığını göstermeden kapalı olarak, "Bu benim vasiyyetimdir ve şunun içinde yazılı olanlara şahit olun" derse, Hanefiler, Hanbelîler ve Şafiîlerin çoğunluğuna göre bu vasiyyet geçerli değildir.

Malikîlere göre ise böyle bir işhad sahihtir ve vasiyyet geçerlidir. Bir rivayete göre Ebû Yusuf da bu görüştedir (el-Mevsûatü'l-fıkhiyye, V, 45-46).

12. İnfak

Şafiîlere göre nafakasıyla mükellef olan veya olmayan bir kişi birisine daha sonra almak üzere infakta bulunursa sarfettiklerini alabilmesi için şahit tutması gerekir. Bu hâkimden veya nafaka ile mükellef olandan izin alma imkanı bulunmaması hâli için geçerlidir. Bir rivâyete göre Ahmed b. Hanbel de bu görüştedir. Mâlikîlere göre infâk edenin infak ettiğini almak üzere sarfettiğine yemin etmesi yeterlidir. Hanefilere göre vakıf görevlisi, harcadığını almak niyetiyle sarfettiklerine şahid tutmalıdır. Buna benzer konular da bu hükme tabidir (el-Mevsûatü'l-fıkhiyye, V, 47-48).

13. Küçüğe İnfak

Küçüğün malı varsa, nafakası bu malından karşılanır. Aksi halde şer'an nafaka ile mükellef olan karşılar ve bu durumda işhad'a gerek yoktur. Küçüğün malı olduğu halde veli, vasî veya nafakasıyla mükellef olmayan birisi kendi mallarından küçük için harcadıklarını daha sonra almak üzere sarfetmişler ise şahit tutmaları gerekir (el-Mevsûatu'l-Fıkhiyye, V, 47).

14. Cenaze Masrafları

Hanefi ve Şafiîlere göre cenazenin techiz ve tekfîniyle mükellef olmayan bir kişi misline göre yapmış olduğu masrafları almak üzere cenaze sahibine müracaata niyet etmiş ve şahit tutmuş ise bu masrafları alabilir. Ancak Şafiîler hâkimden izin almak imkanı bulunmaması veya ölünün malının kayıp bulunması veya techizle mükellef olanın bundan imtina etmesi halinde işhada başvurulacağı görüşündedirler (el-Mevsuatu'l-fıkhiyye, V, 32).

15. Yıkılmaya Yüz Tutmuş Duvar

Yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar devrilir ve telef veya hasara yol açarsa, Hanefîlere göre duvar sahibi daha önceden uyarılmış, bunun izâlesi istenmiş ve buna şahit tutulmuş ise zararın tazmini söz konusu olur. Ölüm halinde tazmin, duvar sahibinin âkılesine gerekir. Burada işhad duvar sahibinin inkârı durumunda isbat için kullanılır. Duvar sahibinin itirafı halinde ise işhada gerek yoktur. Yıkılmaya yüz tutan duvar bir eve doğru meyletmiş ise ev sahibi veya sâkini, meyil yola ise oradan geçme hakkı olan herkesi ikaz edip şahit tutabilir (Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmi, Dımaşk 1405/1985, VI, 382-384).

16. Vakıf Arazi

Vakfa bakmakla görevli olan kişi vakıf arazi üzerinde kendi malıyla bir bina yapar veya ziraat yaparsa ve buna da şahit tutarsa; Hanefîlere göre bina ve mahsul, görevlinin mülküdür. Şahit tutulmadığında bina ve mahsul vakfa tabidir. Ancak işhad işden önce yapılmış olmalıdır. Şafiîler vakfedenin ve görevlinin vakıf arazi üzerinde kendisi için bir tasarrufta bulunamayacağı görüşündedirler (Şirbînî, , Muğni'l-Muhtâc, Kahire 1377/1958, llz 378, 403; el-Mevsûatu'l-Fıkhiyye, V, 42).

17. Büluğa Eren Küçüğe Malını Verirken İşhâd

Şafiîlerde sahih olan görüşe göre, büluğa ermiş olan küçüğe malı teslim edilirken şahit tutulması vaciptir. imam Mâlik de aynı görüştedir. Hanefî ve Hanbelîlere göre ise müstehaptır (el-Mevsûatü'l-fıkhi"e, V, 36).

