Hayata Yön Veren Hikayeler...

Konak Cafe

Hava açıktı. O gün gökyüzü gerçek bir gök mavisiydi. Büyük şehirlerin kaderi gibi görülen hava kirliliği de; sırra kadem basmıştı sanki. Etrafa tatlı ve rehavet verici bir hava akımının rüzgar serinliği başladı. Bütün caddeler insanlarla, mağazalar da çeşit çeşit mallarla doluydu.
Caddeler insan selini kaldıramazken koca Ulu cami, ikindi namazında ancak üç saf olabilmişti. Caminin üzerinde muhteşem bir tarihin izleri vardı. Gün; koşuşturma ile geçmiş, yürümekten yorulmuşlardı. Genç müteahhit: “Bir yerlerde biraz oturalım.”dedi.
Arkadaşı: “Bir yer biliyorum oraya gidelim.”diye cevap verdi.
Caddeler, artık insan ve araç yükünü taşıyamaz olmuştu. Yeşil alan olarak ayrılan bir yer; delik deşik edilmiş hızla bir otopark inşaatı devam ediyordu. İnşaattaki devasa vinç kule, Osman Gazi türbesine doğru baş kaldırmıştı. Altıparmak ’a batı yönünden gelen caddenin karnı yarılmış, toz toprak içinde çalışan kazıcının hırıltısı caddenin gürültüsüne karışıyordu.
Osman Gazi türbesinin bulunduğu tepeden baktığınızda; Bursa genelde ayak altında kalır. Şehir merkezinde; hava koridorları olmayan önü veya sonu kapalı caddeleri olan, yeşil alandan mahrum çarpık yapılaşmayı görürsünüz. Bursa’nın yeşili gitmiş, betonlaşmanın kızılı gelmiş olduğu görülürdü.
Tepe etrafında yapılan yürüme merdiveni Osman Gazi’nin bilinçsiz ve şuursuz torunlarına; aşk merdiveni olarak hizmet vermeye devam ediyordu. Hemen hemen her oturakta sarmaşıkvari oğlan ve kızları görmek mümkündü. Televizyonla kazanılmış; bu batı tarzı yaşamı hazmedebilenlerin yerleri haline gelmiş. Düşünen insanın değerinin olmadığı hatta hapsedilen bir ülkede; bu gençlerin yaptıkları normal, düşünenlerin durumu anormaldi sanki.
Hey gidi hey, Osman Gazi atam; yattığın şu yerde rahat mısın? Şu bir kulağı küpeli, saçları ensesinde, ağzında sigara ve yanında on dört yaşında erdemliliğinden habersiz; kol kola sigarasına eşlik eden şu genç; kız senin torunların mı? Hem de yatmakta olduğun türbenin yanı başında. Ucube, zalim bir imparatorluk olan Bizans’tan aldığınız yer yüzünün en muhteşem ve nadide topraklarını; geçmişini ve asli vazifesini unutan bu nesile mi bıraktınız? Sana yapılacak sitem bile haksızlık sayılır.
Ya sen Galip Hoca, her şeyin hercü merc olduğu, Osmanlının son demlerini yaşadığı ve ulusal bir kurtuluş savaşının yaşandığı günlerde çıktığın cami minberlerinde ve meydanlarda “hala dağınık mı kalacaksınız? Hala ne zaman silkinip toparlanacaksınız. Yunanın entarili askerlerinin toprağınıza ve namusunuza tecavüz etmesini mi bekliyorsunuz?” diye sesleniyordun.
Sizler, perma perişan yokluk ve sefaletle can yoldaşı olduğunuz, yedi düvelin leş yiyen kargalar gibi Osmanlının mirasına üşüştüğü günlerde bu milleti ayakta tutmasını, savaşmasına ve onurunu kurtarmasına öncü oldunuz.
“Siyaseti ve demokrasiyi kıyma makinesi yapan, acımasızca ve şuursuzca muhteşem bir geçmişi olan bu milleti nereden geldiğini ve nereye gideceğini bilmeyen mefkuresiz bir millet haline getirdiler. Ağlanacak halimize güler olduk.” Duyguları içinde hayıflanıyordu müteahhittin arkadaşı.
Vatan yalınız verimli toprakları, güneşli sahilleri, yemyeşil ormanları, asfalt yolları ve mamur şehirleri dar bir toprak parçası değildir. Vatan: muazzez şehitlerin kanlarıyla yoğrula yoğrula kutsileşen mümbit ovalardan taa kıraç tepelere varıncaya kadar şüheda fışkıran ve şairin:
“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır.”
“Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” Mısralarında ifadesini bulan bir bütündür.
“Bunlar mı kağanların, hakanların, padişahların torunları? Bir zamanlar Yunus’ları, Mevlana’ları, çıkaran toplumda, şimdi bir zerresini bulamamak ne acı..”
“Doğruya karşı kadife, hasmına karşı çelik olanlar nerede? Kötüye karşı Allah’ın gazabı, mazlumu koruyan Allah’ın kılıcı Türkler bu gün nerede? Savaşta düşman eli değmemiş fakat barışta düşmana karış karış satılmak, istenen şu mübarek vatanı ve Türkiye’nin acı karanlığı içinde yaşayanlar nerede? Bir Bilge çıkmalı yine ve Ey Türk titre ve kendine dön demeli..” duyguları içinde hayıflanıyordu müteahhittin arkadaşı.
Osman Gazi tepesinin etrafında; eski iğreti şekliyle kalan tek yer “Yahudiler mahallesiydi.” Anlaşılan onlara da şu veya bu sebeple inşaat izni verilmemiş olmalıydı. Paralarını ticarette değerlendirerek; gayri menkule yatırım yapmayan bir toplumun veraseti devam ediyor olmalıydı.
İki arkadaş; yan yana “Yahudiler sokağına” yöneldiler. Yolun; ortasına kadar üzerlerinde içki bardakları bulunan masaların arasından bakınarak yürüdüler. Yoldan geçenleri rahatsız edecek kadar bir içki kokusu sokağı baştan sona kaplamıştı. Anlaşılan geceleri alem yerleriydi buralar. Karşılıklı barlar; aralıklarla peş peşe sıralanmıştı. Kapalı olduğundan sakin ve sessizdi. Kapıların üzerinde; metalik bir yazı vardı. “Damsız girilmez.” Dam ne idi? Dam kelimesi; Türk kültürüne tamamen yabancı ve sonradan girme bir kelimeydi. “Dam” Türkçe’de evin üst tepe kısmına verilen addı. Aslı; Fransızca bir kelime olan; “dansta erkeğe eşlik eden kız”, Farsça’da “tuzak kurmak, birini aldatmak için hazırlanmış hile ve tuzak” anlamındadır. Tecrübesiz genç kızlar; bu yerlere getirilerek yalan ve hile ile içki ve uyuşturucuya alıştırılan yerler değil miydi? Hatta daha ileri gidilerek nice genç kızların kızlık değerlerinin yitirildiği yerler değil miydi? Bunu bilmeyen, bunu anlamayan kaç masum var bilinmez ama bu yıllardan beri böyle devam edip gidiyordu. Sanki kimin umurundaydı.
Batılılaşıyoruz ya! Ne menem bir batılılaşmaysa. Kendi milli değerlerinin ve ruhunun zıddına inat. Galiba, “battı balık yan gider” tabiri ne kadar uygun düşüyor halimize. Müteahhit: “Nereye ***ürüyorsun.”
Arkadaşı : “Banimle gelmez misin? Az kaldı.”
Sokağı boydan boya geçtiler. Sokağın sonunda; dış cephesi mavi renkli, tamir Görmüş; Osmanlı’dan kalma tarihi bir yapı çıkmıştı karşılarına. Kapı üstüne monte Edilmiş küçük bir levhada “KONAK CAFE” yazılıydı.
Dış kapısı sokağa çıkıyordu. Avlusu da yoktu. Önünden geçen sokak; ilerleyip mahalle arasında kayıp oluyordu. “Konak Cafe” yönünü Osman Gazi’nin türbesinin bulunduğu kuzeyden zikzaklı yapılmış; iğreti dik merdivene bakıyordu. Alt katı boş olan Cafe ’ye girdiler. İçeride bir iki esmer çekik gözlü Orta Asyalı genç; holdeki masa etrafında oturmuş ellerindeki sigaralarından çıkan dumanların altında ağır ağır konuşuyorlardı. Bir an duraksadılar. Girişin sağ yan tarafında dörder sandalyeli üç masa vardı. Solda dik bir merdiven üst kata çıkıyordu. Holün solunda bir önü yükseltilmiş bir insan başının gözüktüğü bir yükselti, ocak ve malzeme dolapları vardı. Az ileride bir ufak renkli televizyon kendine yüksekte bir yer bulmuştu. Bir kaset çalardan sesi olup; sözü olmayan bir fon tipi Türk müziği salonu dolduruyordu. Birilerinin birileri ile buluşma yeri olarak ayarlanmış görüntüsü veriyordu sanki. Eskiden; İktisadi Bilimler akademisi, bu gün ise emniyet müdürlüğü olarak kullanılan binanın arka yan köşesinde.
Bir görevli genç : “Buyurun efendim” dedi.
“Şu yana oturalım” dedi müteahhittin arkadaşı. Üst kata çıkmak istemediler. Küçük kare masa üzerinde vişne renkli ipek saten örtü vardı. Üstünde örtüyü kaplayan masa camı ve üzerinde kül tablası vardı. Giriş holü; yandan ayıran aralığa gerilmiş üzerinde beyaz güller bulunan tül takılıydı. Tüllerin asıldığı noktalara yeşil ve kırmızı renkli yapma “yaprağı güzel” çiçekleri salınmıştı.
Görevli genç: “Efendim, soğuk-sıcak ne içersiniz?” dedi.
“Nascafe.”
“Süt katalım mı?”
“Hayır, Sade olsun.”
“Siz efendim.”
Genç müteahhit: “Aynı olsun” dedi. Hizmetli genç gitti ve geri döndü.
“Su ısınmak üzereymiş biraz bekleyebilir misiniz?”
“Mümkün” dedi müteahhittin arkadaşı.
Gün pazartesiydi. Köy hizmetlerinden aldıkları, doksan yedi yılı ödeneği bulunmayan ihaleyi değerlendiriyorlardı. İhalesi yapılan yerlerin önceden yerleri de görülmüş değildi. İhale şöyle veya böyle kendilerinde kalmıştı. Ne getirir, ne ***ürür bilinmezdi. Bu iş mutlaka yapılacak ve başarılması gerekiyordu. Kaçmanın veya teminatı yakmanın hiçbir anlamı olamazdı. Bu memlekete yerleşmenin iş yapmanın bir başlangıcını teşkil edecekti. Bütün gayret ve çaba yüz akı ile çıkmak için olmalıydı.
 
Davet

Tıp fakültesini tamamladığı yılın yaz ortasında tatil yapma fırsatı bile olamamıştı. Altı yıl gibi uzun bir zaman; acı tatlı bir çok anıları ile geride kalmıştı. Geriye dönüp baktığında en güzel anılarının öğrencilik yılları olduğunu anmadan geçemiyordu. Okul hayatının sıcak bir aile ortamından mahrum bıraktığı yıllara, hasretini bile dindiremeden yeni bir gurbet hayatı ile devam edecekti. Kafasına koyduğu ve karşısına çıkan bu fırsatı geri göndermek istemiyordu. Böylesi bir fırsat az bulunurdu. Karşısına çıkan bu nimete sevinmiş ve şükretmişti. Bir çok gencin hayal edip de bir türlü kavuşamadığı bu hayali gerçekleştirmeliydi. Zaman çalışmak, zaman terlemek, zaman almak zamanıydı.
Zaman zaman annesi : “Oğlum, hayatın hep gurbet ellerde mi geçecek? Bazen yüzünün şeklini bile unutur gibi oluyorum.” Derdi. “Sevmeyi bilenin gurbeti mi olur? Peygamberimiz : “Kişi sevdiği ile berberdir.” Demiyor mu? Bedenim uzaklarda da olsa ben sizinleyim, siz de benimlesiniz” diye söylese de ana yüreğinin özlemini silmeye yetmiyordu. “Mürüvvetini görebilecek miyiz?” Oğlunun çoluk çocuğa kavuştuğunu dünya gözü ile görmeyi istemesi; her ****** en büyük arzuları arasındaydı. Oğlunun:
“Anacığım şimdi çoluk çocuk zamanı mı? Şimdi hizmet talep etme ve hizmete amade olma zamanıdır. Takdir yazdıktan sonra tedbirin ne hükmü olur? Onun saatini, vaktini ancak Mevla bilir.” sözü karşısında söyleyecek bir cevap bulamaz, bir türlü de rahatlayamazdı.
“Oğlum atı alan Üsküdar’ı geçecek. Erken evlenen döl, erken kalkan yol alır” derler.
“Ana, artık Üsküdar mı kaldı? Dünya kocaman bir köy haline geldi.” Oğlunun hep doğruyu yapacağına inanıyordu. Bu oğluna hep inanmış ve hep güvenmişti. Onu bir ayrı seviyordu. Her meyvenin tadı ayrı olduğu gibi her evladın da tadı ayrıydı. Bu güne kadar kendini ne yormuş ne de üzmüştü. Bu güne kadar kendini hiç yanıltmamıştı. Bu güne kadar; ayrıca hangi evlat ****** yanında kalmıştı ki! Göçmen kuşlar gibi uçup uçup uzaklara gidiyorlardı.
Yüreğinde ne bir acı, ne de bir burukluk vardı. Gidişi kutsal bir göreve gidenin mertliği ve yürekliliğini taşıyordu. Bütün vedalaşmalarda hüzün olurdu. “Ölüm ayrılığın bütünüdür ama ayrılıksa ölümden bir parçadır.” derler. Ayrılık hasreti, acıyı, yokluğu ve yalnızlığı çağrıştırır onun için göz yaşları ayrılığa tercümanlık eder.
Yakınları ve dostları ile gün öncesinden vedalaşmıştı. Önce babasının elini öptü. Babası belli etmek istemese de gözleri nemlenmişti. Sevgisi gönlündeydi dışarı vurmamak için direniyordu. “Göz gönlün aynasıdır” derlerdi. Anası oğlunun boynuna sarıldı ve iki yanaklarından öptü. Kendinden bir parça ayrılıyor, uzaklaşıyordu. Araya ayrılık, araya hasret, araya gurbet girecekti. Yol uzundu ama ömür ise çok kısaydı. Sonunda kavuşmak ya olurdu ya olamazdı. Nice dönerim vaadi ile gidip gelmeyen veya gelemeyen yok muydu?
“Oğlum, her ne yaparsan yap, gittiğin yerlerde yaptıkların ve yapacakların kendine, çevrene, bulunduğun topluma, dinine ve memleketine hatta insanlığa faydalı olsun.”
“Hakkını helal et ana.”
“Helal olsun oğlum.”
“Hoşça kalın.”
“Allah’a emanet ol.”
“Allah vekil olarak, bana yeter.”
Uzun bir yola çıkmak üzere oradan ayrıldı. Geriye dönüp bakmadı. Bakmak istemedi. Genç kız kardeşi, abisinin arkasından bir Anadolu geleneğini yaşatarak yola bir sürahi su döktü. “Suyun akışı gibi yolun düzgün ve engelsiz olsun” dercesine.
Yolculuk bir çok insana sıkıcı gelir. Asıl sıkıcı olan bu insanların dediklerine de kendilerinin de inanmasıdır. Oysa başka bir gözle baksalardı otobüsün taşıma bedelini ödemelerine rağmen; manzarayı bedava seyredeceklerini düşünen insan çok azdır. Hayat, benzeri bedava zevklerle doludur ama değeri pek bilinmez. Kendilerinden sıkılanları eğlendirmekse zordur. İnsan mutlu olmaya niyet etmedikçe; mutlu olamaz. İnsanı mutlu eden ise; bir şeyin sahibi olmak değil, tadına varmaktır. Varlık ve zenginlik içerisinde yüzerken mutluluk ve saadet sefaletini çeken az mıdır? Saadeti madde de arayıp da bulan var mıdır? Yoktur. O kalp ki ancak iman etmek, Allah’ı anmak ve İslam’ı iyi şekilde samimi ve dürüst olarak yaşamakla mutmain ve mümkün olur. Üç günlük dünyayı mabut edinen nefis, kendisi ile birlikte kafesinde ki bedeni de mahveder ama ademoğlu çok geç farkına varır. Ok ise hedefe varmadan menzili geçmiş olur.
Bindiği otobüsün penceresinden yol boyunca derelere, bağ ve bahçelere, kıyıda köşede kurulu köylere baktı. Dünün yeryüzünü cömertçe tahrip eden insan, bugün ise tamir ve yeniden ihyasında tamamen duyarsızlığına acıdı. Neredeyse insan yaşamıyormuş gibiydi. Doğanın ve çevrenin ağaçlandırılmasında, oturduğu meskeninin, bahçesinin, arazilerin en güzel imarında yok olmuşlar. Hayatı güzelliklerinden geriye bir şey kalmamış. Doğru dürüst ne bir akarsu, ne de bir pınar vardı. Yaşlılardan dinlemiş ve ayrıcada okumuştu.
“Türk insanı; Orta Asya’yı sebepsiz yere bırakmamıştı. Nuh (as) dan sonra mekan edindiği Orta Asya kışları sert ve soğuk olan ve yazları fazla verimli olmayan anayurdunu terke mecbur etmişti. Üç kıtada at koşturmuş, yurtlar içersinde en güzelini, en hoşunu bulmuş ve onu kendine yurt edinmişti. Eskiden her yerde nice çağlayan pınarları, temiz ve coşarak akan derleri, tertemiz gölleri, gür ve yemyeşil ormanları ile bu yurt sanki bir cenneti andırırdı. Sinesinde ceylanlar, marallar gezer, ozanlara ilham kaynağı olurdu. Binlerce kurt kuşu barındırırdı.” “Bu gün bile o kadar tahrip ve ihanete rağmen doğudan batıya, kuzeyden güneyine kadar dört mevsimi bir arada yaşayan yeryüzünde ikinci bir mekan bulamazsınız. Kış ortasında güneyde deniz sahillerine girerken bir çok yerde kayak yapılan bir memleket.” Bakıyor ve kendi kendine hayıflanıyordu.
Biraz daha tarihin derinliklerine giderek, bu toprakların üzerinde yaşanan mücadelelerde, savaş ve kavgalarda bir mihenk taşı olduğunu düşündü. Bu toprakları elde tutmak, uzun boylu huzur ve sükun içinde yaşamak o kadar kolay değildi. Bu toprakların çok sevdalıları, çok sevenleri vardı. Anadolu huysuz bir at gibiydi sanki. İyi atlar daima iyi biniciler isterler. Korkak ve ürkekleri sırtında bırakmaz yere yuvarlar atardı. Bu topraklarda yaşamak ve ona sahiplik etmek için güçlü, yürekli, inançlı ve kararlı olmak gerekirdi. Ne zaman ve nereden bir bela ve musibetin geleceği bilinmezdi. Düşmanları çoktu. Her dem elde edememenin ona sahip olamamanın hırsı ile dolu olan o kadar çoktu ki.. Her an tedbirli ve her an uyanık olmak gerekti.
Osman oğulları altı yüz yıl gibi bir zamanda bu ata binme becerisini göstermiş ve düşmanları fırsat kollamış ve en zayıf anlarında bu attan indirmişti. Kendi ana değerlerini yitirmiş ve analık mesabesindeki Batının fikir memelerinden süt emzirilmiş bu Osman’ın torunları, geride cılız, geçmişini bilmeyen ve bilmek istemeyen, geleceğini göremeyen, kişiliksiz, iradesiz olarak bu topraklarda Batılı fahişe bir ****** kirli ellerine ve emellerine teslim edilmiş olarak yaşamaya çalışmaktadır.
“Şu insanoğlu şuursuz bir şekilde neden çevresini, ağaçları, ormanı tahrip eder ki?” İyilikler ve güzellikler sanki beyaz atlara binerek; güzel yerlere gitmişlerdi. Geriye mutsuz, ruhsuz, yeşilliklere ve güzelliklere içinde ilgi ve alaka duymayan, sevmeyen, sevemeyen sıradan şeyler kalmıştı. Okumayı, araştırmayı seviyordu. Yaşı genç olmasına rağmen okuduğu kitabın sayısını hatırlamıyordu.
“Türk tarihinin hiçbir döneminde bu millet; bu kadar duyarsız, ve dejenere olmuş değildi. Bu bir musibet ve ceza mıdır? Bizim insanımız bu değil. Bu memleket benim değil sanki. Bak, dağlar çırılçıplak. Bırakın ağaçları, doğru dürüst ot bile bitmiyor artık. Her yıl binlerce ton verimli toprak denizlere taşınıyor. Kimse görmüyor, duymuyor. Yaratıcılıktan, çalışkanlıktan sanki eser kalmamış, uyuşuk, kendi kendisi ile, akrabası ile, çevresi ile, ve komşuları ile kavgalı bir toplum. Güzel değerler karşısında sessiz ve tepkisiz bir toplum. Adı Müslüman’dı. Adı Türk’tü. Ama ne kadar Müslüman? Ne kadar Türk? ” Keşke bozkırlaşan sadece dağlar olsaydı? İnsanın ruhu bu topraklardan daha çoraklaşmış değil mi? Kendi doğal dengesini bozduğu gibi, çevresini de o derecede bozdu.
İman zaafa uğrayınca şahsiyet de zaafa uğramış, hak-batıl, iman-küfür, mümin-kafir, ayrımları insanların gözünde ve gönüllerinde anlamlarını yitirmiş. Fertler Müslüman oluşlarıyla iftihar etmek şöyle dursun küfre muhabbet beslemeye, hatta gıpta etmeye başlamış, nevi şahsına münhasır Müslüman olarak türemiş. Batıya özenen Türk insanı, Batının içine düştüğü akılsız iman ile imansız aklığın dengesizliğinde bocaladığı gibi bocalamaya devam etmektedir. İlmi imanın, aklı dinin olmazsa olmaz şartına bağlayan İslam en büyük imansızlığı cehalet olarak görür.
Dünya değerler araştırma verilerine göre Türkiye, dünya ülkeleri arasında güven düzeyinin en düşük olduğu ülkelerden biri. Güven açısından toplumsal mutsuzluğun inanılmaz boyutlarda olduğu Rusya’dan bile geride kalmıştır. İnsanların birbirine güvenmesi, sağlıklı bir ekonomi için olduğu kadar, istikrarlı bir demokrasi için de hayati önem taşımaktadır. Güven düzeyi düşük bir ülkede devletle aile arasında birleşeme ve işbirliğini kaldırdığı gibi; ortak hedefler ve organize olabilme yeteneklerini de kısıtlamaktadır. Başarılı sivil bir toplum, bireylerin alışkanlıkları, adetleri ve ahlaki değerlerine dayanır. İnsanlar bir birilerinden ideolojileri ile değil, kültürleri ile ayrılırlar. Onun için çatışmalar faşizm, komünizm ve demokrasi gibi sistemler arasında değil, Batılı, İslamcı, Budist gibi kültürler arasında olmuş ve olmaya da devam edecektir.
“Bu toplumu içerisine koyarak toptan temizleyecek bir mekanizma olamaz mıydı? Aslında vardı ama makam ve mevkiler ehil olmayan ellerde olduğundan; bırakın bu mekanizmanın çalışmasını, engellemek ve ortadan kaldırmak cesareti içinde kin ve düşman kesildiler. Toplumu toptan temizleyecek tek mekanizma vardı. O da İslam’dı. Osmanlı İslam’ı yaşayarak altı yüz sene üç kıta üzerinde; yüzlerce toplum ve ulusu bir çatı altında; bir arada, yan yana yaşamış, huzur ve adalet dağıtmıştı. Ne zaman ki İslam’dan uzaklaştı. Parçalanma ve dağılma mukadder oldu. Avrupalı yüzyıllarca İslam’ın bayraktarlığını yapan Osmanlı Türkünü savaş meydanlarında yenememişti ama ondan ilim ve fen yönünden çok şeyler almıştı. İslam’dan uzaklaşarak yozlaşan bu millet, İslam’dan uzaklaşmanın cezası olarak dağılmış ve bu gün bile bunun bedelini en ağır bir şekilde ödemektedir.”
Birinci dünya savaşında Türk topraklarını işgal edenler, giderlerken :
“Siz bize gavur diyorsunuz ama kendi bedeninizden öyle gavurlar çıkartacağız ki bizi bile minnet ve rahmetle anacak ve arayacaksınız.”
“Bu gün kara para aklamada ön sırada, milletlerarası uyuşturucu piyasasında iddialı, Olimpiyatlarda, Nobel coğrafyasında yok ama köşe dönme maratonlarına doymuyor. Hain yetiştirmede rakor, hırsız üretmede şöhret, cahil tedrisinde tecrübe sahibidir. Bu ülke ve her bu toplum; geçen gün biraz daha kirletilmekte ve hala da son hızla kirletilmeye devam edilmektedir. Zengin hazineler üzerinde, fakir bekçiler olarak oturmaya devam etmektedir. Bir ülke düşünün; para taç giyip mabutluk tahtına oturmuş, menfaatler kutsallaşmış, hileye marifet elbisesini giydirilmiş, insanlar sürüleştirilmiş. Cehalet ilmin yokluğudur. Cahilde ise bir tecelli yoktur.
Her şeyi unutmak istercesine gözlerini yumdu. Oturduğu koltukta uyumaya ve unutmaya çalıştı.
 
