Hayata Yön Veren Hikayeler...

Yarım...

Elle tutulamayanları çizmişti hep bir yerlere,
Karışık duygu salatalarının, hazmı zor zeytin yağı olmuştu çoğu zaman,
Yorucu gündüz rüzgarlarının nefesini saklardı hep,
Geceleri, solmuş,ıslak ve tuzlu suların ıslattığı kağıtları kuruturdu o nefesle...
Sıkılmamıştı yazmaktan, yıllar çok yazdırmıştı,
Bazen basit bir kelebeğin vadesi geçmiş ömrünü,
Sesi kısılmış, hiç konuşmadan bekleyen bir telefonu...
Körleşmiş bıçakların maziye dalışlarını,
Kimsesiz ağaçların yanı başında ulaşamadığı dostuna dallarını uzatmasını,
Şarkıların notalarını yazardı bazen, nasıl hayallerin kilitli kapılarına anahtar olduklarını...
Yer önemli değildi onun için, nasıl olsa misafirleri hep aynıydı, mekanın önemi yoktu.
Uzanırdı bazen bir yerlere, duramazdı, kağıtlara yazamasa bile beyninde birleştirirdi alfabenin minik yavrularını.
Onları el ele tutuşturur, birbirinden ayrılmaz sevgililer haline getirir sonra da zevkle izlerdi
Ayrılıkların yoldaşlığına çok şahit olmuştu ama onları kimse ayıramazdı,
Sonra bu aşkı yazardı bazen, öyle bir öpüşürdü ki bazen iki harf...
Yazıp çizmeye bile korkardı, ayıracaklar diye.
Arada sarhoşlukların zikzaklarını anlatırdı istemeden...
Çakırlıkların hafif ekşiliği gizlenirdi bazen üç satır arasına...
Bir sonraki sefer yamuk görülse de önemi yoktu, zaten o an sarhoştu, onu anlatmalıydı...
Harfler de sarhoş dururlardı,
Mesela S harfinin omzuna öyle bir koyardı başını E harfi ki aşk ancak böyle anlatılabilirdi,
Hesapsız teslimiyetlerin ilk umutlarını anlatırdı bu sevişmeler...
Belliydi, ikisinin de başı dönüyordu ama mutluydular o güvenin maskesiz omzunda
Seni ve seviyorum kelimelerinin yürümeye başladığı ilk adımlardı bu harfler, asla unutulmazdı...
Asırlara sığmayacaktı yazacakları, ömrü yetmeyecekti varlıkların yokluğunu anlatmaya...
İsyanlar sığmayacaktı defterlere, kitaplara...
Bazen çok yorulur, uzun süre yazmaz, sadece izlerdi reklam arası almadan...
Sonra yine devam ederdi yaşamın, çizgilerden oluşan temelsiz prefabrik inşaatlarını çizmeye...
Sadece dört çizgiyi bir araya getirip yanına da iki çizgi çizip tepesinden öpüştürdümü.
Al sana EN kelimesi...
Mutlu oluyordu bu kelimeyi yazmaktan..
Yanına her meze giderdi artık, Yüklemler, tümleçler, özneler hep peyniri zeytiniydi masanın...
Aşkların köşesine çekilip ürktüğü dönemlerde bile yaşatabilirdi yazılarıyla.
Büyük dalgaların arasındaki yalnız balıkçının cesaretini boyayabilirdi bir misket tanesinin ışık almayan yüzüne...
Güvenlerin denizde boğulduğu dakikaların ressamı olabilirdi...
Karanlığın gizliliğine tutunmaya çalışan ama rüzgara direnemeyen bir yaprağın sesi olabilirdi...
Ama artık gücünün tükendiğini hissediyordu...
Yazarken titriyordu çizgiler, tam öpüşmüyordu artık kelimeleri oluşturan minik aşıklar...
Sahtelerin en masum yüzlerini bile çizerken şevkle, aniden durup kafasını masalara vuruyordu...
Sinirleri zayıflamıştı artık...
Sahte yüzleri aydınlattığını fark eden güneşin,
Utancından yerin dibine girdiği zamanı gösteriyordu akrep ile yelkovan.
Sokak lambalarının sokakları aydınlatmak istemediğini fark etmişti.
Evet yazacaktı...
Sayfa yine çok ıslanmıştı,
Kelimeler boşluk bırakmamaya niyetliydi sözde bembeyaz kağıda...
Sert kabuklu bir nar gibiydi o anki yalnızlığın yudumları,
Kendiliğinden dağılıp binlerce minicik harf olmuştu.
Müzik eşliğinde bir-bir sarılıyorlardı harfler titrek bir elin şefkatiyle,
Soluğu kesiliyordu ağır-ağır,
Keskin notaların hüzün dolu çarpışmaları vardı karanlığın kan dolaşımında
İyice titrer olmuştu artık,
Bir şişe sarhoşluğun altında ezilen üç günlük teraziyi anlatıyordu çaresizliği.
Farkına varmıştı her şeyin...
Bu sahneyi bitirebilirdi ama bitirmek istemiyordu...
Hayatında ilk defa yazmak istemiyordu, direnmeye başladı.
Arası açılıyordu artık harflerin, kelimelerin,
Uzaklaşmalıydı oradan, bitmemeliydi bu yazı, bu şarkı...
Son kullanma tarihi geçmiş yolların, görünmeyen şeritleri gibiydi artık kelimeler,
Ama hala devam ediyordu istemeyerek,
Duraksadı bir an
Hayatının anl***** oluşturan minicik harflere baktı, son bakışıydı...
Önce Büyük harfleri öptü ellerinden,
Sonra küçük harfleri gözlerinden,
Sesli veya sessiz, ünlü, ünsüz önemi yoktu.
Hepsi her şeyiydi...
Sevgilerinin sonsuz sarılmalarına şahit olamayacaktı belki tekrar.
Bir gözyaşını yazıp, okuyanları ağlatınca, iyi anlattığını düşünüp gururlanamayacaktı...
Ağlayamayacaktı...
Derin bir nefes aldı...
Ve son nefesini haykırdı tüm gücüyle,
Lacivert kanının son damlasını, imzanın tam yarısında tükürdü,
Asla yazamayacaktı tekrar, bir çöp olacaktı...
Yaşamı bitmişti belki, tamamlamamıştı yazıyı
Ama yıllardır onun yalnızlığını paylaşan hayat arkadaşının,
En karanlıklarda son kibritinin de sönüşünü,
Yaşama dair ne varsa vazgeçişini,
İsyanların EN isyanında kendini darağacına sürüşünü anlatan bir mektubu yazan KALEM olmayacaktı...

