Islam Fikıh Ansiklopedisi

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan Z1rT
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
HUNSA

Erkeklik ve dişiliği tam olarak belli olmayan çifte cinsiyetli insan, er-dişi.

İnsanlar, ya erkek veya dişi olmak üzere iki sınıftır. Kur'an-ı Kerimde bu gerçek şöyle ifade buyrulur: "Adem ve Havva'dan bir çok erkek/er ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun..." (en-Nisa, 4/'1).

"Ey insanlar! şüphesiz ki sizi, bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve Kabilelere ayırdık. Elbette ki Allah nezdinde en şerefli olanınız ondan en çok korkanınızdır" (el-Hucurât, 49/13).

Cenab-ı Hak, hayvanlar ve bitkiler alemini de çift çift yarattığını haber verir: "Düşünüp ibret alasınız diye, biz her şeyi çift çift yarattık" (ez-Zâriât, 51/49)."Yerin bitirdiklerinden ve bilmedikleri daha nice şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir" (Yâsin, 36/36)."Gökleri ve yeri yoktan var eden O'dur. O, sizin için kendi cinsinizden, hayvanlar için de kendi cinslerinden eşler yarattı. Allah sizi bu şekilde çoğalttı" (eş-Şûrâ, 42/11).

İşte bu ilahi prensibin bir istisnası olarak insanlar arasında nadir olsa, cinsiyet karışıklığı olan kimseler bulunur. Bunlardan bazılarında hem erkek, hem de kadın özellikleri bir arada olur. Bazan da iki cinsin de özelliklerini taşımaksızın, gaita veya cinsiyet organından dışarı atması gereken maddeleri, göbek yerinden ifraz ederler.

İşte bu gibi insanlar hunsa adını alırlar. Bunların, erkek veya dişi oldukları ortaya çıkarsa problem kalmaz. İslam ibadet ve muâmelelerinde sonuca göre işlem görürler. Ancak erkek veya kadın oldukları belirlenemezse hunsa-ı müşkil adıyla haklarında aşağıdaki hükümler cereyan eder.

Bir insanın hunsa olması halinde; o kişide ya iki uzvun bir arada bulunması veya her iki uzvun da bulunmaması haline bakarak iki durum düşünülür. Şöyle ki: Bir hunsa da iki uzuv da bulunmazsa kendisinde sakal veya memenin varlığıyla şüphe ortadan kalkar. İki uzuv da mevcutsa, idrar yeri hakem kılınır. Eğer erkeklik uzvuyla idrar yapıyorsa erkek sayılır. Kadınlık uzvuyla bevlediyorsa kadın olduğuna hükmedilir; diğer uzuv, zaid sayılır. Eğer iki uzuvdan da idrar yapıyorsa, idrarın ilk çıktığı uzva itibar olunur: diğerine itibar olunmaz (es-Serahsî, el-Mebsut XXIX, 91-92).

İki uzuvla bir anda idrarını yapıyorsa, kendisinden daha çok idfar çıkan uzva göre hüküm verilir. Bu Ebû Yusuf'la, İmam Muhammed'e göredir. Ebu Hanife bu son durum hakkında susmayı tercih etmiştir (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu V, 367).

İki uzuvdan eşit miktarda bevl çıktığı taktirde ise Ebû Hanife'ye göre diğer belirtilerin ortaya çıkması beklenir. Şöyle ki, Erginlik çağında erkekler gibi ihtilâm olur veya erkek gibi cinsel ilişkide bulunursa, yahut sakalı çıkarsa erkek olduğuna hükmedilir. Bunun aksine kadın gibi ay hali görür ve memesi kabarı ortaya çıkar memesinden sut iner veya gebe kalırsa yahut da kadınlar gibi cinsel ilişkide bulunursa kadın olduğuna hükmedilir. Bu son meselede Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed susmayı tercih etmişlerdir (es-Serahsî, a.g.e, XXlX, 104).

Hunsanın, erkeğe veya kadına meyletmesi ve ihtilam olması, hayız görmesi gibi gizli konularda kendi sözüne itibar edilir. Bununla da durum ortaya çıkar. Ancak sonradan ortaya çıkan durum, onu yalanlarsa bu sözleri geçerliliğini kaybeder. Erkek olduğunu iddia ettiği halde çocuk doğurması gibi (Bilmen, a.g.e, V, 368).

Hunsây-ı müşkil olup durumu belli olmayan bir kimse miras bırakanın ölümü hâlinde kendisinden önde başka mirasçı bırakmazsa tek başına bütün mala varis olur. Fakat kendisiyle birlikte başka mirasçı da bulunursa iki durumdan, daha kötü olanına (esveü'l-hâleyn) göre mirasa hak kazanır. Yani bir kere erkek, bir kere de kadın farz edilerek miras hissesi hesaplanır. Hangi durumda daha az miras alacaksa, ona göre işlem yapılır. Eğer her iki halde de mirasçı olamıyorsa, kendisine hiç bir şey verilmez.

Meselâ, bir ölünün varisleri bir oğlu ile bir kızından, bir de hunsây-ı müşkil bulunan bir çoğundan ibaret bulunsa, bu hunsaya bir kız payı verilir. Çünkü bundan fazlasını hakkettiği şüpheli olduğu halde, bu kız payını hakketmesi kesin olarak bilinmektedir.

Yine bir ölünün varisleri, kocasıyla ana baba bir kızkardeşi ve baba bir kardeşi bulunan bir hunsayı müşkilden ibaret olsa bu hunsaya erkek kabul edilerek pay verilmez. Çünkü iki durumdan kötü olanı onun erkek farz edilmesidir. Eğer kız kabul edilirse hisseye hak kazanır. Ancak kız olduğu da şüphelidir. Çünkü mirasa hak kazanma mirasçılığın kesin olarak bilinmesine bağlıdır (İbn Kudame, el-Muğnî, VII, 113, 121; es-Serahsî, el-Mebsut, XXIX, 91-114; es-Seyyid Sabik, Fıkhu's-Sünne III, 454).

Hunsanın sünnet olması konusunda görüş ayrılığı vardır. Şafii bilginlerinin bir kısmı, buluğ çağına varmadan fercinden sünnet edilir derlerken, diğer bazıları ne olduğu ortaya çıkıncaya kadar beklenilmeşinin uygun olduğunu söylerler. Bu son görüş daha doğrudur. Mâlikiler de aynı görüştedir. Hanefilere göre ise, hunsayı erkek veya kadının sünnet etmesi mekruhtur. Onlar bu konuda sünnet için bir cariye tutulmasını doğru bulmuşlardır .

Hanbelilere göre ise, bulûğa erme sırasında fercinden sünnet edilir (Muhammed Mahmut Hattab es-Sübuki, el-Menhelü'l-Azbü'l-Mevrûd, 1, 196).
 
HURAFE, HURAFECİLİK
Uydurulmuş hikâye ve rivayet. Bu hikâye ve rivayetleri aktarına ve benimseme tutumu. Bunlar genellikle dinin bir parçası veya gereği olarak aktarıla geldiği gibi, benimseyenlerce de dindenmiş gibi benimsenmiş olan, gerçekteyse dinle ilgisi bulunmayan, sonradan katılmış hikâye ve rivayetlerdir .

Hurafenin bu durumuna açıklık getirebilmek için, dine sonradan katılan diğer unsurları anlatan kelimelere, kavramlara da kısaca değinmek gerekecektir. Bunları şöylece sıralayabiliriz:

a. Bid'atler: Kur'ân-ı Kerim ve Sünnet'te bulunmayan ve Ashabca da bilinmeyen, özellikle din esaslarına ilişkin sonradan çıkma kimi ibadet ve davranış biçimleri ve inanca yönelik yorumlar. Mevlit okutmak, Kur'ân-ı Kerîm'in "mahlûk" olup olmadığını tartışmak gibi...

b. İsrailiyyat: Kur'ân-ı Kerîm'deki kıssaların yorumu ve benzeri durumlarda ayrıntıya ilişkin bilgi vermiş olmak adına Kitab-ı Mukaddes, özellikle Tevrat ve Tevrat yorumlarından aktarılan bilgiler. Ehli kitap rivayetleri...

c. Batıl İnançlar: Dinde kesinlikle yeri olmayan, fakat günlük hayatta dinin bir parçasıymış gibi gösterilen ve gerçekte dindışı olan, hatta dinin özüne ters düşen kimi inanç ve davranış biçimleri. Nazar boncuğu takmak gibi . . .

d. Esâtîr: Eski batıl dinlerin inanç ve yorumlarından olup da, halkın arasında sürüp giderken, müslümanlaşma sırasında "Müslümanlaştırılarak" dine katılan mitolojik hikâyeler, efsaneler . . .

e. Hurafeler: İsrailiyyat ve esâtîrden olmadığı halde bütünüyle sonradan uydurulan ve genellikle İslâm'ın gerçeğiyle bağdaşmaz batıl inançları veya çarpık davranış biçimlerini telkin eden hikâyeler.

Nitekim, "hurafe" kelimesinin kökeni de, bu tür bir olayın adlandırılmasıyla ilişkilidir. Hurafe, gerçekle, Arap kabilelerinden Uzle'ye mensup bir şahsın adı olup, anlattığı inanılmayacak şeylere de (onun adına izafetle) 'hadis-i Hurafe' denilmiştir. (Ferit Devellioğlu, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, Hurafe Kelimesi).

İbarede geçen "hadis-i Hurafe"nin anlamı, "Hurafe'nin çıkardıkları, uydurdukları, ortaya attıkları, söyledikleri bütünüyle temelsiz hikâyeler"dir. Yukarıda sıralanan dine sonradan katılmış şeylerden "hikâye" türündeki İsrailiyyat'tan bir bölümü Tevrat'ta vardır. Bir bölümü ise Tevrat tefsirlerinde olup, bunlar ya esatîrden alınma ya da bütünüyle uydurmadır. Tevrat'ta bulunanların bir bölümünün de

Tevrat'ın yeniden yazılması sırasında katılmış olması mümkündür. Bu itibarla, İsrailiyyat'ın büyükçe bir bölümünün gerçek Tevrat'la ilgisi olmadığı cihetle hurafe olarak değerlendirilmesi yanlış olmayacaktır. Semavî kökenli olmayan batıl dinlerin mitolojisinden kaynaklanma esatîr'in ise, apaçık bir hurafe olarak değerlendirilmesi gerekir. Çünkü, bu dinlerdeki her şey insanların uydurmasıdır. Bunlara ek olarak, sonraki yıllarda yeni yeni uydurulan hikâyeler de, hep, hurafe sınıfına dahildir.

Hurafecilik'e gelince: Bu deyim, ilk bakışta hurafeleri benimsemek gibi görünüyor olsa da, boyutları bu kadar değildir. Tabiin -hatta Ashabın son dönemi- devrinden itibaren, camilerde halka öğüt verenlerden kimileri daha çok dinleyici bulup, çıkar sağlamak için anlattıklarını hikâyelerle süslemeğe başlamışlar ve bu arada İsrailiyata başvurmakla yetinmeyip, kendileri de kimi hikâyeler uydurur olmuşlardır. Gerek hadis ve gerekse tefsir tarihlerinde kendilerinden "kıssacılar" olarak söz edilen bu kişiler, halkın dinin özünü unutarak hikâyelerle oyalanmasına yol açtıkları için dine büyük zarar vermişlerdir. Hurafecilik, işte o günden bu yana sürüp gelmiştir.
HÜRMET-İ MÜEBBEDE(EVLENMELERİ EBEDİ YASAK OLANLAR)
Hürmet; Evlenmeleri yasak olanların arasındaki haramlık; yasaklanmış olmak, mümkün olmamak. Müebbede; ebedî olarak, sonsuza kadar. Hürmet-i müebbede; "ebedî haramlık; sonsuza kadar mümkün olmamak". Bir İslâm hukuku terimi olarak; bir kimsenin kendileriyle evlenmesi ebedî olarak haram kılman bazı hısımları ifade eder. Buna, mutlak evlenme engelleri de denir. Bu engellerin menşei; dinî, ahlâkî, sosyal, tıbbî ve fizyolojik düşüncelere dayanır. Eski ilkel toplumların çoğunda bugünkü anlamda evlenme engelleri yoktur.

Çeşitli hukuk sistemlerinde, evlenme engelleri arasında esaslı yakınlıklar olduğu görülür. Meselâ; kilise hukuku ile, İslâm hukukunun evlenme engeli saydığı haller arasında esaslı bir benzerlik vardır. Bunların bazıları geçici engel teşkil eder, şartlar değişince engel de ortadan kalkar. Din ayrılığı veya başkası ile evli bulunmak gibi... Bir kısmı ise hiçbir şekilde ortadan kalkmayan sürekli engeller olup hürmet-i müebbede meydana getirirler (el-Kâsânî, Bedâyîu's-Sanâyi', II, 256 vd.; İbnü'l-Hümâm, Fethu'lKadîr, II, 357 vd.; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 28-42; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, 1, 273 vd.; M. Zihnî, MünâkehâtşşşMüfarakât, s. 29-45).

Mutlak evlenme engelleri Nisâ Sûresi yirmiüçüncü âyette şöyle sıralanmıştır: "Analarınız, kızlarınız kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kızkardeş kızları ve sizi emziren süt analarınız, süt kardeşleriniz, karılarınızın anaları, kendileriyle zifafa girdiğiniz karılarınızdan olup himayelerinizde bulunan üvey kızlarınızla (evlenmeniz) size haram kılındı"

Bu âyetin hükmünden üç çeşit mutlak evlenme engeli ortaya çıkıyor. Kan hısımlığı, sihrî hısımlık ve süt hısımlığı.

Kan hısımlığı: Bir erkeğe nesep veya hısımlık sebebiyle dört grup kadın haram olur. Anası ve yukarıya doğru bütün nineler; kızı ve aşağıya doğru bütün kız torunları; kız kardeşi, erkek üvey kız kardeşinin aşağıya doğru kız çocukları. Burada erkek veya kız kardeşin ana baba bir, baba bir veya yalnız ana bir kardeş olması sonucu etkilemez. Halalar ve teyzeler, büyük hala ve büyük teyzeler ebedî evlenme yasağı kapsamına giren nesep hısımlarıdır.

Alman hukuku ile diğer bazı batılı devletlerin hukukunda amca, hala, dayı ve teyze ile yeğenler arasında evlenme engeli yer almamıştır. Macaristan'da kardeş çocukları da evlenmez. Katolik kilise hukukunda eskiden yedinci dereceye kadar kan hısımları arasında evlenme yasak idi. Sonradan bu da dördüncü dereceye kadar indirildi. Yani, usûl fürûu ve kardeşlerle bunların fürûu arasında cereyan eden bir engel halini aldı. Mûsevilerde, bir kimsenin yeğeni ve yeğen çocukları ile evlenmesi yasak değildir.

Sıhri hısımlık: Sıhriyet, eşlerden birini diğerine bağlayan hukukî bir rabıtadır. Sonradan boşanma veya ölümle evlilik sona erse bile, sıhri akrabalık ortadan kalkmadığı için, bu mutlak bir evlenme engeli teşkil eder. Bunlar dört grupta toplanabilir: Üvey kızlar, kayın valideler, üvey ana ve nineler ile gelinler bu engelin kapsamına girer.

Üvey kız; bir erkeğin evlendiği kadının başka bir erkekten olma kızıdır. Böyle bir kızın annesiyle evlenip, cinsî temas olduktan sonra,artık bu üvey kız, üvey babasına sonsuza kadar haram olur.

Kayın valideler: Bir erkek, evlendiği kadının annesi veya nineleri ile ebedî olarak evlenemez.

Üvey ana ve nineler de ebedî haramdır (en-Nisâ, 4/22).

Gelinler: Bir erkek, oğlunun veya torunlarının hanımı ile, boşanma veya ölümle gelinler dul kalsa bile artık evlenemez (en-Nisâ, 4/23).

Ebû Hanîfe'ye göre zina da evlilikte olduğu gibi sıhrî hısımlık meydana getirir. Buna göre, bir erkek bir kadınla zina edince, bu kadının annesi, ninesi... ile kızı veya kız torunları zina eden erkeğe haram olur. Zina eden kadın da, zina ettiği erkeğin usûl veya fürûu ile evlenemez. İmam Şâfiî ile İmam Mâlik'ten bir rivâyete göre zina sıhrî hısımlık doğurmaz ve dolayısıyla bir evlenme engeli meydana getiremez (es-Serahsî, a.g.e, IV" 204 vd.; el-Cassas, Ahkâmü'l-Kur'ân, II, 137; el-Mevsılı, el-İhtiyar, III, 88; Ö.N. Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, II, 97).

Süt Hısımlığı: İslâm hukuku, kan ve sıhriyet yoluyla hısımlıktan başka bir hısımlık daha kabul etmiştir. Kendinden olmayan bir çocuğu emziren kadınla o çocuk arasında süt hısımlığı doğar. Kadın süt ana, çocuk da süt evlat olur. Süt hısımlığı bazı istisnalar dışında kan hısımlığı ile aynı yasağı doğurur. Kilise hukukunda da mânevî hısımlık diyebileceğimiz buna benzer bir hısımlık vardır. Buna "vaftiz etme" denir. Vaftiz âdeti, vaftiz baba ve vaftiz ana ile vaftiz edilen çocuk arasında mânevî bir hısımlık doğurur ve bu hısımları birbirleriyle evlenemez (Halil Cin, İslâm ve Osmanlı Hukukunda Evlenme, s. 105; Hukuku A ile Kararnâmesi, madde 29).

Âyet-i kerimede yalnız süt ana ve süt kardeşten söz edilmiş (en-Nisâ, 4/23), diğer süt hısımlarına temas edilmemiştir. "Nesepçe haram olanlar süt cihetiyle de haram olurlar" (Buhârî, Şehâdet, 7; Müslim, Radâ, l) hadisi bu konudaki genel prensibi oluşturur. İslâm hukukçularının büyük çoğunluğuna göre, çocuğun ilk iki yaş içinde emdiği sut, hısımlık doğurur (el-Bakara, 2/233). Ebû Hanîfe'ye göre ise bu süre otuz aydır. Zira ".. (Çocuğun ana karnında taşınması ile sütten kesilmeşinin süresi otu: aydır" (el-Ahkaf, 46/15) âyeti buna delildir. Otuz ay, hem hamileliğin hem de sütten ayrılmanın ayrı ayrı süresidir. Ebû Hanîfe ile İmam Mâlik'e göre, haramlığın doğması için emilen sütün az veya çok olması arasında fark yoktur. Çünkü âyet ve hadiste emilecek sütün miktarı belirtilmemiştir. İmam Şâfii ise, beş doyurucu ve fasılalı emişi şart koşar. Dayandığı delil Hz. Âişe'den nakledilen ve emme sayısını on'dan beş'e indiren rivâyettir. Hz. Âişe bunu âyet olarak nakletmişse de ispât edilemediği için Kur'ân'a yazılmamış ve Şafiîlerce Kur'ân'a yazılıp okunması neshedilmiş fakat hükmü bâki kalmış âyetlerden sayılmıştır (Ahmed, Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, VII, 368, 369). Hanefilere göre bu, tilâveti de hükmü de mensûh âyet kabul edilmiştir (İbnü'l Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Radâ bahsi).

