Islam Fikıh Ansiklopedisi

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan Z1rT
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
ISKÂT-I SALÂT VE DEVİR
Iskât-i salât'ın aslı var mıdır? Yapılması câiz midir?

"Iskât-i salât" terim olarak, kişinin üzerinde borç kalan namazların düşürülmesi demektir. Bilindiği gibi Müslümanlar, dînî kural ve öğretileri sırasıyla; Kur'ân-ı Kerim, Hadîs icma' (yani yetkili islâm âlimlerinin bir konudaki söz birliği)dan alır ve uygularlar. Bu üç kaynakta bulunmayan bir mesele için, yine yetkili Islâm âlimleri (müctehidler) kıyasa başvurarak, kendi görüş ve ictihadlarını bildirirler. Diğer üç kaynağın bulunmadığı yerde müctehidlerin görüşleri, Müslümanların pratik hayatlarını belirler. "Iskât-i saIât" da işte bu üç kaynakta bulunmayan bir konudur ve aslı sudur: Kur'ân-ı Kerîmde oruca güç yetiremeyen ihtiyarların, tutamadıkları her gün için bir fidye (yani bir fakire sabah ve akşam öğünü olabilecek değer) vermeleri emredilir. (EI-Bakara, 2/184) Bu, edâ edilmeyen bir emrin, onun karşılığı olup aklın almayacağı birşeyle kaza edilmesidir ve başka bir şeyin buna kıyas edilememesi gerekir. Bazı Hanefî müctehidleri, ihtiyatlı olanla hareket etmiş olmak için, şöyle demişlerdir: Oruç tutmayan ihtiyar fidye verir. Ölmeden fidyesini vermemiş ve malından verilmesini vasiyyet etmişse; mirasçıları onun malından (üçte birini geçmemek üzere) önce vasiyyet ettiği oruç fidyesini çıkârıp dağıtmak zorundadırlar. Namaz için böyle bir şey söylenmemiştir. Namazı buna kıyaslamak da mümkün değildir, ama bir ihtiyat olarak kişi, "Benim kılmadığım şu kadar namazım vardır, benim malımdan onların fidyesi verilsin" diye vasiyyet ederse ,bunun onun namazlarını kesinlikle afettirecegine inanmaksızın, mirasçılarının bunu vermesi ihtiyat olarak gereklidir. Bu, onun namazlarını gerçekten affettirirse ne âla, ettiremezse yerine ulaşmış bir sadaka olarak sevabı ona ulaşır. (62 Bk. Molla Cîyûn, Nûru'I-envâr I/58; Değişik görüşler için bk. En-Nemenkâni, age I/190) Bu temel bilgilerden sonra, "iskat-ı salât"ın uygulanışı için şunları söyleyebiliriz:

1- "Iskât-ı salât" şer'î bir delile dayanmadığı gibi ,sağlam bir kıyasa da dayanmaz; ancak ihtiyat tedbirdir.

2- Ihtiyaten gerekli olması da, ancak ölenin vasiyet etmesine bağlıdır. Aksi halde tek tek bütün varislerden izin alınmalıdır ki, buna gerek olduğunu da kimse söylememiştir.

3- Hayatta iken namaz kıldığı bilinen birisinin hiçbir namazı kabul olmamış ihtimalıyle hesap yapılamaz. Bu kapı çok daha büyük bid'atlara açılır.

4- Namazın gereğine inanmadan kılmayan birisi için verilenler, onun ancak azabını artırır.

5- "Iskât-ı salât" yapılması halinde "verdim-aldım" gibi; dinin ruhuna aykırı hile ve kandırmacalar, çirkin ve günah çıkarma gibi papazvâri birer bid'attırlar, yapılmamaları gerekir ve verilen mutlaka muhtaçlara ulaşmalıdır.

6- Verilecek (daha doğrusu alınacak) miktarı attırmak için namaza "yemin keffareti" gibi daha bir sürü kuyruk eklemek, yapılan çirkinligi fazlalaştırmaktan ibarettir.

7- "Iskât-ı salât"a meşruluk kılıfı giydirmenin, dinde zengin-fakir ayırımına gitmek ve zenginlere namaz kılmama kolaylığı vermek anlamı taşıyacağı da söylenebilir.
 
İSLAM DİNİ, KADINA AİLE VE TOPLUM İÇİNDE NASİL BİR YER TAYİN ETMİŞTİR? ERKEĞİN YANINDA YERİ NEDİR?
İslam dini, aile ve toplum içinde kadına iyi yer veriyor. İnsanlık yönünden erkek ile kadın arasında fark gözetmiyor, erkeğe verdiğ önemi kadına da veriyor. Bu hususta Kur'an-ı kerim şöyle buyuruyor: "Ey insanlar sizleri bir tek nefisten yaratan Rabbinizden sakınınız" (Nisa).

Diğer bir ayette de şöyle buyuruyor: "Şüphesiz ben içinizden gerek erkek, gerek kadın, bir hayır işledığını boşa çıkarmam hep birbirinizdensiniz" (Al-İ İmran).

Peygamber (as) de şöyle buyuruyor: Kadınlar erkeklerin denkleridir.

Kız çocuğuna eş ve analık özellikleri açısından büyük bir değer verip ikramda bulunuyor. . Peygamber (sav) kız çocuğu olarak kadının gördüğü ikramla ilgili şöyle buyuruyor: "Herhangi bir kimsenin bir kız çocuğu olsa, o da onu güzelce öğretip eğitse kendisi için cehenneme karşı siper olacaktır" (Ebu Davud, Tirmizi).

Cenab-ı Allah, eş olarak kadına yapılan ikramlarla ilgili şöyle buyuruyor: Yine onun ayetlerindendir ki sizin için kendileriyle huzur bulasınız diye cinsinizden eşler yaratmıştır (Rum).

Peygamber (as) de şöyle buyuruyor: "Dünyada faydalanılan şeylerin en iyisi, saliha bir eştir. Kendisine baktığında seni sevindirir, gıyabında da mal ve namusunu korur" (Müslim, Buhari).

Cenab-ı Allah, ana olarak kadına yapılan ikramla ilgilii olarak şöyle buyuruyor: "Biz insana ana ve babasına iyilik etmesini tavsiye ettik; anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu" (Ahkaf).

Bununla ilgili olarak Hadiste de şu varid olmuştur:

Bir gün birisi peygamber (sav)'e gelip dedi ki:

Herkesten ziyade kim benim sohbetimi hak eder.

Peygamber (as):

Anan.

Sonra kim?

Anan.

Sonra kim?

Anan.

Sonra kim?

Baban, dedi.

Görüldüğü gibi Peygamber, babayı bir defa söylerken anayı üç defa söz konusu ediyor.
İSLAM DİNİ KAR İÇİN BİR SINIR GETİRMİŞ MİDİR?
İslam dini kar için bir sınır getirmemiş, yüzde şu veya bu kadar kar edilecek diye bir kayıt koymamıştır. Arz ve talebe bırakmıştır. Ancak İslam dini, güzel ahlak ve takvayı emretmek ve yasakladığı hile ve fahiş fiatın önüne set çekmekle bunun hududunu göstermiş oluyor. Bununla ilgili Peygamberin şu sözlerini dinleyelim: "Din nasihattır" (Müslim). "Sizden biriniz, kendi nefsi için arzu ettiği şeyi mü'min kardeşi için de arzu etmedikçe iman etmiş olmaz" (Müslim, Cami' al-Sağir). "Bizi aldatan bizden değildir" (Müslim, Cami al-Sağir).

Fahiş bir fiyatla malı satıp müslümanları aldatmak lanetin inmesine vesile olduğu gibi, halkın muhtaç olduğu şeyleri piyasaya sürüp normal bir fiatla satmak da rahmetin nüzulüne sebebdir. Devletin, satılık meta'ın fiatını, narh koyup ta'yin etmesi dinen doğru değildir. Fıkıh kitapları bunun mekruh olduğunu kayd ediyorlar (İbn Abidin). Peygamber (sav) zamanında bir ara eşyanın fiatı yükseldi , bunun üzerine ashabı bir kısmı: Ey Allah'ın Resulü! Eşyanın fiatını tesbit buyur, dediler. Peygamber (sav) bunlara cevaben şöyle buyurdu: "Fiatı tesbit eden, rızkı daraltıp genişleten, rızkı veren Allah'tır. Sizden hiç biriniz ne kan ne de mal haksızlığı hususunda benden bir şey istemeden Allah'a kavuşmamı umarım" Ebu Davud, Tirmizi). Ancak piyasa ile oynayıp ticaret düzenini bozan olduğu takdirde zarurete binaen devlet müdahale edip eşyanın fiatını tesbit edip kar için bir hudut çizebilir.
İSLAM DİNİNE AYKIRI, KÜFR VE DİNSİZLİĞİ MEDH EDEN KİTAPLARI ALIP SATMAK CAİZ MİDİR?
İslam dinine aykırı küfür ve dinsizliği medhedip yayan kitapları alıp satmak haramdır. Bir kimse menfaat için bu işi yapıyorsa günahkar olduğu gibi, kazancı gayr-i meşru bir yol ile elde ettiği için haramdır. Bir gün tevbe etmek isterse de o gayr-i meşru malı fakirlere tasadduk etmeye mecburdur. Yoksa, büyük bir vebal altında kalır. O kitapların muhtevasına inanıp, severek alıp sattığı kitabın muhtevasını bilecek. İslam'a ters düşüp düşmediğine çok dikkat edecektir: Nevevi: Hadis, fıkıh ve faydalı şeyleri ihtiva eden her kitabı alıp satmak caizdir. Ama küfür kitaplarını satmak caiz değildir, haramdır"(al-Mecmu) diyor.
 
İSLAM DİNİNE GÖRE İŞÇİNİN ÜCRETİ HÜKÜMDAR VEYA VEKİLİ TARAFINDAN TESBİT EDİLEBİLİR Mİ?
Bunu anlayabilmek için şu açıklamaya ihtiyaç vardır. Alışverişin üç rüknü vardır.

1- Alıcı ile satıcı,

2- Siğa,

3- Üzerine akit yapılan maldır.

Birinci rüknün de altı şartı vardır:

A- Akıl olması,

B- Baliğ olması,

C- Malınıa hacz konulmmamış olması,

Ç- İsteği ile alış veriş yapmış olması,

D- Malik veya veli olması,

E- Satılan mal Kur'an veya sünnet ise müşterinin müslüman olmasıdır.

Yukarda sayılan rükün ile şartlar aynen icarenin de rüknü ile şartlarıdırlar. Aslında icare alış verişin bir çeşidir, yalnız alış verişte satılan şey tamamen elden gider ve geri dönmemek üzere verilir, icarede ise satılan şey geçici olarak menfaattır. İşçilik de icarenin bir çeşitidir. Mesela bir evi bir miktar para mukabilinde birisinin yanında belli bir zaman için çalışsa yine icar sayılır. Yalnız birinci misalde icareye verilen evdir ikinci misalde icareye verilen şey ise insandır. Yani işçi bir günlük veya bir aylık bir zaman için kendini işverene veriyor. Yukarıda yapılan açıklama konumuzun aydınlanması için kafi geleceğinden bununla yetinelim ve sözü uzatmadan söz konusu olan işçinin durumunu açıklayacağız.

İslam'dan önce ve sonra her asırda iş vermek ve iş almak adeti yaygındı, iş vermenin ve iş almanın sahih olması için üç rknü vardır.

Birincisi: İş veren ve alandır;

İkincisi: Siğa,

Üçüncüsü: Çalışmaktır.

Birinci rüknün beş şartı vardır:

1- Baliğ olması,

2- Akil olması,

3- İsteğiyle olması,

4- Herhangi bir esbeple hapse müstehak olmaması,

5- Kur'an ve Sünneti yazmak için kendini kiraya vermek isterse, Müslüman olması.

İslam dinine gööre işçi ücreti hükümdarın veya onun vekili tarafından tesbiti hususunu da belirtelim şöyle ki:

Alış verişte satılık eşyanın fiatı alıcı ile satıcı tarafından tesbit edildiği gibi işçi ücreti de zaman ve zemine göre işveren ile işçi arasında tesbit edilip tayin edilecektir. Zaruret olmadığı takdirde idarenin narh koyması yasak olduğu gibi işçi ücretine de müdahale edilmesi yasaktır. Piyasada istikrarsızlık ve düzensizlik hüküm sürdüğünde istikrarı sağlamak için idarenin müdahalesi nasıl caiz oluyorsa işveren ile işçinin ihtilaf için haksızlığı kaldırıp düzeni sağlamak için de müdahalesi caizdir.

İslami kurallara göre bir ev sahibi evini kiraya verdiği zaman kısa olsun, uzun olsun, mutlaka süresini belirtmesi gerekir. Süre bitmeden önce bir kiracının evden çıkması söz konusu olamaz, süre bitince kiracı ile ev sahibi arzu ettikleri takdirde akti tazeleyebilirler, istemedikleri veya anlaşamadıkları takdirde kiracının evden çıkması gerekir. Yine işveren ile işçi arasında çalışmak için beş on sene gibi bir süre tayin edilip anlaşma yapılmış ise bitmeden işçinin çıkması veya çıkartılması mümkün değildir. Süre bittikten sonra her iki taraf çalışma mukavelesini tanzim edebilirler. İslam hukukuna göre işçinin ücreti ve çalışma süresi belirtildiği ve yapılan anlaşmanın hilafına hareket etmek caiz olmadığı için ne işçinin grevi ne iş veren lokavtı söz konusudur. Üzerine anlaşma yapılan süre bitmeden evvel ne işçi işinden ayrılabilir ne işveren işçiyi ayırabilir. Buna göre işçinin ayrılması sebebiyle tazminat da söz konusu değildir. Ancak süre bitmeden evvel işveren işçiye "Sen mukaveleyi fesh etmek için benimle muvafakat edersen şu kadar para vereceğim" dese ve işçi de muvafakat ederse taahhüdünü yerine getirmek zorundadır. Çalışma esnasında işçi bir kazaya uğrasa işverenin ihmalı olmadığı zaman sorumlu tutulmaz. Ancak işçi işe girerken işveren, çalışma esnasında herhangi bir kaza olursa "ben kefilim" demiş ise veya dile getirmeden tazminat adet haline gelmiş ise işveren kaza tazminatını verecektir. Aksi takdirde vermek zorunluğu yoktur. İşçilerin ücretleri arasında büyük dengesizlik olursa işveren ile işçi belli bir ücret üzerine anlaşma yaptıkları takdirde zaten iş bitmiştir. Ama alışverişte olduğu gibi işçi fahiş bir şekilde mağdur olmuş ise müracaat üzere idare müdahale edip durumu düzeltebilir.
 
ISLÂM DİNİNİN VARLIK GAYESI, ŞU TEMEL HAK VE HÜRRİYETLERİ GERÇEKLEŞTİRMEKTİR:
1. Kişinin yaşama hakkı olan canını,

2. Doğru ile yanlışı ayırdetme gücü olan aklını,

3. Inanç özgürlügü demek olan dinini,

4. Insanca yaşamasını temin edecek olan malını,

5. Soy ve tarihini sürdürme biçimi olan neslini korumak.
İSLAM DIŞI BIR IŞ İÇİNDE BULUNMAK MECBURIYETINDE BULUNAN BIR KIZLA EVLENIP ALLAH RIZASI İÇİN ONU İSLAM'A KAZANDIRMAK ISTIYORUM. BÖYLE BIR KADINLA EVLENMEM CAİZ MİDİR?
Yüce dinimizde hıristiyan ve yahudi bir kadınla evlenmek caiz olduğuna göre elbette müslüman olup da fasike bir kadınla evlenmek de caizdir. Yani nikah batıl değildir. Hayat-ı zevciye meşrudur. Zina sayılmaz. Ancak mü'min olan kimsenin arkadaşı mü'min ve takva sahibi olması gerekir. İslam'ı tebliğ edip anlatmak için kafir olsun, fasık olsun herkesle oturup kalkmak caizdir. Bunda beis yoktur. Fakat bunun dışında kafir ve fasıklarla oturup kalkmak doğru değildir. Çünkü bulaşıcı hastalıklar başkasına siyaret ettiği gibi kötü ahlak da başkasına siyaret eder. Peygamber (sav) şöyle buyurmuş: "Kişi sevdiği adamın dini üzerindedir. Bunun için her biriniz kimi sevdiğine baksın" (Ebu Davud, Tirmizi). Başka bir hadiste de şöyle buyuruyor: "Kişi sevdiğiyle beraberdir" (Buhari, Müslim). Diğer bir hadiste şöyle buyurmuş: "Takva sahibinden başka bir kimse senin yemeğini yemesin."

Yolculuk geçici olmakla beraber herkes ile yolculuk yapılmalıdır. Yol arkadaşının dahi mütedeyyin ve ahlakı olması için ehemmiyet vermek lazımdır. Binaenlayh kısa bir zaman için değil, uzun hatta sonsuz hayat için kurulan hayat-ı zevciyyeye daha fazla ehemmiyet vermek lazım gelir. Şayet zevce mütedeyyine ve takva sahibi olmazsa onun fıskı ve İslam dışı davranışı kocasına aksedebildiği gibi müstekbel çocuklarına da aksedebilir. Henüz dünyaya gelmeden önce böyle bir kadınla evlendiği için onların hakkına tecavüz etmiş olur. Bir gün adamın biri kendisine itaat etmeyen oğlunu şikayet etmek üzere halife olan Hz. Ömer'e (ra) gitti. Ve şikayeti üzerine Hz. Ömer adamın oğlunu huzuruna celbettirdi. Ve ifadesini almadan onu azarlamağa başladı. Bunun üzerine oğlan:

- Ey mü'minlerin emiri, b abanın hakkı vardır. Evladın hiç hakları yok mudur?

Hz. Ömer (ra):

- Evladın da hakkıvardır.

- Nedir?

- Evladın babasına karçı hakkı şudur:

Annesini seçecek, kendisine güzel bir isim verecek ve okuma yazmayı öğretecektir.

Allah'ıma yemin ederim babam bunlardan hiç birisini yapmamıştır. Çünkü annem bir mecusinin cariyesiydi. İslam terbiyesinin ne olduğunu bilmez. İsmin de "Ci'al" böcek manasını ifade eden bir kelimedir. Sonra bana bir tek harf öğretmedi.

Bunun üzerine Hz. Ömer (ra) babasına dönüp dedi ki:

-Evladın senin hakkına tecavüz etmeden önce sen onun hakkına tecavüz etmişsin.

Peygamber (sav) bir hadisi şerifinde de şöyle buyuruyor: "Serveti, güzelliği, soyu ve dini olmak üzere dört haslet için kadınla evlenebilinir" (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesai ve İbn Mace).

Sözün kısası bir kadınla ancak evinde hayır alametleri görülürse evlenmek uygun düşer. Yoksa ilerde belki yola gelebilir diye onunla evlenmeğe karar verirsen dinen her ne kadar vaki olacak nikah batıldır denilmezse de iyisini yapmamış olursun.
 