18. Borç ödemek üzere Vekalet Verdiği Şahıstan Müvekkilin Şahit Tutmasını İstemesi

Müvekkil borcunu ödemesi için tayin ettiği vekilden borcu öderken şahit tutmasını ister ve vekil işhadı terkederse, alacaklının inkarı durumunda vekilin borcu ödeyeceğinde fukahanın ittifakı vardır (el-Mevsûatu'l fıkhiyye, V, 37).

19. Kadî'nın Kâdî'ya Mektubu

Bir kimsenin kendisi bulunmayan bir şahıs aleyhine bir şehrin mahkemesinde dava açması durumunda; o şehir kadısı açıları dava ve getirilen şahitleri dinleyip şahitlerin şahadetlerinin makbul olduğunu tesbit ettikten sonra, bunu açıklamak üzere o şahsın bulunduğu şehrin kadısına bir mektup göndererek mektuba göre hükmetmesini ister. Mektubu, içinde olanları bilmeleri için, şahitlere okumak sonra mühürleyip kendilerine teslim etmek kadının vazifesidir. Kendisine mektup yazıları kadı iki erkek veya bir erkek iki kadının şahitliği olmaksızın mektubu kabul etmez. Önce mührüne bakar. Şahitlerin "Bu mektup falan kadıya aittir, hüküm meclisinde okuyarak mühürleyip bize teslim etti" diye şehadetlerini bildirmelerinden sonra mektubu açar, hasım (davalı)a okur ve içindeki ile onu ilzâm eder (Meydânî, el-Lübâb, Beyrut 1399/1979, IV, 84-86; Damad, Mecmau'l-Enhur, İstanbul 1328, II, 164-167).
 
ISKAT VE DEVİR
Iskat; düşürme, silme, hükümsüz bırakma. "Kazaya kalmış namaz ve oruçları fidye vermek suretiyle ölenin zimmetinden düşürmek temennisinde bulunmak ."

Iskat tabiri daha çok "ıskat-ı salat" terkibinin kısaltılmışı olarak namaz için kullanılır. Orucun ıskatı onun keffâretidir. Namazın keffâreti yoktur

Namaz, mükellef olan her müslümanın ölümüne kadar eda etmekle yükümlü olduğu farz bir ibâdettir. Herkes bu farzı gücüne göre (ayakta, oturarak, ima ile) bizzat eda etmek mecburiyetindedir. Kendi yerine başkasına namaz kıldırmak (bedel) geçerli olmadığı gibi, kılamadığı namazlar için keffâret ödemesi de geçerli değildir.

Namazın edası farz olduğu gibi. kazası da farzdır. Yani bir kimse vaktinde kılamadığı farz namazları sağlığında kaza etmek zorundadır. Kaza etmezse günahkâr olur, üzerinde namaz borcu kalır.

İnsanın üzerinde iki türlü hak bulunur: Allah hakkı, kul hakkı. Namaz, oruç, hacc, zekat, adak ve keffâretler Allah hakkıdır. Kul hakkı ise; insanlara olan mâlî borçlar, çalman, gasbedilen mallardır. Üzerinde Allah ve kul hakkı bulunan kimseye, bunların ödenmesini vasiyet etmek vaciptir. Vasiyeti terk ederse günahkâr olur ve azaba müstehak olur (M. Emin Geredevî, Hediyyetü'l-Kabır, s. 29).

Oruç tutamayacak kadar yaşlı ve hasta olan kimsenin her oruç için bir fidye vermesi gerektiği âyetle sabittir: "Sayılı günler olarak sizden kim hasta veya seferde olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde (tutar). (İhtiyarlıktan ya da şifa ümidi kalmamış hastalıktan ötürü) oruca zor day******rın her gün için fidye vermesi, bir yoksulu doyurması lâzımdır. Bununla beraber gönül isteğiyle kim fazladan bir hayır yaparsa bu kendisi için daha hayırlıdır. Bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır" (el-Bakara, 2/1 84).

Oruç için fidye vermek Kur'an'da sabit olduğu halde, namaz için fidye vermek hiçbir şer'î delille sabit değildir. Fakihler namazın oruca kıyas edildiğini söylemişlerse de bu kıyas sahih değildir. Ancak ihtiyat olarak oruçtan daha mühim olan namaz için fidye için fidye verilmesi uygun görülmüştür. Mehmed Zihni Efendi (ö.1332/1914) bu konuda şöyle diyor: "Namaz için fidye vermek Kur'an ve Sünnet hükmü ile değildir. Nassla sabit olan oruç fidyesine onu kıyas etmek de -kıyaslanan hüküm makul olmadığı için- sahih değildir. Fakat ibâdet konusunda bu bir ihtiyattır. Namazın fidyesi -Allah katında- namaza kâfi ise ne âlâ, yoksa ölü için sadaka sevabı hasıl olur" (M.Zihni, Nimet-i İslâm, İstanbul 1326 s.450)