Süt hısımlığı meydana gelince nesep bakımından hısımlık gibi mutlak evlenme engelleri doğar. Bunları şu prensipte toplamak mümkündür. Emenin kendisi, süt emzirenin nesline haram olur. Bunlar şu hısımlardır: Süt emen bir erkek çocuğunu esas alırsak; usûlü yani süt anası, süt ninesi.... süt kızı, süt çocuklarının kızları, süt kız kardeşi veya süt kardeşlerinin ilânıhaye kızları, süt hala ve süt teyze ile ebedi evlenme yasağı doğar.

Süt hısımlığı olan kimseler her nasılsa evlenmişlerse nikâhları Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre bâtıldır. Süt hısımları birbirine yabancı olmazlar. Bir fitne tehlikesi yoksa birbirine bakabılirler.
HURMET-İ MUSÂHARA(KAYIN PEDERİN ELİNİN ŞPÜLMESİ)
Kayınpederin eli öpülürken insanın aklına birşey gelirse kocasından boş olur diyorlar, doğru mudur?

Sözü edilen konu, Islâm Hukukunda "Hurmet-i musâhara" yani "Hısımlıktan Doğan Haramlık" terimiyle anlatılan şeydir ki, Hanefi mezhebine göre açıklaması şöyle dir: Birbirleriyle cinsel ilişkide bulunan, tenleri çıplak olarak ya da vücut sıcaklığını geçirecek kadar ince bir örtüyle birbirine değip şehvet duyan veya kadın erkeğin uzvuna, erkek de kadının uzvunun içine (iç fercine) bakıp yine şehvet duyan bir kadınla bir erkek sanki birbiriyle karı-koca imişler gibi aralarında "Hısımlıktan Doğan Haramlık" oluşur. Buna göre karı koca oldukları varsayımında hangi yakınlarının nikâhı kendilerine haramsa,onlar bu davranışla da haram olur, bu haram olanlardan birisi nikâhlısı ise boş olur. Meselâ, yanlışlıkla da olsa, bir baba, kızını, teni tenine değecek şekilde şehvetle tutsa, aralarında "hurmeti musâhara" oluşur ve kızı, faraza kendi karısı olsaydı, onun annesini nikâhlaması haram olacağı için, bu hareketiyle kızın annesi, yani kendi karısı kendisinden derhal ve ebediyyen boş olur. Yine aynı sebeple, meselâ kayınpeder gelinine dokunduğunda şehvet duysa, nasıl gelini kendi karısı farzedildiğinde, oğlu onunla evlenemez ise, bu olayla da gelini oğlundan kesinkes boş olur. Ancak bu sonucu doğuran şey, çıplak olarak değinildiginde, ya da söylediğimiz gibi uzuvlara bakıldığında şehvet duymuş olmaktır. Şehvet duymak ise, aklından kötü bir şey geçmiş olmak demek değil, erkek için, uzvunun dirilmesi, diri ise diriliğinin artması,kadın ya da ihtiyar erkek için ise kalbinin heyecanla çarpmasıdır. Bunlar olmadan söz konusu haramlık doğmuş olmaz. Şimdi buradan sorunun öbür bölümüne geçelim. "Avret" meselesine: "Bakılması helâl olan yerin tutulması da helâldir" diye bir kural vardır. Bundan sadece yabancı kadınlar istisna edilir. Buna göre; Damat-kayınvalide ve gelin-kayınpeder birbirlerinin eline, koluna, saçına... bakabileceklerine göre, birbirlerinin buralarına dokunmaları dolayısıyla ile ellerini öpmeleri ve tokalaşmaları da helâldir. Ancak çok az ihtimalle de olsa, sözünü ettiğimiz sonuca sebep olunabileceği ve bu yolla aileler yıkılabileceği için, damadın kayınvalidesinin, gelinin de kayın pederinin elini öpmesi; en azından Hanefi mezhebinde hoş olmayan bir davranış ve edep tarzı olarak görülmüştür. Sözkonusu haramlığın oluşmâsı için ergin olmak şartı da yoktur. Şehvet duyulabilecek yaşta olmak (müstehât) yeterlidir. Şâfiîlerde ise "Hurmet-i musâhara" bu sebeplerle oluşmaz; ancak helâl olan ilişkilerle oluşur. Yani Sâfîilre göre bir erkek bir kadına dokunma değil, onunla zina da etse; onunla arasında "hısımlık haramlığı" oluşmaz, bu onların biri yakınlarıyla evlenmelerine engel olamaz. Çünkü helâl, haram yollarla ortadan kalkmaz.
HÜRMET-I MUSÂHARE
Evlenme sonucu meydana gelen akrabalarla evlenme yasağı. Sıhriyete dayanan haramlık. Sıhriyet, eşlerden birini diğerine bağlayan hukuk; bir râbıtadır. Sonradan boşanma veya ölüm sebebiyle evlilik sona erse bile sıhfi akrabalık devam ettiği için, bu, mutlak bir evlenme engeli teşkil eder.

Kur'ân-ı Kerîm'de evlenme engeli doğuran sıhrî hısımlar dört gruba ayrılır. Üvey kızlar; Bir erkeğin evlendiği kadının, başka kocadan olma kızları, oğlunun kızları yahut kızının kızları bulunursa, üvey baba bunlarla ebedî olarak evlenemez."... Kendileriyle zifafa girdığınız karılarınızdan olup himayelerinizde bulunan üvey kızlarınızla evlenmeniz size haram kılındı" (en-Nisâ, 4/23). Bu engelin doğması için üvey baba ile, kızın annesinin cinsi temasta bulunması veya sahîh halvetin olması gerekir.
 

Kayın vâlideler:

Bir erkek evlendiği kadının anası ve nineleri ile ebedî olarak evlenemez. Kendi evliliği boşanma veya ölümle sona erse bile engel devam eder. "...Eşlerinizin anneleri.. . ile evlenmeniz size haram kılındı" (en-Nisâ, 4/23).

Baba ve dedenin kızları:

Bir kimse babasının ve dedelerinin karısı ile, yani üvey ana ve nineleriyle evlenemez. "Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin. Ancak (Câhiliyyet devrinde geçen) geçmiştir. şüphe yok ki o, bir hayasızlıktı" (en-Nisâ, 4/22). Bir kadının üvey baba ve dedeleriyle evlenmemesi hususu ilk maddede incelenmişti .

Gelinler:

Bir kimse oğlunun karısı veya torunlarının karısı ile evlenemez. Âyette; "Kendi sulbünüzden gelmiş oğullarınızın karısı sizlere haram kılındı" (en-Nisâ, 4/23) buyurulur. Buna göre himaye veya evlatlık maksadıyla alman çocuklarla, himayeye alan arasında bir evlenme engeli doğmayacağı gibi, himayedeki bir erkeğin karısı ile himaye eden arasında da sıhrî bir hısımlık doğmaz.

Islâm hukuku temelde evlatlık müessesesini kabul etmemiştir. Câhiliyye devrinde evlât edinme çok yaygındı. Evlât edinen, evlatlığının karısıyla evlenemiyordu. Kur'ân yerleşmiş bu cahilî adeti ilelebed kaldırmak, Allah'ın rızasına uygun olanı yerleştirmek için Hz. Zeyd'in boşadığı hanımı Zeyneb'i Hz. Peygamber'e nikahlamıştır.

Diğer yandan zina ile sihrî evlenme engelleri doğar mı? Bu konuda iki görüş vardır: Ebû Hanîfe'ye göre, zina aynen evlilik gibi sihrî hısımlık meydana getirir. Çünkü nikâh cinsî temas anlamına gelir. Bunun meşrû veya gayr-i meşrû olması arasında bir fark yoktur. Hatta, bir kadını yalnız şehvetle öpmek veya okşamak, tenasül uzuvlarına bakmak evlenme yasağı doğurmaya yeterli sayılır. Aynı şey kadın için de geçerlidir. Böylece bir erkek bir kadınla zina edince, bu kadının annesi, ninesi... ile kızı ve kız torunları zina eden erkeğe haram olur. Aynı şekilde, zina eden kadın da, zina ettiği erkeğin usûl ve furûu ile evlenemez. Ahmed b. Hanbel ile Imam Mâlik'ten bir rivâyete göre de zina sıhrî hısımlık meydana getirir.

Imâm Şâfiî ve Imam Mâlik'ten diğer bir rivâyete göre, zina, sıhrî hısımlık doğurmaz ve dolayısıyla bir evlenme engeli meydana getirmez. Çünkü nikâh akit anlamındadır. Bu bakımdan, bu husustaki nassların akitle ilgisi olmayan gayrı meşrû ilişkilerin şümûlü yoktur. Diğer yandan haramın, helalı haram hale getirmeyeceği hadisle sabittir. Sıhrî hısımlık eşler için bir nimet ve kolaylıktır. Daha önce hiç görüşüp tanışmayan kimselerin samimiyetle ve bir âilenin fertleri olarak görüşmelerini sağlar. Onları çeşitli fitnelerden korur. Zina edenlerin ise bu sıhrî hısımlık nimetinden yararlandırılması düşünülemez. Bununla birlikte Şâfiîlerde bu çeşit sıhrî hısımlarla evlenmek mekruh sayılmıştır (es-Serahsî, el-Mebsût, IV, 204 vd.; el-Cassas, Ahkâmü'l-Kur'ân, ll, 137; eş-Şîrazî, el-Muhezzeb, l l, 45; eş-Sevkânî, Neylü'l-Evtâr, VI, 57; el-Mevsılî, el-Ihtiyâr, 111, 88; Bilmen, Astilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, II, 97; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul, 1983, s. 215. 216).

Islâm'da evlilik dışı cinsî yakınlaşmanın evlenme engeli doğurması, yüksek ahlâkî düşüncelerle kabul edilmiştir. Aile fertleri arasına fitne sokacak ve onları bunalıma itecek davranışlar yasaklanmıştır. Diğer yandan yakın akraba ile evlenmenin tıbbî ve fizyolojik zararları düşünülürse, aynı tehlikenin zina mahsulü çocuklar hakkında da söz konusu olduğu anlaşılır .

Evlilik dışı ilişkilerden bir evlenme yasağı doğacağı görüşü modern hukuka girmemiştir. Evlilik dışı çocuğun nesebi, babanın çocuğun kendisinden olduğunu kabul etmesi, hâkimin çocuğun babaya ait olduğuna karar vermesi sonucu babaya bağlanırsa, evlenme engeli doğabilir.
 
HÜRMET-İ MUSÂHARE (EVLENME YASAĞI OLANLAR)
Evlenme sonucu meydana gelen akrabalarla evlenme yasağı. Sıhriyete dayanan haramlık. Sıhriyet, eşlerden birini diğerine bağlayan hukuk; bir râbıtadır. Sonradan boşanma veya ölüm sebebiyle evlilik sona erse bile sıhfi akrabalık devam ettiği için, bu, mutlak bir evlenme engeli teşkil eder.

Kur'ân-ı Kerîm'de evlenme engeli doğuran sıhrî hısımlar dört gruba ayrılır. Üvey kızlar; Bir erkeğin evlendiği kadının, başka kocadan olma kızları, oğlunun kızları yahut kızının kızları bulunursa, üvey baba bunlarla ebedî olarak evlenemez."... Kendileriyle zifafa girdiğiniz karılarınızdan olup himayelerinizde bulunan üvey kızlarınızla evlenmeniz size haram kılındı" (en-Nisâ, 4/23). Bu engelin doğması için üvey baba ile, kızın annesinin cinsi temasta bulunması veya sahîh halvetin olması gerekir.

Kayın vâlideler: Bir erkek evlendiği kadının anası ve nineleri ile ebedî olarak evlenemez. Kendi evliliği boşanma veya ölümle sona erse bile engel devam eder. "...Eşlerinizin anneleri.. . ile evlenmeniz size haram kılındı" (en-Nisâ, 4/23).

Baba ve dedenin kızları: Bir kimse babasının ve dedelerinin karısı ile, yani üvey ana ve nineleriyle evlenemez. "Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin. Ancak (Câhiliyyet devrinde geçen) geçmiştir. şüphe yok ki o, bir hayasızlıktı" (en-Nisâ, 4/22). Bir kadının üvey baba ve dedeleriyle evlenmemesi hususu ilk maddede incelenmişti .

Gelinler: Bir kimse oğlunun karısı veya torunlarının karısı ile evlenemez. Âyette; "Kendi sulbünüzden gelmiş oğullarınızın karısı sizlere haram kılındı" (en-Nisâ, 4/23) buyurulur. Buna göre himaye veya evlatlık maksadıyla alman çocuklarla, himayeye alan arasında bir evlenme engeli doğmayacağı gibi, himayedeki bir erkeğin karısı ile himaye eden arasında da sıhrî bir hısımlık doğmaz.

İslâm hukuku temelde evlatlık müessesesini kabul etmemiştir. Câhiliyye devrinde evlât edinme çok yaygındı. Evlât edinen, evlatlığının karısıyla evlenemiyordu. Kur'ân yerleşmiş bu cahilî adeti ilelebed kaldırmak, Allah'ın rızasına uygun olanı yerleştirmek için Hz. Zeyd'in boşadığı hanımı Zeyneb'i Hz. Peygamber'e nikahlamıştır.

Diğer yandan zina ile sihrî evlenme engelleri doğar mı? Bu konuda iki görüş vardır: Ebû Hanîfe'ye göre, zina aynen evlilik gibi sihrî hısımlık meydana getirir. Çünkü nikâh cinsî temas anlamına gelir. Bunun meşrû veya gayr-i meşrû olması arasında bir fark yoktur. Hatta, bir kadını yalnız şehvetle öpmek veya okşamak, tenasül uzuvlarına bakmak evlenme yasağı doğurmaya yeterli sayılır. Aynı şey kadın için de geçerlidir. Böylece bir erkek bir kadınla zina edince, bu kadının annesi, ninesi... ile kızı ve kız torunları zina eden erkeğe haram olur. Aynı şekilde, zina eden kadın da, zina ettiği erkeğin usûl ve furûu ile evlenemez. Ahmed b. Hanbel ile İmam Mâlik'ten bir rivâyete göre de zina sıhrî hısımlık meydana getirir.

İmâm Şâfiî ve İmam Mâlik'ten diğer bir rivâyete göre, zina, sıhrî hısımlık doğurmaz ve dolayısıyla bir evlenme engeli meydana getirmez. Çünkü nikâh akit anlamındadır. Bu bakımdan, bu husustaki nassların akitle ilgisi olmayan gayri meşrû ilişkilerin şümûlü yoktur. Diğer yandan haramın, helalı haram hale getirmeyeceği hadisle sabittir. Sıhrî hısımlık eşler için bir nimet ve kolaylıktır. Daha önce hiç görüşüp tanışmayan kimselerin samimiyetle ve bir âilenin fertleri olarak görüşmelerini sağlar. Onları çeşitli fitnelerden korur. Zina edenlerin ise bu sıhrî hısımlık nimetinden yararlandırılması düşünülemez. Bununla birlikte Şâfiîlerde bu çeşit sıhrî hısımlarla evlenmek mekruh sayılmıştır (es-Serahsî, el-Mebsût, IV, 204 vd.; el-Cassas, Ahkâmü'l-Kur'ân, ll, 137; eş-Şîrazî, el-Muhezzeb, l l, 45; eş-Sevkânî, Neylü'l-Evtâr, VI, 57; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, 111, 88; Bilmen, Astilâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, II, 97; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul, 1983, s. 215. 216).

İslâm'da evlilik dışı cinsî yakınlaşmanın evlenme engeli doğurması, yüksek ahlâkî düşüncelerle kabul edilmiştir. Aile fertleri arasına fitne sokacak ve onları bunalıma itecek davranışlar yasaklanmıştır. Diğer yandan yakın akraba ile evlenmenin tıbbî ve fizyolojik zararları düşünülürse, aynı tehlikenin zina mahsulü çocuklar hakkında da söz konusu olduğu anlaşılır .

Evlilik dışı ilişkilerden bir evlenme yasağı doğacağı görüşü modern hukuka girmemiştir. Evlilik dışı çocuğun nesebi, babanın çocuğun kendisinden olduğunu kabul etmesi, hâkimin çocuğun babaya ait olduğuna karar vermesi sonucu babaya bağlanırsa, evlenme engeli doğabilir.
HUTBE
Konuşma, cemaate konuşma yapmak, Allah'a hamd, Rasûlüne salat ve selam getirmek ve müminlere duadan ibaret olan bir zikirdir. Hutbe farzdır ve Cuma ve bayram namazlarının yerine getirilme şartlarından birisidir.

Cuma ile ilgili, "Ey iman edenler, cuma günü namaz için çağırıldığınız zaman hemen Allah'ı zikretmeye koşun ve alış-verişi bırakın" (Cuma, 62/9). Âyette sözü edilen zikr bilginlere göre hutbedir veya hutbe ile birlikte namazdır. Buna göre hutbe de Cuma namazı gibi farzdır ve hutbe okunmayan Cuma namazı eda edilmiş sayılmaz (Molla Hüsrev, Dürerü'l Hukkâm, İstanbul 1307, 1, 138). Ayrıca ümmetin bu konuda icma'ı da bulunmaktadır. Çünkü Hz. Peygamberden günümüze kadar, cuma namazları hutbeli olarak kılma gelmiştir.

Hutbe'nin Cuma günü ve namazı için son derece ayrıcalıklı ve önemli bir yeri vardır. Hatta Hazreti Âîşe'den Cuma namazının sırf hutbeden dolayı iki rekat olduğu rivayet edilmiştir. Hutbe'nin bir takım şartları ve edebleri bulunmaktadır. Bunlar sünnete göre belirlendiği için önce Hz. Peygamber (s.a.s)'in hutbede izlediği yolu ve bazı hutbelerini bilmekte yarar vardır.