Mürekkebi bitmişti...
İmza yarım kalmıştı...
 
Bebek

Genç kadın, bebeğin güzelliği karşısında büyülenmiş gibiydi. Kıvırcık sarı saçları, iri mavi gözleri, kalkık bir burun ve küçük kırmızı dudaklarıyla bir kartpostalı andıran bebek, kadının şimdiye kadar gördüğü en canayakın kız çocuğuydu. Onun ipek yanaklarını daya doya öpmek ve Cennet kokusunu içine çekmek için eğildiğinde:

- 'Dokunma bana...' diye bir ses duydu. 'Beni okşamaya hakkın yok senin.'

Kadın korkuyla irkilip etrafına bakındı. Bebekle kendisinden başka içerde kimse yoktu. Aynı sesi tekrar duyduğunda bebeğe döndü. Aman Allahım!.. Yeni doğmuş gibi görünmesine rağmen konuşan oydu.

- 'Bana yaklaşmanı istemiyorum' diye devam etti. 'Hemen uzaklaş benden.' Kadın, biraz olsun kendini toplayarak:

- 'Çocuklarımız hep erkek oluyor' dedi. 'Onlar da güzel ama kız çocukları başka. Bu yüzden seni öpmek istedim.'
- 'Beni öpemezsin' diye ağlamaya başladı bebek. 'Benim de seni öpemeyeceğim gibi.'
- 'Neden?' diye sordu kadın. 'Neden öpemezsin ki?' Bebek, hıçkırıklara boğulurken:
- 'Bunun sebebini bilmen gerekir' dedi. 'Düşünürsen mutlaka bulacaksın.'

Kadın, neler olup bittiğini hatırlamak üzereyken kendine geldi. Özel bir hastanenin en lüks odasında yatıyor ve narkozun tesirinden midesi bulanıyordu. Aile dostları olan tanınmış doktor, odayı dolduran çiçeklerden bir tanesini vazodan çıkartıp kadına uzatırken:

- 'Geçmiş olsun hanımefendi' dedi. 'Başarılı bir kürtajdı doğrusu. Ha..! Sahî, 'kız'mış aldırdığınız.

 
Beklenen gün...

Beklenen günlerin geçmeyen saniyelerini sayıyordu.
Tarifsiz bir heyecan diyarından gelen hızlı kalp atışları misafiriydi yüreğinde bugün.
Lezzetli melodilerin göz kararı bekleyişlerine inat olacaktı gözyaşları, biliyordu.
Ne soğuğun uyutası okşaması, ne de etraftakilerin acır bakışları etkileyecekti.
Az sonra bitecekti her şey, hiçbir şey engel olamayacaktı.
Bitmeyen bekleyişlerin çıkmaz sokağında yankılandı ayak sesleri,
Alkışların süslediği bir arenanın yalnız matadoruydu bakışları,
Yağmurlarını tüketen bulutların onurluca arkasını dönüp gitmesini görüyordu gökyüzünde,
Umutsuzluğun yollarını çok eskitmişti beklerken,
Şimdi ise beklediği, bir kilit kadar yakındı,
Yıllara inattı bu bekleyişin adı, karanlığa yapılan nispet.
Her sigaranın tükenmesinden sonra daha iyi anlaşılıyordu pakettekilerin sonsuzluğu.
Bitmeliydi artık bu bekleyiş, dayanamayacaktı bu ağır yüklü yolcu,
Beklenen anın gelmesinden daha uzun sürmüştü bu kör bekleyiş.
Yoksa gelmeyecek miydi, hayır bu olamazdı.
Söz vermişti, unutmazdı, unutamazdı.
Ağır çekilmiş bir sahnenin kımıldamayan figüranlarıydı akrep ile yelkovan.
İlerlemiyorlardı...
Cevapsız mektupların sahibi hala gelmemişti, bekletilmeyi sevmiyordu...
Zil sesini duymuş bahçeye çıkan çocukların koşuşlarını hissediyordu yüreğinde.
Hadi artık diye yalvarası geliyordu ama kime yalvaracağını bilmiyordu.
Bu gelişin dönüşü olmayacaktı, onu ya alacak ya da alıp gidecekti.
Hayatının kadını geldiğinde güzel görünmeliydi,
Derin alın çukurlarını kamufle etmeye çalışan mesaisi bitmiş işçiler gibiydi parmaklar.
Bırakıp gidemeyeceği nadir bekleyişiydi,
Dağınık saçların beyazları çoğalıyordu,
Bitmeyecekti bu bekleyiş.
Ufuk çizgisine asla ulaşamayacaktı...
Umutların yorgunluktan yığılmak üzere olduğu vakit açıldı kapı...
Gözler kilitlendi o aşkın giriş tüneline,
Hayallerin, umutların sahibiydi gelen,
Ölüm sessizliğinin canlı şahidiydi,
Ağlıyordu rüyalarının masum prensesi,
Karşı koymayacaktı gözlerinin hapsindeki isyancı gözyaşlarına,
Olmadı...
Ağladı...
Sonsuz bekleyişin bitişini müjdeleyen ses duyuldu...