Bahşiş

Bir pastanın otuz cent e satıldığı günlerde 10 yaşında bir çocuk pastaneye girdi.

Garson kız hemen koştu..

Çocuk sordu:

"Çukulatalı pasta kaç para?.."

"50 cent!.."

Çocuk cebinden çıkardığı bozukları saydı.

Bir daha sordu:

"Peki dondurma ne kadar.."

"35 cent" dedi garson kız sabırsızlıkla..

Dükkanda yığınla müşteri vardı ve kız hepsine tek başına koşuşturuyordu.

Bu çocukla daha ne kadar vakit geçirebilirdi ki..

Çocuk parasını bir daha saydı ve

"Bir dondurma alabilir miyim lütfen" dedi.

Kız dondurmayı getirdi.

Fişi tabağın kenarına koydu ve öteki masaya koştu.

Çocuk dondurmasını bitirdi.

Fişi kasaya ödedi.

Garson kız masayı temizlemek üzere geldiğinde, gözleri doldu birden.

Masayı sanki akan yaşlar temizleyecekti.



Boş dondurma tabağının yanında çocuğun bıraktığı 15 centlik bahşiş duruyordu..
 
Yıkıntılar Arasında Aşk-II

Moskova’da, her gün bir çok handikap yaşanıyordu. Birileri kaygan zeminde koltuğunu muhafaza etmeye çalışırken, diğer bir yanda bu kaygan koltuğa tırmanmak isteyenlerin planlarıyla doluydu. Bu topraklarda yaşamak bile, özel bir gayrete ve biraz da şansa bağlıydı. İşler her geçen gün biraz daha çetrefilleşiyordu. Her ne kadar bu tür işlerden uzak durmak istemesine rağmen; bu güne kadar bulaştığı ve aldığı görevlerden dolayı bir kenara çekilerek, sade bir vatandaş gibi yaşaması da mümkün değildi. Çoğu zaman evli bile olduğunu unutuyordu. Elena’nın küserek, evi terk ederek, gidişi üzerinden bir yıldan fazla olmuştu. Yaşadığı gaileler yüzünden aklına bile düşmediği zamanlar çok oluyordu.
Diğer yanda işler, her geçen gün biraz daha karışıyordu. Her geçen gün rakiplerin takibi üzerinden eksik olmuyordu. Yine bir takibe uğramıştı. Önceleri farkında olmayarak yerinden oynattığı taşların altındaki böcekleri rahatsız etmişti. Birilerinin tasallutundan, saldırılarından korunması gerekiyordu. Taksiyle önce Marks meydanına, sonra Kalinin meydanına çıktı. Ukrayna otelinin önünden Moskova ırmağını geçerek Kutuzov meydanına, ordan da ara sokaklara birine girerek izini kayıp ettirmişti. Kentte gerçek dışı bir hava vardı. Kasavetli ve kurşuni renkteydi. Sokaklar genişti ama kötü aydınlanıyordu. Kıl payı kurtulmuştu. Yorgun ve bitkindi. Gidebileceği bir yer de yoktu. Sisteme duyduğu nefret her geçen gün biraz daha artıyordu. Sovyetler, imtiyazlı sınıfın en ünlü zalimleriyle doluydu. ‘Şiddet ve çatışmayı değişmez doğa yasası’ diye adlandıran Darwin’e ve onun peşinden giderek, oyuz yılda otuz milyon insanı açlıktan, sefaletten, vatana ihanetten ve keyfiyetten ölüme sunan Stalin’e, ağza alınmayacak küfürler savurdu. Düğümün üzerinde toplandığı kişiyi bulmaya kararlıydı. Şehirden tamamen uzaklaşmıştı. Takip edende görünmüyordu ama ayağını yinede gaz pedalından çekmedi. Aklına Veronika geldi.
Veronika, Elena’nın üniversitede oda arkadaşlarından biriydi. Veronika Tula’da oturuyordu. Onu bulmak için, şehirde bir telefon rehberi buldu. Adres ve telefonunu aldı. Aradığı adrese geldiğinde, evin ışıkları yanmıyordu. Zili çaldı, açan olmadı. Anlaşılan henüz gelmemişti. Uzun bir süre, dışarısı soğuk olduğu için, bir kafeteryada oyalanarak onu bekledi. Veronika eve geldiğinde, saat dokuzu gösteriyordu. Şık ve başarılı bir iş kadınıydı. Anahtarıyla kapıyı açmaya çalışırken, İvan : ‘Veronika’ dedi yavaşça.
Kadın sıçradı. “Kim var orada?”
“Ben İvan!”
“Tanrım, İvan. Sensin.” Kadın çok korkmuştu. Çantasını düşürdü.
“Veronika, yardımına ihtiyacım var.” İvan çok perişan görünüyordu.
Kadın isteksizce kapıyı açtı ve girmesi için işaret etti. “Yemek yedin mi?”
“Hayır” dedi İvan.
“Bir şeyler hazırlarım.” Veronika’nın korkusu kalmamıştı. “İçki ister misin? Özür dilerim. Viskiden başkası kalmamış. Gazeteleri okudum. Baban öldürülmüş, katil zanlısı olarak arandığını yazıyordu.”
“İnanıyor musun?”
“Neye inanacağımı bilmiyorum. Ama saklandığını tahmin ediyorum.”
“Sadece bir iki gece için… Başını belaya sokmak istemiyorum.”
“İyi ama kimden kaçıyorsun?” Ben mutfakta bir şeyler hazırlarken, bir duş alabilirsin. Üzerine, eşofmanlardan birini giyebilirsin” Veronika, İvan duş alırken; kısa yollu bir şeyler hazırlamıştı. Tepsiyi alarak geldi. Viskileri yudumlayarak yemeklerini yediler. Veronika çok yakın oturmuştu, bacakları birbirine değiyordu. Hikayeyi yumuşatarak, bilmesi gereken kadarını anlattı. Veronika yine de şok oldu. Adını vereceğim kişinin adresi ve telefonu lazım. Ama kayıtlarda yok. Ancak özel yollarla onu temin edebilirsin ama, dikkat çekmemen lazım.”
“Tanrım!” dedi.
“İstediğini bulacağım. Tanıdığım biri var. Laf aramızda benden de biraz hoşlanıyor… Evli biri… ” Veronika akıllı, sözünü sakınmayan, kimi zaman insanları kıracak kadar açık sözlüydü. Çok çekici bir kadın olmuştu.
“İşinden hoşlanıyor musun?”
“Evet…”
“İstediğin bir işi yapıyorsun.”
“Evet” dedi Veronika, içkileri tazeledi. “Elena nasıl? Aranız iyi değil mi?”
“Ayrıldık, fakat boşanmadık.”
“Bunu duyduğuma sevindim” ama sesinde hiçte öyle bir ton yoktu. İçtikçe gevşiyordu. Kadını çekici buluyordu. Kadın da kendisi için aynı şeyi düşlüyor gibiydi.
“Biliyor musun, okuldayken siz ne zaman yatağa girseniz her şeyi duyardım” dedi, kışkırtıcı bir ifadeyle… Adam biraz daha yaklaştı, kadın da… Ona karşı duygularından korkuyordu. Kadının baş döndürücü parfümünü duyabiliyordu. Veronika ceketini çıkardı. İpek bluzunun altında büyük göğüslerini görebiliyordu. Birden onu soymak, çıplak görmek istedi ve bu arzusundan dolayı da utandı.
“Veronika bu yaptığımız yanlış.”
“Elena rahibe hayatı mı yaşıyor sanıyorsun” diye fısıldadı. İvan hiçbir şey söylemedi. Elini İvan’ın ensesinde ve saçlarında gezdirmeye başladı. İvan eğilip kadını öptü. Birlikte yatak odasına geçtiler. İvan onun bluzunu çıkardı. Göğüslerini öptü. Kendini hem suçlu hem de mutlu hissediyordu. İkisinin de uzun zamandır yaşamadıkları bir histi bu...
Sabah kalktığında Veronika işe gitmişti. İvan’ın istediği telefon ve adresi bulmuş ve telefonla İvan’a bildirmişti. Akşam eve döndüğünde; İvan yoktu. İvan kısa bir not yazarak evden, verilen adrese girmek üzere ayrılmıştı. Aradan bir iki gün geçmişti.
….
Veronika o gün yarım gün çalışıyordu. İşten çıkınca alışverişe gitmişti. Ekmek, süt, tavuk ve sebze kuyruğunda bekledi. ‘Beklemelerin bilerek planlandığından emindi. İnsanları bütün gün çalıştıran, günün sonunda karınlarını doyurabilmek için saatlerce bekleten sistematik yapıda devrim yapmaya kalkamayacak kadar yorgun bir toplum oluşturma çabası yatıyordu’ diye düşünüyordu. İvan’ın tekrar dönebileceğini ümit ediyordu. Elleri dolu olarak eve girmişti. Yorgundu. Yemekten sonra Pravda, İzvestiya gazeterinin sayfalarına bakıyordu. Gözüne bir ölüm ilanı ilişti. İyice bakınca, dün adres ve telefonunu aldığı adamdı. İvan onunla görüşmüş olmalıydı. Dediği gibi ona bulaşan öldürülüyordu. Düşündü, ne yapacağını bilmiyordu. İçini bir korku kapladı. ‘Bu nasıl bir şeydi? Bu ne biçim devlet, bu ne biçim sistem’ diyordu. Bir anlam ve mana vermiyordu.
Gece yarısı zil çaldı. İçini bir korku kapladı. O gece kimseyi beklemiyordu. Geceliğini ilikledi ve kapı deliğinden baktı. Üzerinde şık bir elbiseli bir adam duruyordu.
“Size İvan’dan bir mesaj getirdim.”
“Sizi dinliyorum.”
Adam gülümseyip omuz silkmişti. “Dışarı soğuk, sizi bir kaç saniye rahatsız edeceğim” Veronika tereddüt etti ve kilidi açtı. “Pekala” dedi ve adam hızla içeri daldı. Omuz vurup kadını yere düşürdü. Tabancası vardı.
“Lütfen yapma…” dedi dehşetle. Ayağa kalkmaya çalıştı.
“Kımıldama… İvan nereye gitti?”
“Bilmiyorum.”
“Yalan söyleme!”
“Gerçekten bilmiyorum.” Adam onu yatak odasına yöneltti. Tecavüz edecek diye korktu. “Yatağa yat...”
“Hayır. Lütfen yapma!”
“Sadece nereye gittiğini öğrenmek istiyorum. Seninle beraberdi. Bunu biliyoruz.”
Veronika dizlerinin büküldüğünü hissetti. Adam saldırıp onu yakaladı. Bir süre mücadele ettiler. Adam çok güçlüydü. Onunla baş etmesi de hemen hemen imkansızdı. Beklemediği bir anda arkadan yakalamıştı. Hareket etmesine fırsat vermeden boynunu kırdı. Bırakınca boş bir çuval gibi yere yuvarlanmıştı. Gelen adam, işini yapmanın rahatlığı içinde gecenin karanlığında ortadan yok oldu.