İlgili rivayetlere göre Hz. Peygamber hutbeye çıktığında çok defa heyecanlanır gözleri kızarır, sesi yükselir ve bir orduyu uyarırmışçasına sert bir edâ ile kıyametin yakınlığından ve mutlaka kopacağından söz ederdi."Emmâ ba'dü" dedikten sonra "sözün en hayırlısı Allah'ın kitabıdır, yolun en hayırlısı Muhammed'in yolu dur, işlerin en fenası uydurulup dine katılanlardır ve her bid'at sapıklıktır" derdi. Yine, "Ben her mü'mine kendisinden daha yakınımdır. Kim vefat eder de geride borç ve bakıma muhtaç çoluk çocuk bırakırsa bu bana aittir, benim borcumdur" buyururdu.

Hutbesine Allah'a hamd, sena ve şehadetle başlar ve yukarıdakilere benzer sözler söylerdi. Hutbeyi kısa okur, namazı uzatır, Allah'ı çok anar ve sözcükleri az, anlamı derin ifadeler seçmeye özen gösterirdi. "Kişinin hutbeşinin kısa, namazının uzun olması, dinî anlayışının bir işaretidir" buyururdu.

Hutbede Ashabına İslâm'ın esaslarını öğretir, gerektiğinde onlara bazı şeyler emreder, bazı şeyleri de yapmamalarını söylerdi. Nitekim hutbe okurken camiye giren adama iki rekat namaz kılmasını emretmiş, halkın omuzlarına basarak ilerleyen birisine de "böyle yapma, otur" demiştir. Bir soru sorulduğunda veya başka bir nedenle konuşmasını keser, soruya cevap verir, sözlerine sonra devam ederdi. Gerekirse minberden iner, sonra tekrar çıkar ve hutbesini tamamlardı. Nitekim Hz. Hasan ve Hüseyin için hutbeyi bölmüş, minberden inmiş, onları alıp tekrar minbere çıkmış ve konuşmasına dönmüştür. Cemaat içinde ihtiyaç sahibi birisini gördüğü zaman halkı onun yardımına çağırır, yardımlaşmaya teşvik eder, Allah'ı andıkça şehâdet parmağı ile işaret eder, ellerini kaldırıp yağmur duası yapardı.

Cuma günü, gerekiyorsa biraz bekler, cemaat toplanınca mescide girer, cemaata selam vererek minbere çıkar, minbere çıkınca yüzünü kıbleye çevirerek dua etmez, yüzünü halka çevirerek otururdu. Hazreti Bilal ezan okuyunca da kalkıp hutbesine başlardı.

İbn Hişâm'ın nakline göre Rasûlüllah (s.a.s)'in ilk hutbesi şöyledir: "Hamd ü senadan sonra: Ey insanlar! Kendiniz için hazırlık yapın. şüphesiz biliyorsunuz ki her biriniz ummadığınız bir anda ölecek, sürüsünü çobansız bırakacak, sonra da Rabbi, arada perdeci ve tercüman olmaksızın ona şöyle diyecektir:"Sana Rasûlüm gelip dini tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verip ihsanda bulunmadım mı? Sen kendin için buraya ne hazırladın?" Kul, sağına soluna bakar, hiç bir şey göremez. Sonra önüne bakar, cehennemi görür. Kim yarım hurma ile de olsa bu ateşten kendini koruma gücüne sahipse hayır işlesin. Bunu da bulamayan güzel söz söylesin. Çünkü bu sebeple bir hayır on'dan yediyüz'e kadar katlanarak mükafatlandırılır. Allah'ın selam, rahmet ve bereketi üzerinize olsun."

Yine İbn Hişam'a göre Hz. Peygamber'in ikinci hutbeleri de şöyledir: Allah'a hamd ve senadan sonra: "Sözün en güzeli Allah'ın kitabıdır. Allah'ın, gönlünü onunla (Kur'an'la) süslediği, küfürden sonra İslâm'a soktuğu Allah'ın kitabını diğer beşeri sözlere tercih eden kimse şüphesiz kurtuluşa ermiştir. O, sözün en güzeli ve en üstünüdür. Allah'ın sevdiğini seviniz, Allah'ı bütün gönlünüzle seviniz. Allah'ın kitabından ve Allah'ı anmaktan usanmayınız; gönüllerinize bundan bıkkınlık gelmesin. Çünkü bu, Allah'ın bütün yarattıklarından seçilip süzülmüştür. Allah ona "seçtiği amel", bu ibadeti yapanlara "seçtiği kul" ve sözler arasında "en iyi söz" adını vermiştir. İnsanlara verilenler arasında haram ve helâl de vardır. Allah'a kulluk edin ve O'na ortak koşmayın. Ona tam manasıyle saygı gösterin. Ağzınızla söylediklerinizin iyi olanlarında Allah'a sadakat edin, ilahî ruh ile aranızda sevişin; birbirinizi sevin, Allah kendisine verilen sözün bozulmasına gazab eder. Allah'ın selamı üzerinize olsun."

Müctehid ve bilginler gerek Cuma hakkındaki hadisleri, gerek Rasûl aleyhisselamı uygulamasını göz önüne alarak hutbenin esasını teşkil eden rükünler ile sahih bir hutbede uyulması gereken şartları ve hutbenin adabını tesbit etmişlerdir.
 
Hutbenin rüknü:

Hutbenin rüknü Cenab-ı Hakk'ı zikirden ibarettir. Hutbe iki bölümden oluşur: Birinci hutbe müslümanlara vaz ve nasihat ikinci hutbe müslümanlara duadır. Her birinde Allah'a hamd ve sena Allah'ın birliğine, Hz. Muhammed'in Peygamberliğine şehadet ve Peygambere salavât vardır. Hanefi fakihleri "Allah'ın zikrine koşunuz" (el-Cuma'a, 69/2) âyetindeki hükmün mutlak olduğunu ve namazı da hutbeyi de kapsamına aldığını söylerler.
 
Hutbenin şartları:

Vakit içinde olmak, Namazdan önce, Hutbe niyetiyle Cemaat huzûrunda okunmak (yani hutbe okunurken üzerine cuma farz olanlardan bir kişi bile olsun, cemaatın olması gerekir). Hutbe ile namaz arası başka bir şey ile kesilmemeli (Molla Hüsrev Düreru'l-Hukkâm, İstanbul 1307, 1, 138; İbn Abidin, Reddül-Muhtar, Terc A. Davutoğlu, İst, 1983111, 304 vd.).
 
Hutbenin sünnetleri:

Hatip, hutbeye başlamadan önce minber tarafında bulunmak. Minbere çıktığında cemaate dönüp oturmak ve okunacak ezanı dinlemek. Hatibin huzurunda ezan okumak. Ezandan sonra, hatip cemâat karşısında her iki hutbeyi ayakta okumak.

Birinci hutbeye Allah'a hamd-ü senâ, "El-Hamdü li'llâh." ile başlamak

Şehadeteyni "Eşhedü en lâ ilahe... ve eşhedü enne Muhammedun..." okumak ve Peygambere salavat getirmek. Müslümanlara dünya ve ahiretlerine yarayacak, onları dünya ve ahirette saâdete kavuşturacak vaaz ve nasihatlarda bulunmak. Kâfirlerin zulmünden kurtarması için dua etmek.

Eûzü-Besmele ile bir âyet okumak. Hutbeyi ikiye ayırmak ve iki hutbe arasında az bir miktar oturmak.

İkinci hutbede de, evvelki hutbe gibi, hamdele, salvele ile başlamak. İkinci hutbede Müslümanlara mağfiretle afiyet ve cihad'ta başarılı olmaları için de dua etmek. Her iki hutbeyi kısa okumak. İkinci hutbede sesi kısmak. Hutbeyi, cemaâtin işitebileceği bir sesle okumak. Hutbe okunurken cemâat başka bir şeyle meşgul olmayıp yalnız hutbeyi dinleyecektir. Hutbe anında söz söylemek veya söyleyene sus demek, ve yahut namaz kılmak tahrimen mekruhtur. Hutbede hazır bulunanların iki tarafa bakmaları da mekruhtur (el-Fetâvâ'l Hindiyye, Beyrut, 1400,1,146, 147).

Her ne suretle olursa olsun Cuma'ya gidemeyen kimselerin o gün şehir dahilinde ve cemaâtle namaz kılmaları tenzîhen mekrûhtur. Fakat Cuma namazı kılınmayan köylerde ve bâdiyelerde bulunanların Cuma günü öğle namazını cemâatle kılmaları kerâhetsi} olarak câizdir.

Özrü olanların Cuma günü öğle namazını Cuma namazı kılındıktan sonraya bırakmaları sünnettir. Cuma namazı kılınmadan kılarlarsa tenzihen mekrûhtur.

İmama teşehhütte ve yahut sehiv secdesinde yetişebilmiş olanlar, imam selam verdikten sonra Cuma'yı tamamlarlar. Cuma namazının herhangi bir anında secdeşinin teşehhudünde bile olsull, imama yetişebilenler, Cuma namazına yetişmiş sayılırlar. Birinci ezanı işitenlerin alış verişi bırakıp Cuma'ya koşmaları vâcibdir.

Cuma günü, Müslümanlar için bir bayramdır. Onun için Perşembe akşamından itibaren Cuma hazırlığı yapmak, çoluğunu, çocuğunu yıkayıp temizlemek, tırnaklarını kesmek, Cuma için yıkanmak İslâm âdâb ve ahlakındadır. Câmiye giderken temiz elbiselerini giymek, güzel kokular sürünmek de böyledir. Bunlara çok dikkat etmek lâzımdır. Hz. Peygamber (s.a.s) bunlara çok önem vermiştir. Her Cumâ günü Cumâ için gusletmenin fazîleti hakkında Peygamberimizin emir ve tavsiyeleri pek çoktur.
 
Bayram Hutbesi:

Bayram namazı, üzerine Cum'a namazı farz olan her yükümlüye vaciptir (el-Merginânî, el-Hidâye, Kahire 1965, 1, 85).

Bayram namazından sonra hutbe okunması ve onun dinlenmesi ise sünnettir. Ebû Saîd (r.a)'den yapılan rivâyete göre; o şöyle demiştir: "Rasûlüllah (s.a.s), ramazan ve kurban bayramı günü musallaya çıkardı. ilk önce namaza başlar, sonra bitince kalkar cemaatin karşısına geçerdi. Cemaat saflarında oturmuş olduğu halde onlara vaaz eder, tavsiyelerde bulunur ve onlara emirler verirdi. Eğer herhangi bir tarafa asker göndermek isterse gönderir, emredeceğini emreder, sonra dönerdi." Ebu Said (r.a) devamla şöyle demiştir: "İnsanlar, Medine emiri olan Mervan'la birlikte kurban veya ramazan bayramına çıktığımız zamana kadar bu şekle devam ettiler.

Mervan'la namazgâh'a çıkınca Kesir ibni's-Salt'ın yaptığı minber karşımıza çıktı. Mervan namaz kılmadan önce minbere çıkmak istedi. Elbisesini çektim. O da benden kurtularak minbere çıktı. Namazdan önce hutbe okudu. Ben de; "Vallahi sünnete uygun olan şekli değiştirdiniz" dedim. Mervân; Ey Ebu Saîd, senin bildiğin devir geçti, dedi. Ben de; Vallahi benim bildiğimden daha hayırlı bir şey bilmiyorum, dedim. Mervân: Namazdan sonra cemaat oturup bizi dinlemiyor. Ben de hutbeyi namazdan önceye aldım, dedi " (Buhârı, ldeyn, 6/, 26, Zekât, 44, Hayz, 6; Müslim, İdeyn, 13; Nesaî, İdeyn, 20).

Bayram namazlarında hutbe arasında imamın oturması hakkında varid olan rivâyetlerin hepsi zayıftır. Nevevî şöyle demiştir: "Hutbenin tekrarı hakkında bir şey sabit olmamıştır. Hutbeye Allah'a hamd ile başlamak müstehabdır. Rasûlüllah (s.a.s)'den bunun dışında bir şey işitilmemiştir." ibn Kayyım demiştir ki: "Rasûlullah (s.a.s) bütün hutbelerinde Allah'a hamd ile başlardı. Bayram hutbelerine tekbirle başladığına dair ondan bir hadis rivâyet edilmemiştir. ibn Mâce'nin Sünen'inde, Rasûlüllah (s.a.s)'in müezzini Saide (r.a)'den yaptığı rivâyete göre; "Nebi (a.s) hutbenin bölümleri arasında tekbir alırdı, ve bayram hutbelerinde tekbiri çoğaltırdı." (İbn Mâce, İkâme, 158). Böyle yapması tekbirle açtığına delâlet etmez. Bayram hutbelerinde ve yağmur duasının başlangıcındaki tekbirinde âlimler ihtilaf etmişlerdir. Dendi ki; "her ikisine de tekbirle başlar". Yine başka bir görüşe göre "yağmur duası hutbesine istiğfar ile başlar". Bazıları ise; "her ikisine hamd ile başlar" demişlerdir." şeyhu'1-İslâm Takıyuddin ibn Teymiyye şöyle demiştir; "Doğru olan hamd ile başlamaktır. Çünkü Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurdu: "Elhamdülillah ile başlanmayan her iş noksandır." Rasûlüllah (s.a.s) hutbelerin hepsine "Elhamdülillah" ile başlardı. Bir çok fakihlerin Rasûlüllah'ın yağmur duası hutbesine tekbirle başladığına dair sözleri hakkında Nebî (a.s)'dan asla bir sünnet yoktur. Aksine sünnet bunun tersini gerektiriyor. O da Rasûlüllah (s.a.s)'in bütün hutbelerine "Elhamdülillah" ile başladığıdır " (bk. Ebû Dâvud, Nikâh, 32; İbn Mâce, İkâme, 158; Nesaî, Cum'a, 24; A.b. Hanbel, Müsned, 1, 392, 393, 432).

Hutbeye çıkarken okunan duâların bir aslı yoktur. Bid'atir. Asil duâ hutbenin kendisidir. Hatib ilk sünneti kılınca. hutbeye çıkar. minberin durumuna göre uygun bir basamakta oturur iç ezanı dinler. Sonra ayağa kalkarak birinci hutbenin metnini okur:

El-hamdü lillahi rabbi'l alemin. Vessaletü vesselemü ala rasulina muhammedin ve ala alihi vesahbihi ecmain. Neşhedü enlailahe illallahü veneşhedü enne seyyidina vemevlana muhammeden abdühü verasuluhu ibadellahi ittegû vellezine um vadıûhu. İnnellahe meallezinettegû vellezine hüm muhsinûne. Galellahü teaüla fi kitabihilkerimi.

Bundan sonra eûzü-besmele ile birlikte hutbenin konusuna uygun bir âyet ve bazı hadisleri okunur, mü'minlere öğüt verilir ve birinci hutbe şöyle bitirilir:

Ela inne ehsenel kelami ve ebleğannizami kelamüllahilmülki'l azizi'l allemi kema galellahü tebareke veteala fil'kelami, ve iza gurie'l gurânu festemîu lehu veensitu leallekum türhamune. Eûzü billahi mine'ş şeytanirracimi bismillahirrahmanirrahim.

Hatib, bundan sonra her hutbenin sonunda konu ile ilgili bir âyet-i kerime okur ve oturur ve ellerini açarak sessizce şöyle bir dua yapar: tebarekellahü lena veleküm veliseirilmüminine velmüminâti bifazlihi ve rahmetihi innehü garibün mühibü'd deaveti

Hatib, bu duadan sonra ayağa kalkar ve sesli olarak aşağıdaki ikinci hutbeyi okur:

Elhamdülillahi hamdelkamiline vessaletü vesselamü ala rasûlinâ muhammdün ve ala alihi ve eshabihi ecmaîn. Te'zîmen linnebiyyihi ve tekrimen lifehameti şeni şerefin safiyyetin fegale azze ve celle min gailin muhbiran ve âmiran innallahe ve malaiketühü yusallune alennebiyye ya eyyehellezine emenû sallû aleyhi vesellimu teslimen, allahümme salli... kema salleyte... ilh.. allahümme barik... ilh..

Hatib, sonra ellerini açar ve sesini biraz alçaltarak şu duayı okur:

Allahümme ve erza anilerbeatilhulafai seyyidina ebi bekrin veumera ve usmane ve aliyyi zevissidgi velvefei vebegiyyetilaşereti ve âli beytilmustafe ve anilensari velmuhacirine vettebiine ile yevmilcezai. Allahümmeğfir lilmüminine velmüminati velmüslimine velmüslimati allahümme rabbena etina fiddünya haseneten ve filahirati haseneten ve gına azebennar birahmetike ya erhamerrahimine ve selamün alel mürseline velhamdülillahi rabbil alemin.

Hatib, daha sonra gizlice "eûzübesmele" çeker ve yüksek sesle aşağıdaki âyet-i kerimeyi okuyarak minberden iner ve Cuma namazını kıldırır.

İnnallahe ye'mürü biladlı velihsani ve îtei zilgurbâ ve yenha anil fehşai velmunkeri velbeğyi yeizuküm lealleküm tezekkürun.

Anlamı: "Şüphesiz ki Allah, adaletli davranmayı, iyilikte bulunmayı ve akrabalara yardım etmeyi emreder. Fuhşu, kötülüğü ve zulmü yasaklar. Allah, sizlere düşünüp yapasınız diye öğüt verir" (en-Nahl, 16/90).
HUTBE TÜRKÇE OLARAK OKUNMAKTADIR. ARAPÇADAN BAŞKA BİR DİL İLE HUTBE OKUMAK CAİZ MİDİR?
Hanefi mezhebine göre Hutbenin bir tek rüknü vardır. O da Allah'ı zikretmektir. Zikrullah olduğu zaman hutbe sahih sayılır. Buna göre Hanefi mezhebinde hutbenin Arapça ile okunması şart değildir. Şafii mezhebine göre ise hutbenin beş rüknü var:

1- Her iki hutbede Allah'a hamd etmek,

2- Her iki hutbede Peygamber'e salavat-ı şerife getirmek,

3- Her iki hutbede takvayı tavsiye temek,

4- İki hutbenin birisinde ayet okumak,

5- Son hutbede seslice Müminlere dua etmek.