İSLAM HUKUKU AÇISINDAN AVRUPA TOPLULUĞU
Bağımsızlık ya da iç ve dış hâkimiyet esası devleti ve özellikle de Islâm Devletini başka şeylerden ayıran en önemli belirtidir. Mekke'deki müslümanlar bir çekirdek devlet oluşturacak güce ulaştıktan sonra, onların başkalarının iradesine ve idaresine bağlı olarak yaşamalarına razı olunmamış, önce hicret etmeleri istenmiş, sonra da Medine'de sayıca azınlıkta olmalarına rağmen Kurucu Medine Anayasası'nin ihtiva ettiği maddeler gereği, insiyatifi onlar ellerine almışlardır. Çünkü Kur'ân ifadesi ile: "Allah kâfirlere mü'minler üzerinde asla bir yol (velayet) yetkisi vermemiştir"(K. Nisâ 4/141). "Izzet (güç ve onur) Allah (cc)'ındır, Rasulünündür ve mü'minlerindir"(K. Münafikûn 63/8). "Ey iman edenler, Yahudi ve Hiristiyanları veliler (hakim ve dost) edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileridir"(K. Mâide 5/51). "Mü'minler, mü'minleri bırakıpta kâfirleri veli (hakim ve idareci) edinmesin"(K. Ali Imran 3/28). "Onların yanında izzet mi arıyorlar? Izzet bütünüyle Allah (cc)'ındır"( K. Nisâ 4/139). "Sizin, Allah (cc)'ın dışında velileriniz (dost ve hakiminiz) yoktur. Sonra (böyle bir şey ararsanız) yardım da göremezsiniz"(K. Hûd 11/113). "Kim Allah (cc)'ı, O'nun Rasulünü ve mü'minleri veli (dost ve idareci) edinirse, (bilesiniz ki,) galip olacak olanlar şüphesiz Allah taraftarları (Hizbullah)'dir"(K.Mâide 5/56). "Ey iman edenler, dininizi alay ve oyun konusu yapan sizden önceki kitap verilenleri ve kâfirleri dostlar (veliler) edinmeyin ve eğer inanıyorsanız Allah (cc)'tan korkup sakının"(K. Mâide 5/57). "Allah (cc)'a ve Ahiret gününe iman eden hiç bir kavim (topluluk) bulamazsın ki, onlar, Allah (cc)'a ve Resulüne karşı başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsalar dahi.."(K. Mücadele 58/22). Özellikle bu ayet, mü'minlerin, Allah (cc)'a ve Rasulüne baş kaldıran Yahudi ve Hiristiyanlarla "Bir sevgi ve dostluk bağı" kuramayacağını açıkca ifade ediyor. AT'nin esasını teşkil eden Roma anlaşmasının daha ilk başında yer alan ve topluluğu "communaute" yani, "Gerçekten sevenler arasındaki ortaklık" diye niteleyen ifade ile bu ayet yan yana düşünüldüğünde, naslarda "mefhum-u muhalefeti" kabul etmeyen Hanefilere göre bundan: "Müslümanlar böyle bir topluluğa girme gibi büyük bir cürmü işleyemezler", "mefhum-u muhalefeti" kabul eden Şafiîlere göre ise: "Böyle bir topluluga girenler müslüman olamazlar" gibi zorunlu bir sonuç çıkar.

Bu kabil ayetler ve bu doğrultudaki hadis-i şerifler pek çoktur. Bunlar bir Islâm ülkesinin iç ve dış hakimiyetine verilen önemi tevile yer bırakmayacak biçimde ortaya koyar. Islâm bütün yaşama yetkisini Allah (cc)'a verir. "Hüküm sadece Allah (cc)'a aittir"(K. En'âm 6/57). Ve bu esas Kur'ân'da defalarca tekrarlanır.

Islâm yarınki muhtemel bir savaşta müslümanların onlarla aynı safta savaşmasına dahi izin vermez. Ubâde bin Sâmit'in andlaşmalı olduğu Yahudiler vardı. Hendek harbinde Ubâde Resulüllah (sav)'a müracaat ederek onlardan yardım görebileceklerini söyledi de bunun üzerine: "Mü'minler mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler" ayet-i kerimesi nazil oldu. Buna dayanarak Malikî hukukçular harpte kâfirlerden hiç bir surette yardım alınamayacağına kani olmuşlar, diğerleri (Cumhur) ise Resulüllah (sav)'ın Kaynûkâ Yahudilerinden yardım gördüğünü hesaba katarak, aynı şartlarda: Onlara ihtiyaç duyulması, onlara güvenilmesi ve müslümanların komutasında bulunmaları şartıyla kâfirlerden yardım görülebileceğini söylemişlerdir (bk. Ibn Kesir, N/89; Kurtubî, IV/119). Bu, müslüman olmayan bir devlete karşı varsayılacak bir savaştaki durumdur. Askeri birliğini de gerçekleştirmiş AT'nun bir Islâm milleti ile yapacağı varsayılan bir savaşta ise Müslüman, Yahudi ve Hiristiyanın safında kendi kardeşine vurmak zorunda kalacaktır ki, Islâm hukuku açısından bunun cevazını düşünmek bile mümkün değildir.

Islâm Dini bütün bunları korumayı hedefler biçimde geldiğine göre, AT da bu organizasyonda müslüman, bu temel hak ve hürriyetlerini İslam'ın istediği biçimde korumaktan mahrum olacaktır. Fonksiyonunu yitiren bir sistem yaşıyor olamayacağına göre ortalıkta makro düzeyde, ya da sistem olarak Islâm diye bir şey de kalmamış olacaktır.

Ayrıca, Islâm hukukunun her sahası onun ‚öbür âlem' merkezli bir hukuk sistemi olduğunu açık-seçik gösterir. Çünkü onun kaynağı ‚vahiy'dir. Bu itibarla bir Islâm ülkesi vatandaşı olan bir müslümanın özel hayatını düzenleyen hukuk kuralları tamamen özgün ve ona has hukuk kuralları olacaktır. Zira Islâm hukukunun gayesi, toplumun, hangi yolla sağlanırsa sağlansın, huzuru değildir. Diğer bir deyişle Islâm; kötülüğü, onu dünya ölçüleriyle almamız halinde bile, yapamayacağı için yapmayan, başkalarının hukukuna hukukî müeyyidelerle saygı göstermek zorunda olduğu için saygı gösteren insanlardan oluşan bir toplum hedeflemez. Aksine bunlar asıl hedef için birer vasıtadan ibarettir. Bu yüzden onun kendi toplumunda evlenmesi, boşanması, miras taksimi, eşyadaki hakimiyet ve tasarrufları, mal itibar edip aldığı-sattığı şeyler ve alım-satımı, akidleri sahih, fasit ve batıl diye ayırışı, sosyal güvenlik hukuku, çalışma esasları, vatandaşlarının dârlar arası (Dâr-i Islâm, dâr-i harp, dar-i sulh) ilişkileri hep kendine has ve kendi insiyatifinde olan ve başka şekili kabul edilemeyecek hukuk normları ile tesbit edilmiştir. Bu normların esasını nasslar teşkil eder ve "Mevrid-i nassta ictihada mesağ yoktur."
İSLAM HUKUKUNA GÖRE KEFİL OLAN KİMSE KEFALETİ KARŞILIĞINDA ÜCRET İSTEYEBİLİR Mİ?
Kefalet bir teberru ve iyilik akdidir. Onun mukabılinde ücret almak ve vermek caiz değildir. Ancak mekfuluanh olan kimse, kendiliğinden kefile herhangi bir hediye takdim ederse kefilin bunu almasında bir sakınca olmayıp, mes'ul olmaz. Yalnız kendisine kefil olunacak kimse ücret vermediği takdirde kefil bulamayacak ve bu sebeple işi aksayacaksa parayla kefil tutmaktan dolayı mes'ul değildir, ancak kefil günahkar olur. Nasıl ki haklı bir kimse rüşvet vermediği takdirde hakkı elinden alınacaksa bu durumda rüşvet verir. Allah indinde mes'ul olmaz; ama onu alan kimse mes'ul olup Allah'ın lanetine müstehak olur (El-Fıkh'ul İslami ve Edilletuha).
 
İSLAM HUKUKUNA GÖRE PARANIN DEĞİŞMESİ VE BUNUNLA İLGİLİ HÜKÜMLER

1- Çağımızdaki ekonomik problemlerin en başta gelenlerinden ve dünya devletlerinin çoğunda bireyi de toplumu da etkileyenlerinden birisi de, şüphesiz "enflasyon' meselesi ve beraberinde getirdiği, paranın satınalma gücüne büyük ve tehlikeli düzeydeki etkisidir. Şöyle ki; enflasyon yüzünden satınalma gücü zayıflar, azalır ve sonuçta da bu; satım eşyası (mal), menfaatler ve hizmetler karşısında paranın değer kaybına yol açar. Nitekim çoğu ülkenin ekonomik politikasi, o ülkeyi, parasının değerini, diğer ülkelerin parasına veya altına oranla düşürmek zorunda bırakır ve uygun oranda düşürür. Bazan da bunun aksine, parasının değerini yükseltmek zorunda kalırve gerekli nispette yükseltir.Günümüzde bazı ülkeler, belirli bir ekonomik politika gereği, sınırları dışında parasının geçerliliğini yasaklamıştır. Netice olarak da başka herhangi bir ülkeye ***ürülmesine engel olmakta, eğer herhangi bir yolla çıkarılacak olursa, bu sefer de girmesini yasaklamaktadır. Bazı ülkeler de, kendi sınırları dahilinde altınla, ya da kendi parasından başka bir parayla muameleyi yasaklamıştır. Bu uygulama, aksine davranmak caiz olmayan ve aksi yönde yapılan her türlü ittifakın geçersiz sayılacağı, genel bir rejim olarak görülür. Bazı devletler de zaman zaman geçerli paralarını iptal eder ve terim olarak "para" kabul ettiği bir başka parayla değiştirir vs.Iktisadı politikalar açısından durum budur. Bireylerin muameleleri açısından ise; çoğu zaman kişi, acıdığı ve yardım etmek istediği için, belli bir meblağı, belirli bir zamana kadar bir başkasına verir. Gaye, onun ihtiyacını gidermek ve sıkıntısını bertaraf etmektir.Ödeme günü geldiğinde, borç veren görür ki, kendisine dönen meblağ, satınalma gücüne veya altına ve gümüşe, ya dâ, diğer paralara göre; ona karz olarak verdiğin, verdiği gündeki değerinden az, ya da çok fazladır, ya da çok azdır. Isterse rakamda ve nicelikte ona eşit olmuş olsun.Yine çoğu zaman bir tüccar, bir eşyayı, üzerinde anlaştıkları ileri bir zamanda. vadeli olarak ödemek üzere, belli bir para ile satın alır. Zaman gelip ödeme yaklaşınca, taraflardan herbiri, üzerinde anlaştıkları meblağın, satınalma gücü bakımından, ya da diğer paralara oranla kıymeti bakımından durumunun, akdi yaptıkları ve zimmete geçtiği andaki durumuyla değişiklik arzettiğine şahit olur.Ya da çoğu Islâm ülkelerinde âdet olduğu üzere koca, zevcesinin mehrinin bir kısmını, ya da tamamını zimmetinde borç olarak tutar ve ödeme günü ancak, ölüm, ya da ayrılma vakalarıyla gelmiş olur ki, buna "müeccel mehir" tabir edilir. Ama bu müeccel mehir pozisyonlarının hemen hemen hepsinde, işin gerçeği şudur : Mehir olarak kabul edilen ve kocanın zimmetinde borç olarak kalan bu nakdin, verilmesi gerektiği gündeki değerinde, zimmette sabit olduğu gündeki değerine oranla fahiş farklılıklar ortaya çıkmıştır.Bunlar üzerinde duracağımız meselenin sadece bazı şekilleridir. Bunun yanında sorunun sayılamayacak kadar kompleks yan meseleleri, tehlikeli sonuçları ve pek çok boyutları vardır ve değişik sahalarda bireyi, toplumu ve devleti ilgilendirmektedir. Ancak konunun bizi burada ilgilendiren yönü sebebi ve kaynağı ne olursa olsun - para durumlarının değişmesi halinde, malî muamelelerle ilgili olan tarafı ve bunun zimmetlerdeki borçlara etkisidir.Bu yön, gerçekte ve haddi zatında -özellikle bu asırda- çok fazla önem kazanmış ve son derece tehlikeli bir hal almış ise de, ana ilkeleri ve temel prensipleri itibariyle müslümanların muamelelerinde ve fıkıhlarında, geçen bin yıldan daha fazla zamandan beri bilinmekte olan bir şeydir.İSLAM HUKUKUNA GÖRE VAKIF OLAN ŞEYİ HERHANGİ BİR SURETLE SATMAK VEYA SATIN ALMAK CAİZ MİDİR?
İslam hukukuna göre herhangi bir yöne vakfedilmiş olan bir şeyi satmak ve satın almak caiz değildir. Sünnet bunu yasakladığı gibi icma'-ı ümmet de bunu yasaklamıştır. Bu hususta ihtilaf yoktur. İbn Ümer (ra) şöyle diyor: Ömer (ra) (Ravinin babası) Hayber arazisinden kendisine bir tarla isabet etti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber'e (sav) gidip tarla için kendisiyle istişarede bulunup dedi ki: Ey Allah'ın Resulü, Hayber arazisinden bana bir tarla düştü. Şimdiye kadar ondan daha değerli bir şey elime geçmemiştir. Hakkında ne buyurursunuz? Hz. Peygamber (sav) buyurduki istersen onu haps –vakıf- edip tasadduk edersin. Bunun üzerine hz. Ömer (ra) satılmaması, hibe edilmemesi ve miras olarak kalmaması üzerine tasadduk etti. Fakirlere, hürriyete kavuşmak maksadıyla efendileriyle mükatebe akdini yapmış kölelere, mücahidlere, yolda kalmış olan kimselere, misafirlere verilmek üzere vakıf etti. Ona bakan kimsenin normal olarak ondan yemesinde beis yoktur. Yalnız ondan mülk edinmez (Tirmizi).

Vakıf edilen malın satılması ve satın alınmasının caiz olmadığında ittifak vardır. Ancak vakıf edilen maldan istifade edilemeyecek bir duruma gelirse –bir tarlanın şehrin ortasında kalması gibi- Hanefi ile Hanbeli mezheblerine göre daha iyisiyle değiştirilmesi caizdir. Çünkü vakfın gayesi vakıf edilen yöne yardım sağlamaktır. Faydası olmadığı halde onu tutup haps etmenin manası yoktur (İbn Abidin).

Hülasa Hanefi ile Hanbeli mezheplerinin ileriye sürdükleri mesele hariç İslam hukukuna göre vakıf edilen mal ne satılır, ne alınır. Şayet herhangi bir sebebden dolayı birisinin elinde vakıf malı bulunsa mümkün ise onu esas sahibine iade etsin. Mümkün değilse kirası ne kadar tutarsa vakıf edilmiş yöne versin veya harcasın.
ISLÂM HUKUKUNDA BORÇLULAR ÜÇ KISIMA AYRILIR
Mâlî durumu iyi olup, borcunu ödemek istemeyenler; darda olup, ellerinde hiçbir malı olmayanlar; malı borcuna denk veya borcu daha fazla olanlar. Bu somuncunun vadesi gelen borçları ödenemiyor ve mevcut mal varlığı da borcu karşılayamıyorsa iflâs problemi ortaya çıkar.

Ebû Hanîfe'ye göre, borçlar mal varlığını aşsa bile, bir kimse borçları yüzünden hacr (kısıtlılık) altına alınamaz. Çünkü aklı yerinde olduğu için tam ehliyetlidir ve başarılı bir işletme ile mal varlığını çoğaltması mümkündür. Böylece onun tasarruf ve insanlık hürriyeti korunmuş olur. Ancak bu durumda kendisine borçlarını, ödemesi emredilir. Bunu yapmazsa, malını bizzat satıp borçlarını ödemesi için hapsedilir. Hâkim, borçlunun malını satamaz. Ancak, varsa paralarını ve borçların cinsinden olan mallarını alacaklılarına istihsân yoluyla verebilir. Borçluyu hapsetmenin sebebi, borcun vadesinde ödenmemesi yüzünden alacaklıların zarara sokulması ve onlara haksızlık edilmesidir (el-Meydânî, el-Lübâb, II, 20; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l Islâmî ve Edilletüh, lV, 132).

Ebû Yûsuf, Imam Muhammed, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre, vadesi gelen borcu, mal varlığını aşan borçlular, alacaklıların isteğiyle hâkim tarafından hacredilir. Bu kimse iflâs etmiş sayılır. Mâlikîler bu durumda hacr için mahkeme kararını da gerekli görmezler. Hacirle, alacaklıların haklarına zarar verebilecek tasarruflar önlenmiş olur. Alacaklılar icâzet vermedikçe vakıf, hibe, sadaka, velâyet ve başkasına yeni bir borç ikrarı gibi tasarruflar muteber olmaz. Herhangi bir malı rayiç bedeliyle satmış olurlarsa, bedeli alacaklılara ait olur. Bu satış rayiç bedelin altında bir fiyatla olmuşsa alacaklıların icazetine bağlıdır. Alıcı da muhayyer olup, isterse bedeli tamamlar, dilerse akdi bozar (Ibn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, V, 101; AbdülKadir Şener, "Islâm Hukukunda Hacr", A.Ü.I.F. Dergisi, c. XXII, s. 339). Bu gibi tasarruflarda borçlunun ehliyeti, mümeyyiz küçük gibi olur. Alacaklılarına zarar verecek mâlî tasarrufları, onların icazetine bağlıdır. Bu tasarruflar hibe, vakıf gibi teberru kabilinden olsun veya kıymetinden daha az bir bedelle satmak yahut kıymetinden çok bir fiyatla satın almak gibi, satış bedelinde müsamahayı kapsayan ıvazlı akitlerden olsun müsavidir.

Hâkim, borcunu ödemeyen borçlunun mallarını satıp, bedelini alacaklılara bölüştürür. Satışa, önce bozulacak mallardan başlanır. Sonra telef olacaklar, daha sonra da gayri menkuller satılır. Ancak borçlunun ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin yiyecek, giyecek, mesken ve benzeri zaruri ihtiyacına ait şeyleri satamaz (Ibn Âbidîn, a.g.e, V, 103; Damad, Mecmau'l-Enhur, II, 443).

Ebû Hanîfe'ye göre, hâkim borçluyu 2-3 ay hapsettikten sonra, malı olduğuna dair belirti bulunmaz veya gerçekten yoksul olduğu ortaya çıkarsa, "Eğer borçlu darlık içinde bulunuyorsa ona, genişleyene kadar mühlet verin" (el-Bakara, 2/280) ayeti uyarınca serbest bırakır. Fakat alacaklılar, onu takip eder. Yeniden ödeme gücüne kavuşursa, bunu aralarında paylaşırlar. Ebû Yûsuf ve Imam Muhammed'e göre ise, yoksul borçlular yeni mal kazandığı sâbit olana kadar takip edilmezler. Çünkü yukarıdaki ayet onlara çalışıp kazanmak için bir mühlet vermeyi öngörmektedir (el-Meydânî, a.g.e, 21-23).

Ebû Hanîfe'nin borçlulara tanıdığı bu geniş hürriyet zamanla kötüye kullanılmış, borçlular mallarını alacaklılardan kaçırmak için muvazaalı olarak satış göstermiş, bir hayra veya çocuklarına vakfetmiş veya hibede bulunmuştur. Işte bu durum karşısında müteahhirûn (sonraki) fakihler borcu servetini aşmış kimselerin hacr altında olmasalar bile, alacaklılar razı olmadıkça vakıf ve hibe gibi tasarruflarının nâfiz (yürürlükte) olmayacağına fetvâ vermişlerdir. Kanunî ve II. Selim devirlerinde şeyhülislamlık yapan Ebussuud Efendi, sultana arzettiği maruzatında bu hususu açıkça belirtmiştir (Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, s. 144).
 
