Islam Fikıh Ansiklopedisi

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan Z1rT
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
Kur'an'da haram aylardan Tevbe suresinde bahsedilir:

''Gökleri ve yeri yarattığı gündeki yazısına göre Allah'ın katında ayların sayısı onikidir. Bunlardan dördü haram (ay)lardır. İşte doğru din budur. O aylar içinde (konulmuş yasağı çiğneyerek) kendinize zulmetmeyin ve Allah'a ortak koşanlar nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekün savaşın ve bilin ki Allah (günahlardan) korunanla beraberdir. Haram ayı içinde savaşmak yasaklanmıştı. Bu ayda savaşmak için haram ayını başka bir aya ertelemek, küfürde daha ileri gitmektir. İnkâr edenler onunla saptırılır. O (haram ayını) bir yıl helâl sayarlar, bir yıl haram sayarlar ki, Allah'ın haram kıldığının sayısını çiğneyip, Allah'ın haram kıldığını helâl yapsınlar. Yaptıkları işin kötülüğü kendilerine süslü gösterildi Allah kâfirler toplumuna yol göstermez '' (et- Tevbe, 9/36-37) .

Bu ayette geçen "nesî" (geciktirme)'nin nasıl olduğuna ve Arapların bu sûretle haram ayı nasıl helâl saydıklarına gelince; Ay senesi (354 gün) ile güneş senesi (365 gün) arasında on bir günlük bir fark olduğu için kamerî aylar her sene on bir gün evvel geliyordu. Buna göre Hac mevsimi bazan kış ortasına gelir, bazan yazın en sıcak zamanlarına rastlardı. Bu durum müşriklerin hoşuna gitmiyordu. Çünkü yazın sıcağında kışın soğuğunda bedevîler Kâbe ziyaretine gelemiyor, ticaret hayatı da aksıyordu. Bundan dolayı her üç yılda bir defa bir meclis toplanır, o senenin aylarına bir ay eklenerek ay senesi on iki aydan on üç aya çıkarılırdı. Hac mevsimi ise devamlı olarak, dört mevsimden işlerine gelen (mesela ürünlerin yetiştiği) mevsime bırakılırdı. Bu suretle Hac mevsimi değişmiyor fakat aylar yer değiştirmiş oluyordu. Muharrem ayı Saferden başlayarak sırasıyla onikinci ay olan Zilhicce'ye kadar bütün on bir ayın yerini alırdı. Böylece haram aylar helâl ayların yerine geçmiş olurdu. Hac ayı (Zilhicce) de, her sene on bir ay sonraya bırakıldığı (yani nesî' yapıldığı) için hakiki Hac ayı olan Zilhicce'nin dokuzuncu günü ancak otuz üç senede bir defa esas kendi yerini buluyordu. Nitekim Hicretin onuncu yılı Zilhicce'si aslı yerine gelmişti.

Peygamberimiz (s.a.s.) Veda Hutbesi'nde haram aylar konusunda şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar, harbedebilmek için haram ayların yerlerini değiştirmek, şüphesiz ki küfürde çok ileri gitmektir. Bu, kafirlerin kendisiyle dalalete düşürüldükleri bir şeydir. Bir sene helâl olarak kabul ettikleri bir ayı öbür sene haram olarak için ederler. Cenâb-ı Hakk'ın helâl ve haram kıldıklarının sayısına uydurmak için bunu yapıyorlar. Onlar Allah'ın haram kıldığına helâl, helâl kıldığına da haram derler. Hiç şüphe yok ki zaman, Allahu Teâlâ'nın yarattığı gündeki şekil ve nizamına dönmüştür. Sene oniki aydır; dördü haram aylardır; üçü peşpeşe gelir: Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Şaban'la Cemâzilevvel arasındaki Mudar kabilesinin Receb'i (Mudar kabilesi Receb ayına çok hürmet ettikleri için böyle denilmiştir) (et-Tâc, II, 149).
 
EŞİM İSLAMI YAŞAMIYOR. NAMAZ KILMAZ, ORUÇ TUTMAZ, İÇKİ İÇER, TESETTÜRE RİAYET ETMEZ. ONUNLA BİRLİKTE HAYAT SÜRDÜRMEM CAİZ MİDİR?
Eşin inanmadığından İslam'ı yaşamıyorsa mürteddir. Yani İslam'dan dönmüştür. Mürted ile evlenmek caiz olmadığı gibi onunla birlikte hayat-ı zeciyeyi sürdürmek caiz değildir. Ve onunla birlikte geçen hayat gayr-ı meşrudur. Fakat İslam'a inandığı halde, kendini günah şeylerden muhafaza etmiyorsa müslümandır. Yalnız günahkardır. O takdirde onunla beraber yaşamak caizdir.

İyi insanlarla teşrik-i mesai eder ve güzel dini kitaplar okursa nefsini ıslah edebilir. Böyle devam etse de onu boşamak icab etmez (el-Fetava el-Hindiyye). Yalnız, çocukların ahlakını bozup İslam terbiyesinden uzaklaştırıyorsa onların manevi hayatını kurtarmak için ondan uzaklaşmak daha evladır.
EŞİNİN CENAZESİNE BAKMAK
Insan eşinin cenazesine bakabilir mi?

Bu konuda öncelikle şu kuralı hatırda tutmak gerekir.

"Avret bir organ insan öldüğünde de avrettir ve yabancı kadının elleri ve yüzü hariç, bakılması haram olan organının tutulması da haramdır". Kocasının ölmesi halinde kadın "iddet" beklemek zorunda olduğu, yani bir bakıma hâlâ kocasına bağlı bulunduğu için, kocasını yıkayabilir ve vücuduna bakabilir, karısınınölmesi halinde ise birbirleriyle ilişkileri tamamen kesilir; bu yüzden kocası onu yıkayamaz. Ancak yıkanacak kadın bulunmadığında, teyemmüm verdirir. Buna göre kocanın, ölen karısının yüzüne ve ellerine bakmasında sakınca yoktur. ( Ibrahim Halebî, Halebî Kebîr 604-605; Bilmen, Ilmihal, mad. 534 s. 348)
ESMÂÜ'L-HÜSNÂ
Cenâb-ı Allah'ın güzel isimleri.
 
Yaşadığımız dünya, felekler, yıldızlar, ay ve güneş birer âlemdir. Bütün bu âlemler bir ahenk içindedirler. Bu, Allah'ın Rab sıfatının bir tecellisidir. Dünyadaki düzenin kaidelerini koyup, varlıkları bir ahenk içinde yaşatma da Rab sıfatının gereğidir.

Doğmamız, büyümemiz, ölmemiz, insanlardâki yücelik, ahlâk, terbiye, kemal hep Rubûbiyet sıfatının yansımasındandır. Gözün görmesi, aklın ermesi, bütün iş ve hareketler, olma ve oluşma Rab sıfatının bir tecellisidir. Onsuz bir hareket ve düşünce yoktur.

Gerek Kur'ân-ı Kerîm'de gerek hâdis-i şeriflerde gecen birçok güzel ismi vardır. Aslında bu isimleri iki grupta ele almak mümkündür:

a) Hak Teâlâ'nın zatına mahsus bir özel isim olan "Allah" lâfz-ı şerifi Ondan başka bir varlık hakkında kullanılmamıştır. Kullanılması caiz değildir. Bu ismin tesniyesi (ikil siğası) ve çoğulu da yoktur. Bir başka dile tercüme edilemez, hiçbir kelime onun yerini tutamaz.

b) Allahu Teâlâ'nın ikinci gruba giren isimleri, sıfatlarından alınan isimlerdir. Ayet ve Hadislerde Cenâb-ı Hakk'ın pekçok güzel isminden bahsedilir. Bunlardan her biri O'nun sıfatları ile ilgili ve onlardan alınan isimlerdir. Rahman, Rahîm, Âlîm, Hâlik vs. gibi. Bu isimler bir başka dile tercüme edilebilir. Meselâ, Hâlik ismi, yaratan veya yaratıcı olarak söylenebilir. Müminin Allah hakkındaki inancı, O'nun zâtının mukâddes olduğu, diğer zat ve eşyâyâ benzemediği, yüce sıfatlarla sıfatlandığıdır. Allah kendisini Esmâü'l-Hüsnâ en güzel isimler ile isimlendirmiştir (el-A ‚râf, 7/180; el-Isrâ, 17/1 10; Tâhâ, 20/7; el-Haşr, 59/24). Doksan dokuz adet olan bu isimlerin basında "Allah gelir. Diğer isimlerin hiçbiri anlam ve içerik itibarıyla "Allah" isminin yerini alamaz. Bu nedenle, Islâm'a girecek kişi, "Lâ ilâhe Illâllah" der; "Lâ ilâhe illarahman" demez. Namaza başlarken, "Allahü Ekber"der; "Rahman Ekber" diyemez. Allahu Teâlâ'nın bütün isimleri güzeldir. Kur'an-ı Kerîm'de, "Allah'ın güzel isimleri vardır. O halde Allah'a o güzel isimlerle dua edin" (el-A'râf, 7/180);

"De ki: "Ister Allah deyip dua edin, ister Rahman deyip dua edin; hangisi ile dua ederseniz edin, onun güzel isimleri vardır " (el-Isrâ, 1 7/110) buyurulmuştur

Peygamber efendimiz de bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: "Allahu Teâlâ'nın doksan dokuz ismi vardır. O isimleri kim ezberlerse (sayar, manasını anlar ve şuûruna ererse) cennete gider. şüphesiz, Allah tektir ve tek olmayı sever" (Buhârî, Daavât, 68). Allahu Teâlâ'nın isimleri doksandokuz isimden ibaret değildir. O'nun ayet ve Hadislerde gecen başka isimleri de vardır. Yalnız Tirmizî ve Ibn Mâce'de geçen bir hadiste bu doksandokuz isim teker teker sayılmıştır.
ESNEMEK
Uyku, yorgunluk veya can sıkıntısı halinde, elde olmadan, ağzın kendiliğinden açılarak, uzunca bir nefes alıp verme hali. Bu hal bir bakıma, dalgınlık ve gaflet haline benzer. Bu ise, müslümana pek yakışır bir durum değildir. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Allah (c.c.), aksırmayı sever fakat esnemeyi sevmez. Bir kimse aksırıp "Elhamdülillâh" derse, bunu işiten müslümanların, "yerhamükellah " diye karşılık vermesi gerekir. Esneme ise, şeytandandır. Bunun için, esneme ihtiyacı duyan kişi mümkün olduğu kadar buna mani olsun. Çünkü biriniz esnediği zaman şeytan ona güler" (Buhâri, Edeb, 165, 166; Müslim, Zühd, 54; Tirmizî, Edeb, 1, 4; Nesaî, Cenâiz, 52). Şeytanın gülmesinden maksat, esneyenin içine düştüğü, gaflet ve bitkinlik hali ile gülünç durumundan şeytanın hoşlanmasıdır. Zaten, inanan bir kişinin başına gelecek her kötülük şeytanı memnun eder ve onu güldürür. Şeytanı güldürmemek için kişinin, esneme belirtileri olunca; hareket ederek, elini yüzünü yıkayarak, abdest alarak, yorgunsa dinlenerek bu gaflet halinden kurtulmaya çalışması gerekir. Bütün bunlara rağmen esnemeden kurtulunamazsa, esneme halinde ağzın el veya başka bir şeyle kapatılması Islâmi edep gereğidir.
 
ESTETİK AMELİYAT :
Bir zaruret olmadan burnu, göğsü, kalçasi vb. organlarını ameliyatla düzeltmek, ya da şeklının değiştirmek demek olan estetik ameliyat, ya da güzellik ameliyati da. yukarıdaki âyet ve hadîslerden ötürü yasaklanan ve lânetlenen davranışlardandır.

Bunlar sadece yasaklanan bir davranış değil, aynı zaman da birer insanlık suçudurlar. Hasta disini çektiremeyen, en zarurî ilâçları sâtin alamayan, zorunlu ameliyatları için para bulamayan binlerce biçâre varken, sözde güzelleşmek, onu da başkalarını tahrik için yapmak ugrunda milyonlar harcayan bu zavallılar gerçekte çirkinlesmektedirler. Isin bir de psikolojik yönü vardır. Bu tür insanlar genellikle şahsiyet yapılan oluşmamis, aşağılık kompleksi yaşayan uydu şahsiyetler, ya da teshir ve görünme hastalığına maruz dengesizlerdir.