Uzun bir yoldan sonra gecenin geç saatlerinde İvan aradığı hedefe varmıştı. Korumalar tarafından sık ormanlar arasında kurulu olan taş binaya alındı. Salonda siyah takım elbiseli yaşlı bir adam oturuyordu. Ayağa kalıp İvan’nın elini sıktı.
“Sizi nerdeyse yitiriyorduk” dedi.
“Beni tanıyor musunuz?”
“Bu güne kadar nasıl korunduğunuzu zannediyordunuz?”
“Bu geç vakitte, sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim”
“Geç mi? Stalin’le çalıştığımızı unutuyorsunuz. O hep geceleri çalışırdı. Biz de öyle…”
“Çalışmak mı?”
“Anılarımı yazıyorum. Ama sağlığımda basılmayacak olan anılarımı… Gorbaçov ülkemiz için iyi şeyler yapıyor ama bu arada, gücünü yitiriyor. Bu ülkede, her zaman için, bir Stalin çıkma ihtimali var. Önce oturalım.” Bitişikteki oturma odasına geçip rahat koltuklara oturdular.
“Stalinciliğe inanıyor musunuz?”
“Hayır, inanmıyoruz. Asla bir daha Stalin çıkmaması için mücadele ediyoruz.”
“Kimsiniz?”
“Eski muhafızlar diyebilirsiniz. Örgütümüz yok. Etrafta olanları izler, dinleriz. Doğrudan müdahale etmeyiz. İstesek bile yapacak gücümüz yok. Demokrasi istemiyoruz çünkü onunla nasıl yaşayacağımızı bilmiyoruz. Rusya’da gerçek cesaret konuşmak ve açık etkenlik göstermek değil, gizlice manevra yapmak olduğunu pek çok akıllı kişiler bilir. Böylece daha çok iş başarırlar. ”
“Kızıl meydanın güneyinde Lenin’in mezarı var. Her gece binden fazla insan onu görmek için sıra bekler. Sıradan Rusların kafasında aziz mertebesindedir. Onun tahnit edilmiş cesedi öldüğü güne benzemektedir. Orada olduğu, değişmediği sürece komünizm güvencededir. Ceset zarar görürse, büyük tehlikeler zuhur edeceğine, bu düşün sona ereceğine inanmaktadırlar. Zehirlenmiş bir cesette tahnit işe yaramaz. Lenin çayı şekerli içerdi. Kalp krizi geçirmesine rağmen ölümünü garantilemek için; Stalin çay şekerine zehir koydurmuştu. Cesedini yaktılar. Balmumundan heykelini yapıp yerine koydular. Eğer Rus tarihini bilmiyorsanız asla gerçek bir Sovyet uzmanı olmazsınız. İlk Rus devleti 11. yüzyılda Kiev’de Kievan Rus olarak kurulduğunu, bu gün Kiev ise Ukrayna’nın başkenti odlunu pek ala biliyorsunuzdur.”
“Sovyet Askeri arşivleri Moskova’nın Latartova’daki Bishaya pirogovskaya sokağındaki soluk beyaz renkli, klasik tarzda yapılmış taş binada olduğunu pek az kişi bilir. KGB’nin merkez karargahı Moskova’nın dışında Yasenova ilçesinde yeni ve güzel bir binadır. En gelişmiş özel araştırmalar için bir de adli tıp laboratuarı hizmet verir. Sovyet hükümetinin nerde olursa olsun ilgilendiği, patlayan her bomba burada incelenir. Babanız savaş kurbanlarından sadece biriydi. O soğuk savaş sancıları arasında kaldı.”
“Bir darbe hazırlığından haberiniz vardı değil mi?” Bunu nerden çıkardınız dercesine başını salladı. İvan her şeyi anlattı. Yarın belki de çok geç olacak…” dedi.
Yaşlı adam yumruk yemiş gibiydi.
“Olamaz. Ama Haklısınız. Bu yönde bir çok belirti vardı. Ardı arkası kesilmeyen cinayetler, manevralar, anlamsız gibi görünen bir yığın tayinler…” Lenin’in sekreteri Amerika’da, Stalin’in villasında yemeğe katılanların tek tek hepsi öldürüldüğünü bildiğinizden eminim. Her yerde bize çalışan adamlarımız var. En tepeden en alt kademeye kadar. Şoför sizi biriyle buluşturacak. Birlikte hareket edersiniz.”
“Çok az zamanımız kaldı.”
“Şoförüm sizi Moskova’ya ***ürebilir. Ancak çok acele etmeniz gerekiyor.” Birkaç yere telefon etti. KGB tarafından dinlenen telefonlar, daha konuşma bitirilmeden birden kesilmişti.
“Telefonları dinliyorlardı. Kestiler. Telefonla ulaşmamız zor. Size şoförümü vereceğim. Sizi, ekiple buluşturacak. Size de büyük gayret düşüyor.”
Sabaha karşı Moskova’ya varmışlardı. Kent gece karanlığında çok ıssız ve kimse yaşamıyormuş gibi korkunç gözüküyordu. ‘Bütün ip uçları devrim bayramında bir askeri darbe girişimi olacağının işaretlerini veriyordu. Darbeyi kim planlayabilirdi? Bir general… Bir politbüro üyesi veya Kremlin’den biri… Ama darbe yapacak olan, tören alanında olmamalı, planı yönetebilmek için… Yüksek mevkideki birinin törene gelmemesi için tek bir sebep gerek ki oda çok ağır hasta olması gerekir’ diye düşünüyordu.
Yuri Andrepov’da böbreklerinden hasta olmasına rağmen, resmi açıklamalarda grip olduğu bildirilmemiş miydi? Gerçekler ise kulaktan kulağa yayılmıştı. Moskova’da bir söylentiler kentiydi. Söylentiler ise çok hızlı yayılırdı.
Kırmızı granitten, yunan tarzı, Moskova’nın ortasında, Lenin kütüphanesinin karşısındaki Kremlin kliniğinin çevresi yüksek parmaklıklarla çevriliydi. Sovyetlerin üst düzey yöneticileri burada tedavi görüyor, her şey üst düzey gizillilikteydi. Doktorlar çok yüksek bir elemden geçiyor, etnik kökenden dolayı Rus olmayana izin verilmiyordu. En kaliteli ve en pahalı donanım ile ilaçlara sahip olmasına rağmen, en iyi tıbbi tedaviyi sunamıyorlardı. Klinik arşiv ve bilgisayar kayıtlarına girildi. İz bulunmuştu. Bu durum KGB’nin ikaz sistemlerinde sinyali vermişti.. Klinik arşiv sorumlusu, odasına ölü bulunmuştu. Sabah erken kalp spazmı teşhisiyle hastaneye getirilen KGB müdürüydü. Plan gereği kayıt ve görünme faslından sonra acil sevkle oradan uzaklaştırılıyordu. Gelmesi planlanan ambulansın yerine bir başka ambulansın geldiğini oyuna düşürülünce anlamıştı. Ava giderken avlandığını anladığında iş işten geçmişti.
Darbe son anda önlenmişti. Tören alanında Lenin mozolesi altına yerleştirilen bomba tesirsiz hale getirilerek büyük bir faciadan dönülmüştü. İvan’ın yılmak nedir bilmeyen mücadele ve gayreti başkan tarafından takdir edilmiş, atması yapılmış ve uzun bir tatille ödüllendirilmişti. Haber vermeden, yıkık olan evliliğini tamir etmek üzere Elena’ya uçuyordu.
 
Ben Bir Kadınım Anadoluda

ANI-ÖYKÜ

N’irlerdeydin a oğul, n’irlerdeydin şinciye gadar. Hoş gelmişsen, sefa getirmişsen halın geyfin nasıl, nassın nedirsin, o gavur dinli memleketlerde bah saçlarım ağardı, belim büküldü, iki denecik dişim galdı. Hala doğuruyom kör mirzo’nun gancığı gibi. Uslanmıyo-bıkmıyoki, şu bizim yere batasıca herif; bende heeç bi şey bilmiyomki, ne yapsahta ne itsek, doğurmıyak.

Eee! hadine, biz bi şey bilmiyok cahalık, okuyamamışık , mektep kitap yüzü görmemışik. Emme şu bizim hökümattamı cahal; elini uzatmıyo içimize bi okumuş tohtor, i’mamur göndermiyoki, onnar barine bize belletsinler. Bi tek bizim gibi cahal bir cami imamı yolluyorlar, o da zabah akşam namaz gıldırıyo, gocalarımızı gışgışlıyo guvat. Deyomişki; gadın milleti yalnızcene çalışacak çocuk doğuracak, gonuşmıyacak, gadın ümmeti Muhamet’ten deyil iblisi şeytandan ve heeç bi zaman mümini müslim olamıyacak, çünkim aklı gısa saçı uzunmuş . A be oğul sen ne dirsin bu işe ? Acab doğrumu ola bu guvattın dediği ! Oturda bi güzelcene anlat bize sen ecnebileri gezmişsen okumuşsan, hemide abukat gibi çoh eyi gonişirsen…

A oğul annat, birezimide o gavurun düvelini annat. Onların hastahanaları, tohtorları, hemi de her bi şeyleri varmış. Hem onnar okurlarmış, gadın herif ayırdımı yapmıyolarmış. Evlerinde sandıhlar dolusu kitaplar varmış. Nassı ediyorlar nassı beceriyolar emme, iki denede fazlecene doğurmıyorlarmış. Bilmiyom onnarın gocaları bizim heriflerden başkamı ola? Birde bizim gonşu hatça n’irden duyduysa duymuş, şeherli avradlar canları istemeyince erleriyle yatmazlarmış deyo. Hii biz böle bi şey yapsah eşşeğ sudan gelinceye gadar zopayı yerik vallam. Heraldem şeherliler gocalarından gorkmuyolar.

Dokuz dene doğurdum aha bu garnımdaki on. Dört dene de düşüg n’itti orasını bi sen hisap it işte. Kövlük yerde çocuğ çoh oldumi eyi oluyo deyo gocam olacak herif ; mala gediyo, bağa , suya , dağa oduna gediyo, çift sürüyo, ekin biçiyo, ne bilem her bi şeye çocuk i’lazım işte. Emme doğurmaktan iflahım kesildi gari, gocam bunu düşünmeyoki, hemi düşünsede o da benim gibi cahal gücücük yaşta evermiş bubamız, daha gırk yaşına varmadan on-on beş dene çocuğumuz oluyo. A ha bu garnımdaki, bu gün yarın doğacak yarın ekin biçmeye gediyom, düşsün deyyom düşmeyoki. Gari garnım burnuma geldi. Önceleri düşüg olsun deyi çoh uğraştımdı, emme düşmedi sankim doğupta sizinle bir i’rezil ulacam deyi direniyo.

Eee! virdigin güccük habları, her gün yutacağım deymi? Ya bitince! Hollandi’yadan bana yenisini göndericen mi? Valla oğul Allah’dan aşağı bi sana güveniyom, inşalla gebe bırakmazda virdiğin hablar. Bu i’rezillikten gurtarır bizi.

Ayaklarına gurban olam oğul; şincik açsan yorgunsan uzun yol yorgunusan, sana gayganalar edemde garnını bi gozelcene doyur. Sonrada su gaynatam dökün, bir i’rahatcene uyu yorgunluğun getsin.
Sen benim süt oğlumsan zahar, i’rahmetli anan hastaydıda seni ben emzirdimdi. A ha bu gızımla birlik bi yavrumda sensin zahar.

Gönderdiğin esvabları çocuklara giydirmiyom kör olamki gendimde giymiyom, herifede giydirmiyom, senin düğününde giyineceğiz deyi, sahlayıp duruyom işte. Evlenmiyon mu? A oğul sen geldin deyi köyün hepi kızları süsleniyo, püsleniyo. A ha haydoların fadisi senin akranın üçüncüyü doğruyo valla. Ama gendin biliyon ya oğul, sen bizim gibi cahal degilsin…..

Gusura galma oğul hep ben gonuştum, şinciye gadar güvendiğim her bi şeyi eyi bilen okumuş biriynen heç gonuşmadımdı. Biz hep böyle şeyleri gonşu gadınlarınan gonuşuruk emme onnarda benim gibi cahal, onnarında akılları böle şeylere ermiyo…

Hep o okumuş mektep yüzü görmüş, şeher hanımlarını düşünüyonuz. Sizi hep biz doğuruyok, sizin için çalışıyok sizin için gecemizi gündüzümüze gatıyok. Horozlardan önce uyanuyok, her bişeyimiz sizin için işte sizde accık bizi düşünün. Gızma oğul gücüne getmesin bu laflarım, bu laflarıma gızıpta o gül hatırın gırılmasın emi….

Deşme bizi gurbanın olam oğul, bizim yüreğimizin her bi yerinde yara var, her bi köşesinde bin çıban ganar, hemi de oluk oluk… daha bıldır benim ceylan gızım selvi boylum gadersizim yazı da doğurduda, kan gaybından öldü getti gocasının gollarında çiçeği burnunda gencecikken a ha bu yetimlerde onun, deşme bizi a oğul deşme irinimizi. Gonuşursam çoh kötü gonuşuram hemide çoh çoh kötü, bizi bu hallarda bırakanlara……

Gidersen a oğul gazatalara yaz bizi, kitablara yaz, hemi de goca goca kitaplara, tohturlara, hökümatlara, devlet bubalara deki; kövlü avradlarımız dağda odun keserken doğuruyo, çapa yaparken doğuruyo, ekin biçerken doğuruyo, hemi de bi sürü doğuruyo memlekete asker ediyorlar. Çoğu sahapsız tohtursuz ölüp gediyo kövlük yerde. Onnar heç bi şey bilmeyo emme, genede sizin için vatanı için calışıyo cabalıyo de.. ..

Unutma oğul bu laflarımı buradan gedince dertlerimizi oraların böyüklüğü arasına gömme, yohsaman sütümü helal itmem oğul.

Uğurlar ola yigid oğul helal süt emmiş oğul, uğurlar ola arkanı unutma emi.. sus ‘’Kiraz Ana ağlama’’ dedim; gözlerini yazmasıyla silerek ağlamaklı bir sesle ‘’’ben sevincimden ağlarım a oğul sevincimden’’ dedi. Göz yaşı döken gözleriyle gülüyordu sanki, güle güle oğlum güle güle..

Tez mektub yaz emi mektuuub bizi unutma. Daha bir şeyler dedi ama anlıyamadım. At yol alıp onlardan uzklaşmıştım. Kiraz ****** elini gediği aşıncaya kadar çırpınan bir kuş kanadı gibi, bir süre daha izlemıştim

Bu dağ köylerinde unutulmuş gün görmemiş Kiraz Analardan ayrılırken, kader dedikleri o lanet şey, hainin zulmü gibi ağır gelmişti bana. Ve yılan gibi keleplenmişti, böğrümün üzerine hüzün. Buna rağmen yinede sevinç ak köpükler gibi kabarıyordu derinlerimde, içerimde yitip giden bir mutluluğün acılığı ile

Gözlerime koşuşan yaşları tutabilmek için durmadan dudaklarımı ısırıyordum, yinede bir şeyler akıyordu içerime ılık ılık…. Bir şeyler ki adlandıramadığım………

Anadolu Yaslı Gelin

Ben bir kızım anadoluda
doğmadan sönmüş yıldızım
anamın ak sütü gibiyim
suçsuzum günahsızım

doğmuşum ahırda, büyümüşüm yabanda
mektep yüzü görmemişim
satılmışım mal gibi, tarla gibi
al demişler almışım, kal demişler kalmışım
insan değilim yeryüzünde
çağımın gerisinde bırakılmışım
bahtsızlığım ezo gelinlerde türküleşmiş

ben bir kadınım anadoluda
yoksuluk içinde yaşarım, yamalı giysiler içinde
baharımı yaşayamadan kararıp kalır düşlerim
kazma saplarındayım, buğday başaklarında
haziranın kırk derece sıcağında yoldaş olup erime
orak biçerim ağa tarlalarında
ellerim nasır, tabanlarım yarık
çatlak çatlak dudaklarım
demem kimseye niye çatladığını
küskünlüğüm kendime, küskünlüğüm hayata
küskünlüğüm dünyaya
küskünlüğüm kavruk bir bozkır çiçeği

ben bir kadınım anadoluda
yas içinde yaşarım, karalar içinde
her gün küçük çocuğumu kilitleyip evime
yanıma alıp kızamıklısını her sabah
belime bağladığım ekmek çıkınıyla
çapaya, çifte, oduna giderim
son çocuğumu tarlada doğurup
can veririm bozkırın kollarında
gelmez kimseler imdadıma

ben bir anayım anadoluda
umudum harman yeri, saçlarım süpürge
yangınlı sevdaların yurdu yüreğim
bereket memelerimde savrulur
göğsümde beslenir Türkiye
kitaplar yazmaz beni, şairler tanımaz
yalnızca bir simgeyim

ben bir anayım anadoluda
ben bir bacıyım
yaralı bir yüreğim, paramparçayım
kah zincire vurulmuş köle, kah baştacıyım
kah gözyaşıyım, kah acıyım
ağıtlar dudağımda kanar, ırmaklar çığlığımda
taş olsam dayanırdım, toprak olsam dayanır
ama ben bir anayım
dağlarımca oğullarım , dallarımca kızlarım var

yaşlı bir çınarım ulu mu ulu
gövdem ihanetlerin izleriyle dolu
öfkem bu çileyi reva görenleredir
duyun beni ey, tanıyın beni
ben Zaza güzeli, ben kürt kızıyım
ben yörük esmeri. ben laz gelini
her zulme boyun eğmiş, her acıya razıyım

bağırsam da duyulmuyor sesim
kıbeleyim ben, helenim, belkısım
kezbanım, nergizim
mezopotanyayım, likyalı prensesim
fatmayım, emineyim, cankızım
namert ellerimle doğurdum sizi
duyun beni tanıyın beni
ben anadoluyum anadolu
gencecik ölümlerin yaslı gelini
 
Değnek

Sonbahar yapraklarla dans etmeye başlamıştı.sararmış yüzlerinde zamanı kabullenmiş yatarken yerlerde yapraklar ben yine tasmalarının içinde bir tabunun esiriyim.kimliksiz zamanların kendini olmadığı gibi gösterme çabalarına kanmış bir serseriyim.

Yazıyorum.belki laf olsun diye,yada beğenilme ümidiyle.kim bilir…senin bilmediğini kim bilir…canı sıkılmış bir ruhu zaptedemeyen bir ben var karşımda.birde iki ucu boklu bir değnek…bakıyorum şu son bir haftama,gülüyorum.iyi ve kötü arasında zaman bu kadar mı adil davranır, düşünüyorum…daha düne kadar durmuş iken dünya şimdi bu denli hızlı dönmesi,başımı döndürmesi…anlam veremiyordum eskiden olsa.şimdiyse zamanın bu dengesiz dengesini kabullenmekten başka ne yapabilirim ki?

Zaman ese dursun ruhların özünde,ben şimdiyi yaşıyorum yarını unutmuş kadar sarhoş…bir yanımda kötüler diğer yanımda iyiler,yürüyorum bir çelişkinin üzerinde.ilk defa adım atıyorum iki ucu boklu değnekte.bir şarkıda geçiyordu “bu ne beter çizgidir bu ,bu ne çıldırtan denge…yaprak döker bir yanımız ,bir yanımız bahar bahçe…”ne çok severim bu şarkıyı…
Daha önce varolmadığım bir duygunun zamansızlığında düşünüyorum şimdi bu şarkıyı…anlamazmışım meğerse bu dizeleri o zaman.şimdi ilk defa anlam yüklerken kelimelere şahit oluyorum zamana.hayalini kurduğum ve yanıldığım bir düşün içinde geçmişimi özlüyorum geleceğin heyecanından korkarak.

Evet bir yanım yapraklarını döke dursun geçmişe kapılıp,bir yanımsa bahar bahçe çiçekle dolansın ruhum…takılıp kalmaktansa hayatın bir kısır döngüsüne ,varsın olsun ,bozulsun bu değneğin dengesi.parmaklarımı yazılarda unutmuş ruhum ilerlerken seçilmeyi bekleyen yollar ayrımına garip bir korkunun aptalca bir özlemini çekiyorum kalbimde.düşünüyorum yazmayı bırakıp.iyi yada kötü, var mı birbirinden farkı?aynı çelişkinin iki kenarı değil miydi yoksa?yalansa eğer gerçek, en büyük kanıtıdır iki ucu boklu değnek.
 
