Islam Fikıh Ansiklopedisi

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan Z1rT
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
EHVEN-İ ŞER" NE DEMEKTİR?
Bu ifadenin aslı "ehven-i şerreyn" yani, iki kötünün hafif olanı, şeklindedir. Önemli bir fıkıh yani, Islâm hukuku kaidesidir. Islâm hukukuna göre hazırlanan "Mecelle" mize; "ehven-i şerreyn ihtiyar olunur" diye geçmiştir ki, başka ihtimal (alternatif) yoksa ve yapmak zorunda olduğumuz şeyler kötü şeylerse en hafifini seçmek mecburiyetindeyiz, demektir. (Md.29) Aynı zamanda Mecellemizde üç madde daha vardır: Iki fesatla karşılasıldığında hafif olanı yapılır, büyüğünün çaresine bakılır", "Büyük zarar küçük zararla giderilir"; "Genel zararı önlemek için kısmî zarar seçilir" (md. 26,27,28). Bugünkü Türkçe ile aktardığımız bu maddeler Islâm hukuku açısından önemli maddelerdir ve bilinmeleri halinde günlük hayatımızda birçok problemimizi hallederler. Ancak ifadelerden de anlaşılacağı gibi, iki kötüden hafif olanının yapılabilmesi için, hayır olan ihtimal (alternatıf) bulunmaması ve ikisinden birini mutlaka yapmak zorunda kalması şartları vardır. Buna göre; şerlerin yanında bir de hayır varsa veya hayır olmasa bile şerlerin hiç birini yapmadan da olunabiliyorsa şerrin hafif olanı da yapılamaz. Meselâ: Yaralı bir adamın, .secdeye gidince yarası akıyorsa ima ile oturarak kılar. Çünkü secdeyi terketmek namazı abdestsiz kılmaktan daha hafif bir zarardır. Bir adamın tavuğu başkasının değerli bir incisini yutsa, incinin sahibi tavuğun parasını verip onu kesebilir, diğeri vermemezlik edemez. Hamile bir kadın öldüğünde, çocuğunun canlı olduğu umuluyorsa kadının karnı yarılıp çocuk çıkarılır. Etrafa yayılmasından endişe edilen bir yangını söndürmek için gerekirse itfaiye birisinin evini yıkabilir. Susuzluktan ölmek üzere olan birisi, şaraptan değil de biradan ölmeyecek kadar içer. Millete ve inanca en az zararlı olan partiye rey verir. Sünnetten ya da farzdan birinin mutlaka gideceği yerde, kalbi kan aglayarak sünneti bırakır farzı yapar...(Daha geniş bilgi için bk. Ali Haydar Efendi, dürer I/83 vd; M.Sıddık el-Burnû el-Veciz 82 vd)
 
EKMEĞİ BIÇAKLA KESMEK CÂİZ MİDİR?

Câizdir. Allah'ın nimeti olması bakımından ekmekle meselâ kabak arasında bir fark yoktur. Nimetler, daha doğrusu gıdalar arasında ekmegin zihinlerde ayrı bir yerinin olması özellikle eskiden ekmeğin ana gıda maddesi olduğundan kaynaklanmış olmalıdır Rasûlullah Efendimizin: "Ekmeğe ikramda bulunun" (Münâvi N/91; Benzer bir hâdis-i şerif için bk. Muvatta' 49/10) hadisleri de bu anlamda olsa gerektir. Yani bir mü'minin ekmege karşı tavrı ne ise; meselâ patlıcana karşı da o olmalıdır. Bu yüzden ekmek vs.nin bıçakla kesilmeyeceğine dair rivayetler zayıf bulunur ve kesmenin câiz olduğu söylenir. (Buhârî, at'ime 20; Aynî XVNI/157)
 
EKMEK ÖPÜLÜR MÜ?
Birer nimet olarak ekmekle başka şeyler, meselâ fasulye arasında aslında fark olmamakla beraber herhalde gıda maddelerinin esasını oluşturduğu için, Islâm terbiyesinin ekmeğe bakışı, diğer gıdalara bakışından farklı olagelmiştir. Bir de sebze, meyva ve hububat gibi nimetler tabii şekilleriyle yerlerde de bulunabilecekleri, hatta zaruretten çiğnenebileceklerine cevaz verilmesi de ekmeğe, biraz da psikolojik olarak bir ayrıcalık kazandırmıştır. Büyük nimete büyük şükür gerekeceği esası da bunda etkili olmuş olmalıdır. Belki de bu son noktaya işaret etmek üzere Allah Rasûlü Efendimiz ikramda ve saygıda ekmegi özellikle zikrederler: "Ekmege ikramda bulunun (saygı gösterin)". Suyûti bu konuda bundan başka üç hadis daha zikreder, Münavi de bu hadisleri şerhederken başka hadisler ve başka rivayetler nakleder. Ancak anlamını verdiğimiz dışındakiler için zayıf ya da mevzu hükmü verilmiştir. Ekmege ikramın nasıl yapılacağını da alimler şöyle açıklamışlardır: Ekmeğin üzerine tabak-çanak vs. nin, kirletecek et ve sulu maddelerin konulmaması, ayak altına ve pis mahallere atılmaması, o hazırken katığın beklenmemesi (Hindiyye, VI/337) günümüz için söylersek, çöpe ve tuvalet lağımına ulaşan lavaboya atılmaması, kırıntı ve düşen parçalarının, pislenmedikçe toplanıp yenmesi ve en önemlisi, nimet olduğunu düşünerek buradan o nimeti vereni (Mü'mini) hatırlaması... Üzerine tuzluk, hurma vb. şeylerin konulmasında ise bir beis görülmemiştir.(E1-Fethurrahmanî, N/200) Rasûlüllah Efendimiz (sav)'de bir ekmek diliminin üzerine bir meyva koymuş ve "bu bunun katığıdır" buyurmuşlardır.(Münavî, N/91-92) Ekmegi öpmek dini bir anlam ifade etmemekle beraber mahzurlu da değildir. Ekmek için "öpülmesi değil, çiğnenmesi mekruhtur" (Tahtavî, 259; Münavî, N/9l; Ibn Abidin, Fetâva, N/305.) sözü darb-ı mesel olmuştur. Bıçakla kesilmesine gelince: Münavî her ne kadar Derakutnî'den, "Rasûlüllah ekmegin bıçakla kesilmesini yasakladı" anlamında bir hadis naklediyorsa da (Münavî, N/92) bu zayıf görülmüş ve bunda kerahet olmadığı söylenmiştir. Bıçağın, parmağın ve tabağın ekmekle silinmesi halinde, kendisiyle silinen ekmek yenecekse bunda bir mahzur yoktur, yenmeyecekse mekruhtur.(bk. Hindiyye, V/341)
 

EL- HİDAYE
E1-Hidâye, tanıtmaya çalıştığımız el-Merginâni'nin yine kendi yazdığı "Bidâyetü'1-Mübtedî" adlı kitabın şerhidir. Ama aslında Kudûrî'nin ((428/1036) Muhtasarı ile Imâm Muhammed'in (189/804) el-Câmiu's-Sağir'inin bir araya getirilmiş açıklamalı şeklidir. (Hacı Halîfe; Kesfu'z-zunun 2)2032.) Ayrı ayrı dört cüz ya da iki büyük cilt halinde bir kaç defa basılmıştır. Ayrıca başta Kemalûddîn ibn Hümâm'in Fethu'1- Kadîr'i olmak üzere, bazı şerhleriyle beraber de, yine birkaç defa basılmıştır. Hidâye ayrıca çeşitli dünya dillerine terceme edilmiştir.(bk. Y.Ziya Kavakçı, Karahanlılar Devrinde Islam Hukukçuları s.133)Osmanlı medreselerinde yıllarca ders kitabı olarak okutulan Hidaye için: "Zamanın gözü bir ikincisiyle sürmelenmediği değerli bir kitap" (Taşköprüzade, Miftâhu's-sa'ade 2/l64.) denmiştir.Hidâye'yi yazışının hikâyesini müellif şöyle anlatır: "Ilk tahsil yıllarımda istiyordum ki, fıkıhta hacmi küçük, fonksiyonunu büyük ve her konudan sözeden bir kitap bulunsun. Derken zaman geçti ve Kudûrî'nin Muhtasar'ının en güzel, en az ve en öz kitap olduğunu, küçük-büyük herkesin el-Câmiu's-Sağîr'i ezberlemeye teşvik edildiğini görünce, ikisini birleştirmeye ve zorunluluk olmadıkça da, onlarda olandan başkasını almamaya karar verdim. Ortaya çıkan kitaba "Bidâyetü'1-Mübtedî - Ilk Heveslilere Bir Başlangıç" adını verdim ve sonra da bunu "Kifâyetü'1-Müntehî Sona Varanlara Yeterli" adıyla şerh etmeye muvaffak oldum."( Lüknevî, Fevâid, s. l41-l42. Kifâye adlı bu Şerhin bazı kaynaklar'da seksen cilt olduğundan (bk. Taşköprüzâde, Mevzuâ'tü'l-ulum I/724, bazılarında ise sekizcilt olduğundan (bk. IA Merginân md.l sözedilir. Seksen cilt diyenler, ya fasıkül halindeki cüzleri kastetmiş olmalı, ya da bir hatâ sonucu "sekizi, seksen" diye okumuş bulunmalıdırlar. Çünkü müellifin önsözündeki "bir nebze uzun oldu" ifadesi, ancak sekizcilt için yerinde bir ifadedir. Seksen cilt olsaydı "çok uzun oldu" demeliydi.) Bitirince biraz uzun olduğunu gördüm ve bu yüzden kitabın terkedileceğinden endişe ederek, gayretleri "Hidâye" isimli bir başka şerhe yönelttim. Bundan ana rivayetleri ve sağlam içtihatları alarak, her konudaki fazlalıkları bıraktım, uzun olmasından kaçındım."( Merginânî, Hidâye, (Mukaddime) I/N.) Değerli hocam Ruhi Özcan merhum, Hanefi mezhebinde sistematiği ve tertibi en güzel olan fıkıh kitabının Hidâye olduğunu söylemişler ve otuz yılda bitmek üzere plânladığı fıkıh külliyatını onun tertibi üzere belirlemişlerdi.Şimdiki adıyla "Ümmü'1-Kurâ" Üniversitesinde doktorasını tamamlamak üzere olan bir arkadaşım da, hocalarından bir Arap fıkıhçının "Beni üç tane Mütenebbî Divanı yazmakla, Hidâye'nin üç sayfası gibisini yazmak arasında muhayyer bıraksalar, Mütenebbî Divani gibisine göz kestiririm de, Hidâye'nin üç sayfası gibisine cesaret edemem" dediğini anlatmıştı. Buna rağmen ibaresinin "her talebe tarafından anlaşılabilecek sehlü'1-mümtenî" kabılinden" olduğu söylenir.(Taşköprüzade age.1 /725.) Hidâye üzerine onlarca şerh, hâsiye, şerhe hâsiye, ihtisâr, tahriç ve tâ lik yapılmış (bk. Kâtip Çelebi, age. 2/2031 vd.; Bu Şerhlerden özellikle, Fethu'l-kadîr, elnihâye, el-Binâye ve tahriçlerden de Nasbu'r-râye meşhurdur. Fethu'l Kadîr üzerine Aliyyü'l- Kârî'nin bir hâşiyesinden söz edilirki, mevcut olması halinde çok değerli bir kitap olmalıdır. Yine Fethu'l-Kadîr'e Ibrahim el-Halebînin de tenkitli bir ihtisarından söz edilir. (bk. agk.)) ve bu özelliğiyle de o, Hanefi mezhebinde ilk sıralarda yer almıştır. Merginânî'nin kendi oğlu Imâmüddin, Hidâye için: "Hidâye, Beleynini hidâyete ***ürür ve siler körlügü. / Artık ey aklı olan, ondan ayrılma ve onu belle / Ki, kim bunu elde ederse, / En uzak arzuyu elde etmiştir." anlamında bir dörtlük söylemiş, birbaşkası da: "Hidâye Kur'ân gibi neshetti,/Kendinden önce yazılan şeriat kapılarını. / Öyleyse koru kıraatini, sarıl tilâvetine / Ki, sözün hatâ ve yalandan uzak olsun" demiştir.(Taşköprüzade age. I/725.)Hidâye'de Merginânî'nin kendine özgü bir terminoloji ve metodu vardır ki, onu okuyanların bunları bilmesinde sayısız yararlar mevcuttur:
 
EL ÖPME VE "HÜRMET-İ MUSAHARA":
Islâm, büyüklerin küçükleri sevmesini, küçüklerin de büyüklere saygı duymasını emreder. Peygamberimiz: "Küçüklerimize şefkat, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir" buyurmuştur. (el-Câmiu's-sağîr V/388 (Tirmizî, Tabarânî ve Müsned'den).) Ancak, meşru olan bir şeye ulaştıran yolların da meşru olması esastır. Bir haram işlenerek, bir emir yerine getirilmez. Islâm'da bu, kurallaştırılmış ve: "Bir emirle bir yasak çatışırsa, yasaktan kaçınmak tercih edilir" (bk. Mecelle md. 30; Ibn Nüceym, Esbah 90; Hâdimî 319; Suyûtî, Esbah 87;105, el-Borno, el-vecîz 85; Ayrıca bk. Aclûnî, Kesfu'l Hafâ N/254.) varsın emir yerine getirilmemiş olsun, denmiştir.