Bu beş rüknün Arapça olarak okunması ve kırk kişinin işitmesi lazımdır. Bu beş rüknün dışında, aradaki öğüt ve nasihatın herhangi bir lisan ile yapılmasında beis yoktur.
 
İÂRE
Ödünç verme, nöbetleşme, birbirinden alma, süratle gidip gelme.

Karşılıksız olarak ve dönülebilecek şekilde bir kişiye sözleşme esnasında faydalanması için verilen mal anlamında bir fıkıh terimi.

Ödünç verme akdi, tarafların sözlü ifadeleri (icab-kabul) veya karşılıklı olarak alıp verme yoluyla yapılır.

Ödünç vermenin sıhhatli olabilmesi için gerekli şartlar şunlardır:

1- Ödünç veren ve alan kişiler akıllı veya mümeyyiz olmalıdırlar. Mümeyyiz olmayan çocuğun veya delinin ödünç alıp vermesi câiz değildir. Çocuğun bâliğ olması şart değildir (elKâsani, Bedâyiu's-Sanâyi, VI, 214).

2- Ödünç verenin izni, ödünç alanın kabzı olmalıdır. Kabzedilmeyen bir mal ödünç verilmiş olmaz.

3- Ödünç veren, verdiği malın menfaatine sahip olmalıdır.

4- Ödünç veren, ödünç vermeye zorlanmamış olmalıdır.

5- Ödünç verilen mal, helâk edilmeden faydalanmaya elverişli olmalıdır.

6- Ödünç verme akdinde, zaman yer, ne yönden ve kimlerin yararlanacağı belirtilir veya belirtilmez. Belirtilmemiş ise ödünç alan o malı istediği zaman, dilediği yerde ve arzu ettiği şekilde kullanabilir ve istediği kimseye ödünç olarak da verilebilir. şayet sözleşme esnasında zaman, mekân, faydalanma şekli ve faydalanacak kişiler sınırlandırılmış ise, ödünç olarak da verilebilir. Şayet sözleşme esnasında zaman, mekân, faydalanma şekli ve faydalanacak kişiler sınırlandırılmış ise, ödünç alanın buna uyması gereklidir. Malı ödünç alanın bir hatası olmaksızın zayi olursa ödünç alanın bunu tazmin etmesi gerekmez.
 
İBADET OLARAK KIRAAT
Ibadetler ya sırf malîdir : Zekât, öşür, keffaret... gibi. Ya sırf bedenîdir: Namaz, oruç, itikâf, Kur'ân okumak, zikrullah yapmak gibi.Ya da hem malî, hem de bedenîdir : Hac gibi...Hâfizü'd-Dîn en-Nesefi'nin ifadesine göre niyâbet (başkası adına yapma), malî olan ibadetlerde acz halinde de, kudret halinde de câizdir.Bedenî ibadetlerde hiçbir halde câiz değildir.Hem bedenî, hem de malî (mürekkep) ibadetlerde ise, sadece acz halinde câizdir ve aczin ölüme dek uzanan devamlı bir acz olma şartı vardır. (Nesefi, Kenzü'd-dekâik (Tebyîn ile) ll/85.)

Imâm Zeylâ-î bunu şöyle açıklar :"Zira malî ibadetlerden maksat, muhtacın ihtiyacını gidermektir. Bu ise bizzat mükellefin fiili ile hasıl olabileceği gibi, nâibinin fiili ile de hasıl olabilir. böylece imtihanın özelliği yine tahakkuk etmiş olur. Dolayısı ile her ikisi de eşittir. bedenî ibadetlerde ise niyabet hiç bir halde câiz değildir. Zira bunlardan maksat, Allah'ın (c.c) rızasını talep amacıyla, nefs-i emmâreyi güçsüz düşürmektir. Çünkü o Allah'a (c.c) düşman olarak ortaya atılmıştır. Hadîs-kudsîde, "Nefsine düşman ol! Zira o Bana düşman olarak dikilmiştir." buyurmaktadır.İşte bu gaye, nâibin fiili ile aslâ hasıl olmaz. Dolayısı ile böyle ibadetlerde bir fayda temin etmediğinden dolayı niyabet cereyan etmez. (Zeylaî N/85) Bu yüzdendir ki, müctehit imamlar, ölmüş birisi yerine hiç kimsenin namaz kılamayacağında ve oruç tutamayacağında müttefiktirler. Bizim mezhebimizde, diri olması halinde de durum aynıdır. Binaenaleyh, bu durumda ücretle tutmanın câiz olmayacağı daha açıktır. Zira niyabet isti'cardan kolaydır." (Ibn,'Abidîn, Sifa'ul-alîl, s.165.) Imâm Birgivî de "Ikâzu'n-Nâimîn" adlı risâlesinde:"Sadece bedenî bir ibadet olup, bir vesile olmayan namaz, oruç, Kur'ân okumak. Tehlil, tesbih, tekbir ve tasliye gibi bir ibadete; bir mal almak amacıyla, sevabını da verdiği, sadece bu sevabın kendisine ulaşması için verene bağışlamak niyyetiyle koyulmak ve başlamak, ne Islâm mezheplerinden bir mezhebde, ne de semâvî dinlerden birinde câizdir." (Ibn ‚Abidin, Şifâ'ul-‚alîl, s. 174.) der.
BİR ERKEK KADIN İÇ ÇAMAŞIRI SATABİLİR Mİ?
Bu konuda fıkıh kitaplarımızda bulabildiğimiz mâ'lûmatlar şunlardır: Bir şeyin alım-satımının yapılabilmesi için onda aranân şartlardan biri de o şeyin "mâl-i mütekavvim" olmasıdır.(bk.. Mecelle md.199) "Mâl-i mütekavvim" olması demek, onunla yararlanmanın mübah olması ve el altında bulunması demektir.(bk. Mecelle md.127) Bununla beraber diğer şartlarını da üzerinde bulunduran(Mevcut, teslim edilebilir ve malum olması gibi. bk. meceIle md.197-204) bir satış eşyasının alım-satımı normal hallerde câizdir.

Ancak meselâ bıçâk, "Mütekavvim" bir mal olmakla beraber, "çabuk, şu bıçağı bana sat, falancayı öldürecegim" diyen birine o bıçağı satmak uygun olmaz. Çünkü bu, şerre ve kötülüğe yardım etmek demektir. Bu durumda sahibi o bıçağı satarsa, şartları bulunduğu için alım-satım sahih, aldığıpara da helaldır ama, aynı zamanda bir günah işlemiştir. İşte böyle, bir helalle bir haramın çatıştığı yerde haramdan kaçılır, varsın helâl da işlenmemiş olsun. "Def i mefâsid celb-i menâfi'den evlâdır"( Mecelle md. 30) Allah (cc.) "Iyilik ve takvada yardımlaşın, günah ve düşmanlıkla yardımlaşmayın" ( Mâide (5) 2) buyurur.

Işin bir bu yönü vardır. Bir de İslam'ın müslümanın şahsiyetine verdiği diğer yönü vardır. "Kim hangi kavme benzemeye çalışırsa o da onlardandır"(Ebu Davud, libas 4; Ahmed N/50) buyurulmuştur. Bu hadîs-i şerif çok büyük psikolojik gerçeklere işaret eder. Insanlar sevdiklerini ve üstün gördüklerini takdir ederler, onları görmekten hoşlanırlar, ruh ve duygu dünyâları onlarla meşgul olur. Derken düşünceleri; arkasından kiyafetleri, hattâ fizikî görünümleri, karakterleri ve şahsiyetleri onlarla benzeşir. İşte bütün bunlardan ötürü denmiştir ki: .

"Ayakkabıcı veya terziye fasıkların giydiği bir model ve kiyafet ısmarlansa ve ısmarlayan buna normalinden de fazla ücret vermeyi teklif etse bunu kabul etmesi hoş değildir, çünkü bu masiyet ve günaha yardım etme demektir."(Kâdihân NI/404)

"Bir ayakkabıcıya birisi, mecûsilerin ya da fâsıkların modeli olarak bilinen bir ayakkabı ısmarlasa, ücretini de fazlasıyla verse, dikmesi uygun olmaz, denmiştir. Kezâ, terziye de fâsıkların giydiği bir model ısmarlansa, onun dikmesi de ugun değildir "(Kâdîhan NI/426)

"Fâsıkların giymekte olduğu kiyafet istenirse yapmaz."(Bezzâziye VI/359)

"Eğlence aleti yapacağını bildiği insana belli bir ağacı satmak, bir zaruret olmaksızın giyeceğini bildiği erkeğe ipek satmak, eşkiya ve yol kesicilere silah satmak da böyledir. Alım-satımın şartları ve rükünleri mevcut olduğu için, alım-satım sahihtir ama, bunu yapan günahkârdır. Cumhurun görüşü budur."(Mustafa Saîd el-Hinn, Eserü'1-Ihtilâf 375 (Ibn Kudâme, Mugni IV/222' Ramli, Nihayetü'1-muhtâc NI/454-455 ten) "Kuyumcunun (sadece erkeklerin kullanabileceği) altın yüzük imal etmesi ve satması günahtır." (Muhammed Sirbinî el-Hatib, Mugnil-muhtâc I/307)

"Kasap, (kuruyemişçi), ekmekçi vb. içki mezesinde kullanılacağını bildikleri mallarını satamazlar. Sadece içki kadehi olarak kullanılan kaplar da böyledir. Erkeğe, kendisinin giyeceğini bildiği ipegi satamaz, ama kadına satar: Kumar oynamaları için çocuklara ceviz satamaz..."(Ibn Kudâme, el-Mugnî IV/246)

Durum böyle olunca, mesela mayo, özellikle de kadın mayosu satmak uygun olmaz. Çünkü normal olarak mayo sadece yüzerken giyilir ve örtünmesi gereken yerleri tamamen örtmez. Örtünmeye riâyet etmemek fısktır, örtünmeyen de (kadın olsun, erkek olsun) fâsıktır. Fâsıka, fıska ait birşey satmak ise günahtır.

Ama diğer kadın ya da erkek iç çamaşırlarında durum böyle olmayabilir. Çünkü onlar gösterilmemesi gereken insanlara gösterilmeden de giyilebilirler. Bu yüzden onların satışının haram olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak çok mahrem çamaşırları karşı cinslerin imal etmesi veya diğer cinse satması (Allahu a'lem) mekruh olmaktan da kurtulamaz. Çünkü bu, şahsiyeti zedeler ve hayâyı ortadan kaldırır. Bu da dolaylı olarak kötülüklere kapı açar. Yani burada mahzur üçüncü basamaktadır, bu yüzden de mekruhtur denebilir.Ama, meselâ içki satışında mahzur birinci basamakta, yani esastadır. Onun için burada hem alışveriş batıldır, gayrı-sahihtir, hem de alınan para haramdır. Fasıkların sadece fıskta kullanacakları elbise ya da eşyayı satmadaki mahzur ise ikinci basamaktadır. Bu yüzden alışveriş sahihtir, ancak bu muameleyi yapmak haramdır ve günahtır. Daha önce geçen örneklerde olduğu gibi.

Şapka üretimine ve satımına gelince: Şapka bugün artık Islama muhalefet için, yani fısk için giyilen bir kıyafet olmaktan çıkmıştır, bu yüzden yapılmasında ve alınıp satılmasında bir mahzur kalmamıştır denebilir. Mazıyi hatırlayanların takva yönünü seçmeleri ise ayrı bir husustur.

Fötr şapka için ise aynı şeyi söylemek zordur. Çünkü onun bazı tipleri hâlâ Islam dışı inanç sistemlerini temsil ediyor.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, edebini ve hayasını hâlâ muhafaza eden kadınların özellikle iç çamaşırlarını (sütyen dahil) bütünüyle kendilerinin dikmeleri gerekir. Bu ekonomik açıdan da önemli bir konudur. Ikinci derecede ise hiç olmazsa, erkeklerden satın almamalıdırlar. Keza erkekler de bu tür ihtiyaçlarını kadınlardan temin etmemelidirler.

Çarşıda pazarda dalgalandıra dalgalandıra iç çamaşırı seçen, erkek eczacılardan zevkine ve kalıbına göre Orkid beğenen kadınlar eğer birşey kaybetmediklerini sanıyorlarsa, kaybedecek birşeyleri yokmuş demektir.
İCÂRE
Kiraya vermek, menfaatin satımı yararlanılması şer'an mübah olan bir şeyden, bir bedel karşılığında belli bir süre yararlanmak üzere yapılan akit. Aynı kökten gelen isti'câr ise kira ile tutmak anlamındadır.

Icârede akdin konusu yararlanma olup, konu bakımından ikiye ayrılır.

1- Herhangi bir menkul veya gayr-i menkulden yararlanmak üzere yapılan kira sözleşmesi. Bina, elbise ve hayvan kiralama gibi.

2- Insanın, başkası için çalışması üzerine yapılan kira sözleşmesi ki, buna "iş akdi" veya "hizmet sözleşmesi" denir. Ücret veya maaş karşılığı işçi yahut memur çalıştırmak, sanatkâra ücretle iş yaptırmak gibi.

Bir şeyin aynını (kendisini) istihlâke yönelik icâre akdi geçerli değildir. Ağaç ve üzüm bağlarını meyvesi; hayvanı sütü, yağı veya yapağısı için kiralamak gibi. Yine altın, gümüş, nakit para, yiyecek ve içecek maddeleri gibi kendilerinden yararlanmak ancak tüketmek suretiyle mümkün olabilen şeyler de kira akdine elverişli değildir. Çünkü icârede akdin konusu, şeyin kendisi değil, o şeyden yararlanmadır. Bu "kendisinden aynı devam etmekle birlikte yararlanmak mümkün ve caiz olan her şeyin, kira akdine konu olması da mümkündür" şeklinde ifade edilebilir (el-Kâsânî, Bedâyîu's-Sanâyi', l V, 174; Ibnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, VII, 145; Ibn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, V, l; Ibn Kudâme, el-Muğni, V, 398; Mecelle, mad., 421).

Kira akdinin caiz oluşu Kitap, Sünnet ve icmâ delillerine dayanır.

Kur'an-ı Kerimde şöyle buyurulur: "Onlar sizin için çocuklarınızı emzirirlerse, onlara ücretlerini veriniz" (et-Talâk, 65/6).

Allahü Teâlâ, Şuayb (a.s)'ın iki kızından hikaye ederek, şöyle buyurdu: "Iki kadından biri; babacığım, onu ücretli olarak tut. Çalıştırdığın işçilerin en iyisi bu güçlü ve güvenilir kimsedir, dedi. (Şuayb a.s) dedi; Şu iki kızımdan birisini, bana sekizyıl ücretli çalışman şartıyla-ki süreyi on yıla tamamlarsan bu senin bileceğin iştir. Sana nikahlamak istiyorum" (el-Kasas, 28/25-27). Bizden önceki şeriatlar neshedilmedikleri sürece bizim için de geçerlidir. Bundan dolayı Musâ (a.s)'ın Şuayb (a.s)'a kira ile çalışması bizim içinde geçerli bir şeriattır.

Hadislerde şöyle buyurulur: "Işçiye ücretini teri kurumadan önce veriniz" (Zeylaî, Nasbu'r-Râye, IV, 129 vd.; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IV, 97; eş-Şevkâni, Neylü'l-Evtâr, l V, 292). Burada ücreti verme emri, kira akdinin sahih olduğunu gösterir.

"Bir isçiyi kiralayan kimse ona vereceği ücreti bildirsin" (Nesâî, Imân, 44; Zeyd b. Ali, Müsned, H. No: 654; Zeylaî, a.g.e, IV, 131; eş-Şevkanî, a.g.e, V, 292).

Saîd b. el-Müseyyeb'in Sa'd (r.a)'dan naklettiğine göre, Sa'd şöyle demiştir: "Biz araziyi iyi ürün veren kısmı karşılığında kiralıyorduk. Rasûlüllah (s.a.s) bizi bundan alıkoydu ve bize bunları altın veya gümüş para karşılığında kiralamamızı emretti" (Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvud, Nesâî'den naklen es-Sevkânî, a.g.e, V, 279).

Yukarıdaki ayet ve hadisler daha çok insanın emeğini belli ücret karşılığında kiralaması ile ilgilidir. Islâm hukukunda menkul veya gayr-i menkullerin bir bedel karşılığında kiralanması ile işçi, memur, asker gibi kişilerin işverenle yaptıkları "memuriyeti kabul etme" veya "iş akdi" aynı nitelikte sayılmıştır.

Ashab-ı Kiram, icâre akdinin caiz olduğu konusunda görüş birliği içindedir. Çünkü insanların bu akde ihtiyacı vardır. Eşyanın satımı caiz olunsa, yararlanmak için kiralanmasının da câîz olması gerekir (es-Serahsî, a.g.e, XV, 74; Ibnü'l Hümâm, a.g.e, VII, 147; el-Kâsâni, a.g.e, IV, 173; Ibn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 218; eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, 1, 394; Ibn Kudâme, el-Muğnî, V, 397).

Kira akdinin rüknü, icap ve kabuldür. Islâm hukukçularının çoğunluğu buna, tarafları, ücret ve yararlanmayı da ilâve eder.

Satım akdinde olduğu gibi, kira akdinde de dört şart aranır:

Meydana gelme (in'ikad), yürürlük (nefâz), sıhhat ve lüzum şartları, meydana gelme şartları; akdi yapanlarla, akdin kendisi ile ve akdin yeri ile ilgili şartlar olmak üzere üçtür. Kira akdi taraflarının, temyiz kudretine sahip olması gerekir. Akıl hastaları, gayrı mümeyyiz küçükler kira akdi yapamaz. Ancak Hanefilere göre mümeyyiz küçük çocuk kira veya iş akdi yapsa, eğer tasarrufa izinli ise ve bu akitler onun lehine ise, geçerli olur. Şâfiî ve Hanbelîlelere göre ise bu gibi akitlerde akıl ve buluğ şarttır (Ibn Kudâme, el-Muğnî, V, 398).

Kira akdinin yürürlük kazanması için mülkün veya velâyetin tam olması gerekir. Bu yüzden fuzûlînin kira akdi mülk sahibinin icâzet vermesi şartıyle geçerli olur.