İSLAM HUKUKUNDA RÜŞVET'İN DURUMU (İBN NÜCEYM)
Bir müddet geçtikten sonra bile olsa HAK'kı zafere erdiren, doğruluğu gâlip getiren, yalancıları rezil eden, hakta adaleti yayan ve bâtıla ***ürenleri engelleyen Allah'a hamdolsun. Peygamberlerin en şereflisine, onun ehl-i beytine, ashabına, hepsine salât ve selâm olsun.Imdi bu; rüşvet ve kısımları, bu meyanda kadı'nın (hâkimin) alması câiz olan ve olmayan, helâl olan ve haram olan rüşvet hakkında, rüşvetle hediye arasındaki fark ve rüşvet olarak alınan bir şeye sahip olunup olunamayacağı, ceza olarak uygulanan ta'zirin teşhir edilip edilemeyeceği hususlarında kısa bir risâledir.Günümüzde bununla ilgili bir fetvâ hadisesi olup ta Hanefilerden birisi kadıya (Hâkime) verilen rüşvetin de emir'e (hükümet yöneticisine) verilen rüşvet gibi olduğunu zannederek, nakledilegelen nasların hilafına cevap vermesi üzerine, bizi sevenlerden bazılarının teşviki, beni bunu yazmaya sevketti. Allah'tan, rızasına muvafık kılmasını dilerim.Rüşvet'in lugat ve istilahî olmak üzere iki mânâsı vardır. Lugattaki manası, "cu'l", yani yerine savaşan gaziye, ya da işçiye verilen şey demektir. Kâmus'ta Rüşvet (sin ile) cu'l demektir. Çoğulu "Rusan" ve "Risen" gelir. "RASA" (Fiil olarak) cu'lu onaverdi. "IRTESA" onu aldı ve "ISTERSA" istedi demektir, deniyor. El-Misbâh'ta ise: "Rişvet" (kesre ile) Kendi lehine hükmetmesi, ya da istediğine ulaştırması için kişinin hâkime, ya da başkasına verdiği şeydir. Çoğulu "Rişan" gelir. Tıpkı "Sidratün"ün çoğulu "Sider" olduğu gibi. Dammeli olarak "Rüşvet" şekli de kullanılır. O takdirde çoğulu "Ruşan" gelir. (KA-TE-LE) babından olarak, "Rasevtühü-Rasven", ona rüşvet verdim, demek olur. "'Irtesâ" rüşvet aldı demektir. Aslı "Rasâ-el-Ferhu" ifadesindendir ki, kuş annesinin kendisini yedirmesi için kafasını uzattı manasınadır, deniyor. E1-Mu'rib'te de: "Rişve" ve "rüşvet", Cemileri er-Rusa; "Rasâhu" Yani ona rüşvet verdi. "Irtesâ" ondan aldı, fiilindendir, denmekle iktifa ediliyor.Istilahta ise, el-Misbâh'taki gibi tarif edilir.Sünnet'te ise rüşvetin haramlığı hükmüne delâlet eden bir çok hadîs-i şerif vardır. Bu meyanda Allah'ın lâneti rüşvet verenin ve alanın üzerine olsun (Hükümde rüşvet verene ve alana Allah lânet eylesin.) (Rüşvet verene de, alana da, aralarında rüşvet için aracılık yapana da Allah lânet eylesin.) hadîs-i şeriflerini zikredebiliriz.Rüşvetin kısımlarına, haram olanına ve haram olmayanına gelince Kâdî Hân, fetvâlarının el-Kâdâ bahsinde der ki :"Rüşvet dört türlüdür. Bir çesidi vardır ki, her iki taraf içinde haramdır. Kadıyı (yani hâkimligi) rüşvet ile olsa, bu adam hâkim olamaz. Bu durumda rüşvet, alana da, kadıya da haram olur. Bu bir ikincisi, kendi lehine hüküm vermesi için hâkime rüşvet verse, bu rüşvet de her iki taraf için haramdır. Hüküm ister bi-hakkın verilmiş olsun, ister olmasın, değişmez.Diğer bir şekli: Malının ya da canının.telef olacağı korkusuyla rüşvet verse, bu rüşvet alana haramdır ama, verenin vermesi haram değildir. Yine malında gözü olana, malının bir kısmını rüşvet olarak verip; kalanını kurtaranın durumu da böyledir.Bir diğer şekli: Devlet idarecilerinin nezdinde işini takip etmesi için rüşvet verse, veren için vermesi helâldir ama, alan için alması haramdır. Bu durumda verdiği rüşvetin alana da helâl olabilmesi için; veren, alanı, rüşvet vermek istediği miktarla, bir gün geceye kadar ücretle tutar. Çünkü bu nevi icâre sahîhtir. Sonra müste'cir (ücretle tutan) dilerse onu yaptıracağı bu işte, dilerse başka işte çalıştırır. Bu, devlet idarecisi nezdinde işini takip etmesi için rüşveti önceden verirse böyledir. Hiç rüşvet adı etmeden işini takip etmesini istese ve işi olduktan sonra rüşvet verse durum ne olur? Bunda ihtilâf vardır. Alanın alması helâl olmaz diyenler varsa da, sahîh olan, helâl olur diyenlerin görüşüdür. Zira, bu, bir nevi iyilik, mükâfaat ve ihsandır. Aynen imâma ya da müezzine, şart koşmadan bir şey vermek gibidir. Hâkimin rüşvet alması helâl olmadığı gibi, hâkim olmazdan önce kendisine hediye vermek âdeti olmayan yabancıdan hediye alması da câiz değildir. Borç ve iare de hediye gibidir.Fıkıh kitaplarının vasiyyetler bölümünde fukaha; kişinin canını ve malını zûlümden kurtarmak için, kendi hakkında verdiğin rüşvet olmayacağını, başkasında olan malını çıkarabilmek için sarfettiğinin ise rüşvet olacağını söylerler. elHulâsa adlı kitapta denir ki Hâkim rüşvet alıp hüküm verse, ya da hüküm verdikten sonra rüşvet istese ve hâkimin oğlu veya onun için şehadeti kabul edilmeyecek birisi alsa, hüküm nâfiz olmaz. Ancak tevbe eder ve aldığını geri verirse, verdiği hüküm sahîh olur.el-Akdiye'de de şunlar vardır: Hediyeler üç türlüdür: Verene de alana da helâl olan: Mücerred sevgiden dolayı verilen hediyeler gibi. Ikincisi, her iki tarafa da haram olan: Yaptığı zulümde, kendisine yardım için verilen hediye gibi. Üçüncüsü, verene vermesi helâl olan : Zalime, zûlmünü def etrnek için verilen hediye gibi. Bu alana haramdır.Bu hususta çıkış yolu şöyle dir : Işini gördüreceği adamı iki üç gün gibi bir zaman ücretle tutar. Sonra -eğer yaptıracağı iş, meselâ bir mesaj ***ürmek gibi, ücret vermenin câiz olduğu bir iş ise- onu bu işte çalıştırır. Ama çalıştıracağı süreyi tayin etmezlerse,bu câiz değil dir.Bütün bunlar şartlı olursa böyledir. Ama hediye şartsız olarak verilse ve fakat alan, kendisine; devlet dairelerinde ona yardım etmesi için hediye verdiğini kesinlikle bilse, ulemâmız bunda bir beis olmadığı görüşündedirler.Her hangi bir ön şart olursa böyledir. Ama hediye şartsız olarak verilse ve fakat alan, kendisine devlet dairelerinde ona yardım etmesi için hediye verdiği kesinlikle bilse, ulemâmiz bunda bir beis olmadığı görüşündedirler.Herhangi bir ön şart ve bekleyiş olmaksızın ihtiyacını giderse ve ondan sonra hediye verse, bunu kabul etmekte bir beis yoktur. Bu hususta almanın hoş olmayacağına dair Ibn Mes'ûd'dan rivayet edilen haber, takvânın ileri derecesini bildirir. Bu husus Bezzâziye'de de aynıdır.Hâkim bir tutanak yazsa veya bir taksim işini üzerine alsa ve bunları yaptığı için ecr-i misil istese hâkkıdır Ama küçük bir kızın nikâhına veli olsa, herhangi bir şey alması helâl değildir. Zira kendisine vacip olan bir şeyi yapmıştır. Vâcip olan bir şeyi yapma karşılığında ücret almak ise câiz değildir. Yok eğer üzerine vacip olmayan bir şeyi yapsa ücret alması câiz olur .

Fetevây-ı Kâdîhân'da el-Bakkâlî'den naklen şöyle bir şey vardır: Birisi. bir bekâr kızın nikâhını (velisi olarak) akdettiğimde bir dinar alırım. Dul ise yarım dinar alırım dediğinde, kızın başka velisi yoksa. onun bunu alması helâl olmaz. Ama bir başka velîsi varsa biraz önce zikrettiğimiz hükme binaen aldığı helâl olur.Yetimin malını satsa da bir şey alamaz. Eğer alsa ve bey de de mezun olsa, alış verişi nâfiz değildir. Fethu'1-Kadîr'deki ifadeye göre, rüşvet dört kısımdır. Alana da verene de haram olanı vardır. Kazâ ve imâret makamlarını elde etmek için verilen rüşvet bu kabildendir. Bu şekilde iş başına gelen kadı olamaz. Ikincisi, kadının hüküm vermek için rüşvet alması durumudur. Bu da her iki taraf için haramdır. Rüşvet alarak hüküm verdiği hâdisede hükmü nâfiz (geçerli) değildir. Ister bi-hakkın, isterse bâtıl bir hüküm vermiş olsun, değişmez. Eğer haklı bir hüküm vermişse o, zaten ona vâcipti. Binaenaleyh, buna karşılık bir mal alması câiz olamaz. Bâtıl bir hüküm verdiği takdirde ise, durum daha da açıktır. Önceden rüşvet alıp hüküm vermesiyle, önce hüküm verip sonra rüşvet alması arasında da bir fark yoktur.Üçüncüsü, bir zararı def etmek, ya da bir menfaati celbetmek maksadıyla, devlet dairesinde bir işi halletmek için rüşvet almak halidir. Bu, alana haramdır ama, verene haram değildir.El-Akdiye'de hediye kısımlara ayrılırken bu, hediyenin kısımlarından olarak gösterilmiştir.Dördüncüsü, malına ve canına karşı korkusu olduğu kimseye, bu korkusundan kurtulmak için verdiği şeydir. Bu, veren için helâldir ama alan için haramdır. Zira müslümandan zararı def etmek vâciptir. Vâcibi yerine getirmek için mal almaksa câiz degîldir. E1 Kunye'de mahzurlu olan şeyler babında şöyle denir :Zalimler, halkın ormanlardan odun yapmasına, kendilerine bir şeyler verilmeksizin müsaade etmiyorlarsa, o şeyi vermek de,almak da haramdır. Zira verilen bu şey rüşvettir.Aynı yerde, âşıkların rüşvet olarak verdiklerinin de mülk edinilemeyeceği yazılıdır. Bu sağlam nakillerle anlaşılmış oldu ki, kadı'ya (hâkime) verilen rüşvet, her iki taraf için de haramdır. Ister hükümden önce olsun, ister sonra olsun, ister haklı bir hüküm vermesi istensin, ister bâtıl ile hükmetmesi istensin, hepsi eşittir. Yine anlaşılmış oldu ki, hakime verilen hediye de rüşvet gibidir; dolayısıyla her iki taraf için de haramdır. Meselâ bir adam, hâkime gelip bir miktar mal vererek, kendi lehine hükmettiği için verse, veren bir haram irtikâp etmiş olur. Binaenaleyh, hâkim bunu kabul etmese ve onu tâzir ile cezalandırmak istese bu, şu fıkhî kaideden dolayı onun hakkıdır: "Belli bir had cezası olmayan bir masiyeti işleyene ta'zir vâcip olur." El-Bedâye'de kaydedildiğine göre, ta'zirin vâcip olmasının sebebi, şeriatte tayin edilmiş bir haddi bulunmayan bir cinayeti irtikâp etmesidir. Bu cinayet ister Allah'ın hukukuna, isterse kul hukukuna karşı yapılmış olsun. Vücûbunun şartı ise, sadece akıldır. Binaenaleyh, belirli bir had cezası olmayan bir cinayeti irtikâp eden her akıllıya ta'zir uygulama salâhiyeti var mıdır? denirse, Câmi'ul-Fusûleyn ve daha başka yerlerdeki ifadeye dayanarak, evet vardır, deriz. Aleyhine hüküm veren kadı'ya, "Rüşvet aldın!" derse, kadı'nın ona ta'zir uygulama yetkisi vardır.Ta'zir cezasıni teşhir ederek uygulamak da câizdir. Çünkü bu da bir nevi ta'zirdir. Imâm Eba Hanife'nin, yalancı şahidlik yapan için, "Sokaklarda, toplulukların huzurunda teşhir edilerek ta'zir edilir. Başka cezası yoktur." sözü bunu gösterir. Imâmeyn ise acıtacak şekilde dövülüp hapsedileceğini söylerler. Fethu'l-Kadîr'de: "Imâm Azam'ın (Tâzir uygulamam) sözü, (Dövmem) manasında olmuş oluyor. Neticede ta'zirinde ittifak vardır. Şu kadar var ki, Imam ta'zir edilenin bu durumunu, sokaklarda teşhir ettirmekle iktifa etmiştir. Bu da bazan gizlice dövülmesinden daha ağır bir ceza olur. Imâmeyn ise, buna dövmeyi de ilâve etmişlerdir:" deniyor: Mesele, el-Inâye de ve başka kitaplarda da böylece izah edilmiştir. Teşhirin bir nevi ta'zir olduğunu ifade etmişlerdir. Binaenaleyh, kadı (hâkim), yalancı şahidi cezalandırmakta başkası için bir maslahat murad etse, bozguncuları men için ona ta'zir uygulama yetkisi vardı;. Çünkü ta'zir, kadı'nın görüşüne bırakılmıştır.Şöyle bir soru akla gelse: Acaba kadı'nın, ta'zirde yüzü karartma, ya da sakalının bir tarafını traş etme yetkisi var mıdır ? Çünkü bunlar "Müsle" (Uzvu keserek cezalandırma) kabilindendir. Bu ise yasaklanan bir şeydir. Evet yapabilir deriz. Zira bunlar müsle cinsinden değildir. Bunun ne olduğuna verilecek cevap, Hz. Ömer'in şu fiiline verilecek cevabın tâ kendisidir: Ibnu Ebî Şeybe'nin kendi senediyle rivayet ettiğine göre, Hz. Ömer (radıyallâhü anh) Şam diyarındaki valilerine, yalancı şahide kırk sopa vurulmasını, yüzünün karartılmasını, sarığının boynuna atılmasını, kafasının traş edilmesini ve hapsinin uzun tutulmasını yazmıştır. Abdurrezzak da Musannefinde: Hz. Ömer (radıyallâhü anh) yalancı şahidin yüzünün karartılmasını, sarığının boynuna atılmasını ve kabîleler arasında dolaştırılmasını emretti, diye rivayet eder. Fethül-Kadîr'de bunun "müsle" olup olmadığı görüşü cevaplandırılırken deniliyor ki: "Müsle" ancak uzuvları, ya da bedendeki uzuv gibi şeyleri kesmekle olur ve devam eder. Yıkamakla kaybolacak arazî şeyler "müsle" değildir. Ulemadan bazıları da Hz. Ömer'in bu yaptığı bir siyaset idi. Binaenaleyh, hâkim bir maslahat görürse, bunu yapma yetkisine sahiptir, diye cevap vermişlerdir. Fethul-Kadîr'de ise, buna karşı, "Hz. Ömerin Şam diyarındaki valilerine yazması, bu görüşü reddeder." den-miştir. Vurulacak sopanın kırka vardırılması, bunun siyaset olduğunun delilidir. Zira ta'zir, hadler derecesine vardırılamaz, denmesinin de bir manası yoktur. Zira bu, ihtilaflı bir meseledir. Alimlerden bunu câiz görenler vardır. Buna göre Hz.Ömer'in görüşünün de böyle olması câizdir. Buradan anlaşılıyor ki, siyaset, şer'î bir nas vârid olmaksızın hâkimin, umumun maslahati için yaptığı şeydir. Binaenaleyh, şayet hâkim, rüşvetin bu zamanda yaygın olduğunu göz önünde bulundurarak, bunu azaltmak maksadıyla, başın bu şekilde teşhir edilmesini umumun maslahatına uygun görürse, bunun için sevabı gerektiren bir iş yapmış olur. Isterse şer'î bir nas bulunmasın. Kaldı ki, yalan yere şahidlik yapanın durumu, buna asıl teskil eder. Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah en iyisini bilir.
 
İSLAM VE AVRUPA TOPLULUĞU:
Avrupa Topluluğu dış görünüşü itibariyle dinî esaslara dayanmayan (seküler) bazı devletlerin, iktisadî, hukukî, ileriye doğru askeri ve beşeri sahalarda güç birliği ve organizasyonu olarak görülüyor. Din, kültür, örf ve âdet unsurları, en azından resmî düzeyde ve şimdilik öne çıkarılmıyor. Ancak fertlerin lâik olamayacakları hesaba katılır ve bu organizasyonun aynı zamanda fertler arası ilişki oluşturacağı düşünülürse, Sâfi akademik bir değerlendirme ile bunun müslümanlar için kabul ve cevaz düzeyi ne olabilir? Işte biz; ayetler, hadisler ve onlara dayalı yorumlar ışığında bunu ortaya koymayı deneyecegiz.

Fertlerde dini duyguların tamamen silinemeyeceğine göre, bu devletlerde yaşayan halkların birbirleriyle olan ilişkilerin dinüstü (seküler) bir açıdan değerlendireceklerini sanmak, insanın tabiatina zittir. Idari mekanizmalardaki insanlar, farz-ı muhal, böyle bir iyi niyete kapılsalar dahi, tarihin hiç bir döneminde gerçekleşmeyen bu ideal bu gün de gerçekleşecek görülmüyor. Çünkü·ne Müslümanlık ne de Yahudilik ve Hiristiyanlık karşı dine bu kadar taviz verebilir. Öyleyse devlet düzeyinde olmasa dahi alt organizasyonlar ve fertler düzeyinde ideolojik çatısmanın olacağı ve bir tarafın hakimiyeti ve diğerini asimile çabaları, ya da parçalanma mukadder gibi görülüyor.