Veronika

Veronika on beş yaşındaydı. Çocuk yerine konmaktan nefret ediyordu. Babası bir anarşistti. Önce idama mahkum edilmiş, sonra ömür boyu hapse çevrilmişti. Şimdi Sibirya’da cezasını çekmekteydi. Babasının yokluğundan beri sürekli yoksulluk endişesiyle yaşamışlardı. Anneleri kırk yaşlarında ufak tefek ve tombul bir kadındı. Çok korkaktı. Erkeklerden korkardı. Belki de bu yüzden sık sık birlikte olduğu erkekleri değiştirir, kucaktan kucağa dolaşırdı. Birilerini inandırmak için ellerini kalbinin üstünde tutarak inandırmak gibi bir adeti vardı. Gerçeği düşünmekten korkuyor, dehşete düşüyordu.
“Annem o kadar iyi bir kadın ki, onun günahkar olması imkansız,” diye kendi kendini avutmaya, kendini inandırmaya çalışmış, gördüklerine ve duyduklarına zamanla kendi de alışmıştı.
Veronika, her yönden gelişmiş çok güzel ve iyi kalpli bir kızdı. Görenler onu on sekiz yaşında, hatta daha büyük sanıyorlardı. Kendisini ilgilendirmeyen şeylerle uğraşmayı gereksiz görürdü. Sessiz ve yumuşak bir şekilde hareket ederdi. Açık renk gözleri, sarı saçları onu daha da güzelleştiriyordu. Markel varlıklı ve kazancı da yerinde, babasının bir arkadaşıydı. Kapısını çalması, ondan yardım talebinde bulunmasını bir fırsat bilmiş, rüşvet olarak tenini istemişti. Adam, içindeki uyumakta olan hayvanı uyandırmıştı. Reddedince de iç yüzü açığa çıkmıştı.
“Senin ****** oruspu olduğunu, ben çok iyi bilirim. Seni de babanın gözü önünde başka birinden peydahlamıştı.” Sözlerini isteyip de, istediğini alamamanın hırsıyla söylenmiş olarak görmeye çalışıyordu. Eline geçirdiği aletlerden biriyle saldırmıştı. Ama tutmuşlardı. Öldürmesine fırsat vermemişlerdi. Elinden kurtularak, kapıyı kırarcasına çarparak çıkıp gitmişti. Bu komünist düzenin kurbanlarından sarhoş biri de, kinini yoldaşlarından çıkarmaya çalışıyordu. Öfkesinden sanki bu komünist sisteme, bu sistemin tahrip ettiği ve hayatı yaşanılmazlığına tükürüyormuşçasına yere tükürdü. Bu düzenden duyduğu nefreti, hiçbir zaman bu kadar güçlü duymamıştı. Arkasından hiçbir şey olmamış gibi bağırıyordu.
“Nereye gidiyorsun?”
“Cehennemin dibine…” ‘Komünistlerin gidecek başka bir yerler mi var sanki?’ Diye söyleniyordu. Elindeki paso ile Rusya’yı baştan başa bedava, ücretsiz ve rahat dolaşabilirdi. İnsanların üzerlerine giyecek doğru dürüst bir şeyleri yoktu. Paçavralar içerisinde geziyorlardı. Büyük başlar zenginlik ve sefahat içerisinde yüzerken; halkın çoğunluğu açlıktan nefesi kokuyordu.
Eve geldiğinde öfkesi bir hayli geçmişti.

Doğanın vücuduna sunduğu merkezde şiddetle odaklanan bir ateş yanıyordu. Gittikçe kızaran yanakları iffetlikten çok arzuyu yansıtıyordu. Yanan mum tüm gövdesini aydınlatıyor, adamın eli cömertçe vücudunda özgürce davranıyordu. Hazzın alevleri içine işliyor, alışkanlıkla edindiği ahlak anlayışı, güneşin sıcağında buharlaşan çiy tanesi gibi eriyip yok oluyordu. Hazzın bastırılmamış lezzetine kendi de katılıyordu.
Sık sık bir araya geldiler.
Annesi olup bitenleri bilse kendisini öldürürdü. Öldürür sonra da intihar ederdi. Nasıl olmuştu bu iş? Şimdi düşmüş bir kadındı. Nasıl olmuştu bu? Başını kaldırmadan omuzları sarsılırcasına ağlıyordu. Veronika’nın eşsiz güzelliği sanki kutsal gibi bir şeydi. Gözlerini yumarak ‘Veronika’ diye mırıldanıyordu. Yatağın üzerine dağılmış saçlarının güzelliği gözlerini kamaştırıyor, yüreğine kadar işliyordu. Veronika’yı içinden atamıyordu. Tutuklu bulunan bir arkadaşının kızı olan Veronika bir gönül eğlencesi olmaktan çıkmalıydı.
Veronika’ya saçlarına kır düşmüş, babası yaşındaki adam, kendisi için zaman ve para harcaması gururunu okşuyordu. Duyduğu zevk kendisinin de karşılık vermesine sebep oluyordu. Yaş*****, planlarını ve hayallerini alt üst etmişti. Şimdi onun kölesi olmuştu. Kendini tümüyle ona veriyor, her istediğini yerine getiriyor, bundan da utanç duyuyordu. Yaşça büyük olması mıydı, yoksa anasının ona muhtaç olması mıydı onun bu istediğini yaptıran? Yakalandığı bu örümcek ağından kurtulmak istedikçe içine her geçen gün biraz daha batıyordu. İnsanda ar, namus, kişilik ve onur biterse geriye bir şey kalmıyordu.
“Onunla evlensem ne olur ki?” diye düşündükçe içini bir sıkıntı kaplıyordu. Veronika da diğer insanlar gibi dindar değildi. İbadette etmezdi. Eve geldiğinde annesini yatağın üstünde, yarı çıplak, gözyaşı, su ve terden saçları birbirine karışmış şekilde yatıyor bulunca aptallaştı. Şaşırdı. Dondu kaldı. Annesi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Aşağıdan yırtık bir kadının, kulakları tırmalayan nahoş bağırtıları geliyordu. “Sürtük başımıza bela oldu. Önüne gelenle düşüp kalkıyor, bir de kalkmış namusluluk taslıyor. Tutmuş kendini zehirlemiş kaltak.” Veronika kadının söylediklerini duymamak için kulaklarını kapattı. Ama duyduğu sözler beyninde yankılanıp duruyordu.
“İnsanlar bana hep kötülük ettiler. Oysa sen kalkmış bu kötülüklerin benim iyiliğim için olduğunu söylüyorsun. Aklımı kaçırdım herhalde. Olanlardan hiçbir şey anlamıyorum,” diye dert yanıyordu.
“Tanrı aldatılanlara acısın” derken kendini de aldatılmışların içinde saymaktan da geri durmuyordu.
“Veronika, Ölüm kapımı çalmak üzere… Çok korkuyorum” gözyaşları yanaklarından akıyordu. “Öğretmediler ama ölümden sonra bir hayatın olduğuna ben de inanmak istiyorum. Hayat sadece dünyayla sınırlı olmamalı değil mi?” diye kendini inanmaya zorladıysa da, yaşantısı asla temiz ve dürüst olmamıştı. Toprağa karışıp, böceklere yem olmak onu korkutuyordu. Ölümle pençeleşmişti ve ölüm ona galip gelmişti. Annesinin ölümü üzerine basit bir tören ve halkın yardımıyla mezarlığa gömülmüştü. Uzun zamandan beri baba da yoktu. Komünizmin sunduğu açlık ve sefaletten babasının sağ kurtulmasının asla imkanı yoktu. Müebbet bir hapis…
….
“Veronika liseyi bitirmişti. Evden ve yaşadığı çevreden uzaklaşmak istiyordu. Daha doğrusu kaçmak istiyordu. Okuldan bir arkadaşının, babasına tavsiyesi üzerine; o yaz dadılık yapmak üzere bir iş bulununca tereddüt etmeden kabul etmişti. Bunu buralardan uzaklaşmak için bir fırsat olarak görüyordu. O yaz çok görev aldı. Çok yorulmuş, sinirleri yıpranmış hatta alıngan olmaya başlamıştı. Bu durum doğal yapısını bozuyor, güzelliğini gölgeliyordu. Diğer yanda abisi, kumar oynayarak borçlandığını, ödeyemezse ya öldürüleceğini veya intihar edeceğini söyleyerek ince damarına basıyordu. Kumar borçlarını ‘son defa’ ödenmek sözü üzerine; yanlarında çalıştığı insanlardan borç para almıştı. Onurlu bir kız olduğundan borcunu ödemek istiyordu. Abisi yüzünden kendini bir rehine gibi görüyordu. Elinden bir şey gelmediğini gördükçe de huzursuzluğu artıyordu. Sinirleri yıprandığından kendine gösterilen ilgiyi de ilgisizliği de hep olumsuz değerlendiriyordu. Verilen partiler, eğlenceler, danslar, yüzmelerde, aradığı huzuru bir türlü bulamıyordu. Her geçen gün hayat çekilmez oluyordu. Tüm ilişkilerden uzak, bambaşka bir hayat olsun istiyordu.
Markel’in ağından bir türlü kurtulamıyordu. Bir toplantıda onu öldürmek kastıyla tabancayla ateş etmesine rağmen; isabet ettirememiş, bayılmıştı. Markel bir yolun bulup olayı örtbas etmişti. Ona bir oda tutmuş ve bütün masrafını üstlenmişti. Bu vahşi kızın ne yapacağı belli olmazdı. Ondan uzak durmayı ve bir daha el sürmemeye kararlı görünüyordu. Aksi takdirde yaşamına ve mevkisine gölge düşüreceğinden korkuyordu.
Liseden sınıf arkadaşlarından olan Yuri’nin evlilik ısrarlarına dayanamamıştı. Ona :
“Ben çok kötü bir kadınım. Bunu bilmiyorsun. Sana her şeyi anlattım. Benden uzaklaş. Beni unut. Ben sana layık değilim, Defolu bir kızla evlenmek istemezsin herhalde…” sözleriyle bile, Yuri’yi ikna edememişti. Yuri hiçbir şeyi görmüyordu. Bir Pazar sabahı evlendiler. Gece boyunca konuşmaları sabaha kadar sürdü. Yuri bir yandan mutluluğun doruğuna çıkarken, diğer yandan da duyduklarına uyum göstermiyor, kabullenemiyordu.
Veronika’nın insanları baştan çıkaracak kadar güzel olduğunu biliyordu. Yuri’nin kendi kendine verdiği bir kararla gönüllü olarak savunma bakanlığından görev talep etmiş ve bu isteği de kabul edilmişti. Veronika, bunun da onun garip şakalarından biri olduğunu zannediyordu. Ama gitme isteğinin bununla ilgili değildi. Ona karşı duygularının aşırılığını bir anne gibi sandığı şeklinde değerlendirmesi olduğunu anladı. Buna başkaldırı olduğunu anlamıştı. Ama bütün ısrarları onu ikna etmeye yetmemişti. Yaşamı boyunca uğradığı, en büyük yenilgilerinden biriydi bu. Umutları yıkılmıştı. Önceleri seyrek birkaç mektup gelmiş, sonradan hiç gelmez olmuştu. Yuri’nin ölümünü bildiren bir mektup aldı.
Yıkılan umutları arasında Kiev’e döndü. Üniversiteye kaydoldu. Yeniden, sil baştan, yeni bir hayata başlamak korkusu onu ürkütüyordu.
 
Tarif

Adamın biri, ilk defa gittiği küçük bir kasabada şaşkın şaşkın gezindikten sonra yol kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa:
- Buraların yabancısıyım, demiş. Parkın hemen yanıbaşındaki fırını arıyorum. Çok yakın olduğunu söylediler.
Çocuk, arabanın penceresini iyice açtıktan sonra:
- Ben de buraya ilk defa geliyorum, demiş. Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde.
Adam, çocuğun da yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını sormuş ister istemez.
Çocuk:
- Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz? diye gülümsemiş. Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten.
- İyi ama, demiş adam. Bunların parktan değil de tek bir ağaçtan gelmediği ne malûm?
- Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez, diye atılmış çocuk. Üstelik, manolya lar da katılıyor onlara. Hem biraz derin nefes alırsanız, fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu duyacaksınız.
Adam, gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, cebinden bir kağıt para çıkartıp teşekkür ederken farketmiş onun kör olduğunu. Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış, adamın kendisini farkettiğini.
Işığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken:
- Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim, demiş. Görmeyi o kadar çok özledim ki. Sizinkiler sağlam öyle değil mi?
Adam, çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına yönelirken:
- Artık emin değilim, demiş. Emin olduğum tek şey, benden iyi gördüğündür...
 
Sevginin Gül Rengi

Ne zaman “bayram” dense
Gizli bir körük yelpazelenir yaram üstünde
Tozu gözümü yakar, közü yüreğimi
Bir yerde sevgiler ağlar benimle


Küçücük bir çocuktum o zamanlar. Yedi veya sekiz yaşlarında. Kokusuna doyamadığım, sıcaklığını doyasıya içime sindiremediğim annemi kaybetmiştim. Saçımı okşayacak bir anam yoktu artık. Ne de sırtımı örtecek şefkatli bir el. Amansız bir hastalık dediler adına, çocuk aklım ermedi. Çocuk aklım ermedi anayı yavrusundan ayıran, eti tırnağından söken, sevgileri linç eden, adına “ölüm” denen bu “göç” ü. Geceler benimle ağladı sessiz sessiz... Günler benimle... Sabahlar benimle...
Bulutlarda yüzü şekilleniyordu sanki anamın gökyüzünde, her özlediğimde baktığım. Yağmur yağmur iniyordu elleri yüzümü okşarcasına. Yağmurun elleri anam kadar sıcaktı... Bir okadar soğuktum ben, bir okadar ürkek, bir okadar masum ve korunmaya muhtaç. Hani yaprağı titrer ya bir çiçeğin; Bilmez niye... Titrer ya içi bir çocuğun, hüzün iner gözlerine ... Üzülür, üşür ve koynuna sokar ellerini ısınmak için. Bir avuç bulamadığından kendine...

Bulutlar ve ben hep aynı yerdeyiz hala. Özlemlerin vuslatında. Kimsesizliğin ayazında...
Bulutlarda bir resim.
Elimden tutuşunu hatırlıyorum bir gün babamın,”Hadi gel” deyişini.”Köye gidiyoruz, ninenler bizi bekliyor, seni oraya bırakacağım” Küçücük yüreğimden taşan acılarımla son bir kez daha bakıp odama selamlıyorum bulutları.
Yeşilin her tonu, göz alabildiğince, sözleşmişçesine, burada toplanmıştı sanki. Adını bilmediğim dünya kadar böcek ve kuş. Gökkuşaği bir halı gibi serilmişti çiçek çiçek... Toprağın sesi yükseliyordu çıplak ayaklarımın altında. Mutluydum...

Bulutlar ve ben hep aynı yerdeyiz hala...
Yaşamımı renklendiren analı kuzuyu orda tanıdım işte, adını Berfin koyduğum. Küçücüktü. Simsiyah gözleri, ağzı ve kulaklarıyla bir sevgi yumağıydı sanki. İçimdeki boşluğu dolduruvermişti bir anda. Hissetmiş miydi ne öksüzlüğümü? Ne zaman dalıp gitsem dünlere, bitiveriyordu yanı başımda türlü türlü oyunlarla. “Al bu kuzu senin olsun, istediğin gibi bak ona” dediler. Dünyalar benim olmuştu sanki. Bir kuzum vardı artık. Yalnız değildim. Ben, kuzum ve de anası...
Sonradan Serfin’ de katıldı aramıza. Serfin: evimizin haşarı bir o kadar da sevimli köpeği.
Artık, Serfin ve Berfin’in bakımları bana aitti. Bu sorumluluk altında her sabah erkenden kalkıyor ellerimle onları doyuruyordum. Ne güzeldi Berfin’in annesinin peşinden koşması! Annesiyle oyunlar oynaması ne güzeldi! Ama, ne yazık ki uzun sürmedi bu “analı kuzu” mutluluğu. Bir eve bir öksüz yetmezmiş gibi acı bir haber dağlayıverdi yeni baştan çocuk yüreğimi. Kuzucuğumun anası yediği bir ottan zehirlenerek ölmüştü.

Ölüm bir kez daha çöreklenmişti kapımıza.
Kuzucuğum öksüz kalmıştı. Daha bir sıkı sarıldım sanki bu olaydan sonra Berfin’e. Ona yalnızlığını unutturmam lazımdı. Öksüzlüğünü... Serfin olayların farkında gibiydi. Ya da bana öyle geliyordu. Ne zaman melemeye başlasa Berfin, hemen onun yanıbaşında bitiverip, bir şeyler yaparak onu neşelendiriyordu.
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Biz üçümüz üç dost, üç kardeş, üç sırdaş gibiydik. Biraz geç uyansam ikisi birden kapımda bitiveriyordu.

Yemyeşil kırlar bizimdi uçsuz bucaksız.
Bir de bulutlar vardı
Mavi bulutlar
Beyaz bulutlar
Bulutlarda şekiller vardı
Bulutlarda iki resim
Yağmur daha çok yağıyordu sanki
Bulutlar ve ben aynı yerdeyiz hala
Bulutlar kuzum köpeğim ve ben

Bir tatlı koşuşturmaca başladı günlerden bir gün evin içinde. Bir telaş. Çarşı pazar alışverişleri. “Hadi sana bayramlık alalım” dedi ninem. Hep beraber şehire gidip bir şeyler aldık. Çizgili beyaz gömleğim, mavi pantolonum ve yeni Trabzon derbey lastiklerim çok güzeldi. Gül rengi kırmızı kravat ve kurdele de isterim diye tutturdum. Berfin’e, Serfin’e ve bana. Kırmadılar. Aldılar. “Birazda kına alalım” dedi ninem. “Ellerimize yakarız. Berfin’i de kınalarız” Sevindim.
hayvan pazarı dedikleri yer çok kalabalıktı. Hiç bu kadar insanı bir arada görmemiştim. Meydanlar koyun, kuzu ve danalarla doluydu. Kınalanmıştı kimisi, kimisi renk renk boyanmıştı. Bir anlam veremedim. Çocuk yüreğimin coşkusuyla yarının heyecanı sarıvermişti içimi. Yarın bayramdı... Kurban bayramı...

Ne zaman “bayram” dense
Gizli bir körük yelpazelenir yaram üstünde
Tozu gözümü yakar, közü yüreğimi.
Bir yumruk tıkanır genzime, kelimeler titrer
Titrer yüreğim
Bir yerde sevgiler ağlar benimle.
Bulutlar ağlar

Kınalar yakıldı ellerime. Berfin’in başına kınalar yakıldı o gece. Anlayamadığım bir fısıltı vardı evin içinde. Sanki duymamı istemiyorlarmış gibi gizli gizli konuşmalar. Berfin ve Serfin çoktan uyumuştu. Ben de uyumalıyım. Yarının heyecanı daha şimdiden sarmıştı içimi. Ayakkabılarımı sildim, ninemin kınalı ellerimi bağladığı bezlerle, parlattım. Bir daha sildim. Şimdi daha parlak olmuştu. Elbisemi kapının arkasına astım. Gözümün önünde dursun diye. Uyandıkça bakarım. Kırmızı kravatım, iki tane de kırmızı kurdele duruyordu başucumda. Biri benim için, biri kuzucuğum, diğerini de köpeğimin boynuna bağlayacağım.

Kınalı ellerimin kokusu karıştı bahar kokulu odama. Gece bir başka güzeldi sanki. Perdemi araladım, bulutlar yıldızlara bırakmıştı gökyüzünü. Göz kırptı biri, diğeri yer değiştirdi... Kaydı gitti... Tutamadım..