Bunu hatırda tuttuktan sonra; el öpmenin; haram. mekruh, mubah ve müstehap olanı bulunduğunu söyleyebiliriz:

Kadının, mahremi olmayan erkeğin elini öpmesi, erkeğin de mahremi olmayan kadının elini öpmesi haramdır. Yine hem kadının, hem erkeğin, yakını olmayan, tüysüz genç oğlanların elini öpmesi de haramdır. Kişiye makamı, dünyalık şöhreti, ya da parası ve malı için saygı gösterip, elini öpmek mekruhtur. Hattâ haram diyenler de vardır. Çünkü hadîste: "Kim bir zengine malı için saygı gösterirse, dininin üçte ikisi gider" buyurulmuştur. (Ibn Salâh, Fetâva 18; Hindî, age NI/230 (6288) Deylemî'den.)

Takvâ ehli, âlim ve sâlih kimselerin, ana-babanın elini öpmek ise müstehaptır. Çünkü bunda, gerçekte ilme ve takvâya saygı vardır. Ancak hoş olmayan şey, herkesin kendisini salih zannedip elini öptürmesidir.

Bunların dışında kalanlardan küçüklerin, büyüklerin ellerini öpmeleri de mübahtır. Yapıp yapmamakta bir sakınca yoktur.

Gelinin kayınpederinin elini, damadın da kayınvalidesinin elini öpmesine gelince: Bunlar birbirlerinin ebedilik mahremleridirler, dolayısı ile birbirlerinin ellerine, kollarına, başlarına ve ayaklarrına bakabılirler ve genel kural olarak, bakılması helâl olan yerin tutulması da helâldir. Ancak Hanefî Bilginleri, bazı âyet ve hadîsleri diğerlerinden farklı anlamışlar ve dokunma ile doğacak şehvetin de hısımlık oluşturacağına karar vermişlerdir. Yani milyonda bir ihtimal de olsa, birbirlerinin elini tutan kaynana - damat, ya da kaynata - gelinden birinin bu sırada şehvet duyması, derhal aralarında yeni bir hısımlık oluşturur ye sanki karıkoca imişler gibi hüküm alırlar. Meselâ bu olayın gelinle kayınpederi arasında olduğunu düşünürsek, onların karı-koca olmaları varsayıldığında, birbirlerine haram olarak olan ast ve üstleri bu olayla da haram olur ve damat, Babasının karısıyla evlenemeyeceği için hanımı kendisinden derhal boşanmış olur. Damatla kayınvalide için de aynı şeyler geçerlidir.

Hattâ bu durum sadece uyanık ve ayık hale ait değildir. Meselâ karanlıkta hanımı sanarak, şehvet duyulacak yaşa gelmiş kızını, şehvetle tutan babaya artık kendi hanımı haram olur.

Ancak bu tür sonuç doğuracak tutmanın, teni tenine değerek olması, ya da altının sıcaklığını iletecek kadar ince bir örtüden olması gerekir. Kalın elbisesinden tutarak, ya da vücuduna bakıp düşünerek şehvet duymak, bu tür bir haramlıkoluşturmaz.

Bu tür hısımlık haramlığı oluşturan olaylar, sadece tutmaktan ibaret değildir. Erkeğin kadının iç fercine, kadının da erkeğin organına bakmasıyla şehvet duyması da aynı sonucu doğurur.

Yalnız, şehvet duymak, sırf kalbinden kötü bir ilişki geçirmek demek değildir. Şehvet duymanın işareti, erkeğin organında bir uyanma, uyanıksa uyanışının artması, kadının da kalbinin heyecanla çarpmasıdır. Ikisinde birden bulunması şart değildir. Bunun, sadece birinde bulunması bile sözkonusu haramlığın doğmasına yeter.

İşte, çok az da olsa böyle bir ihmalden ötürü, damadın kayınvalidesinin elini, gelinin de kaynatasının elini öpmemesi daha iyidir, denmiştir.
 
EL ÖPMEK
Sevgi, saygı ve hürmet ifadesi olarak yerleşmiş örfî, ahlâkı ve geleneksel bir hareket. Müslümanlar arasında küçüklerin büyüklere hürmetlerini göstermek için ellerini öpüp alınlarına ***ürmeleri yerleşmiş bir adettir. Genellikle yolculuklara gidiş ve dönüşlerde, uzun ayrılıklarda, misafirliklerde, düğün ve bayramlarda el öpme yaygınlaşmıştır.

Müslümanların kendi aralarında tokalaşma * ve musâfaha yapmaları genel bir ahlâkı davranıştır: el öpme ise ana-babaya, saygıya lâyık yaşlılara ve hocalara karşı yöneltilen bir davranıştır. Bunların dışında herhangi bir menfaat için başkalarının elının öpülmesi mekruh olarak görülmüştür.

Sahâbilerin, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in elini öptükleri rivâyet edilmiştir (Ebû Dâvûd, Sünen, Kitâbu'l-Edeb, 5223). Iki Yahudi'nin Resulullah'a gelip ona soru sorduktan sonra elini öptüklerini Tirmizî nakletmektedir (Tirmizî, Sünen, Isrâ Tefsiri, Ibn Mâce, II, 1221). Islâm âlimleri, hürmet ve dindarlıktan dolayı kucaklaşıp, el ve bası öpmenin mübah olduğunu, dünyalık için el öpmeninse mekruh olduğunu belirtmişlerdir (Şeyh Muhammed es-Sefarini, Sülasiyâtü Müsnedi'l Imam Ahmed, Dımeşk 1961, II, 178-179). Hz. Ali'nin, babanın çocuğunun elini öpmesinin bir şefkat, çocuğun babasının elini öpmesinin bir ibadet, kocanın hanımının elini öpmesinin arzudan, kişinin din kardeşinin elini öpmesinin dinden olduğunu söylediği nakledilmiştir (Osman Şekerci, Kaynaklarımıza Göre Islâm Terbiyesi, Istanbul 1972, s.175). Islâm, mahrem olmayanların elini sıkmayı yasakladığı gibi, bir kimsenin karşısında dalkavukluk yapmayı eğilip bükülmeyi de çirkin bir hareket saymıştır. Hz. Peygamber, "Bereket büyüklerimizdedir. Küçüklerimize acımayan, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir" buyurmuştur (Mecmâu'z-Zevâid, VIII, 15). Bu sebeple saygıya lâyık yaşlı kişilerin ve âlimlerin elının öpülmesi bir hürmet ifadesidir.

Kâb b. Mâlik ve arkadaşları, affedilmelerine ilişkin ayetler inince Rasûlullah'a giderek mübarek ellerini öpmüşlerdir. Hattâ peygamberimizin mübarek elini öpenlerin bile elleri öpülmüştür (a.g.e., s.42, Ahlâk Hadisleri Trc:Fikri Yavuz; Istanbul 1975, II, 352-353.)

Çocuklar, genelde bütün büyüklerinin ellerini öperlerken; âkil bâliğ olmuş bir kişinin anne, baba, dede nine, amca, dayı, hala, teyze, ağabey, abla ve kayınbabasının elini öpmesi câizdir. Damadın kaynanasının, gelinin de kayınbabasının elini öpmesi hususunda ihtilâf vardır. Çok yaşlı kadınların ellerinin öpülmesinde beis yoktur: ancak mahremi olmayan kadınların elının öpülmesi haramdır ve el zinası sayılmaktadır. Özellikle bu son husus, batılı câhili bir burjuva âdetidir.

El öpmeyi, tek başına bir ahlâki davranış olarak değil, müslümanlar arasında geçerli olan ahlâkı davranışların; kucaklaşma, tokalaşma, güzel söz söyleme vb. hareketlerin bütünlüğü içerisinde bakılmalıdır.
 
ELFÂZ-I KÜFÜR
Elfâz'ın tekili olan lâfız; söz, sözcük ve ifade demektir. Küfür ve küfr ise "kefera" fiilinden mastar olup, sözlükte; bir şeyi örtmek anlamına gelir. Kalbindeki imanını örten kimseye de bu yüzden "münkir" veya "kâfir" * denilmiştir. Bir terim olarak, kişiyi küfre düşüren ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere "elfaz-ı küfür" adı verilir.

Bir mümini küfre düşüren sözler üçe ayrılır. Bunları: istihza; dinin esaslarından birini alaya almak; istihfâf; inanılması gereken ve zarurat-ı diniyye denilen prensipleri küçümsemek, hafife almak: bir islâmi hükmü açıkça inkâr etmek veya dince mukâddes olan şeylere küfretmek.

Allahu Teâlâ'nın zatî, sıfatları, fiilleri, isimleri, emirleri, yasakları hakkında şaka yollu da olsa alay ederek konuşmak, bunları küçümseyici sözler söylemek ve Allah'a sövmek kişiyi dinden çıkarır (el-Fetâva'l-Hindiyye, II, 258). Âyette şöyle buyurulur: "Allah ile, O'nun âyetleriyle, O'nun Rasûlü ile alay mı ediyorsunuz? Boş yere özür dilemeye kalkışmayın. Siz imandan sonra küfre düştünüz" (et-Tevbe, 9/65 vd.)

Peygamberlik müessesesi ve peygamberlikte alay etmek, onları küçük düşürücü sözler söylemek sövme sayılır. Bu yüzden diğer peygamberleri veya Hz. Peygamber'i küçük gören alay eden ve O'na ezâ veren dinden çıkar. Ayetlerde şöyle buyurulur: "Şüphe yok ki, Allah'a ve Resulu 'ne eziyet verenlere Allah dünyada ve ahirette lânet etmiştir. Onlara çok küçük düşürücü bir azap da hazırlamıştır" (el-Ahzâb, 33/57). "Münafıklardan öyleleri vardır ki, peygamberi incitiyorlar ve, 'O her söyleneni dinleyen bir kulaktır' diyorlar. De ki, 'O sizin için bir hayır kulağıdır. Allah'a da inanır, müminlere de. İman edenleriniz için bir rahmettir. Allah'ın Resulune eziyet verenlere ise acıklı bir azab vardır" (et-Tevbe, 9/61).

Ebû Hanife ve tâbileri, İmam Şafii, İmam Ahmed b. Hanbel ve İmam Mâlik gibi İslâm hukukçularının büyük çoğunluğuna göre, Hz. Peygamber'e söven kimse dinden çıkar ve öldürülmesi gerekir. Diğer peygamberlere söven de dinden çıkar ve öldürülür (İbn Teymiyye, es-Sârimü'l-Meslûl, Nşr. Muhammed Muhyiddin Abdülhamid, Mısır 1960, s.512, 565).

Mukaddes kitaplara ve Kur'an-ı Kerim'e sövmek veya bunların aslını inkâr edici sözler söylemek küfürdür. Kur'an'la, bir sûresi veya ayetiyle alay etmek, onu küçümsemek küfürdür (Aliyyu'l-Kârı, Şerhu'l-Fıkh'ı-Ekber, Mısır 1323 h., s.151 vd.; el-Heytemî, ez-Zevâcir, I, 30). Kur'an'ın Allah kelâmı değil de beşer sözü olduğunu söylemek de küfürdür. Velid b. Muğîre (ö.1/622) Kur'an hakkında şöyle demişti: "Bu ancak sihirbazlardan öğrenilip nakledilen bir sihirdir. Şüphesiz bu bir insan sözüdür". Yüce Allah da Velid hakkında "Ben de O'nu muhakkak cehenneme sokacağım'' (Müddessir, 74/24 vd.) buyurmuştur.

Meleklere sövmek, alay etmek, ayıplamak, onları küçük görmek küfürdür. Cebrâil (a.s.)'in vahyi getirirken hata ettiğini, Hz. Ali yerine yanlışlıkla Hz. Muhammed'e vahyi verdiğini söylemek de kişiyi dinden çıkartır (İbn Abidin, Reddu'l-Muhtâr, III, 292; el-Fetâva 'l-Hindiyye, II, 266; Ahmet Saim Kılavuz, İman-Küfür sınırı, İstanbul 1982, s.132-133).

Ashâb-ı Kirâm'ı tekfir ederek, onların mümin olmadığını söylemek küfürdür. Sahâbeyi küçümsemek, alay etmek ve onlara buğzetmek ise bid'at ve sapıklıktır. Diğer mü'minleri tekfir edenin dinden çıkması ile ilgili hadislerin vâhid haber kabılinden olması konuyu kelâmcılar arasında tartışmalı hale getirmiş, sahâbeyi tekfir edenin kâfir sayılması hükmü ise aşağıdaki delillere dayandırılmıştır.

Ayetlerde ashâb-ı kirâm övülmüştür: "Müminler ağaç altında sana bey 'at ettikleri zaman Allah onlardan razı olmuştur. Allah onların kalplerindekini bildi de, onlara huzur ve itminan verdi. Onları pek yakın bir fetih ve zaferle mükâfatlandırdı " (el-Fetih, 48/18). ''Muhâcirlerden ve ensârdan en ileri ve önce gelenlerle, iyilikte onlara tâbi olanlardan Allah razı olmuştur; onlar da Allah 'tan hoşnut oldular, Allah onlara, altında ırmaklar akan cennetler hazırladı; Onlar orada ebedi kalırlar. İşte en büyük mutluluk da budur" (et-Tevbe, 9/100).