Ancak doğuştan gelen, ya da sonradan ortaya çıkan ve insanın nominal görevlerini yapmasına engel olan, ya da toplum içinde bazılarınca ayıplanma konusu olabilecek sakatlıkların tedavisini bu tür güzellik ameliyatlarından ayırmak gerekir. Islâm insanın şahsiyetini küçülten davranışları yasaklar, eksikliklerin telâfisini ister. Allah Rasûlü Efendimiz harpte burnu kesilen bir sahabinin çirkin görünümünü gidermek için altından burun yaptırmasına müsaade etmiştir. (Ebû Dâvûd, hatem 7; Tirmizî, libas 31; Nesâî, zinet 41.) Çıkan dişlerin yerine protez kullanmak ve dolgu yaptırmak, câizdir. (Merginânî, Hidâye IV/83; Kâsânî, Bedâyî V/132; Zuhayli, el-Fikhul-Islâmî NI/544.) Doğuştan var olan bir fazlalık parmağın alınmasına izin verilmiştir. (Kurtubî V/393.)
ESTETİK AMELİYAT YAPTIRMANIN HÜKMÜ NEDİR?
Kur'ân-ı Kerim'de bir ayet-i kerimenin meali şöyledir: "... Allah şeytanı rahmetinden kovdu. O da; senin kullarından belli bir pay edinecek ve onları saptıracağım. Kuruntulara boğacağım, onlara emredeceğim ve onlar da davarların kulaklarını yaracaklar, emredeceğim de Allah'ın yarattığını bozacaklar. Allah'ı bırakıp, şeytanı dost edinenler apaçık kayba uğramıştır.(K. Nisa (4) 119) Rasûlüllah Efendimiz (sav) de bir hadislerinde: "On şey fıtrattan (yani Allah'ın yaratması ve adeta görmek istediği şekilden)'dir: Bıyıkları kesmek, sakalı uzatmak, misvak kullanmak, burna su çekip sümkürmek, tırnakları kesmek, mafsalları yıkamak, koltuk altını yolmak, kasığı tıraş etmek, su ile istincada bulunmak" buyururlar. Ravi, "Onuncuyu unuttum ama ağzı çalkalamak olabilir" der.(Müslim, Taharet 56; Ebu Davud, taharet 29; Tirmizi, Edep 14; Nesai, zinet 1; Ibn Mâce, taharet 8; müsned, VI/137) Bir başka hadiste: "Allah güzellik(estetik) için iğne vs. ile kakma yapan ve yaptıran kadına, (yüzünden, kaşından vb.) tüy yolan ve yolduran kadına, dişlerini seyrelttiren ve bütün yollarla Allah'ın yaratmasını bozan kadına lânet etsin (onu rahmetinden kovmuştur) (Buhari, Libas 82-87; Müslim, Libas 119,120; Ebu Davûd, Teraccül 5; Tirmizi, Libas 25) buyurulmaktadır. Bir diğerinde: "Saç (peruk) takan ve taktıran"a da lânet edilir. Bu son hadisin vürûd sebebi söyledir: "Ebu Bekr'in kızı Esma anlattı: Bir kadın gelip, ey Allah'ın Rasûlü, benim gelinlik bir kızım var. Hastalıktan dolayı saçı döküldü. Ona saç ekleyebilir miyim? diye sordu da, Rasûlüllah böyle buyurdu".(Kurtubi, V/392-94, XVNI/18; ed-Düm'l-Mensûr, N/691; Mecmau'1-Enhur, N/553, Buhari, Tefsir (59) 4; Nesâî, Zinet 68, 70; Ayrıca bk, Kadının Misvakı, Menhel, I/189) Bu naslardan hareketle fıkıhçılar vücuda uygulanacak kına, boya ve sürme gibi kalıcı olmayanların dışındaki ameliyelerin estetik maksatla yapılanlarını, Allah'ın yaratışına (Fıtrata) müdahele saymış ve haram olduğunu söylemişlerdir. Zira hadisteki "güzellik için" kaydı bunu gösterir. Islâmi, yani insanî olan da budur. Çünkü Allah bu dünya sahnesinde herkese rolüne göre bir biçim ve tip vermiş ve o rolü adeta en iyi oynamasını istemiştir. Zaruret yokken tipini ve biçimini değiştirmeye kalkışan, bununla verilen rolü kabul etmediğini ihsas etmiş olur. Işin bir yönü budur. Diğer yönü israfla ilgilidir. Islâm'da harcama, kazanmanın fonksiyonu değildir. Yani kazanan, kazandığını istediği gibi harcama yetkisine sahip değildir. Her devirde gerekli tedavi ve ameliyat masraflarını karşılayamadığı için ölen binlerce insan varken, "Komşusu aç iken sabahlayan bizden değildir" prensibini koyan İslam'ın, güzelleşmek için yapılan estetik ameliyatlara yüzmilyonlar verilmesini onaylaması elbette beklenemez. Işin bir başka yönü daha vardır: Estetik ameliyat yaptıranlar genellikle kadınlardır ve bunu genellikle başkaları için yapmaktadırlar. Halbuki, Islâm kadının, kocasından başkaları için süslenmesini yasaklamıştır. Yabancılara görünmeyen, yani müslümanca yaşayan bir kadın buna zaten ihtiyaç duymayacaktır. Ancak yasak olan ameliyat, fıtratı bozan ve güzelleşmek için yapılan olunca, her nasılsa bozulan fıtratı düzeltmek ve zaruretten ötürü tedavi olmak maksadıyla yapılan ameliyatlar caiz görülmüştür. Meselâ bir hastalık sebebiyle (hormon bozukluğu vb.) kadının yüzünde ve bıyığında erkek sakalı gibi kalın tüylerin bitmesi halinde onları yolmak fıtratı bozmak değil, aksine bozulan fıtratı tedavi etmek olacağından caizdir, hatta Ibn Abidin'in dediğine bakılırsa müstehaptır.(Ibn Abidin, V/239) Çünkü bunda hem erkeğe benzemekten kurtulmak, hem de, eğer istiyorsa kocası için süslenmiş olmak vardır ki, ikisi de vacip olan şeylerdir. Ama tabiî olarak her kadının yüzünde ve ayağında bulunan ayva tüylerini yolmak caiz değildir. Zarar ve ızdırap veren eğri ve bozuk dişini aldırmak ya da düzelttirmek, doğuştan olmakla beraber zarar ve acı veren, meselâ bir altıncı parmağını aldırmak da fıtratı bozma sayılmayacağından caizdir, denmiştir.(Bu konularda daha geniş ve etraflı bilgi için bk. Kurtubî V/389 vd.; Hattâb es-Sukî, el-Menhel, I/183 vd.) Zaruretten ötürü takılan diş, protez vs. de aynıdır. Çünkü Rasûlüllah Efendimiz, savaşta burnu kesilen bir sahabinin, üstelik altından bir burun edinmesine izin vermiştir.(Imam-ı Merginani, el-Hidâye, IV/82-83) Kadının ayaklarındaki erkek tüyü gibi kılları almasının da, eğer kocası istiyorsa caiz olduğu söylenmiştir. Çünkü kadın ayağını zaten yabancıya göstermeyecektir.

Kadının saçını erkeğe benzeyecek ölçüde kısaltması, ya da tıraş etmesi de tedavi gayesiyle olmadıkça haramdır.(Ibn Kudame, el-Mugni, I/90) Peruk olarak insan saçından başka birşey kullanmasına izin verilmiştir.(bk. Ibni Abidin V/239) Güzellik için bu tür ameliyatların caiz olmaması erkekler için de geçerlidir. Sakalla beraber bıyıkları da kazımak suretiyle tüysüz (emred) bir hal alıp kadına benzemeleri de (Allah'u a'lem) caiz görülemez.
ETEKLE NAMAZ
Topaklara kadar uzun bir etekle, paçasız külotla, ya da kısa etek ince çorapla namaz kılınabilir mi?

Namazda örtünmenin ölçüsü, elbisenin avret sayılan yerleri başkasına göstermemesi ve vücudun rengini belli etmemesidir. Bu şartlar yerine getirildikten sonra elbise tek parça olsa da, altında hiç külot bulunmasa da namaza engel değildir. (49 Bk. Ibrahim el-Halebî, Halebî kebîr 215 ) Buna göre vücudun rengini belli etmedikten sonra, şeklini belli etse de yine namaza engel değildir. Vücut hatlarını belli eden elbisenin dışarıda giyilmesinin haramlığı fitneye sebep olacağından ötürüdür. Yoksa avretini örtmüş sayılır ve avreti örtünce de onunla namaz kılınabilir. Dolayısıyla bacaklardaki çoraplar, cildinin rengini belli etmeyecek kadar kalın ise; kadın kısa etekle ve çorapla da namaz kılabilir. Yeter ki eğilmelerle başka tarafları açılmasın. Ancak namahreme bu şekilde görülmesi mahzurludur Çünkü rengi görülmüyor olsa bile, bacakların şekliyle kötü duygulara sebep olabilir.
 
ETİ YENEN HAYVANLAR
İslâm dini, birtakım hayvanların etini helâl kılarken, bazı hayvan çeşitlerinin etlerini yemeyi de yasaklamıştır. Kur'an-ı Kerîm'de ve Hz. Peygamber'in sünnetinde bu konu ile ilgili hükümler yeralmış, fakihlerin görüşleri de buna ilâve edilmiştir.

Cenâb-ı Hak, şöyle buyurur: "Ey Muhammed, de ki: Bana vahyolunanlar arasında, yiyen kimseye haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Yalnız murdar ölmüş hayvan eti veya akmış kan yahut domuz eti ki, bu, şüphesiz pistir; yahut Allah 'dan başkası adına bir fısk olarak boğazlanan hayvan müstesnadır. Ancak kim darda kalırsa, aşırı gitmemek ve zarûret miktarını aşmamak şartıyla yiyebilir" (el-En'âm, 6/145).

"O, onlara temiz ve güzel şeyleri helâl kılıyor, murdar şeyleri ise haram kılıyor " (el-A 'râf, 7/157) .

Ebû Hureyre'den nakledildiğine göre Allah elçisi şöyle buyurmuştur: "Azı dişi olan her yırtıcı hayvanın yenilmesi haramdır" (Müslim Sayd, 1 5, 16; Ebû Dâvûd, At'ime, 32; Tirmizî, Sayd, 9, 11). İbn Abbâs'ın rivâyetinde bu hadisin devamı şöyledir- ''... Ve pençesi ile avlanan her kuş haramdır" (İbn Hacer el-Askalâni, Bulûğü'l-Merâm, Terc. A. Davudoğlu, IV/158).

Bu duruma göre kara hayvanlarından koyun, keçi, sığır, manda ve deve gibi hayvanların her cinsi ile zebranın eti yenir. Tavuk, horoz, hindi, kaz ve ördek eti de yenir. Bunlardan pislik yiyenler üç gün hapsedildikten sonra yenilebilirler. Böylece etleri temizlenmiş olur. Ehlî olmayan, tırnak ve pençeleri ile avını parçalamayan, leş ve necâsetle beslenmeyen bütün kuş çeşitleri yenir.

Suda yaşayanlardan balık sınıfına giren denizdeki bütün canlıların eti yenir. Bunlarda akıcı kan olmadığı için boğazlama işlemi gerekmez. Şâfiî ve Mâlikîlere göre balık sûretinde olmasa bile bütün deniz canlıları; Hanbelîler'e göre yılan balığı dışındakiler yenir.

Ölüp ölmediği bilinmeyen bir hayvan boğazlandığında hareket ederse veya kan çıkarsa eti yenir. Aksi halde yenmez. Pislikle beslenen ehlî hayvanlardan tavuk cinsi üç gün, deve kırk gün, sığır otuz gün, koyun-keçi yedi gün bekletildikten sonra kesilip yenilebilir (İbn Hacer el-Askalâni, Bulûğul-Merâm, IV/158-166; İbrahim el-Halebî, Mülteka'l-Ebhur Terç. M. Uysal, IV/124-125).

Cenâb-ı Allah, "Eğer Allah'ın ayetlerine inanıyorsanız; üzerine Allah'ın ismi anılanlardan yeyin" (el-En'âm, 6/1 16); aynı sûrenin 121. ayetinde de, "Üzerlerine Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin; çünkü bu, muhakkak ki bir fısktır" buyurmaktadır.

Ayetlerdeki ifade oldukça açıktır. Etin yenebilmesi için hayvanın etinin yenilen cinsten olması, kesim işinin İslâm'a uygun yapılması, hayvanı da müslümanın kesmesi gerekmektedir.

Bilerek üzerine Allah adı anılmadan kesilen hayvanın eti yenmez. İmâm Şâfiî'ye göre kesim sırasında besmele çekmek müstehabdır. İmâm Mâlik, İmâm Ahmed ve İmâm A'zam'a göre ise besmele unutularak kesilen hayvanın eti yenir. Bu durumda et yenirken besmele çekilir.

Hz. Ali (r.a.)'tan rivâyet edilen bir hadiste, Hz. Âişe (r.anha), Hz. Peygamber (s.a.s.)'e şöyle soruyor:

"Ey Allah'ın Resulu, bazı kabilelerden bize et getiriliyor. Üzerine Allah'ın adının anılıp anılmadığını bilmiyoruz."

Allah Resulu de, ''Siz besmele çekin ve yeyin'' buyuruyorlar.

"Üzerine Allah adı anılsın, anılmasın müslümanın boğazladığı helâldir" şeklindeki hadis mürsel'dir; senedinde kopukluk vardır. Sahâbe atlanılmıştır; Hadis, tâbiîn tarafından Allah Resulune ulaştırılmaktadır (Ayrıca bk. Buhâri, Zebâih, 8; Tirmizî, Tahâre, 20; Ebû Dâvûd, Tahâre, 48).
 
ETİ YENMEYEN HAYVANLAR
Allah insana, istifadesine sunduğu hayvanlardan nasıl yararlanması gerektiğini de öğretmiş ve "temiz" olanların etinden yemeyi helâl kılmıştır. Ancak, yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerîm'de bildirdiğinin dışında Hz. Peygamber (s.a.s.) de Allah'ın kendisine bildirmesiyle bazı hayvanların etinin yenilemeyeceğini müslümanlara öğretmiştir. Kur'an-ı Kerîm'de;

"Size ölü hayvan etini, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesilen hayvanı haram kılmıştır. Fakat istek göstermeksizin ve ölçüyü aşmaksızın başı darda kalan kimse üzerine günâh yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve rahmet sahibidir" (el-Bakara 2/173); ve "...Bir de henüz canı üzerinde iken yetişip kesmediğiniz boğulmuş, vurulmuş, yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından boynuzlanmış veya canavar tarafından parçalanmış hayvanlar..." (el-Maide 5/3) ayet-i kerimelerinde geçen yenilmesi haram olan şeyler dört oruçtan ibarettir:

1) Ölü hayvan eti: Boğazlanmadan veya av aletlerinden biriyle avlanmadan ölen hayvanların eti yenilmez. Kendiliğinden ölmenin değişik yolları vardır. Hastalık nedeniyle, zehirlenme, boğulma, bir darbeyle vurulma, yuvarlanma, bir başka hayvan tarafından boynuzlanma veya parçalanma sonucu ölen hayvan kendiliğinden ölmüş olur. Bu tür ölen hayvanın eti haram olduğu halde, domuz hariç bunların deri, kemik, kıl ve boynuz gibi kısımlarını kullanmak helâldir.

2) Kan: Kan içmek veya kurumuş olanını yemek haramdır. Ancak insanın dişi kanayıp da tükrükle birlikte isteği ve kontrolü dışında yutulan kan nedeniyle bir sorumluluk yoktur. Diğer bir istisna da kesilmiş hayvanların etlerinin arasında kalan az miktarda kan kalıntısını etle birlikte yemenin de günâhı yoktur. Başka birinden alınarak hastayadamardan kan vermek de helâldir.

3) Domuz eti: Domuzun eti yenmediği gibi derisi, kılı gibi hiçbir uzvundan yararlanılamaz, haramdır.

4) Allah'tan başkası adına kesilen hayvanlar: Bir hayvanın etinin helâl olabilmesi için boğazlamadan veya ava ateş etmeden önce "Bismillâh" Eti yenmeyen hayvanlardan kertenkele veya "Bismillâhi Allahu Ekber" diye besmele çekmek gerekir. Ama Allah, unutarak işlenen hatalardan insanı sorumlu tutmayacağı için bile bile olmadığı sürece besmele çekme unutulursa da o hayvanın eti yenilir. Ama kasden çekilmezse o kesilen hayvanın etini yemek haramdır.

Bir kişinin, bir büyüğün şerefine veya bir şahsı karşılamak üzere onun önünde kesilen bir hayvanın (kurbanın) besmele çekilse dahi eti haramdır. Her ne kadar "Bismillah" denmişse de Allah'ın adının yanında kendi adına veya şerefine kesilen kişiye adandığı içip kesime şirk karıştırılmış olur. Çünkü hayvan Allah'a değil o kişiye kurban edilmiştir ve kesinlikle haramdır. "Üzerlerine Allah'ın adı anılmadan yemeyin; Çünkü bu muhakkak ki fısktır." (el- En'âm, 6/121).