İş biraz da kelle sayısına bağlı olunca Yahudi ve Hiristiyan kültürü açısından avantajli bir durum bulunduğu için, onlar kesin bir galibiyet beklentisi içerisinde buna göz yumuyor görülebilseler de, mes'elenin müslümanlar açısından hiç de öyle olduğu söylenemez. Nitekim geçtiğimiz hafta bu söylediklerimizin en açık kanıtını en yetkili ağızlardan duymuş olduk. Ve bu düşüncede olanların yanılmadıkları anlaşılmış oldu. AT Komisyon Başkanı Jacques Delors (Jak Delör) Avrupa Konseyi Parlementerler Meclisinde (26.9.1989 Salı) günü yaptığı ve topluluğun "Hiristiyan Birliği olduğunu" belirterek, genişlemeyi ve yeni üye alımını düşünmediklerini söylediği konuşmasına şunları ekledi:

"Kanaatime göre Roma anlaşması bir, "Avrupa Toplum Modeli" ortaya koymaktadır. Bu, bildiğimiz gibi "müşterek değerler" ile ekonomik ve sosyal ilişkilerle ilgili geniş ölçülü bir kavramdır. Bu kavram, insan ile toplum arasında bir denge sağlayan filozofinin eski temeline dayanmaktadır. Tarihçi Ferdinand Braudel bu Avrupa'nin, "Hiristiyan dini ile akilci düşüncenin" birleşmesinden doğacağını söyler. Böyle bir Avrupa'nın doğması, kıtada aynı kaderin paylaşılması, toplumsal devrim ve sosyal eşitlik anlayışına bağlıdır" (Günaydın, 26.9.89).

Ertesi gün bir başyazarımız bu konuşmayı yorumlayan yazısında: "Müslüman! Türkiye, hiristiyanlaşıp Avrupa'nın ortak değerlerini kabul etmedikçe AT'a giremezsin" cümlesi bu güne dek bu kadar açık ifade edilmemişti" diye yazdı (Fehmi KORU, Zaman, 27.9.89). Belki de bundan daha önemlisi, aynı yetkili tarafından "Bulgaristan'daki etnik ve müslüman azınlığın durumu" başlıklı rapor bu konuda açıkça Türkiye'yi suçluyor ve Bulgaristan'ın adeta masum olduğunu, içerisindeki etnik azınlıkların Türkiye tarafından kışkırtılması ile karşı karşıya bulunduğu iddiasını içeriyordu. Ve parlamentodan, oy çokluğuyla kabul gördü. Bunu da, kanaatimize göre Bulgar halkının temelde Hiristiyan olmasından, yani Haçlı zihniyetinden başka bir şeyle izah etmek mümkün gibi görülmüyor.

Müslüman için Kur'ân, Allah (cc)'ın Kitabıdır ve doğruluğunda şüphe yoktur. Kur'ân'ın daha ilk suresinde yer alan ve müslümanın günde on yedi ile kırk defa tekrarlaması istenen su ayet bile, onun müslüman olarak diğerleriyle bir arada bulunmasının mümkün olmadığını anlatmaya yeter: "Ya Rab, bizi gazap ettiklerinin (Yahudilerin) ve sapıkların (Hiristiyanların) yoluna sokma" (K. Fâtiha (1) 7). Bu denli tekrarlanan bu cümlenin, hele anlamını bilerek söyleyen "Müslüman Adam"in ruh derinliklerinde imanın ötesinde oluşturacağı şartlı refleks bile buna mani olmaya yeter. Allah (cc)'ın müslümandan bu ahitleşmeyi (misaki) her gün bu sayıda alması ile onun. AT gibi bir organizasyona girmeyi kabullenmesi arasında açık ve net bir çeliski vardır.

AT'na dahil digr bütün ülkelerin Hiristiyan ülkeler olmasına karşılık, yine bu ülkelerde çok etkili düzeyde ekonomik ve kültürel Yahudi gücünün mevcut olması, bizim onları Yahudi ve Hiristiyan diye nitelememize sebep teskil ediyor. Hatta belli bir irka has görüldüğü için diğer milletlere "teblig" (misyonerlik) özelliği bulunmayan Yahudiliğin, "Allah tüm milletleri Yahudilere hizmet edecek merkepler olarak yaratmıştır" inancından hareketle, dini tebliğ yerine Siyonizm ülküsü için Masonluğu kullandığı ve bu yolla Hiristiyan devletlere dahi damgasını vurduğu inkâr edilemez... Imdi, kendi kitabında; "iman edenlere en şiddetli düşman olanların, Yahudiler ve müşrikler olduğunu görürsün..."(K. Maide 5/82) beyanını okuyan "Müslüman Adam", buna inanacağına göre, onlarla beraber olması için ya onlann kendi dinlerini ve inançlarını terketmeleri, ya da kendisinin terketmesi gerekeceğini, birincinin hiç mümkün görünmediğine göre ki, bunun en güzel örneği beşyüz yıldan beri içimizde yaşayan azınlık Yahudilerdir- ikinci durumda da onların inancı gereği"onlara hizmet edecek merkep" durumuna düşeceğini bilir. Ya da şu hadis-i şerifin sözünü ettiği günün geldiğini anlar: "Sizler, sizden önceki milletlerin yollarına adım adım, karış karış gireceksiniz. Hatta onlar gidip bir keler deligine girseler siz de gireceksiniz. "Yahudi ve Hiristiyanları mı demek istiyorsunuz?" diye sordular, ya kimi olacak? diye buyuruldu." (Buhari, Enbiyâ 50; Müslim, ilim 6)
İSLAMA HÜCUM EDEN BAZI GAZETELER KUPONLA KİTAP VB. ŞEYLER VERİYORLAR. BUNLARI ALMAMIZDA BİR MAHZUR VAR MIDIR?
Meselenîn iki yönü vardır.

1: Gazete kuponuyla herhangi bir şeye sahip olmak. Filân şahıs gazetesini şu kadar gün para verip satın alanlara ayrıca falan eşyayı da vereceğini söyler ve bunu kuponla teşvik ederse, buna kimse bir şey demez, alınacak şey de helal olur. Bunu verenin müslim, ya da gayr-i müslim olması da bir şey değiştirmez. Hattâ o filân şahıs bunu her kupon getirene değil de getirenler arasında çekilecek kurrada çıkanlara vereceğini söylese de bunda bir mahzur olmaz. Çünkü herkes verdiği para karşılığında gazetesini almıştır. Kurradan çıkan tamamen karşılıksız çıkmıştır.

2. Meselenin diğer yönü çok ince düşünmek (takvâ ya da verâ derecesinde)ve "kötülük ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın"(K. Mâide (5) 2) âyetine uyarak bu tepkiyi dahi ibâdete çevirmektir. Çünkü onlar kazandıkları her kuruşu Islâmı, yoketmek için kullanıyorlar. Herhalde onlara karşı alınması gereken ilk tavır, gazetelerini almamak suretiyle, onların güçlerine güç katmamaktır. Varsın aynı kitabı biraz daha pahalıya almış olsun.
İSLAM'A HİZMET ETMEK GAYESİYLE OKUDUĞUNU SÖYLEYEN BİR BAYAN BAŞÖRTÜSÜNÜ ÇIKARTARAK OKUYA BİLİR Mİ?
Bilindiği gibi Nur suresi'nin 31. Ve ahzab suresi'nin 33, 53 ve 59'uncu ayetlerinde kadınların örtünmeleri, vücutlarının zinet yerlerini yabancılara göstermemeleri emredilmektedir. Bu konuda birço hadis vardır. Ama bu hadisleri burada nakletmeye lüzum görmüyoruz.

Kadının bütün vücudunun avret olup olmadığı husus da mezhepler arasında ihtilaflıdır. Şafii ve Hanbeli mezheplerine göre kadının istisnasız tüm vücudu avret kabul edildiği halde Hanefi ve Malıki mezheplerinde eller ve yüzün fitne korkusu olmadığı takdirde avret olmadığı belirtilmiştir (Kitabu'l-Fıkh ala mezabili'l Erbaa, Sabuni, Tefsiru Ayat'il-Ahkam).

Tedavi gibi bazı zaruret hallerinde yabancı birisi bir kadının avret kabul edilen bir uzvuna zaruret miktarınca ve tedavinin gerektirdiği mahalli geçmemek şartıyla bakabılir (el-Merginanı, el-Hidaye). Allah Kur'an-ı Kerim'de kadınların vücutlarını örtmelerini emredip başkalarına gösdermelerini yasakladığına göre onların avret mahallerini yabancıların görebileceği şekilde açmaları haramdır. Zaruret olmadıkça avret sayılan bir uzvun tamamını ya da bir kısmını açamazlar.

Zaruret, yasak bir şeyi yapmadığı takdirde helakı veya helake yaklaşmayı gerekli kılan şeydir (Suyuti, el-Eşbah ven-Nezair). Ali Haydar Mecelle Şerhi'nde zarureti aynen şu şekilde tarif etmiştir: "Zaruret; memnu tenavül etmediği takdirde helakı müstelzim olan haldir" (Ali Haydar, Dürerü'l-hakkam şerhu Mecelletü'l-Ahkam).

Buna göre İslam'a hizmet etmek gayesiyle de olsa İslam'a taban tabana zıt düşen, kadının namahrem yerlerini ve avretini açmaya zorlayan okullarda okumanın zaruret kabul edilmesi mümkün değildir. Ayrıca kadınların mutlaka bilmesi gereken şeyleri avretlerini açmayı gerektirmeyen okul ve kurslardan öğrenmeleri pekala mümkündür. İslam hizmeti böyle bir yol ile ifa edilmez. Ayrıca İslam tarihi hiçbir resmi tahsili olmadığı halde kendisini özel olarak yetiştirip İslam'a ve ilme hizmet eden kadınlarla doludur. Şüphesiz kadınların avret açma ve ihtilat gibi İslam'ın yasakladığı şeyler olmazsa okutulmaları gerekli ve okumaları zaruridir, bunda büyük faydalar da vardır. Ama bu haramı işlemeyi tecviz edemez. Bilindiği gibi "Zararları gidermek maslahatları celb etmekten evladır." Diye meşhur bir fıkıh kaidesi vardır. İslam'ın yasaklara gösterdiği itina emirlere gösterdiği itinadan daha büyüktür. Hz. Peygamber bir hadisinde:

"Ben size bir şey emrettiğim zaman ondan gücünüzün yettiği kadarı yapınız. Bir şeyden nehyettiğim zaman da ondan kaçınız" buyurur.

Bundan dolayı meşakkatıdefetmek için vacibi terk etmek caizdir, ama günahları, özellikle büyük günahları işlemekte müsamaha yoktur. Bezzazı'nin ifadesine göre avret yerini örtecek bir şey bulamayan kimse nehir kenarında da olsa istincayı terk eder. Çünkü yasak emre tercih edilir. Kadına gusül gerekse ve erkeklerden gizlenecek bir yer bulamazsa guslü terkeder (İbnu Nüceym el_eşbah ve'n-Nezair).

Demek oluyor ki bir haramı işlememek için farz bile terkedilir. O halde sadece umulan bir maslahat için nassların haram kıldığı bir şeyin işlenmesi tecviz edilemez. Bize göre bu her okul için aynıdır. Müslümanların kadınların başlarını açabilmeleri için İslam'ın hükümlerini zorlayacakları yerde, kadınların İslami kıyafetler içerisinde okuyabilmelerinin çarelerini araştırıp bu yolda gayret sarfetmeleri gerkir.
İSLAM'A GÖRE KARABORSANIN HÜKMÜ NEDİR?

İslam hukukuna göre piyasayı serbest bırakıp ona müdahale etmemek gerekir. O, arz ve talebe göre kendi kendini ayarlayacaktır. Bunun için Peygamber (sav)'in zamanında piyasa oynayıp fiyatlar anormal bir şekilde yükselince, Peygamber (sav)'in duruma müdahale etmesi istendi ise de müdahaleyi uygun görmeyerek şöyle buyurdu: "Fiyatları tesbit eden, darlığğı ve bolluğu veren ve rızıklandıran Allah'dır" (et-Termizi). Ancak suni pahalılık yaparak fiyatlarla oynayan olduğu ve amme maslahatı işe müdahale etmeyi gerektirirse, o zaman müdahale etmek narh koymak caizdir. Buna muhalefet etmek de caiz değildir (el-Hidaye). Bunun ilçin karaborsa muameleleri ammeye zarar verdiğinden tasvip edilemez.
 
İSLAMDA AHİR ZAMAN
Islâm'da âhir zaman denince dünya hayatının son dilimi ve son dönemi hatıra gelmektedir. Zira akidemize göre başlangıcı olan bu âlemin mutlak sonu da vardır. Fakat bu sonun kesin olarak zamanı bildirilmemiştir. Bu bilgi yalnız Allah'a mahsustur. Ancak Islâm akidesini bozmak isteyen bazı batıl inanç sahipleri bu konuda tarihler vererek belirlenmemiş ve belirlenmediği nasslarla sabit olan bir hususta (el-A'raf, 7/187; Lokman, 81/34; Cibril Hadisi)* doğru olmayan ve tahminlerden öteye gitmeyen rakamlar vermektedirler. Ancak, Hz. Peygamber'in gelişi ile kıyamete yakın olan son dilimin başladığı hususunda Islâm bilginleri de görüş belirtmişlerdir. Âhir zamana İslam'ın M.VII. yüzyılın başlarında yani 610 yılında vahyin başlamasıyla girildiği hususunda bazı Hadislerde işaretler vardır (Müslim, Fiten, 132 vd.) Başlangıcı hakkında işaretler verilmişse de sonu ile ilgili bilgi yalnız yaratana has kılınmıştır. Bunu kimsenin bilmesine imkân yoktur.
 
İSLÂMDA "KEFÂET" (DENKLİK)
"Kefâet"in sözlük anlamı denklik ve eşitlik demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de Allah için "hiç kimse 0'nun dengi değildir" denir. (Ihlâs Suresi)

Islâm hukukûnda ise, "kefâet", aşağılanmalara meydan vermemek için bazı konularda karı-koca arasında aranan denklik ve uyum demektir. Meselâ Hanefi mezhebine göre kocanın karıya; nesepte, dindarlık ve takvâda, meslekte, hürriyette ve malda denk olması, yani ondan aşağı olmaması gerekir.

Buna göre 1. Temiz ve dindar bir adamın kızı fâsık bir erkekle evlenirse denklik bulunmamış ve nikâh, kadının velilerinin onayına bağlı olmuş olur. Ama fâsıklığın sınırını belirlemek zordur. Imam Muhammed, insanların, hattâ çocukların maskarası haline gelecek sarhoşlar ancak böyle bir kadına denk olamazlar der. Ebû Yusuf ise, erkeğin, fâsık, şahsiyet ve onurunu koruyan birisi olursa denk olmaktan çıkmayacağı görüşündedir.

2. Haram olmayan hiçbir iş insanı aslında küçültücü olmamakla beraber, bazı yerlerde bazı işler itibârı olarak aşağı görülüyorsa, kadının böyle bir iş sahibine varması yine kadının velilerinin iznine bağlıdır. Bir üniversite hocasının kızının bir ayakkabı boyacısıyla evlenmesi gibi. Ancak Imâm-ı Az'am bu konuda denkliğe itibar etmemiş, Ebû Yusuf da çok fâhiş bir farklılık olursa itibar edilir demiştir.

3. Hür olan bir kadın, hür olmayan bir erkekle evlendirilemez. Ancak günümüzde kölelik bulunmadığından bu maddenin uygulanması söz konusu değildir.

4. Kadının peşin mehrini ve nafakasını(mesken, elbise, yeme, içme) temin edecek kadar maddi imkânı olmayan bir erkek; zengin ve müreffeh bir kadına denk değildir. Ebû Yusuf'a göre, mehre imkânı olup, nafakaya imkânı olmayan "denk" değildir ama, mehre imkânı olmayıp nafaka teminine imkânı olan "denk"tir. Çünkü kadın mehrini isterse sonraya da bırakabilir. Ancak erkek kadının nafakasını (mesken, elbise ve yeme içme masraflarını)günlük olarak temin edebilecek durumda ise denklik için bu yeterlidir, erkekte bunun ötesinde bir zenginlik aranmaz.

5. Sadece Babası Müslüman olan erkek; hem Babası hem de dedesi Müslüman olan kadına denk değildir. Ama Babası ve dedesi müslüman olduktan sonra, daha ötesine itibar edilmez. Babası müslüman olmayan bir müslüman erkek de bâbası müslüman olan bir kadına denk değildir. Çünkü müslümanlar dinî asalete önem verirler.

6. Kabîlecilik ve ölçüde ilkel bir duygu olmakla beraber, bunun kuvvetle yaşadığı yerlerde düşük itibar edilen bir etnik gruba mensup bir erkek, kendilerini çok şerefli sayan bir kadına "denk" değildir: Bu aslında birinin üstün, diğerinin aşağı olduğundan değil, öyle kabul edildiğinden ve bunun aile bağını sarsıcı bir unsur olabileceğinden ötürüdür. Bu yüzden erkeğin aşağı sayılan kabile den evlenmesi halinde böyle bir endişe yoktur.

Imdi Islâm hukukuna göre bu konularda bir kadının velisinin iznini almadan dengi olmayan bir erkeğe varması halinde, kendisine ve velisine gelecek aşağılanma endişesinden ötürü velisi bu nikâhı onaylamayabilir ve onaylamayınca da mahkeme nikâhı fesheder, yani boşama değil fesih olmuş olur. Kadın da artık o erkekle beraber olamaz. Ama kadının yakın velisinin, o yoksa eşit velilerinden birisinin bu evliliği kabul etmesi halinde nikah geçerli olur ve artık kabul etmeme söz konusu olmaz. Ama kabul edenin uzak veli olması halinde yakın velisi kabul etmeyebilir ve onun dediği olur.

Velinin kızı adına mehri alması, çeyiz hazırlığına başlaması, kocadan nafaka tedarikini istemesi, kabul demektir. Artık dönüş olmaz. Ama susmuş olması kabul demek değildir.Görüldüğü gibi "denklik" sadece kadının lehinedir ve bunda sadece onun onuru ve sosyal statüsünün korunması hedeflenmiştir. Başka bir deyişle erkek bu sayılan özelliklerde kendisinden aşağı bir statüdeki kadınla evlenebilir, ama kadın kendisinden aşağı statüdeki bir erkekle evlendirilemez.. Çünkü bu kadın onurunu zedeleyici ve onu aşağılayıcı bir sonuç doğurabilir: Sosyal kabullenişte "aşağı" bir erkekle evlenmek kadına ağır geldiği kadar, yine sosyal kabullenişte "aşağı" bir kadınla evlenmek erkeğe ağır gelmez: "Sosyal kabullenişte aşağı"diyoruz, çünkü gerçek üstünlük, sosyal statü ile ve kadın ya da erkek olmakla değil, "takvâ" iledir. Onu da ancak Allah bilir. "Kefâet"le ilgili birinci önemli nokta budur.

Ikinci nokta "kefâet"in yine Hanefîlere göre, nikâhın sahih olmasının şartı değil de, geçerli olmasının şartı olduğudur. Yani bu "denklik" itibarıdır, aslında değil de insanların kabullenişiyle alâkalıdır. Bu yüzden denk kabul edilmeyen eşlerin evlenmesi halinde bile nikâh sahih olur, ancak kadının duygularına mağlup olabileceği hesaba katılarak geçerliliği velisinin iznine bağlı bulunur.

"Kefâet"in aslında değil de itibari olduğundan ötürüdür ki, bazı fıkıhçılar nikâhta denklik diye bir şeyin zaten olmadığı kanaatindedirler. Sevri, Hasan Basrî, Mâlik ve Hanefîlerden Ebûbekr Râzî ve Kerhî bu görüştedirler ve tutundukları delilleri de vardır:

Meselâ : 1. Allah "Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık (yani hepiniz aynı kökendensiniz)... Allah katında en değerliniz en takvâlı olanınızdır." buyurur (Hücürât 49/13)

2. Rasûlüllah Efendimiz: "Hiç bir Arabın Arap olmayana, takvâlı olması hariç, bir üstünlüğü yoktur"(Zuhayrî, el-Fıkhu'I-Islâmî VI/232 vd.) "Insanlar tarağın dişleri gibidir. Hiç bir Arabın Arap olmayana üstünlüğü yoktur. Üstünlük tâkvâ ile dir" buyurmuştur.