Baba oldunuz efendim...
Dünyalar güzeli bir kızınız oldu ...
 
Uyku Senin Olsun Ey Gece

Kavurucu bir temmuz sıcağında kışlanın kapısından ayrılırken suskundum. Bir iki çift elbiseden ibaret çantamdan daha ağır bir yük taşıyordum çünkü. Tam yirmi bir yıldır haber alınamayan bir genci, annesine müjdeleyecektim.
Bunu kendisi rica etmişti benden. Aynı bölükte gün saydığımız, uygun adım yürüdüğümüz saatleri bitmek bilmeyen günlerin birinde açılmıştı bana.
“ Sizin köyde Gülşen Uysal adında bir hanım var mı? ”
“ Evet? ” demiştim biraz şaşkınlıkla.
“ İşte o benim annemdir! ”
“ Nasıl olur? Hem,senin memleketin Avanos değil mi? ”
Kendine yirmi bir yıl sonra anlatılan hikayesini bana aktardığında tüylerim diken diken olmuştu. O kadını tanıyordum. Hiç çocuğu yoktu. Tek başına yaşıyordu. Hikayeyle bütünleştirince resim tamamlanıyordu sanki.
“ Askerden sonra oraya döneceğim. Beni evimize sen ***üreceksin unutma, ” derken Kızılırmak’ın çağıltısı karışıyordu sesine. “ Çünkü seninle her şeyimi paylaştım ben ” diyordu duruşuyla. “ Unutma dostuz…”.
“ Dost yükünden daha ağır yük olur mu Uğur? ” Bu ne hoş ağırlıktır ki kısaltıyor mesafeleri. Bütün işlerim rast gidiyor. Hatta otobüste bile orta yerlerden boş koltuk buluyorum. Demek sade kara haber tez yayılmıyor. Hayırlısı da hızlı.
Gece boyu son şafağı beklediğimden başımı cama dayar dayamaz gözlerim ağırlaşıyor. Belli belirsiz bir marş çınlıyor kulaklarımda… “ Yaslı gittim şen geldim. Aç gönlünü ben geldim…”
Kayıp oğul hikayesiyle değişiyorum koltuğumdaki yerimi.
Ilık bir temmuz akşamı…Gülşen Hanım balkondaki çiçeklerine su veriyor. Evin önündeki küçük bahçede biberler, fesleğenler, patlıcanlar da yeni sulanmış. Beni görünce içeri koşuyor. Mutlaka anneme müjdesini verecek. Bu adettir bizim köyde. Uzun bir ayrılıktan sonra geleni ailesine kim ilk müjdelerse mutlaka bir hediye verilir. Evin önünde biraz bekliyorum. “Acaba önce evimize gitsem, biraz dinlendikten sonra mı gelsem? ” diye bir çelişkiye kapılmışken kapıda görünüyor. Böylesi bir haber hiç bekletir mi insanı?
“ Hidayet!..Hoş geldin…” diyor , o tanıdık sevinçle.
“ Müjdeni ilettim annene. ” Gülümseyen yüzüm,yükümün ağırlığıyla eğiliyor ayak uçlarıma…
“ Eksik olmayın , ” diyorum. “Bir de bendeki müjdeyi verebilsem size …Nasıl başlayacağım …Allah’ım yardım et.”
“ Gelsene, ” diyor. “ Soluklan biraz. ”
Balkondaki ağaç tabureye oturuyorum. Bir bardak soğuk su ikram ediyor. “ Hay ellerine sağlık Gülşen Hanım teyze. ”
Yol kenarındaki incirlere takılıyor gözlerim, suyu içerken. Sarı sarı ,bal damlayan incirler…Tozu toprağı, sokağıyla gülümsüyor bana köyüm…Kolay mı onlarla büyüdüm ben… Ve bir gün ansızın çekildim aralarından. Marş söylemeye, uygun adım yürümeye başladım. İlk kez takvimlerin üstünü çizdim tek tek. Nerde bir bakraç sesi duysam çocuklaşırdı yüzüm. Sürüler geçerdi köyümün yamaçlarından. Şen şakrak çoban türküleri çınlardı kulaklarımda. Bu yüzden marşlara kolay alışmadı dilim. Bir özlem denizinde kıyıya varmak için kulaçlardım kışlanın kenarlarını. Galiba en çokta bağdaş kurup yemek yemeyi özledim.