Sahâbeyi öven pek çok hadis de vardır. "Ashâbıma sövmeyiniz. Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sizden biriniz Uhud dağı kadar altın infak etse, onların iki avuç veya bir avuç miktarındaki bağışına ulaşamaz '' (Müslim, Fedâilu's-Sahâbe, 54; Ebû Dâvûd, Sünnet, 11; Tirmizî, Menâkıb, 59; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 111, II). "On kişi var ki, cennettedir: Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Abdurrahman, Sa'd, Said ve Ebû Ubeyde" (Tirmizî, Menâkıb, 26). "Ümmetimin en hayırlısı aralarında bulunduğum bu nesildir. Sonra onları takip edenler, sonra onların ardından gelenlerdir" (Buhâri, Fedâilu's-Sahâbe, I, Rikâk, 7). Sahâbeyi tekfir eden, bize Kur'ân-ı Kerîm'i tevâtüren nakleden bir nesli mahkum etmiş olmaktadır.

Âlimlere ve fakihlere sebepsiz yere sövmenin dinden çıkaracağına dair çeşitli fetvâlar verilmiş ise de, kendileri ayet ve hadislerle övülen sahâbelere sövenin bile kâfir değil sapık ve bid'atçı sayıldığı düşünülürse bu kimselerin fısklarıyla başbaşa bırakılması daha uygun olur (Aliyyü'l-Kâri, a.g.e., 156-159; el-Fetâva'l-Hindiyye, II, 270 vd.; el-Heytemi, a.g.e., I, 31; İbn Âbidin, Reddu'l-Muhtar, III, 293, Mecmuatü'r-Resâil, I, 360).

Hanefilerin çoğunluğu bir kimsenin sahabeye sövmeyi, onlarla alay etmeyi, onları küçümsemeyi helâl görüp bu fiilleri isleyecek olursa kâfir, helâl görmeden isleyecek olursa fâsık olacağını, söylemiştir. Ancak bazı Hanefi fakihleri, aynı sözler Hz. Ebû Bekir ve Ömer için söylenirse, söyleyenin dinden çıkacağını söylemişlerdir. Hanefilerden bir grup âlim ise, sahâbe büyüklerine sövenin siyaseten öldürülmesini câiz görür. İmam Mâlik, Hz. Peygamber'e sövenin öldürülmesi, ashâba sövenin ise te'dib amacıyla cezalandırılması gerektiği kanaatindedir. Ahmed b. Hanbel'e göre ise, sahâbeden birine söven kimse şiddetli bir şekilde dövülür (Aliyyu'l-Kâri, a.g.e., II, 410-411; İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar, III, 293, Mecmuatü'r-Resâil, I, 359; İbn Teymiyye, es-Sarimu'l-Meslul, s.561).

Söyleyeni dinden çıkaran küfür sözlerinin bu sonucu meydana getirmesi için hür bir irade ve ihtiyarla söylenmesi gerekir. Tehdit, zor ve baskı altında küfür sözlerini söyleyen kimse zorlama tam ise, yani öldürme, kesme, bedene zarar verme ve şiddetli dövme tehdidi varsa küfür sözü söyleyebilir. Ayette şöyle buyurulur: "Kalbi imanla dolu olduğu halde, küfre zorlanan müstesna olmak üzere, kim iman ettikten sonra, küfre sine açarsa Allah'tan onlara bir azap vardır" (Nahl, 16/106). Bu âyet, küfre zorlanan kimsenin dinden çıkmayacağını gösterir. Nitekim Mekke müşrikleri, Yâsir ile hanımı Sümeyye'yi İslâm'dan dönmeleri için zorlamış, işkence altında ikisini de öldürmüştür. Yâsir'in oğlu Ammâr'ı da bir kuyuya atarak işkence yapmışlar, Ammar işkenceye dayanamayarak, kalbi imanla dolu olduğu halde, diliyle İslâm'dan döndüğünü söylemiş ve canını kurtarmıştır. Haber Hz. Peygamber'e ulaşınca, kendisiyle görüşmüş ve yine işkenceye maruz kallısa aynı sözleri söylemesine ruhsat vermiştir. Yukarıdaki ayet-i kerîme bu olay üzerine inmiştir (İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gâbe, I V, 130 vd.)
 
ELLİ DÖRT FARZ
"Elli dört farz" terimi, Islam'in halk seviyesinde anlatımında bu terimi çıkaranlara göre dinin en önemli emir ve yasaklarını anlatan bir ifadedir ve elli dörtle sınırlandırıcı bir nassa ya da ictihada dayanmamaktadır. Bir diğer ifade ile Islam'in öğrenildiği temel deliller olan, kitap, sünnet, icma, kıyas ve onlara bağlı deliller böyle bir sınırlama ve sayıdan söz etmezler. Islam'da pek çok emir ve yasakların olduğu vakıadır. Hatta bu emir ve yasaklar arasında bir hiyerarşinin (büyüklük - küçüklük sırasının) bulunduğu da genel kabul gören bir durumdur. Buna göre bazı farzlar diğerlerinden daha önemli, bazı yasaklar da diğerlerinden daha ağırlıklı olabilir. Ancak bunları hem birbirine karıştırmak, hem de elli dörtle sınırlamak doğru değildir. Zaten saydığımızda da görüleceği gibi bu tertip ilmi olmaktan uzaktır ve muhtemelen bir vaiz efendinin dinin temel prensiplerini kendine göre bir sıraya koymasından oluşmustur.

Bazı basit el ilmihallerinde Mızraklı Ilmihal'den (Mizraklı Ilmihal (1321 Osmanlıca baskısı) 49-51.) alınarak (Elli Dört Farz) diye sayılan prensipler şunlardır: Allah'ı bir bilip zikretmek, Helaldan kazanıp yemek, Abdest almak, Beş vakit namaz kılmak, Cünüplükten yıkanmak, Rızka Allah'ın kefil olduğunu bilmek, Helaldan ve temiz giymek, Allah'a tevekkül etmek, Kanaat etmek, Kazaya razı olmak, Belaya sabretmek, Günahlardan tevbe etmek, Şeytan ı düşman bilmek, Kur'an-ı delil kabul etmek, ölümü hak bilmek, Allah'ın sevdiğini sevmek sevmediğini sevmemek, Ana-babaya iyilik etmek, Iyıligi emretmek, Kötülükten sakındırmak, Akrabayı gözetmek, Emanete ihanet etmemek, Allah'tan daima korkmak, Allah'a ve Resulüne itaat etmek, Günahlardan sakınıp ibadetle meşgul olmak, Ulul emre itaat etmek, Dünyadaki varlıklara ibret göze ile bakmak, Tefekkür etmek, Dilini çirkin sözlerden korumak, Kalbini kötü düşüncelerden temizlemek, Kimse ile alay etmemek, Harama bakmamak, Doğru sözlü olmak, Kötü şeyler dinlememek, Ilim öğrenmek, Ölçü ve tartıda adil olmak, Allah'ın azabından emin olmayıp korkmak, Fakirlere sadaka verip yardım etmek, Allah'ın rahmetinden ümit kesmemek, Nefsin arzularına uymamak, Allah için yemek yedirmek, Yeterli helal rızık aramak, Zekatını vermek, Hayızlı ve nifaslı zevcesine yaklaşmamak, Kalbi bütün günahlardan temizlemek, Kibirlenmemek, Yetimin malını korumak, Livatadan sakınmak, Beş vakit namaza devam etmek, Kimsenin malını haksız yere yememek, Allah'a şirk koşmamak, Zinadan sakınmak, Sarhoş edici içkileri içmemek, Yalan yere yemin etmemek. Mızraklı ilmihalının bu sıralamasına baktığımızda: 1. Bunların her birerlerine istilahi anlamda farz denemeyeceğini görürüz. Farz: Sarı' (şeriat koyucu) tarafından yapılması kesin ifade ile istenen ve yapanın sevap kazandığı, yapmayanın ise günah ve cezayı hakkettiği fiillerdir. Oysa kimse ile alay etmemek, içki içmemek, zina ve livate yapmamak gibi şeyler, bir şeyi yapmak değil, yapmamaktan ibarettirler. Din istilahında bunlar farz ile değil, haram ile ifade edilirler. Bu konuda "terletmeyi" de bir eylem yapma olarak görmek zorlama olur. 2. Bu maddelerin pek çoğunun, diğerlerini de içine aldığından tekrar oldukları açıktır. Mesela Kur'an-ı delil kabul etmek, dedikten sonra, anaya babaya iyilik etmek, akrabayı gözetmek, içki içmemek vs. gibi şeyler hep onun tekrarı olmuş olurlar.Çünkü Kuran'i delil sayan herkes bunları ve benzerlerini de zaten böyle kabul edecektir. Keza dünyadaki şeylere ibret gözüyle bakmak ile, tefekkür etmek farklı şeyler değildir.3. Ölümü hak bilmek gibi şeyler de farz telakki edilemez. Çünkü ölümün hak, yani mutlaka gerçekleşecek olduğunu herkes bilir. Zekatını verenin ayrıca sadaka vermesi ise zaten farz değildir.4. Sıralamada hiçbir değer ve meratip gözetilmemiştir. Mesela cünüplükten yıkanmak başlarda yer alırken, Allah'a şirk koşmamak gibi önemli bir yasak sonlarda zikredilmiştir. 5. Bazı küçük günahlar sayıldığı halde, haksız yere adam öldürmek, sihir yapmak, zina iftirasında bulunmak, faiz yemek, cepheden kaçmak... gibi büyük günahlar zikredilmemiştir. Bu ve benzeri tutarsızlıklar "Elli Dört Farz" gibi bir terimin ilmi ve isabetli kullanılmadığının delilidirler. Onun yerine "Dinin emir ve yasaklarının önemlileri" denerek, tekrarlardan uzak ve büyükten küçüğe doğru sıralı bazı temel prensipler verilse, en azından öğretici bir özetleme olmuş olabilir. "Otuziki Farz" terimi ise "Elli Dört Farz"a göre daha tutarlıdır.
 
EMÂNET
Birisinin koruması için bırakılan maddî ve manevî hak. Emniyet edilip inanılan şey. Peygamberlerde bulunan sıfatlardan biri de "emânet"tir. Kur'an'a, Sünnete ve Resulullah'ın eşyasına da "emânet" denir.

Resulullah, hicretten önce, kendisinde bulunan emânetleri sahiplerine iade etmişti. Çünkü kâfirler ona "el-emin" olarak mallarını emânet ediyorlardı. Hz. Peygamber "emânete ihânetin münâfıkların alâmetlerinden olduğunu" söylemiştir (Buhâri, İmân, 64; Müslim, İmân, 106). Emânet, müminlerin de vasfıdır (el-Mü'minûn, 23/8). Vedâ Haccı'nda Rasûlullah, kadınların da erkeklere birer emânet olduklarını açıklamıştır (Ebû Dâvûd, Menâsik, 56). Yine Vedâ Hutbesi'nde Rasûlullah, "Size bir emânet bırakıyorum ki, ona sarıldıkça sapıklığa ve dinsizliğe düşmezsiniz. Bu emânet Allah'ın kitabı Kur'ân ve benim sünnetimdir" (Buhâri, Tecrid, 1654; İbn Hişâm, es-Sire, IV, 603; Sahih ve Sünen'lerin Vedâ Haccı bölümleri). İbn Hanbel rivâyet eder: "Emânet sahibi olmayan kişinin gerçek imânı yoktur" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 135).

Allah Teâla, "emânet" kavramını Kur'an-ı Kerîm'de çok geniş bir anlamda zikretmiştir: "Biz, emâneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onu yüklenmekten kaçındılar; onu insan yüklendi; çünkü o çok zâlim çok câhildir..." (el-Ahzâb, 33/72). Bu genel anlamlandırmadan sonra, "Emanetleri ehline vermemizi, insanlar arasında hükmettiğimiz zaman adâletle hükmetmemizi emreder" (en-Nisâ, 4/58). Rasûlullah'ın şu buyruğu da emânete riâyetin yozlaşması durumunda neler olacağını açıklamaktadır: "Emânet kaybedildiği aman yani -işler ehli olmayanlara verildiği zaman- kıyâmeti bekle" (Buharı, İmân, 1). İsrailoğulları bu yüzden çökmüş ve sapmışlardı. Beceriksiz, sorumsuz, ahlâksız, adâletsiz kimselere yetki vermişlerdi. Halbuki İslâmî harekette, her işte en ehil kişilerin yeraldığı "Ulu'l-emr"e itâat sözkonusudur.