Bir kimsenin, kendisine farz olduğu halde, sağlığında edâ edemediği oruç ve hac vazifelerini, öldükten sonra varisleri yerine getirebilir. Bu hususta sahih hadisler vardır. Fakat namaz borcunun düşürülmesi (ıskatı) hakkında sahih bir hadis yoktur. Iskat-ı salat konusunda kaydedilen en eski ifâde İmam Muhammed eş-Şeybânî (ö.189/804)'nin ez-Ziyâdât adlı eserindeki namazların fidyesi verilirse inşaallah kâfî gelir" (Mehmed Zihni, a.g.e, s.450).

Ölenin hayatında kılamadığı vitir dahil her namaz için bir fidye (1667 gr. buğday veya bunun günün râyicine göre nakid olarak bedeli) fakire sadaka olarak verilir. Fakirin yapacağı duanın, ölenin günahlarının bağışlanmasına vesile olacağı ümit edilir. Ölenin üzerinde kaç günlük namaz ve oruç varsa toplanır, elde edilen yekün kadar fidye verileceği ortaya çıkar. Kadınlarda dokuz, erkeklerde oniki yaşına kadar devre dikkate alınmaz (ibn Abidin, Reddü'l-Muhtâr, Mısır 1966, 1, 686).

Iskat konusunda şu hususların bilinmesi gereklidir:

1. Iskat, ölenin vasiyeti yoksa, farz, vacip ve sünnet olan bir muamele değildir

2. Üzerinde kazaya kalan oruç ve namazları için fidye verilmesini vasiyet eden kimsenin malının üçte birinden bu vasiyeti yerine getirilir.

3. Ölenin vasiyeti yoksa ve geride mirasçıları varsa, kul borçları ödendikten sonra malın tamamı varislerindir. Varisleri ıskat yapmağa zorlamak ve teşvik etmek doğru değildir. Çünkü din, varisleri böyle bir şeyle yükümlü tutmamıştır. Varisler kendi istekleriyle yaparlarsa ölen için bir sadaka olur.

Devir; dolaşmak, dönmek. Üzerinde çok miktarda namaz borcu olan kişi için, her namaza bir fidye olmak üzere hesaplanıp verilmesi büyük meblağ tutar ve bunu vermek çok zaman mümkün olmaz. Buna bir çare olmak üzere "devir" denilen bir usul ihdas edilmiştir. Buna göre meselâ; ölenin bir aylık namazının fidyesi esas almarak bu meblağ bir fakire verilir. Fakir de onu verene bağışlar. Oniki devir bir yılı karşılamak üzere kaç yıllık namaz borcu varsa o kadar devir yapılır.

Devir muameleşinin ilk tatbikatının nasıl olduğunu, paranın nasıl dağıtıldığını ve kimlere verildiğini açık olarak bilmiyoruz. Fakat bugün tatbik edildiği şekliyle devir, İslâmın ruhuna uygun bir muamele değildir. Eğer namaz borcu olduğu halde ölen kimseye hayır yapılmak isteniyorsa, varisleri onun namına fakirlere sadaka vermelidir. İslâmın ruhuna uygun olan budur. Ölenin bu konuda vasiyeti varsa o da "fakirlere sadaka vermek" şeklinde yerine getirilmelidir.

"Devir" hakkında peygamberimiz (s.a.s.) ve sahâbeden nakledilen hiçbir bilgi ve delil yoktur. Müçtehid imamlar zamanında da bu işleme rastlanmamaktadır. Devir şeklinin hicrî beşinci asırdan sonra ortaya çıktığı ve ıskat muamelesini kolaylaştırmak için şer'î bir çare olarak düşünüldüğü tahmin ediliyor. Ayrıca medrese talebesine yardım ve onları korumak gibi bir gaye de güdülmüş olabilir.

Iskat ve devir yanlış tatbik edilerek istismar edilen konulardır. Dinin aslında olmayan, fakat geçmişte âlimlerin fayda (maslahat) görerek tatbikine müsaade ettiği bir konu istismara, yanlış yorumlara ve suistimâle yol açmışsa, yine âlimler tarafından düzeltilmeli ve doğru tatbik edilmesi sağlanmalıdır.
 
Geri
Üst