Kira ve iş akdinde tarafların rızası şarttır. Çünkü bu akit, temelde satın akdine benzer. Akdin konusunun anlaşmazlığa yol açmayacak ölçüde belirli olması gerekir. Kira ve iş akdinde, akdin konusu yararlanmadır. Yarar yönü belirsiz olursa akit sahıh olmaz. Çünkü bu, teslime ve teslim almaya engel olur. Akdin konusunu bilmek, yararlanmanın yerini, konusunu, süresini; sanatkâr veya işçi kiralamada yapılacak işi açıklamak suretiyle meydana gelir (el-Kâsânî, a.g.e, IV, 176; Ibn Kudâme, el-Muğnî, V, 398; es-Serahsî, a.g.e, XVI, 43; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, I, 396, 401).

Islâm hukukçularının çoğunluğuna göre kira akdi, uzun olsun kısa olsun, herhangi bir süre için geçerlidir. Çünkü süre belli olunca, bu süre içinde yararlanmanın miktarı da bilinmiş olur. Ancak vakıf mallar bundan müstesnadır. Tercih edilen görüşe göre, bunlarda uzun süreli kiralama caiz olmaz. Çünkü kiracı, süre çok uzayınca mülk iddiasında bulunabilir. Bu süre gayrı menkullerde üç, menkullerde bir yıldır. Yetimin malınıkiralamada da aynı hüküm uygulanır (Ibnü'l-Hümâm, a.g.e, VII, 150).

Kira akdi, bilirkişinin kanaatine göre, kiralanan şeyin var olabileceği süre için geçerli olur. Bundan daha uzun süreyi kapsamaz. Çünkü buna Islâm'da delil yoktur (eş-şîrâzî, el-Mühezzeb, l, 396; Ibn Kudâme, a.g.e, V, 401).

Aylık kiralamalarda kira akdi ilk ay için geçerli olur. Diğer aylara girildikçe, akit yenilenmiş bulunur. Yıl üzerinden yapılan akitlerde de uzama bu prensibe göre olur. Alış-verişte parayı verip hiç konuşmadan malı teslim alma, fiyatı belli olan mallarda karşılıklı rıza anlamına geldiği gibi, kira akdi de süre bitince önceki şartlara göre kendiliğinden uzamış olur. Tarafların süre sonunda akdi feshetmemesi veya yeni şartlar öne sürmemesi akit sırasındaki şartlara göre kira akdinin devamına razı olduklarını gösterir (el-Kâsânî, a.g.e, IV, 182; Ibn Kudâme, a.g.e, V, 409).

Iş akdinde ayrıca yapılacak işin de belirlenmesi gerekir. Işverenin işçiden yararlanma şekil ve miktarı şartlara ve örfe göre olur. Ayrıca yapılacak işin meşrû bir iş olması da gerekir. Şart ve örf yoksa işçiye zarar vermeyecek bir yol izlenir. Işçiden yararlanma, işin türünün ve çalışma süresinin birlikte beyanı ile belirli hâle gelir. Ebû Hanîfe (ö. 150/767), Imam Şâfiî (ö. 204/819) ve bir rivayetle Hanbelîlere göre çalışma süresinin belirlenmesi yeterli olup, ayrıca yapılacak iş miktarının belirlenmesi caiz olmaz. Aksi halde iş akdi fâsit olur. Ebû Yûsuf (ö. 182/798)'a, Imam Muhammed (ö. 189/805)'e, Mâlikîlere ve bir rivayette Hanbelîlere göre, süre ve iş miktarı bir arada belirlenebilir (el-Kâsânî, a.g.e, IV, 184, 185; eş-Şîrâzî, a.g.e, I, 396; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, IV, 410, 445, 456, 470; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l Islâmî f; Uslûbihi'l-Cedîd, Dımaşk (t.y), I, 555, 556).

Kira akdinde yararlanmanın meşrû olması gerekir. Oturmak için ev, ticaret için dükkân, naklıye için araç kiralamak gibi. Haram bir iş yaptırmak için kira akdi caiz olmaz. Zulmen bir adamı dövdürmek veya öldürmek kumar oynatmak ve benzeri işler için adam kiralamak caiz değildir. Yine bir zimmî (Hristiyan, Yahudi) Islâm ülkesinde bir müslümanın evini veya dükkânını şarap satmak veya kumar oynatmak için kiralasa, bu akit geçerli olmaz. Çünkü bu ma'siyet için kiralama otur. Ancak Ebû Hanîfe'ye göre, evi ibâdet (kilise) amacıyla kiralarlarsa bu caiz olur (el-Kâsânî, a.g.e, IV, 176; es-Serahsî, a.g.e, XVI, 38; Ibn Kudâme, a.g.e, V, 503).

Kira konusunun, kiralayanın üzerine farz veya vacipgibi bizzat yapması gereken bir amel (ibâdet) olmaması gerekir. Bu yüzden; namaz, oruç, hac, imamlık, müezzinlik ve Kur'an öğretimi ibadet ve tâatler için adam kiralamak başlangıçta caiz görülmemişken, Hanefîlerde din görevliliği, 13. Miladî yüzyıldan itibaren, emeğin veya boş zamanın ücret karşılığı kiralandığı bir statüye kavuşmuştur. Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhepleri ise İslam'ın başlangıcından itibaren imamlık, müezzinlik, müftülük gibi hizmetlerin ücret karşılığı yapılabileceğine fetva vermişlerdir (el-Kâsânî, a.g.e, IV, 184; el-Fetâvâ'l Hindiyye, IV, 448; el-Mâverdî, el-Ahkâmü's-Sultâniyye, Çev.: Ali Şafak, s. 210; Ibn Kudâme, a.g.e, VI, 5, VII, 317)

Kira bedelinin, kira konusu cinsinden bir menfaat olmaması gerekir. Bir evde oturma karşılığı, kendi evinde oturtma, hizmet karşılığı hizmet, binme karşılığı binme, ekip-biçme karşılığı ekip biçme gibi. Hanefîlere göre bu fâiz (riba)'e yol açar. Çünkü onlar nesîe (vadeye bağlı) ribada, akdin haram oluşuna elverişli olarak, yalnız cins birliğine itibar ederler. Kira akdinde yararlanma parça parça (zaman ilerledikçe) meydana geldiği için akit sırasında henüz mevcut değildir. Bu yüzden taraflardan birisinin kabzı (teslim alması) gecikir ve nesîe ribası gerçekleşir. Şâfiîlere göre ise, cins birliği, tek başına ribâ sebebiyle akdi haram kılmaz (el-Kâsânî, a.g.e, IV, 194).
İÇİNDE İÇKİ SATILAN BİR OTELDE ÇALIŞMAK VEYA ONA MALZEME SATMAK CAİZ MİDİR?
Meyhane ve genelevi gibi her yönden günah sayılan bir binada çalışmak ve ona malzeme satmak dinen haramdır. Çünkü binanın biricik gayesi meşru olmayan işlerin işlenmesidir. Soruda geçen otel meselesi ise bundan farklıdır. Çünkü otel işletmekteki gaye içki satmak değil, para mukabilinde turist ve misafirleri yerleştirip barındırmaktır. Başka bir deyimle, otel binasını yapmak ve orada çalışmak günah değil, içki içirmek günahtır.

El-Fetava'i-Hindiyye bu gibi şeylere işareten şöyle diyor: "Bir kimse ücret mukabilinde arapça veya farsça olarak şarkı yazarsa aldığı ücret haram değil, helaldır. Çünkü vebal onun yazılmasında değil, meşru olmayan bir şekilde okutulmasındadır."
 
İÇKİ

Aklın sıhhatli düşünme ve muhakeme yeteneğini gideren, sarhoşluk denilen hale sebep olan içecekler.

Kur'an-ı Kerîm içkiyi yasaklamış ve haram olduğunu bildirmiştir: "Ey Iman edenler! içki (hamr), kumar, dikili taşlar ve fal okları Şevtanın işlerinden bir pisliktir" (el-Mâide, 5/90). Ayette geçen hamr kelimesini fakihlerin çoğu aklı gideren bütün içkileri kapsamına aldığını söylemişlerdir. Hanefiler hamrı şöyle izah etmişlerdir: Köpüklenip kuvvetlenen yaş üzüm suyu, yalnızca bu tür içkilerin ismi hamr'dır Bunun dışındaki sarhoşluk veren içkiler hamr kelimesinin şumûlüne girmez. Bu tür içkiler sarhoşluk verdiği için hamr'a kıyasla haramdır Fakihlerin çoğunluğu, sarhoşluk veren bütün içeceklerin azının da çoğunun da haram olduğunu ve hamr kelimesinin kapsamına dahil olduğunu söylemişlerdir (Sahih-i Müslim, Terceme ve Şerh, A. Davudoğlu, IX, 247, vd.).

Içki içmek Islâm'da yasak olduğu gibi, önceki semavî dinlerde de bu konuda bazı yasaklar getirilmiştir. Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat'ta şu cümleler dikkatıçeker: "Ve Rab Hârun söyleyip dedi: Sen ve seninle beraber oğulların, toplanma çadırına girdığınız zaman, ölmeyesiniz diye şarap ve içki içmeyin, nesillerinizce ebedî kanun olarak, tâ ki, kutsalla, bayağı şeyi ve murdarla temiz olanı birbirinden ayırdedesiniz" (Tevrat, Levililer, Bab, 10, A. 8, 9-11)

Incil'de bu konuda şöyle denir: "Onlar yemek yerlerken, Isa ekmek aldı, şükran duası edip parçaladı ve tâbilerine verdi ve dedi ki: Alın, yiyin, bu benim bedenimdir. Ve bir kâse şarap alıp şükretti ve onlara vererek dedi ki, bundan içiniz. Çünkü bu benim kanım, günahların bağışlanması için birçokları uğrunda dökülen ahdin kanıdır. Fakat ben size derim: Babamın melekûtunda sizinle taze olarak onu içeceğim o güne kadar, ben asmanın bu ürününden artık içmeyeceğim" (Incil, Matta, bab, 26, A:26-29, Yuhanna, A:30:vd.).

Eski Türklerin Islâm'dan önce Şamanizm'e bağlı oldukları bilinmektedir. Bu dinde genellikle sevinçli zamanlarda ve kutsama törenlerinde Kımız vb. çeşitli içkilerin içildiği bilinmektedir (Mehmet Aydın-Osman Cilacı, Dinler Tarihi, Konya 1980, s. 97 vd.).

Islâm'dan önce ve Islâm'ın ilk devirlerinde, câhiliye Arapları içki içer ve bunu hayatın bir parçası gibi görürlerdi. Islâm beş şeyin korunmasına büyük önem vermiştir. Bunlar: Akil, sağlık, mal, ırz ve dindir. Içki içen kimse bu beş unsuru da koruyamaz duruma düşer. Amerika'da içki aleyhtarlarının kurduğu bir teşkılat yeryüzünde ilk defa içkiyi kimin yasakladığını araştırır. Ilk yasağın Hz. Muhammed tarafından ortaya konulduğu anlaşılınca O'nun hatırasına New York'ta "Muhammed Çeşmesi adını verdikleri bir âbide yaptırırlar (Yeşilay Dergisi, sy. 441, Ağustos 1970).

Kur'an-ı Kerîm'de içki yasağı tedrîc prensibine göre gelmiştir.

Mekke'de inen ilk ayette yasak hükmü yer almaz.

"Hurma ve üzüm ağaçlarının meyvelerinden içki yapıyor güzel rızık ediniyorsunuz, bunda aklı eren bir kavim için elbet bir ibret vardır" (en-Nahl, 16/67).

Bundan sonra Hz. Ömer bir gün Resulullah (s.a.s)'a gelerek şöyle dedi: "Ya Resulullah! Şarap malı helâk edici ve aklı giderici olduğu malumunuzdur. Yüce Allah'tan, şarabın hükmünü bize açıklamasını iste. Hz. Peygamber; "Ey Allah'ım, şarap hakkında bize açıklayıcı beyanını bildir" diye dua edince şu ayet indi:

"Sana içkiyi ve kumarı sorarlar, de ki. "Onlarda hem büyük günah hem de insanlar için bazı faydalar vardır. Ancak günahları faydalarından daha büyüktür" (el-Bakara, 2/219). Bu ayet inince, bazı sahabîler "büyük günah" diye içkiyi bırakmış bazıları ise "insanlara faydası da var" diyerek içmeye devam etmişlerdir.

Bir gün Abdurrahman b. Avf bir ziyafet vermiş, ashâb-ı kirâmdan bazıları da bu ziyafette hazır bulunmuştu. Yemekte içki de içmişlerdi. Akşam namazının vakti girince, içlerinden birisi imam olmuş ve namaz kıldırırken "kâfirûn" sûresini yanlış okumuştu. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Ya Rabbi bize içki konusundaki beyanında ziyade yap" diye dua etmiş ve daha sonra şu ayet inmiştir: "Ey iman edenler, siz sarhoşken ne söyleyeceğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın" (en-Nisa, 4/43). Bu surette içki yalnız namaz vakitlerinde olmak üzere yasaklanmıştır. Artık onu içenler yatsı namazından sonra içiyorlar, sarhoşlukları geçtikten sonra sabah namazını kılıyorlardı.

Yine bir gün Utbe b. Mâlik (r.a) bir evlenme ziyafeti vermişti. Sa'd b. Ebî Vakkas da oradaydı. Deve eti yediler, içki içtiler, sarhoş olunca da asalet iddiasına kalkıştılar. Sa'd bu konuda kavmini öven ve Ensar'ı hicveden bir şiir okudu. Ensar'dan birisi buna kızarak, sofradaki bir deve kemiği ile Sa'd'ı yaraladı. Sa'd da durumu Resulullah (s.a.s)'a şikâyette bulundu. Bunun üzerine bu konuda kesin içki yasağı bildiren ayetler indi:

"Ey iman edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın amelinden bir murdardır. Bunlardan kaçınınız ki, felaha eresiniz. Şeytan içki ve kumarla aranıza kin ve düşmanlık sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazı kılmaktan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?" (el-Mâide, 5/90-91)

Hz. Peygamberin çeşitli hadisleri bu konuda uygulama esaslarını gösterir:

"Her sarhoşluk veren şey şaraptır ve her sarhoşluk veren şey haramdır. Bir kimse şarabı dünyada içer de ona devam üzere iken Tövbe etmeden ölürse âhirette kevser şarabını içemez" (Müslim, Eşribe, 73).

"Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır" (el-Askalânî, Bulûgu'l Merâm, Terc. A. Davudoğlu, lV, 61 vd.).

Hz. Peygamber'e ilaç için şarap yapmanın hükmü sorulunca; "Şüphesiz şarap deva (ilâç) değil aksine derttir" (el-Askalânî, a.g.e, IV, 61).

"Ümmetimden bir takım kimseler, çeşitli adlar koyarak içki içeceklerdir" (el-Askalânî, a.g.e, IV, 61).

Içkinin yasak oluşu icma-ı ümmetle sâbittir.

Islâm fakihleri bu konuda görüş birliği içindedirler. Ancak müctehidler arasında bazı içki çeşitleri üzerinde ihtilaf vardı. Hz. Ömer bu konudaki şüpheleri kaldırmak için, Allah elçisinin minberinden "aklı perdeleyen her şey içkidir" sözüyle özlü bir tarif yapmıştır. Buna göre insana aklını kaybettiren ve onu iyi ile kötüyü, hayırla şerri ayıramaz duruma getiren herşey içki sayılır. Sıvı veya katıolması sonucu değiştirmez. Afyon, eroin ve benzeri bütün uyuşturucular aynı niteliktedir. Çünkü bunları kullanan kişilerde aklın fonksiyonları değişir; uzağı yakın, yakını uzak görür; olağan şeylerden ayrılarak, olmayan ve olmayacak şeyleri hayal etmeye ve rüyalar denizinde yüzmeye başlar. Bazı uyuşturucular da vücûdu durgunlaştırır, sinirleri uyuşturur, ruhsal çöküntülere yol açar, ahlâkı düşürür, iradeyi zayıflatır ve ferdi topluma faydasız hâle getirir. Işte Islâm dini, fert ve toplum için faydalı olan şeyleri emrederken, zararlı olanları da yasaklamıştır. İslam'ın yasakları tıb tarafından incelendiğinde, bunların fert ve toplum yararına olduğu görülür. Nitekim, içki ve domuz eti gibi yasaklar ilmin ve tıbbın süzgecinden geçirilmiş, nice maddî ve mânevi zararları uzmanlarca açıklanmıştır (bk. Yusuf el-Kardâvî, el-Helâl ve'l-Harâm fi'l-Islâm, Terc. Mustafa Varlı, Ankara 1970, s. 50-53, 75-88).

Islâm, içkinin içilmesini yasakladığı gibi, müslümanlar arasında ticaretini de yasaklamıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Peygamber (s.a.s) içki konusunda on kişiyi lanetlemiştir: Sıkan, kendisi için sıkılan, içen, taşıyan, kendisi için taşınan, içiren, satan, parasını yiyen, satın alan ve kendisi için satın alınan..." (Tirmizî, Büyû', 59; Ibn Mâce, Eşribe, 6).

Mâide suresindeki kesin içki yasağı bildiren ayet geldikten sonra Allah Resulu uygulama ile ilgili olmak üzere şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah içkiyi haram kılmıştır. Bu ayeti haber alıp da yanında içki bulunan kimse, ondan içmesin ve satmasın..." (Müslim, Müsâkât, 67; bk. Buhârı, Megâzî, 51; Büyû, 105, 112; Müslim, Büyû, 93; Fer', 8; Ibn Mâce, Ticârât, 11; Ahmed b. Hanbel, II, 213, 362, 512, III, 217, 324, 326, 340; Ibn Kesîr, Muhtaşaru Tefsîri Ibn Kesîr, Beyrut (t.y), I, 544-547).
İÇKİ İÇENE SOPA VURULABİLİR Mİ?
Içki içene sopa atılması, içkinin yasak edildiği ve içkiye ***ürecek her yolun kapatıldigi bir Islâm ülkesinde devletin muhakemesi sonunda verilen cezai bir müeyyidedir. Biz yönetim itibari ile bir Islâm ülkesinde yaşamıyoruz. Her türlü alkollü içkinin resmî ve gayrı resmî bol bol reklâmı yapılıyor, içilmesi her fırsatta özendiriliyor. Yılbaşında devletin polisi sarhoşların emrine veriliyor, "sarhoşum, gel!" telefonları anons ediliyor. Bütün bunlardan sonra siz içki içene tutar sopa atmaya kalkarsanız dinen bir çelişki ve bir cinayet işlemiş olursunuz. Zaten devletin fonksiyonları arasında olan cezai bir mes'elede fertlerin kendi başlarına hareket etmeleri mümkün değildir. Yani salt bir akademik değerlendirme ile, siz bunu bir Islâm ülkesinde dahi yapamazsınız. Ancak bugünkü kanunların size bu konuda verdiği bir yetki varsa onu bilemiyorum.
İÇKİ İÇME CEZASI (HADD-I ŞÜRB):
Içki içmek Mâide suresi 90. âyetle kesin olarak yasaklanmıştır. Fakat cezası Hz. Peygamberin sünneti ve uygulamasıyla sabittir. Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir, içki içene 40 sopa (celde) vurdular. Hz. Ömer zamanında içki içenler çoğalınca o, arkadaşlarıyla istişare etti. Haddin en az miktarı olan 80 değnek vurulmasını kararlaştırdılar (bk. Dârimî, Hudûd,10; A. b. Hanbel, IV, 389).