Yorgunluğum omuzlarımı çökertiyor. Botlara alışan ayaklarım yalın ayak topraklara koşmak istese de…Aklım kuracağım ilk cümlede.
“ Neden habersiz geldin? ” diyor etrafı toplarken.
“ Sürpriz olsun istedim. Dört gün yol verdiler, anlayacağınız …erken geldim. ”
Ne zaman hazırladı bilmiyorum kahveyi…Fincanların biri fazlaydı. Şaşkınlığımı anlamış olacak ki;
“ Annen geliyor” . dedi. “ Birisi onun. ”
Buna çocuklar gibi seviniyorum. Çünkü annem yardımcı olabilirdi her şeyi anlatmama. Bir kaç yudum kahveyle ödüllendiriyorum kendimi. Nicedir özlemişim akşam vakti içilen kahveleri. Bu telveye karışan tat, uygun adım yürümeye ayarlı adımlarımı bile değiştirecek güzellikteydi. Ki annemin gelişi doğruluyordu bunu. Birlikte bir çağlayana dönüşüyor sevincimiz.
“ Oğlum! ”diyebiliyor annem sarılırken. İnsan en mutlu anında ne yaparsa onu yapıyorum. Susuyorum…
“ Yaşasaydı benim de asker bir oğlum alacaktı, ” dediğini duyuyorum bir ara Gülşen Hanımın.
Var, diyorum içimden. Hem de aslanlar gibi bir oğlun var!
“ Hidayet , ne oldu oğlum?” diyor annem, durgunlaştığımı görünce.
Kısa bir sessizlik buz gibi düşüyor sıcak temmuz akşamına.
“ Ölü doğduğunu söylediler. Soğuk bir evlat bastım bağrıma...”
“ O şimdi asker, Gülşen Teyze…Aynı bölükteydik…123 gün sonra buraya dönecek. Kendi evine…”
Gerisine dilim varmıyor…
Şaşkın bakışları yüzümde, öylece nefessiz kalıyor birden. İnanamıyordu. Cansız bir beden gibi yayılıverdi koltuğuna. Hiç kabuk bağlamayan yarası kanamıştı belli ki…Ama bir şekilde söylemeliydim ona. Anneme bile öz oğlunu göstermekten uzak, bu ağır yükten kurtarmalıydım kendimi.
“ Hidayet, çıkar şu ağzından baklayı! ” diyor annem, kolonyalı eliyle Gülşen Hanımın alnını ve şakaklarını ovuştururken.
Keskin bir kolonya kokusuna karışan karanlık, sokak lambalarıyla süslü bir kanaviçe gibi serpilmiş yollarıma. “ İstanbul’dan Alanya’ya gitmekte olan sayın yolcularımız…Kaptanınız yarım saat ihtiyaç molası vermiştir. Afiyet olsun…” Anonsu en az kolonya kadar açıyor zihnimi. Ceketimi kapıp dışarı fırlıyorum. Saat gecenin üçü …Bir kara haber gibi kuşatıyor bedenimi ayaz. Bütün düğmelerimi ilikliyorum. Sırrımı gecenin ayazına kaptırmayacak kadar ketum olduğumu düşünerek… Ay karanlık…Yıldızlara bakıyorum önce. Gece yolculuklarında hep zorlanmışımdır yön bulmakta. Fakat tesisin vitrinlerindeki sucuk ve kaymaklardan anlıyorum ki Afyon’dayız. Üzerimde kanıksadığım kışla kokusu ve içimde yuvasına uçmak isteyen bir kuş sevinciyle tek başıma bir masayı dolduruyorum. Servise hazır bekleyen masadaki tuzlukla oynuyorum. Ha bire çeviriyorum tuzluğu. Tanıdık kıyafetiyle çelimsiz bir garson dikiliyor yanı başıma.
“ Ne alırsınız? ”
“ Oğulotu! ”diyorum birden. Garson , peçeteleri ve tuzluğu düzeltirken ‘burası annenin evi değil’ der gibi bakıyor yüzüme.
“ Çay? ”
“ Pardon, kahve olsun lütfen, orta şekerli! ”
Uyumak istemiyorum çünkü.
 