Geniş anlamıyla, "Allah'ın tekliflerinin tamamına" emânet denilmiştir (Mecmuat'ul-Tefâsir, İstanbul 1979, V. 142, 143). Usûl-i fıkıhta, Allah'ın insanlâra yüklediği bütün mükellefiyetlere emânet denilmiştir (Molla Hüsrev, Mir'at el-Usûl fî Şerhi'l Mirkat el-Vüsûl, İstanbul, 1307, I, 591). Eşref-i mahlûkat, Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak tanımlanan insan; Allah'ın öğüdü ve rehberi olan Kur'an-ı Kerîm ile ruhlar âleminde verdiği 'misâk'ı aldığı emâneti yerine getirmeye çalışmakla mükelleftir. Bu manada, herhangi bir şekilde kendisine emânet edilmiş bir malı korumamak nasıl hâinlik olmaktaysa; daha geniş kapsamlı olarak Kur'ân ve Sünnet emânetini sahiplenmemek, İslâm'a yönelmemek ve İslâmî ilkeleri yaşamamak, yaşatmayı unutturmak veya engellemek de emânet ve emânet ilkelerine uymamak demektir. (Ayrıca bk. Vedia)
 
EMEKLİ, EMEKLİLİK
İslâm'da hastalığı veya yaşlılığı sebebiyle çalışamayan ve bir geliri de bulunmayan kimseler için önce nafaka hükümleri cereyan eder. Ana-baba, yoksul düşünce, çocukları onlara bakmak zorundâdır (el-İsrâ, 17/23; el-Ankebût, 29/8; Lokman, 31/14-15; es-Serahsı, el-Mebsût, V, 222-229; el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi', IV, 30; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, III, 349 vd.). Kardeşler ve diğer hısımlar arasında da mirastaki hisse durumlarına göre nafaka ödenir (el-İsrâ, 17/26; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s.294-321). Hısımları yoksa veya onlar da yoksulsa, İslâm ülkesinde bütün vatandaşlar yoksulluk, yaşlılık, iflâs vb. durumlar karşısında devletin himayesi altında yaşarlar. Bu bakımdan yaşlanmış ve bir geliri bulunmayan işçi, memur ve bütün yoksullar için temelde ayrıca emeklilik müessesesine ihtiyaç duyulmaz. Yoksulun zekât dâhil, devletin bütün mal; kaynakları üzerinde hakkı vardır. Ancak bu kapsamlı sosyal sigortanın işlemediği yerlerde işçilere, memurlara ve esnafa mahsus emeklilik müesseseleri de kurulabilir.

İslâm hukuku prensip olarak emeklilik müessesesine karşı değildir. Emeklilik bir çeşit yardımlaşma sigortasıdır. Sigorta; her bir kişinin yükünü azaltmak amacıyla mümkün olduğu kadar çok kimse üzerine bir tek kişinin yükünün dağıtılması demektir. İslâm. sermayeye dayanan sigorta şirketleri yerine, mütekabiliyet ve işbirliği ile zirvesinde devletin bulunduğu bir sosyal sigorta teşkilini öngörmüştür.

Hz. Peygamber Medine'ye hicret edince yapılan 47 maddelik ilk anayasada bir sosyal güvenlik kuruluşu olan "maakil" sistemine yer verilmiştir. Kuruluş şöyleydi: Bir kimse savaşta esir düşerse kurtarılması için bir fidye vermek gerekliydi. Yine yaralama ve kasten olmayan öldürmelerde, zarar ve ziyanın yahut kan bedelinin ödenmesi gerekliydi. Bunların miktarları çoğu zaman esir veya suçu işleyen kimsenin gücünü aşıyordu. Hz. Peygamber şöyle bir yardımlaşma teşkilatı kurdu:

Herkes kendi kabilesinin hazinesine bu iş için para yardımı yapacak; esirlik, yaralama veya öldürme hallerinde, yardımlaşma amacıyla kurulan bu fondan destek bekleyecekti. Bir kabîlenin bütçesi yeterli olmazsa, diğer komşu kabîleler destek yapacaktı (M. Hamidullah, İslâm'a Giriş, Çev: Kemal Kuşçu, İstanbul 1973, s.201-202).

Daha sonra hadislerle maâkil sistemi, tazmini tek kişiye ağır gelen durumlarda hısımlar arasında yardımlaşma şekline dönüşmüştür. Bir kimse diyet gerektiren bir suç işlerse, diyet miktarı ailenin ergenlik çağına gelmiş erkekleri arasında bölüşülür ve bunu eşit taksitlerle üç yılda öderlerdi. Bir kişinin hissesine düşen diyet miktarı yılda dört dirhemi geçerse, mirastaki sıraya göre asabe * adı verilen diğer erkek hısımlar da âkîle * kapsamına alınır. Eğer suçlunun hiç hısımı yoksa, diyeti kendi malından üç eşit taksitle üç yılda öder. Yeterince malı yoksa diyeti devlet öder (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, V, Maâkil bahsi; Ö.N. Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye, III, 52-58) .

Hz. Ömer, karşılıklı yardımlaşmayı bir kimsenin mensup olduğu meslek, askerî, mülk; idare esaslarına veya bölgelere göre teşkilatlandırdı. İhtiyaç sırasında bir fonun yetersiz olması halinde merkezî hazine veya vilâyet idârelerinin mahallî hazineleri bu üniteye yardım ederdi. Diğer yandan Hz. Ömer ihtiyaç sahibi olan bütün tebâ için bir maaş sistemi geliştirmişti. Bu teşkilata "divan" adı verildi (M. Hamidullah, a.g.e., s.201-203). Bu yardımlaşma ünitelerinde biriken ve kullanılmayan sermayenin çoğaltmak amacıyla gelir getiren işlere yatırılması mümkündür. Fonun geliri artınca, üyeler katılma payı ödemekten muaf tutulabilir. Hatta büyük gelirler sağlanırsa onlara kâr da dağıtabilir.

İşçi, memur, esnaf ve serbest meslek mensuplarından kesilecek primler bir fonda toplanınca, bu sermayenin gelir getiren yatırımlarda üretilmesi gerekir. Böyle bir fon giderek kendine yeterli hâle gelir ve üye ya da ortaklarına, katılma payı olarak aldığı primlerden çok daha fazlasını geri verebilir. Bir ücret karşılığı çalışanların ücretinden kesilen primlerin bir fonda toplanmasıyla oluşan sermayenin işletilmesine Hz. Peygamber'in mağara hadisinde işaret edilmiştir. Allah Resulu, eski toplumlarda işçilerin haklarının gözetildiğini belirtirken özet olarak şöyle demiştir:

"Geçmiş kavimlerden üç kişi bir yere gitmekte iken, yolda fırtınaya yakalanarak bir mağaraya sığınırlar. Fırtınanın getirdiği büyük bir kaya parçası mağaranın ağzını kapattığı için, içeride mahsur kalırlar. Kendi aralarında konuşarak, 'Allah katında, en değerli olması muhtemel amellerini öne sürüp, kurtuluş için dua etmeye' karar verirler. İlk ikisinin duasıyla kaya parçası biraz aralanır. Bir işveren olan üçüncüsü şöyle niyaz eder:

'Ey Rabbim, ben birtakım işçiler çalıştırmıştım. Ücretlerini ödedim. Ancak içlerinden birisi ücretini almadan bırakıp gitmişti. Onun hakkını ticaretle işletip arttırdım. Birçok malı oldu. Bir süre sonra bana gelerek ücretini istedi. Ben; 'gördüğün şu deve, sığır, koyun ve hizmetçiler senin ücretinden meydana geldi' dedim. 'Benimle alay etme' diye cevap verdi. 'Seninle alay etmiyorum' dedim. Bunun üzerine bütün malını alıp, gitti, hiçbir şey bırakmadı. 'Ey Rabbim, bunu sırf senin rızanı kazanabilmek için yapmışsam bizi bu mağaradan kurtar". Bu duanın arkasından mağaranın ağzını kapatan taş yuvarlanır ve oradan kurtulurlar (Buhâri, İcâre, 12; Tecrid-i Sarih Tercümesi, VII, 37-41).

Mağara hadisinde ücret ve bu ücretin işletilmesi sonucu elde edilen kârın tamamı işçiye ait olunca, işçiden sosyal güvenlik için kesilen primlerin bir fonda işletilmesi sonucu,verdiğinden fazlasını geri almak mümkün ve câiz olur. Yeter ki fonun işletilmesi İslâm; ölçüler içinde olsun.

İşçi, memur, esnaf ve serbest meslek sahipleri, emekli yardımlaşma kuruluşuna bağlılık gerektiren bir işe intisab ederken, kendisinden emekli oluncaya kadar prim kesileceğini ve bunların bir fonda toplanarak işletileceğini bilerek seçimini yapar. Örfen de bu rızanın varlığını kabul etmek gerekir. Çünkü bazı meslek kuruluşları, bu mesleğe girmek isteyenlere belli kurallar uygulamıştır. Tarihte bunun örnekleri çoktur. Osmanlılarda Ahîlik, Lonca ve Gedik gibi meslek kuruluşları bunlar arasında sayılabilir (Neşet Çağatay, Ahilik, Ankara 1974, s.101; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s.184-185).

Bir sosyal güvenlik kuruluşunu ortaklık olarak değerlendirmek mümkündür. şöyle ki, bir işçi veya memurun maaşından sosyal yardımlaşma kuruluşu için her ay yüzde yirmi emekli primi kesilse, yirmibeş yıl devam eden çalışma süresince, fonda on milyon lira prim biriktiğini farz edelim. Bu primlerin gelir getiren yatırımlarda çalıştırılarak yirmibeş yılda yavaş yavaş birkaç katına çıkmış olması gerekir. Fonun toplam bilançosu; kesilen primler toplamı yirmimilyar, fonun mal varlığı ise yüzmilyar olsa, onmilyon emekli keseneği biriken işçi ve memurun, toplam fon üzerindeki hakkı, beş katına yükselmiştir. Hak, on milyondan elli milyona çıkmıştır. Böyle bir işçi fondan kıdem tazminatı, emekli maaşı, ölümünden sonra da eş ve çocukları maaş olarak elli milyona kadar alabilir. Fon üyeleri kâr ve zarara ortak oldukları için, İslâm hukukunda inan şirketi ortağı gibidirler. Kârın anlaşmaya göre, kesilen primlerin miktarına bakılmaksızın yüzde üzerinden değişik oranlarda paylaşılması bu ortaklıkta mümkün olduğu için, üyelerin farklı emekli maaşı alması statüyü bozmaz (es-Serahsı, el-Mebsût, XI, 152-154; el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi', VI, 57 vd.; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kâdir, V, 20 vd.).
EMEKLİLİK MAAŞI ÜZERİNE FAİZ EKLENDİĞİ İÇİN HELAL MI DEĞİL Mİ?
Devlet memuru memuriyetten ayrıldıktan sonra memuriyetle ilişkisi kesilir. Devlet maslahata binaen herhangi bir vatandaşa yardım edebildiği gibi emekli memura da toptan veya aylık halinde yardım edebilir. Bu yardımı maslahata göre azaltır veya çoğaltır. Bu yardım çoğaltılırsa dinen buna faiz veya riba denilmez. Hülasa İslam'a göre devlet, memuriyetten ayrılmış olan kimseye emeklilik maaşını vermekle mükellef değildir. Amma isterse az çok verebilir. Başkasına da verebilir.
 
EMR-İ Bİ'L-MA'RUF NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
İyiliği emretme, kötülükten alıkoyma.

Maruf, şerîatın emrettiği; münker, şerîatın yasakladığı şey demektir. Başka bir deyimle Kur'an ve sünnete uygun düşen şeye maruf; Allah'ın râzı olmadığı, inkâr edilmiş, haram ve günah olan şeye de münker denilir (Râğıb el-İsfahânı, el-Müfredât, s.505; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2357-2358; V, 3118).

Yani marufu emretmek iman ve itaata çağırmak; münkerden nehyetmek de küfür ve Allah'a başkaldırmaya karşı durmaktır (Kadı Beydâvî, Envârü't-Tenzil, 2/232).

Kur'an-ı Kerîm'de, ''Sizden hayra çağıran, marufu emreden, münkerden vazgeçirmeye çalışan bir ümmet bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir" (Alu İmrân, 3/104) buyurulmaktadır. Bu ayetle marufun emredilmesi ve münkerden menedilmesi işi bütün İslâm ümmetine farz kılınmıştır. İslâm uleması bu görevi ümmet içinden bir grubun yapmasıyla diğerlerinden sorumluluğun kalkacağını, ancak hiç kimsenin yapmaması halinde bütün müslümanların sorumlu ve günahkâr olacağını söylemiştir (Yazır, a.g.e., II, 1155).

Başka bir ayet-i kerimede yüce Allah Şöyle buyurmaktadır: "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Marufu emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız; çünkü Allah'a inanıyorsunuz...'' (Alu İmrân, 3/110).

Müminler, dünyadaki en hayırlı toplumdur ve iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan en güzel ahlâkla yetişmişbir toplumdur. Bu toplumun korunması için bu ayetlerle dinin en önemli ilkeleri olan iyiliğe, doğruluğa, güzelliğe, çağırmak emredilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin; buna gücü yetmezse diliyle onun kötülüğünü söylesin; buna da gücü yetmezse kalbiyle ona buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir'' (Müslim, İman, 78; Tirmizî Fiten. 1I- Nesaî iman 17 İbn Mâce, Fiten, 20).

Marufu emretmek, münkerden alıkoymak sorumluluğunun ağır bir yük olduğunu Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şu buyruğu ortaya koymaktadır: "Bana hayat bahşeden Allah'a andolsun ki, siz ya iyiliği emreder kötülükten alıkoyarsınız ya da Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir. O zaman dua edersiniz fakat duanız kabul edilmez" (Ebû Dâvûd, Melâhim, 16; Tirmizî, Fiten, 9; İbn Hanbel, V, 388). şu âyet de ibretle düşünmeyi gerektirmektedir:

"...onlar, (İsrailoğulları) birbirlerine hiçbir münkeri yasaklamadılar. Yemin ederiz ki yapmakta oldukları şey çok kötü idi..." (el-Mâide, 5/78-79). Yine başkâ âyetlerde müşriklerden başka, müminlerin karşısında münkeri emreden, marufu yasaklayan, böylelikle Allah'ın emir ve yasaklarına karşı çıkarak, emredilenin tam tersini yapan münâfıklar da zikredilir (bk. et-Tevbe, 81/67).