Boğuk bir ulumayla uyandım. Köpeğim, kapımın önünde havlıyordu. Önce ellerimin bağını çözdüm kurumuş kınaları topladım. Kapıyı açar açmaz yatağıma atladı Serfin. Paçamı tutup bir yerlere ***ürmek istercesine gözlerimin içine baktı. Acı çektiği her halinden belliydi. Daha yataktan kalkmamıştım ki kuzucuğumun acı meleyişini duydum. Birden bahçeye attım kendimi. Kınalı kuzumun gözleri bağlıydı ve sürüklenircesine bir ağacın altına yatırılıyordu. Kocaman bir çukur açılmıştı yanı başında.
Hani titrer içi bir çocuğun, korkar, üşür, üzülür, ağlar ve koynuna sokar ya ellerini, tutacak el, sığınacak kucak bulamadığından kendine... Oradayım işte!

Ninemin sesi duyuldu. “Berfin’i kurban ediyoruz. Sana başka bir kuzu daha alırız sonra. Bugün kurban bayramı”
Toprak kaydı ayaklarımın altından
Bulutlar kaydı ayaklarımın altına
Sesler çığlıklara karıştı
Kızıla döndü yeşil
Ellerimdeki kına sızladı
Kapının arkasındaki gül rengi kravatım
Çaresizliğim büyüdü kocaman çocuk gözlerimde
Hiç bir şey yapamamanın acizliğiyle yandım
Gök yere indi gürültüsüyle
Şimşek şimşek
Yanağımdaki damla utandı
ışıldadı ıslak gözlerim, ve...

Başımı sokup yorganın altına
Yitip giden sevgilere ağladım...

Ne zaman “bayram” dense
Gizli bir körük yelpazelenir yaram üstünde
Tozu gözümü yakar, közü yüreğimi.
Bir yerde sevgiler ağlar benimle.
Bulutlar ağlar

Bulutlar ve ben hep ayni yerdeyiz hala
Bulutlarda üç resim
Haykırabilseydim nefreti
Haykırabilseydim sevgiyi
Anlatabilseydim dostluğu
Yapamadım.

Kara bir bulut gibi çöreklendi o bayram sabahı küçücük yüreğime.
Kimse anlamadı.
Kimseye anlatamadım .
Bayramları neden sevmediğimi...
 
Ziyafet

Yaşlı kadın, misafirlerine süt ikram ederken:

- Sizler de gelmeseniz, kapımı çalan olmayacak, diyordu. Beni ne kadar sevindirdiğinizi bir bilseniz...

Kadıncağız, kendisi gibi yaşlanmış ve yıkılmaya yüz tutmuş olan bir ahşap evde yaşıyor, eşinin vefatından sonra bağlanan "dul aylığı"yla geçinmeye çalışıyordu.

Hiç bir masrafı yoktu. Allah bereket versin, o para yetiyordu. Fakat ihtiyarlıktan da zor gelen "yalnızlık", belini tam anlamıyla bükmüştü.

Yan taraftaki bakkalın çırağı, her gün pencereyi tıklatıp istediği şeyleri getirmesine rağmen, dükkan sahibinden korktuğu için onunla konuşmazdı. Kadıncağız, böyle zamanlarda daha da garipleşir ve kendisi sık sık uğrayan vefalı misafirlerini beklemeye koyulurdu.

İşte o misafirler yine gelmiş ve ikram edilen sütü içmeye başlamışlardı. Yaşlı kadın, duvardaki sararmış resmi gösterirken:

- Rahmetli eşim, oldukça uzun boyluydu, dedi. Onun yanındaki ise oğlumdur. Bu resim çekilirken küçücüktü. Doktor olup yurt dışına yerleşecek ve bir daha bizi aramayacak deselerdi, kim inanırdı?

Misafirler, her gelişlerinden aynı şeyleri dinledikleri için, yaşlı kadının sözüne kulak asmıyorlardı. Kadın, devam ederek:

- Benim kucağımdaki de kızımdır, dedi. Saçları altın sarısı gibiydi. Zengin bir iş adamıyla evlendikten sonra, nedense anacığına vakit ayıramadı.

Kadının nemli gözleri duvardaki resme takılı kalmış, misafirler ise sütlerini bitirip yola koyulmuşlardı... Hep birlikte, döşemedeki kırık tahtaların arasından geçerek gözden kayboldular...

Yavru kedicikler, ertesi gün yine gelecek ve ihtiyar kadının verdiği ziyafete katılacaklardı...

 
İstanbul'dan Tokyo'ya

Kenar oturaklardan birini tercih etti. Boğazı ve çevresinde betonlaşan kibrit kutusunu andıran binalara dürbünle seyrede gibi baktı. Düşteydi sanki. Bu şehri yekinen tanımasına rağmen ilk defa görüyormuşçasına baktı, baktı. İstanbul’u seviyordu çünkü sevenleri ve sevdikleri vardı. Kimin söylediğini hatırlamıyordu. Biri söylemişti. Mevla’sını arayan da, belasını arayan da İstanbul’a gelsin.” İstanbul’da her ikisini de görmek ve bulmak kolaydı.
İstanbul koca bir metropol olup çıkmıştı. Bu gün hala olanca hızı ile göç almaya devam ediyordu. Her yöreden, her bölgeden ve her ülkeden insana mekan oluyordu. Her geçen gün dertleri ve problemleri artıyordu. İmanlı bir yürek sahibi olan Recep Tayip ve ekibi son beş yıllık çalışması İstanbul’a çok şeyler vermişti. Ona gönül vermeyen, onu sevmeyen, onu beğenmeyen yoktu. Onu sevenler, Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar uzanan bir sevgi seline dönüşüyordu. Metropol şehrin kaynakları daha önce faize, rüşvete ve üç beş çakalın yemesine yetmezken, yıllardır suları düzgün akmazken, bu genç adamla şehrin kaderi değişti. Baktı ki malum zihniyet, yarın bu sevgi selinin önüne geçilemeyecek, kaplumbağaların bile güldüğü bir sebeple yani Ziya Gökalp’e ait okuduğu bir şiir yüzünden başkanlık görevinden alınıyor ve altı ay hapse mahkum ediliyor. Ne güzel bir mahkumiyet! Mahkumiyete sevinilir mi? Böylesi bir mahkumiyete evet. İffet ve asaleti ile Züleyha’nın arzularına karşı durması sebebiyle zindana gönderilen Hz. Yusuf’un ki gibi saf ve masum bir mahkumiyet. “Hakk yolunda çile çekilmeden kudret helvasına nail olmak o kadar kolay değildir.” Aslında her engel, her zorluk ve her çilenin büyüklüğü gelecekteki nimetin büyüklüğüne işarettir. Kahramanlar güç ve zor ortamlardan çıktığı gibi, Recep Bey’in de çile çekmesi, hapis yatması, iftiralara uğraması, mahkemelere düşmesi ve bu gibi zorluklardan yüz akıyla çıkarsa gelecekteki mevki ve mak*****n yüksek olmasını sağlayacaktır. Onun için bırakın çile çeksin. Bırakın mihnet ve ateş çemberlerinden geçerek çelikleşsin de kolay kolay yıkılmasın. Bu genç adama gelecek zaman sahip çıkacağına adı kadar emindi. İnanıyordu ki gelecek buna şahitlik edecekti.
Önce vapurla Eminönü’ne ve oradan da Eyüp’e geçti. Eyüp El Ensari hazretlerinin kabrini ziyaret eder, dua ve niyazda bulunur. Semte ismi verilen sahabe, İslam’ın yayılması ve İstanbul’un fethi için gelerek şehit olarak; bu topraklarda kalan yüce zatın himmet ve teveccühüne nail olabilmek için, çevresinde nice beyler, paşalar ve nice zatlar metfundur. Ziyaretçisi ve dua edeni eksik olmaz. Oradan Fatih Sultan Mehmet Hanın kabri şeriflerini ziyaret eder ve duada bulunur. “Genç yaşında İstanbul’u fetheden ve yüce peygamberin yıllar öncesinden methiyesine layık olan, dini ve inancı her ne olursa olsun, tebaana adalet ve eman verdiğin bu topraklar üzerinde; İslam’a ve Müslüman’a yapılanları görmekte ve sıkıntı içinde olduğuna inanıyorum. Şikayete yüzümüz, söyleyebilecek sözümüz yoktur. “Siz nasılsanız öyle idare olunursunuz” İlahi hükmü karşısında acziyet girdabında boğulmaktayız. Ey Allah’ım, üzerimizden yarımını esirgeme!...” Öğle namazını Fatih Camiinde kıldı. Önce Beyazıt Camiine Sonra Sultan Ahmet Camiine kadar yürüdü.
Türkiye’den ayrılmak üzere havaalanına gider. Terminal sanki karınca gibi insanlarla kaynıyordu. Salon gidenler, gelenler, bekleşenlerle doluydu. Bankların üzerinde oturduğu yerde uyuyanlar, gazetesini okuyanlar, yanındaki yiyeceklerle açlığını gidermeye çalışanlar, ayakta bekleşenler mevcut görüntüyü tamamlıyordu. Arada da bir siyahi, sarışın, beyaz, uzak doğulu turistlerde mevcuttu. Şık giyimli personel bu insanların dertleriyle ilgileniyor, yoğunluğun stresi içerisinde hizmet vermeye çalışıyorlardı.
Saati geldiğinde kendini uzaklara taşıyacak uçağa yürür. Uçağın merdivenlerinden çıkmaya çalışan simasından uzak doğulu olduğunu anladığı bir genç kadını çocuğu ile yalınız başına merdivenlerden çıkarken yardıma muhtaç olduğunu gördü. Merdivenleri çıkmakta olan sarışın genç kız çocuğunu kucakladı ve uçaktaki yerine kadar taşıdı. Karşılıksız yapılan bu yardım karşısında kadın samimi bir şekilde memnuniyeti için teşekkür etti. Safa da “bir şey değil” diyerek yerine geçti.
Uçakta yerini aldı. Koltuğuna yerleşen kadının omuzlarından sarkan çocuk, kendini yukarıya taşıyan tanımadığı bu insana bakıyor, saf ve masum bir şekilde gülücükler yolluyordu. Diğer bir yanda bir çocuğun ülkeler üstü sesi geliyordu. İnsan hangi dilde konuşursa konuşsun ağlamak ve gülmek her ülkede her yerde aynı idi. Uçakta daha çok uzak doğu kökenli olmak üzere, bir çok renk ve ulustan insan yan yana bir arada uçuyorlardı. Birinci ve ikinci dünya harplerinde birbirilerini katleden, ülkeleri ve üstündeki güzellik ve varlıkları acımasızca yok eden insanların evlatları bunlar değillerdi sanki.. Bu gün koca bir metalik kuşun kanatları arasında aynı yöne doğru bir arada uçuyorlardı. Ne çabuk unutulmuştu dünkü savaşlar? Güler yüzlü hostesler ve yolculukla ilgili bilgi veren kaptan pilotun sesi güven vericiydi. Herkes birbirine dostça davranıyor ve tedirgin etmemeye gayret gösteriyordu.
Anadolu’nun yaz günlerinin en sıcak havasını geride bırakırken; gizemli uzak doğuda muson yağmurlarının horon teptiği bir mevsimde; Japonya’ya uçuyordu. “Japonya” kelimesinin sanki sihirli bir manası vardı. Denizin kokusu, ormanların derinliği ve steplerin ıssızlığı gibi.. Japonların yaşayışlarını ve hareketlerini şaşırtıcı ve gizemli ayrı bir dünya gibi görüyordu. Bir çok memlekete göre her şeyi ile farklı gibi geliyordu.
Kısa bir süre için de olsa Japonya hakkında yazılıp çizilenleri araştırmıştı ama fazla bir şey bulamamıştı. Bulduklarını gözden geçirmiş, bu iş okumayla değil görme ile daha iyi anlaşılacağını anlamıştı. Türklerin yaşadıkları coğrafyalarda ne Japonya ile komşululuklar ve ne de karşılaşmaları olmadığından ne onlar Türkleri ne de Türkler Japonları yeteri derecede tanıyordu.
Japonca bilmiyordu. “İngilizce problemi büyük bir oranda halleder” diye düşünüyordu. Japonca bildiği birkaç cümleden ibaretti. Her şeye rağmen yanına Japonca bir sözlük ve konuşma kılavuzu almayı ihmal etmemişti. Kalbinde taşıdığı iman ve azim dolu inancı onu yüreklendirmeye yetiyordu. Gençliğinin bu ilkbaharında dinçti ve enerji doluydu. Geleceğin belirsizliği ve uzaklığın kasaveti onu ürkütmüyordu.
Uçak yeterli irtifayı buldu ve bir kuşun sadeliğini andırır bir eda içerisinde rotasında yol almaya başladı. Yeryüzü renge renk dokunmuş bir kilimi andırıyordu. Arazilerin düzensiz bölünmüşlüğü ve daha ayrı ahenksizliği göze çarpıyordu. Tepelere tepeden bakınca bir hükmü kalmıyordu. Binalar ise birer şekilden ibaretti. Bulut kümeleri yüzlerce atılmış pamuk yığınları gibiydi.
İnsanın yükseklerden aşağıları bir avuç içini seyreder gibi seyretmesi görüş açısını ve düşünce ufkunu aralar, varlığın içinde kendi hiçliğini aynel yakın hissederek yaşar. Bunu bilen ve içi iman dolu bir yürek, Allah’ın azameti karşısında şükür ve hamdı unutamaz. “İnsanoğlu bundan birkaç yıl geri dönüp baktığında yüzlerce ton ağırlığında ve yüzlerce insanın yan yana oturmuş, bir rahatlık içerisinde uçtuğunu düşünmek hayali bile zorlardı. Kabulü imkansız denirdi. Uzakları yakın eden, zamanı daraltan, zahmeti kaldıran bu nimete şükreden, şükretmeyi hatırlayan kaç insan vardı” diye düşündü. Bir vesaite bindiğinde her zaman okuduğu duayı içinden yedi defa okudu. “Bismillahi mecrahe ve mürsehe inne rabbi ile gafururrahim.”
Daima yanında bir kitap bulundurur fırsat buldukça okumayı tercih ederdi. Kitapları bir arkadaş, dertlerini paylaşan bir sırdaş cana yakınlığı içinde yaşardı. Ayrı kaldığında onun hasreti tüterdi. Dört tarafı mavi ile kaplı bir gökyüzü. Küme küme beyaz bulutlar gökyüzünün ayrı bir süsüydü.
 
Tanrı’nın göktaşları


Önceki gece kutsal katında sıkkındı Tanrı…
Dev aynasının karşısında oturmuş elindeki taşlarla oynuyordu.
Yine böyle sıkıntılı bir anında yarattığı insanoğlu, başlı başına sıkıntı vesilesi haline gelmişti.
Kulları aşağıda yoksul, yalnız ve mutsuzdu.
Acı çekiyor, kan döküyor, eziyor, öldürüyorlardı. Sevgiden ziyade nefret kusuyor, sevaba değil günaha sarılıyorlardı.
Şeytan, zulmün bayrağını dikmişti yerküreye…
“Bıktım” diye mırıldandı Kainatın Efendisi, “…yoruldum asırlardır aynı filmi görmekten! Bilseniz kaç nesilde böyle kaç savaş, kaç yangın izledim ben.”
Kederle avucunda çevirdiği taşları, yerküreye doğru attı.
Taşlar, karanlıkta alevli ışıklar saçarak süzüldü aşağı…

Aşağıda umutla pencerelere üşüştü biçare Ademoğulları…
Kainatın ışıkla dansı başlamıştı.
Bu ışıltılı “yıldız yağmuru”na türlü çeşit manalar verdiler.
Toprağa yan yana uzanıp gözlerini gökyüzüne diktiler ve kayan her yıldız için ayrı dilek tuttular:
“Sevdiğime kavuşayım” dedi biri, “Yoksulluktan kurulayım” diye yalvardı öteki…
Gökyüzünün “taş yağmuru”nu, yeryüzü “dilek yağmuru” ile yanıtladı sanki:
“Acı çekmeyeyim”. “Yalnız kalmayayım”, “Mutsuz olmayayım”.

Acı acı güldü Tanrı yukarıda…
“Ah kullarım” dedi, “Buradan ne kadar da zavallı görünüyorsunuz.
Göktaşları, gözyaşlarını dindirir mi sanıyorsunuz.
Bu mu onca asırda yaratabildiğiniz uygarlık?
Yağanın taş olduğnu biliyor, ama hala o taşlardan medet umuyorsunuz. Derdinizin devasını onlarda arıyorsunuz.
Oysa attığım taşlardan duvarlar ören sizsiniz. Birbirinin önüne setler çeken siz…
Alçakgönüllülük istedim sizlerden; gönülsüz davrandınız, geriye kala kala sadece alçaklık kaldı”.
“Ah zavallı ümmetim” diye dertlendi Tanrı,
“Yıldızlara baktığınız kadar, birbirinize baksanız çok daha mutlu olacaksınız.
Benimle konuştuğunuz kadar birbirlerinizle konuşsanız, hiç de böyle yalnız kalmayacaksınız.
Gökyüzünde arayıp durduğunuz çareyi kendinizde, birbirinizde bulacaksınız”.

Sonra efkarla dev aynasına çevirdi yüzünü…Yalnızlığını savmak için onunla dertleşmeye başladı:
“Onca kalabalıkta kendilerini yalnız sanıyorlar. Asıl ebedi yalnızlığa mahkum olan benim, bilmiyorlar” diye iç geçirdi.
Aynada kendini süzdü uzun uzadıya…
Sonra aşağıya baktı.
Yeryüzünde çaresiz gözbebeklerinden uçsuz bucaksız bir Samanyolu vardı.
Milyonlarca çift göz, yalnızlığından kurtulmak için umutla kendisine çevrilmiş bakıyordu.
Aniden aynasını çevirip dünyaya tuttu.
Milyonlarca ışıltılı gözbebeği yansıdı göğün yüzünden…
İnsanlar, gökkubbenin aynasında kendi gözbebeklerinin ışığını görüp, takım yıldızı sandılar.
“Tanrım, bu ne mucizevi güzellik, keşke biz de yıldızların gibi ışıldayabilsek” diyerek hayran hayran dilek tutup duaya daldılar.
Bulutlandı Tanrı’nın yüzü…
Tuvalindeki resme kızan bir ressam gibi; çevirdi aynasını geri…
Söndü gökkubbenin ışıkları…
Sabah oldu.
 
Beni Kucaklayacak mı Bahar ?

Karanlık topraklar kucak açmıştı bana. Bir tohumdum, rüzgarların dans ettiği dallarda. Zaman geldi büyüdüm. Mevsim sonbahardı, annemden ayrılma zamanım gelmişti artık. Bende büyümüş olgun bir hurma çekirdeği olmuştum artık. Bir sonbahar mevsiminde kendimi annemin şefkat dolu kucağından, bir hurma dalından çatlamış susuz topraklara bırakacak, sonra baharı bekleyecek, bir ilkbahar yağmurunda yeşerecektim. Bir sonbahar rüzgarında, bir kum fırtınasında ayrıldık annemden. Rüzgar beni kilometrelerce uzağa sürükledi. Uykuya dalmıştım nerelerden geçtim, nereye geldim hiç hatırlamıyorum.