"O peygamber onlara temiz şeylerin helâl, pis şeyleri de haram kılar " (el-A'râf, 157) ayet-i kerimesi ile Hz. Peygamber (s.a.s.)e verilen "pis şeyleri haram kılma" yetkisi sonucunda Kur'an-ı Kerîm'de adı geçmeyen diğer eti yenmeyen hayvanlar da şunlardır:

I) Ayet-i kerimede geçen "pis" diye vasıflanabilecek tüm hayvanlar: Burada geçen "pis" olma vasfı insana zararlı olabilecek şekilde zararlı şeylerle beslenen hayvanları içine aldığı gibi tabiatı gereği insanın iğrendiği tüm hayvanları da içine alır. Yılan, fare, kaplumbağa, köstebek, kirpi, solucan, sinek gibi hayvanlar bu gruba girer.

2) Akar kanı olmayan böcekler: Çekirge dışındaki böcekler.

3) Pençesiyle avlanan yırtıcı hayvan ve yırtıcı kuşlar: Hanefi fıkhına göre "siba (yırtıcı hayvanlar)" kelimesi et yiyenler şeklinde kabul edilmiş ve bu gruba giren tüm etçil hayvanların eti haram sayılmıştır. (Aslan, kaplan, kurt, ayı, tilki, çakal, fil, gelincik, sansar, samur, sincap, maymun, köpek, kedi vs.) Şâfiîler ise bu kelimeye "insanlara saldıran ve parçalayan" anlamını verdikleri için tilki ve çakalı bunların dışında değerlendirip etlerini helâl kabul etmişlerdir. Mâlikilerde ise bu tür hayvanları yemek haram değil mekruhtur.

Yırtıcı kuşlar hakkındaki görüşler ise, Hanefilerde akbaba ve karga mekruh görülürken Malikilere göre tüm yırtıcı kuşlar mekruhtur. Şâfiîler ise zararı dokunup dokunmadığını ölçü almakta ve zararı dokunanlârı mekruh görmektedir.

Mezheplerin tümünün dayandığı delil ise şu hadis-i şeriftir: "Azı dişi olan her yırtıcı hayvanın ve pençesiyle avlanan her kuşun yenilmesi yasaktır" (Müslim, Sayd, 15, 16; Ebû Dâvûd, Atime, 32; Tirmizî, Sayd, 9, 11).

4) At, eşek ve katır: Eşek ve katırın yenmesi bütün mezheplerde haramdır. "Câbir'den şöyle rivâyet edilir. Resulullah (s.a.s.) Hayber gazasında eşek etini yasak etti, at etini yemeye izin verdi" (Buhâri, Zebâih, 28; Mey'azi, 38, Nikâh, 21; Müslim, Nikâh, 30; Sayd, 23, 25, 30, 37). Bu hadis-i şerifi ölçü alan Ebû Yûsuf, İmam Muhammed gibi Hanefi imamlar, Ahmed b. Hanbel ve İslâm hukukçularının çoğunluğu at etini helâl kabul ederken; Ebû Hanife, tenzihen mekruh (helâle yakın mekruh) hükmünü vermiştir. İmam Mâlik ise, "Resulullah at, katır, eşek etini ve azı dişi bulunan her yırtıcı hayvanın etini yasak etti " (Ahmed b. Hanbel, I, 147, 244, 289; IV, 89, 90, 127) hadisini esas alarak at etini haram saymıştır. Ebû Hanife ve İmam Mâlik'in at etini helâl kabul etmeyişlerine diğer bir delilleri de; "O, atı, katırı ve eşeği bunlara binmeniz ve süs için yarattı" (en-Nahl, 16/8) ayet-i kerimesidir.

5) Suda yaşayan hayvanlar: Hanefilere göre suda yaşayan hayvanlardan yalnız balık helâl, kurbağa dahil diğer tüm deniz hayvanları haramdır. Mâlikîlere göre deniz domuzu hariç bütün deniz hayvanları helâldir. Şafiîlerde ise deniz hayvanlarından tabiatları gereği pis olanlar haram, temiz olanlar helâldir.

Hastalık sonucu kendiliğinden veya zehirlenerek ölen deniz hayvanları yenmez. Bunun dışında taş, sopa gibi maddelerle darbe sonucu veya havasız, susuz kalma neticesinde ölenler helâldir. Kara hayvanlarında kanın akıtılması şart olduğu halde su hayvanlarında boğazlama veya yaralama gibi bir kan akıtma şartı aranmaz.

"...Fakat, istek göstermeksizin ve ölçüyü aşmaksızın başı darda kalan kimse üzerine (yenmesi haram olan şeyleri yemesinde) günâh yoktur. şüphesiz Allah, çok bağışlayıcı ve rahmet sahibidir " (el-Bakara, 2/173).
EVDEKİ MESCİDE ABDESTSİZ GİRMEK
Evlerde böyle mescid haline getirilen zaviyeler gerçi, kılınan namazın ve itikafin sevabını çogaltma bakımından mesciddirler. Ama abdestsiz ya da muayyen hallerde girme bakımından mescid değillerdir. Binaenaleyh, oralara herhalükarda girilebilir. Çünkü bir yerin bu bakımlardan da mescid olabilmesi için; oraya caddeye bakan bir kapı açılması ebediyyen mescid olarak ayrılması ve kişinin mülkünden çıkarılması gerekir. Sonuç olarak o tür mescidlerde sizin sevabınız çoğalır ve oralara her halinizde girebilirsiniz. Özellikle kadınların, evlerinin bir köşesinde böyle bir mescid edinmeleri de Rasûlüllah'ın tavsiyesidir ve menduptur.
EVLAT EDİNME
İslâm'da çocuk, prensip olarak kadının evli bulunduğu erkeğe nisbet edilir. Doğuran kadın, annesi; nikâhlı koca da babası olur. Bu yüzden, evlâtlık anlamına gelen Arapça "da'y" tâbiri, nesebi başkasına ait olan çocuğu bir başkasına nisbet etmek anlamına gelir.

İslâm'dan önce Araplar arasında evlât edinme anlayışı vardı. Bizzat Allah Resulu de Zeyd'i evlât edinmişti. Bu, şöyle olmuştu: Zeyd bin Hârise çocukken Esir edilmiş, onu Hakim b. Hizâm, teyzesi Hatice için satın almıştı. Hz. Hatice Allah Resulu ile evlenince, onu kendisine hediye etmişti. Daha sonra babası ve amcası Zeyd'i isteyince Resulullah (s.a.s.) onu muhayyer bıraktı. O da Peygamberimizi tercih etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber Zeyd'i azât edip, evlâtlık edindi. Onu "Muhammed'in oğlu Zeyd" diye çağırırlardı. Daha sonra evlâtlığı kaldıran âyetler geldi:

''...Allah evlâtlıklarınızı öz oğullarınız gibi tanımadı. Bunlar sizin dillerinize doladığınız boş sözlerdir. Allah gerçeği söylemektedir; doğru yola O eriştirir" (el-Ahzâb, 33/4).

''Evlâtlıkları babalarına nisbet edin; bu, Allah katında en doğru olandır. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız bu takdirde onları din kardeşi ve dostlarınız olarak kabul edin. İçinizden kasd ederek yaptıklarınız bir yana, yanılmalarınızda size bir sorumluluk yoktur; Allah bağışlar ve merhamet eder " (el-Ahzâb, 33/5).

Abdullah b. Ömer şöyle der: "Biz bu ayetler inmeden önce Zeyd b. Hârise'yi, "Zeyd b. Muhammed = Muhammed'in oğlu Zeyd" diye çağırırdık" .

Câhiliye devrinde evlâtlık; nesep, evlenme, boşanma, miras, sihrî hısımlık gibi konularda öz çocuk gibi hükümler doğururdu. Evlâtlığın dul kalan eşi ile de evlenilmezdi. Çünkü o, evlât edinen erkeğin gelini sayılırdı. İşte Hz. Peygamber'in evlâtlığı Zeyd b. Hârise de Zeynep binti Cahş ile evlendi, fakat mutlu olamadılar. Çünkü gerçekte Zeynep ve ailesi bu evliliği arzu etmemiş, ancak Allah Rasûlü dünürcülük yapınca, şu âyete göre muvâfakatlarını bildirmişlerdi.

"Allah ve Peygamberi bir iş hakkında hüküm verdiği zaman," gerek mümin olan bir erkek ve gerekse mümin olan bir kadın için, ona aykırı olacak şekilde diledikleri gibi davranmaya hakları yoktur. Kim Allah'a ve Resulune isyan ederse, şüphesiz o, apaçık bir sapıklıkla yolunu şaşırmıştır" (el-Ahzâb, 33/36).

Hz. Peygamber'in sabır tavsiyelerine rağmen, sonunda Zeyd, Zeyneb'i boşadı. Zeynep iddetini tamamladıktan sonra da, evlâtlık hukuku lağvedildiği için Hz. Peygamber (s.a.s.) ile evlendi. Ayette şöyle buyurulur:

"Sonunda mademki Zeyd eşiyle ilgisini kesti; biz onu, seninle evlendirdik ki, evlâtlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlarla evlenmek konusunda mü'minlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin" (el-Ahzâb, 33/38).

Buhâri'nin naklettiğine göre Zeynep, Hz. Peygamber (s.a.s.) ile evlendikten sonra, onun diğer ailelerine karşı övünür ve şöyle derdi: "Rasûlullah sizi ailelerinizden isteyip nikâhladı. Beni ise yedi kat semalardan Allah (c.c.) o'na nikâhladı" (Sâbûnî, Tefsîru Ayâti'l-Ahkâm, II, 322).

İslâm, gelinlerle evlenme yasağını öz çocukların eşlerine inhisar ettirdi. Ayette, "Kendi sulbünüzden gelmiş oğullarınızın karısı... size haram kılındı" (en-Nisâ, 4/23) buyurulur.

Bu duruma göre, başkasının çocuğunu evlât edinmekle öz çocuk gibi hak ve görevler meydana gelmez. Evlât edinenin nafaka ve eğitim masrafları yükümlülüğü olmaz. Aralarında bir hısımlık doğmadığı için evlenme engeli de meydana gelmez. Miras cereyan etmez. Ancak nesebi bilinmeyen bir çocuğu, bir kimse "bu benim oğlum veya kızımdır" diye ikrarda bulunsa, bu çocuk onu tasdik etsin veya etmesin, nesebi ondan sabit olur ve aralarında miras cereyan eder. Diğer yandan evlâtlıkla, süt hısımlığı birbirinden farklıdır. Süt hısımlığı, bir kadının kendine ait olmayan süt emme yaşındaki bir çocuğu emzirmesiyle meydana gelir ve öz çocuk gibi evlenme engelleri doğar. Buluntu çocuk da, öz çocuk gibi sayılmaz (Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3869-3900; Mehmed Zihni, Nimet-ı İslâm, İstanbul 1316 H., 3. Kısım, 271, 273).

Ancak yukarıdaki hükümler yetim, öksüz, fakir, kimsesiz çocuklarla ilgilenmeme anlamına gelmez. Bu gibi çocuklar aileler nezdinde veya çocuk yuvalarında himâye edilir; bakılır, eğitilir, sanat ve meslek sahibi kılınır, evlendirilir. Müslüman, bu çeşit amellerden büyük ecir kazanır. Sadece, çocuğu kendi nesep hısımı yapamaz, büluğ çağından sonraki görüşmeler İslamî ölçüler içinde olur. Hîbe yoluyla dilediği kadar, vasiyet yoluyla ise malının üçte birini himâye ettiği kişiye bırakabılir.
 
EVLAT EDİNMEK CAİZ MİDİR?
İslamiyet gelmeden önce evlat edinmek yaygın bir adetti. Hatta Peygamber (sav) nübüvvetinden evvel cari olan adet üzere Zeyd b. harise'yi evlat edinmişti. Ama İslamiyet geldikten sonra onu yasakladı.

Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Muhammed sizin erkeklerinizden kimsenin babası değildir" (Ahzab suresi).

Peygamber (sav) şöyle buyurur: "Babasından başka bir kimseye mensup olduğunu söyleyen kimseye babası olmadığını bildiği halde cennet haramdır (Buhari-Müslim). Ve böylece İslamiyet evlat edinmeyi yasaklamış oldu. Evlat edinmek çok çirkin bir iştir. Varis olmayan varis olduğu gibi, varis olan da mahrum bırakılır.
 
BÜYÜK VARKEN KÜÇÜGÜN EVLENMESİ
Ablamın kısmeti çıkmadı diye beni istediğim gence vermiyorlar. Büyük evlenmeden küçük evlenmez diyorlar: Bu dîni bir hüküm müdür?

Evlilik, ihtiyaca, denginin bulunmasına, sizin ifadenizle kısmetinin çıkmasına bağlı bir şeydir. Bunun evlenmemiş büyüklerle ilgisi yoktur. Hattâ rivayete göre de Hz. Mûsâ (a.s.) Şuayb (a.s.)'ın büyük kızı dururken küçük kızıyla evlenmiştir. Tefsirlerin naklettiği bir hadîs-i şerifte Rasûlüllah Efendimiz Ebû Zer'e şöyle buyurmuştur: "... Mûsâ hangi kızla evlenmiştir, diye sana sorarlarsa küçügü ile evlenmiştir, de, Mûsâ'nın arkasından gelen ve "Babacığım, ücretle tutacaklarının en iyisi güçlü ve güvenilir olanıdır"(K. Kasas (28) 26) diyen de odur".(bk. Kurtubî XNI/273) Anlatıldığına göre Hz. Mûsâ'nin büyük varken küçügü ile evlenmesinin hikmeti, onu görmüş olması ve onda meylinin kalmış olma ihtimalidir. Eğer ona büyügü verilmiş olsaydı, belki de gönlü küçügünde olduğu halde kabul etme zorunda kalacaktı. (agk; ancak bu rivâyet sahîh değildir, mücerred bir nakilden ibarettir.) Durum bu olmakla beraber küçüklerin centilmenlik yapıp, öncelikle ablalarının, ya da âbilerinin evlenmesine yardımcı olmaları güzel ve kardeşçe bir davranış olur. Ama onlar evlenmek istemiyorlarsa artık küçüğün ne günahı vardır?
EVLENMEDE KARDEŞLERARASI SIRA:
Kendisinden büyük bekâr bir abisi ya da ablasi bulunan bir kız evlenemez mi? Bu gerekçe ile vermiyorlarsa kaçırılabilir mi?

Dengi ve talibini bulan herkes, evlenmesinde mahzur olmayan karşı cinsi ile evlenebilir. Buna evlenememiş abla ya da abiler engel değildir. Bu düşünce, günümüzün evlenmeyi zorlaştıran şartlarının doğurduğu sakat bir düşüncedir. Ve cahil anne, babaların, çocuklarının evde kalacağı endişesinden kaynaklanır. Kızlarını evlendirmede Islâmî esasları ölçü almayan anne-babaların, başka dünyevî gerekçelerle vermemeleri halinde kızlarını karşılıklı rıza ile kaçırarak evlenmek Hanefî mezhebine göre caizdir. Şafiî mezhebine göre değildir. Ama Islâm'a zıt hareket etmeyen anne-babanın kızı da Allah (cc)'ın rızasının babanın rızasına bağlı olduğunu bilmelidir.
 