Hz. Peygamber'in çeşitli buyruklarında müslümanların her birinin birer çoban olduğu, elleri altındakilerden sorumlu bulunduğu, mü'minler arasında canlı ve sürekli bir toplumsal birliktelik ve beraberliğin olması, dâima zayıfın hakkının güçlüden alınmasından yana tavır takınılması, cihadın en faziletlisinin zâlim bir devlet başkanına karşı hak bir söz söylemek olduğu belirtilmektedir.

Bir toplumda ma'rûfu emreden, kötülükten menedenler olmazsa giderek münker olan işler bírer kural haline, bir yaşama biçimi haline gelirler. Şeytanlar hak ile bâtılı karıştırır, doğruyu bozarlar; insanlara Allah'ı unuttururlar. Böyle bir toplumda müslümanın tavrını yine âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şu buyruğunda bulmak mümkündür:

"Sizde iki sarhoşluk ortaya çıkmadıkça Allah tarafından gelen hak din üzere devam edersiniz: Cehâlet sarhoşluğu ve dünyaya aşın düşkünlük. Siz iyiliği emreder, kötülüğe engel olur ve Allah yolunda cihad ederken içinizde dünya sevgisi oluşuverince iyiliği emretmez, kötülüğe engel olmaz ve Allah yolunda cihadı bırakırsınız. O gün Kitap ve sünnetin emirlerini yaymaya çalışanlar Ensâr ve Muhâcirlerden İslâm'a ilk giren kimseler gibidirler'' (Bezzâr, Mecmau'z Zevâid, VII, 271); "İyileriniz zâlimlerinize yardakçılık eder; Fıkıh kötülerinizin, saltanat da küçüklerinizin eline geçer. İşte o zaman fitnenin hücumuna uğrar ve birbirinize düşersiniz" (a.g.e., VII, 286); ''(Bu durumda ise) açık günahlar herkese zarar verir, kötüler iyilere musallat olur, iyilerin de kalbi mühürlenir, lânetlenirler. Fitne günlerinde ise sabırlı olmak ateşi kor halinde elde tutmak gibidir" (Kenzü'l-Ummâl, II, 68-78).

Marufun emredilmediği, münker den alıkonulmayan toplumların nasıl helâk edildiği, nasıl Allah'ın azâbının onları kuşattığı Kur'an-ı Kerîm'de hemen her sûrede zikredilmektedir (A ' râf, 7/163 vd).

İslâm bilginleri, bir şeyden korkarak kötülüğe engel olmamanın âdeta o kötülüğü kabul etmek ve ona katılmak anlamına geldiğini; asıl korkunun Allah'tan korkmak olduğunu; iyiliği emretmek ve kötülüğü engellemek görevinin eceli yaklaştırmadığını ve rızkı kesmediğini; ancak göz göre göre tâkat dışı belâya direnmenin de câiz olmadığını söylemişlerdir (Kenzü'l Ummâl, II, 141 vd).

İnsanlar için en hayırlı topluluk olan İslâm ümmetinin bireyleri birbirlerinin bütün dertleriyle ilgilenen kişilerden meydana gelir. Halbuki diğer bütün dinlerde iyilik ve kötülük her ferdin kendi sorunudur. Meselâ Tevrat'ta, "Rab, Kabıl'e sordu: 'kardeşin nerede?' O da, 'Bilmem, ben kardeşimin bekçisi miyim?" gibi bir ifade vardır (Tevrat, Tekvin, 4/9).

Marufu emretmek, münkerden alıkoymak görevini İslâm ümmeti içinden öncelikle âlim olanlar üstlenir; yoksa bu iş câhillere bırakılmaz. Çünkü câhiller her şeyi altüst ederler, kavram ve değer kargaşasına yolaçarlar. Görevin yerine getirilmesinde ana ilke her müslümanın ahirette hesap vereceğini bilmesi bilincidir. Toplumlar genelde ikiye ayrılırlar: Maruf toplumlar, münker toplumlar. Münker toplumlar oluşmuş veya oluşmaktâ iken, müslümanların ma'siyete, münkere, tâğuta itaatten kaçınmaları farzdır (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 144). Yani müslümanların her münker toplumunu maruf toplum, İslam hükümlerinin yaşandığı toplum haline getirmeleri fârz kılınmıştır. Çağdaş demokrâtik-laik toplumlar dini sadece Allah'la kul arasında bir mesele olarak görürler ve İslâm'ın maruf münker ilkeşinin sadece ahlâkı bir mesele olduğunu vâzederler. Halbuki hayatın bütün yönlerini Allah ve Resulunün emir ve yasakları doğrultusunda yaşamak ve münker toplumları İslâmî toplum haline dönüştürmekle görevli olan müslümanların bu durumuyla demokratik ilkeler birbirine hem karşıt, hem de çelişiktir. Bu sebeple müslümanların her zaman marufu emretmeleri, münkerden sakındırmaları mümkün olmaz; karşılarına münker toplumun emir ve yasakları çıkarılır. İşte bu noktada müslümanlar için şu buyruk geçerlidir: "Ey iman edenler siz kendinize bakın; doğru yolda iseniz sapıtanlar size zarar veremezler" (el-Mâide, 5/105). Çağdâş toplumla müslümanın çelişkisi onun, ancak Allah'a ve Resulune itaat edeceği gerçeğinden dolayı İslâmî bir devleti gerçekleştirmesini zorunlu kılar. Bir yandan bu yolda çalışırken öte yandan münkerlerle mücâdele kesintiye uğramaz, marufun emredilmesinden geri kalınmaz. Bu nokta şunun için önemlidir: Maruf, ne salt ahlakçılık demektir, ne de İslâm'ın ana ilkelerinin yerine insan haklarının geçirilmesidir. Maruf, tek kelimeyle İslâm'ın kendisidir. Münker de, aslı itibariyle veya ahlâkı açıdan sadece kötü şeyler değil, tam anlamıyla İslâm'ın yasakladığı her şeydir. Yeryüzünün değişik yerlerinde, değişik rejimlerde ve şartlarda yaşayan müslümanlar için değişmeyen ölçü budur. Bunun tek yöntemi de Rasûlullah'ın sünnetidir. "Size peygamber neyi verdiyse onu benimseyiniz..." (Haşr, 59/7).

Gerçek maruf-münker görevi, en başta insanın kendisinden başlayarak yapılır (Bk. el-Bakara, 2/44). Bazı insanlar her devirde, Resule itaati söylerler, kendileri itaat etmezler; sadakayı emrederler, kendileri vermezler. İşte şu ayet-i kerimede onlar uyarılmaktadır: "Kitabı okuyup durduğunuz halde kendinizi unutur da başkalarına mı iyiliği emredersiniz? Düşünmez misiniz?" (el-Bakara, 2/44). İyiliği emredip kendileri yapmayanlar için hesap gününde dudaklarının ateşten makaslarla kesileceği haberi verilmiştir (İbn Kesir, 1, 8).

İkincisi, Rabbin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağırmak, insanlarla en güzel şekilde tartışmak, azgınlara bile yumuşak söz söylemektir (en-Nahl, 1 6/ 1 25; Tâhâ, 20/43).

Sonuçta marufun emredilmesi, münkerin yasaklanması meselesi, sadece bir fetvâ olayı değil; aile, hukuk, siyaset ve ekonominin her zaman içiçe geçmiş bir şekilde şerîatın gerekleri doğrultusunda savunulması ve yaşanması demektir. Bu, sistemli bir davet çalışmasını gerektirir. İslâm'ın ilk yayılışı da böyle olmuştur. İslâm'ın hâkim olmadığı düzenlerde, ehl-i kitab'a karşı veya müşriklere ve diğer gayri İslâmî zümrelere karşı tek geçerli davet metodu Resulullah'ın sünnetidir. Bunu ancak Resulullah'ın sünnetiyle açıklayabiliriz. Yoksa basit bir ahlâkçı, bir vâiz, hattâ bir muhtesib * gibi davranarak değil. "Dirilerin ölüsü" olarak kalmak isteyen, yani eliyle, diliyle ve kalbiyle toplumdaki münkeri kötülemeyen kimse ne kötüdür... Tevrat'ta: "Kişi iyiliği emr, kötülüğü yasakladığı takdirde kavminin nezdinde derecesi kötüleşir" denilerek İslâmî hâreket ve ahlâk saptırılmış, dinin esası tahrif edilmiştir. O sebeple Allah katında din olarak yalnız İslâm geçerlidir.

Öte yandan, İslâm toplumlarında ise marufun emredilmesi, münkerin yasaklanmasında ictihada giren konularda uyarıcılık yapılmaz. Meselâ Hanefiler, unutularak besmelesiz kesilen hayvanın etini yiyen bir Şâfiîye, "Bu yediklerin haramdır" şeklinde bir uyarıda bulunamaz; zira bunlar Şâfiî'ye göre helâldir. İşte emri bi'l-mâ'rûf nehyi ani'l-münkeri herkesin yapamamasından kasıt budur. Ancak, herkesin bildiği büyük-küçük günahlar, dinin kesin yasaklamaları hakkında herkes bu görevi yerine getirir (İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûmi'd-Din, Emri Bi'l-Mâ'ruf ve Nehyi Ani'l-Münker bölümü). Fakat Şâfiîler, besmelesiz kesilen hayvanların etini yemek isteyen Hanefilere ikazda bulunabilir. Gerek Allah hakları, gerekse kul hakları olsun bütün ma'rûf ve münkerlerde önce sözlü, sonra fiilî uygulama esastır. Mutezile ise kul hakkıyla ilgili olmayan meselelerde sözle veya fiille uyarıcılığı kabul ederken; bunu da ancak imamın yapabileceğini, fertlerin karışamayacağını savunmuştur.

Enes b. Mâlik'ten rivâyet edilen bir hadiste şöyle bir hüküm bulunmaktadır: "Biz Allah'ın Resulune 'Ey Allah'ın Rasûlü, biz iyiyi tamamen işlemedikçe emredemez miyiz? Kötülükten tamamen sakınmadıkça menedemez miyiz?' diye sorduk. Resulullah şöyle buyurdu:

"Siz iyiliğin tamamını işlemezseniz dahi iyiliği emrediniz. Siz kötülüğün tamamından sakınmasanız dahi kötülükten sakındırınız" (Taberânî).

Hz. Lokman'ın oğluna öğüdü her zaman ve mekanda uyarıcının hâlini beyan eder: "Yavrum, namazı gereği üzere kıl; iyiliği emret ve fenâlıktan alıkoy. Bu hususta sana isabet edecek eziyete katlan. Çünkü bunlar kesin olarak farz kılınan işlerdir" (Lokman, 31/17).
EMVÂL-İ BÂTINA (ZEKATTAN GİZLENEN MALLAR)
Bâtını veya gizli mallar. Gizli olan veya zekât memurlarından gizlenmesi mümkün ve kolay olan mallar bu gruba girer. Bunların tam olarak tespiti zordur. Ancak sahiplerinin beyanı, herhangi bir yerde emânet edilmiş olmalarıyla tesbitleri mümkün olabilir. Altın, gümüş, nakit paralar, mücevherât ve ticaret malları bu çeşide girer. Evinde altın zinet eşyası bulunduran bir kadın bunların varlığını zekât memuruna bildirmezse, araştırma yaparak bunları tesbit etmek imkânsızdır. Bu yüzden gizli malların zekâtı, sahiplerinin vermesi için devlet mâliyeşinin kontrolü dışında bırakılmıştır.

Hz. Osman devrine kadar ister gizli olsun, ister açık bütün malların zekâtı devlet tarafından alınmaktaydı. Hz. Osman'ın hilâfeti zamanında devlet gelirleri arttı. Ticaret malları ile nakit paranın tesbit ve kontrolü zorlaşmaya başladı. Bunun üzerine Hz. Osman bâtını malların zekâtını sahibinin isteğine bıraktı. Bu mallara sahip olan kimseler, devlet başkanının vekili kabul edilerek zekâtlarını muhtaçlara bizzat vermekle yükümlü tutuldular. Sâib b. Yezid şöyle diyor: "Hz. Osman'ın minbere çıkarak şöyle dediğini duydum: 'Bu ay zekât verme ayıdır. Kimin üzerinde zekât borcu varsa, borcunu ödesin". Hz. Osman devrinde başlayan bu uygulama günümüze kadar bu şekilde devam edegelmiştir. (el-Kâsânı, Bedâyiü's-Sanâyi', I!, 7; Seyyid Sâbık, Fıkhu's-Sünne, I, 204). Ancak İslâm devleti uygun gördüğü takdirde emvâl-i bâtınanın zekâtını da toplayabilir. Bunların toplanıp emvâl-i zâhire ile birlikte tek elden yani devlet eliyle dağıtılması çok daha yararlı olur.
EMVAL-İ ZÂHİRE (SAKLANMASI ZOR OLAN MALLAR)
Açıkta olan, görülebilen, saklanması kolay olmayan mallar.