Kumlar örtmüştü üzerimi, bir tohumdum karanlık toprağın kucak açtığı. Ümitle sevinçle doluydum yinede. İlk bahar gelecek ilk yağmurla başımı topraktan çıkaracak, ilk baharın en güzel ılık yağmurlarında yeni hayatımla tanışacak, güzelliğimle dünyaya renk katacaktım. Bir ilk bahar yağmuruydu bana hayat ümidi, yaşama sevinci veren. Karanlıktaydım ve baharın bana hayata dair anlattıkları güzel hikayeleri dinleyerek toprak altında hazırlanıyordum hayata. Böcek arkadaşlarımın hergün dışarda gördüklerini bana neşeyle anlatmalarını çok seviyordum. Sürekli dışarı gidip gelen karıncalar yavrularına dışardaki güzellikleri yüksek sesle, heyacanla anlatırlardı; nede olsa karıncaların yavruları ümitle büyür, hayatın güzelliklerini ne kadar çok düşünürlerse o kadar hızlı gelişirlermiş. Bende zaman zaman kulak misafiri olur, ah bende bir çıkabilsem diye sabırsızlıkla beklerdim. Topraktan çıkacağım günü sabırsızlıkla bekliyordum. Yakında yeni bir hayata başlayacak, çiçekler açacak hayatın tadını çıkaracaktım. Bir meyve ağacı olacaktım, kuşlar dallarıma konacak bana en güzel şarkılarını söyleyeceklerdi. Çiçekler açacak, sonra çiçeklerin meyveler dönüşmesini izleyecektim. Sıcak yaz akşamlarında meyvelerim ay ışığıyla kızaracak, cennetten gelen lezzet damlalarıyla olgunlaşacaktı.
Toprak altında, hayaller ülkesindeydim. Aslında özgürdümde. Hayallerim bana istediğim güzellikleri beni bekletmeksizin getiriyor, hatta rüyalarım hayallarin bile ulaşabileceği son noktada yaşamın gerçek tadını bana yaşatıyordu.

Zaman artık iyce yaklaşmıştı. Birkaçgün sonra başımı dışarı çıkaracak, güneşin güzelliğine aşık olacak, güzel bir bahçede mutlu bir hayat sürecektim. Karınca arkadaşlarımın anlattıkları güzel hikayelerdi beni hayata bağlayan, bana daha doğmadan hayatı sevdiren.

Birgün sabaha karşı doğdum, bu topraklarda. Dışarda bombalar patlıyor, insanlar koşuşuyor, çocuklar ağlıyordu. Etrafım cesetlerle doluydu. Güllerin kokusu yerine cesetlerin kokusunu duyuyor, kuşların şarkıları yerine silahların seslerini dinliyordum. Karıncalar beni yaşatmak için yalan söylemişlerdi, onlarda dışarda mutlu değillerdi. Sim siyah dumanlardan, kapkara bulutlaradan güneşi göremiyordum. Oda beni göremiyordu. Doğduğumun ikinci günüydü, aynı zamanda öldüğüm. Bir zırhlı tank geçti üzerimden, bana acımadan. Öldüğüm gündü.
 
Dört Kelebeğin Öyküsü...

Dört kelebek ateşin gerçek sırrına ulaşmaya karar verirler..
İlk kelebek uzağından geçip gelir ve şöyle der:
;Ateş aydınlatan bir şeydir;
Bu da gerçeği anlatmak için ek******.
İkinci kelebek ateşe iyice yaklaşıp döner ve şöyle der:
;Ateş ısıtan bir şeydir;
Bu da gerçeği anlatmak için ek******.
Üçüncü kelebek ateşe iyice yaklaşır,alevler kanatlarına değer geçer ve döndüğünde,
;İşte ateşin gerçek bilgisi der, ateş yakıcı bir şeydir;
Dördüncü kelebek bununla yetinmez.Ateşin çevresinde dolanır,döner,kavrulur ve birden bire ateşin içine dalarak bir an parladıktan sonra,alevlerin içinde görünmez olur...
Ateşin gerçek bilgisini anlayan tek kelebektir o ... Ancak bunu artık diğerlerine anlatacak durumda değildir..

Anlatmasına da gerek yoktur...
Hiç kimse ateşin ne olduğunu başkasının anlatmasından öğrenemez.Ateşe ancak dokunarak öğrenilir,onun ne olduğu...

Hepimiz bu öyküdeki dördüncü kelebek olmayı düşlüyor ama ömrümüzü diğer üç kelebek gibi tamamlıyoruz...
Sadece birkaç gün yaşadı kelebekler...
Ömrünce gerçek aşkı bulamayan insana inat,ateşin aşk olduğunu bilerek,aşk için yanmayı bilerek...
 
Erik Ağacı

Yedi yaşında idi, çimenlerin arasında gülücükler atan erik fidesini Abbas Yerin’den söküp, evin önündeki bahçeye diktiğinde.

O yıl, yaşıt çocuklarla yarışırcasına fide toplama hevesine kapılmıştı.Önce başkaları yapıyorsa, ben de geri kalmayayım diye başladığı iş, sonra hoş bir uğraşa ve eğlenceye çevirilmişti.

Sığır otlatırken bahçelerde, gezinirken yol kenarlarında gözleri hep yerlerde dolanıyor, gözüne kestirdiği fideleri keyiflenerek topluyordu.

İlk günler acemiliği tutup,kırılıverince söktüğü körpe fideler, içinde de birşeyler kırılıyordu. O nedenle biraz büyükçe, kartlaşmış ve gür bir fideye rastladığında hazine bulmuşçasına ve ipi göğüslemişçesine coşarak havalara zıplıyordu.

Her şeyin yavrusu sempatik olur derler ya; meyve fideleri de birden bire önem kazanmış, sevimli ve sempatik görünür olmuşlardı.

Cemreler toprağa düşünce,kışı demlenerek geçiren meyve çekirdekleri, baharın ilk sıcakları ve ılık yağmurları yedikçe kabuklarını patlatıp; papatyalar, mor menekşeler, yaban çilekleri ve sakarcaların yanında,tek tek filizlenip boy vermişlerdi.

Boy attıkça ya sığırlara yem oluyor,ya kazaya kurban gidip eziliyor ya da meraklı bir Ademoğlu eliyle sökülüp yer değiştirerek yaş***** sürdürme şansını yakalıyorlardı.

Günlerce, gözlerine kestirdiği fideleri toprağı ile birlikte titizlikle söküp, ceplerinde taşıdığı bez parçalarına sararak evin önündeki bahçeye taşıdı. Böylece hem eğleniyor, hem de küçücük bir meyve bahçesine sahip oluyordu.

Akşama dek sığırların yanından ayrılamadığından, toprağı dökülen bazı fideler solmuştu. Söktüğü fidelerin toprağını bol tutmayı öğrendi. Anasının, itirazlarına, fidanlar büyüdükçe tarlayı gölgede bırakacağı sitemlerine, yalvarmalarına, uyarlarına kulak asmadan çalıştı ve on kadar değişik meyve dikmeyi başardı.

Birkaç tane elma ve armut, iki adet kiraz, birer de şeftali ile erik fidesi dikebilmişti.

Bahçelerinde erik ağacı yoktu. Bu nedenle erik fidanına özel ilgi gösteriyordu. Fidanların dibine sığır gübresi koyar, kurak günlerin akşamında sulardı ama, gözü hep erik fidanına bakardı.

Aradan birkaç yıl geçti, kalınlaştı fideler, gür yapraklı fidanlara eriştiler.

Sordu, soruşturdu aşı yapmayı öğrendi; köyün en beğenilen ağaçlarından aşılar seçti ve kendi elceğiziyle kesti, biçti ve kaktı. Aşı yerine sıkıca çamur bağladı eski gömleğinden yırttığı bez parçasıyla.

Fidanlarını korurken, rüzgardan, fırtınadan ve kuraklıktan çok kara keçiden çekiniyordu. Kara keçi çok tehlikeli idi; ahırdan çıkarken ve girerken ansızın meyve fidanlarına saldırıyordu. Bir ikisinin ucundan, kenarından koparmıştı da. Ama eriğe dokundurtmamış yakınına yaklaştırmamıştı.

Erik , illa ki de erik diyordu. Bahar geldiğinde evin penceresinden görünen manzara içini ürpertiyordu. Alından kırmızısına, beyazından moruna muhteşem bir renk cümbüşüyle donanırdı penceresinin altı.

Geceleri gördüğü renkli rüyalarda bile yoktu ruhunu bu denli doyuran manzaralar. Sabah Güneşi ile ısınan çiçeklerden yükselen nefis kokuların karışımından mest olur, sinirleri yumuşamış, yorgunluğunu atmış ve her zamankinden çok dinlenmiş olduğunu hissederek uyanırdı.

Kollarını penceresine dayar dakikalarca bu renk denizini seyre dalar,nefis kokuları içine çekerdi. Hatta, odasına dolan enfes kokular,uyanmak üzereyken gördüğü son rüyalarına bile yansırdı.

Köyün bütün kuşları onun meyve ağaçlarına tünerlerdi sanki. Sabahın erken saatlerinden başlar ve gün boyunca ağaçtan ağaca, daldan uçuşup, gagalarını kapamamaca cıvıldaşıp dururlardı.

Çiçekler dökülmeye yüz tuttuğunda, yerini körpe, el değdiğinde ezilecek kadar narin, güneşin altında geçen her dakikada yeşilin onlarca tonuna evrilen yapraklar uç verdi.

Günler geçip yapraklar genişleyip kartlaştıkça, çiçek kökleri koyu yeşil meyve tomurcuklarıyla donanırdı. Tomurcuklar irileşir, renkleri değiştikçe iştah kabartan görüntülere dönerlerdi.

Fidanları ilk yıllarda üç beş tane meyve ile yetindiler. Hepsi de çok olgun, iri ve tatlı meyveler verdi. Çakaleriği cinsindi erik fidanı nerdeyse silme ikiz meyve verriyor, dalda kaldıkça sarımtırak bir renk alıyor bal küpüne dönüyordu.

Başkalarının ağacı sınırlı sayıda ikiz meyve verirken, onunkinin sepetti ikizlerle,üstelik de elma iriliğnde eriklerle dolardı.

Yıllar yılları kovaladı; oğlu Hüseyin tutmayı öğrenmeye başladığında omzuna oturtup erik ağacının dibine ***ürdü, “şunu al, şuna uzan “ diye işaretler ederek en olmuşlarından toplattı. Değerli iki varlığını buşuturuyor olmanın gönencini duydu, hatta duymak için özellikle erik ağacının altına giderdi.

Oturup ağacın dibinde doya doya yerlerdiler topladıkları erikleri..

Yıllar durmadı, mevsimler döndü ve yine meyveye durdu ağaçlar. Hüseyin büyümüş ve iki kız, üç de erkek kardeşi gelmişti dünyaya. O ise otuz altısını bulmuştu bu arada. Erik ağacı da kalınlaşmış, dallanıp budaklanmış ve boy atmış, meyvelerinin yerden uzanarak toplanması olanaksız hale gelmişti.

Bir akşamüzeri canı erik çekti. Evdekiler de yer diye eline sepetini almayı unutmadı. Ağaca tırmanabilmesi için alttaki budak yerine yetişmesi gerekiyordu. Birkaç hamle yaptı, budağa yetişemedi. Az ilerdeki taşı aldı, ayağının altına koydu. Yine kısa kalınca taşın sivri ucunu yukarı çevirdi.

Bu kez uzandı, tutundu budağa ve kendini çekti yukarı. Meyve boldu ve sepet kısa sürede dolmuştu. Gün boyu sürekli güneş gören dal uçlarında ve yaprakların üzerinde duranlar diğerlerinden tatlı ve olgun olduğunu bildiği; yeşilden sarıya, bal rengine doğru değişen eriği kopardı, dişlerine ***ürdü. Ön dişleriyle ısırdı, taze lokuma gömülür gibi gömüldü dişleri eriğe. Çekirdeğe ulaşamadan dişleri, orta sertlikteki erik yarıldı, ayrılan parçası koptu; suları dilinin üzerine doğru yayıldı.

Sular tanıdık bir tadı beynine ulaştırdı;beyni, tanıdık duyguları hareketlendirdi. Tada ısırmanın yarattığı haz eşlik etti ve gevşedi kasları, eklem yerleri ayrıldı birbirinden, çözüldü. Kopan parçayı bir daha çiğnedi, diş etlerinde hissetti eriğin etini ve orta sertliğini.

Çiğnemek, ısırmak, bir daha, bir daha çiğnemek... çiğnemek...durmaksızın yineleniyordu çiğnemek isteği.

Tamah edip dalın ucunda sallanıp duran bal rengi, iri ve olgun erikleri olan üç çına doğru hamle yaptı. Sol eline aldı sepeti, tutunduğu dala doladı ipini, eliyle dalın arasında sıkıştırdı. Sağ elini uzattı, parmak uçlarıyla dokundu çının ilk eriğine.

Eğer koparmazsa birkaç saat içinde kendiliğinden düşecek, böceklere, kuşlara yem olacak ve geri kalanı çürüyüp toprağa karışacaktı.

Biraz daha uzandı, parmaklarının arasından avucuna kaydırdı. Sol eli zayıflamıştı, sepetin ipi gevşedi, daldan boşanmaya başladı. Beyni emir verdi “tut sepeti, erikler dökülecek, emeğin boşa gidecek.” Emre uydu, avucunun içine aldığı eriği bıraktı saniyelerin altında bir sürede.

Ayağının boşlukta kaldığını fark etti. O an her şey koptu. Ayağı kaydı, ağırlaşmış sepet aşağı doğru çekti vücudunu. Şaşkına döndü, tutunamadı, dalın üzerinde duramadı. Hızla yere doğru akıyordu.

Elleriyle dikip, aşıladığı, kara keçinin hışmından koruyup büyüttüğü erik ağacından düştü, kuyruk sokumu kafasının iki katı büyüklüğündeki taşın sivri ucuna vurdu ve ömrünün son otuz yılını omurilik felçlisi bir yatalak olarak geçirdi.
 
Erkekler Neden Yalan Söyler?

Birgün ormancının biri dalları nehre
sarkan ağacın dallarını keserken
baltasını suya düşürür."Aman tanrım
diye bağırdığında bir peri belirir
ve "ne diye bağırıyorsun?" der.
Ormancı baltasını suya düşürdüğünü
ve yaş***** sürdürebilmek için
O baltaya ihtiyacı olduğunu
söyler.Peri suya dalar ve elinde bir
altın balta ile tekrar belirir ve
"Baltan bu muydu?" diye sorar.
Ormancı "hayır" diye cevaplar.Peri
suya tekrar dalar ve bu sefer elinde
gümüs bir balta ile tekrar belirir
ve yine sorar. "Baltan bu muydu"?
Ormancı yine "hayır" diye cevaplar.
Peri suya tekrar dalar ve bu sefer
elinde demir bir balta ile tekrar
belirir ve yine sorar."Baltan bu mu"
Ormancı "evet" der.Ormancının dürüst
lüğü perinin çok hoşuna gider ve
baltaların üçünü de kendisine verir.
Ormancı mutlu bir şekilde evine
döner.

Bir zaman sonra ormancı eşiyle bera-
ber nehir boyunca yürürken karısı
suya düşer ve ormancı "aman tanrım"
diye bağırır.Peri yine belirir ve
sorar. "Ne diye bağirıyorsun"?
Ormancı "karım suya düstü" der.Peri
suya dalar ve Jennifer Lopez ile
birlikte geri döner."Senin karın bu
mu?" diye sorar.

Ormancı "evet" der. Peri sinirlen-
miştir."Yalan söylüyorsun.Gerçek bu
degil" der.Ormancı "özür dilerim
peri, ortada bir yanlış anlaşılma
söz konusu".Eğer Jennifer Lopez için
"hayır" deseydim, bu sefer
Catherine Zeta-Jones ile geri gele-
cektin.Ona da "hayır"deseydim karım-
karımla dönecek ve her üçünü de bana
verecektin. Ben fakir bir adamım ve
üç karımın sorumluluğunu taşıyabile-
cek durumda değilim.Jennifer Lopez'e
"evet" dememin sebebi budur.

Hikayeden alınacak ders :Ne zaman
bir erkek yalan söylüyorsa bunun iyi
ve saygin bir nedeni vardır ve bu
başkalarının yararı içindir.

Kendileri için birşey istiyorlarsa
ekmek musaf çarpsin!!!
 
Mutluluğun Kokusu

Dostum birden soruverdi:

Bir insanın mutlu olduğu nasıl anlaşılır?



Şöyle düşünmüş olmalıyım:

Bilmem gözlerinin parlaklığından, neşesinden, belki yüzüne vuran iç aydınlığından.



Dostum hepsini kabul eden ama yeterli bulmayan bir el işareti yaptı:

Bunlar doğrudur. Mutluluk saklanamaz. Mutluluk insanın içinden sızar,bir yerlere girer, orayı değiştirir.



Bir de kokusu vardır. Bilir misin mutluluk kokar.
Mutluluğun kokusu mu? Doğrusu duymamıştım.



Dostum anlayışla baktı:

Doğrudur, duymamışsındır. İnsanlar pek farketmezler. Oysa, her ruh halinin kendine özgü bir kokusu vardır.



Eğer insanlar koku duygularını kaybetmeselerdi, bunları da bilirlerdi. Ama bir çok şey gibi bunu da kaybettiler. Yani, önceden biliyorlar mıydı?



Elbette, biliyorlardı. Bak hayvanların birbirleriyle iletişim kurmalarında koku nasıl önemli bir rol oynar...



Evet ama konuşamadıkları için... Dostum biraz sabırsız, sözümü kesti:



İnsanlar konuştukları için artık kokuya gerek duymuyorlar değil mi? Şimdi sen bana insanların konuştuklarını mı söylüyorsun? Artık yanıt vermiyordum. Dinlemeyi sürdürdüm.



Dostum:

Sen de biliyorsun ki insanlar gerçekte konuşmuyorlar. Konuşur gibi yapıyorlar. Öğrendikleri sözcükler var. Birbirlerine onları söylüyorlar.Gerçekte çok azı, çok az zaman için konuşuyor. Onlara da dikkat et, duygu sözcükleri yoktur. Birbirlerine söylemeleri gereken sözleri söylerler. Onun için de çoğunlukla birbirlerini dinlemezler. Gerçekte konuşmayan, gerçekte dinlemeyen insanlar iki önemli iletişim aracını da kaybettikleri için artık anlaşamıyorlar. Koku ve dokunma. İşte gerçek iletisimin iki yolu. İnsanlar ikisini de unuttu. Onu biraz kışkırtmayı denedim.



Şimdi insanların birbirlerini koklamalarını mı söylüyorsun?



Umutsuz ve kırgın bir bakışla baktı:

Keşke ne dediğimi anlasalardı da söyleseydim. Koklamak, öyle incelikli bir duygudur ki, bugünün insanına öğretilmesi gerekir. Zavallı koku alma duygumuz. Öylesine kötü kokularla bozuldu ki, yeniden eğitilmesi gerekiyor. Biliyor musun, insanlar insan kokusunu bile alamıyor. Bir kadının kokusu. Bir erkeğin kokusu. Çocuğun kokusu. Yaşlı insanın kokusu. Umudun kokusu. Bezginliğin kokusu. Hayata kırılmanın kokusu. Mutluluğun kokusu. İnsanlar bütün bunları unuttular. Dokunma da öyle insanlar bunu da unuttu. Bir elin el üstüne konması. Bir omuzun omuza dayanması. Bir sırtın sırta dayanması. Ayakların birbirine sarılması. Bedensel dokunma. Unuttuğumuz ne çok şey var...