Bisiklet

Küçük kız, annesiyle yürürken birden durdu. Yağmur damlacıklarıyla ıslanan gözüğünü çıkartarak baktığı şey, babasıyla birlikte bisiklette giden bir bakşa kız çocuğuydu. Bisikletteki kız, düşmemek için babasına sıkı sıkı sarılmış ve soğuktan pembeleşen yanaklarını, onun sırtına dayamıştı.
Adamın ara sıra yana dönerek söylediği sözler, küçük kızı kıkır kıkır güldürüyordu.
Kaldırımdaki kız, bisikletin arkasından bakarken; annesi durumu fark edip:
- Baban, günde on dakikasını ayırıp seni okula bırakıyor, dedi. Hemde mersedesiyle. İstersen seni bisikletle ***ürsün ha, ne dersin ?
Küçük kız, buğulanan gözlerini annesinden saklarken:
- Çok isterdim, diye karşılık verdi. Belki de böylelikle, babama sarılırdım...
 
Senin Yerine Ağladım

Bu toprakların geneli hiçbir vakit verimli olmamıştı. Yıllar yılı on dönüm toprak, otuz ölçekten fazla vermiyordu. Ama yine de bu toprakları ekiyorlardı. Böyle gelmiş, öyle gidiyordu. Dedeleri, dedelerinin de dedeleri böyle ekmişlerdi. Haram votka ancak çavdardan çekiliyordu. Çavdarlar tarlalarda burcu burcu kokarak olgunlaşıyordu. Esmer yanaklı dilberler çavdardan ev işi votkalar yaparlardı. Pınardan kaynayan su mudur, votka mıdır ayrıt edilmezdi. Güzün köyler, nahiye merkezleri körkütük sarhoşluğa gömülüyordu.
İçini bir acı kemiriyor, kaslarında tarifsiz bir yorgunluk hissediyordu. Havaya sinmiş, ince öğütülmüş çavdar kokusunu içine çekti. Aldırış bile etmeden, tepeye kadar yürüdü. Düşünceleri geçmişlere kadar uzanıyordu. Mezarlığın dışında, kardeşin kardeşi yargıladığı günlerde, kurşuna dizilenlerin, asılanların sayısını bilen yoktu. Derinliklerinde gözyaşlarını saklayan, topraklarında çiçekten çok genç dulların yaşadığı kutsal ırmak; hala akmaya devam ediyordu. Suyun çıkardığı hıçkırıkları dinliyordu. Güneş durmadan bulutun arkasına gizleniyor, yeniden çıkıyordu. Akarak geçen bulut kümelerinin gölgeleri bozkırlara düşüyordu. Keder yüreğini kabartınca, yanaklarından akan gözyaşları tenini yakıyordu. Esen rüzgar, gözyaşlarını kurutmaya yetmiyordu.
Güneş batarken, sular leylak rengine bürünüyordu. İki genç kız yan yana pınardan doldurdukları su dolu kovalarıyla evlerine dönüyorlardı. Avlu önüne oturmuş iki kadın ellerinde yün eğiriyorlardı. Bu yıl güz erken gelmişti. Rüzgar, sararmış kavak yapraklarını sürüklüyor, yabani otları karıştırıyordu. Biliyordu ki, birazdan gece bozkırların üzerine kanatlarını gerecek, ortalığı süt rengi bir pus kaplayacaktı. Ufukta görünürde hala kimsecikler yoktu. Gündüzleri onun hasretini çekiyor, geceleri onun için gözyaşları döküyordu. Umutsuzca kalktı. Ağır aksak, gönülsüz eve dönüyordu. ‘Kadıncağız oğlunun hasretiyle eridi, bitti. O gelemeyecek ama onu hala gelir diye ümitle beklemeye devam ediyor zavallı’ diye söylenmelerine aldırmıyordu. Geçen giden günlere aldırış bile etmiyordu.

Koyu bir karanlık, vişne ağaçları arasına sokuluyordu. Kuzeyden esen rüzgar, kuş başı kar taneleri atıştırmaya başladığı bir gündü. Kocası gecenin ilerleyen saatlerinde eve dönerken; yolda kaza geçirmiş bir yabancıyı getirmişti. Perişan durumdaydı. Onun yaralarındaki kanları silip temizlemişlerdi. Donmaya yüz tutan vücudunda yaşamdan nerdeyse bir eser bile yoktu. Ölüden farksızdı. Onu uzun bir süre ovdular. Yaşam varsa ani sıcak onu felç edebilirdi. Uzun bir süredir, onunla uğraşıyorlardı. Kendi evlatlarından farksızmışçasına onu hayata döndürmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Gerekli pansumanları yapmışlar, kanayan yerleri sarmışlardı. İçlerinden onun kurtulması ve kendilerine bağışlaması için Allah’a yakarıyorlardı. Tertemiz bir oğlana benziyordu. Esmerdi ama yüzü bu güne kadar gördükleri yüzlerden çok farklıydı. Adam karısına baktı. Kadının gözlerinden akan yaşlar yanaklarından göğüsleri üzerine dökülüyordu. Yüreği, mayıs yağmurundan sonraki çavdar gibi büyüyordu. Boğazı gözyaşlarıyla düğümlendi. Kalbi sıkışıyordu. Adam:
“Galiba artık yaşamıyor.”
“Bir hekim çağırsan…” dedi.
“Bu saatte… Kar yolları kapamıştır.”
“Ölürse, yazık olacak…”
Aradan saatler geçtikçe umutları azalıyordu. Kadın yabancının başından ayrılamıyordu. Bir ana şefkatiyle onun için ağlıyordu. Bu arada sabahı etmişlerdi. Kar yağmaya devam ediyordu. Etraf tamamen beyaza bürünmüş, yer gök birleşmişti sanki.
O arada arda kapı çalındı. Birbirilerine baktılar. Kimseyi beklemiyorlardı. Merakla kapıyı açınca; kar da soğukla beraber içeriye doluverdi. Gelen komşu kadın ile kızları Ayyüce’ydi. Komşu kadın :
“Yahu komşu, Neyiniz var? Sabaha kadar ışıklarınız sönmedi.”
Kadın başıyla hareketsiz yatan yabancıyı gösterdi. O yöne baktı. Bir ölüden farksız biri yatıyordu. Ona yaklaştı. Elini tuttu. Eli soğuktu. Nabzının atıp atmadığını anlayamadı. “Yazık. Ölmüş mü” Yeniden baktı. Ayyüce, genç adamın elini avucuna alarak sıktı. Bir süre kendinden ona hayat veriyor gibi tuttu. O da annesi gibi onun yaşaması için içinden dua ve dileklerde bulundu. Adamın zayıfta olsa nabzının attığını fark etti.
“Bu yaşıyor, ölmemiş” dedi. Onun olumlu enerjisi mi, sevgisi mi genç adamı hayata döndürdüğünü anlayamadılar. Kadın yeniden bulmuş gibi sevindi. Eğilip ona baktı. Evet o yaşıyordu.

Günlerce ayıkmadan yatmıştı. Ona şifalı otlardan merhemler yapmıştı. Ayyüce gönüllü hemşire gibi çalışmıştı. Zamanın çoğunu onun yanında, ona yardım ve izlemekle geçiyordu. Balla sütü karıştırarak, ağzına damlatarak içiriyordu.