EVLENMEDEN BOŞAMA
Söylediğini kesin bilmesi halinde, bu sözle yemin kastetmiş ise yemin kefareti gerekmez. Çünkü bile bile yalan yere yemin keffareti aşan bir günahtır (yemin-i gamûs). Ancak iyi bir tevbe ile affolunabilir, Üçüncü olarak bu sözün zahir ma'nâsı olan "talak" kalmış olur. Ancak bu durumda da "nasip olmasın" anlamında bir beddua olarak söylenmiş olabilir. Nasip olursa demek ki, olmasının kabul olmadığı anlaşılır, başka bir şey gerekmez. "Alırsam boş olsun" anlamında söylenmiş olabilir. Bütün bu durumlar söyleyene niyeti sorularak anlaşılır ve bu sözün kesin söylendiği bilinmesi halinde bir şey ifade eder. Bu anlamda söylenmiş ise bir müslümanla evlenmesi halinde nikahın kıyılmasıyla (bu sözle üç talaka niyet etmemişse) bir talakla boş olurlar. Duhûl (zifaf) vakit olmadığından kadının iddet beklemesi gerekmeden hemen bir nikah daha yapılır ve iki talak hakkıyla evliliklerine devam ederler (Allah'u a'lem).
EVLENMEK İSTEDİĞİ KADINA BAKMANIN SINIRI
Bir delikanlı i1e birbirimizi görerek sözleştik. Nişanımız Birbirimizin arzusu üzerine aynı anda ve yerde olacak. Ben şu ana kadar giyimde-kuşamda ve namahreme görünmede Şer'i ölçüleri uygulamaya çaba göstermiş bir kızım. Ama nişanım için diktiğim elbiselerimi de bugünümde giymek istiyorum. Nişanlım olacak gencin yanında bu elbiselerimle oturabilir miyim?

Sorunuzu kitaplarımızda bu konuda yer alan bilgileri özetleyerek cevaplamaya çalışacağız:Bir adam Ensâr'dan bir kadınla evlenmek istedi de Rasûlüllah ona: "Onu gör, çünkü Ensâr'ın gözlerinde bir şey (küçüklük ya da çakırlık) vardır." buyurdular..(Müslim nikâh 12) Câbir'in rivâyetinde: "Biriniz bir kadına talip olur da onun hoşuna gidecek ve kendini ona çekecek taraflarına bakma imkânı bulursa baksın." denmiştir.(Ebû Dâvûd, nikâh 19; Hadîsi ayrıca Hâkim, Beyhâki ve A.b. Hanbel'de rivâyet etmişlerdir.) Ebû Hümeyd'den nakledilen Hadîs-i Şerîfte: "Biriniz kadına tâlip olduğunda, evlenme gayesiyle bakmış olduktan sonra ona bakmasında günah yoktur." buyurulmuştur. (Müsned (Tertîbü'1-müsned) XVI/154; Hadîsi ayrıca Bezzâr ve Taberânî de rivâyet etmişlerdir. bk. Heysemî, Mecma'uz-zevâid IV/278) Mugîre b. Şu'be: "Bir kadına tâlip olmuştuk. Rasûlüllah, "Ona baktın mı?" diye sordu. "Hayır", dedim. "Öyleyse onu gör. Bu, aranızı bulmada etkili bir yoldur" buyurdular." diye rivâyet etti.(Müsned (Tertîb) agy.) Muhammed b. Mesleme (Mebsût'ta Muhammed b. Ümmi Seleme deniyor) gözüyle Dahhâk kızı Büseyne'yi kovalıyordu. Niyeti onunla evlenmekti. Kendisine: "Sen Rasûlüllah'ın ashâbından olasın da böyle yapasın, yakışır mı?" dendi de o şu cevabı verdi: Ben Rasûlüllah'ın şöyle dediğini duydum: "Allah bir adamın kalbine bir kadınla evlenme niyeti koyarsa, artık ona bakmasında bir beis yoktur."(Müsned (Tertîb) agy.; Hadîsi ayrıca Sâid b. Mansûr, Ibn Mâce, Ibn Hibbân ve Beyhakî rivâyet etmişlerdir.) Buraya kadar verdiğimiz hadîs-i şerifler Hanefi fıkıhçıları Cessâs ve Serahsî'nin görüşlerine delil olarak zikrettikleri hadîslerdir.(bk. Cessâs, Ahkâmü'1-Kur'ân V/173; Serahsî, Mebsût X/155) Bunlara dayanarak Cessâs der ki: "Bütün bunlar, evlenmek istediğinde kadının yüzüne ve ellerine şehvetle de olsa bakılabileceğini gösterir." "Güzellikleri hoşuna gitse de âyet-i kerîmesi de" (Ahzâb 33/52) buna işaret eder. Çünkü görmeden güzelliğini bilemez. Serahsî de şunları ilâve eder: Bu durumdaki erkek, kadının üzerinde elbise bulunduktan sonra onun vücûdunu hayal etmesinde de bir sakınca olmaz. Ancak, elbisesinin vücûduna yapışık (çok dar) olup organlarını olduğu gibi ortaya koyan ve şeffaf bir elbise olmaması da şarttır.(Serahsi agy.)Bu konuda başka rivâyetler de vardır: Mugîre b. Şu'be'nin yukarıya aldığımız hadîsinin devamında: Rasulüllah'ın "gör" demesi üzerine talip olduğum ensarlı kadının ebeveynine gidip durumu onlara anlattım. Biraz hoşlanmaz gibi oldular. Kadın da mahfilinden beni duymuş: "Görmeni Rasulüllah emretmişse gör. Ama öyle değilse, seni Allah'a havâle ederim." dedi. Bunu mühim bir olay olarak görür gibiydi. Onu gördüm ve evlendik, der.Konumuz hakkında Asr-ı saâdetten ilginç bir olay da şudur: Halîfe Ömer b. Hattâb, Hz. Ali ve Fâtıma'nın kızları Ümmü Gülsümü Babasından istemişti. Babası küçük olduğunu söylediyse de Ömer, "onu sen bana ver, ben ondan başkasının beklemediği şeyler bekliyorum", dedi. Ali de, "onu sana gönderirim, beğenirsen sana nikâhlarım", dedi... Hz. Ömer'in begendiği haberini alınca da Babası onu ona nikâhladı. Hz. Ömer'in gayesi, ondan Rasulüllah'ın nesebine ortak olmaktı.(Haberi Sâid b. Mansûr, Ibn Abdilber, Ibnül-esir, Ibn Hacer ve Ibn Sâd naklederler. Kaynakları için bk. Ebu'n-nûr, Menhecü's-sünne fiz'i-zevâc 351.) Meselenin mezheplerarası münakaşasını yapan Ibn Kudâme de şunları söyler: Evlenmek istediği kadına bakmanın mubahlığı konusunda ilim ehli arasında ihtilâf bilmiyoruz. (hepsine göre helâldir)... Kadının izni olsa da olmasa da bakabilir. Çünkü Rasulüllah, "bakın" diye mutlak emrediyor ve onun izin verip vermemesini sözkonusu etmiyor. Ama bakmanın ötesinde birşey söylemediğinden onunla halveti de câiz değildir... Bu konuda kadının yüzüne bakabileceği konusunda ilim ehli arasında ihtilâf yoktur. Çünkü yüz avret değildir ve güzelliklerin merkezi ve bakılacak yerdir. Âdeten açık olmayan yerine bakması helâl olmaz.Evzaî etli yerlerine bakabileceğini söylemiş, Dâvûd (ez,Zâhirî)'den de bütün bedenine bakabileceği rivâyet edilmiştir. Çünkü, diyor, Rasûlüllah'ın, "ona bak" sözünün dış (zâhir) anlamı bunu gerektirir.(Ibn Kudâme, el-Mugnî VI/553) Onun bu görüşte "hatâ ettiği meydandadır, çünkü bu söz sünnetin kâidelerine ve icmâa muhâliftir"(Davudoğlu, Sahi'h-i Müslim Şerhi VN/271) Yüz, eller ve ayaklar konusunda, kadının evinin içinde genellikle açık tuttuğu kısımlarına gelince, bir görüşe göre: Oralara bakmak helâl değildir. Çünkü hiç açılmayan kısımları gibi oralara bakmak da helâl kılınmamıştır ve ihtiyaç, eller ve yüz ile giderilir. Diğer bir görüşe göre; oralara da bakılabilir. Çünkü başına açık olarak bakılabileceği rivâyeti vardır. (Ibn Kudâme, age VI/553-54) Imam Mâlik, avret bölgeleri görülür korkusu ile habersizce bakmayı kerih görmüştür. Ondan diğer bir rivâyete göre, kadına izinsiz bakmak câiz değildir. Fakat bu görüş zayıftır. Çünkü Peygamber (s.a.s.) tâlip olunan kadına bakmaya mutlak surette izin vermiş ve bu konuda onun müsaâdesini şart koşmamıştır. Hâttâ kadın genellikle bu izinden utanır. Bakan kimsenin o kadın beğenmemek ihtimalı vardır. Izin şart olursa beğenilmeyen kadın gücenir. Onun içindir ki ulemâdan bazılârı: "Kadına dünür göndermeden önce onu görmek ve bakmak... Bu bizzat mümkün olmazsa güvenilir bir kadın göndermek müstehaptır." demişlerdir.( Davudoğlu, age, Vll/271-72)

Özetlersek, erkeğin evlenmek istediği kadına tâlip olduğu zaman bakabileceği gibi, evlenme niyyeti devam ettiği sürece daha sonra da bâkabileceği anlaşılıyor. Yeter ki; henüz nikâhları yapılmamışken halvette kalmasınlar, yanlarında başka yabancı erkek bulunmasın, vücudunun normal ev kiyafeti dışındaki yerleri açık olmasın, elbisesi çok dar ve şeffaf bulunmasın.Çünkü bu durumdaki kadın ve erkek -niyetleri gerçekten evlenmek olduğu sürece birbirine büsbütün yabancı olan kadın ve erkekler gibi değildirler. Duyguları hırsızlama şehevî hislerden değil, sevgi ve muhabbetten kaynaklanır. (Allahu a'lem)
 
EVLERDE KUŞ BESLENMESİ YA DA TİCARETİNİN YAPILMASI CAİZ MİDİR?
Bu mes'elenin iki yönü vardır:

1. Eti yenen ya da avcılık gibi başka meşru bir gaye ile kullanılan bir kuşun evde beslenmesi ve alım-satımı helâldir. Çünkü "yeryüzündeki her şey insanlar için yaratılmıştır."(K. Bakara (2) 29)

2. Bir süs unsuru olarak evde kuş beslemek ve böyle bir kuşun ticaretini yapmak. Bunun caiz olmadığına dair de bir şey yoktur. Hatta Enes b. Malık'in rivayetine göre: "Rasulüllah (sav) onun Ebu Umeyr denilen kardeşini gördüğünde: Ebu Umeyr! ne yaptı Nugayr?, diye latife ederdi".(Buharî, Edep 81,112; Müslim Terceme ve Serhi, IX/545) Nugayr, serçe büyüklüğünde bir kuşun adıdır. Enes'in kardeşinin böyle bir kuşu varmış ve onunla eğlenirmiş.

Bu hadisi şerhedenler, hadisten çıkarılan hükümler arasında, "çocukların serçe ile oynamasına müsade etmek caizdir" diye zikrederler.(bk. Davudoğlu, Sahihi Müslim Terceme ve Serhi, IX/545) Fıkıh kitaplarımızdaki ibarelerden de serçe gibi kuşların satışı alınabileceği (satılabileceği) ve mal sayılabilecekleri anlaşılıyor.(bk. Fetavay-i Hindiyye. V/364) Ancak sırf bir süs unsuru olarak ve göz zevkini tatmin için, hayvan dahi olsa bir can sahibini ömür boyu hapse mahkûm etmenin, İslam'ın ciddiyetiyle ve acıma duygusuyla bağdaşmayacağı da açıktır. Bunda fıtrata müdahale de vardır. Istediği gibi gezip-tozma ve çiftleşme kuşun da hakkıdır. Kendi ekstra zevkleri için başkasının tabiî zevklerine engel olma egoistçe, belki de sadistçe bir davranış olur. Sözü edilen hadisten hüküm çıkarırken "çocukların oynamasına müsade edilmiştir" demeleri, bunun çocukça bir zevk olduğunu gösteriyor olmalıdır. Her haram olmayan şeyin yapılması güzel demek değildir. Bu tür kuş alım-satımı ile uğraşanların işlerini değiştirmeleri uygun bir davranış olur kanaatindeyiz (Allah'u a'lem). Akvaryum balıkları için de aynı şeyler söylenir. Ebu Yusufun av hakkında: "Oyun ve eglence için olursa hayrı yoktur. Mekruh (haram) olduğu görüşündeyim"(bk. Ibn Abidin, VI6462) demesi de söylediklerimizi doğrular mahiyettedir.

 
EVLİ BİR KADINA ÂŞIK OLMAK
Kendim de evli olduğum halde, işyerimden alışveriş eden bir kadına ileri derecede tutuldum. Bütün uğraşmalarıma rağmen kendimi ondan vazgeçiremiyorum. Öyle ki meseleyi yakınlarım ve kadının bizzat kendisi dahi anladılar. Buna rağmen o alışverişi kesmediği gibi ilgisini daha da arttırdı.Rezillik açısından olacak olan oldu. Ben Şimdi işin günahını soruyorum: Ona evlilik teklif etsem ve sarhoş olduğu için Ailesinin hukukunu zaten gözetmeyen kocasından ayrılmasını istesem günaha girmiş olur muyum?

Sorunuzda İslam'ın güzelliği ve Islâmsızlığın çirkinligi bir kaç noktadan kendini gösteriyor: Önce müslüman içki içmez, böylece âilesinin hem maddî, hem de manevî hukukunu çiğnemiş ve hanımıyla ilgilenmeyecek kadar sızmış, enerjisini haramda tüketmiş olmaz. Evinin, alış veriş dahil, bütün dış ihtiyaçlarını bir ibâdet duygusu ile kendisi temin eder. Kendisi gibi müslüman olan karısı da zorunlu durumlar olmadıkça dışarı çıkmaz; bakkalla-çakkalla uzun uzadıya yüzyüze, göz-göze gelmez. Konuşmak zorunda kaldığında kadınlığını ortaya dökecek şekilde kırılıp dökülmez. Karşısındakine ümit vermeyen bir edâ ile ve ihtiyaç miktarınca konuşur. Buna rağmen laf eden olursa ağzının payı edeplice verir. Anlaşılan bunların hiç birisi sizde olmamış; ciger kedinin önüne açıkça konulmuş. Buna rağmen işin günahını düşündüğünüze göre size, Rasûlüllah'ın (s.a.s.) bir hadîs-i şeriflerini hatırlatalım:"Kim kocası olan bir kadını aldatırsa, aralarını açmaya çalışırsa... bizden değildir." (Hâkim, Müstedrek N/196; Ebû Dâvûd, talâk 1) Hadîsi şerheden Münâvî diyor ki, "Bu kadın bir de komşu kadın olursa bunun günah ve çirkinliği o kadar daha artar." Çünkü, şerrinden komşusu emin olmayan kimse cennete giremez, buyurulmuştur. Imam Nevevide: "Demek ki, insan bir iyiliği öğretmenin dışında, başka bir adamın karısı, kızı, çocuğu vb. ile onu ifsad edici şekilde konuşması haramdır, der" (Münâvî, Feyzul-Kadîr V/385; Ayrıca bk. VI/123.) Burada mesele örneklendirilerek anlatılır.Adamın içkici olması, karısının nikâhsız olduğu anlamına gelmez ve nikâhlı bir kadın boşanmaya teşvik eden de "bizden değildir". Meseleye, kendinizi bir an, kadının kocasının yerine koyarak, yine kendiniz de fetva verebilirsiniz.