Günümüz insanını savunmak istedim:

Ama sözcükler var, yazı var. Belki o yüzden unutmuşuzdur.



Dostum biraz dalgınlaştı:

Evet yalanların aracı sözler, yalanların aracı yazılar. Bir türlü içimizden geleni söylemeyi, yazmayı bilemediğimiz için yalanlarımızın aracı olanlar. Beden yalan söylemez, dokunuşun yalan söylemez. Bunlar gerçekleri iletir. Sadece gerçekleri...



Parfüm dünyasının gerçek bir uzmanı şunları söylemişti:

Parfümler doğanın verdiklerine insan ustalığının katılmasının ürünüdür, ama hiçbir parfüm kadın tenine değmeden gerçek bir koku değildir. Parfüme kişiliğini veren, kadının özel ten kokusudur. Onun içinde parfüm her kadında birbirinden farklı özellikler kazanır. Parfüm sürmenin ustalığı, bu karışımın oluşmasına yardımcı olacak ölçüde biçimde sürmeyi bilmektir. Böyle sürülmediği zaman kadın sadece parfüm kokar, ama sürmesini bilen kadının kendisi kokar. Önemli olan da parfüm değil, kadının özel kokusudur. Bu özel kokuyu kadının giydiği eşyaların durduğu gardropta, çamaşırlarında, özel yerlerinde bulabilirsiniz. Dikkat edin özel kokusunu tanımadığınız hiç bir kadını gerçekte tanımış sayılmazsınız. Ne yazık ki insanın kokusuna önem vermeyi bilmiyoruz. Sonra bir gün

"mutluluğun kokusunu"

tanıyacaksınız. Tenin hafifçe pembeleştiğini göreceksiniz. Güneşin ilk ışıklarına eşlik eden tozpembedir bu. Mutluluğun biraz utangaç, biraz ürkek, biraz çekingen başlayan, ama sonra cesaretle yayılan, güç veren, kendini duyuran özel pembesi. Bu pembeliğin üzerine dikkatle bakacaksınız. Orada buğulu bir nemlenme göreceksiniz. Hep uçan, hep havaya karışan, hep yenilenen üçücü bir nemlenme. Görenlere

"Sende bir şey var, aşıksın galiba"

dedirten bir bahar tazeliği, filiz tadı... Yaklaşın o tene. Yaklaşın ve mutluluğun kokusunu duyun. Birbiriyle uyum içinde binlerce kokunun süzülmüş kokusunu duyun. Pembeden eflatuna, deniz mavisinden güneş sarısına değişen gökkuşağı renklerindeki özel kokuyu. İnsanı rahatlatan, dinlendiren, coşturan, kıpırdatan, susturan, konuşturan mutluluk kokusununu duyun. Dünyanın en güzel kokusu budur. Bebeğin annesinden aldığı koku budur. Annenin bebeğinden aldığı koku budur. Seven insanın sevilen insandan aldığı koku budur. Ama bu koku kendiliğinden olmuyor. Buna emek vermek gerekiyor. Sabahların, gecelerin, gün ışıklarının birbirine karışması gerekiyor. Umutsuz günlerde, umutlu günlerde birbirinin değerini bilmek gerekiyor. Mutluluk kokusu dağlarda, ırmaklarda değil. Bu koku yalnız insanda. İnsanın insan da yarattığı koku bu. İnsanı insan kılmanın kokusu. Sevginin kokusu. Güvenin kokusu.



"İYİ Kİ VARSIN"ın kokusu.

"Keşke şimdi yanımda olsaydın"ın kokusu.

"SENİ SEVİYORUM"un kokusu.

"Beni seviyorum"un kokusu.



Bir gün mutluluğun kokusunu tanıyacaksınız. O zaman daha da mutlu olacaksınız, biliyorum...

 
Gül Bahçesi

Zamanın birinde bir kasabada yaşayan dünyalar güzeli bir kız varmış. Bu kız öyle güzelmiş ki çok uzak şehirlerden ve ülkelerden çok zengin, çok yakışıklı, asil pek çok delikanlı onu görmeye gelirmiş. Kendisiyle evlenmek isteyen nice prensi nice şövalyeyi reddeden güzel kız kimseleri beğenmezmiş. Bu arada aynı kasabada yaşayan ve bu kıza aşık olan genç bir delikanlı da bu kızı istemiş. Ama kız onu da reddetmiş. Aradan uzun yıllar geçmiş. Bizim delikanlı kasabadan ayrılmış. Kendine başka bir hayat kurmuş ve evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış.

Bir gün yolu bir zamanlar yaşadığı güzel, küçük kasabaya düşmüş. Orada tanıdık birine rastladığında aklına bir zamanlar orada yaşayan dünyalar güzeli kız gelmiş ve ona ne olduğunu sormuş. Yaşlı adam önünde gül bahçesi olan bir evi göstererek kızın evlendiğini söylemiş. Bizimki bir zamanlar herkesi reddetmiş olan kızın kocasını pek merak etmiş. Bir gün gizlenip kocasını evden çıkarken görmüş. Kızın kocası şişman, kel ve çirkin mi çirkin bir adammış. Üstelik zengin bile değilmiş. Çok merak eden adam kocası gittikten sonra evin kapısını almış. Kız kapıyı açınca kendini tanıtmış ve neden böyle bir adamla evlenmiş olduğunu sormuş. Kız da ona arkasındaki gül bahçesinden en güzel gülü koparıp getirirse cevabı vereceğini bu arada tek şartının bahçede ilerlerken geriye dönmemesi olduğunu söylemiş. Adam da bunun üzerine yüzlerce güzel gülün olduğu bahçede ilerlemeye başlamış. Birden çok güzel sarı bir gül görmüş.Tam ona doğru eğilirken biraz ilerde kocaman pembe bir gül gözüne çarpmış.Tam ona uzanırken daha ilerde muhteşem güzellikte kırmızı bir gül goncası görmüş. Derken bir de bakmış ki bahçenin sonuna gelmiş ve mecburen oradaki bir gül koparıp kıza ***ürmüş. Bahçenin en güzel gülün getirmesini beklerken kız bir de ne görsün yaprakları solmuş cılız bir gül.

Bunun üzerine adama dönen kız söyle demiş; " Bak gördün mü? Her zaman daha iyisini bulmak isterken ömür geçer ve sen en kötüsüne razı olmak zorunda kalırsın. Bu yüzden gençlik gitmeden elindekiyle yetinebilmeyi öğrenmek gerekir."
 
Uçurumdaki Göz Yaşı


Yolun sonundaki kulübeden sağa dönerek patikaya tırmanan adam,tıkanan nefesini öksürerek açmaya çalışırken bir yandan da terini siliyor.sol eli belinde,sağ eliyle gözüne siper yapıp,güneşin parladığı tepe ye doğru bin bir umutla bakıyor.dalıyor düşünüyor.tepe de süzülen martıların sesleri cinayet gibi .tüm güzelliği bozuyor.futursuzca, martıların ecdadı ...kiliyor,hareketli kasvetli kara bulutlara da bi küfür savruldukdan sonra baston gibi dal parcasını destek ederek yola devam ediyor.uyuz bi köpek havlayarak koşuyor.has****** tamda zamanı diyerek.bir iki taş fırlatıyor korkarak,çetin ceviz olduğunu anlayan köpek kuyruğunu pısıp farklı bir yöne doğru giderek adamı rahatlatıyor.

Aklına cocukluk günlerinde ki sekerek koşması,zıplayarak atlaması, düşmesi ,kalkması geliyor.iç geçiriyor...satmışım anasını yolun yarısındayız ömrün,tükeniyor yavaş yavaş.enerji azalmış çevıklık azalmış,nefes daralmış,kıç baş.kilo nebilim yok işte.tıslayarak yolun taşlarını savurarak devam etmeye çalışıyor,rahvanca.hafif den bi türkü mırıldanıyor..



Şu dağların yükseğine erseler
Lale sümbül mor menevşe derseler,
Bir güzeli bir çirkine verseler,
Güzel ağlar çirkin güler bir zaman.....

Bu ne ya nerden takıldı bu türküde diye hayıflanıyor.

Bir zaman ....ah bir zaman ,zamanın bol,heyecanın çok,gençliğin fena sayılmaz olduğu günler diye düşünüyor... cıgarasının savrulan külü gözüne kaçıyor tamda sırası.yaşarırken gözleri külden iyice melülleşip birazda ağlamaklı oluyor, ahhhhhhh zaman geçmiş, zaman eski zaman,kötü köralasıca zaman .ilacı olacak dı her şeyin diye sesli sesli düşünüyor.ne ilaç oldu ne bişi.zamana yenik düşdüm diye bağırıyo.sanki martılara kuşlara köpeğe böceklere havaya suya.tükenmişliğin sıkıntısı....ağlamaya başlıyor ciddi ciddi.hüngür hüngür.yürüyüşden vazgeçerek olduğu yere çöküyor,bağdaş kurmuş sırtı tepeye dönük geldiği yöne aşağıdaki hayata,ufka toprağa.belli belirsiz her yöne bakıyor.elinde kırık bir dal parçası toprağı delercesine bıçak gibi saplamaya başlıyor, dalın kırılması iyice sinirlendiriyor, yumrukluyor toprağı,.hıçkırıklar öksürmelere karışıyor.ceplerini karıştırıyor bulamamış gibi yapıp biraz daha arıyor sigara paketini.sanki zaman kazanacak.zaman a ihtiyacım vardı diyor belli belirsiz.yakmıyor ağzında dolandırıyor.gözyaşları bardak dan boşanırcasına artık. bağırıp çağırmayı da kesiyor.kesik kesik içli içli yanık yanık özenerek ağlıyor.hep hakkını vermek istediği gibi yaptığı işlerin .daha iyi ağlıyor.bitmemeliydi diyor sessizce.doğanın güzelliği birden duygularını depreştiriyor, bitmemeliydi diyor.kararını gözden geçirme isteği geliyor aklına vazgeçiyor.dönmemesi gereken bir yerde.yapması gerekeni, istediğini istemediğini istemediklerini,isteyip de yapamadıklarını olmayanları olamayacakları aklından geçiriyor .tekrar yola koyuluyor.tepeye az kaldığını görerek gözleri ışıldıyor.rahatlıyor.bi sigara daha çıkarıp bitmemiş sigara’sıyla yakıp mutlu mutlu tüttürüyor.


Arkada bıraktıkları en değerli varlıkları sevdikleri sevemedikleri sevenler sevmeyenler,küllen aşklar ,kor gibi yanmış sessiz sevdaları geliyor .nefret duyguları kabarıyor .vazgeçiyor düşünmekten.....zaten düşünüldü,.tartışıldı...başa dönmenin imkanı yok ,zaten dönülse de değişen bir şey yok ...sonuç belli diyerek kalan yolunu bitirmeye koyuldu.



Aşağıdaki manzara zaten bildik ürpertici.kayalar dik, yüksek, gri, soğuk. rüzgarın sesi dalga sesleri ile karışmış,yosun kokusu tuz kokusu ferahlıkla beraber çekıyor kendine.alt da yalçın kayalar .....yırtıcı korkucu ezici.bayıltıcı can alıcı kayalar, kayalıklar.hani tam atlasan düşecek yerde durmakta.yaşamın hangi noktasında ,şarkının hangi mısrasında şiirin hani kıtasında olduğunu düşünüyo.masal mı hikayemi filmmi.yaşadıkları yaşattıkları mutlu mutsuz ettikleri hayalinden hızlı hızlı geçip gitmeye başladı.bir daha gözden geçirmeli mi ydi yapacağı şeyi.bir daha bir daha.varmıydı son dakkada aklına gelen gönlünde kalan ,arkadan, ah keşke diyen...

Gözü arkada kalırmıydı.....arkaya doğru baktı.kimse yok.yalnızdı...yapayalnız .....yılları gibi..boğazındaki düğüm daha da sıkmaya başladı.aklına gelenler vardı..gözyaşları ince den inceye süzülmeye , göz pınarları çağlama ya başladı.anne diyebildi kısık sesiyle.anne.anacığım diyebildi boşluk da yürürken.
 
Kırat ve Sıpa

Kırata binmişim.

Sadece kulaklarını, kulaklarının arasından sarkan perçemini ve kar beyazı yelelerinin uçuştuğu boynunun bir kısmını görüyorum. Dimdik duruyor kulakları ve ara sıra oynayan başı resmin durgunluğunu bozarak, imgeye yaşanmışlık boyutu katıyor.

Dut ağacının yemyeşil yapraklarıyla gölgelediği serinliğin içinde, Şabanların yolunun başında, Aligil’in duvarının dibinde öylece duruyoruz.

Ağaçların ve otların rengi körpe bitki yeşili olmalı. İlkbahar sabahlarından biri ve güneş epey yükselmiş. Otların, yaprakların üzerine çöken sıcaklık bahar kokusuna boyanarak yükseliyor havaya ve hoş kokular doluyor burnuma; yaşama coşkusuyla göğe doğru yükseliyorum.

İçinde durduğum gölgeye bakılırsa erken ağaran günün sabahından biraz sonrası.

Kimsecikler yok yanımızda. Saka kuşları cıvıldamıyor dut ağacının yaprakları arasında, karga sürüleri kaplamamış göğün maviliğini. Yel esmiyor, ot kıpırdamıyor. Dut yapraklarının arasından görünen gökyüzü yüzü pırıl pırıl ve para kadar bulut yok.

< Dut ağacının altı ile evimizin arası yetmiş metre kadar var. Beni bu ata kim bindirmiş, oraya kadar nasıl gelmişim, ileri mi gideceğim, gerimi, birilerini mi bekliyorum?

Belli değil...

< İkinci görüntü; Çanakçı dönüşü, Küçük Köprü’yü gördüğüm anı resmediyor. Yine aynı kır atın üzerindeyim, Küçük köprüyü, İstanbul’a kadar uzanan şose yolu görüyorum. Aklımın yönü Görele’ye doğru. Büyük köprüyü geçip, dutluktaki hanı dönünce, ortaokulun altından Görele’ye gireceğiz.

Fakat ben ve at ne ileri gidiyoruz, ne geri... Yanımda, sağımda, solumda yine kimseler yok bu görüntüde de. Kır at ve ben anayola doğru dönmüşüz cephemizi, duvara asılı tablo gibi aynı noktaya doğru bakıyoruz. Atın perçemi ve kulakları arasından görüyorum önümü.

Bu görüntünün, Dut ağacının altında başlayan yolculuğun devamı ve aynı günün, dakikalar sonrası olduğundan eminim.

Çanakçı sapağı ile dut ağacının arası yedi kilometre kadar. Bu yedi kilometrelik yolculuğun hiçbir santimini anımsamıyorum. Kemer köprü yok, Osdu Mamud'un değirmeni yok. Değirmen yanına kadar hep iniştir ve burası inişin, yokuşa döndüğü yerdir.

O yaşta, at sırtında tutunabilmem, altmış yetmiş derece eğimli yolu selametle tamamlamam asla söz konusu olamazdı. Yokuş inerken atın boynundan aşağı düşmem gerekirdi, Demek ki yanımda birileri vardı ve bana yardımcı olmuştu. Gacaru çeşmesinden aşağısının yetmiş derece eğime ulaştığını düşünürsek, Kemer Köprüye kadar süren tehlikeli yolculuğu at sırtında bir başıma geçmediğim açıkça anlaşılabilir.

Bu anıya bakılırsa, günlerden Salı ve ben 2-3 yaşlarındayım. Salı günleri Görele’nin pazarıdır ve köylüler için resmi tatil gibidir. Köylerdeki işler bırakılır ve Görele çarşısına inilir. O gün çarşıya gelmiştik ama ne yolculuğun orta yerinden, ne de Kemer Köprü’ye (değirmenin hemen yanı) kadar olan inişi nasıl bitirdim, şoseye indiğimde at motorlu araçlara nasıl tepki verdi, Görele çarşısında ne yaptım, hiçbirini anımsamıyorum.

Halen, bu olayın içinden çıkabilmiş değilim; bunlar yaşanmadı da ben mi uyduruyorum; gerçekten benim gözlerimden mi aktı belleğime, yoksa birilerinin kulağıma üfledik-lerini kendime mi mal ediyorum? Temelini yayla hevesinin doldurduğu bu at sevgisi, kurgularımla gerçeğimi birbirine mi karıştırdı, karar vermiş değilim.

Çocukluğumun, masalla gerçek arası bir yerine kazılı bu anısı, hiç bir zaman terk etmedi beni. Bu masalımsı anının gerçek olmasını bekledim yıllar boyu. Bir atımız olmalıydı, yükleri ben değil o taşımalıydı, sırtına binip dörtnala koşturmalıydım yollar boyu. Asıl önemlisi yaylaya gitmeliydim.

Aynalı başlığını takmalı, sağrısına allı, kırmızılı, yeşilli örtüsünü örtmeli; boynuna gorunu takmalı ve ceniğe (köye,cenik denir) dönerken bir elimde çam sakızı, ötekinde pestil dağıtmalıydım yolumun üzerinde dizilenlere.

Yayla mevsimi geldiğinde dört yanımızı gor, çan, kelek sesleri, koyun kuzu melemeleri ve sığır böğürtüleri kaplar. Bu sesleri duyduğumuzda dışarı fırlar, geçit töreni izler gibi, ağzımız açık, içimiz buruk beklerdik muhteşem göç katarlarını. Cılız sığırlar, benzi soluk insanlar tatlı bir telaşla umutlarını yanlarına alarak uzaklaşırlardı köyümüzden. Kızıl ağaçlar ve fındık dalları yer yer kapatır inişi, çıkışıyla kıvrılarak uzayan yoldaki görüşü. Bir görünür, bir kaybolur yolcular tepenin, tümseğin, alafın ve paldırın arasında.

Çanlı Kirse (Çanlı Kilise)’ den sonra hiç görünmez olurlar ve oraya kadar bakardım yaylacıların ardından. Sonrası hayal dünyamın kurgularıyla ve tamamlanmamak üzere uzayıp giderdi.

Aradan günler geçer yaylacının biri, yayla yanığı kızarmış yüzüyle yollara uzanan yeşil yapraklı fındık dallarının arasından görünür, yayla havasını yayarak önümüzde durur. Biz ağzımızı açmadan vakur ve görev bilinci içinde bir çiğniyim çam sakızı ile bir ısırım pestili ellerimizin arasına bırakıverir. İşte mutluluğum,heyecanım, coşkum, şükran duygum ve imrenmekten içimin eridiği an.

Kırat öyküsü yeniden canlanır bu günlerde , yaylaya gitme isteğim midemde yumruk yumruk topaklanır,burgu burgu ağrılar olurdu.
>br> Bizim ailede yaylacıymış ben doğmadan. Dedem ve babaannem İstanbul’a, halamlar kocaya gidince yaylacılık bitmiş. Güya, kır at da o günlerde satılmışmış.

Bir ucumuz İstanbul’a uzayınca elimiz, kolumuz bağlanmış ve bizim ailenin yaylacılığı anılara hapsedilmişti.

Kır ata ilişkin iki resimlik anım ve yaylacılık özlemim hayal dünyama yerleşmiş benimle birlikte büyüyordu.