3. Aslen köle olan Bilâl, Ensar'dan bir kadına talip olmuş, onlar kabul etmeyince Rasûllüllah da vermelerini emretmiştir. Bunun başka örnekleri de vardır. (Örnekler için bk: Zuhayıî, el-Fıkhu'I-Ilslâmî VN/230-31; Mavsilî, Ihtiyâr Nl/144)

4. Insanların insan olmaları bakımından kanları eşittir. Asil birisi, aşağı birisi için, âlim için öldürülür. Demek ki insanlar arasında fark yoktur.

Ama dört mezhebin fıkıhçılar çoğunluğu (cumhur), denkliği nikâhın geçerli olmasının şartı olarak görürler. Onların delilleri de şunlardır:

1. Rasûllüllah Efendimiz: "Üç şey geciktirmeye gelmez.. Dengi bulunduğunda kız", "Kadınları ancak dengi olanlarla evlendirin", "nutfeniz için seçme yapın ve denk olanları birbirleriyle evlendirin" "soylu kadınları, denklerinden başkasıyla evlenmeye bırakmam", "Dinini ve ahlâkını beğendiğiniz bir erkek geldiğinde kızınızı onunla evlendirin. Böyle yapmazsanız (yani bu konularda denklik aramazsanız) yeryüzünde fitne ve büyük fesat çıkar" (Hadîslerin kâynagi için bk. Zuhayıî age VN/232-33) buyurmuştur. Ibn Hümâm'ın dediği gibi, bu hadisler zayıf olsalar da, birçok kanaldan gelmiş olunca manaları birbirini güçlendirmiştir. (Fethu'I-Kabîr N/417 vd.)

2. Makul olan da evlilikte denkliğin gözetilmesidir. Çünkü uyumlu bir aile ancak böyle kurulabilir. Kadının,kendi statüsüne göre aşağı bir erkekle evlenmesi halinde, kadınlık onuru rahatsızlık duyabilir, başkaldırabilir. Böyle bir erkekle evlendiği için ailesinin ve kendisinin aşağılandığı duygusuna kapılıp, huzursuzluk çıkarabilir. Çünkü kadın genellikle edilgendir, bekleyen ve alan durumundadır. Kocasını herhangi bir yönden eksik olarak görmesi, onu hedefine ulaşamamış kılar. Böylece aralarındaki sevgi bağları kopar, aile yuvası dağılır. Âdeten kadının ailesi de bu konuda erkeğin ailesinden daha duyarlıdır ve daha çabuk etkilenir. Kısaca erkeği, belli konularda kendisinden daha aşağı itibar edilen bir kadınla evlenmiş olmak, genellikle etkilemez ama bu, kadın için çok etkileyici olabilir. Bu yüzden "denklik", sağlam ve kalıcı aileler kurmakta gerçekten ilginç ve etkili bir çaredir. Bunu etrafımıza bakarak da hemen farkedebiliriz. Nice büyük siyaset adamları, bakanlar, üst düzey bürokratlar, doktorlar, profesörler tanırız; hanımları ilkokul mezunudur, hatta bazıları ilkokul mezunu bile değildir. Sadece ev hanımıdırlar, bir sosyal statüleri yoktur. Ama buna rağmen huzurlu, sıcak ve verimli bir aile yapısına sahiptirler. Bunun aksini düşünmek, genellikle mümkün değildir. Bir bayân profesör, bir doktor, bir yüksek bürokrat, kültürsüz ve ıssız bir erkekle, bir ayakkabı boyacısı ile evlenmez. Evlenmiş olsa da bu evlilik yürümez; kadın bunu kendisine yakıştıramaz ve bu tür evlilikler nadiren olsa dahi boşanma ile sonuçlanır. Tamamen değilde genellikle böyle oldûgu için, Islâmda denkliğin olmaması, nikâhın sıhhatine zarar vermez.

Türkiye'de yürürlükte bulunan Medeni kanunun Aile. Hukuku, Islâm Hukukunu kabul etmediğine göre, ülkemizde bu konuda inandığımı yaşamak istiyorum diyecek fertler açısından durum ne olur?

1. Önce "denklik" meselesi aslı ve tam objektif bir mesele değildir. Itibaridir. Onun için velinin izni alınmadan yapılan evliliklerde, "denklik" açısından yapılacak itirazları, kişilerin kendileri değil, güvenilen ilim ehlinin tesbiti gerekir. Evlenen kadının rızası ve velinin izni olursa zaten mesele kalmaz.

2. Böyle bir durumda, denksizliğin tesbit edilmesi halinde, müracaat mercii mahkemedir. Nikâhı fesh ve eşleri ayırma hâkimin elindedir. Bugün böyle bir şey istenemeyeceğine, hakem tayinini de taraflardan biri büyük ihtimalle kabul etmeyeceğine göre, böyle nikâhların dinen sabit olduğu ve artık bozulamayacağı sonucu ortaya çıkar.

3. Bu tür olumsuzluklara meydan vermemek için, günümüz şartlarında dinî nikâh yapmak isteyen müslümanların, resmî nikâh yapmadan bunu yaptırmamaları akıllıca bir hareket olur.

4.Imam Ebû Hanîfe'den bir nakle göre de, kadının dengi olmayanla evlenmesi zaten câiz değildir. Serahsî bunun daha ihtiyatli bir yol olduğunu söyler. Çünkü herkes mahkemeye başvuruyu iyi bilmiyor, kadıların hepsi de adil olmuyor, der. Bu gün için böyle bir mahkemeye başvurmak hiç mümkün olmayacağından güvenilir âlimlerin denksizliğin bulunduğunu tesbit etmeleri halinde, veliler yapılan nikâhın hiç olmadığını kabul ederek ona göre davranabilirler. (Allahu a'lem). Ancak denkliğin bulunup bulunmamasına karar verecek olan, velilerin kendileri değildir. Yanlış bir adım atılması durumunda da birisiyle nikâhlı bulunan kadın, bir başkasına nikahlamak gibi bir durum ortaya çıkar ki, bu zinaya sebep olan bir birleşmedir. Meseleye Islâm hukuku açısından bakıldığında durum budur. Bugünkü medeni hukuk açısından meselenin değerlendirilmesi ise ayrı bir konudur.
 
İSLAMDA EVLENMENİN HÜKMÜ NEDİR?
İslamda evlenmenin hükmü üç kısımdır: Vacip, sünnet ve mübahtır.

1- Bir kimsenin şehveti galebe çalıp günaha girmekten endişe ederse evlenmesi vaciptir.

2- Bir kimse şehvet hissine sahip olur, fakat iradesi kuvvetli olduğundan günaha girmesi söz konusu olmazsa maddi durumu müsaid olduğu takdirde evlenmesi sünnettir. Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: "Ey gençler cemaatı! Sizden evlenmeye gücü yeten evlensin. Çünkü evlenmek gözü haramdan en çok çevirici ve ırzı en ziyade koruyucudur. Evlenmeye gücü yetmeyen oruç tutsun. Çünkü oruç onun için şehvet kırıcıdır" (Buhari, Müslim). İmam-ı Şafii (ra) şöyle diyor: "İradesi kuvvetli olduğundan harama girmekten endişesi olmayan kimsenin evlenmeyip ibadetle meşgul olması daha iyidir. Çünkü Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de Hz. Yahya'yı "Hasun" –kadınlara karışmayan- kelimesiyle meth ve sena ediyor."

3- Bir kimse yaşlı veya cinsi iktidarı zayıf olursa evlenmesi mübah ise de, evlenmemesi daha iyidir. Çünkü evlenme gereği olmadığı halde ağır bir yük altına girmiş olur (al-Müğni li ibn Kudame).
ISLÂM'DA İŞÇİ KAPSAMI, BEŞERÎ HUKUKTAKİNDEN DAHA GENİŞTİR.
Ücret karşılığı işçi çalıştırmanın meşrûluğu kitap, Sünnet ve icmâ delillerine dayanır. Islâm'dan önceki semavî dinlerde de ücretle işçi çalıştırma uygulaması vardır. Bunlardan birisi Hz. Musa ile ilgilidir. Hz. Musa, peygamber olmadan önce Mısır'dan ayrılarak, şuayb peygamberin bulunduğu Medyen yöresine gider. Kasabanın kenarında, koyunlarını sulamaya çalışan Şuayb (a.s) iki kızına yardımcı olur. Olayın devamı Kur'an'da şöyle anlatılır:

"Derken o iki kadından biri utana utana yürüyerek Musa'nın yanına geldi ve şöyle dedi; Babam (koyunlarımızı) sulama ücretini vermek üzere seni çağırıyor"

"O iki kızdan biri dedi: Babacığım onu ücretle çoban tut. Şüphesiz çalıştırdığın işçilerin en hayırlısı bu güçlü ve güvenilir adamdır" (el-Kasas, 28/25, 26).

"Şuayb (a.s) dedi: Bu iki kızımdan birini -sen bana sekizyıl işçilik yapmak üzere- sana nikâhlamak istiyorum" (el-Kasas, 28/27). Islâm'dan önceki ümmetlere ait hükümler, neshedildiği sabit olmadıkça geçerliliğini korur. Özellikle bunlar tenkit ve kötüleme için zikredilmemişse, yararlanılması amaçlanmış olur (Ali Haydar, a.g.e., I, 673).

Diğer bazı ayetlerde de isçilikten söz edilir: "Insan için ancak çalıştığının karşılığı vardır" (en-Necm, 53/39);

"Insanlara mal ve ücretlerini eksik vermeyin " (el-A'râf, 7/85); "Eğer boşadığınız kadınlar, sizden olan çocuklarınızı emzirirlerse, onlara ücretlerini veriniz" (et-Talâk, 65/6); "Musa (a.s) ile Hızır, yolculuk yaparken yolları bir köye uğrar. Hızır (a.s) orada yıkılmak üzere bulunan bir binayı sağlamlaştırır ve buna karşılık herhangi bir ücret talep etmez. Yiyecek sıkıntısı içinde olduklarından, Musa (a.s) ona şöyle der: "'Eğer sen isteseydin, bu işe karşılık ücret alırdın " (el-Kehf, 18/77).

Yukarıdaki ayetler, bir insanın, diğer bir insan tarafından ücret karşılığında çalıştırılmasının meşrû olduğunu gösterir. Diğer yandan geçmiş toplumlarda da uygulamanın böyle olduğuna işaret eder.

Hz. Peygamber'in işçi konusunda çeşitli hadisleri vardır: "Işçiye ücretini teri kurumadan veriniz" (ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, Kahire 1973, IV, 129; eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, Mısır, tş IV, 292); "Bir işçi çalıştıran kimse, ona vereceği ücreti bildirsin" (Nesaî, Eymân ve'n-Nuzûr, 44). Kudsî bir hadiste de şöyle buyurulur: "Üç kimse, kıyamet gününde beni karşılarında bulacaktır: Benim adımı verip haksızlık eden; hür bir insanı satıp parasını yiyen; bir kimseyi çalıştırıp da, ona ücretini vermeyen" (Buhârî Büyû', 106, Icâre, 12, 15; Ibn Mâce, Rehin, 4; Ahmed b. Hanbel, II, 292, 358, III, 143)

Hz. Peygamber, eski toplumlarda işçilerin haklarının gözetildığını belirtirken özet olarak şöyle demiştir: "Geçmiş kavimlerden üç kişi bir yere gitmekte iken, yolda fırtınaya yakalanarak bir mağaraya sığınırlar. Fırtınanın getirdiği büyük bir kaya parçası mağaranın ağzını kapattığı için, içeride mahsur kalırlar. Kendi aralarında konuşarak, Allah katında, en değerli olması muhtemel amellerini öne sürüp, kurtuluş için dua etmeye karar verirler. Ilk ikisinin duasıyla kaya parçası biraz aralanır. Bir işveren olan üçüncüsü şöyle dua eder: Ey Rabbim, ben birtakım işçiler çalıştırdım. Ücretlerini ödedim. Ancak işçilerden birisi ücretini almadan gitti. Onun hakkını ticaretle işletip arttırdım. Bir çok malı oldu. Bir süre sonra gelerek ücretini istedi. Ben, gördüğün şu deve, sığır, koyun ve hizmetçiler senin ücretinden meydana geldi, dedim. Benimle alay etme, diye cevap verdi. Seninle alay etmiyorum, dedim. Bunun üzerine bütün malınıalıp gitti, hiç bir şey bırakmadı. Ey Rabbim; bunu sırf senin rızanı kazanabilmek için yapmışsam, bizi bu mağaradan kurtar!" Bu duanın arkasından mağaranın ağzını kapatan taş yuvarlanır ve oradan kurtulurlar" (Buhârı, Icâre, 12; Kâmil Miras, Sahîh-i Buhârî Muhtaşarı Tecrid-i Sarıh Tercemesi ve Şerhi, Ankara 1957-1972, VII, 37-41).

Bir ücret karşılığı işçi çalıştırmanın caiz olduğu konusunda görüş birliği (icmâ') vardır.

Çok az sayıda bilgin, iş akdinde yararlanma, akit sırasında elde edilemediği için, bu akdin caiz olmadığını öne sürmüşse de, bu görüş zayıf kalmış ve yüzyıllar içinde taraftar bulamamıştır. Ibn Rüşd (ö. 520/1126) bu konuda şöyle der: Yararlanma her ne kadar akit sırasında mevcut değilse de, süre geçtikçe elde edilir ve genel olarak meydana gelir. Islâm hukuku, bu şekilde, çoğunlukla ifası mümkün veya ifa edilme şansı yarıdan fazla olan yararlanmalar üzerinde icare akdini kabul etmektedir (ibn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mısır, ts., II, 218; ez-Zühaylî, a.g.e., I, 544 vd.). Diğer yandan Islâm hukukunda kira ve iş akdi kıyasa aykırı sayılmıştır. Çünkü bu akitlerde konu yararlanmadır. Yararlanma ise, akdin yapıldığı tarihte henüz meydana gelmemiştir. Ma'dûm mevcut olmayan bir şeyin satımı sayıldığı için, bu akitlerin geçersiz olması gerekırken, insanların ihtiyacı nedeniyle, yukarıda zikrettiğimiz ayet ve hadis delilleriyle meşrû kılınmıştır. Çünkü, zenginin işçiye, yoksulun ise paraya ihtiyacı sardır. Iş akdi, birbirine muhtaç olan bu iki unsuru bir araya getirir. Akıl da bunun böyle olması gerektiğini kabul eder (es-Serahsî, el-Mebsût, XV, 74, 75; el-Kâsânı, Bedâyîu's-Sanâyi', IV, 173, 174; Ibnü'l-Hümâm, Fethu'l Kadir, Bulak 1316/1898, VII, 147).

Islâm'da, emeğinin geliriyle geçimini sağlayan işçi ve memurlar bir sınıf oluşturmaz. Çünkü bu gün emeğiyle geçinen kimsenin yarın emek-sermaye (mudarabe*) ve ziraat ortakçılığı (müzâraa*) gibi ortaklıklar içinde işveren sıfatını kazanması mümkündür.

Iş sözleşmeşinin önemli unsurlarından birisi de ücrettir. Işçi, çalışması karşılığında ücrete hak kazanır. Böylece hak ve görev birlikte bulunur. Hatta görev, ücretten de öde gelir. Hz. Peygamber'in is akdinde, ücretin miktarının belirlenmesini (Nesâî, Eymân ve'n-Nuzûr, 44)ve bunun işçiye teri kurumadan verilmesini istemesi (Ibn Mâce, Rehin, 4) bu hakkın önemini ortaya koymaktadır. Işveren genel olarak ekonomik bakımdan daha güçlü olduğu için, işçiyi korumak amacıyla, çeşitli toplumlarda düzenleyici bazı hükümler getirilmiştir.

Avrupa ülkelerinde işçilerin haklarını koruyucu tedbir ve düzenlemeler ancak 18. yüzyıldan itibaren alınmaya başlanmıştır. Büyük sanayı inkılâbı ile işçi kitleleri bazı teşkılatlar kurarak haklarını korumak veya yeni haklar istemek ihtiyacını duymuşlardır. Işçi hakları konusunda ilk sosyal politika tedbiri, Ingiltere'de 1802 tarihinde, dokuma sanayıinde çalıştırılan çocukların çalışma şartlarım düzenleyen kanunla başlar. 1819, 1844 ve 1867'de çıkarılan kanunlar bunu izledi. Daha sonra kadınlar ve yetişkin işçiler için koruyucu hükümler getirildi. Aynı tarihlerde, Fransa ve Isviçre'de de benzer sosyal politika tedbirleri alındı (Central Office of Infor-mation: Main-D'oeuvre et Conditions de Travail en Crande- Bretagne, Londres 1965, s. 1'den naklen, Cahit Talaş Sosyal Politika, Ankara 1967, s. 117- 129; Antony Babel, Le'gislation du Travail en Suisse, Geneve 1925, s. 112'den naklen, Cahit Talas a.g.e., s. 113, 136, 137).

Islâm'da, bu konulardaki düzenleyici hükümlerin VI. yüzyılda getirildiği ne Hulefâ-i râşidin devrinde ilk onemli uygulamaların yapıldığı düşünülürse, Batı toplumlarından çok daha önce aynı konulara çözümler getirildiği anlaşılır.

Aynı şekilde Osmanlı döneminde görülen aşağıdaki uygulama örneği işçilerin hak arama ve isteme bakımından Avrupa'dan çok önce teşkılatlandıklarını göstermektedir. Uygulama şöyledir: XVIII. yüzyılda Kütahya yöresi çinicilik sanatının merkezi olmuştu. Çini atölyelerinde çalışan çok sayıda işçi hayat pahalılığı nedeniyle geçinemez duruma düşmüştü. Atölye sahipleri ücretleri kendiliğinden yükseltmeyince, işçi temsilcileri mahkemeye başvurmuş ve Kütahya Eyalet Divanı'nda 13 Temmuz 1766 Miladî tarihinde aşağıdaki "Toplu Iş Sözleşmesi" hüküm altına alınmıştır: l) Kütahya'da 24 iş yeri (çini ve fincan atölyesi)nden başka atölye açılmayacaktır. 2) Bu is yerlerinde kalfalar 100; has (değerli) fincan işçileri de 40 akçe alacaktır. 3) Çıraklara, 100 âdi fincan ve 250 normal fincan imal ederlerse, günde 60 akçe verilecektir. 4) Hatıfeler (yaldızcı) 150 has fincan işlerse kendilerine 60 akçe ödenecektir. 5) Çıraklar usta oldukları zaman ücretleri orantılı olarak artacaktır. 6) Fincanın tanesi 4 kuruşa perdahlanacaktır. 7) Günde azamî 160 fincan işlenecektir. 8) Bu sözleşmeden işçi ve işveren hoşnuttur. 9) Bu sözleşme üstat ve zennîler önünde yapılmıştır. 10) Bu sözleşmeye aykırı hareket edenler şer'iyye Mahkemesi tarafından cezalandırılacaktır. 11) Taraflar bir zarara uğrarsa bu ortalama olarak ödenecektir. 12) Bu sözleşme Şer'iyye Mahkemesi'nin himayesindedir. 13) Kalfa ve ustalar bir hastalığa yakalanırsa, yardım olunacaktır. 14) Çıraklar, belirli bir süre sonunda usta olabilirler 15) Bu sözleşme, Şer'iyye Mahkemesi sicilının 57. sayfasındadır.