Yatağın başucunda uykusuz geçen gecelerden dolayı, kadın her geçen gün biraz daha kuruyordu. Ayyüce’nin yardımlarını takdir ederken; diğer yandan da kıskanıyordu onu. Bir kazayla gelen konuğu kaybetmeyi asla düşünmek istemiyordu. Sessizlik gözle görülmez dantelden ağlar örüyordu. Çakır ayazlı gecelerde; ay pencereden kederini gözetliyor, bir ****** özlemini seyretmekten zevk alıyordu. Hayat, delikanlıya ağır ve istemeye istemeye geri dönüyordu. İki hafta geçtiği halde, gözlerini yeni açmıştı. Başı yastıktaydı. Güçlükle bakındı. Kadın :
“Şükürler olsun yaşıyorsunuz” diyordu.
“Neredeyim ben?”
“….”
“Kimsiniz? Nerelisiniz?” diye sormak istediyse de sormaktan vazgeçti. Kim veya nereli olduğunun ne önemi vardı. Kurtulmuş ve yaşıyordu ya.. Bu yetmez miydi? Genç adam gözleriyle kadına baktı.
“O kimdi?”
“O dediğin kim?”
“Bir kız… Beni kurtaran…”
“Besbelli rüya görmüşsünüz.”
“Bilmiyorum rüya mıydı, gerçek mi? Uçurumdan yuvarlanıyordum. Son anda bir ay yüzlü kız, eliyle elimden tuttu ve o beni kurtardı.
...
Her geçen gün biaz daha iyileşiyordu. Ay yüce, yakınlığını ve sevgisini esirgememişti. Bir ara : ‘Saate bakmaksızın kapısını çalabileceği bir dostu olmalı insanın... "Nereden çıktın bu vakitte" demeyecek. Bir gece yarısı telaşla yataktan fırladığında; "Gözünün dilini" bilmeli; dinlemeli sormadan, söylemeden anlamalı... Arka bahçede varlığını sezdirmeden, mütemadiyen dikilen vefalı bir ağaç gibi köklenmeli hayatında. Sen, her daim onun orada durduğunu hissetmelisin. İhtiyaç duyduğunda gidip müşfik gövdesine yaslanabilmeli, kovuklarına saklanabilmelisin. Kucaklamalı seni güvenli kolları... Dalları bitkin başına omuz, yaprakları kanayan ruhuna merhem olmalı... En mahrem sırlarını verebilmeli, en derin yaralarını açıp gösterebilmelisin. Gölgesinde serinlemelisin sorgusuz sualsiz... Onca dalkavuk arasında bir tek o, sözünü eğip bükmeden söylemeli, yanlış anlaşılmayacağını bilmeli. Alkışlandığında değil sadece, asıl yuhalandığında yanında durup koluna girebilmeli... Övmeli alem içinde, baş başayken sövmeli ve sen öyle güvenmelisin ki ona, övdüğünde de sövdüğünde de bunun iyilikten olduğunu bilmelisin, "hak ettim" diyebilmelisin. Teklifsiz kefili olmalı hatalarının; Seni senden iyi bilen, sana senden çok güvenen bir sırdaş... Gözbebekleri bulutlandığında yaklaşan fırtınayı sezebilmelisin. Ve sen ağladığında, onun gözlerinden yaş gelmeli...’ gibi sözler söylemişti.Bir şeyler sezse de bir şeyler söylememeye kararlıydı. Yaşlı kadın:
“Buralarda ne arıyordunuz?”
“…”
“Ailen yok mu?”
“Gökteki yıldızlar kadar yalnızım.”
“Madem ailen yok, bizimle kal. Bir oğlumuz vardı. Ama ondan iki yıldan beri haber alamadık. Karı koca körebe oynuyoruz. Gerçi bizim kanımızı taşımıyorsun. Bizimle kal. Seninle ekmeğimizi taştan çıkartırız. Topraklarımız verimlidir, cömerttir. Biz yaşayacağımız kadar yaşadık. Çiftlik senin olur. Bizi bırakıp gitme…”
“Yanınızda seve seve kalırım ama…”
“Ama ne!...”
“Yapmam gereken bir görevim vardı.”
“Tamamen düzelmen aylar alır.”
“Tamam sizinle kalıyorum. Allah Kerim…”
“Belki temelli kalırsın…”

Günler bahara gebeydi. Buzlar kurt yemiş gibi göz göz olmuştu. Güneşin yıkadığı sel sularıyla oluşan göllerde ayna gibi parlıyordu. Rüzgar çiçeklerin insanı büyüleyen kokularıyla yüklü esiyordu. Yabani elma ağaçlarının dökülen çiçekleri yerleri kaplamıştı. Ebe gümeci, kuzu kulağı, sarı sığır kuyrukları yeşermeye başlamıştı. Bir gün yabancı adama benzeyen iki adam geldi. Yol kenarında konuştular. Birlikte eve geldiler. Kadına dönerek :
“Beni çağırıyorlar. Şu anda gitmem gerek ama mutlaka geri döneceğim.” dedi.
Kadının beklediği an gelip çatmıştı. Gözyaşlarını tutamıyordu. “Bilmelisin ki bizim güneşimiz oldun. Seninle aydınlandık. Günlerce ‘Senin Yerine Ağladım’ Mutlaka dönmelisin. Yolun açık olsun.”
Kadının elini öptü. “Mutlaka döneceğim” dedi.
“Ne olur dön bize…”
 
Röntgenci

Bir süredir evdeki sivrisinekler onda paranoya duygusu yaratıyor. Sanki dünyadaki tüm sivrisinekler birleşip tüm kanını emecekler. Vücudunun milyonda biri kadar olan bir canlıyla resmen savaşıyor. Sivrisinek kovucu tableti fişe takıyor, yine sivrisinek kovucu spreyi evin tümüne sıkıyor. Ara sıra azaldığını fark edip süper markette en iyisini almak için bir saat kadar tüm spreylerin kutularını okuyor. Ama hala istediği sonucu alamadığı kesin. Bunun dışında gözleri sürekli duvarları, havayı tarıyor uçan bir yaratık görme umuduyla. Görünce deli gibi peşinden koşuyor, çok sinirleniyor kaçırınca. Muharebe kaybetmiş komutana benziyor bu anlarda. Sinirli, üzgün ve hatasını fark etmiş olmanın utancını yaşıyor. Belki iki elini çırpıp sivrisineği öldürecekken acele ettiğini fark ediyor,belki de duvara sert vurmayıp elinden kaçırıyor avını.
Peki, ben bunları nereden biliyorum?