Içki içme cezası uygulanabilmesi için içen kimsenin akıllı, ergin müslüman ve konuşabilen bir kimse olması lâzımdır. Sarhoş olarak yakalanan ve içki içtiği şahidler vasıtasıyla tesbit edilen kimseye bu ceza uygulanır.

"Rasûlullah (s.a.s)'a şarab içmiş bir adam getirdiler. Rasûl-i Ekrem: "Ona hadd vurunuz" buyurdu. Ebu Hüreyre demiştir ki: Bizden bir kısmı eliyle, (bazıları da) ayakkabısı ve elbisesiyle dövdüler. (Dayaktan sonra) çekilip gidince: Allah seni rüsvay etsin!' dediler. Peygamber (s.a.s): "Böyle söylemeyiniz, ona karşı şeytana yardım etmeyiniz' buyurdu" (Buhârî, Hudûd, 4; Müslim, Hudûd, 35; Ebû Dâvud, 35, 36; Tirmizî, Hudûd,14,. 15).
İÇKİ KAPLARI
Içinde Haram içkilerden biri bulunan bir kap artık temiz yiyecek ve içecekler için kullanılmaz mı?

Pis olan eşyayı, durumuna göre çeşitli temizleme yolları vardır. Buna göre içerisine su çekme özelliği bulunmayan, cam, porselen, maden kaplar üç defa iyice yıkamak ve kurulamak suretiyle temiz olurlar. Çömlek gibi su çeken kaplar ise pis bir maddeden temizlemek için yakmak ya da, içinde su kaynattıktan sonra ayrıca yıkamak gerekir.( Kurtubi VI/78) Sa'lebe'nin naklettiği bir hadiste denir ki; "Ey Allah'ın Rasûlü, dedim.. Biz ehli kitabın bulunduğu bir ülkedeyiz. Ne yapalım, onların kaplarında yiyip içebilir miyiz?" Çünkü onlar tencerelerinde domuz pişiriyor, kaplarında şarap içiyorlardı.( Aynî XVN/211) Buyurdular ki: "Başkasını bulabiliyorsanız onlarda yemeyin, bulamıyorsanız onları yıkayın ve onlarda yiyin."( Buhâri, zebâih 4,10,14; Müslim, sayd 8; Ebû Dâvud, edâhi 23 ve başkaları)

Bu hadise göre başka kapların bulunması halinde böyle pis kapların kullanılması mekruhtur. Ama buna rağmen fıkıhçılar, yıkanması halinde -başkası bulunsun bulunmasın- bunda bir kerahet görmemişlerdir. Bunu, Allahu a'lem, şöyle anlamak gerekir: Küffâr beldesindesiniz: Onların kaplarınâ kısa bir süre ihtiyacınız olacak. Bu durumda, varsa kendi kaplarınızı kullanın. Kendinizin varken onlarınkini kullanmanızın gereği olmaz, kullanırsanız mekruh olur. Ama her nasılsa içine pis bir madde konmuş olan bir kap atılmaktansa, yıkanıp kullanılması daha iyidir, onu kullanmak mekruh olmaz. Çünkü malı zâyi etmek haramdır.
BİR GAYR-İ MÜSLİME KAMYON, KAMYONET GİBİ VASITA İLE İÇKİ TAŞIMAK CAİZ MİDİR?
Bir gayr-i müslime kamyon ve kamyonet gibi bir vasıta ile içki taşımak İmam-ı Şafii ile İmameyne göre haramdır. Çünkü içki sebebiyle Hz. Peygamber'in lanetlediği on kişiden birisi de içki taşıyandır. Bu aynı zamanda Allah'ın yasakladığı bir şeyin işlenmesi için yardım sayılır, ancak, İmam A'zam'a göre caizdir. Alınan ücret de haram sayılmaz (al-Fetava'l-Hindiyye).

Bu ihtilaf, İslam dininde yasak olan her şeyde caridir. Yani bir şey İslam dininde yasak olduğu halde müslüman bir kimsenin bir gayr-i müslim için onu taşıması, koruması İmam-ı A'zam'a göre caiz, diğer imamlara göre caiz değildir. Müftabih olan da budur..
 
İÇKİLİ İNSANIN TERİ
Islâmda pislikler kaba (mugallaza) ve hafif olmak üzere ikiye ayrılır ve nelerin kaba, nelerin hafif pislik olduğu, fıkıh kitaplarımızın daha ilk başında bütün teferruatıyla sayılır, ahkâmı bildirilir. Burada onlardan birisine dikkat çekmek istiyorum: Bir şeyin temiz olması, onun illede yenebilmesi demek değildir. Belki, insanın üzerinde ya da namaz kılacağı yerde bulunması halinde namaza mani olmaması, temizleyici suya düşmesi halinde suyun temizleyiciliğine mani olmaması, yiyeceklere ve içeceklere düşmesi halinde onların yenebilirlik özelliğini bozmaması demektir. Bunu böylece tesbit ettikten sonra: Insan; canlısı da, cansızı da, küçügü de büyügü de, kâfiri de mü'mini de, hayızlı ve cünüp olanı da olmayanı da temizdir (Surunbilâlî, Meraki'1-felah (Tahtâvî ile birlikte) 22; el-Cezîrî, el-Fıkıh ale'l-mezahib, 1/6). Elverir ki, üzerinde başka pislik bulunmuş olmasın. Ağzı (mesela içki ile) pislenmiş olsa dahi, bir iki defa tükrüğünü yuttuktan sonra ağzı dahi temiz olur ve artığı pis olmaz. Ne var ki, Imam Muhammed'e göre tükrük temizleyici olmadığından, böyle bir insanın artığı mekruh olur(Surunbilâlî, age). Ter ise içilen sıvının olduğu gibi çıkması demek olmadığından, aynı tahavvüle, kimyasal değişmeye uğrayarak çıktığından pis değildir. Hatta hayvanlardan da sadece ve sadece domuzun, bir de köpeğin teri pistir(el-Ceziri, age. I/11).
İCTİHAD'IN ŞARTLARI NELERDİR?
İctihad'ın belli başlı dokuz şartı vardır:

1- Arapça dilini ve üslubunu bilmek. Çünkü dinin kaynağı Kur'an-ı Kerim ile sünnet-i seniyedir. Bunlar da arapçadır.

2- Kur'an-ı Kerim'in amm ve hassını, mutlak ve mukayyedini, nasıh ve mensuhunu bilmek.

3- Peygamberin sünnet'ini-kavli, fi'li ve takriri olmak üzere bilmek.

4- Hakkında ictihad edilecek mes'ele ile ilgili icma veya ihtilafı bilmek, icma'ın vuku'unda hiç şüphe yoktur. Sahabenin bir çok mes'elelerde vaki olan icma'ını hiç bir kimse inkar edemez. Ancak Ahmed bin Hanbel sahabeden sonra icma'ın vaki olmadığını söylüyordu. Şafi'i de sahabelerden sonraki icma'ı inkar etmemiş ise de, bir mes'elede kendisine icma'dan söz edildiği zaman onu kabul etmiyordu.

5- Kıyas ve kaidelerini bilmek.

6- Şer'i ahkamın maksat ve gayesini bilmek.

7- Hakk ile batılı birbirinden ayırabilecek kadar ölçülü olmak.

8- İctihad'a ve İslam'a karşı samimi olmak.

9- İnancı sağlam olup bid'attan uzak olmaktır.

Bundan anlaşılıyor ki, ictihad kolay bir mes'ele değildir. Herkes ictihad da'vasında bulunmaz. Akıl ve çevreye veya doğu ve batıdan ithal edilen düşünce ve görülüşlere istinaden hiç bir kimse İslami konularda ictihad edemez.

İctihad'ın kapısı her zaman açıktır.

İcthad kapısı, birinci asırda açık olduğu gibi her asırda da açıktır. Yeter ki ictihad'ın şartlarına haiz bir kimse bulunsun. Şu tarihten şu tarihe kadar açık idi sonra kapandı veya kapatıldı demek yanlıştır. Kapanış ve açılışı elimizde değildir. Bu husus için hiç bir kimseye yetki verilmemiştir. Hangi ayet veya hadis ictihad kapısı şu tarihe kadar açık, bu tarihten şu tarihe kadar kapalıdır diyor? Hatta bütün fukaha her asırda ictihad'ın yapılması gerekir diyorlar. Mesela el-Envar'de şöyle deniliyor: "Kadının hür, erkek, mükellef, adil ve müctehid olması şarttır. Çünkü her asırda daha önceki asırlarda vaki olan hadiseler tekerrür etseydi, eski müctehidlerin fetvasıyla amel edilebilirdi. Amma her asırda ayrı hadiseler ortaya çıktığı için yeni ictihadlar gerekir”. Bu, her asırda yeni fıkhi mezheplerin kurulması gereklidir manasına hamledilmemelidir.Birinci asırda müslümanlar, bilgilerini Kur'an ve sünnet'ten alıp onlarla amel ediyorlardı. Kur'an ve sünnet'te yer almamış mes'eleler hakkında ictihad ediyor veya ehline soruyorlardı. O zamanda belli bir mezheb yoktu. İkinci asırda, çoğalıp dağılan müslümanlar yeni hadiseler, yeni adet ve an'anelerle karşılaştılar. Bunun üzerine ulema, bunları hall etmek için büyük i'tina gösterip ictihad'da bulundular. Ve bunun neticesinde çeşitli mezhepler, ekoller ortaya çıktı. Herkes kendi mezhebini müdafaa etmeğe başladı. Ancak hırisiyanlar gibi birbirini tekfir etmezlerdi. Bu ihtilaf normaldir. Çünkü herhangi kapalı bir mes'ele etrafında görüş teatisi olursa mutlaka birbirine ters düşen fikirler doğacaktır. Mesela "va'l-mutallakatu yeterabbasna bi enfusihinne selasete kuruin” ayet-i celilesinde yer alan "kuru” kelimesi "kur” kelimesinin çoğuludur. Bu kelime arapçada kadının aybaşı hali ma'nasına geldiği gibi temizlik ma'nasına da geliyor. Sahabelerin bazısı, kur' kelimesi ay başı ma'nasında olup, boşanan kadının iddeti üç ay başıdır... Bazısı da temizlik ma'nasından olup, boşanan kadının iddeti üç temizlik müddetidir demişlerdir.
İDARE
Koca evin hizmetini görmek için belli ücret karşılığında hanımını kiralayıp hanımı da bir müddet hizmet görecek olsa ücret hak etmiş, olmaz.

Koca, hanımını diğer karısından olan küçük çocuğunu emzirmek için kiralayacak olsa caiz olup ücret gerekli olur.

Kocası olup eve ihtiyacı olmayan bir kadın kızının kızına ait olan evde parasız oturamaz.

Ebe ücretini, onu eve çağıran öder.

Koca ebe ücretini ödemeye zorlanılamaz.
 
İFLÂS
Arayıp bulamamak, iflâs etmek. Bir kimsenin yanında veya tasarrufu altında kendisine ait hiçbir mal kalmadığı zaman "iflâs etti" denilir. Bunun anlamı, dirhemleri fels çeşidi değersiz madenî paralara dönüştü, demektir. Bir kimsenin yanında fels para bile kalmayınca, iflâsından söz edilir. Felsler, altın ve gümüş paraya göre, değeri çok düşük olan ve şehirler arasında bile satın alma gücü farkları bulunan madeni paralar olduğu için İslam'ın zuhuru yıllarında Hicaz bölgesinde bu paraya rağbet edilmemişti. Işte bu yüzden mal varlığını tüketen kimseye fels kökeninden gelen "müflis" ifadesi kullanılmıştı, (Ibnu'l-kesir, en-Nihâye, III, 407; R.S. Poole, W.H. Valentine,"Fels"mad., I.A; Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Meselelere Islâmî Yaklaşımlar, Istanbul 1988, s. 20 vd.).

Hz. Peygamber çeşitli hadislerinde iflâs'ın ne olduğunu ve uygulama şartlarını göstermiştir. Bir gün çevresindeki sahabelere; "Müflis kimdir?" diye sormuş, ashâb-ı kiram; "bize göre müflis, kendisine ait hiçbir dirhemi (nakit parası) ve malı kalmayan kimsedir" cevabını vermiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ümmetimden gerçek müflis şudur: Kıyamet gününde namazını, orucunu ve zekâtını getirir. Bu arada başkasına sövmesi, zina iftirasında bulunması, kan dökmesi ve başkasını dövmesi ile ilgili kötü amelleri gelir. Bunlara karşılık iyi amelleri (hasenâtı) verilir ve borçları (kul hakları) bitmeden iyi amelleri tükenir. Alacaklıların hataları kendisine yükletilir ve ateşe atılır" (Müslim, Birr, 60; Ahmed b. Hanbel, II, 303, IV, 372). "Bir kimse iflâs eden birisinin yanında kendi malınıbulursa, buna başkalarından daha fazla hak sahibidir" (Buhârî, Istikrâz, 14; Müslim, Müsâkât, 22; Ebû Dâvud, Büyû', 74; Ibn Mâce, Ahkâm, 26)
 
İFTİRA
Iftira son derece kötü ve tahribedici bir hadisedir. Hem iftirayı yapan ve hem de kendisine iftira edilen kimse için oldukça rahatsız edici bir tutumdur. Iftira sonucunda insanlar arasındaki sevgi ve dostluk bağları zayıflar; dayanışma gücü ortadan kalkar. insanlar birbirine güven duymaz olurlar. Bu güvensizlik, bir toplumun sosyal hayatını tamamen felce uğratan yıkıcı bir etki yapar. Iftira, toplumdaki güzellikleri yakıp bitiren bir ateş gibidir.

Iftira, toplumda adaletin tam olarak etkisini kaybettiği zamanlarda yaygınlaşabilen bir sosyal ve ahlâkı hastalıktır. Çünkü adaletsizlik ve takipsizlik, kötü fiillerin yaygınlaşmasına ve artmasına yol açan bir başıboşluğa sebep olmaktadır.

Islâm'da iftira konusu, üzerinde oldukça fazla durulan bir konu olmaktadır. Çok sayıda ayet-i kerime, iftira'nın özelliğinden ve onun Allah'ın nezdinde sevilmeyen ve hatta yerilen bir davranış olduğundan bahsetmektedir.

Iftiranın en ağırı namus üzerine atılan iftiradır. Bunu, Hz. Âîşe ile ilgili olarak "Ifk"* olayında görmekteyiz Olay özet olarak şöyle cereyan etmiştir: Hz. Peygamber ashab-ı kirâmla sefere çıkarken, kura ile belirlenen bir eşini de beraberinde ***ürürdü. Bu usulle, Mustalıkoğulları Gazâsına da Hz. Âîşe katılmıştı. Konaklama yerinde, devenin üzerindeki gölgelikten (mahfel) tuvalet ihtiyacı için çıkan Âîşe (r.anhâ), dönüşünde gerdanlığını düşürdüğünü farketmiş, aramak için yeniden çıkmıştır. Bu sırada ordu yola çıkmış, Hz. Âîşe, devenin üzerindeki gölgeliğin içinde zannedilmiştir. Dönüşte unutulduğunu anlayan Hz. Âîşe, orada beklemiş, ordunun arka gözcüsü Safvân b. Muattal O'nu devesine bindirerek yolda orduya yetiştirmişti.

Münâfıkların reisi Abdullah b. Ubey ve arkadaşları bunu fırsat bilerek Hz. Âîşe'ye zina iftirasında (ifk) bulundular. Bir aydan fazla bir süreyle bu dedikodu Medîne'de dolaştı. Hz. Peygamber ve Âîşe validemizin yakınları bu olaya çok üzüldü.

Daha sonra Hz. Âîşe Nûr sûresindeki şu ayetlerle temize çıkardı:

"O uydurma haberi getirip iftira (ifk) atanlar, içinizden bir topluluktur. Onu kendiniz için bir ser sanmayın, bilakis o, sizin için hayırdır. Iftirada bulunanlardan her birinin kazandığı günaha göre cezası vardır. Onlardan günahın en büyüğünü yüklenene de büyük bir azap vardır."

"Iftirayı işittiğiniz zaman, mümin erkeklerin ve mümin kadınların, kendiliklerinden hüsn-ü zanda bulunup da: "Bu apaçık bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi?"

"Bir de dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki, bu şahitleri getiremediler, o halde onlar, Allah nezdinde, yalancıların da kendileridir"

"Eğer Allah'ın lütuf ve merhameti, dünyada ve ahirette üzerinizde olmasaydı, yaydığınız fitne yüzünden, size mutlaka büyük bir azap dokunurdu."

"Siz o iftirayı dilinize dolamıştınız. Hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığınız şeyi ağzınızla söylüyor ve onu önemsiz birşey sanıyordunuz. Halbuki bu, Allah nezdinde büyük bir günahtır "

"O asılsız sözü duyduğunuz zaman: "Bunu konuşmak bize yakışmaz. Haşa! Bu büyük bir iftiradır" demeniz gerekmez miydi?" (en-Nûr, 24/1116).

Hz. Peygamber inen bu ayetleri tebliğ ettikten sonra; "Ya Âîşe, Allah'a hamd et. Allah seni, iftiracıların isnadından kesin olarak berî kıldı" buyurdu. Bunun üzerine Âîşe (r.anhâ) nin annesi: "Kızım, kalk da Resulullah (s.a.s)'a teşekkür et" deyince, Hz. Âîşe; "Hayır kalkmam ve yalnız Allah'a hamdederim" diye cevap verdi (bk. Buhârî, Tefsîru Sûre, 24/6, Meğâzi, 12, 32, 34, Şehâdet, 2, 15, Eymân, 13, 18, I'tisâm, 28, Tevhîd, 35, 52; Müslim, Tevbe, 56; Ebû Dâvud, Salât, 122; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 194, 195, 197; Kamil Miras, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, Ankara 1984, VIII, 73-97).