Emvâl, "mal"ın çoğuludur. Mal; insan tabiatının meylettiği ve ihtiyaç için biriktirdiği şeylerdir. Birşeyin mal oluşu herkesin veya bir kısım insanların ona ilgi duyması ve değer vermesiyle sâbit olur. Arapça'da önceleri yalnız altın ve gümüş için kullanılan bu terim, daha sonra nakit para, menkul ve gayr-i menkul mallardan maddî değeri olan her şeyi kapsamına almıştır (İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, XI, 636). "Zâhir": açık, açıkta, gizli olmayan anlamındadır. Emvâl-i zâhire, bir zekât* terimi olup; görünen ve tesbiti imkân dahilinde olan açık malları ifade eder. Bunun zıddı emvâli bâtına, yani gizli kalabilen mallardır. Bu iki terim, zekâtın devlet eliyle toplanması konusuyla ilgili olarak ortaya çıkmıştır.

Zekâtın devlet eliyle alınması ayette şöyle ifade edilir: "Müminlerin mallarından zekât al ki, onunla kendilerini temizlemiş ve mallarını bereketlendirmiş olursun. Zekât verdikleri zaman da onlara dua et. Zira senin duan onlar için bir huzur vesilesidir" (et-Tevbe, 9/103-104). Hz. Peygamber yasadığı sürece zekât ona veya görevlendirdiği zekât memurlarına verilmiştir. İbn Sırın (ö.110/728) şöyle der: "Başlangıçta zekâtlar Hz. Peygamber'e veya onun görevlendirdiği memurlara verilirdi. O'ndan sonra halife olan Hz. Ebû Bekir'e veya tâyin ettiği memurlara; Hz. Ömer devrinde de yine kendisine veya zekât memurlarına veriliyordu. Hz. Osman devrinde de ayrıl şekilde devam etmişse de onun şehîd edilmesi üzerine müslümanlar görüş ayrılığına düşerek, bir kısmı zekâtı devlete vermekte devam ediyor, diğer bir kısmı da zekâtlarını kendileri dağıtıyorlardı" {Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm, Kitâbü'l-Emvâl, 751). Enes b. Mâlik'ten rivâyet edildiğine göre, Temimoğulları kabilesinden bir adam Peygamber'e gelerek "Yâ Resulullah, zekâtı senin gönderdiğin memura ödediğim zaman, Allah'a ve Resulune karşı sorumluluktan kurtulur muyum?" diye sordu. Hz. Peygamber şu cevabı verdi: "Evet, zekâtı benim gönderdiğim elçiye ödediğin zaman kurtulur, borçtan berâat edersin. Ödediğin zekâtın sevabı sana, günâhı da onu değiştirene aittir" (Mâlik, el-Müdevvene, II, 88). Hz. Ebû Bekir halife olunca, zekâtı devlete vermek istemeyen bazı kabilelere karşı, devlet güçlerini göndererek onları itâat altına almıştır" (Y. Vehbi Yavuz İslâm'da Zekât Müessesesi, İstanbul 1977, 419).

İşte Hz. Osman devrinden sonra da devlet eliyle toplanan emvâl-i zâhire, toprak altından veya toprak üstünden elde edilen ya da elde edilmesi mümkün olan bütün mallar ve hayvanlardır.

Bunlar toprak mahsulleri, hayvanlar ve madenlerden ibarettir. Zekât miktarları ise şöyledir:

1) Kendiliğinden veya yağmur suları ile sulanan toprakların mahsullerinde; 1/10 (Onda bir).

2) Dışardan sulama, gübreleme gibi enerji sarfetmek suretiyle elde edilen mahsullerde; 1/20 (Yirmide bir).

3) Yeraltı kaynakları, maden, petrol... ve definelerde 1/5 (Beşte bir).

4) Hayvanlardan; Sığır cinsinde 1/30 (Otuzda bir); koyun cinsinde 1/40 (Kırkta bir); deve cinsinden, her beş deve için bir koyun; atlarda, her at için bir dinar (4 gr. altın para). (Geniş bilgi için bk. Zekât).

Bunların dışında kalan altın, gümüş, nakit, mücevherat ve ticaret malları emvâl-ı bâtına (gizli mallar)dır. Bunların zekâtı, Hz. Osman devrinden itibaren sahipleri eliyle verilmeye başlanmıştır (es-Serâhsı, el-Mebsut, III, 18; el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi', II, 7, 69; İbn Âbidîn, Reddü'l

Muhtâr, XI, 59; Seyyid Sâbık, Fıkhu's-Sünne, I. 204).
 
ENFLASYON KARŞISINDA PARANIN DEĞER KAYBINI, FAİZ HADLERİNİ UYGULAYARAK KARŞILAMAK CAİZ MİDİR?
Daha önceden de anlaşıldığı gibi düşük de olsa faizli bir muameleye girmek caiz değildir. Şimdilik muamele faiz sayıdığına ve istikbaldeki durumu meçhul olup her an değişmesi mümkün olduğuna göre hüküm değişmez. Yalnız borcu kapatmak hususunda Ebu Yusuf'a göre durum değişir. Mesela bir kimse bir milyon liralık parayı bir seneliğine faizle birbuçuk milyona verirse faizli olduğundan haramdır. Yalnız bir sene sonra daha önce verilen bir milyon para enflasyon sebebiyle ödeme anında birbuçuk milyona tekabül ederse onu, yani başlangıçta verdiği bir milyon alması caizdir. Çünkü bu para altın ve gümüş olmadığı ve değeri itibari olduğu için kendisine itibar edilen değere göre muamele görür.
ENTLASYON VE DEFLASYON
Bu durumu fıkıhçılar kitaplannda zikretmemişler ve eserlerinde buna değinmemişlerdir. Çünkü onların zamanlannda enflasyon vaki değildi. Bu durumun esası; akd yapıldıktan sonra ve ödeme yapılmazdan önce enflasyonun ortaya çıkması, böylece de zimmette sabit olan paranın satınalma gücünün; satış eşyası, menfaatler ve karşılığında verilen hizmetlere göre düşmesidir. Paranın değişmesi meselesinde fıkıhçıların sözlerinden elde edilen sonuç, tek başına enflasyonun, borçlarda asla etkisinin olmadığıdır. Eğer enflasyonun yukarıda anlatılan durumlardan birine yaklaşması sözkonusu olursa, o takdirde enflasyonun kalıcı, ya da geçici olmasına bakmaksızın, hüküm o duruma göre tesbit edilir. Bu, mücerred alacaklar ve borçlarda söz konusudur. Sabit olmaları zamanında, paranın satınalma gücüne riayet edilen, sonra da enflasyon ortaya çıkıp bu satınalma gücünün düştüğü mücerred borçlara gelince bunlar, ortaya çıkan enflasyon oranına göre değişirler. Tıpkı nafaka borcu gibi. Meselâ hâkimin bunu nafaka hakkına sahip olanın ihtiyacı olan şeylerin, rapor günündeki fiyatlarına bakarak takdir edip, mükellef olan üzerine hükmetmesinden sonra, piyasada bu ihtiyaç maddelerinin fiyatının artması halinde, paranın değerinin değişmesine bağlı olarak borcun da değiştigine hükmedilir. Çünkü nafakanın takdir edilmesini belirleyen esas, nafaka verilenin yeterliliğini sağlamaktır. Halbuki, karara bağlanan bu meblağ, enflasyon ortaya çıktıktan sonra, kendisine bağlanan maksadı karşılamaya yetmez hale gelmiştir. Bu yüzden bağlı bulunduğu hedefin değişmesine uyarak, borç da değişecek ve sonradan ortaya çıkan enflasyon oranına uygun olarak miktarı da artacaktır. (. Sûyutî, Kat'u'l-mücadele'inde-tagayyüri'l-muamele ) Bu gibi olaylarda deflasyonun ortaya çıkması durumunda ise, bunun aksi söylenir. Memurların, askerlerin, isçilerin maaşları, eğer yeterlilik düzeyi gözetilerek takdir edilmişse, onlar da böyledir. Çünkü onlar da fiyatların artmasına ve düşmesine göre enflasyona ve deflasyona bağlı olarak yükselme ve alçalma şeklinde değişikliğe uğrarlar. Mâverdî, Ebû Yâ lâ, Bedrüddîn b. Cemâ'a ve başkaları bunu böyle açıklamışlardır. En iyisini Allah'u taâlâ bilir.
ERKEĞİN AVRETİ
Erkeğin, erkeğe göre de, kadına göre da avreti, göbekle dizkapağı arasında kalan kısımdır. Göbek avret değildir, dizkapağı ise avrettir.
ERKEĞİN PARFÜM KULLANMASI
Içinde alkol olduğu söylenen çeşitli yabancı parfümler var. Bunlar başka maksatlarla da kullanılabiliyor. Bir erkeğin bu tür parfümleri kullanması caiz olur mu?
 
Bizde "ameller niyetlere göredir." Bunun anlamı şudur: Doğru ve güzel bir iş dahî ancak iyi bir niyetle yapılırsa güzel olur ve ibâdet olur. Kötü bir niyetle yapılırsa kötü olur, hattâ günah olabilir. Rasûlüllah efendimiz (s.a.s) kokuyu çok övmüş ve kendisinin de sevdiğini söylemiştir ve tâ, o zamandan, kadın kokusu ile erkek kokusu arasında ayırım yapılmış ve farklı özelliklerde oldukları söylenmiştir. Imdi bir erkek erkeklere has güzel kokuyu Rasûlüllah'ın sünneti olduğu için kullanırsa güzel bir iş yapmış olur ve bir sünnet sevabı alır. Sadece bulunduğu yerde başkalarını ağır kokularla rahatsız etmemek için güzel koku kullanırsa güzel bir iş yapmış olur. Güzel kokuyu yabancı kadınları celbetmek için kullanırsa bir haram işlemiş olur.

Içinde alkol olan erkek parfümleri, Hanefi mezhebine göre kullanılabilir. Ama sadece kadınları cezbetmek için geliştirilmiş parfümlerin evin dışında kullanılması mahzurlu olmalıdır. Çünkü onlar zaten müslümanların örfünde güzel koku değildir. Yabancı kadınların dikkatini çekmekten başka bir işe de yaramazlar ve günümüzde havailiğin sembolüdürler. Hanımı hoşlanıyorsa evinin içinde kullanabilir.
 
ERKEĞİN SÜSLENMESİ
Kadının kocası için süslenmesi isteniyor. Bu, dini bir görev sayılıyor. Erkeklerin karıları için süslenmesi bir görev değil mi?

Ibn Abbâs: Nasıl ben eşimin benim için süslenmesini seversem, kendimin de onun için süslenmemi severim. Zirâ Allah (c.c) "Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi kadınların da, marûf vechile, erkekler üzerinde hakları vardır." (K. Bakara (2) 228) buyurmuştur. Ben onun üzerindeki bütün haklarımı kullanmak istemem, çünkü bu ona da benim üzerimde aynı hakları gerektirir."(Ibn Kesir I/189; Kurtubi NI/123; Bu söz Ebû Yusuf'a da nispet edilir. Hindiyye V/371) demiştir. Rasûlüllah Efendimiz de bir hadîs-i serîflerinde erkeklere hitaben: "Elbisenizi temiz tutun, saçlarınızdan alın (Saçınıza iyi bakın), misvak kullanın (ağzınızı temizleyin) süslenin ve temiz olun. (Bir başka rivâyette, bıyıklarınızı kısaltın). Çünkü Israilogullarının erkekleri böyle yapmadığından, kadınları zinâya düştü." (Hindî, Kenzü'1-ummâl VI/640 (17174) Ibn Asâkir'den) buyurmuştur. Bir sahâbî Âişe vâlidemize: "Rasûlüllah eve geldiğinde ilk önce ne yapar?" diye sormuş, o da, "misvak kullanmakla başlar" cevabını vermiştir.(Hattâb es-Subki, Menhel, I/205)

Kurtubî, tefsirinde kadınların erkeklere üzerindeki "marûf vechile olan haklarını" erkeklerin günaha düşmeksizin süslenmeleri, diye açıkladıktan sonra,(Kurtubi NI/123) erkeklerin süslenmesiyle ilgili küçük bir bahis açar ve şunları söyler:

"Erkeklerin süslenmeleri de, durumlarına (meselâ sosyal statülerine) göre farklılık göstermelidir. Bilenler bu işi maharetle ve yakıştırarak yaparlar. Bir süslenme vardır bir zamana gider, diğerinde gitmez. Bir süslenme gence yakışır, bir diğeri, gence yakışmaz ihtiyara yakışır. Meselâ ihtiyar ve olgun (kâhil) erkek bıyığını kazısa yakışır ve süslü olur. Bunu delikanlı yapsa çirkin ve sevimsiz olur. Çünkü sakalı henüz gür değildir... Elbise konusunda da durum aynıdır. Bütün bunlar karşılıklı haklar yerine getirilmek için yapılmalıdır. Erkek becerikliliğe ve uyuma özen göstermelidir ki, süsüyle eşinin gönlünü açsın ve onu başka erkeklere karşı iffetli kılsın. Meselâ sürme erkekler için bir süs aracıdır. Ama kimine yakışır, kimine yakışmaz. Fakat güzel koku, misvak ve diş araları temizliği, kirini pasını giderme, Saçını düzeltip temizleme, tırnaklarını kesme herkes için uygundur. Kına yaşlılar, yüzük yaşlı genç herkes için bir süs unsurudur... Sonra hanımına zaman ayırıp onunla ilgilenmelidir ki, onun erkeğe karşı ihtiyaçlarını gidermiş ve gözünü korumuş olsun..."(Kurtubî NI/124)

Erkek ayrıca genellikle ev dışındadır, işi dolayısı ile başka insanlarla münasebet halindedir. Ve özellikle de kendisini davet ve tebliğle görevli sayıyorsa üst başına o kadar daha dikkatli olmalıdır. Rasûlüllah Efendimiz (s.a.s.) dâvet için gönderdiği elçilerin sarıklarını kendi elleriyle bizzat sarar ve düzeltirmiş.(Suyutî, el-Hâvî I/118)"Elbisenizi güzel yapın, eşyanızı düzgün tutun, böylece insanlar içerisinde (hemen göze çarpan) beyaz tepecikler gibi olun."(Suyûti, EI-Câmiu's-sağîr I/192) buyurmuştur.Bütün bunlar güzel gayeler için güzel giymenin, erkek için bir sünnet ve niyetine göre bir ibâdet olduğunu gösterir. Ama aynı mübahlar kötü gayeler için bir anda günaha da dönüşebilir. Kadının yabancı erkekler için kokulanması günah da, erkeğin ki sevap değildir.
 