Bu eve geçen yıl taşınmıştı. Bir yatak, bir sandalye ve masadan oluşan odasındaki eşyalar gün geçtikçe arttı. Önce bir bilgisayar geldi, sonra TV, müzik seti derken doğru dürüst bir görünüme kavuştu evi. Buradan sadece kendi odası görünüyor. Perdeleri çok güzel, en azından dürbünden bakınca transparanlığı iyi yakalamış.
Daha önce bu evde iki bayan oturuyordu. Akşama kadar izleyebiliyordum onları. Önceleri lezbiyen zannediyordum ama sonra eve erkek arkadaşları gelince durumu anladım. Akşamları güneşlikleri kapatıp dışarıdan izleyenleri engelliyorlardı.Bilirsiniz; bir binada iki genç kız aynı evi paylaşıyorsa,mutlaka ne yaptıklarını merak eden komşuları vardır.
Yalnız yaşayan dostumun üst katında yaşlı bir amca oturuyor. Hayatı rutine bağlamış. Tek yaptığı sabah kalkıp dişlerinin kestiği kadar bir şeyler yiyip ardından TV’nin karşısına oturmak. Prostatı var sanırım, bu kadar başından ayrıldığına göre TV’nin başka bir olasılık gelmiyor aklıma. Üzerinde gazete serili olan masada birkaç parça esmer ekmek, domates, salatalık gibi hafif yiyecekler, bir sahan ve bir de demlik var. Ara sıra oğlu geliyor ziyarete. Oğlu gelince bir anda dili açılıyor, vır vır bir şeyler anlatıyor. Anladığım kadarıyla oğlunun işleri yoğun, tornacı olabilir, en azından emek yoğun çalışanların yorgun yüzünü taşıyor. Oğlu hiç gülmüyor, az konuşuyor, ilgisiz, biraz TV izliyor, elindeki poşetleri masaya bırakıyor ve ****** olup gidiyor. 30–35 yaşlarında ve hala babası sigara içtiğini bilmiyor. Evden az uzaklaşınca hemen tellendiriyor bir tane.
3. katta yeni evli bir çift var. Terapi yetmemiş gibi, hala açlıkları dinmedi. Evliliğin bir kutsallığı vardır, ne bileyim. Paylaşımdır, ortaklıktır, yoldaşlıktır. Bunların paylaşımı tek yönde; seks. O kadar aynılar ki röntgenlemeye bile deymez.
4. katta sabahtan akşama kadar bilgisayarın başında oturan 15–16 yaşlarında bir genç var. Porno siteler, bilgisayar oyunları, Chat, sörf derken çocuğun günü bitiyor. 20 saat aralıksız -çiş molaları dışında- bilgisayarın başından kalkmadığı oluyor. Perdesi de annesinin tercihlerine göre açık veya kapalı. Gencin etrafındaki hiçbir şey umurunda değil. Annesi sürekli meyve suları, sandviçler getiriyor. Çocuk arada acıktığını duyumsayınca birikmiş nevaleyi midesine indiriyor. Çok fazla mastürbasyon yapıyor. Bu kadar saat internette Chat yapıp bir kız arkadaş bulamamış olması düşündürücü. Niye vaktini bu kadar boşa harcıyor anlayabilmiş değilim.
Son katta yaşlı bir aile oturuyor. Onlar da rutin. Sabah birkaç gazeteyi kapıcı evlerine bırakıyor, kahvaltı ve evin beyinin gazete faslından sonra iki kahve içiliyor. Kadın yemek yapıyor, bey dışarı çıkıp gereken malzemeyi alıyor. Sonra yemek yeniyor ve TV’nin karşısında geçen boş saatler. Hafta sonları çocukları torunlarıyla beraber ziyarete geliyor. Torunlardan küçüğünü buraya bırakıyor çocukları. Çocukları orta sınıftan anladığım kadarıyla. Küçük çocuk evde olduğu zamanlar hayatlarında ki griliğin tonlarında değişmeler oluyor. Yüzler gülüyor, şakalaşılıyor, koşuşturuluyor. Ama artık izlemeye değmez.
Son gözdem bu çocuk. Bir şeyler var bunda. Eve, ilk geldiği zaman sersem tavuk gibiydi. Şehrin bu yakasına ilk defa gelmişti anlaşılan. Yalnızdı, ruh sağlığı yerindeydi. En azından uğraşları vardı. Gitar çalıyor, kitap okuyor ve kâğıt üzerinde bu mesafeden anlayamadığım bir takım işler yaparken bir şey bularak seviniyordu. Belki edebi bir şeyler belki de bilimsel bir takım çalışmalardı yaptığı. Ara sıra içiyor sigara kullanmıyordu.