Iftira eden kimse, bununla amacına ulaşamaz ve sonunda dünyevî ve uhrevî bakımdan kendisi zararlı çıkar. Nebî (s.a.s) "Iftira eden kimse zarara uğramıştır" (Ahmed b. Hanbel, I, 91) buyurur.

Iffetli bir kadına zina isnadında bulunup da bunu dört erkek şahitle ispat edemeyen bir kimse kazıf cezasına çarptırılır. Bunlara ceza olarak seksen değnek vurulur ve bundan sonra şahitliklerine güvenilmez (bk. en-Nûr, 24/4; "kazf" mad.). Zina isnadında bulunan kimse kadının kocası olur ve dört şahitle bunu ispat edemezse "mulâane" yoluna başvurulur (bk.en-Nûr, 24/6-9; "Liân" mad.).

En ağır iftirayı atan kimse bile sonradan pişmanlık duyar ve durumunu düzeltirse Cenâb-ı Hakkın mağfiretine nail olabilir (en-Nûr, 24/4-5).

Günümüzde fertlerin birbirine iftirası yanında basın ve yayın yoluyla da iftiralar yapılmaktadır. Namus, iffet, haysiyet ve zimmet üzerindeki bir iftira ne kadar çok yayılırsa, iftiracının sorumluluğunun da o nisbette artması tabiidir. Ayette şöyle buyurulur: "Mümin erkek ve o kadınlara işlemedikleri bir günahla eziyet edenler (onlara iftira atanlar), doğrusu açık bir günah yüklenmişlerdir" (el-Ahzab, 33/38).
 
İĞNE VE ABDEST
Damardan ya da kalçadan yapılan iğnede kan çıkmaması durumunda abdest bozulur mu? Ya da damardan iğne vurulurken şırıngaya çekilip tekrar geri giden bir miktar kan abdesti bozar mı?

Iğne yapılan yerden kan, irin vs. çıkmazsa iğne abdesti bozmaz. Şırıngaya çekilmesi halinde, ancak bir sivrisineğin emeceği kadar olup akıcı kabul edilmeyen miktarı da abdesti bozmaz. Daha fazla olursa bozar.(10 M. Zihni 73)
 
İĞNENİN ORUCU BOZUP BOZMAYACAĞI HAKKINDA ÇEŞİTLİ SÖZLER SÖYLEMEKTEDİR. BUNUN MAHİYETİ NEDİR?
İmam-ı A'zam'a göre ağız gibi fıtri bir menfzden mideye bir şey almak orucu bozduğu gibi vücudun herhangi bir yerini delmek ve yırtmak suretiyle fıtri olmayan bir menfezden ona bir şey sokmak veya zerk etmek de orucu bozar. Fakat Ebu Yusuf, Muhammed ve İmam-ı Şafii mezhebine göre fıtri bir menfez olmayan bir yol ile vücudun içine bir şey sokulur veya zerk edilirse orucu bozmaz (al-Mebsut, c.3,s.68). Nevevi, "Bir kimse baldırına bir bıçak sokar veya içine ilaç zerk ederse orucu bozulmaz" diyor (al-Mecmu). Binaenaleyh hasta olan kimse imkanı varsa gündüz değil gece vaktinde iğnesini yaptırmaya gayret sarfetsin, fazla rahatsız olur, veya gece vaktinde yaptıracak kimsesi olmazsa Hanefi olan kimse imameye göre orucunu bozmadan iğnesini yaptırır. Bilahare ihtiyaten gününe gün kaza ederse iyi olur. Ama "karnına bir hançer sokarsa" Şafii mezhebine göre orucu bozulur ( al-Mecmu). İmameyne göre bozulmaz.
İHLAS SURESİ İLE HATİM
Hatim sonlarında vs. Ihlas sûresi niçin üç defa tekrarlanır? Evlerde sohbet yapan bir hanım, Kur'ân okumasını bilmeyenlerin her satıra bir "Ihlas" okuyarak hatim yapmış olacaklarını söylediler, doğru mudur?

Önce şunu söylemek gerekir ki, Kur'ân-ı Kerim kendi ifâdesiyle "hayatta olanları inzar etmek, uyarmak için" (Yasin (36) 70) gelmiştir. Bu uyarılmanın, ders almanın olabilmesi, onun bütününün okunmasına, hatta manası düşünülerek alınmasına bağlıdır. Elbette Kur'ân'ı Kerim okumanın bir de "ta'abbudî" (ibadet olma) yönü vardır. Hatta her bir harfi için okuyana "on sevap" verileceği vadedilmiştir. Ama bunca büyük bir sevap onun asıl geliş gayesi yanında belki de çok küçük kalır. Bu yüzden her satıra bir "ihlâs" okunarak hatim yapmakla Kur'ân'ı Kerim hatmedilmiş olmaz, belki satırları sayısınca "ihlâs" okuma sevabı alınmış olur. Bu kadar "ihlâs" okuyacak süre içerisinde Kur'ân'ı Kerim okumayı öğrenmeye çalışmak, Allah'u a'lem insana çok daha fazla sevap kazandırır.

"Ihlas" sûresinin üç defa okunmasına gelince, bakabildiğimiz kadarıyla bunun böyle olması gerektiğini söyleyen bir hadis ya da seleften bir söz yoktur. Ancak "Ihlâs Sûresi" nin Kur'ân'ın üçte birine denk olduğunu söyleyen sahih hadisler vardır (bk. Ibn Mâce, edep 52; Ebu Davud, vitr 18; Tirmizî, Sevâbul· Kurân 1011; Nesâ'i Iftitah 69· Muvatta Kur'ân 17, 19). Bu surenin üç defa okunması da bundan ötürü düşünülmüş olsa gerektir. Ama Ihlâs Sûresi'nin, Kur'ân'ın üçte birine denk olması; herhalde onun bir defa okunmasının, Kur'ân'ın üçte birinin, üç defa okunmasının da tamamının okunması kadar sevap kazandıracağı şeklinde anlaşılmamalıdır. Gerçi bunu böyle söyleyen hadisler de vardır ve Imam Serahsî'de bunlardan birini meşhur "El-Mebsût" una almıştır (bk. Serahsî, XXX/211; Bu sure ile ilgili hadisler için bk. Suyûtî, Ed-Dürrü'1-ensîr, VNI/669-682), ama surelerin faziletlerine dair çoğu hadisin sahih olmadığı, hatta uydurma olduğu söylenmiştir. Bunun en güzel ömeklerinden biri Ibn Salah'ın kaydettiği şu olaydır:

"Ebu Ismet'e-ki, Nuh b. Ebî Meryem'dir-(Hk. yanlış kanaatin tashihi için bkz. Tecrid-i Sarîr Terc. 1, 285, 493-498) sordular: Kur'ân'ın sûre sûre faziletlerine dâir Ikrime'den, o da Ibn Abbas'dan diye naklettiğin bu hadîsleri nereden aldın? O da cevap verdi: Baktım ki insanlar Kur'ân'dan yüz çevirip Ebu Hanife'nin fıkhı ve Ibn Ishak'in Megazı'si ile meşgul oluyorlar, ben de iyi niyetle bu hadisleri uydurdum (In Salah, Ulumul-Hadis, 90-91). Bu konuda daha makul şöyle bir açıklama vardır: "Kur'ân üç ana bölümden oluşur: Üçte biri ahkâm, üçte biri tehdit ve müjde (va'd ve va'id), üçte biri de .Allah'ın sıfatları ve isimleridir. İşte "ihlâs bu sonu üçte birin hûlâsasıdır" (bk. Kurtubî, XX/247).

Yoksa üç ihlas okumanın, sevap bakımından, Kur'ân'ın tamamını okumaya denk olduğunu söylemek, dirayet bakımından da sahih değildir. Çünkü Kur'ân'ın tamamı içerisinde "Ihlas" da vardır. Buna göre bir "Ihlâs" okumak, Kur'ân'ın üçte birini okumak ise, "üç Ihlâs" okumak Kur'ân'ın tamamı, artı, üçte birini okumak olmalıdır.
IHLÂS'I KAZANMANIN YOLU
"Ihlâs" kelime olarak "has kılma, hâlis ve katıksız yapma" demektir. Terim olarak manası: "Ibâdetleri sırf Allah emrettiği için yapma, ibâdeti sadece O'na ait kılma, yaptığı ibâdetlere başkası için hiçbir katkıda bulunmama" demektir. Ebedi kurtuluşa erecek olanlar sadece "Ihlâs" ile amel edebilenlerdir. Riya, gösteriş, süm'a, ihlâsın zıddı olan davranışlardır. Meselâ aslında beş vakit namazını kılan birisi, rükua, secdeye vb. gidiş gelişlerinde kendisini gören birilerinin olduğu yerde daha değişik davranıyorsa, işte namazının yalnız kıldığı zamanlardan farklı olan o kısımları, kendisini gören insanlar için yapılmış yani Allah'a (c:c.) has kılınmamış demektir. Bu da aslında Allah için kıldığı namaz ibadetine yaptığı farklılık oranında başkalarını da ortak etmiş, yani Allah'a şirk (ortaklık) yapmış anlamına gelir. Bu da insanı dinden çıkaran "Itikatta şirk" demek değilse de, sevabı ***üren "amelde şirk" kabilindendir. Oysa Allah: "... Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsâ sâlih bir amel yapsın ve hiç kimseyi Rabbine yaptığı ibâdete ortak etmesin" buyurur.( K. Kehf (18) 110) Bir başka yerde temiz ve içimi rahat sütü,"Ihlâs" tan türemiş bir kelime ile anlatır: "Sizin için elbette davarlarda da ibretler vardır. Size onların karınlarındaki fıskı ile kan arasından, içenlerin kolaylıkla yudumlayacağı hâlis (dupduru) bir süt içiriyoruz." (K. Nahl (16) 66 ) Tefsircilerin izahına göre bu ayette "Ihlâs" la aynı kökten olan "hâlis" kelimesi şu anlama işaret eder: Nasıl ki, önce fıskıdan, sonra da kandan süzülen süte bu iki pis maddeden birisi karışacak olsa içilemez ve "kolaylıkla yudumlanamaz" yani kulun kabul etmeyeceği bir hale gelmiş olursa, amellere de, fıskı ve kana benzetebileceğimiz "şeytan" ve "nefis" hesabına bir şey karışırsa, onlar da Allah'ın kabul etmeyeceği hale gelmiş olurlar. Kul "hâlis" olmayan gıdayı kabul etmez de Allah, "hâlis" yani "ihlâslı" olmayan ibâdeti kabul eder mi?( Bursevi,)Bu açıklamalar ışığında "Ihlâs"ın nasıl elde edileceği de bir nebze anlaşılmış olmalıdır:

1- Allah (c.c.), O'nun sıfatları, dünya ve geçiciliği, âhiret ve kalıcılığı hakkında sağlam ve yeterli bilgi olmadan ibâdetin 0'na ait kılınması, yani "ihlâs" mümkün değildir.

2- Insanın kendi yaradılış gayesini öğrenmeden "Ihlâslı" olması da mümkün değildir. Yaradılış gayesini öğrenmeyen insanlar ya zevkleri (hevâ ve hevesleri), ya mide ve diğer uzuvları (şehvetleri), ya mal ve mülk, ya da şöhret için koşuştururlar. Kişinin en büyük derdi ve meşguliyeti bunlardan biri olunca, onun ilâhı da o olmuş, yani ona ibadet etmiş olur. Böylece de ibâdeti "sadece Allah'a has kılmamış", yani ihlâslı olmamış olur.

3- Kişinin sözü edilen ilâhlardan kurtulup bir olan Allah'a ibâdet edebilmesi bir yönüyle de Allah'ın tevfikine bağlıdır. Allah'ın tevfiki de insanın haramlardan sakınmasına, Allah'ın çizdiği sınırlara riâyet etmesine (takvâya), farzlardan başka nafilelerle Allah'a yakınlık aramasına bağlıdır. Çünkü Allah (c.c.)

"Ey in******r! Eğer takvâlı olursanız O size Furkân (Hakla batılı ayırma gücü) verir."( K. Enfâl.(8) 29) buyurur.Hadîs-i kutsisinde ise: "... Kulum bana nâfilelerle yaklaşır, yaklaşır... Tâ, onun gören gözü, tutan eli, konuşan dili ‚ve yürüyen ayağı olurum..." der.Demek ki, ihlâs ve samimiyet kazanma yollarından biri de farzları düzgün yaptıktan sonra bazı önemli nâfileleri de alışkanlık haline getirmektir. Bu nâfilelerin başında gece namazı (teheccüd) gelir. Iki rekât "işrak" ya da "duhâ" namazı, pazartesi ve perşembe oruçları, evvâbîn namazı... da bunların önemlilerindendir. Ancak bunların "az da olsa sürekli" olması çok çok önemlidir. Önce çok azı ile başlayıp, süreklilik kazandıktan sonra çogaltmalıdır. Ayrıca hergün tekrar edilen yine sürekli bir takım zikir ve tesbihler edinilmelidir.

4- Böylece kişinin en büyük derdi, Islâmı öğrenip yaşama, başkalarına da anlatma olmalıdır.

5- Sürekli duâ ve yakarışların da "Ihlâslı" olmakta büyük etkisi vardır.
 
İHRAM
Hac dışında yapılması mübah olan bazı şeyleri kendisine haram kılmak demektir. Hanefilere göre, ihram haccın rüknü değil şartıdır. Bu da niyet ve telbiye ile gerçekleşir. Hac veya umreye yahut her ikisine niyet etmek ve Allah için telbiye getirerek ihrama girmekle hac ibadeti başlamış olur.

İhrama girerken yapılması sünnet veya müstehap olan fiillerin başlıcaları şunlardır:

1. Abdest veya boy abdesti almak. Temizlenmek için abdest veya boy abdesti alınır. Hz. Peygamber ihram için boy abdesti almıştır (ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III,17). Bu, temizlenmek için olup, taharet (abdestlilik) için değildir. Bu yüzden, hayızlı ve nifaslı kadınlar da bunu yaparlar. İbn Abbâs'ın merfû olarak naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: "Nifaslı ve hayızlı kadınlar boy abdesti alır, ihrama girer, Beytullah'ı tavaf dışında, haccın bütün menâsikini ifa ederler" (Tirmizî, Hac, 98; Ahmed b. Hanbel, I, 364; Ebû Dâvûd, Menâsik, 9). Diğer yandan Hz. Peygamber (s.a.s), Esmâ binti Umeys'e nifaslı (lohusa) iken boy abdesti almasını emir buyurmuştur (Müslim, Hac, 109, 110).

İhrama girecek kimsenin tırnaklarını kesmesi, tıraş olup, bıyıklarını kısaltması, koltuk altlarını ve edep yerini tıraş etmesi müstehaptır..

2. Erkekler, dikişli elbiselerini çıkarır ve birisi göbekten aşağısını örtmek, diğerini omuzuna almak üzere iki temiz ve yeni peştemela bürünür. Başı açık, ayakları çıplak olup, terlik veya nalın giyebilir. Hadiste şöyle buyurulur: "Sizden biriniz, bir izâr (alt peştemal), bir ridâ (üst peştemal) ve iki nalınla ihrama girsin. Nalın bulamazsa, mest giysin, mestlerin topuklarından aşağısını ayırsın" (eş-Şevkânî, a.g.e, IV, 305). İbn Abbâs rivayetinde "topuklardan aşağısını ayırma" ifadesi yoktur (Buhârî, Hac, 21; Müslim; Hac, 1-3; Dârimî, Menâsik, 31; Tirmizî, Hac, 19; Ahmed b. Hanbel, I, 215, 221, 228, 279, II, 3, 4, 8, 34, 47).

İhrama giren kadınlar, elbiselerini çıkarmazlar başlarını ve ayaklarını açık bulundurmazlar. Yalnız yüzleri açık bulunur, telbiye ederken seslerini yükseltmezler.

3. Çoğunluğa göre, ihramdan önce bedenini kokulamak caizdir. Hanefî ve Hanbelîlere göre, elbiseyi kokulamak caiz değildir. Şâfiîler elbise konusunda da aksi görüştedir. Delil, Hz. Âişe'den nakledilen şu hadistir: "Ben Nebî (s.a.s)'i, ihrama girerken bulabildiğim en güzel koku ile kokuluyordum"(Buhârî, Hac,18, Libâs, 79, 81; Müslim, Hac, 37; Dârimî, Menâsik, 10; Tirmizî, Hac, 77). Buna göre, kokunun eserinin ihramdan sonra devam etmesinde bir sakınca yoktur. Ancak artık ihram süresince yeniden kokulanmak, hatta kokulu sabun kullanmak caiz görülmemiştir.

4. İhram namazı. Boy abdesti veya abdest alındıktan ve ihramdan önce; ittifakla iki rekat ihram namazı kılınır. Delil şu hadistir: "Nebî (s.a.s) Zülhuleyfe'de iki rekât namaz kıldı, sonra ihrama girdi" (ez-Zeylaî, age, III, 30 vd.). Bu namazın birinci rekâtında Kâfirûn, ikinci rekâtında ise İhlâs suresini okumak sünnettir. Mâlikî ve Hanbelîlere göre, ihrama farz namazın arkasından girilir. Çünkü İbn Abbâs (r.a)'tan, Resulullah'ın böyle yaptığı nakledilmiştir.

5. Telbiye. Hanefîlere göre, ihram namazından sonra telbiye getirilir. Çünkü Hz. Peygamber böyle yapmıştır. Efdal olan da budur. Vasıtaya bindikten sonra telbiye getirip, sonra niyet edilebilir (ez-Zeylaî, age, III, 21). Telbiye şudur:

"Lebbeyke Allahumme Lebbeyk, Lebbeyke Lâ şerîke Leke Lebbeyk. Inne'l-hamde ve'n-ni'mete leke ve'l-mülke, Lâ şerîke leke" (Buharî, Hac, 26, Libâs, 69; Müslim, Hac,147, 269, 271; Dârimî. Menâsik, 22, Tirmizî, Hac, 97).