ERKEK, DOKTOR YANINDA DOĞUM YAPMAK SAKINCALI MIDIR?
Doğumda yardımcı olabilecek kadın doktor, ebe ya da herhangi bir yardımcı varsa, bunlar bulunmasa dahi, kocanın yardımıyla, hattâ kendi kendine doğum yapabileceklerinden eminse, bir erkeğe, doktor olsa dahi, doğum yaptıramaz. Bunlârın hiçbiri yoksa, zaruret var demektir ve zaruret ölçüsünde, yani zorunluluk olmayan yerlerini açmadan bir erkek doktordan yardım görebilir. Ancâk bugünkü şartlarda doğum için bir kadının bir erkek doktora muhtaç kalıp gidebilmesi; olsa olsa çok ender bir olay olabilir. Kaybedecek birşeyi olmayanlar, elbette,zorunluluk yokken erkek doktora gitmekten birşey kaybettiklerini anlayamazlar.

 
ERKEK ELBİSESİ İÇİN SÖYLENEBİLECEKLER
Kadın giyimini en azından ana hatlarıyla belirten nasların bulunmasına karşılık, erkeğin elbise şeklinden bahseden pek o kadar nas mevcut değildir. Kur'an-ı Kerim bu mesele üzeride durmaz. Sünnet'te de bir kaç ana esasa temas edilmekle, mesele gayrımüslimlere benzememe şartıyla örfe bırakılmıştır. Mamafih, fukaha mevcut naslardan hareketle, yine de bazı genel hükümler çıkarmışlardır. Buna göre elbisenin:

1- Avreti örtecek ve insanı sıcak ve soğuğa karşı koruyacak kadarı farzdır. Tıpkı yeme ve içmenin ihtiyaç miktarının farz olduğu gibi.

2- Zarûret miktarını aşarak, zineti temin edecek ölçüde izâr, ridâ, sarık ve gömlek giyerek takımı tamamlamak müstehaptır. Zira Allah, nimetinin eserini kulu üzerinde görmekten hoşlanır. (Fetâvâ-yi Ankaravî, I/167.)

3- Bayramlarda, cum'alarda muhtaçları rahatsız eder görünümler olmaması kaydıyla, güzel ve kaliteli elbiseler giymek mübahtır.

4- Kırmızı ve bazılarına göre sarı renkte elbiseler giymek mekruhtur. Dürrü'l-Müntekâ'da sünnetin hilâfına giyilen her türlü elbisenin mekruh olduğu da ilâve edilmiştir, (Dürrü'l-Müntekâ, (Dâmâd kenarında) N/532.)

5- Kibirlenmek amacıyla giyilen elbise, erkeğin saf ipekten dokunmuş olarak giydiği elbise ve gayri müslimlerin özel elbiselerine benzeyen elbise haramdır.

(Başkalarına benzeme konusu, psiko-soyal ve itikâdî yönlerden incelenmeye değer bir konudur. 1920'li yıllarda Şeriatın yürürlükten kaldırılması çalışmaları arasında, Islam'a has kiyâfet şekillerinin de buna parelel olarak değişmesi gereği kaçınılmaz görülüp, bunların yerine başkaları arandığı sıralarda, Mısır Din Işleri Riyâseti bir bildiri yayınlayarak, başkalarına benzeme açısından "Kubbe'a, ya da Bernita" (fötr Sapka) denen giysinin câiz olamyacağı neticesine varmış, Allâme Muhammed Bahit aynı gayeyle hazırladığı ve 1926'da neşredilen risâlesinde; sarık giymenin bir sünnet ve müslümanları başkalarından ayıran bir şiar olduğu, kubbe'a'nın ise, gayr-i müslimlerin şiari olduğundan giyilmesinin câiz olamayacağı, fes de bir hususiyet ifade etmeyip, müştereken giyilen bir elbise çesidi olduğundan, giyilmesinde mahzur olmayacağını tasrih etmiş ve meseleye sosyolojik açıdan da bakarak, Endülüs'ün inkiraz bulmasını, bu şiarların muhafaza etmediklerine bağlamıştır. Aynı yıllarda Tanta Ensitüsü Uleması, hazırladıkları ortak beyannamede, teşebbüh meselesini, Kitap, Sünnet ve Hulefâ-i Râşidin devrindeki uygulamalar nokta-i nazarından ele alarak "kubbe'a" giymenin haram olduğu neticesine varmışlardır. Yine aynı yıllarda, içlerinde Muhammed Ebû Zehrâ'nın da bulunduğu on beş kişilik tahassus uleması, meseleyi son derece etraflı bir şekilde ele almış, âdetlerin akidenin emâreleri olduğunu vurgulayarak, Hz. Ebû Bekr'in saç şekillerini gayr-i müslimlere benzetenlerin -bu işin gayr-i müslimlere has bir iş olması halinde- akidelerini sormaksızın öldürülmelerini emretmesine dikkat Çekmiş, fukahanın "teşebbüh" konusundaki görüşlerini sıralamış ve son bölümde meselenin yine sosyolojik yönünü ele alarak, milletlerin Şahsiyeti konusunda sosyal varlığa en tehlikeli ve en zararlı olan şey'in, başkalarını taklid olduğunu anlamış ve Ibn Haldun'un şu sözleriyle meseleyi bağlamıştır:

"Bu yüzdendir ki, mağlubun; giymesinde, içmesinde, selamlaşmasında, bunları benimsemede ve şekillerinde ve diğer durumlarında gâlibe benzemeye çalıştığını görürsün. Bu noktadan meseleyi, sebep ve illet tesirini göz önünde bulundurarak inceleyen, bütün bunların istilâ belirtileri olduğunu görecektir."

Bütün bunlardan ötürü "teşebbüh"ün sınırlarını tesbit etmek önemlidir. Zira Allah Rasülü, çevre memleketlerden gelen bazı elbiseleri giymiş; (Meselâ, "Yemen'den gelen bir izar ve mülebbede dedikleri bir kisâ içerisinde iken kabzedildi." rivayeti mevcuttur. Ebû Davûd, N/368) bazılarının da yırtılıp başka elbiselere çevrilmesini emretmiştir. (Bk. Ebû Davûd, N/385 Fetâvâ-yi Hindiyye'de Ebû Yusufun: "Allah Rasûlü, ruhbanların giydiği tüylü ayakkabı giydi" sözü ile, kulların salahına olan konularda teşebbüh'ün zarar vermediğine işaret ettiği kayıtlıdır. (Fetâvâ-yi Hindiyye V/293)
 
Erkek elbisesi konusunda söylenebileceklerin bazıları da şunlardır:

Erkek elbisesinin darlığı konusundaki nehiyler, kadın elbesisinde olanlar kadar sarih değildir. Hatta Imam Sa'rânî'nin nakline göre Ebû Zerr'in: "Allah Resulü, sert ve dar giy ki, iftihar sende mesağ bulamasın, buyurdu" dediği vakidir. Ancak kadınların giymelerinin yasaklanışını gerektiren illetin erkeğin dar giymesi halinde de mevcut olması, erkek elbisesinin de dar olmasını mekruh kılar. Fakat bunun erkekte de avret sınırı için gerekli olduğu, bedenin avret olmayan yerlerini örten elbiselerin dar olmasının ancak sahih örfe muhalefeti halinde mekruh olacağı açıktır.başaçık gezmenin kerâhati da keza örfle sabit olabilir. Çünkü bu konuda hükme mesned olacak bir nas yoktur. Hatta Imam Şa'r-ânî'nin nakline göre Abdullah b.'Ayf, yaz-kış başı açık gezerdi. Sarığı da, takkesi de yoktu. Bir yığın saçı vardı. (Imâm Sa'rânî, Kesfu'l-Gumme, I/l98.)
 
Bu konuda Imam Sâtibî şunları söyler:

"Meselâ erkeklerin başlarının açık olması, yerine göre değişir. Bu haraket doğudaki memleketlerde mürüvvet sahipleri hakkında çirkin bir hareket sayıldığı halde, batıdaki (Islam) memleketleride çirkin sayılmaz. Bu değişiklige göre, şer'î hükümde değişiklik arzeder. Onun içindir ki doğuda erkeğin başının açıklığı, adâlet vasfını lekelediği halde, batı (Islâm) memleketlerinde adâletini lekelemez. (es-Sâtibî, el-Muvâfâkât. )

Altın yüzük ve altın süs eşyası, erkekler için haramdır. Kibri için olmamak kaydıyla sümkürmek, ya da abdest ıslaklığını silmek gayesiyle, üzerinde mendil taşımakta bir mahzur yoktur. (Dâmâd, N/537.) Avreti örten kadarı kîfâyet etmekle beraber, erkeğin kamis (gömlek), izâr ve sarık olmak üzere üç parça elbise içerisinde namaz kılması müstehaptır. Bunlara gücü yeterken, sadece izârla namaz kılması mekruhtur. (Tahtâvî, Ala Merâki'l-Felâh,170. ) Kadının da kamîs, izâr ve başörtü olmak üzere yine üç parça içerisinde namaz kılması müstehaptır. Altını gösterecek kadar ince elbiseyle kılınan namaz câiz değildir. (Fetâvâ-yi Hindiyye, I/45, 46. ) Es-Sübkî, Şafiî fukahâsından Ahmed b. Isâ'nın kadınların cilbâb örtünmelerini emreden ayetteki hükme gösterilen, "Hür ve namuslu oldukları tanınıp, fâsıkların onlara eziyet etmemesi" illetinden, âlimlerin ve sâdâtın uyguladıkları değişik elbise ve sarık giyme işinin (ilmiyye kisvesinin) -her ne kadar selef bunu yapmamışsa da- güzel bir şey olduğu hükmünü istinbat etmiştir. Çünkü bunda onların tanınmaları, böylece de söyledikleriyle amel edilmesi için belirlenmeleri sözkonusudur. Bu güzel bir istinbattır" der. (Alûsî, XXN/90. )Sirvâl (bacağın yarısına kadar uzanan donlar) sünnettir. (Fetâvâyi Hindiyye, V/293. )Kalensuve (takke, terlik) giymekte bir beis yoktur. Bunun tilki gibi hayvanların kürkünden olması da mahzursuzdur. Yabani hayvanların derilerinden kürk yapmak câizdir. (Fetâvâ-yi. Hindiyye, V/291-293.)
 
ERKEK ELİ ÖPMEK
Bir kadın olarak erkeklerin elini öpebilir miyiz? Ya da kimlerin elini öpebilir kimlerinkini öpemeyiz? Mesela yabancı olmakla beraber ihtiyar olan erkeklerin elini öpebilir miyiz?

Öncelikle el öpme geleneğinin her yönüyle iyi bir davranış olmadığını bilmek gerekir. Bu bir dini tavsiye değil, bir örf meselesidir. Ama yine de babanın ve arada mahremiyet yoksa hocanın ve âlimin eli, onların konumuna saygı olmak üzere öpülebilir. Aralarında mahremiyet bulunan karşı cinsler, birbirlerinin ellerini öpemezler, genel kaide budur. Ancak çok yaşlı kadınların elini, yabancısi da olsa, Erkeklerin sikabileceğine dair uygulama ve görüşler vardır.(bk. Ibn Hümâm, Fethu'1-Kadîr VNI/98)

Ama erkek ne kadar yaşlı olursa olsun, yabancısı olan kadınlar, onun elini sıkamaz ve öpemezler. Bûnda elbette hikmetler vardır. Bir defa erkekler yaşlansalar dahî kadınlara karşı gönül ilgileri kesilmez. Halbuki, yaşlı kadınlar öyle değildir. Bundan olacak ki, Kurân-ı Kerim'de kadın için : "Nikâh beklentisi olmayan (yaşlı) kadınların, süslenip kendilerini teşhir etmedikten sonra, (erkeklerin yanında) dışlık(Âlûsî XVNI/216) elbiselerini çıkarmalarında bir günahları olmaz. Ama (yine de çıkarmayıp) iffetli olmaları kendileri için daha iyidir." (K. Nûr (24) 60) denir ve yaşlı kadın, yaşlı olmayandan ayrılırken, yaşlı olan erkek bu konuda yaşlı olmayandan ayrılmaz.