Ancak zayıf bir hadîste: "Hevâ (arzu ve aşk) peşinden gidilip o doğrultuda davranılmadıkça ve kimseye söylenmedikçe, sahibi için bağışlanır."(Suyutî, el-Câmi'us-sağîr (Feyz'uI-Kadîr ile, den) VI/358) buyurulmuştur. Burada kastedilen, elbette helâl olmayan arzudur. "Hevâ ve hevese uyma; zirâ o seni Allah yolundan saptırır. "(Sâd/26) âyet-i kerîmesi de bunu gösterir. Buna göre insan elinde olmayarak evlenmesi câiz olmayan birisine âşık olur da bunu kimseye açmazsa ve nefsini bundan vazgeçirmeye uğraşırsa, günaha girmeyeceği umulur.(bk. Münâvî, Feyz VI/358)
 
EVLİ KADININ NAFAKASI
Bir kadın evlenip kocasının evine yerleştikten sonra bütün yiyecek, giyecek ve mesken masrafları kocaya aittir. Bunlar, israfa kaçmadan ve cimrilik de etmeden eşlerin sosyal seviyelerine göre sağlanır. Eşlerin her ikisi de zengin ise, buna uygun harcama yapılır. Ikisi de fakirse, kadın kocasından zenginler seviyesinde bir harcama isteyemez. Birisi zengin, diğeri fakirse, ortalama yol izlenir. Ancak bazı alimler nafakanın miktarı konusunda yalnız kocanın durumunun dikkate alınacağını söylerler.

Ayet-i kerîmelerde şöyle buyurulur: Annelerin yiyecek ve giyeceği gücünün yettiği ölçüde çocuğun babasına aittir" (el-Bakara, 2/233).

Hâli vakti geniş olan, nafakayı genişliğine göre versin. Rızkı kendisine daraltılan fakir de nafakayı Allah'ın ona verdiğinden versin. Allah hiçbir nefse ona verdiğinden başkasını yüklemez. Allah güçlüğün arkasından kolaylık ihsan eder" (et-Talak, 65/7).

Koca, hanımının giyim masraflarını da karşılamak zorundadır. Burada da sosyal seviye ve Islâm'a uygun olan örf ve âdetler ölçü alınır. Kadının biri yazlık, diğeri kışlık olmak üzere yılda en az iki kat elbiseye hakkıvardır. Giyim kapsamına yorgan, döşek, çarşaf ve yastık gibi evin normal eşyası da girer.

Koca, hanımına müstakil ve içinde sosyal durumuna uygun mefrûşatı bulunduran, kötü komşulu olmayan bir mesken sağlamak zorundadır. Bu yer kadının malı, canı ve ırzı hakkında güvenli olmalı ve karıkoca hayatı yaşamaya elverişli bulunmalıdır.

Ayet-i kerime'de şöyle buyurulur: "Boşanan o kadınları, gücünüzün yettiği kadar ikamet ettiğiniz yerin bir bölümünde oturtun. Evleri başlarına dar etmek için kendilerine zarar vermeyin" (et-Talâk, 65/6).

Karı, kocasının hısımlarıyla birlikte oturmaya zorlanamaz. Ancak koca, bir başka evliliğinden olan ve henüz bülûğ çağına gelmemiş bulunan kızını karısıyla birlikte oturtmak hakkına sahiptir.

Kadın kendi evini, kendisinin ikametine tahsis etmesi için kocasına kiraya verebilir (Ibnül-Hümâm, Fethul-Kadir, III, 321-339; el-Kâsânî, a.g.e., IV,14,15; el-Fetâvâl-Hindiyye, I, 544 vd.; Ö. N. Bilmen, Istilâhat-ı Fıkhıyye Kâmusu, II, 450).

Kadın, bakıma muhtaç olduğu veya sosyal seviye bakımından emsali kadınların hizmetçisi bulunduğu takdirde, hizmetçi tutmak da nafaka kapsamına girer.

Kadın, kocasının talebine rağmen, onun evine gelmez veya itaatsiz olarak evden çekip gider yahut irtidat ederse erkeğin nafaka yükümlülüğü kalkar.

Iddet bekleyen kadının nafakası: Iddet kocanınölümü veya eşini boşaması halinde söz konusu olur.

Vefat iddeti bekleyen kadına nafaka gerekmez. Çünkü koca vefat edince tüm malı mirasçılara geçer. Karısı da dörtte bir veya şekilde bir oranında mirasçı olur. İslam'ın ilk dönemlerinde koca, eşi için ölümünden sonra bir yıl süreyle nafaka verilmesini vasiyet etmek zorundaydı.

Ayette şöyle buyurulur: "Sizden karısını geride bırakıp ölecek olanlar eşlerinin kendi evlerinden çıkarılmayarak bir yıl süreyle yararlanmasını vasiyet etsinler" (el-Bakara, 2/240).

Ancak bu ayette belirtilen bir yıl süreli nafaka ve mesken ile vasiyet hükmü kadına miras hakkıtanıyan Nisâ Sûresi 12. ayetin inmesiyle neshedilmiş, bir yıllık iddet süresi de şu ayetle kısaltılmıştır: "Içinizden ölenlerin geride bıraktıkları karıları kendi kendilerine dört ay on gün beklerler" (el-Bakara, 2/234).

Ric'î olsun, bâin olsun boşanma hâlinde iddet süresince kocanınnafaka yükümlülüğü devam eder. Boşamanın iki veya üç defa olması sonucu değiştirmez. Ancak üçlü boşamada Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre yalnız mesken temin edilir; diğer giyim, yiyecek vb. gerekmez.

Çocukların geçim masrafları kız ve erkek çocukların nafakaları babalarına aittir. nafakanın kapsamına bu çocukların yiyecek, giyecek ve mesken ihtiyaçları girer.

Talâk sûresi 6. ayette şöyle buyrulur: "Eğer (çocuklarınızı) sizin için, onlar (anneleri) emzirirlerse, onlara emzirme ücretlerini tam olarak veriniz". Burada, boşanmış bir kadının iddetini tamamladıktan sonra, çocuğunu emzirmesi halinde ücrete hak kazanacağı hükmü yer almaktadır. Bu da, çocuğun nafakasının babaya ait olduğunu gösterir.

Evli kadın çocuğunu emzirmek istemezse, eğer çocuk başka kadının sütünü alırsa, annesi emzirmeye zorlanamaz.

Hz. Âişe (r.anha)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir. Ebû Süfyanın karısı Hind b. Utbe Rasûlüllah'ın huzuruna girdi ve "Ey Allah'ın elçisi, gerçekten Ebû Süfyan çok cimri bir adamdır. Bana kendime ve çocuklarıma yetecek kadar nafaka vermiyor. Onun malından haberi olmaksızın birşey alırsam, bana günah var mıdır?" dedi. Rasûlüllah (s.a.s); "Onun malından sana ve çocuklarına yetecek kadarını ma'ruf şekilde al" buyurdu (Buhârî, Büyû', 95; Nesâî, Kudât, 31; Ibn Mâce, Ticârât, 65).

Bu hadis-i şerif, karısı ile çocuklarının nafakasını vermenin erkek üzerine vacib olduğunu gösterir.
 
EVLİLİKTE DENKLİK (KEFAET)
Aile huzurunu teminde çok büyük hikmetler içeren denklik, Islâm'da sadece kadından yana ve onun ve ailesinin onurunu korumayı hedefleyen bir müessesedir. Nikâhın sahih olmasının değil geçerli olmasının şartıdır. Yani denklik bulunmasa da nikah sahihtir. Ancak kadının velisinin onayına bağlıdır. Buna göre; nesep, dindarlık ve takva, meslek, hürriyet ve servet konularında kendisinden daha aşağı itibar edilen bir erkeğe nikahlanan kadının velileri, denksizliği bahane ederek evliliğe mani olabilirler. Kabul ederlerse sahih olan bu nikah yürür ve artık vazgeçme hakları olmaz. Denksizlige bir Islâm ülkesinde kız velisinin başvurusu ile mahkeme karar verir. Diğer yerlerde bunu "Eminül-kavm" yani in******rın güvendigi ehl-i ilim belirler. Ancak bunun bir bağlayıcılığı olmaz. Bu yüzden günümüzde, Imam Serahsî'nin tercihiyle, dengini bulmadan nikah yaptıran kadının nikahını velileri-istemiyorlarsa-hepten geçersiz saymaları ve kabul etmemeleri uygun olur. Buna göre dini bütün ve kapalı bir bayan, namazsız-niyazsız birisine, toplumda cazip itibar edilen bir meslek erbabının kızı, bayağı, sayılan bir meslek erbabına, zengin bir aile kızı, kendisinin nafakasını dahi teminden aciz bir erkeğe sırf kendi isteğiyle varması ve meselâ dinî nikah yaptırmaları halinde velilerin bu nikahı hiç hesaba katmamaları mümkündür ve doğru olandır. Nesep ve hürriyet şartı ülkemiz için artık geçerli değildir. Yalnız bu müessesenin iyi anlaşılmaması halinde başkalarınca istismar edilmesi mümkündür. Onun için şu noktaların tekrar hatırlatılmasında yarar vardır:

1. Denkliğin bulunmaması nikahın sıhhatine mani değildir. Binaenaleyh, kız da velileri de istiyorlarsa kadın istediği ile evlenebilir.

2. Denklik müessesesi kadın lehine bir sonucu hedefler. Çünkü genellikle kadın ve onun velileri daha aşağı itibar edilen birisine eş ya da hısım olmayı kendilerine yediremezler ve böyle bir şeyin olması halinde kadın erkeği küçümseyici ve hukukunu tanımaz bir tavır alır, huzur ortamı olması gereken aile, Cehennem'e dönüşür, boşanmalar ve yıkımlar olur.

3. Meşru olan her türlü işin adisi ve şereflisi olmaz. Şeref, insanlara ve Hakk'a hizmetle ölçülür. Ibadet duygusu ile sokağı süpüren bir çöpçü şerefli, istediği parayı veremeyen hastasını ameliyat etmeyip ölüme terkeden doktor ise şeref sizdir. Ancak halkın genel kabullenişinin bu müessese için etkisi vardır. Bu yüzden sırf öyle itibar edildiği için hesaba katılması aklın gereğidir.

4. Günümüzde velilerinin kabulu olmadan kendi kendisini evlendiren kadının velileri, güvenilir bir ehl-i ilimden onun dengine gitmediğini tesbit ettirmeleri halinde kendi başına yaptırdığı dini nikahı geçersiz sayar ve kızlarını geri alabilirler. Ancak denksizlik sözkonusu olmaması halinde kendi rızası ile evlenen bir kadının nikahını geçersiz saymak kimsenin elinde değildir. Böyle bir durumda velilerin kızlarını almaları, erkeğin de boşamıyorum demesi halinde kadının bir başkası ile evlenmesi -Hanefi mezhebine göre- gayr-i meşru olur ve zinayı sonuç verir.
EVVÂBİN NAMAZI
Akşam namazının sünnetinden sonra kılınan altı rekâtlık gayr-i müekked namaz. Evvâb, faal vezninde ism-i fâildir, günâhları terk ve hayırlı işler yapmak sûretiyle Allah'a dönen demektir. Çoğulu Evvâbin'dir. Evvâbin namazı, Allah'a çok itaat edenlerin namazı demektir. Ashab-ı kirâmdan Zeyd b. Erkâm, kuşluk vakti birtakım insanların namaz kıldıklarını görmüş de; "Bu adamlar pek âlâ bilir ki, bu saatten başka zamanda namaz kılmak, daha faziletlidir. Çünkü Resulullah (s.a.s.), "Evvâbin namazı, sıcaktan deve yavrularının ayakları yandığı zaman kılınır" buyurmuştur" (Müslim, Salât, 19).

Zeyd b. Erkâm, başka bir rivâyetinde şöyle demiştir: "Resulullah (s.a.s.) Kûba'lıların yanına gitti. Vardığında, onlar namaz kılıyordu. Allah elçisi, onlara, 'Evvâbin namazı, sıcaktan deve yavrularının ayakları yandığı zamandır' buyurdu" (A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercümesi ve Şerhi IV, 2132).

Bu Hadislerde, namazın kaç rekât kılınacağı belirtilmemiştir. İslâm âlimleri, sıcağın yükseldiği bu vaktin, kuşluk namazı için en elverişli ve faziletli olduğunu söylemişlerdir. Çünkü kuşluk namazının vakti, günün evveli olup, daha erken saatlerde de kılınabilmektedir.

Hz. Sevbân'dan nakledilen şu hadis de, evvâbin namazının önemini belirtir: "Allah Rasûlü, günün yarısından sonra namaz kılmayı severdi. Hz. Âişe, Ya Resulullah, sen bu saatte de mi namaz kılmayı seviyorsun? dedi. Resulullah (s.a.s.): "Bu saatte gök kapıları açılır ve Hak Teâla hazretleri, bu saatte kullarına rahmetle bakar. Bu namaz Âdem, Nuh, İbrahim ve İsâ'nın devam ettikleri bir namazdır" buyurdular (el-Askalânî, Bulûgu'l Merâm, Terc. A. Davudoğlu, II, 48). Evvâbin namazının dört rekât olduğuna dâir çeşitli hadisler nakledilmiştir. Akşam namazından sonra ve altı rekât kılındığına dâir hadisler de nakledilir ve bunların uygulamada daha yaygın olduğu bilinmektedir (Tirmizî, Salat, 32 1) .

Akşam namazının sünnetinden sonra iki ilâ altı rekat arasında kılınan nafile namaza da "evvâbin" denilmiştir. Hz. Peygamber, akşam namazından sonra altı rekat nâfile namaz kılanın evvâbinden (günah işleyip, arkasından hemen tövbe eden kimselerden) sayılacağını bildirmiş ve arkasından da şu ayeti okumuştur: "Rabbiniz, içinizden geçenleri çok iyi bilir. Eğer salih kimseler olursanız, şüphesiz Allah tövbe edenleri affedicidir" (el-İsrâ, 17/25; bk. İbn Kesir, Tefsir, İstanbul 1985, V, 64, 65; Şürünbülâli, Şerhu Nüri'l-İzah, İstanbul 1984. s.74)
 
EYYÂM-I MA'DÛDE( SAYILI GÜNLER)
Sayılı günler. Kur'an'da bilhassa Ramazan ayı ve Kurban Bayramı'nda teşrik tekbirlerinin alındığı günler için kullanılan bir tabir.