Hanefilere göre bir kimse mikatta niyet ederek telbiye getirince ihrama girmiş olur. Telbiye, yolda, iniş çıkışlarda, yol arkadaşlarıyla karşılaşmalarda namazların ardından tekrarlanır ve zaman zaman ses yükseltilir. Telbiye, Mâlikîler dışında çoğunluğa göre, Kurban bayramı günü Akabe cemresine ilk taşın atılmasıyla kesilir. Çünkü Hz. Peygamber böyle yapmıştır (Nesâî, Menâsik, 229, İbn Mâce, Menâsik, 69; Ebû Dâvud, Menâsîk, 27, 28; Tirmizî, Hac, 78, 79). Ancak taşlamadan önce tıraş olunursa, telbiye kesilir. Umre yapan ise tavafa başlamakla telbiyeyi keser.
 
İHRAMA GİRME YERLERI (MİKATLAR)
Mîkat, ihrama girme yeri ve zamanı demektir. Çoğulu mevâkît'tir. Bir terim olarak, Mekke çevresinde, çeşitli bölge ve ülkelerden hacca gelenlerin ihrama girecekleri özel yerleri ifade eder. Bir kimsenin, hac veya umre için, mikatları ihramsız geçmesi caiz olmaz. Aksi halde kurban veya mikat yerine dönmek gerekir. Ancak mikat yerinden önce ihrâma girmek ittifakla caizdir. Hatta Hanefilere göre, bir sakınca doğmayacaksa, ihramı öne almak daha faziletlidir. "Hac ve umreyi Allah için tamamlayınız" (el Bakara, 2/196) ayetinde buna delâlet vardır. Mikatları beklemeksizin, ailesinin bulunduğu yerden ihrama girmek hac ve umreyi eksiksiz tamamlamak demektir. Hz. Ali (ö. 40/660) ve Abdullah b. Mes'ud'un (ö. 32/652) görüşü budur. Çünkü bunda daha çok meşakkat ve daha büyük tazîm vardır.

İhrama girme yerleri, Mekke'de, Mekke (Harem) ile mikatlar arasında (hıl bölgesi) veya mikatların dışında kalan bölgelerde (âfâkî) oturanlara göre değişiklik gösterir (el-Kâsânî, a.g.e, II, 163-167; İbnü'l-Hümâm, a.g.e, II, 131-134; el-Meydânî, el-Lübâb, I, 178 vd.; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, I, 202-204; İbn Kudâme, el-Muğnî, III; 257-267).

1. Mekke'de oturanlar: Bunların hac için ihrama girme yeri yine Mekke'dir. Hz. Peygamber ashab-ı kirâma hac için ihrama, Mekke'nin içinde girmelerini emir buyurmuştur (ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III,16). Mekke dışında, harem dâhilinde evi olanlar da böyledir. Mekkelilerin umre için mikat yeri ise, dilediği herhangi bir yerden, hıll'in harem bölgesine en yakın olan yeridir. Ancak umrede ihrama girmek için hıll'in en fazîletli yeri Hanefi ve Hanbelîlere göre "Ten'îm", sonrâ "Ci'râne", sonra "Hudeybiye"dir. Resulullah (s.a.s) Abdurrahman b. Ebî Bekr'e Hz. Âişe'ye Ten'îm'de ihrama girerek umre yaptırmasını emir buyurmuştur (Buhârî, cihâd, 125, Umre, 6; Müslim, Hac,135,136; Ahmed b. Hanbel, III, 309, 394; Tirmizî, Hac, 91).

2. Hıll'de oturanlar: Harem bölgesiyle, beş mikat yerinin çevrelediği alan arasındaki bölgeye "hıll" denir. Hıll'de oturanların hac veya umre için ihrama girme yeri (mikat), ailelerinin bulunduğu yer veya bu yerle. harem arasında kalan, hıll'den dilediği herhangi bir yerdir. Hac ve umreyi tamamlamayı emreden ayetle (el-Bakara, 2/ 196) Hz. Ali ve İbn Mes'ud'un görüşü buna delildir. Hanefîler bu görüşü benimsemiştir. İmam Mâlik'e göre, bunların mikat yeri, kendi evleridir.

3. Mikatların çevrelediği alan dışında oturanlar (âfâki): Arabistan'da mikatlar dışında oturanlarla, dış ülkelerden hac veya umre niyetiyle Hicaz'a gidenler için geldiği bölge veya ülkeye göre ihrama girme yerleri (mikat) belirlenmiştir. İbn Abbâs (r.a)'tan şöyle dediği nakledilmiştir: "Nebî (s.a.s), Medineliler için Zülhuleyfe'yi, Şamlılar için el-Cuhfe'yi, Necidliler için Karnü'l-Menâzil'i ve Yemenliler için Yelemlem'i mikat olarak belirledi. Bunlar, belirtilen bölge veya ülke tarafından gelen diğer belde yolcuları için de mikat yeridir" (Buhârî, Hac, 7, 9, 11,12, Sayd,18; Müslim, Hac,11-12; Ebû Dâvûd, Menâsik, 8; Nesâî, Menâsik,19, 20, 23; Ahmed b. Hanbel, I, 238). Câbir (r.a)'den merfû olarak rivayet edilen Müslim hadisinde bunlara, Iraklılar için Zat-ı ırk ilâve edilmiştir (Ebû Dâvûd, Menâsik, 8).
 
Gelinen ülkelere göre mikatlar şöyledir:

a. Türkiye, Suriye, Mısır, Mağrib ve Avrupa tarafından deniz yoluyla gelenlerin mikatı Cuhfe (Râbiğ)'dir. Cuhfe ile Mekke aiası yaklaşık 187 km. dir.

b. Medine'den gelenlerin mikatı Zülhuleyfe (Âbâr-ı Ali) olup, Mekke'ye yaklaşık 464 km.dir. En uzak mikat yeri burasıdır.

c. Irak, İran ve diğer doğu ülkelerinden gelenlerin mikatı Zât-ı Irk'tır. Bu yer Mekke'ye yaklaşık 94 km.dir.

d. Kuveyt ve Necid yönünden gelenlerin mikatı bugün es-Seyl denilen Karnü'l-Menâzil'dir.

e. Yemen'den gelenlerin mikatı Mekke'nin güneyinde bulunan Yelemlem olup, Mekke'ye 54 km.dir,

İhrama girme yerlerini Hz. Peygamber tayin ettiği için hac, umre, ticaret veya başka bir amaçla gelen her müslümanın buralarda veya daha önce ihrâma girmiş olması lâzımdır. Eğer yol, bu noktalardan geçmiyorsa buraların hizalarından ihrâma girilir. Medine'ye gelenler, hac için Mekke'ye doğru yola çıkınca Zülhuleyfe'de bugün Âbâr-ı Alî denilen yerde ihrama girerler.

Mikatlardan içeride bulunan kimseler, ihramsız Mekke'ye girebilirler. Fakat hac veya umre için, bulundukları yerden ihrama girerler. Mikat içinde, fakat Mekke dışında bulunan, bulunduğu yerde; Mekke'nin içinde oturanlar ise, kaldığı evde ihrama girerler.

Dışarıdan hac veya umre için gelen kimse mikatı ihramsız geçerse ya bir kurban keser veya geri dönüp mikat yerinde ihrama girer. Mekke'ye girme niyeti olmaksızın mikatı ihramsız geçene birşey lâzım gelmez.
İHRAMDA OLAN KİMSENIN HAMAM VS. YERLERDE SABUN İLE YIKANMASI CAİZ MİDİR?
İhramda olan kimsenin hamam vs. de sabun ile yıkanması Şafii mezhebine göre caizdir. Ebu Eyub'dan rivayet edildiğine göre Peygamber (sav) de "İhramda iken yıkanırdı" (el-Mühezzeb).

Hanefi mezhebine göre ise sabunsuz veya kokusu olmayan sabun ile yıkamakta bir sakınca yoktur. Fakat kokulu sabun ile yıkanmak haramdır (el-Fıkh ‚ala'l-Mezahib el-erba'a.Mebsüt).
İHRAMSIZ OLARAK SAFA ILE MERVE ARASINDA SA'Y ETMEK CAİZ MİDİR?
Safa ile Merve arasında sa'y edebilmenin iki şartı vardır.

Birincisi tavaftan sonra olması, ikincisi ondan önce ihramın bulunmasıdır. Tavaftan sonra ve ihramdan evvel yapılan sa'y caiz değildir. Hacc için Safa ile Merve arasında yapılan sa'y, Arafat vakfesinden önce olursa ihramın bulunması şarttır. Yoksa Arafattan sonra olursa şart değildir.

Mutemetti olan kimse Arafat vakfesinden önce hacc için sa'y etmek isterse Arafat'a çıkmadan evvel ihrama girer ve bir nafile tavafını yapar. Sonra hacc için sa'y eder.
İHSAN
Iyilik, güzellik, uygun ve güzel olanı en güzel ve kusursuz bir şekilde yapmak. Ihsan; Allah'ın huzurunda olduğunu onu gönül nuruyla görüyormuş gibi tasavvur ederek kulluk vazifelerini yerine getirmek. Bu anlamda ayet-i kerimede "öyle değil! Kim muhsin olduğu halde kendini Allah'a teslim ederse, onun mükafatı Rabbinin katındadır" (el-Bakara, 2/112). Inanç ve gönül planında ihsan ve teslimiyet Allah'ın kullarından istediği kurtuluş beraatıdır. Anne-baba hakkındaki tavsiyelerde de onlara "ihsan" ile davranılması istenmiştir (bk. el-Bakara, 2/73; en-Nisa, 4/36; el-En'âm, 6/151; el-Isrâ, 17/32).

Münafıklar Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelmişler ve yaptıkları kötülükleri gizlemek ve güzel göstermek için "...Biz ihsan ve uzlaştırmadan başka bir şey yapmak istemezdik" (en-Nisa, 4/61) diyerek Allah adına yemin etmişlerdir. Bu ifade tarzından ihsan kavramının Araplar arasında bilinen ve kullanılan bir kavram olduğu anlaşılıyor. Ancak Islâm bu kavrama farklı bir anlam yükleyerek mutlak iyilik, güzellik ve iyi davranış olgusunu ilâhî iradenin kabulüne ve rızasına uygun olarak yapıları iyilik tarzında değiştirmiştir. Nitekim bu manayı Kur'an'ın ifadelerinde ve Hz. Peygamberin hadislerinde müşahede etmek mümkündür. Cibril (a.s) sahabilerden Dıhye (r.a)'in şeklinde Hz. Peygamber (s.a.s) in huzuruna gelmiş ve ona "ihsan nedir?' sorusunu sormuştur. Peygamber (s.a.s) ihsanı şöyle tanımlamıştır: "Allah'a onu görüyormuşsun, sen onu (gözle) görmesen de o seni görüyormuşçasına kulluk etmendir" (Buhârî, Tefsiru sûre (31); Iman, 37; Müslim, Iman, 57; Ebu Davud, Sünne, 16; Tirmizi, Iman, 4; Ibn Mace, Mukaddime, 9). Seyyid Şerif ihsan teriminin tarifini yaparken bu hadisi zikrederek şöyle demektedir: "Basiret nuruyla Rabbü'l-Âlemîn'in huzurunda olduğunu tasavvur ederek kulluğu yerine getirmektir. Hadisteki "sanki onu görüyormuşsun" ifadesi Allah'ın bizatihi görülmesinin maksat olmadığını, Allah'ın sıfatlarını idrak ederek kulluk etmenin istenildiğini anlatmaktadır" (Seyyid Şerif e/-Cürcani, et-Ta'rifât, s. l2).

Ihsan yalnız ibadetle ilgili meselelerde mü'minin yükümlü olduğu bir sorumluluk değil, bütün söz ve işlerindeki değişmez tavrıdır. Hz. Peygamber "Allah her şeyde ihsan ile davranılmasını kullarının üzerine gerekli kılmıştır. Bundan dolayı "öldürdüğünüzde güzel davranın, hayvanların kesiminde güzel davranın" (Müslim, Sayd, 57; Ebû Dâvud, Edâhî, 11; Tirmizî, Diyat, 14; Nesai, Dahaya, 22, 26; Ibn Mace, Zebâih, 3) buyurmuştur. Yapıları iyiliklerin hasbî ve Allah rızası için olmasının gerekliliğine de işaret eden Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:"Insanlar bize iyi davranırsa onlara iyilik yaparız şayet kötü davranırlarsa onlara kötülük yaparız diyen şahsiyetsizlerden olmayın. Kendinizi, insan/ar iyi davranırsa onlara iyilikle mukabele etmeye, şayet kötülük yaparlarsa onlara aynıyla karşılık vermeye alıştırın" (Tirmizî, Birr, 63).

Yapılan iyıliğin ve ihsanın inkar edilmesi hoş görülmemiş, birtakım insanların yapıları iyilikleri inkâr etmelerinin kendilerinin cehenneme girmesine sebep olan bir haslet olduğu bildirilmiştir. Kocalarını ve kocalarının iyiliklerini inkar eden kadınların cehenneme gireceği bildirilmiş (bk. Buhari, Iman, 21; Kusuf, 9; Müslim, Kusuf, 17). Ihsanın insanlar arasındaki münasebetlerdeki etkisi ve önemi anlatılmıştır.

Insanlara güzellikle davranan, Allah'a kulluk yaparken kulluğun gereği olan; kulluk yapıları zatı iyi tanımanın gereklerini yerine getiren muhsinlerin Allah'ın rahmetine çok yakın olduğunu Hz. Peygamber (s.a.s) bildirmiştir (Dârimî, Mukaddime, 56).
 
İHTİKAR NE DEMEKTIR?
İhtikar, şiddetli ihtiyaç olduğu bir zamanda gıda maddesini satın alıp kıymeti daha fazla artsın diye onu hapsetmektir. Şer'an haramdır. Allah'ın Resulü onun hakkında şöyle buyuruyor: Kırk gece kadar insanların yiyeceğini hapsedip ihtikar eden kimse Allah'tan (onun rahmetinden) uzaktır. Allah da ondan beridir. Bir mahalle halkı içinde az bir kimse bulunsa Allah'ın zimmeti o mahalleden beri olur (al-Hakim).

Abu'z-Zenad, Said bin Müseyyeb'e dedi ki: Senin tarafından bana ulaşan habere göre Peygamber (sav)şöyle buyurmuştur: Medine'de ancak, günahkar olan kimse ihtikar eder. Halbuki sen bizzat bu işi yapıyorum. Bunun üzerine Sa'id dedi ki:Peygamber (sav) bu ihtikarı yasaklamadı. Yasakladığı ihtikar, kişinin satılık malı fiyatı, yüksek olduğu bir zamanda pazara getirip yüksek bir fiatla satmaya kalkışmasıdır. Ama fiat düşük olduğu bir zamanda satılık malını getirir, başkası da onu satın alır, yanında tutar ve halkın muhtaç olduğu bir zamanda piyasaya sürerse ihtikar sayılmaz.

İmam-ı Gazali'ye göre ihtikar, gıda maddesinde cari olduğu gibi, meyvede de caridir. Ebu Yusuf'a göre; yiyecek, giyecek gibi insanın muhtaç olduğu her şeyde caridir. Şiddetli ihtiyaç yok, piyasa boşluğu varsa gıda maddelerini stok etmekte beis yoktur.
İHTİKAR DÎNEN HARAMDIR.
Bazı müctehidler ihtikarın sadece insan ve hayvan yiyeceklerinde olduğunu kabul etmişlerdir. Yukarıda geçen hadîste ise genel bir ifade vardır; yani insanın bütün ihtiyaçlarını içine almaktadır. Buna göre yiyecek maddesi dışında kalan diğer ihtiyaç maddeleri de, karaborsacılığın sınırı içine girmektedir. Çiftçinin ürettiği malı bekletmesi ise ihtikar değildir. Çiftçi emeğini değerlendirmek için bekletebilir. Fakat o mala aşırı bir ihtiyaç duyulursa piyasaya sürmesi daha iyidir.
İKİ MEZHEBİN BİRBİRİNE ZIT OLAN HÜKÜMLERİYLE BİR MES'ELEDE AMEL EDİP TEFLİK YAPMAK CAİZ MİDİR?

İki mezhebin biribirine zıt olan hükümleriyle bir meselede amel edip teflik yapmak iki çeşittir:

1- İcmaa muhallif olan teflik.

2- İcmaa muhallif olmayan teflik.

Yapılan bir teflik, icmaa muhallif ise, kesinlikle caiz değildir. Mesela Hanefi mezhebinde; baliğa ve akile olan kadının nikahı için velinin izni ve rızası şart değildir. Kendi kendini evlendirebilir. Diğer Mezheplerde ise; velinin izni şarttır. Maliki Mezhebinde de akit esnasında şahitlerin bulunması şart değildir. Akitten sonra da ilan edilse kafidir. Mesela: Bir kimse, şahitsiz kızını biriyle evlendirse, daha sonra da nikahı ilan etseler caizdir. Ama diğer Mezheplerde şahitlerin bulunması şarttır. Şafi'i mezhebinde mehri dile getirmek şart değilken, Maliki mezhebinde şarttır. Bir kimse nikah hususunda bu üç mezhebi birleştirip teflik ederse caiz değildir. Yani: Hanefi mezhebine göre velisiz, Maliki mezhebine göre şahitsiz, Şafii mezhebine göre de mehirsiz nikahı aktederse sahih değildir. Çünkü böyle bir nikah; ne Şafii'ye, ne Hanefi'ye, ne de Maliki'ye göre akd edilmiş sayılmaz.

Fakat icmaa muhallif olmayan taflik ise caizdir diyebiliriz. Mesela: Malıki mezhebinde abdest ve gusülde vücut ve organları oğmak şarttır. Aynı mesele Şafii'de şart değildir. Şafii mezhebinde bir erkeğin vücüdü bir kadının vücüdüna dokunduğunda abdesti bozulmasına rağmen. Malıki mezhebinde bozulmaz.

Bir kimse bu iki mezhebi taklit ederek; abdest organlarını oğmadan abdest alır, vücudu bir kadının vücuduna dokunduğu halde namaz kılarssa her iki mezhebe göre de sahih olmamış olur . Yalnız bu teflik icmaa muhallif değildir. Çünkü Hanefi Mezhebine göre oğmak şart olmadığı gibi, erkeğin vücudu kadının vücuduna dokunması halinde de abdest bozulmaz. Bunun için de böyle bir namaz Hanefi Mezhebine göre sahihtir.

El-İzz b. Abdüsselam ile İbn Dakiku'l-İd gibi alimler bu tip telfikte bit sakınca yoktur diyorlar.
 
Geri
Üst