Bu sözleşmenin, işçi ve işveren münasebetlerini düzenleyici hüküm ve tedbirler getirmekte kaynak sayıları Ingiltere'deki ilk "Toplu Iş Sözleşmesi"nden 51 yıl önce yapıldığı ortaya çıkmıştır. Diğer yandan belge; şer'iyye sicillerinin, sosyal, hukukî, malî ve ekonomik alanlarda ne kadar zengin bilgileri kapsadığını göstermektedir.
İSLAM'DA MÜRTEDİN ÖLDÜRÜLMESİNİN HİKMETİ
Islâm, insan için, bütün eksikliklerden arındırılmış bir hayat programıdır. O, dindir, devlettir, ibadettir, önderliktir, kitap ve kılıçtır, ruh ve maddedir, hem dünya hem de ahirettir. O, akıl ve mantık üzerine bina edilmiş ve kesin bilgi ve deliller üzerinde yükseltilmiştir. Onun inanç sisteminde ve şeriatında insan fıtratıyla çatışan, ona ters düşen hiç bir şey yoktur ve o, insanın önünde diğer beşerî düşünceler gibi, onun edebî ve maddî olgunluğa erişmesi için bir engel değil; ona ulaştıran emin bir yoldur. Kim Islâm'a girer, onun hakikatini kavrar, onun ruhî zevkini tadar ve sonra da ondan dönüp irtidad ederse apaçık delilleri inkar ederek, hak ve mantık ölçülerinin dışına çıkmış olur.

Insan bu duruma geldiği zaman, çöküş derecelerinin en aşağılarına düşmüştür. Böyle bir insanın hayatının korunmasının hiç bir geçerli sebebi yoktur. Çünkü onun hayatında ulaşılması gereken ne yüce bir gaye, ne de şerefli bir maksat kalmıştır.

Diğer bir açıdan bakıldığında da İslam'ın insanın yaşayışında ihtiyaç duyduğu her şeyi kapsayan bir nizam olduğu ve bu nizamın değer ve hududlarının korunmasının mutlak anlamda gerekli olduğu görülecektir. Çünkü hiç bir nizam yoktur ki, onu yok etmeye, yeryüzünden silmeye yönelik tehditlere karşı korunmadan ayakta durabilsin, varlığını devam ettirebilsin. Bir düzenin korunmasını sağlayan en önemli şeylerden biri de, her dileyenin dilediği gibi onu inkâr ederek, dışına çıkmasını engellemektir. Bu yapılmadığı taktirde, bir düzenin korunması mümkün değildir.

Islâm'dan çıkıp irtidat etmek; ihanet ederek ona baş kaldırmak ve parçalayıp yok etmeye azmetmektir. Islâm toplumunu bu tür bir tehlikeden korumak için önlemlerin alınması kaçınılmazdır. Bunu önlemek ise, beşerî sistemlerin de uygulamak zorunda oldukları gibi ölüm cezası vermeye bağlıdır.

Komünist veya kapıtalist toplumların hangisinde olursa olsun, devletin anayasal nizamının dışına çıkıp ona başkaldıran kimse, ülkesine ihanet suçuyla itham edilir ve ölüm cezası ile cezalandırılır. Bu, İslam'ın bu konudaki uygulamasına karşı çıkanların itirazlarının gerçekte, Islâm'a karşı olan düşmanlıklarından kaynaklandığını ortaya koymaktır. İslam'ın mürted'e uyguladığı cezanın mantık dışı hiç bir taraf olmadığı ortadadır. Zaten tarihe bakıldığında, müslümanları idare edenler, bu haddi, hakedenlere uygulamaktan ne zaman yüz çevirmişlerse, işte o zaman, devlet ellerinden gitmiş, Islâm toplumu Islâm dışı güçlerin baskısı altında ezilir hale gelmiştir (Seyyid Sabık, a.g.e., 387).
 
İSLAM'DA SENET VE ÇEK ALIP VERMEK CAİZ MİDİR?
İslam'a göre senet, çek; gerçekte para sayılmamaktadır. Para sayılmadığı için de temelde bu tür şeylerle alış veriş yapmak caiz değildir.

Ayrıca verilen senet ve çekler, karşılıksız çıktığından günümüz piyasasında da böyle olaylara sık rastlandığından bu gibi şeylerle alış veriş yapmanın caiz olmayışının sebebi anlaşılmaktadır.

Ancak, senet veya çek veren kimse, bunları alanı "tahsil etmesi için" vekil tayin ederse ve o da bunların karşılığı olan parayı alırsa, bu gibi kullanımlar caizdir. Dolayısıyla bugün elden ele dolaşan senet ve çekler, "vekalet usulüyle istihsal"e girdiğinden caiz olmaktadır.
İSLAMÎ BİR ELBİSE ŞEKLİ TEKLİF EDİLEBİLİR Mİ?
Islamî bir elbise şekli teklif edilebilir mi? Ya da bunun için alternatifler ne olabilir? "Belli yerlerini şu vasıf ve şekilde örtersen tesettür hasıl olmuştur. Ne ile örttüğün, kaç parça ile kapattığın önemli değildir." denebilir mi?

Elbise modeli konusunda bir nas olmadığı gibi, fukahanın çizdiği bir şekilde mevcut değildir. Bilakis Allah Resulü, izar, ridâ, kamîs, cübbe vb.'lerden elbise adına bulduğunu giyerdi denilmektedir. (Muhammed ez-Zebîdî,Ithâfü's-sa'âde, VN/129. (Resûlullah'ın giyiniş biçimi ile ilgili olarak Ibnü'l-Kayyim'den tercüme ettiğimiz bir özeti bu soru ve cevapların sonuna ekleyecegiz.))

Tek elbise içerisinde namaz kılınıp-kılınamayacağını soran sahabiye Allah Resulü, "Her biriniz iki elbise bulabilir mi?" diye mukabelede bulunarak bunun câiz olduğunu anlatmıştır." (Buhârî, salât, 9.)

Elbise tek bir parça olsa dahî; hem erkek (Aynî, Umdetü'l-Kârî, (Mısır Tarihsiz) IV/74.) hem de kadın için, (Ibn Hacer, Fethü'l-Bârî, Mısır,1378 (1959) N/28.) namaz kılmaya yeterlidir.

Ancak elbise her ideoloji ve kültürde olduğu gibi, Islâm'da da esas fonksiyonu dışında bazı fonksiyonlar icra edebilir ve pekâlâ teblig aracı haline getirebilir. Bu açıdan bakıldığında, dinine hizmet gayesiyle başını açarak okuma durumunda olan kızlarımızın, Islâm'ı özel sûretlerle öğrenip, arzuladıkları bu hizmeti pasif bir tebliğ yolu olarak, örtüleriyle yapmalarının çok daha tesirli olacağı söylenebilir. Zira "Hal dili, kaal dilinden daha tesirlidir."
İSLAMİ BİR ELBİSE ŞEKLİ TEKLİF EDİLEBİLİR MİI?
Islami bir elbise şekli teklif edilemez. Çünkü Resulüllah (sav) belli bir elbise modeli üzerinde durmamıştır. Peygamberimiz ve Hulefa-i raşidin devrinde İslam ülkesinin sınırları genişlemiş ve yeni İslama giren toplumlar olmuştur. Fakat bunlardan kıyafetlerini değiştirmeleri ve özel bir kıyafete bürünmeleri istenmemiştir. Elbisenin kumaşı ve modeli önemli değildir. Ancak bazı elbiselerin giyilmesi o elbisedeki özellikler dolayısıyla Peygamberimiz (sav) tarafından yasaklanmıştır. Bu özellikler:

1- Kafirlerin özel elbiseler: Müslim ve Nesai'nin, İbn Amrt'dan rivayet ettiğine göre: Bir gün peygamber İbn Amr'ın üzerinde usfur ile boyalı iki elbise görmüş ve bu elbisenin küffar elbisesi olduğunu bildirerek giyilmemesini, hatta yakılmasını emretmiştir. Buradaki nehyin tahrim için olduğunu söyleyenler olduğu gibi kerahet içindir diyenler de olmuştur (Gayetü'l-Me'mul).
 

2- Kibir için giyilen elbise:

Peygamberimiz (sav) kibir elbisesinin giyilmesini de yasaklamıştır (Ebu Davud, Kitabü'l-Libas Bab).

3- Erkek için ipek elbise: Bir çok hadisde ipek elbisenin erkekler için haram olduğu ifade edilmiştir (.

4- Erkeklerin kadın elbisesi, kadınların da erkek elbisesi giymesi caiz değildir.

Hülasa; İslami kıyafet diye belli bir kıyafet teklif edilemez. Ancak İslami açıdan yasak olan kıyafetler vardır. Bunlar da şöyle sıralanabilir:

a) Kibir ve şöhret elbisesi,

b) İpek elbise (erkekler için),

c) Erkeklerin kadın, kadınların erkek elbisesi giymesi,

d) Küffar için şiar olan elbise,
 
İSLÂMÎ YILBAŞI
Müslümanların itibar ettiği yılın başlangıcı, Rasûlullah'ın ashabı ile birlikte Mekke'den Medine'ye hicret ettikleri kamerî Muharrem aymn birinci günüdür. Muharrem de yılın birinci ayı olmuş olur. Kameri yıl, milâdî yıldan yaklaşık on gün kısa olduğu için, Islâmî yıl başlangıcı milâdi yıla göre her sene on gün önce gelir ve yine yaklaşık otuz altı yılda, milâdi yıla nazaran bir yıl farkeder. Mükellefiyetlerle ilgili yaşlarda ve hükümlerde kamerî yıla itibar edileceği için, meselâ zekât her yıl aynı mevsimde verilmez. Meselâ, Resûlullah Efendimiz altmışüç yaşında vefat etti deniyorsa, bu milâdî yılla yaklaşık altmışbir yaş demektir. Ya da günümüzdeki anlayışla otuzbeş yaşında olduğunu söyleyen birisi gerçekte otuzaltı yaşındadır.
İSLAM'IN KABUL ETMEDİĞİ DAVRANIŞLARDA BULUNAN BİRİSİYLE ORTAK OLMAK CAİZ MİDİR?
İslam'ın kabul etmediği davranışlarda bulunan birisiyle ortak olmak caiz değildir. Çünkü servetinin tamamı veya bir kısmı meşru olmayan birisiyle yapılan ortaklık, haram ve helal olan malların birbirine karışmasına ve ortaklığın habis bir mal üzerine teessüs etmesine yol açmaktadır.
İSLAMİYETİN UYGULANMADIĞI YERDE CUMA NAMAZININ FARZ OLUP OLMADIĞI HAKKINDA ÇELİŞKİLİ SÖZLER SÖYLENMEKTEDİR. BUNUN MAHİYETİ NEDİR? CUMA NAMAZI NE ZAMAN FARZ OLMUŞTUR ?
Cuma namazı hicretten önce farz kılınmıştı. Ancak müslümanların durumu çok nazik olduğundan Mekke'den önce Medine'ye yakın Naki' al-Hadimat isimli bir köyde kılındı. Ve ilk cuma namazını kıldıran Es'ad bin Zürare olmuştur. Peygamber (sav) ilk cuma namazını Mekke'den Medine'ye hicret esnasında Kuba ile Medine arasında beni Salim bin Avf'a ait bir vadide kıldırdı. Kılınan her iki cuma namazı da henüz İslam devleti meydana gelmeden evvel olmuştu ve tabi'i olarak İslam şeriatı da hakim değildi. Cuma namazı diğer namazlar gibi bir namazdır. İslam devletinin oluşu ve şeri'atın uygulanması ile hiç bir ilgisi yoktur. Hiç bir ayet ve hadis veya mezheb cuma namazının bir yerde kılınabilmesi için İslam devletinin hakim olmasını veya İslam şeri'atının tatbik edilmesini şart koşmamıştı. Hanefi mezhebinde üç kişi, Şafii mezhebinde de kırk kişi bi-ittifak küfr diyarı sayılan "mesela: Birleşik Amerika'da” bulunsa yine cuma namazını kılacaktır. Ancak Hanefi mezhebinde cuma namazı kılınan yerde müslümanların emiri veya temsilcisi varsa düzeni korumak için onun emriyle olacaktır. Emir yoksa, müslümanların uygun gördükleri bir kimse onlara cuma namazını kıldıracaktır.

Müslümanların emiri bulunduğu halde cuma namazını kılmak için cema'at kendi kendine bir imam ta'yin edemez, etse de nazar-ı itibare alınmaz. Ve kılınan cuma namazı sahih değildir. (Şafii mezhebinde cuma namazında emir'in tayini şart değildir). Amma emir olmazsa halk cuma namazını kıldırmak için bir imam tayin edip cuma namazını kılacaklardır.

Hatta müslümanların başındaki emir cuma namazını kıldırtmayıp yasaklasa müslümanlar, imkanı varsa onun sözüne bakmadan ve iznini almadan da cuma namazını kılacaklardır.

Ayrıca bir gayr-i müslim, İslam diyarını istila edip müslümanların başına geçerek müslüman bir kimseyi Vali (veya Kadı veya müftü) olarak ta'yin ederse bu zat müslümanlara cuma ve bayram namazını kıldıracaktır.

Binaenaleyh şu veya bu memlekette cuma namazı kılınmaz deyip halkın inancını bozup sarsmak, kutsal cuma namazından halkı soğutmak doğru değildir. Düşmanın bize yapmak istediği şey de budur. Şu veya bu memleket darü'l-harb de olsa cuma namazını kılmak mecburiyetindeyiz.

Peygamber(sav) buyurdu ki: Ehemmiyet vermiyerek üç cuma namazını terk eden kimsenin kalbini Allah (c.c.) mühürler (Kütüb-ı Sitte, Hakim).

"Cuma namazlarını bırakmaktan vazgeçsinler. Yoksa Allah kalbleri üzerine mühür basar, sonra gafillerden olurlar" (Müslim, Nesai, Ahmed).
İŞRAK NAMAZI
İşrak, güneşin doğuşundan ufukta bir veya iki mızrak boyu yükselinceye kadar geçen zamandır. Güneşin ufukta görünüşte bir mızrak yükselmesi astronomicilere göre beş derece yükselmesi demektir. Ebû Hanîfe'ye göre bu süre içinde namaz kılmak mekruhtur.

İşrak namazı, sabah namazından sonra güneş doğup, kerahet vakti çıktıktan sonra iki veya dört rekat olarak kılman nafile bir namazdır.

Diğer nafile namazlar gibi işrak namazı kılanlar, bu namazı kuşluk namazından ayrı olarak ve ondan önce kılarlar. Aslında işrak namazı kılındığı sırada kuşluk namazının vakti de girmiş bulunmaktadır.

Hz. Peygamber'in güneş doğup, kerâhet vakti çıktıktan sonra "Duhâ namazı", sıcak şiddetlenince de "Evvâbîn namazı" kıldığına dair çeşitli hadisler vardır (bk. Duhâ namazı ve Evvâbîn namazı mad.). Ancak Hz. Peygamber, devrinde öğleden önce bu namazların dışında "işrâk namazı" adı ile bir namaz kılındığına dair bir bilgiye rastlanmamıştır.
 
İSTİDRAC
Allah'a isyanda çok ileri giden insanların, Allah'ın kendilerine verdiği mal, başarı ve sıhhat gibi nimetlerle isyanların daha da artırmaları ve sonuçta helâk olmaları.

Allah'a tam olarak itaat eden veya en azından iradelerini itaat yolunda azamî derecede kullanan kullar olduğu gibi; Allah'a isyanda, Islâm'a, dolayısıyla hakka, adalete, insanıyete, kısaca Allah'a kul olmaya karşı çıkışta ölçü tanımayan kişiler de vardır. Bu iki gruptan birinciler Allah'ın velilerini oluştururken, ikinci grubu ise, ins ve cin şeytanlarının kendilerine sürekli olarak Islâm'a ve müslümanlara karşı çıkmayı ‚vahyettiği', gizli gizli fısıldadığı Şeytan'ın velileri oluşturmaktadır. Allah, velîlerine zaman zaman ikramlarda bulunur; Kâinatın işleyişinde kudretine perde yaptığı sebepleri onlar için bir derece ortadan kaldırıp, normal sıradan insanlara olağanüstü gelen bazl fiilleri veli kullarının elinde yaratır; bu tür ikramlara Islâmî terminolojide' kerâmet' denmektedir ki, en büyük kerâmet de Sırat-ı Müstakım üzerinde sapmadan gidebilmektir.

Yukarda belirtildiği gibi, Allah'ın velîlerinin karşısında, Şeytan'ın velileri de vardı. Bunlar, sürekli olarak Allah'ın dinine ve bu din'in bağlılarına karşı çıkıp, savaş açarlar. Bu yetmiyormuş gibi, kendileri de bazen açıktan, bazen münafıkça bir tavırla -"biz ıslahçıyız" diyerek- yeryüzünde fesat ve fitne çıkarırlar. Bunlar, her şeyden önce ‚fasık', yani her türlü günahı rahat rahat ve içlerinde en ufak bir burkuntu duymadan işleyen kimselerdir. Eğer bir memlekette bu tür kişilerin yaptıklarına ses çıkarılmaz, her türlü fıskları ve yaktıkları fitne-fesat ateşi söndürülmeğe çalışılmaz, daha açık deyişle, ‚ma'ruf' emredilip, ‚münker' yasaklanmaz; tam tersine ‚münker'ler emredilir, ‚ma'ruf' yasaklanırsa o memleket bir bakıma ‚helâki hak etmiş demektir. Bu şekilde helâki hak etmiş olan memleketlerde Allah, fasık, fitneci ve müfsit kişilerin sayılarını daha da artırır; çünkü, toplum iradesiyle artık bunu arzuluyor demektir ve bu yöne yönelmiştir.

"Biz bir memleketi helâk etmek dilediğimizde, orada mütreflere (hayatı gaye edinenlere, bohem hayatı yaşayanlara, acımasız -sömürücü- mal düşkünü kapıtalistlere) emrederiz (onların sayılarını çoğaltırız) da, orada fısk ederler "(el-Isrâ, 16/ 17);

"Allah, zaten fasıklardan ve zalimlerden başkasını helâk etmez" (el-en'âm, 6/47; el-Ahkâf, 6/35). Ama bu helâk etme işi birden olmaz. Fitne ve fesadın kol gezdiği. İslam'ın unutulup horlandığı bir yere Allah önce uyarıcılar gönderir (es-Şarâ, 26/208; el-Kasas, 28/59). Fakat toplumda fitne ve fesadı körükleyen fâsıklar, zâlimler, tâğutlar, mütrefler uyarıcılara ve Allah'a dini'ne karşı cephe aldıkları gibi; çoğunluğu oluşturan yığınlar da genellikle sessiz kalırlar. Bu durum, sözgelimi, Hz. Nuh'un kavminde olduğu gibi, gerektiğinde 950 yıl, yani uzun bir süre devam eder. bu süre içinde Allah tâğutlara, fâsıklara, zâlimlere, hak yola gelmeleri ve aynı zamanda da yaptıklarının helâki hak edecek seviyeye gelmesi izin mühlet verir. Onlar ise bu mühlet verişi anlamazlar, helâk olmayacaklarını, yap tıklarından hesaba çekilmeyeceklerini sanırlar. Ayrıca, belki hayatlarında bir kez olsun başları ağrımadığı gibi, dünya işleri oldukça yolunda gider; en güzel evler onlarındır; en yüksek makamlarda onlar oturur; en iyi yiyip en iyi giyen ve en güzel kadınlara sahip olanlar onlardır: "Eğer insanlar (hep küfre sapan) bir ümmet haline gelmeyecek olsalardı, biz o Rahman'ı inkâr eden (ler) in evlerine gümüşten tavanlar, üzerlerine çıkacakları merdivenler; ve evlerine (odalarına) kapılar ve üzerlerine yaslanacakları kolluklar ve altın zinetler yapardık" (ez-Zuhrûf, 43/33-35).