Kur'an-ı Kerîm'de orucu emreden ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:

"Ey iman edenler, sizden öncekilerin üzerine yazıldığı gibi, korunasınız diye oruç sizin de üzerinize yazıldı. Sayılı günler olarak..." (el-Bakara; 2/183, 184).

Bu sayılı günlerin hangi günler olduğu ise, hemen bir sonraki ayette açıklanmaktadır:

"Ramazan ayı ki, insanlar için hidâyet olarak ve hidâyeti ve doğruyla yanlışı ayırt edici açıklamalar olarak Kur'an o ayda indirilmiştir. Sizden kim bu aya çıkar (ve ayı görürse) onda oruç tutsun" (el-Bakara, 2/185).

'Eyyâm-ı ma'dûde' ifadesi, Cenâb-ı Allah'ın emrettiği orucun istenildiği zaman değil; yılın belirli günlerinde, yani Ramazan ayı süresince tutulması gerektiğini ortaya koyduğu gibi; nefsi yeme, içme ve cinsel ilişkiden alıkoyma, ayrıca İslâm'ın hoş görmediği söz ve davranışlardan da mümkün olduğunca uzak tutma demek olan orucun güç bir ibâdet olmadığını ve yılın gelip geçici günlerinden ibaret bulunduğunu da açıklayarak, nefislere kolaylık getirmektedir (Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili,I, 624-5).

'Eyyâm-ı ma'dûde', Kur'ân'da haccdan sözedilirken de kullanılır. Haccla ilgili olarak bir de 'bilinen günler' anlamında 'eyyâm-ı ma'lûme' geçmektedir ki, bundan kastedilen, haccın yapıldığı günler veya Zilhicce'nin ilk on günü, ya da Kurban Bayramı günleridir. Buna karşılık, hacc konusunda geçen 'eyyâm-ı ma'dûde' ise, bütün müfessirlerin görüşünce teşrik günleridir. 'Teşrik', yüksek sesle tekbir almak demektir. Hacc'da olunsun olunmasın, Kurban Bayramı arefeşinin sabahından, dördüncü gününün akşamına kadar teşrik tekbirleri * alınır. 'Sayılı günler' bu beş günü de içine almaktadır. Bununla birlikte birinci güne arefe ve bayramın ilk üç gününe 'kurban kesme günleri' de denir. Teşrik günleri tabiri bilhassa Zilhicce'nin on bir, on iki ve on üçüncü günleri için kullanılır. Sahih-i Buhâri'de İbn Ömer'den rivâyet edilen bir hadiste de ifade olunduğu gibi (İbn Hacer-i el-Askalânî, Bulûgu'l Meram (Selâmet Yolları),II, 561; Seyyid Sabık, Fıkhü's-Sünne, II, 164). Rasûlullah (s.a.s.) şeytan taşlamada attığı her taştan sonra tekbir getirirdi. Şu halde, arefe ve bayramın ilk günü 'bilinen günler'e girdiğinden, haccın menâsikinin yerine getirilmesini izleyen üç gün özellikle 'sayılı günler' olmaktadır (Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili; II, 730). Kur'ân'da emredilen de 'sayılı günler'de Allah'ı zikretmektir (el-Bakara, 2/203).

Kur'an'da, İslâm'ın Medine'de güçlenmesi karşısında telâşa düşen yahudi bilginlerinin, yahudileri İslâm'a girmekten alıkoymak için, rivâyete göre, Hz. Musa'nın Tur'da bulunduğu ve İsrailoğulları'nın buzağıya taptıkları günler kadar Cehennem'de kalacaklarını iddia ettikleri belirtilmektedir (el-Bakara; 80). Azlığını ifade için bu günlere onlar 'eyyâm-ı ma'dûde' adı verilmekteydi.
 
EZAN
Müslümanlara, günde beş kez, belli bir yerde namaz kılmaları ve namaz için toplanma vaktinin geldiğini ilân etmek, namaz için yapılan çağrı. Arapça bir kelime olan ezan; bildirmek, ilân etmek demektir.

Yüksek bir yere çıkıp gür sesiyle tüm insanlara yeryüzünde tek egemen gücün Allah, tek önderin Hz. Muhammed olduğunu Allah adına korkusuzca haykıran; Allah'ı ilâh ve rabb; Hz. Muhammed'i de kendilerine önder kabul eden müslümanlara da inandıkları Allah'ın önünde topluca ibâdet etsinler, bir ve beraber olduklarını, yeryüzündeki zulmün yerine Allah'ın adaletini yerleştirmek için her an hazır olduklarını düşmanlarına gösterip onlara korku, müslümanlara güven versinler diye camiye çağıran kişiye de müezzin denir.

Ezan, bir yerin müslümanların mı yoksa zorbaların mı kontrolünde olduğunu belirten bir işaret, bir semboldür. Korkusuzca ve doğru bir şekilde okunan ezan o yerin İslâm beldesi olduğunu gösterir. İslâm fıkhında, bir yörenin Daru'l-harp* veya Daru'l İslâm * olduğu tespitinde orada ezanın okunup okunmadığı dikkate alınan ölçülerden biridir.

Müslümanlara namaz Mekke döneminin dokuzuncu yılında farz kılındığı halde onlar namazlarını ezan okumadan kılıyorlardı. Çünkü Mekke'de zayıftılar; orada güçlü olan, toplumda hatta Allah'ın evi Kâbe'de egemen olan müşrik düzendi. Bu yüzden müslümanlar kendi yönetimlerinde olmayan ve güçsüz oldukları bir yerde açıkça ezan okumakla yükümlü tutulmamışlardı.

Medine'ye hicretin birinci yılında birbirlerini "es-salâh es-salâh (namaza namaza)" veya "es-salâtü câmlatün (namaz toplayıcıdır, namaz için toplanın)" şeklinde namaza davet ederlerdi. Ancak bu şekildeki bir çağrı yeterli olmuyor, uzakta oturanlar bu sesi duymadıkları için namaza yetişemiyorlar ve bu yüzden de İslâm cemâatinin biraraya gelmesinde zorluklar oluyordu. Peygamber efendimiz (s.a.s.) sahâbelerini toplayarak namaza çağırmak için nasıl bir yöntem kullanmak gerektiğini kendileriyle istişâre etti. Sahâbîler birçok teklif getirdiler:

- Çan çalalım ya Resulullah.

- O hıristiyanların adetidir, olmaz.

- Boru çalalım.

- O yahudilerin adetidir, olmaz.

- O zaman ateş yakalım ya Resulullah.

- O da mecusilerin adetidir, bu da olmaz.

Bayrak dikme teklifi de uygun görülmeyince müslümanlar ortak bir karara varamadı ve toplantı sona erdi. Abdullah b. Zeyd de diğer sahâbiler gibi üzüntüyle evine döndü ve yattı. Abdullâh şöyle anlatır:

"Ben de üzüntülü olarak yatmıştım. Uyku ile uyanıklık arasında iken üzerinde yeşil elbisesi olan biri yanıma geldi, bir duvârın üzerinde durdu. Elinde bir çan vardı. Aramızda şu konuşma geçti:

- Onu bana satar mısın?

- Onu ne yapacaksın?

- Namaz için çalarız.

- Ben sana bu konuyla ilgili daha hayırlı bir şey versem olmaz mı?

- Olur, dedim. Hemen kıbleye karşı durdu ve okumaya başladı:

"Allahu Ekber, Allahu Ekber

Allahu Ekber, Allahu Ekber

Eşhedü en Lailahe illallah,

Eşhedü en Lailahe illallah

Eşhedü enne Muhammeden

Resûlullah Eşhedü enne Muhammeden

Rasûlullah Hayyaala's-salâh, Hayyaala's-salâh Hayyaala'l-felâh, Hayyaala'l-felâh Allahu Ekber, Allahu Ekber

La ilahe illallah "

Sabahleyin Abdullah b. Zeyd gece gördüğü rüyayı Resulullah'a anlattı. Aynı gece onunla birlikte birçok sahâbe de benzer rüyalâr gördüklerini anlattılar. Öğretilen ezanda değişiklik yoktu. Hz. Ömer de aynı rüyayı görenler arasındaydı. Hz. Peygamber (s.a.s.) her birini dinledikten sonra Zeyd'e dönerek, "Gördüğünü Bilâl'e anlat (öğret) ezanı Bilâl okusun; onun sesi seninkinden gürdür" buyurdu. Namaz vakti gelince Bilal Medine'nin en yüksek yerine çıkarak gür sesiyle İslâm'ın ilk ezanını okudu.

Namaz vakitlerini bildirmek için okunan ezanın ne şekilde olduğu Kur'an-ı Kerîm'de bildirilmemiş, ancak Hz. Peygamber (s.a.s.)'e vahiyle bildirilmiş ve onun kelimeleri bizzat Cebrail (a.s.) tarafından öğretilmiştir. Şu âyet-i kerimeler ezanın Allah'tan geldiğini gösterir:

"Siz namaza çağırdığınız zaman onlar o çağrıyı eğlence ve alay konusu yapıyorlardı" (el-Mâide, 5/58).

"Ey müminler, cuma günü namaz için çağrıldığınız zaman hemen Allah'ın zikrine koşun " (el-Cum'â, 62/9). Bu ayet-i kerimelerde geçen "çağrıldığınız zaman" ifadesindeki "nidâ" kelimesi ezanı kasdetmektedir.

Okunan ezanın Allah'ın istediği gerçek ezan olabilmesi isin dikkat edilmesi gereken hususlar vardır:

1) Ezan mutlaka Arapça okunmalıdır. Allah'ın gönderdiği Cebrail (a.s.)'ın öğrettiği kelimelerin dışına Sıkılamaz. Örneğin "Allahu Ekber" cümlesini aynı anlama geliyor diyerek "Tanrı uludur" şeklinde Türkçeleştirerek ezan okunamaz. Hangi ırk ve dilden olursa olsun ortak ibâdet dilleri sayesin de kardeşçe kucaklaşan müslümanların birliğini yok etmek isteyen İslâm düşmanları "kendi dilinle ibâdet etmek daha iyidir" diyerek ezanı Arapça'nın dışında bir dille okutmak isterler. Ama Allah, müslümanları tek vücud gibi görmek istemektedir. Ortak ibâdet diliyle Tevhîd sağlanmaktadır.

2) Ezân; müslümanların sevip saydığı. güvenilir, İslâm ahlâkıyla ahlâklanmış, kısaca gerçek anlamda bir "müslüman" tarafından okunmalıdır. Allah adına insanları Allah'ın mescidine çağıran kişinin dâvetine cevap verecek olanlar güvendikleri bir müslümanın sesini duyduklarında daha bir şevkle toplanırlar. Allah'ın sevmediği bir günahkâr Allah adına insanları Allah'a çağırmaya yetkili olamaz. Yine bu kişi güvenilirliği yanında, o topluluğun içinde önder olabilecek, sözünün dinlendiği biri olmalıdır. Ancak bu, bu şartlan taşımayanların ezan okuyamayacağı anlamına gelmez. Mümeyyiz olmayan bir çocuğun okuduğu ezan geçerlidir.

3) Ezan okuyan kişinin güzel ve gür sesli olması ve ezanın yüksek bir yerde okunması gerekir. "Yüksek bir yer'in anlamı günümüzde teknolojinin getirdiği ses yükseltici aletlerle değişime uğradı. Ezan daha iyi duyulsun diye gerekli görülen "yüksek yer" müslümanlar arasında o derece önem kazanmış ki İslâm şehirlerinde minarelerden daha yüksek yapılan görmek mümkün değildir.

Ancak günümüzde amphlikatör gibi ses yükseltici aletler kullanarak yüksek yere çıkılmadan ezan okunabilir mi, bu aletler kullanılabilir mi? sorusu müslümanların bir kesimini meşgul etmektedir. İnsan sesi iptal ettiği gerekçesiyle bu aletlerden ezan okumanın helâl olmadığını savunan insanlar varlığını korumaktadır. İslâm'ın geldiği ve mezhep imamlarının yasadığı dönemlerde böyle bir sorun olmadığı için bu konuyla ilgili bir ictihad yoktur. Ancak Hz. Peygamber (s.a.s.)'in Vedâ Haccı'nda verdiği hutbe bu konuya en güzel örnek teşkil etmektedir. Vedâ Hutbesi'nde yüzyirmibin kişiye hitap eden Hz. Peygamber belli mesafelere gür sesli görevliler yerleştirerek kendi söylediklerini aynen tekrarlamalarını istemiş ve böylelikle kendi sesinin ulâşmadığı insanlara görevlilerin sesiyle ulaşmıştır. Hz. Peygamber'in bu uygulamasından yola çıkarak Edille-i Şer'iyyenin Kıyas yolunu kullanarak hoparlörün meşrû olduğu gibi sesi uzaklara taşıdığı için son derece faydalı olduğu gayet açık bir husustur. Allah'ın kendilerine öğrettiği ilimden yararlanan müslümanlar hoparlörden yararlanabileceği gibi isteyen de yüksek yere çıkmaya devam edebilir.

4) Farz namazlardan önce okunan ikamet hızlı okunduğu halde ezan ağır ağır okunur.

5) Ezan okurken kelimeleri yanlış okumak ve aşırı şekilde teğanni yapmak câiz değildir.

6) Ezan okurken müezzinin konuşması, hattâ kendisine verilen selâm'ı dahi alması caiz değildir.
 
EZAN DINLEMEK
Müslüman bilim adamlarının konuşmacı olarak bulunduğu bir panelde, ezan için konuşmayı kesmemeleri dikkatimizi cekti. Yoksa Islâmı anlatan konuşmalar yapıyor olmaları, ezanı dinlemelerine ruhsat verir mi?

Normal ve anormal ölçülerinin bir şeyin alışagelmesiyle tespiti herhalde hoş olmayan avamca bir hüküm olmalıdır. Bu açıdan bakıldığında -tabir hoş değil ama- İslamın "Istiklâl Marşı" diyebileceğimiz ezan için durmayı ve dinlemeyi küçümsemek, entellektüelliğin değil avamlığın bir belirtisi olmalıdır.

Fıkıh kitaplanmıza baktığımızda "Ezana Icabet" konusunda söylenenler arasında şunlar da vardır: Ezana icabet aslında, ezanla çağrılan namaza gitmektir, naim bizzat ezanın sözlerini dinleyip müezzinin söylediklerini söylemek de icabetin bir parçasıdır. Hatta bu yüzdendir ki, cünup olan kimse ezan okunurken onun sözlerini tekrarlar ama, hayızlı ve nifaslı kadın tekrarlamaz; çünkü onlar o hallerinde ezana asıl icabet sayılan namaza ehil değillerdir.