Böyle olunca: 1- Çocuklara ve özellikle de kız çocuklarına, rastgele herkesin elini öpme alışkanlığı vermek, övülecek bir şey değildir. 2- "Müstehât" (arzu duyulabilecek) yaşına gelmiş bir hanım kendine nikâhı düşebilecek hiç bir erkeğin elini öpemez. 3- Kadın, nikâhı kendisine ebediyyen haram olan erkeklerin (kayınpederi, amcası, dayısı, kardeşi, Babası... gibi) elini "fetva" olarak öpebilir, ama Babası dışındakilerin elini öpmemesi daha güzel ve takvâya daha uygun olur: 4- Kadın bir erkeğin elini sırf ihtiyar olduğu için öpemez ama, ihtiyâr kadınların elini yabancısı olan erkekler bazılarına göre öpebilir, ancak öpmemeleri daha güzel olur.
 
ERKEK HOCALARDAN DERS
Bir hanım; erkek hocadan Arapça dersi alabilir mi?

Bilindiği gibi; herkes için farz-ı ayın olan ilimler olduğu gibi, farz-ı kifaye olan ilimler de vardır. Kadın olsun erkek olsun, kendileri için farz-ı ayın olan ilimleri öğrenmek zorundadırlar. Ancak meşru bir işi yine meşru bir yolla yapmak da zorunludur. Buna göre halvet olmamak, şer'î tesettüre riayet etmek, kalplerde fitne (cinsel düşünce ve duygular) bulunmamak şartıyla, erkek kadına, vacip bilgileri öğretebilir. Arapça bu tür bir bilgi değildir. Onun için bu tür bilgilerde işi biraz daha sıkı tutmak gerekir. Ders anlatırken erkeğin kadına bakmaması veya arada perde olması ihtiyatlıdır. Aslında cumhurca çok müsamahalı sayılsa bile,Hanefi Mezhebinde, fitneden emin olunması halinde, erkek, bir yabancı kadının eline ve yüzüne bakabilir. Ama ders anlatma gibi uzun sürecek bir bakışma ve mükâleme (diyalog) esnasında, taraflardan birinde fitnenin (cazip duyguların) olmaması çok nadir bir olay olacağından, buna caiz demek çok zordur. Bu durumda perde, ya da kamera sistemi kullanmak gerekir. Şunu da bilmekte yarar vardır: Erkek, yabancı kadınlarla,kadınlar birden çok olsalar dahi, bir arada bulunamaz.( Kadızâde Efendi,) Bu yüzden erkeğin; içlerinde başka erkek ya da kendi hanımı ve annesi gibi mahremi bulunmayan kadınlara ev gibi kapalı yerde imam olup namaz kıldırması mekruh görülmüştür. Ama camide olursa bu câizdir. ( Serahsî I/166)
ERKEK İHTİLAM OLDUĞU GİBİ KADIN DA İHTİLAM OLABİLİR Mİ?
Erkek olsun kadın olsun ihtilam olur. Meni dışarıya çıkarsa gusül icab eder. Erkek için bu hal tabii olduğu gibi kadın için de tabildir. Ancak bu hal kadınlarda az görülür. İmam Muhammed'e göre kadın ihtilam olur. Fakat meninin dışarıya çıktığını görmezse ihtiyaten yıkanması daha iyidir. Çünkü kadından çıkan meninin geri dönmesi muhtemeldir.
EŞ DIŞINDAKİ HISIMLARIN NAFAKASININ DÜŞMESİ
Çocuk, anne, baba ve diğer nesep hısımlarının nafakası, sürenin geçmesiyle düşer. Hâkim bu hısımlar lehine nafakaya hükmettiği zaman, hısım bunu kabzetmese veya süre geçinceye kadar nafakaya mahsûben borçlanmamış olsa nafaka düşer. Hanefilere göre, hâkim borçlanmaya izin vermedikçe süresi geçen nafaka düşer. Çünkü diğer hısımların nafakası ihtiyacı gidermek için vacib olur. Zengin olan bunu isteyemez. Nafakanın zamanında kabzedilmemesi, hak sahibinin ihtiyacı olmadığını gösterir (bk. el-Kâsânî, a.g.e., IV, 37; Ibnül-Hümâm, a.g.e., III, 354; el-Meydâni, el-Lübâb, III, 109).
EŞ'ARİYYE
Ebu'l-Hasen el-Eş'ârî'nin (324/935-36) öncülüğünü yaptığı, kelâm metodunu benimseyen kelâm ekolü. Çoğulu "Eşâ'ira" gelir.

Eş'ariyye ismi, her ne kadar, Ehl-i Sünnete mensup iki ekolden birisinin ismi olsa da, bu ekolün ortaya çıkışı dikkate alındığında, ehl-i bidata mukabil kullanılması itibariyle genel anlamda Mâtûridîyye'yi de içine alarak, Ehl-i Sünnet'in genel ismi olarak anlaşılmaktaydı. Zira, o yıllarda akaidin önemli meselelerinden birini teşkil eden Allah'ın sıfatları meselesinde birbirine zıt iki görüş ileri sürülüyordu. Bunlar, sıfatları kabul eden Selefiyye görüşü ile onların bir kısmını kabul etmeyen Muattıla görüşü idi. Selefiyye'ye sıfatları kabul etmesi sebebiyle "Sıfâtiyye" deniliyordu. Eş'ârî Selefiyye'ye geçtikten ve Eş'ariyye ekolünün temsilcisi olduktan sonra, sıfatları kabul eden Ehl-i Sünnete "Eş'ârîyye" denilmiştir. İşte bu bakımdan Eş'ârîyye, ehl-i bid'ata mukabıl olarak kullandığı takdirde Maturidiyye'yi de içine almaktadır (Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi 153. Ayrıca kaynaklar için bk. Şehristânı, el-Mile'l 1/92-93; İzmirli, Yeni İlm-i Kelâmı/l 10).

Eş'ârîyye Mezhebi, Mu'tezile'ye karşı bir anti-tez olarak doğmuş ve selef akidesini esas almıştır. Fakat, akaid meselelerinin ele alınışında kelâmı bir istidlâl kullanılmış, te'vile yer verilmiştir. Eş'ariyye'ye mensup kelâm âlimleri zamanla te'vile daha çok yer vermişler, zaman zaman da kelamda yenilikler yaparak, Kelâm ilmini felsefe ile meselelerini tartışabilecek bir güce kavuşturmuşlardır. Gazzâlî'nin faaliyetleri bu hususun en canlı örneği olarak ele alınabilir. Kısacası, Eş'ârî kelâmında aklın büyük önemi vardır. Zira, ortaya çıkışındaki ortamda bunun böyle olmasını zorunlu kılıyordu .

Eş'ârîyye ekolü önce Irak ve Suriye'de yayılmış daha sonra da Nizamiye medreselerine Eş'ârî âlimlerinin tayin edilişiyle geniş bir alana yayılma imkânı bulmuş ve Mısır ile Mağrîb ülkelerine kadar yayılmıştır.

Eş'ârî'den sonra bu ekole mensup olarak, ortaya atılan fikirleri geliştiren âlimler arasında şunları saymak mümkündür: Ebû Bekir el-Bâkıllânî (403/1012-1013); İmâmu'l-Haremeyn Cüveynî (478/1085-86); Ebû Hâmid Gazzâli (505/1111); Şehristânî (548/1153-54); Fahru'd-din Râzı (606/1209-10); Sayfullah Âmidî (631/1233-34); Beydâvî (685/1286 -87); Sa'dud-din Teftâzânî (793/139091); Seyyid Şerif Cürcânî (816/141314); Celâlu'd-din Devvânı(908/1502503).

Eş'ârîyye ekolünün genel görüşlerine gelince; Bunları bir fikir vermesi açısından ana hatlarıyla şöyle sıralanabilir: Ancak bu görüşleri tam anlamıyla ifade edebilmek için dayandıkları esaslar ve istidlâl yollarıyla, delilleriyle ele almak en doğru yol olacaktır. Bu da burada mümkün olmadığı için bunları ana başlıklarıyla verme yolunu tercih ediyoruz.

1. Ma'rifetullah: Akıl hiç bir şeyi vâcip kılamaz. Akıl, Allah'ı bulabilecek güçte bile olsa, Allah'ı bilmek şer'an vaciptir. Aklen bir vucûbiyyet yoktur. Şeriattan, dinden- haberi olmayan insan, hiç bir şeyden sorumlu değildir.

2. Nübüvvet: Nübüvvet için erkek olmak şart değildir. Kadında peygamber olabilir.

3. Cüzi İrade: Cüzi irade müstakil değildir, onu da Allah yaratır.

4. Kesb: Kesb, insan gücünün, güç yetirilen şeyle birlikte olmasıdır. Eş'ârîyye ekolünde kesb anlayışı kapalı bir şekilde anlatılmıştır. Bu yüzden anlaşılması diğer meselelere göre daha zordur.

5. Husn ve Kubh: Husn ve kubh şer'îdir, akıl ile idrak olunamaz. Ancak Allah'ın emir ve yasağı ile bir şeyin iyi ya da kötü olduğu bilinir. Bir şey emredilmiş ise iyidir, nehyedilmiş ise kötüdür. Emir ve nehiy olmadan iyilik ve kötülük bilinemez.

6. Tekvin: Tekvin hakiki bir sıfat olmayıp, itibarı bir sıfattır, kudret sıfatının bir taallukudur.

7. Sebep ve Hikmet: Allah'ın fiilleri bir hikmete göre olmadığı gibi bir sebebe de bağlı değildir. Çünkü Allah, yaptıklarından sorumlu değildir.

8. Güç Yetirilemeyen Şeyle Teklif: Allah'ın insanın gücünün dışında kalan bir şeyin yapılmasını emretmesi ve kullarını bununla mükellef tutması caizdir. Ama böyle bir durum vaki olmamıştır.

9. İbadet Mükellefiyeti: Kâfirler iman etmekle mükellef oldukları gibi, ibadet etmekle de mükelleftirler. İbadet etmedikleri için ayrıca ceza göreceklerdir.

10. İrtidad: Dinden çıkmış olan, yeniden iman ederse amelleri de kendisiyle geriye dönmüş olur.

11 . Kelâm-ı Nefsı: Kelâm-ı Nefsî'nin işitilmesi caizdir.

12. Kur'an-ı Kerîm: Kelâm-ı nefsî durumundaki Kur'an mahluk değildir. O Allah'ın kelâmıdır. Ses ve harflere muhtaç değildir. Elimizde bulunan mushaf ise, ses ve harflere muhtaç olan kelâm-ı lâfzîdir ve mahluktur. Allahu Teâlâ şöyle buyurur: "Bir şeyi(n olmasını) dilediğimiz zaman sözümüz ancak ona "ol" dememizden ibarettir. O da derhal oluverir" (en-Nahl, 16/40). Kur'an yaratılmış olsa idi, Allah kendi sözü olan Kur'an'a ol demiş olacaktır. Halbuki "ol' sözü de Kur'ân'dadır.

13. Ezelde Ma'dûma Hitab: Yüce Allah'ın hitabının ezelde ma'duma (yokluk) taalluk etmesi caizdir. Buna göre Yüce Allah ezelde mütekellimdir.

14. Tevbe-i Ye's: Ümitsizlik halinde yapılan tevbe makbuldur.

15. Şefaat: Şefaat haktır ve kıyamet günü gerçekleşecektir.

16. Rü'yet: Yüce Allah'ın ahirette mü'minler tarafından gözle görülmesi mümkündür ve görülecektir. Bu hem aklı deliller hem de naklî deliller ile desteklenmiştir. Allahu Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurur: ''O günde (kıyamette) peygamberlerin velilerin ve müminlerin yüzleri apaydınlıktır. Rablerine orada hiçbir engel olmaksızın bakıcıdırlar'' (el-İnsân, 75/22-23) .
EŞHURU'L-HURUM( HARAM AYLAR)
Haram aylar, hürmete lâyık aylar (Zilkâde, Zilhicce, Muharrem, Receb). Bu aylarda savaş yapmak yasak olduğu için bu adı almıştır.

Câhiliye devrinde Araplar arasında iç savaşlar eksik olmazdı. Yalnız haram aylarda savaş yapılmazdı. Bu aylarda panayırlar kurulur, şiir yarışmaları yapılır; yahudiler, hristiyanlar ve puta tapıcılar dinlerini yayarlardı. Eğer bu barış aylarında savaş olursa, yasak çiğnendiği için "Ficâr savaşı" denirdi. Peygamberimiz (s.a.s.)'in yirmi yaşlarında iken, Kureyşlilerle Hevâzin kabilesi arasında yapılan Ficâr savaşlarına katıldığı rivâyet edilmektedir. Peygamberimiz (s.a.s.) bu savaşta kimsenin kanını dökmemiş, yalnız atılan okları toplayıp amcalarına vermiştir.

Haram aylar, Arapların Hz. İbrahim'den beri kullandıkları, kameri aylardandır. Yani ayın hareketine göre düzenlenen takvimin aylarındandır. Hicret, İslâm tarihinde bir dönüm noktası olduğu için hicretin yapıldığı ay olan Muharrem ayı Hz. Ömer zamanında takvim başlangıcı olarak kabul edilmiştir. Böylece hicretin yapıldığı yıl birinci yıl olmak üzere hicri kameri yıl ortaya çıkmıştır. Muharrem ile başlayıp Zilhicce ile sona eren hicrî-kamerî senenin ayları şunlardır: Muharrem, Safer, Rebîulevvel, Rebîulâhir, Cemâzilevvel, Cemâzilâhir, Receb, Şâban, Ramazan, Şevvâl, Zilkâde, Zilhicce.
 
Geri
Üst