Allah'ın kendilerine verdiği büyük nimetleri, sıhhat, kabıliyet, başarı, makam ve mevkileri; dünya hayatında çıkardıkları her türlü fısk, fitne ve fesatlarına, isyan ve fücurlarına rağmen başlarına ilahî felâketlerin gelmemesini, daha doğru deyişle gecikmesini haklarında hayır sanan Şeytan'ın velileri azgınlıklarında daha da ileri giderler ve sonunda helâktan kurtulamazlar. Fakat, helâklerine kadar içinde bulundukları durum, Allah'ın onları aslında derece derece helâke ***ürmesinden başka bir şey değildir; yani sadece ‚istidrac'tır. "Ayetlerimizi yalanlayanlar (a gelince); biz onlar bilmedikleri yönden istidraca tabi tutarız (derece derece helâke ***ürürüz) (el-A'râf, 7/ 192).

Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Allahu Teâlâ'nın bir kula günah işlemesine rağmen dünyada sevdiği şeyleri ihsanda bulunduğunu görürseniz bilin ki o istidracdır." Hz. Peygamber sonra şu ayet-i kerimeyi ok udu: "Kendilerine hatırlatılanları unuttuklarında onlara her şeyin kapısını açtık. Nihayet kendilerine verilen nimetlere sevinip zevke dalınca onları azabımızla ansızın yakalayıverdik. Hemen ümitsizliğe kapılıp şaşkına döndüler. " (el-Enâm, 6/44) (Ahmed b. Hanbel, IV, 145).

Ayrıca mümin olmayanların, kâinattaki kanunlara aykırı olarak gösterdikleri hârikulâde hallere de istidrac denilmiştir. Meselâ; Hind fakirlerinin uzun süre aç durmaları, ateşte yürümeleri ve su içinde uzun süre havasız durabilmeleri ve vücutlarına şiş batırmaları gibi.
 
İSTİĞFAR
Allah'tan günah ve hatalarının bağışlanmasını isteme, mağfiret dileme.

Istiğfar lafzını veya manasını içeren her duaya istiğfar denir. Gerek Kur'an-ı Kerîm'de ve gerekse hadis-i şeriflerde istiğfar teşvik edilmiştir. Kur'an-ı Kerîm'de; "Rabbinizden bağışlanma dileyin. doğrusu o, çok bağışlayandır " (Nuh, 71/ 10) "(Ey Muhammed) Sabret! Allah'ın verdiği söz şüphesiz gerçektir. Suçunun bağışlanmasını dile; Rabbini akşam, sabah överek tesbih et" (el-Mümin, 40/55) buyurulur.

Peygamber efendimiz kendileri istiğfara devam etmiş, ümmetini de teşvik etmiştir (Buhârî, Deavât, 3; Tirmizî, Tefsîru Sûre, 47/1; Ibn Mâce, Edeb, 57).

Ebu Hureyre (r.a)'den rivayet edildiğine göre Peygamberimiz: "Vallahi ben Allah'a günde yetmiş defadan çok istiğfar ediyorum" buyurmuştur. Başka bazı Hadislerde Hz. Peygamberin günde yüz defa istiğfar ettiği belirtilir (bk. Müslim., Zikr, 41; Ebû Dâvud, Vitr, 26; Tirmizî, Sûre, 47/1). Bu nedenle Ebû Hüreyre: "Peygamberden daha çok istiğfar edeni görmedim" (el-Kurtubî, el-Câmi'li Ahkâmi'l-Kur'ân, l V, 210) demiştir. Bir günah işlendiği zaman, bunda ısrar etmemek, hemen tövbe istiğfar etmek vaciptir. Peygamberimizin ifadesiyle, "Istiğfâr eden kimse günde yetmiş defa da günah işlemiş olsa bunda srar etmiş sayılmaz" (Tirmizî, Deavât, 107).

Istiğfarın Allah nezdindeki değeri bir hadiste şöyle ifade edilir: "Kim yatağına girince üç defa; "estağfirullâhe'l-Azîm ellezî Lâ Ilâhe Illâ hüve'l Hayyu'l-Kayyûm (Kendisinden başka hiç bir ilâh olmayan, diri ve her an yaratıklarını gözetip duran yüce Allah'tan bağışlanmamı dilerim)" derse, Allah günahlarını deniz suyunun damlaları kadar çok olsa da bağışlar" (Tirmizî, Deavât, 17) buyurulmuştur. Sadece dili ile istiğfarda bulunmak yeterli değildir. Niyeti ve amelleri de dilini doğrulamalıdır. Tövbenin en makbul olanı, günahtan kesin dönüş yapılarak, Allah'tan bağışlanma istenmesidir. Buna "nasûh tövbe" denir.

Ayet-i Kerîme'de şöyle buyurulur: "Ey iman edenler! Allah'a samimiyetle (nasûh tövbe) edin. Belki Rabbiniz kötülüklerinizi siler. Peygamberi ve beraberindeki müminleri utandırmayacağı günde, sizi altından ırmaklar akan cennetlere koyar. O gün onların nûru önlerinde ve sağl taraflarında yürürken: "Rabbimiz nurumuzu tamamla, bizi bağışla, şüphesiz Sen, herşeye Kadirsin derler" (et-Tahrim, 66/8).

Bir mümin kendisi için tövbe edeceği gibi, ölmüş olan veya hayatta bulunan ana-baba, hısımları ve diğeri müminler için de istiğfar edebilir. Bu dua sebebiyle Cenâb-ı Hakk'ın onları bağışlaması umulur. Kur'an-ı Kerîm'de bu konuda çeşitli dua örnekleri bulunur: "Ey Rabbimiz... bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et" (el-Bakara, 2/286); "Musa şöyle yalvardı: Rabbim, beni ve kardeşimi affet. Bizi merhametine garket" (el-A'raf, 7/151); "Babamı da bağışlayıp hidâyete erdir. Çünkü o, sapıklardandır" (es-Şuarâ', 26/86);"Ey Rabbimiz! Herkesin hesaba çekileceği günde, beni, annemi, babamı ve biitün mü'minleri affet" (Ibrâhîm, 14/41).
İSTİHARE NE DEMEKTİR?
İstihare, herhangi bir şey yapmak isteyen kimse, yapılmasının iyi olup olmayacağını hissetmek maksadıyla iki rekat namaz kılmak, iyi ve hayrın görünmesi için Allah'a yalvarıp dua etmektir. Bu namaza istihare namazı, duaya da istihare duası denilir. Uyumak veya rüya görmek istihare için esas değildir. Hatta vakit dar olup uyuyacak zaman bulunmazsa herhangi bir hayırlı mesele için yine istihare namazını kılmak sünnettir. Ancak Şerh Şir'atü'l-İslam kitabında şöyle denilir: Namaz ve dua yaptıktan sonra abdestli olarak kıbleye doğru yatar. Rüyada beyaz veya yeşil görürse o işde hayır vardır, siyah veya kırmızı görürse hayır yoktur. Ondan sakınmak daha
 
İSTİHÂRE'NİN ŞEKLİ
Bazen istihâreye yatıp hiçbir şey görmediğimiz oluyor. Bu durumda ne yapmalıyız?

"Istihâre"de aslolan "rüyaya yatmak" değildir. Gerçi "Istihâre", yani Allah'tan "hayırlı olanı isteme" güzel ve güçlü bir sünnettir. Rasûlullah Efendimiz'in ashabına hemen her tereddütlü konuda "istihâre" tavsiye ettiği bilinmektedir. Ancak "Istihâre", kılma şekli ilmihal kitaplarında anlatılan iki rekât namazdan ve duasından ibarettir. Dua yaptıktan sonra, doğrulugu kalbine damlayan yönde hareket eder. Bir defa kılmasıyla kalbi bir yöne doğru ağırlık kazanmamışsa, bu namazı üç, beş, yedi defa tekrarlar, yine de kalbi seçim yapamıyorsa istisare de yapamıyorsa âklına uygun geleni yapar. Bu yedi defa iki rekâtı, aynı anda da kılabilir. Sünnette öğretilen "istihâre" budur. Gerçi bazı rüyalar, bazı gerçeklere işaret ederler, ancak isabetli tâbir de ayrı bir ilimdir: Kişinin kendine göre hayra dalâlet eden bir rüya, aslında şerri gösteriyor olabilir. Bu yüzden istihâreyi sünnette olduğu gibi yapmak gerekir. Fakat, istihâreden daha önemli olanın,"istişâre" yani, salih ve temiz bilirkişilere danışma olduğu da bilinmelidir. Rasûlullah efendimiz: "Istihâre yapan zarar etmez, istişâre edende pişman olmaz" (65 el-Hîndî VN/813 (H. 21532)) buyurmuşlardır.
İSTİMLÂK

Mülk satın almak, mülk sahibi olmak, kamulaştırmak. Icraî karar alma yetkisine sahip bulunan bir âmme tüzel kişisi (devlet, belediye, vakıf gibi) tarafından bir malın, toplumun yararlanması için karşılığı verilip alınarak umûmun yararlanmasına arzedilmesi anlamında bir Islâm hukuku terimi. Mülkiyet hakkını sınırlayan bir tasarruf.

Islâm hukukçularının çoğunluğuna göre, toplumun menfaati ve ihtiyacı gerektirdiği durumlarda devletin şahıslara ait menkul veya gayrımenkul mallara müdahale ederek, bunları zorla satın alıp, toplum hizmetine sunması mümkün ve caizdir. Delil, sünnet ve sahabe uygulamasıdır. Hz. Peygamber Medine'de Naki' denilen ve otlak olmaya elverişli bulunan bir yeri, müslümanların atları otlasın diye, Devlet korusu hâline getirmiştir. Hz. Ömer de, halîfeliği zamanında, Rabeze denilen bir bölgeyi Devlet korusu statüsüne sokmuştur. O yöre halkının: "Ey müminlerin emiri, buraları bizim yurdumuzdur. Cahiliyye devrinde oraların uğruna savaştık. Islâm gelince de, üzerinde müslüman olduk, hangi hakla buralarını koru yapıyorsun?" diye itiraz etmeleri üzerine şu cevabı vermiştir: "Mal Allah'ındır, insanlar da Allah'ın kullarıdır. Eğer Allah yolunda kullanılan hayvanlar olmasaydı, bir karış toprağı bile koru yapmazdım" (Ebû Ubeyd, el-Emvâl, Mısır, 1968, s. 414 vd.).

Gerek Hz. Ömer ve gerekse Hz. Osman Kâbe mescidini genişletmek için, çevreden bitişik ev ve arsaları bedeli karşılığında ve sahiplerinin rızası olmaksızın ellerinden almış ve Kâbe haremine katmıştır (Ibn Âbidîn, Reddü'l-Muhtar, Istanbul 1306, III, 418, 419; Belazurî, Fütuh, s. 58; Zeydân, Islâm Hukukuna Giriş, Terc. Ali Şafak, Istanbul 1976, s. 370). Istimlâkin esası; "zaruretler, sakıncalı olan şeyleri mübah kılar", "zararı âmmı def' için zarar-ı hâs tercih olunur" kurallarına dayanır. Nitekim mülkiyetin devir ve temliki, mal sahibinin rızasına bağlı olduğu halde, bir istisna olmak üzere kamulaştırmada rıza aranmamaktadır. Mecelle'nin konu ile ilgili maddesi şöyledir: "Ihtiyaç olduğunda, Devlet başkanının emri ile bir kimsenin mülkü, kıymeti ödenmek sûretiyle satın alınarak yola katılabilir. Fakat satış bedeli ödenmedikçe, mal sahibinin elinden alınamaz" (Mecelle, mad., 1216; Ibn Âbidin, a.g.e., III, 418, 419; Ibnü'l Humâm, Fethu'l-Kadîr, Mısır, 1389/1970, VI, 234; Molla Hüsrev, Dürer, Istanbul 1318, II, 136).

Bir kimse malını dilediği gibi kullanma hakkına sahip olmakla birlikte, bu kullanım sırasında başkasına "fahiş zarar" verirse, devlet veya devlet veya yetkili kıldığı makamlar, mülke müdahale edebilirler.

Ashab-ı Kirâmdan Semüre b. Cündüb'ün, bir komşusunu bahçesinde hurma ağaçları vardı. Bunlara gelip giderken komşusunu rahatsız ediyordu. Bahçe sahibinin şikayeti üzerine Hz. Peygamber; Ya ağaçları satmasını veya sökmesini yahut da bahçe sahibine bağışlamasını teklif etti. Semüre, bunları kabul etmeyince, bahçe sahibine; "Git ve hurma ağaçlarını sök " (Ebû Dâvud, Akdiye, 31) buyurdu. Başka bir uygulama örneği de sulama işiyle ilgilidir. Dahhâk (r.a) arazısini sulayabilmek için, Muhammed b. Mesleme'nin arazısinden kanal geçirmesi gerekiyordu. Muhammed b. Mesleme buna razı olmayınca, Dahhâk, Müminlerin Emiri Hz. Ömer (r.a)'e başvurdu. Hz. Ömer, durumu inceledi ve razı olmasa da Muhammed b. Mesleme'nin arazısinden geçirilmesini emir buyurdu (Zeydan, a.g.e., s. 370)

Sonuç olarak bütün bunlar. toplum menfaat ve maslahatını gerçekleştirmek, topluma gelebilecek zararlar önlemek için başka bir çözüm yolu bulunamadığı zaman, sahibinden malının zorla alınmasının caiz olduğunu göstermektir. Ancak bunun için, mülkü kamulaştırılacak kimseye, malının gerçek değerinin de ödenmesi gereklidır. Yol, nehir, okul, mescid, hastahane alanlarını genişletmek üzere kamulaştırma yapılması, bu konuya örnek olarak verilebilir. Olağanüstü ve savaş zamanlarında halkın elindeki bazı menkul mallara yararlanmak amacıyla, bir tazminat karşılığında el konulması, istimvâl (rekızasyon) adını alır. Bu el koyma, tüketilmeden kullanılabilen mallarda geçici olduğu için istimvâlde "tazminata bağlanmış ariyet" özelliği vardır (bk. "Istimvâl" mad.).
 
İSTİMNA
"Istimnâ" Arapça'da, "istihâ bi'l-yed" ve "hadhada" olarak da bilinen masturbasyon, genellikle fıtrata, yani genel olarak insanın yaratılışına, özel olarak da organlarının yaratılış gaye ve görevlerine ters görülmüş ve Islâm bir "fıtrat" dini olduğu, bu da fıtrata uymadığı için zaruret (zorunluluk hali) olmadıkça haram, ya da en, azından mekruh görülmüştür. Fıtratı daha iyi anlamak için şöyle bir örnek verebiliriz: Çivi, tahtaları birbirine tutturmak için yapılmıştır. Öyleyse onunla şiş kebabı yapılmaya kalkılırsa insanın eli yanar, kebap da iyi olmaz. Bu, işin fıtrat tarafıdır. Diğer yönden bir âyet-i kerîmede, irzlarını koruyanlar övüldükten sonra: "...eşleri ve câriyeleri müstesna. Onlarla olacak ilişkiden dolayı kınanmazlar. Işte bunun ötesine geçenler, haddi aşanlardır..." (K.K. el-Mü'minûn 23/5-7) buyurulur. Çoğu müfessirler, "bunun ötesine geçenler"e, eliyle istimna yâpanlar da girer, öyleyse onlar da haddi aşmış (haram işlemiş) olur, demişlerdir. (Örnek olarak bk. Kurtubî XII/105-106; Ibn Kesîr V/458; AIûsî XVNI/10-11) Ancak Alûsî, Cumhura (çoğunluğa) göre istimna âdet haline getirilmişse (cinsel sapma halini almışsa) bu âyetin kapsamına gireceğini, aksi halde girmeyeceğini söyler. (Alûsî, agk.)

Bir hadîste: "elini nikâhlayan met'undur" (Mahlüf, Fetâvâ I/117: (Ancak mûracaat edebildiğim sahîh hadîs kitaplarında bu hadisi bulamadım. Bu hadisî AIûsî, "meşâyihin rivayeti" diye nakleder. bk. 16\11) Saîd b. Cübeyr'in rivayet ettiği bir hadiste: "Zekerleriyle oynayan bir ümmete Allah azab etmiştir" Atâ'nin bir rivayetinde: "Elleri hamile olarak hasredilecek bir kavim duydum. Bunların elleriyle istimna yapanlar olduğunu sanıyorum" demiştir.

Ayrıca Allah (c.c.), evlenme imkânı bulamayanların, imkân buluncaya kadar iffetlerini korumalarını emretmiş (K.K. en-Nûr 24/33) böyle bir yöntem uygulasınlar dememiştir. Rasûlüllah Efendimiz de: "Gençler! Imkân bulanlarınız evlensin, çünkü bu, gözü ve iffeti daha iyi korur. Bunu yapamayan oruç tutsun çünkü orucûn bunu sağlayacak bir kamçısı vardır." (Buharî, savm 10, nikah 2,3; Müslim, nikâh 1,3) buyurmuş ve bekârlara çare olarak orucu göstermiştir. Eğer istimna mübah olsaydı, çare olârak o gösterilirdi. Çünkü o daha kolay bir yoldur, denmiştir. (Mahlûf, age I/117)

Ancak gerek sözkonusu âyetlerin istimnayı açıkça zikretmedikleri, gerekse bu konudaki hadislerin bir kısmının zayıf oluşu sebebiyle, çoğunluğun haram görmesine karşılık, istimnayı mahzursuz gören âlimler de vardır. Meselâ Ahmed b. Hanbel bunu, tıpkı kan aldırmaya benzetmiş ve ihtiyaç duyulduğunda, vücuttaki fazlalıkları dışarı atmaktan ibaret olduğu için câiz olduğunu söylemiştir. (AIûsî XVNI/10: Burada AIûsî, Ahmed b. Hanbel'i o bu görüşünü, Cumhurun haram olduğu kanaatini verdikten sonra verir. Ama mahlûf HanbeIî fıkıh kitaplarında buna rastlayamadığını söyler, bk. Fet8v8 I/118: ibnü'I-Hümâm da "haramdır, çünkü genellikle şehvet için yapılır, ancak umarım ki, cezası yoktur" der. bk. AIûsî agk.) Hanefîlerce genel olarak haram görülmüş, ancak; kişi bekârsa, ya da hanımından uzakta ise ve de şehvet kafasını aşırı meşgul ediyorsa, ya da zinaya düşme endişesi varsa ve bunu kendini teskin için yaparsa günah olmayacağı umulur. Ama zevklenmek ve şehvetlenmek için yaparsa günâhkardır, denmiştir. (ibn Âbidîn N/160: Mezühib-i erba'a'da: "Bazı Hanefi ve Hanbelîlerin, zinaya düşme korkusuyla caiz görmeleri zayıf bir görüştür" denir. bk. V/152; Mâlikiler de cevazı için iki şartı öngörürler: 1. Zinaya düşme korkusu, 2. Evlenmeye güç yetirememe. bk. Kardüvî, el-Helâl ve'I-harâm 165) Imam-i Şâfî önceki görüşünde (kadîm) câiz olduğunu söylerken, sonraki görüşünde (cedîd) haram olduğu kanaatına varmıştır. (Bu konuda geniş bilgi için bk. Zuhaylît VI/25) Mesele Rasûlullah'ın amcaoğlu Ibn Abbas'a sorulduğunda: "Zina yapmaktansa bu iyidir" (Sa'rânî, Kesf) cevabını vermiştir. Bütün bunlara göre; istimna genellikle hoş görülmemiş, fıtrata (normal yaratılışın gereğine) zıt bir eylem kabul edilmiş, cinsel sapma halini alması, psikolojik hastalık oluşturması gibi olumsuz yönleri hesaba katılarak, haram, ya da mekruhtur denmiştir. Ancak daha büyük zararlara düsme endişesi olduğu yerde; "iki zarardan başka alternatif yoksa, küçük olan zarar tercih edilir", "zaruretler haram şeyleri mubah kılar" kurallarınca yapılması câiz görülmüş, hattâ zina endişesi kesin ise, vacip bile olur denmiştir. Alışkanlık oluşturması ve zevk için yapılması ise ittifakla haramdır. Hanımının eli vs. azaları ile yapılması ise her halûkârda câizdir, helâldir.
 