Yaylaya giden arkadaşlar oralarda geçen olayları anlatırken doyumsuz tatlar alır o hayatı illaki yaşamak isteğiyle yanıp tutuşurdum. Yemyeşil cana can katan topuk çimeni kaplı düzleri, çam ormanları tüm hastalıkları yok eden acı suyu, bir adım sonrasını görmeyi engelleyen sis baskınları; gerçeğe değil, masal dünyasına aitlermiş gibi gelirdi bana. Bunların hepsi tanımdan ve tahminden öte şeyler değildi, çünkü gözlerimle görmemiştim.

Topuk denirmiş yayladaki ota, diken gibiymiş. Suları öylesine çok soğukmuş ki, yediğin yemeği hemen eritirmiş ve sık sık yemek yeme ihtiyacı duyarmışsın. Sıcak kavurmanın üzerine bu su içilirse, et midede donarmış ve ölüme yol açarmış. O nedenle yayla çocukları güçlü, kuvvetli olurmuş. Ben çok zayıf, güçsüz olduğum için de illaki yaylaya gitmek istiyordum.

Babamın güçlü olmasını yayla çocuğu olmasına bağlıyordum. Beşiklerin başında, anaların, ninelerin söylediği ninnilerin en güzeli, en dokunaklısı ‘uyusun da büyüsün, yaylara yürüsün, küçük guzum oooy” ninnisidir. Doğan her çocuğun gitmesi gereken yerdir yaylalar. Beşiklerin başında yakıla yakıla yayla ninnileri, içinizi de yakmaya başlar yayla sevdası.

Yaşım ilerledikçe yaylaya gidebilmek arzusu, küçücük dünyamın en büyük hayalini, belki de yaşamımın ilk ciddi takıntısını kazıyordu belleğime.
Eğer atımız olursa yaylacılığın mutlaka başlayacağına inanıyordum. Gerçi gün gün yaylacıların sayısı azalıyordu. İş yapacak, yaylaya gidecek yaşta olanların kimi İstanbul’a,kimi Almanyalara kaçıyordu. Ama, ben umudumu yitirmemiştim.

Günler, tarla, inek, dana, değirmen ve okul arasında geçip giderken, dedemden, ömrümce unutamayacağım sürpriz haber geliverdi. Bir katır göndermiş bize.

< Köru Ali İmroz’dan bir kaç katır ve at satın alıp gemiyle Görele’ye getirmiş. İstanbul’da dedemle görüşmüşler.
>br> Dedem, “Birini bize bırak. Ama, bizim çocukların beğendiği olsun” demiş. Yüz lira vermiş. Gelen habere göre, katırlar Orta Çay’da imiş.

Orta Çay, Büyük Köprü ile Küçük Köprü arasında kalır. Bir yanında Elevi deresi,öte yanında andal vardır. İki top sahası büyüklüğünde arazi çayır , çimen kaplıdır. Orta yerinde iki tane kale direği ve aşağısında (deniz tarafında) gölgesinde oturulan kocaman bir çınar ağacı göğe doğru uzanırdı. O zamanlar halka açıktı. Beşerden, altışardan kurulu, beş altı takım aynı anda maç yapardı.Onbirli maçlarda bile, kenarlarda bir iki küçük takıma oynayacak yer kalırdı.

Trabzon İdmanocağı gelir, Görele Yurtgücü ile maç yapardı. Büyük maçlardı bunlar. Tirebolu’dan Giresun’dan takımlar gelir, o zaman sahanın çizgileri, kireçle çizilirdi. 19 Mayıs törenleri de burada yapılırdı. Koşu yarışmaları ( o zamanlar atletizm demezdik), minder hareketleri, insandan kule, yanan çemberden geçme vb. hareketler birbiri ardınca sıralanır, bu gösterileri izlemek için köyler boşalır, Orta Çay’a toplanırdı.

Orta okul yıllarında , öğlen yemeğimiz olan 25 kuruşluk çeyrek ekmek ve 10-15 kuruşluk zeytin veya tahin helvasını da çoğunlukla burada yerdik.Dere boyunca dut ağaçları vardı ve gölgesinde otururduk.

Koşar adım indik köy yolunu.Orta Çay’a geldiğimizde iki at , sekiz-on kadar katırın otladığını gördüm. Birkaç kişi atları ve katırları inceliyor.Özellikle ağızlarını açıp dişlerine bakıyorlardı.

Babamla birlikte kalabalığın arasına karışmadan uzaktan baktık hayvanlara.Tıpkı diğerleri gibi baban da birkaç katırın dişlerine baktı.Sonra, henüz iki yaşlarında olduğu söylenen sıpaya yaklaştı. Benim de küçük olmam nedeniyle olsa gerek, onu seçti. Doğrusunu söylemek gerekirse, benim gözümde onda idi.

Ağzına dişine baktıktan sonra, sıpanın yularından tutup, köye yöneldik.. Ayak tırnakları nalsız ve küçücüktü. Oysa atların ve katırların ayakları onun dört-beş katı kadar görünüyordu. Küçük bebeklerin görüntüsüyle özdeşleştirdim sıpamı ve bir küçük kardeşim daha olmuş kadar ürperdim tepeden tırnağıma.

Direndi önce, bizimle gelmek istemedi. İlerde otlamakta olan atın yanına koştu kişneyerek.” Anası olmalı “ diye, düşündüm. Çocuklar da, danalar da analarının peşinden aynı tepkiyi verirlerdi. Gitti, yularını tekrar yakaladı babam. Yulardan gem yaptı ağzına. Ağzının etleri acıyan sıpa direncini sürdüremedi, babamın ayak izlerini takip edercesine yürümeğe başladı. Arkalarında ben üzüntü ve sevinci harmanlamış, yarı sarhoş, ha düştüm ha düşecek onlara yetişme çabasındayım.Sıpanın zoraki itaati, ağzına takılan gemin verdiği acı içime oturmuştu. Ufacık, evdeki dana kadar, kahverengine çalan rengi, küçücük ayakları, sinekleri kovalamak için sallanıp duran kuyruğu.

Son derece sempatik , bir o kadar da öksüz havası veriyordu bana. Bıraksalar geri ***ürüp atın yanına salacaktım. Fakat, ona sahip olma duygusu daha ağır basıyordu. Birlikte büyüyecektik kardeş gibi, öyle hissediyordum.

Ana şoseyi geçtik, Küçük köprünün yanından Çanakçı yoluna kıvrıldık. Orta Çay kayboldu. Babam gemi çıkardı sıpanın ağzından. Üzerimden kocaman bir karlı dağ kalktı. Direnmeyi bırakmış, başlığın normal haliyle çekilmeyi kabullenmişti. Çanakçı yolundan ayrıldık, köyümüzün yoluna saptık.

Nasıl ve kimler tarafından yapıldığını bilmediğim köyümüzün yolu, son derecede düzgün kara taşlardan özenle dizilerek yapılmıştı. Şoseden başlayan ve tek ustanın elinden çıkmış düşüncesi yaratan bu yol, bütün köyleri dolanırdı.
>br> Hatta, bu yolun köyümüzden de eski olduğunu düşünmüşümdür zaman zaman. Taşlar parıl parıl parıldıyordu cilalanmış gibi. Bu da uzun yılların eseri olduğu izlenimini verirdi.

Sıpanın nalsız ayaklarının taşlarda çıkardığı tıkırtılar kulağı okşayan mistik nağmeler oluyor, içimde bulanık, tatlı heyecanlar yaratıyordu. Arada bir kayıyor, hemen toparlanıyordu. Acıma duygusu meraka ve giderek coşkuya dönüşüyordu.
>br> Kendimden geçmiş, gözlerim büyülenmişçesine ayaklarına takıl havalarda uçarken, Cami Yanı’na nasıl gelmişiz.

Cami Yanı; adı üzerinde caminin bulunduğu alan, mahallemizin yegane geniş düzlüğü, hemen hemen 1,5-2 dönüm büyüklüğünde, mahalle çocuklarının oyun, yaşlıların sohbet, köylülerimizin düğün ve bayram yeri. Orta yerinde kocaman bir çınar ağacı var. Saklambaç oynarken saklanma siperi, bayramlarda salıncak ağacı.

Cami yanı her zamanki kalabalıktı. Özellikle arkadaşlarım sardı çevremizi. Kimi sevdi, kimi “ne zaman büyüteceksin de yük taşıyacaksın” diye dalga geçti. Büyükler, “yuları uzun olsun” dediler babama.

Evimize geldik, bahçeye bağladık ve önüne ot koyduk, kütür yemeye başladı yılardır buradaymış gibi. Tüm aile karşısına geçip seyre daldık. Hepimizin içi kıpır kıpırdı, her hareketini merakla izliyorduk.

Aradan günler geçti, nedendir bilmiyorum, katırın adını ‘Tarzan’ koydu babam. Ben de cesaret edip soramadım hiçbir zaman.

Kendine özgü kokusu , ot yerken kütür kütür ses çıkarıp gözlerinin üstünün şişip çukurlaşması,arada sümkürmeye benzer hareketleri ile ineklerden ayrı özellikleri vardı. Bu haliyle ineklerden ayrı bir konuma yükseliyor, adeta kutsallaşıyor, onurlu bir kimliğe ulaşıyordu. Oturup dakikalarca seyre dalıyorum. Yularından tutup gezdirmek, bineceğim günleri düşünerek her an ayrı ayrı dalga boyutunda heyecanlar yaşıyorum. Sevincim ve heyecanım bu kadarla da sınırlı değildi; artık hem yükleri onunla taşıyacağım, hem binip gezeceğim, hem de başkalarına yük taşıyıp para kazanacağım.

Bu sevimli sıpadan önce ‘Kop ‘ adında bir köpeğimiz olmuştu.Onu da enikken almıştık.Koyu kahve rengi, afacan bir köpek olmuştu.Başkalarının köpeklerinden korkmama karşın, Kop’la sarmaş dolaş koşmaktan oldukça hoşlanıyordum.

Bana karşı söylenen, “korkma, ısırmaz” sözünü onlara söylemenin keyfini çıkarıyordum çoğunca.

Köpeğin kendine özgü ekşimsi, itici bir kokusu vardır.Normal koşullarda tiksinmem gereken bu koku ile iç içe yaşamağa alışmıştım.

Bir sabah bahçemizde ölüsüyle karşılaştık, birileri tarafından zehirlenmişti. Oturdum ağladım günlerce alışamadım yokluğuna. Daha sonra ne kedimiz ne de köpeğimiz olmadı.

Babam, birkaç erkek danayı keserken de üzüntümden ağladığım olmuştu. Bizim köylerde erkek dana beslenmez, birkaç aylık olunca kesilir ve yenir. Damızlık boğa bir yada iki evde beslenirdi. Bu nedenle erkek danalar birkaç ay beslenir , büyümesine fırsat verilmeden kesilir. Büyükbaş hayvanlarla yaşıyorduk. Onlarla birçok anı vardır elbette sevgi ve üzüntü üzerine. >br> İnekler tembel tembel gezinirler ve sinsice onun bunun tarlasına giren başınızın belasıdır. Düşersiniz ardına ve her gün otlatmaya ***ürürsünüz. Ya birinin tarlasına girer, ya da güvenek konar başını alıp kaçar. Çocuk duygularınıza bir şey vermez. Kaynayan kanınıza ters orantılıdır yaşamları.

Köpekler ve katırlar öyle mi? Sizi, sizden daha çok eğlendirir.

Kaşağıyı elime alıp sırtında gezindirmeye başladığımda yeni eğlencemi bulmuş, yeni dünyanın kapısından girmiş gibiydim. İkimiz birlikte çocukluktan gençliğe doğru adım adım yürüyecektik. Ben katırların dünyasını ve katırlarla hayatı paylaşmayı ondan, o da insanlarla yaşamayı benden öğrenecekti.

Ahırda başlayan eğlenceli günümüz yollarda, bahçelerde birbirinden güzel anlarla devam ediyordu. Yemini yedikten sonra çeşme yalağına su içirmeye gidiyordum. Su içişini izlerken mutluluk ve heyecana kapılır, dalar giderdim.

Kekik yemekten büyük zevk aldığını görmüştüm, kekiği bol yerlere ***ürüyor, hatta şelek şelek kekik kesiyordum orakla. Kekikler güneş gören, ağaç gölgesi ulaşamayan yerlerde büyür. Buraları kayalık yerlerdir ve düşme tehlikesi ile karşı karşıyasınızdır. Bu özveri demekti ve sıpa için sarf etmiş olmaktan hoşlanıyordum. Kekikleri ahırda olduğu zamanlar önüne koyuyordum.

Ahır evimizin zemin katı idi. Üstü tahta ile döşenmişti ve ikinci katta bizi oturuyorduk. Yem yerken ağzından çıkan kütür kütür sesleri yatağımdan duyuluyordu. Yatakta yatmak, uykuya dalmak da başlı başına özel bir tada dönüşmüştü.

Aradan geçen uzunca bir zamandan sonra yine geldik Orta Çay’a.

Tarzan büyümüştü ve ayağı nallanacaktı. Kalın urganlarla bağlandı ayakları, tepinmemesi, tırnaklarını kesip nal vuranları engellenmemesi için önlemler alındı. Bıçak kesip, çekiç çivileri çakarken tepinemedi, inleyip durdu, ıkındı boşu boşuna. İşlemler bitince sıpalıktan katırlığa adım attığının bilincinde değildi ama, benim umutlarımın bir adımı daha atılmış oluyordu.

Nallanma, katırlığa geçiş için önemli törenlerden biriydi. Küçücüktü ayağına çakılan nallar. Tırnakları kesilince çivilerin üzerinde yükselen küçücük ayakları tatlı bir görünüm almış, ilk ayakkabısını giyen çocukların ilk yürüyüşünün verdiği meraklı sevinci duymuştum. Diğer katırların ayakları kocamandı ve hantal duruyordu Tarzan’ın ayaklarının yanında.

Sanıyorum o da acemilik çekiyordu, yere basışındaki tedirginlikten, adımlarını atışındaki sekmelere bakınca, çıplak ayakla yere basarken birden bire çivilerin üzerinde yürümeyi yadırgamıştı. Gözleri irileşmiş, korku ifadeleri ile dolmuştu. Kuyruğunu daha sık hareket ettiriyor ve bacaklarının içine doğru çekiyordu. Tedirginliği ve korkusu her halinden anlaşılıyordu.
>br> Ayak sesleri değişmiş,niniye benzer tatlı,kulağı okşayan melodiler çıkarıyordu. Bazı köylülerimizin giydiği kabaralı iskarpinlerin çıkardığı sese benziyordu.

İki kez daha gittik Orta Çay’a özel işlemler için. İkincisinde semer vurulacaktı sırtına. Hopladı zıpladı oynaşır gibi. Ard arda sıraladı çifteleri. Şaha da kalktı o arada. İlk ve son kez yaptı bu akrobasiyi. Çiftesini çokça görmüş, hatta birkaçında sırtından düşüp yerleri öptüğüm de olmuştu ama, şaha kalktığına tanık olamamıştım o ana kadar. Semere karşı gösterdiği tepki gözümü oldukça korkuttu. Bunca insanla yaptığımız işi yalnız kaldığımızda yapamayacağımız duygusuna kapıldım..

Mis gibi saman kokuyordu semeri; derisi tertemiz, kök boyalı rengarenk yün iplerden dokunmuş palanı ve yemliğinin parıltısı gözlerimi ve ruhumu kamaştırıyor bulutların üzerine salıyordu cılız bedenimi. Ben olsam böylesi yepyeni ve gıcır gıcır giysileri giyeceğim için günlerce uyuyamazdım, o, tepinip duruyor, çifteler savuruyordu durmadan.O direndikçe insanlar daha çok asılıyordu urganlarına.Direnişi boşa çıktı, semer sırtına vuruldu, kayış kuyruğundan geçirildi, palanı sıkıca çekildi ve çözülmemek üzere düğümlendi, ne yapsa atamazdı sırtından artık.

Tarzan pek hoşlanmamıştı ama, şimdi katıra benzemişti ve semeri çok yakışmıştı.Sicimlerden örülmüş eğreti başlığını ve yularını da değiştirmiş, alnı aynalı, her yanına irili ufaklı mavi boncuklar işlenmiş kırmızı, lacivert ve siyah renklerin hakim olduğu rengarenk kök boyalı yün ipliklerinden örülü başlığını takmıştık. Sevimli, sempatik ve sıpalığı gerilerde bırakmış tam anlamıyla yakışıklı, hamarat küçücük katır adayı olmuştu artık.

Tarzan erkekti; büyüdükçe erkeklik duyguları gelişip saldırganlaşacak ve zapt edilmesi zorlaşacakmış. Bu nedenle yumurtalıklarının alınması gerekiyormuş.

Yine düştü yolumuz Orta Çay’a ve bu kez sımsıkı ve tor top, semerinde yükleri bağlamak için taşıdığı urganlarla bağlandı ayakları. Ustura, yumurtalıkları sıkacak kıskaç, kollarını sıvayan insanlar hazırlandı ve hepsi birden üzerine çullandı sıpanın. Bütün gücüyle tepiniyor, ayağa kalkma çabaları boşa çıkıyordu. Göz bebekleri kocaman olmuş, ağı bembeyaz belermişti. Burnundan salyalar, ağzından köpükler saçıyordu. Korku ve dehşeti bu kadar net, bu kadar yakından ilk kez izliyordum.

Acı iniltiler, yorgun hırıltılar delip geçti yüreğimi. Yeşil çimenler kızıl kanlara boyandı. Göz göze geldik, imdat çığlığını olanca hüznüyle doldurmuştu masum bakışlarına. Burnumun sızısını göz yaşlarıma çeviremedim. Bir kez daha allak bullak ve bölük pörçük oldu duygularım. Dehşet her yanımı sardı, nasıl tepki vereceğimi bilemeden, buğulu bakışlarım dondu kaldı sıpanın alev alev yanan gözlerinde.

Vücudum kaskatı olmuş, ateş basmıştı her yanımı, yüreğimin atışı ile kulaklarımın uğultusu Orta Çay’a sığmıyordu.

Nal çakılması ve semer vurulması tatlı heyecanlarla titretmişti bedenimi. Şimdi ise sıpanın çektiği acıların onlarca kat fazlasını duyuyordum etimde ve ruhumda. Beni doğrasalar bu kadar acı çekemezdim sanıyorum. Yine de öfke duyamıyordum ustura sallayana, üzerine çökenlere.

Kutsal bir ayinde ibadet ediyorlarmış gibi değerlendiriyordum onları.

Olağanüstü bir çabanın içindeydiler ve olanca gayret ve hünerlerini işlerine vermişlerdi. En az sıpa kadar yoruldukları her hallerinden belli oluyordu. Gündelik işlerinden birini yapıyor kadar sakindiler.

Öyle ki, ağızlarındaki sigaranın külünü bile dökmeyi ihmal etmeyenleri vardı.

Şapkasının kenarları yağ tutmuş olan adam diğerlerinden biraz yufka yürekli gibi görünüyordu. Yüzü acıyla geriliyor,gözleri üzüntüyle kısılıyordu.

Sıpanın kaderinde onun belirleyici olacağında karar kılmıştım.

Her şeye karşın hiçbirine kızamıyor, sadece ellerini çabuk tutmalarını, sıpayı en kısa sürede serbest bırakmalarını diliyordum..
 
Geri
Üst