Resulullah Efendimiz (sav): "Ezanı duyduğunuzda müezzinin dediği gibi deyin" buyurur.(Müslim, salat 7) Buna göre Hanefiler bunun, vacip olduğunu söylerler, çünkü emir "vücup" ifade eder. Malıki'lerden bazıları ve Zahirilerin mezhebi de budur. Imam Malık, Şafii, Ahmed ve Hanefilerden Tahavî'nin de içinde bulunduğu cumhura göre sözle icabet vacipdeğil, müstehaptır.(Davudoğlu NI/27; lbn Hacer, Fethu'1-Bârî, N/92-93; Aynî, IV/280)

Kendi kendine Kur'an okuyan ve tesbih çeken kimse de bunları bırakıp ezana icabet etmelidir. Ama mescidde (başkaları dinlerken) Kur'an okuyan, okumasına devam edebilir. Dini bir konuda konuşan ve vaaz eden de konuşmasına devam edebilir mi? Bunu açıklayan bir fıkıh ibaresine rastlamadım. Herhalde vaazlarda anlatılan şey Kur'an'ın açıklaması olduğu, daha doğrusu olması gerektiği için, ona kıyasla bu tür konuşmalar devam ettiriliyor olmalıdır. Bu açıdan bakıldığında İslam'ın her hangi bir müessesesini ya da bir meselesini inceleyen seminerler, ya da paneller de böyle sayılabilir. Zaten ezan esnasında konuşmanın mekruh olmadığı da söylenmiştir.(bk. Bilmen, Ilmihal 128) Ama okunmakta olan ezana hiçbir türlü icabet etmemek, bir an için olsun durup ona iştirak etmemek mahzursuzdur, denemez. Bunun için elbette ezanın, lahnsiz, tegannisiz, yani sünnet üzere okunan bir ezan olması gerekir. Böyle sünnet üzere olmayan ezanı dinlemek zorunlu değildir.(Tahtavî,162) Ayrıca, hepsini dinlemesi gerekir diyenler varsa da, sadece ilk duyduğu ezanı ya da sadece kendi mescidinin ezanını dinlemesi yeterli olur.(Hindiyye. I/57)
 
EZAN OKUYANIN VE DİNLEYENİN DİKKAT EDECEĞİ HUSUSLAR

Ezan okuyanın dikkat edeceği hususların yanında dinleyenin de uyması gereken hususlar vardır:

I) Ezan okunurken konuşulmaz. Hattâ Kur'ân-ı Kerîm okuyan bir kişi ezan başladığında okumayı bırakıp ezanı dinler.

2) Ezan'ı dinleyen müslüman, müezzinin okuduğu ezanı tekrar eder ve böylece o da ezan okunmuş olur. "Hayya ala'ssalâh" ve "Hayya alalfelâh" cümlelerinde "lâ havle velâ kuvvete illâ billâh (Allah'tan başka hiçbir güç ve kuvvet kaynağı yoktur)" der. Sabah ezan'ında müezzinin "essalâtü hayrün mine'n-nevm" cümlesine "sadakte ve berirte (doğru söylüyorsun)" diye karşılık vermesi sünnettir.

3) Ezanı işiten kişi cünüp de olsa yukarıdaki yükümlülükleri yerine getirir. Ancak hayızlı ve nifaslı olan kadınlar bunun dışındadır.

4) Ezanın bitiminde dinleyen kişi ezan duasını okur.

"Allahumma Rabbe hezihi'd-da' vati't-tamme ve's-salati'l-kâime âti seyyidina Muhammeden el-vesilete ve'l-fazilete ve'd-dereceti'r-rafiati'l âliye ve'b-ashû makamen mahmuden ellezi vaadtehu inneke la tuhlifu'lmi'ad. "

"Ey bu üstün çağrının ve hazır namazın Rabbi olan Allahım! Muhammed 'e vesileyi, fazileti ve yüksek dereceyi ihsan et. Onu kendisine vadetmiş olduğun övülmüş makama eriştir. Zira sen vaadinden dönmezsin "

Bunların dışında ezan hakkında şu hususları belirtelim:

Cuma namazında bir dış bir de iç ezan okunur diğer namazlarda her vakit için bir defa ezan okunur.

Ezan ile kametin arasını biraz uzatmak gerekir ki namaza geç kalanlar cemâate yetişebilsin.

Caminin dışında bir yerde de ezan okunabilir, ikamet getirilerek cemâatle namaz kılınabilir.

Kaza namazları için de ezan okunabilir, ikamet getirilebilir. Bayram, Vitir, teravih ve cenaze namazları için ezan okunmaz.

Ezan Vacib derecesinde sünneti müekkeddir.
 
FÂCİR
Azan, günâha dalan, yemin ve sözünde yalancı çıkan hakîkatten yan çizen kişi. Allah'ın emrinden çıkan, günâhkâr, İslam'ın emirlerini çiğneyen, dinî ölçü ve prensiplere aykırı hareket eden kimse.

Kur'an-ı Kerîm'de fâcir kelimesi bu ıstılâhı anlamda yedi yerde geçmektedir:

"Yoksa inanıp yararlı iş işleyenleri, yeryüzünde bozguncular gibi mi tutarız? Yoksa Allah'a karşı gelmekten sakınanları, yoldan çıkanlar gibi mi tutarız?" (Sâd, 28/28);

"Doğrusu sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar, sadece ahlâksız ve çok inkârcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler" (Nûh, 71/27);

"Işte bunlar inkârcı olanlar, Allah'ın buyruğundan çıkanlardır" (Abese, 80/42);

"Allah'ın buyruğundan çıkanlar cehennemdedirler" (Infitâr, 82/14).

Bu son ayette geçen "fuccâr" kelimesi, "Rabbına karşı terbiyesizlik edip aşırı isyân ve muhâlefete sapanlar" anlamındadır (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 5642).

"Sakının; Allah'ın buyruğundan dışarı çıkanlar, muhakkak "siccîn" adlı defterde yazılıdır" (Mutaffifin, 83/7);

"Sonra da ona iyilik ve kötülük kabıliyeti verene andolsun ki..." (eş-Şems, 91/8).

Bu ayette takva ve fücûr kelimeleri yeralmaktadır. Buradan hareketle fücûr, bir bakıma takvânın zıt anlamı olarak kabul edilebilir.

"Ama, insanoğlu gelecekte de suç işlemek ister de, ‚Kıyamet günü ne zamanmış' der" (el-Kıyâme, 75/5-6).

Yukârıdaki âyetlerde görüldüğü üzere "fâcir" kelimesi, yoldan çıkmak, ahlâksız, Allah'ın buyruğundan çıkmak, kötülük kabıliyeti ve suç işlemek anlamlarını taşımakta; çoğu yerde de "küfür" kelimesiyle birlikte kullanılmaktadır.

Yukarıda geçen Şems sûresi sekızınci âyetindeki "kötülük kabıliyeti" diye tercüme edilen "fücûr"; haktan sapmak, hak yolunu yarıp nizamından çıkmak, fısk ve isyâna düşmek, bilhassa zinâ etmek, yalan söylemek, daha açıkçası edepsızlık etmek olarak izâh edilip bu tür şer ve ma'siyet olan fiillere de denilebildiği ifade edilmektedir (Elmalılı Hamdi Yazır, a.g.e., VIII, 5857).

el-Kıyâme suresi beş ve altıncı ayetlerde ise fücûr; "suç işlemek" anlamında geçmektedir. Yani, insan suç işlemek, zevk ve sefâda bulunmak için yaşamayı ister; şehvetlerinden, ma'siyetlerinden, lezzetlerinden ayrılmamasını, ilerde onlara devam etmesini ister ve hattâ ebediyyen fısk ve fücûr ile Rabbına karşı terbiyesizlik etmek ister; fücûr içinde bulunmayı, sâlih ve sâlim bir hayata tercih eder de istihzâ ederek, "kıyamet günü ne zamanmış" der. Lâkin kıyamet başladı mı gözü açılır, dünyanın başına yıkılmakta olduğunu görür, dehşetler içinde kalır; fakat iş işten geçmiştir, son pişmanlık fayda vermez (Elmalılı Hamdi Yazır, a.g.e., VII, 5476-5477).

Bu ayette geçen fâcirin durumu bir başka şekilde de şöyle izâh edilir: O kişi önce günâhı işler, daha sonra da, "yarın tövbe edeceğim ve bir daha bu işi yapmayacağım" der. Fakat, tevbeyi gerçekleştirmez ve o işi yapmaya devam eder; neticede bu böyle devam eder ve o kişi daima fısk ve fücûr içinde kalmış olur.

Ayrıca, fücûr kelimesi, "yalan" anlamına da geldiğinden yalancıya da fâcir denir (Râgıb el-Isfahânı, el-Müfredât, Istanbul 1986, s.562).

Verilen bu bilgilerin ışığında şöyle bir genellemeye gitmek mümkündür: Fâcir, kâfir anlamına gelmez; ancak küfre ***üren ve küfre en yakın bir durum olarak kabul edilebilir. Her kâfir fâcirdir ama her fâcir Allah'ın hükümlerini inkâr etmediği sürece kâfir değildir.

Kısacası fâcir, Islâm dininin kabul etmediği, yasakladığı iş ve hareketleri yapan; aşırı isyâna dalan; özellikle büyük günahlardan olan zinâ etmek, yalan söylemek, adam öldürmek, içki içmek, hırsızlık yapmak gibi fiilleri işleyen, günâhta ısrar eden; başka öz bir ifadeyle, Allah'ın emir ve yasaklarını çiğneyen kimseye denir. Eğer bunları yaparken bir inkâr sözkonusu ise o zaman kişi küfre girmiş olur.

Fücûr bir bakıma fısk ile eşdeğer sayıldığı gibi bir başka açıdan da fısktan daha ileri bir noktada ele alınabilir.
 
FÂHİŞ FİYAT
Bir malın, normal fiyatının çok üstünde veya çok altında olan satış bedeline denir.

Fâhiş kelimesi, fuhuş mastarından ism-i fâil olup, kök anlamı; söz veya işin çok çirkin olması, haddi ve ölçüyü asmak, yüz kızartıcı iş yapmak demektir. Fiyat, bir malın satış bedeli olduğuna göre bir malın fiyatının çok üstünde satılması hâlinde, fâhiş fiyat sözkonusu olur.

Islâm'da çeşitli mallara yüzde hesabıyla bir kâr haddi belirlenmemiştir. Genel olarak arz ve talep kanunlarına bağlı, serbest rekabet esasları içinde hiçbir yapay müdâhale söz konusu olmadân kendiliğinden oluşâcâk piyasâ fiyatları ölçü alınmıştır.

Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidin genel olarak kendi devirlerinde piyasa fiyatlarına müdâhale etmemişlerdir. Allah Resulu'nden Medine'de fiyatlar yükselince narh koyması istenmiş, o bu isteklere şöyle cevap vermiştir: "Fiyat tâyin eden, darlık ve bolluk veren, rızıklandıran ancak Allah ‚tır. Ben sizden hiç kimsenin mal ve canına yapmış olduğum bir haksızlık sebebiyle hakkını benden ister olduğu halde Rabbime kavuşmak istemem " (Ebû Dâvûd, Buyû,-49; Tirmizî, Buyû, 73; Ibn Mâce, Ticârât, 27; Dârimî, Buyû, 1 3; Ahmed Ibn Hanbel, II, s.327, III, s.85, 106, 286). Hz. Ömer de hilâfeti zamanında fiyatlara müdâhale etmek istememiştir. Hz. Ömer (r.a.) bir gün musallâ çarşısında Hatîb b. Ebı Beltea'ya rastlar. Hâtıb'ın önünde iki kap doluşu kuru üzüm vardır. Fiyatı ucuz bulan halife şöyle der: "Tâif'ten üzüm yüklü bir kervanın gelmekte olduğunu haber aldım. Onlar senin fiyatına aldanırlar. Ya fiyatı yükselt yahut da üzümü al evine ***ür, orada istediğin fiyatla sat". Daha sonra Ömer kendi kendine düşünmüş ve Hâtıb'ın evine giderek şöyle demiştir: "Sana söylediklerim ne emirdir ne de hüküm. Bu belde halkının hayrı için arzu ettiğim bir şeydir. Nasıl ve nerede istersen satabilirsin" (Imam Şâfii el-Ümm, II, s.209; Ibn Kudâme, el-Muğnî, IV, s.240). Ancak bu delil ve uygulamalar fiyatlara hiçbir şekilde müdâhale edilemez, bu caiz değildir demek için yeterli açıklıkta değildir, çünkü Allahu Teâlâ karaborsacılıktan ve yüksek fiyatlar koyarak, insanların birbirini aldatmasından hoşnut ve râzı olmaz. Ayet-i kerimede, "Birbirinizin mallarını aranızda bâtıl yollarla yemeyiniz" (el-Bakara, 2/188) buyurulur. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Bir kimse haksız olarak başkasının malınıalırsa, Allah'ın gazâbına uğramış olarak ilâhı huzura çıkar" (Buhâri, Tevhîd, 24; Müslim, Iman, 222, 224). Buna göre, haksız ve ölçüsüz olarak fiyat yükselten kimse, insanların mallarını bâtıl yollarla yemiş ve onları Allah'ın mübah kıldığı şeylerden mahrum etmiş olur. Işte arzedilen delil ve sebeplerle, tabiîler devrinde ahlâkın bozulması, fiyatların sun'ı olarak yükselmeye başlaması ve halkın bundan zarar görmesi üzerine bazı tâbiîn hukukçuları narh koymayı caiz gördüler. Saîd b. el-Müseyyeb (ö.94/712), Rabîa b . Abdirrahmân (ö . 136/753), Yahyâ b. Saîd el-Ensârî (ö.143/760) bunlar arasındadır (el-Bâcı, el-Müntekâ Şerhu'l-Muvatta', Mısır 1331. V. s.18).