İSTİŞARE
Herhangi bir konuda doğruya ulaşmak veya yaklaşmak için bir başkasının görüşüne başvurma.

Müşâvere, şivâr, meşvure, meşvere, meşûre, istişâre, danışıp işaret ve görüş almak anlamına geldiği gibi, müşâvere ve işaret; arı kovanından bal almak, rey vermek manalarına da kullanılır. Toplanıp meşveret eden cemâate de şûrâ denir (Ibn Manzûr, Lisanü'l-Arab, IV, 434-437; Zebîdî, Tâcu'l-Arûs, III, 318-320; Elmalılı, Hak Dini, Istanbul 1979, II, 1213). Istişârenin lügat manası ile ıstılah manası arasında yakın bir bağ vardır. Çeşitli görüşlere başvurmak suretiyle doğruyu elde etmek veya ona yaklaşmalarının çeşitli çiçeklerden gerekli malzemeyi alıp işledikten sonra ortaya çıkardığı balı kovandan alması gibidir. Bu bakımdan Kur'an-ı Kerîm olayın ehemmiyetini şu şekilde ortaya koymuştur: "Iş hususunda onlarla müşâvere et" (Alu Imrân, 3/159); "Onların işleri aralarında istişâre iledir" (Şûrâ, 42/38).

Istişâre, kişinin kendisini ilgilendiren konularda bir başkasının görüşüne başvurması veya idârecilerin ümmetin durumunu ilgilendiren konularda müşâverede bulunması şeklinde iki cepheden ele alınabilir. Birinci durumda istişâre sünnettir (Nevevî, Şerhu'l, Müslim, Kahire 1347-49/1929-30, IV, 76).

Idârecilerin ümmetin durumunu ilgilendiren konularda istişârede bulunmasının hükmü konusunda ise farklı görüşler vardır. "Iş hususunda onlarla istişâre et " (Alu Imrân, 3/159) ayetinin vücûb mu nedb mi ifade ettiği konusunda ulema ihtilâf etmişlerdir.

Mâlikîler dini konularda Islâm devletinin yönetimi ile ilgili mevzularda idarecilerin istişârede bulunmalarının vacipolduğu görüşündedirler. Hatta ibn Atiyye ve Ibn Hüveyzimendâd böyle bir durumda âlimlere danışmayan idarecinin azlının vacib olduğunu savunmuşlardır (Kurtubî, el-Câmi li-Âhkâmi'l-Kur'ân, Kahire 138687/1966-67, IV, 249-250; M. Tahir b. Âşûr, et-Tahrîr ve't-Tenvîr, Tunus 1984, IV, 148). Imam Şafiî istişâreyi nedb'e hamletmiş, ancak daha sonraki Şâfiî fukahası ayetin vücub ifade ettiği görüşünü benimsemişlerdir (Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, Kahire 1934-62, IX, 76; Nevevi, a.g.e., IV, 76). Bu konuda Hanefilere nisbet edilen bir görüş bulunmamakla birlikte, Cessâs (v.370/980)'ın Şûrâ(42) 38. ayetinin tefsirinde "istişârenin iman ve namaz kılmakla birlikte ele alınması, konunun önemine ve bizim bununla emrolunduğumuza delâlet etmektedir" şeklindeki sözünden istişârenin vacipolduğu görüşünü benimsedığını anlıyoruz (Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'an, Beyrut, ts., V, 263; M. Tâhir b. Aşûr, a.g.e, IV, 148).

Hz. Peygamber (s.a.s) istişâreye teşvik etmiş; kendisi de Bedir'de Ebû Sufyân'ın geldiğini haber alınca ne gibi tedbir alınacağı konusunda Ensar'la müşâvere etmiş; ayrıca Bedir esirleri konusunda, Uhud ve Hendek Gazvelerinde, Hudeybiye'de, Taif Seferinde, Ifk hadisesinde, ezan konusunda olduğu gibi birçok mevzuda ashabıyla istişâre etmiştir. Hatta Ebû Hureyre, Rasûlullah'tan daha çok ashabıyla istişâre eden kimse görmediğini belirtmektedir. Bundan dolayı ibn Teymiyye idareciler istişâreden muaf olamazlar. Çünkü Allah onu peygamberine emretmiştir, demektedir (Ibn Teymiyye, es-Siyâsetü'ş Şer'iyye (Mecmû'u Fetâva içinde), Riyad 1381-86, XXVIIl, 386, 387; Hemmâm Abdurrahîm Sa'd, "Arzu'l Ehâdisi'n-Nebeviyye el-Müteallike bi'ş-Şûra" (eş-Şûra fi'l-Islâm içinde), Amman 1989, 1, 85-107). Bunun yanısıra sahâbe ve özellikle Hulefâ-i râşidîn istişâreye büyük önem vermişler, Hz. Ebû Bekir ve Ömer (r.a); istişâre etmek üzere Hz. Osman, Hz. Ali, Abdurrahman b. Avf, Muaz b. Cebel, Ubey b. Ka'b, Zeyd b. Sâbit ve diğer ashab'tan oluşan birer müşâvere heyeti oluşturmuşlardır (Ibn Sa'd, et-Tabakât (nşr. Ihsan Abbas), Beyrut 1388/1968, II, 350-352; Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, Haydarâbâd 1355, X, 114- 115; Müttakî el-Hindi. Kenzu'l-Ummâl, Beyrut 1405/1985, V, 627; Said Ramazan el-Bût;, "eş-Şûra sî Cahdi'l-Hulefai'r-Raşidin (eş-Şûrâ fi'l-Islâm içinde), l, 113-167).

Islâm hükümeti Alu Imrân 3/159. ayette belirtildiği üzere meşveret (istişâre) esası üzerine kurulmuştur (Abdülkerim Zeydan, el- Vecîz f; usûli'l fıkh, Bağdad 1405/1985, s. 358; M. Hamîdullah, Islâm Peygamberi (Trc. S. Tuğ), Istanbul 1980 II, 942). Bu özelliğiyle Islam idaresi bir şahsın diktatörlüğüne dayanan "otokrasi"den; kendisinde ilâhî bir sıfat olduğu iddiasıyla ortaya çıkan kişinin idaresine dayanan "teokrasi"den; üstün azınlık sınıfının hâkimiyetine dayanan "oligarşi"den; kişilerin heva ve heveslerine göre idare ettiği "demagoji"den ayrılır (Izzüddin et-Temîmî, eş-Şûrâ beyne'l-Esâle ve'l-Muâsıra, Amman 1405/1985, s. 27-28).

Islâm'daki istişâre sistemi çoğunluk veya azınlık-farkı gözetilmeksizin imkan dahilinde herkesin görüşünü almayı gerektirmekte bunun yanında görüşler içinde tercihe şayan olanın parmak hesabıyla değil, derin ve tarafsız aklî araştırma neticesi tesbit edilmiş olanın tatbik mecburiyetini içermektedir (Ma'ruf ed-Devâlibî, Islâm'da Devlet ve Iktidar (trc. Mehmed S. Hatipoğlu), Istanbul 1985, s. 55). Bu sistem iktidar nazariyesinde bir yenilik olup, kapıtalist demokratik rejimlerdeki şekliyle ekseriyetin ekalliyete; sosyalist demokratik rejimlerde olduğu gibi ekalliyetin ekseriyete tahakkümünü safdışı etmektedir. Bununla beraber Islâmî müşâvere sistemi arzu edilen neticeyi verebilmesi için belli bir pedagojik (terbiyevi) hazırlık devresini gerektirmektedir (Devâlibî, a.g.e., s. 56).

Devlet başkanının istişâre edeceği heyet değişik bir kadro teşkil edebilir. Şura meclisi Uhud savaşında Hz. Peygamberin müslümanlarla istişâresinde olduğu gibi bazen halkın çoğunluğu (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 351); bazen Havazın ganimetleri meselesinde olduğu gibi istişâre anında mevcut müslümanların tamamı; bazen Hendek muhaşarasında Gatafan'ın çekilmesi için yapılacak antlaşmalarda görüldüğü üzere Sa'd b. Muâz ve Sa'd b. Ubâde gibi kendi kavimleri içinden yükselmiş kişiler (Abdurrezzak, el-Musannef, Beyrut 1403/1983, V, 367-368; Heysemî, Mecmau'z Zevâid, Beyrut 1967, VI, 130-133); bazen de Bedir esirleri konusunda olduğu gibi, müslümanların bir kısmı şûrâ meclisini oluştururlar (Ahmed b. Hanbel, a.g.e., III, 105, 188, 219-220; Abdülkerim Zeydan, Islâm'da Ferd ve Devlet, Istanbul 1978, s. 99-100). Ancak şûra meclisi kimlerden oluşursa oluşsun ortaya çıkan hükümler İslam'ın genel prensiplerine aykırı olamayacağından, halk üzerinde keyfî bir idare, diktatörlük, zulüm ve adâletsızlık meydana getirmeyecektir. Zira Islâm âdil bir sistemdir.

Devlet erkânı bilmedikleri ve içinden çıkamadıkları dinî konularda âlimlerle; cihadla ilgili konularda ordu komutanlarıyla; ümmetin menfaatine yönelik mevzularda halk büyükleriyle; memleket davalarında yazarlar, nâzırlar, işçi ve memur temsilcileriyle istişâre etmeleri durumunda bu prensip amacına ulaşır. istişâre yapılan kişiler hakkıyla dindar, bilgili (sahasında uzman), akıllı ve tecrübeli olmalıdır (Kurtubî, a.g.e., IV, 249-250).

Istişâre bir nevi ictihad demektir. Konusunu ise Kur'an ve Sünnetin açıkça beyan etmediği konular teşkil eder (Şerbâsî, Yes'elûneke fi'd-dîni ve'l-Hayât, Beyrut 1980, IV, 169; M. Vehbi, Hulâsatü'l-Beyân, Istanbul, ts. (Üçdal), II, 766). Devlet başkanı ile şura meclisi arasında anlaşmazlık çıkması halinde, ihtilâf konusunu tartışıp inceledikten sonra görüş bildirecek bilirkişilerden oluşacak hakem heyeti kurulabilir. Hz. Ömer bunu tatbik etmiştir. Şam'a giderken, yolda orada veba salgını olduğunu öğrenince, yola devam edip etmeme konusunda muhâcirlerle istişâre etmiş; anlaşma olmaması üzerine ensarla görüşmüş; yine netice çıkmayınca ilk muhacırlerden Kureyş büyükleriyle müşavere etmiş ve onların geri dönme yolundaki teklifini kabul ederek maiyetiyle birlikte geri dönmüştür (Buhârî, Tıb, 30; Hiyel, 13; Müslim, Selâm, 98, 100; Muvatta', Medine, 22, 24; Ahmed b. Hanbel, a.g.e., I, 194; M. Reşid Rızâ, Tefsirü'l-Menar, Beyrut, ts. (Dârü'l-Ma'rife), V, 196-197; Zeydan, a.g.e., s. 103). Bu gibi durumlarda Hz. Peygamberin çoğunluğun görüşüne uyduğu da olmuştur. Meselâ Uhud'da Medine'nin dışına çıkmanın aleyhinde olduğu halde, ekseriyetin isteği üzerine şehir dışında savaşmıştır (Ahmed b. Hanbel, a.g.e., III, 351; Zeydan, a.g.e., s. 103-104).
 
Istişârenin fazileti:

Istişâre ile işlerin güzel neticelere varması, siyâsi, içtimâî, askeri vs. bütün alanlarda problemlerin çözülmesi mümkündür. Kişi ne kadar akıllı, zeki ve tecrübeli bulunursa bulunsun, Cenâb-ı Hakk'ın Kur'an-ı Kerîm'inde işaret ettiği ve fâillerini övdüğü müşâvere esasına uygun hareket etmedikçe, faydalı sonuçlara ulaşması ve problemlerini güzel bir şekilde çözümlemesi pek mümkün değildir. Zira Hz. Peygamber (a.s.) akıl ve zekâ yönüyle insanların en mükemmeli iken, Allah ona bile müşâvereyi emretmiştir.

Hz. Peygamber (a.s.) vahyin indirilmediği durumlarda daima arkadaşları ile istişâre yoluna gitmiştir. Ashab-ı kirâm, Resulullah (a.s.)'ın kendi fikriyle hareket ettiğini bildikleri konularda, kendi fikirlerini O'na açıklar, o da uygun fikir doğrultusunda hareket ederdi. Bunun örnekleri pek çoktur.

Peygamber Efendimiz. Bedir savaşında, kendilerine en yakın kuyunun başında durdu ve orayı karargah yapmak istedi. Bu sırada Ashab'tan Hubâb el-Cümuh, Peygamberimize "Yâ Resulullah! Burayı, Allah'ın seni yerleştirmiş olduğu ve bizim ileri geri gitmeğe yetkimiz olmayan bir yer olarak mı seçtin? Yoksa bu. bir görüş, bir harp taktiği midir?" diye sordu. Resulullah (a. s.) "Hayır; bu bir görüş ve bir harp taktiğidir" dedi. O zaman sahâbi "O halde Yâ Resulullah! Burası uygun bir yer değil, orduyu kaldır. Düşmana en yakın kuyuya gidelim. Orada bir havuz yapıp içine su dolduralım, geride kalan kuyuları tahrip edelim, düşman istifade edemesin." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) "Sen güzel bir fikre işaret ettin" buyurdu ve sahabinin dediği şekilde hareket etti.

Toplumların düştükleri hatalar, çok defa işi kendi başına yürütme sonucu olmaktadır. Bu, işi kendi başına yürütme ne kadar genişlerse hataların sayısı o nisbette artar; ne kadar daralırsa hatalar da o nisbette azalır. Gerçi hatadan büsbütün kurtulmak imkânsızdır. Çünkü hatadan uzak kalan sadece Allah'tır. Ancak meselelerin çözümünde birçok fikir bir araya gelirse, mükemmel veya nisbeten doğru bir çözüm elde edilebilir. Bu surette, sorumlu kimselerin üzerindeki sorumluluk yükü de hafifler ve sorumluluk müşterek olur.

Istişâre ederken göz önünde bulundurulması gereken en önemli noktalardan biri, kime veya kimlere danışılacağı konusudur. Bu husus, yapılacak olan bir işin hayırla neticelenmesine önemli derecede etki eder. Bu yüzden danışılacak olan kişinin, akıl ve tecrübe sahibi, dindar ve faziletli, samimi, sağlam fikirli, keskin görüşlü, insan psikolojisini iyi tahlil edebilme, doğruluk ve güvenirlik gibi değerlere sahip olmasına dikkat edilmelidir. Öte yandan, aklı bir şeye ermeyen, ahlâksız, mağrur kimselere danışmanın kişiye hiçbir yarar sağlamayacağı da açıktır.

Görüşlerinde ve düşüncelerinde daima isabet edenlerin, bir iş yapmağa niyetli olduklarında, istişâre etmelerine şaşılmamalıdır. Çünkü böyle kimseler, kendi görüşlerini yoklarlar, zekâ ve anlayışlarını denerler. Bu şekilde hareket etmekle fikir ve düşüncelerini zinde tutarlar.

Herhangi bir konuda istişâre etme ihtiyacı ortaya çıkarsa, şu iki metoddan biri ile problem halledilir Birincisi, birkaç kişiyle ayrı ayrı görüşülür, fikirleri alınır; fikirler hangi noktada daha çok birleşiyorsa, o uygulanır. ikincisi birkaç kişi toplanıp görüşleri sorulduğu zaman her biri fikirlerini söyler, daha sonra bu kişiler birbirlerinin görüşlerini inceleyerek en uygun görüşte karar kılarlar ki bu görüşle de sağlıklı hareket etmek mümkündür.

Abbaşı yöneticilerinden Me'mun, oğluna nasihat ederken, istişâre konusunda şöyle demiştir: "Şüphen olan işlerde, tecrübe sahibi, gayretli ve şefkatli ihtiyarların görüşlerine başvur. Çünkü onlar, çok şey görüp geçirmişler, zamanın inişli-çıkışlı, ikballi-hezimetli olaylarına şahit olmuşlardır. Onların sözü acı da olsa kabul ve tahammül et. Danışma kuruluna korkak, hırslı, kendini beğenmiş, yalancı ve inatçı kişileri alma"

Kendilerini beğenen, başkalarının görüş ve düşüncelerine değer vermeyen kişiler, hiç kimseye danışmazlar. işlerini kendi görüş ve düşünceleri doğrultusunda çözümlemeye çalışırlar. Bu şekilde davranma ise çoğu zaman yanlışlıklara sebep olur. Yapıları işlerden fayda yerine zarar elde edilir.

Bir kişiye bir iş hakkında düşüncesi sorulup da, o kişinin düşüncesi etrafında iş halledilmeğe çalışırken, işin sonucu iyi çıkmazsa, düşüncesi soruları kişi azarlanmamalı ve tekdir edilmemelidir. Zira, bu dünyada herkesin, kendi düşünce ve fikirlerinin uygun olduğunu zannetmesi normaldır. Kişi, görüşündeki hatasıyla kınanır ve azarlanırsa. kendisine ümitsızlık ve güvensızlık gelir. Bu durumda olan kişiye danışılınca da, doğru olan görüşünü gizler ve hata yapma korkusu ile o konuda hiçbir şey söylemez.

Kısaca belirtmek gerekirse, istişâreye yani danışmaya, Yüce Allah'ın emri, Peygamber Efendimizin sünneti olarak önem verilmelidir. Atalarımız da "Ulu sözü dinleyen, ulu dağlar aşar", "Akıl akıldan üstündür" diyerek, istişârenin gerekliliğini kısa ve öz bir şekilde ifade etmişlerdir.
 
Geri
Üst