Serbest rekâbet sonucu oluşacak piyasa fiyatlarının ne kadar üstüne çıkılır veya altına inilirse fâhiş fiyat meydana gelir? Bu nokta gabn ile ilgilidir. Gabn; aldatma, eksik verme ve farkına varmama gibi anlamlara gelir. Kendi arasında fâhiş gabn (çok aldatma) ve yesir gabn (az aldatma) olmak üzere ikiye ayrılır. Çok aldatma, başka bir deyimle "fâhiş fiyât", normal fiyatın ne kadar üstüne çıkılırsa teşekkül eder? Bunun sınır ve miktarını belirleyen kesin bir ayet veya hadis yoktur. Belh fakihlerinden Nusayr b. Yahyâ (ö.268/881) satım akdine konu olan malların az veya çok tasarrufa uğramalarını göz önüne alarak fâhiş gabni gayrımenkullerde %20, hayvanlarda %10 ve diğer menkul mallarda %5 olarak sınırlamış ve piyasa fiyatının üstünde veya altında bu nisbetler aşılarak yapılacak satışlardaki satış bedelının fâhiş fiyatı oluşturacağını söylemiştir (Ibn Nüceym, el-Bahru'r-Râik, Mısır 1334, VII, s, 169) . Hanefilere göre, fâhiş gabinde satım akdinin feshe sebep olabilmesi için ayrıca malı gerçeğe uygun olmayan şekilde anlatmak gibi hile (tağrir) halının bulunması gerekir. Çünkü aldatma olmamak şartıyla bir kimse malınıdilediği fiyata satabilir. Taraflar ergin, akıllı olunca yaptıkları hukuki muâmeleler geçerli olup, bunu tek yanlı iradeleriyle bozmaya güçleri yetmez. Meselâ, bir kimse bin liralık malınıbilerek yüz liraya satsa veya yüz liralık malı yine bilerek bin liraya satın alsa bu mûteberdir, feshe yetkisi olmaz. Hatta Mecelle şerhinde çok daha mübâlağalı örneklere yer verilmiştir. Meselâ, bir kimse bir liralık malınıbin liraya satsa akit geçerlidir. Yani özü bakımından satım akdinde bir bozukluk yoktur. Çok fâhiş fiyatla satıldığı öne sürülerek akdin geçerli olmadığı öne sürülemez. Ancak böyle bir satım akdi Imam Muhammed'e göre mekruhtur. (Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, I, s.588; Mecelle, mad. 356-360). Zaman ve yer değişikliği olmadan bu kadar oynak fiyata normal bir piyasada ender rastlanır. Özellikle kıyemî mal denilen ve standart olmayan mallarda bu mümkündür. Meselâ, kilo hesabıyla üçbin TL.'na satın alınan eski kaplar arasında bir taneşinin antika eşya olması yüzünden üçyüz bin liraya satılması gibi.

Ancak alış-veriş yapanların birbirlerini uyarmaları ve aldatmaya karşı nasihat etmeleri Islâm ahlâkının gereğidir. Ashâb-ı kirâmdan Cerîr b. Abdillah el-Becelî pazar yerinden bir at satın almak ister. Beğendiği bir at için satıcı beşyüz dirhem fiyat teklif eder. Cerir, bu ata altıyüz dirhem verebileceğini, hatta sekizyüz dirheme kadar fiyatı yükseltebileceğini bildirir. Çünkü atın değeri yüksek olup, satıcı bunun farkında değildir. Kendisine "atı, beşyüz dirheme alman mümkün iken, niçin sekizyüz dirheme kadar fiyatı yükselttin" diye sorulduğunda şu cevabı verir: "Biz alış-verişte hile yapmayacağımız hususunda Allâh'ın Resulune söz verdik" (Ibn Hazm, el-Muhallâ, Mısır 1389, IX, s.454,vd.).
 
FÂHİŞE VE FAHİŞELİK
Islâm şerîatının yasakladığı çirkin iş, yüz kızartıcı söz veya davranış. Fahşâ; "Dünyada had cezasını, ahirette ise azâbı gerektiren şeydir" (Cürcânı, et-Ta'rifât).

"Kötü ahlâklı; gerçekten cimri; sınırı aşan her şey; söz ve cevapta taşkınlık etme; çok çirkin olan zina olayı. Allah'ın yasakladığı her şey, konusurken ve cevap verirken haddi aşan erkek ve kadın ve alışılagelen ölçüyü aşan şey" (Şartûnî, Akrabu'l-Mevârid). Fahşâ, genellikle ‚zina' anlamına gelmektedir. Buna göre zinaya ve zina eden kadına fâhişe adı verilmektedir (Ibnü'l-Esir, en-Nihâye, 111/415).

"Hakîkate ve normal ölçülere uymayan her işe fâhişe denilir. Ibnu'l Cinni'ye göre bu kelime, cehâletin bir çesidi olup, hilmin karşıtıdır" (Ibn Manzur, Lisânu'l-Arab). Râgıb el-Isfahânî'ye göre, fuhş, fahşâ ve fâhişe kelimeleri son derece çirkin söz ve fiiller olarak tanımlanmıştır (el-Müfredât, Fahşa mad.).

Fâhişe kelimesi, Kur'an-ı Kerîm'de onüç yerde geçmektedir. Ayrıca dört yerde de çoğulu olan "fevâhiş" zikredilmektedir. Âl-i Imrân suresi 135. ayette fena bir iş olarak nitelenmiştir. ibn Abbâs'tan gelen bilgiye göre, hurma satan birine güzel bir kadın geldi. Kadın, alışverişini yaptıktan sonra, adam onu kucaklayarak öptü. Ancak hemen bu davranışına pişman oldu ve Hz. Peygamber'e gelip durumu anlattı. Bu olay üzerine sözkonusu ayet indi (Vahidi, Esbâbu'n-Nüzül, 105).

Fahşâ ve fâhişe kelimesi, zinadan kinaye olarak kullanılmıştır (en-Nisâ, 4/19). Ayrıca buradaki fahşâ sözcüğünün "Kadının serkeşlik etmesi, kocasına asi olması ve geçimsizlik yapması" anlamlarına geldiği; buna göre kocanın onu isterse evinde tutacağı, isterse kendisinden boşanabileceği ve bunun helâl bir davranış olduğu; Ibn Abbâs'ın rivâyetine göre de "buğz ve serkeşlik etme" anlamlarına geldiği açıklanmıştır. Diğer bir rivâyete göre de, söz dinlememek ve bununla birlikte isyan etmek anlamındadır. Bu isyânı kadın yapmış ise, Allah, kocasına ondan ayrı kalmasını ve onu hafifçe dövmesini; bundan sonrada kadın durumunu değiştirmezse, kocasının fidye isteyebileceği ifade edilmiştir (Ibn Cerir et Taberî, el-Câmiu'l-usul, V/31S311).

Imam Fahrûddin er-Râzi'nin açıklamasına göre, sözkonusu ayette geçen fâhişe kelimesi, kadının kocasına ve onun yakınlarına eziyette bulunması anlamındadır (er-Râzı, Mefâtihu'l-Gayb, X/II).

Fahşâ ve ****** kelimeleri, Kur'an-ı Kerîm'de birbirine yakın olmakla birlikte, değişik anlamlarda da kullanıldığı görülmektedir.

Şeytanın emrettiği kötü davranış ve hayasızlık; "Babalarınızın nikâhladığı kadınlarla evlenmeyin; ancak (câhiliye devrinde) geçen geçmiştir. Şüphesiz o bir hayasızlık (fâhişe)dir. O ne kötü bir sözdü ve ne kötü bir yoldu" (en-Nisâ, 4/22) el-Bakara, 2/169 ayeti de aynı anlamdadır.

Fahşâ, evlilikten sonra fuhuş yapma anlamında kullanılmıştır: "...O halde fuhuşta bulunmayan, gizli dost edinmeyen namuslu kadınlar olmak üzere yakınlarının izniyle nikâhlayın..." (en-Nisâ, 4/25). Çıplak olarak Kâbe'yi tavâf etme ve şirk koşma anlamında: (el-A'râf, 7/8); Hz. Lût Kavmi'nin yaptığı çirkin fiil (homoseksüellik) anlamında: "...Sizden hiç kimsenin yapmadığı hayasızlığı mı yapıyorsunuz?.. Çünkü siz, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Hayır, siz haddi aşan bir kavimsiniz"(el-A'râf, 7/80-81, ayrıca bk. el-Ankebût 31/28) fahşâ, zinâ fiili olarak da kullanılmıştır: "Zinaya yaklaşmayın; çünkü o ******dir ve ne kötü bir yoldur" (el-Isrâ, 17/32).

Bunlardan başka "insanlar arasında yayılan kötülük ve fuhşiyât" anlamında da kullanılmıştır: "Şüphesiz müminler arasında fuhşiyâtın yayılmasını sevenler için dünyada rezillik ve ahirette çok acıklı bir azâb vardır..." (en-Nûr, 24/19).

Ayrıca ****** kelimesinin çoğul şekli olan "fevâhis" ile. had cezasını gerektiren şeylerin kasdedildiği rivâyet edilmiştir (el-En'âm, 6/151; el-A'raf, 7/33; eş-Şûrâ, 42/37; en-Necm, 53/32).

Gazalı ise fâhişe kelimesini çirkin söz anlamına almış ve onu dilin bir afeti olarak kabul edip, şöyle demiştir:

"Hz. Peygamber, Bedir günü müslümanların müşrik ölüleri hakkında kötü sözler söylemesine müsaade etmemiş, böyle bir hareketin çirkin olduğunu anlatmıştır. Bu hususta "müminin; kötüleyen, lânetleyen ve ağız bozan fâhiş veya fâhişe biri olamayacağını söylemiştir. Bir hadislerinde de, ağız bozan-fâhiş söz söyleyen-kişiye cennetin haram olduğunu açıklamıştır.

Bir sözün fâhiş olması veya fâhişe olarak nitelendirilmesi, o sözün çok açık kelimelerle çirkin bir şekilde dile getirilmesi ile göze çarpar. Bu tür sözler, genellikle gıybet konusunda kullanılır. Fesat çıkarmak isteyenlerin açık seçik kullandıkları çirkin sözler vardır. Dürüst kimseler, bu çirkin fâhişe sözleri kullanmazlar, onları gizlerler; onların yerine mecazlı ve rumuzlu ifadeler kullanırlar. Ibn Abbâs (r.a.) şöyle demiştir: "Allah (c.c.) hayâ sahibidir, bağışlayandır ve sözlerinde kinâyeli davranır. Meselâ "cimâ" konusunda lems (dokunma), duhûl (girme) ve muhabbet gibi fâhiş olmayan kinâyeli ibâreler kullanmıştır" (Gazâlî, el-Ihyâ, III/152-153).

Bazı sözleri, delâlet ettikleri anlamlarının üzerine başarak ve bizzat isimleri ile aktarmak fâhiş harekette bulunmaktır. Edebe uymayan sözler yerine mecaz ve kinâyeli sözler kullanmak Islâm ahlâkına daha uygundur.

Ayrıca fâhişe kelimesinin namuslarını satan zâniye kadınlar hakkında da kullanıldığı bilinmektedir.

Insan, ahireti kazanma melekeleriyle donatılmış, ama bu kazanma başarısını dünya hayatında gösterecek, toprağa, yere bağlı bir yaratıktır. O, dünya hayatını yaşaması için kendisine verilen birtakım sevgi ve tutkuları ahiret yönünde kullanmak zorunda olduğu gibi, fıtratı ve aynı zamanda dünyevi saadeti de bunu gerektirmektedir. Kur'an-ı Kerîm'in ifadesiyle, "Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere karşı kuvvetli bir tutkunun kendisi için bezenip, süslediği insan " (Âlu Imrân, 3/14), bu tutkusunu dünya hayatını yegane amaç haline getirmeden ve başkalarının aleyhine ve zararına doyurmaya çalışmadan, Allah'ın çizdiği yoldan giderme çabasında olduğu sürece, hem madde-mana dengesini kendinde kurarak şahsiyetinin oluşmasını sağlayacak, hem ferdî, hem toplumsal hayatı, hem de yeryüzündeki genel insanı hayat ve insan-tabiat ilişkisi tam bir âhenk ve sulh içinde sürecektir. Ne var ki, insanın ilim, madde ve mânâ açısından tekâmül edip, tüm yaratıkların üzerinde kendisine tanınan şerefli mevkiini alabilmesi için yaratılışına ekilen ve karşısına çıkarılan birtakım kötü güçler, onu sürekli biçimde tutkularının kölesi yapmaya ve onları doyurma yolunda sınır tanımadan kendisi, hemcinsleri ve tüm yeryüzü için hayatı çekilmez bir hâle getirmeye uğraşır. Bunun sonucunda, insanın arzularını giderme uğraşında normal, insanı ve-fıtrî çizginin dışına taşıp, sapık yollarda tatmin araması; sözgelimi nikâhsızlık, zinâ ve benzeri ilişkilere girmek, bu tür ilişkileri normal ve hattâ özendirici hâle getirmek, kadınları birer basit tatmin aracı derecesine düşürmek, kısaca nikâh muâmelesi ve iffet duygusuyla fitrî ve vasat çizgide tutulması gereken şehvet güdüşünü her türlü ahlâksız ilişkiye vasıta kılmak, Kur'an'ın ‚fahşâ' kelimesiyle niteleyip, şiddetle yasakladığı bir durumdur. Şeytan, fahşâyı emrederken (el-Bakara, 2/169, 268), Allah, açığı ve gizlisiyle her türlü fahşâyı haram kılmıştır (el-A'râf, 7/33) ve namazın insanı fahşâdan uzaklaştırıcı bir amel olduğunu da vurgulamıştır. ‚Fahşâ', toplumları yıkıma ***üren en feci faktörlerden birisi olagelmiştir.
FAİZ PARASINDAN İKRAM:
İslam'ın faizi en büyük günahlardan saydığını biliyoruz.(bk. Buharî, Vasâae 23, Hudûd 44; Müslim, Imân 144) Anaya-babaya iyi davranmanın, Allah (cc)'a ibadetin hemen ardından geldiğirnde biliyoruz.(K. E1-isrâ (17) 23) Öyleyse bu dengeyi iyi ayarlamak zorundayız. "Yaratana isyan sözkonusu olan yerde yaratılana itaat edilmez"(Buhari, Ahâd müslim, Imaret 39; Ebu Davûd, Cihad 87; Nesâi, Bey'at 34; Ibn Mâce, Cihad 40; Müsned 1/94; 409, IV/426, V/66) esasını ayar olarak kullanırsak, işler biraz daha kolaylaşır. Faizin sadece yenmesi değil; hesabının tutulması, alınması, verilmesi, yardımcı olunması... vb.. de haram olduğuna ve haramları yapmak, Allah (cc)'a isyan sayılacağına göre, bir kimse, Babası dahi olsa, bir kulu memnun etmek için bunları yapamaz...
FAİZ PARASININ VERİLECEĞİ YER:
Her ne maksatla olursa olsun, faize ve faiz muamelesi yapan kuruluşlara para yatırılamaz. Her nasılsa bankaya yatırılan bir paranın faizi de bankaya bırakılamaz: Böyle bir davranış, belki de faiz alıp yemekten daha büyük bir vebaldır.

Çünkü faizin haram oluş hikmetlerinin başında, onun sömürüye, zûlme sebep olması, servet sahiplerinin fakiri ezmelerine imkân sağlamasıdır. Biriken faizi almamak, bu sömürü ve zûlüm mekanizmasını iki kere güçlendirmek olur. Alınca da bunu kişi sahsına ve hayır işlerine harcayamaz. En doğrusu, faiz parası halkın sırtından soyulduğu için yine halka çevrilmeli ve kötü bir para olduğuna dikkat çekmek için de, meselâ umuma ait tuvalet gibi yerlere harcanmalıdır. Ne gariptir ki, duyduklarımız doğru ise, özellikle doğudaki vatandaşlarımızın bankalardan milyarlarca faizsiz yatırılmış mevduatları varmış. Bu, cahil müslümanın maskara oluşunun tarihi bir delili sayılmaya sezadır.
 
Geri
Üst