Sonra bir gün evde deli gibi ağladığını gördüm, hüngür hüngür ağlıyordu. Neye ağladığını anlayamıyordum. Çünkü ağlanabilecek bir durumu yoktu. Sadece ağlıyordu. Onu ağlatabilecek bir şeyler düşünmeye çalıştım önce. Kız arkadaşı yoktu, ailesi yoktu, arkadaşı yoktu. Tamam, ara sıra evden çıkıp bir yerlere gidiyordu ama bugün evden de hiç çıkmamıştı, telefonla da konuşmamıştı. Sadece kâğıtlarını açıp birkaç saat bir şeyler yaptı ve mutlu da oldu. Sonra CD’den film izledi. Komediydi anladığım kadarıyla, gülüyordu paso. Sonra nedenini anlamadığım bir şekilde ağlama krizine girdi. Kendini duvarlara vurmaya başladı bir ara. Dehşete kapılmıştım. Bir şeyler yapmam gerekiyordu. Fakat gidip de “Ben seni karşı binadan röntgenleyen pezevengim” diyemezdim. İzledim sadece, tarafsız kaldım ve taraf oldum. Salak çocuk hala bitmedi ağlaması, bozuk psikoloji durumları. Elimde lanet dürbünüm, hiçbir şey yapamamanın ve gizli kalması gerekli olan hislerini kamuya açmış olmanın utancını yaşıyorum. Daha doğrusu adını sanını bilmediğim ama hakkında çok şey bildiğim, hayatını nasıl sürdürdüğünü hayatındaki insanlardan daha çok bildiğim dostum; bunları bana sen yaşatıyorsun. Büyütüyorsun beni ve büyüyorsun gözümde biraz daha.
Bir şeyleri kafasına takmaya başladığının miladı olarak o deli gibi sebebini bilmediği zırladığı günü verebilirim. Sonraki birkaç günü odasına getirdiği birkaç parça ekmek biraz su ve az biraz hazır yiyecekle geçirdi. Yatağın içindeydi ve hiç durmadan tavana bakıyordu. Bir ara göz göze geldik. Uzun süre benim bulunduğum tarafa baktı. Bende uzun uzun onun yorgun gözlerine baktım. Tekrar aynı senaryo; ağlama krizi. Sinirlerim yıpranıyordu. Gözümün önünde gencecik bir insanın yitip gitmesine dayanamıyordum. Sinirleri artık ağlamaktan tamamen boşalınca o normal hayatına döndü bende rutin seyirlerime başladım. İçim rahattı. İntihar etmeyecekti. Uzun süre beynimi kurcalayan bu olasılık ortadan kalkmış gibi görünüyordu. Ben de sıkılmıştım artık gözümün önünde cereyan eden depresif ruh halinden ve gözümü üst katlara çevirmiştim.
Bakışlarımı 4. kattaki çocuğa çevirdim. Bilgisayar denen çağımızın sessiz devriminin içinde yaşayan aptal insanlardan biri daha. Bilgisayarın içindeyiz. Gerçi görsel elektronik cihazlar çoğumuzu esir aldı ancak bu muydu? Bu kadar mıydık?
Eleman daha heyecanlı bu aralar. Chatte vakit öldürmüyor gibi. Daha doğrusu Chat yapıyor ancak daha verimli sanki daha bir heyecanlı. Bilgisayarın sağ üst köşesinde seçemediğim bir görüntü var, hareket ediyor, film gibi. İlk önce görüntüyü film zannettim. Anlamalıydım onun sarışın, kendi yaşlarında bir kız olduğunu. Görüntülü Chat olayı. Annesi odaya zırt diye girince kovmasından belliydi özel bir haltlar karıştırdığı. Sabah kalkıp saçını başını yapıp oturuyor bilgisayarın başına. Ruh ikizini buldu anlaşılan. Ulan birbirinize dokunmadan ne bok yemeye… Of of… Aşka bak!
Artık seni izlemeyeceğim, boş teneke. Çık şu aptal kutusunun içinden. Birde TV’ye laf söylerler aptal kutusu, klişe bilmem ne diye. Nasıl aptal kutusu bu alet? TV bunun yanında misk-ü amber kalır.
Yaşlı çift hep aynı tempo, slow motion, koyun gibiler. Her şeyleri aynı, heyecanları, yedikleri, içtikleri, konuştukları ve izledikleri. Demek ki bu kadar yaşlanmamak lazım. Hayattan zevk almak giderek zorlaşıyor bu yaşlarda. Kabak tadı vermez mi bu kadar aynılık anlamam.
Genç çiftimiz terapi sonrası kavgaya başladı. Ben bıkmıştım sizin sevişmelerinizden. Siz de tükettiniz sonunda birbirinizi. Son olarak erkeğin evden ayrılmasıyla sonuçlandı bu süreç. Tabi arada yaşanan erkeğin kadına uyguladığı şiddetin tek canlı tanığı olmak ayrı bir utanç.
Röntgencilik hoş bir uğraş olmaktan çıktı artık. Şiddet, manik depresif hezeyanlar, erkek egemen toplum, yaşlılık sendromu, tüketen bireyler derken kabak tadı verdi.Kısaca karşımdaki bina yaşadığımız toplumun bir panoraması…
Yine zemin kattayız…
Gencin duvarında artık kült hale gelmiş filmlerin afişleri vardı. Pulp fiction, fight club, trainspottig gibi. Gerçi adını buradan seçemediğim birkaç film afişi daha vardı bir zamanlar. Yeraltı kültürünün klasikleri de diyebiliriz. Şimdi duvarda beyaz kocaman kâğıtlar var. Beyazın üzerine koli bandının o iğrenç bok rengi kalıntıları var. Öncelikle bu bok rengi kalıntılara anlamlar yüklemeye kalktım. Dürbünle duvardakilere bakıp bir yandan da resimlerini yapmaya çalıştım. Öküzlük bende çocuk afişleri ters yapıştırmış. Hangi arada yaptı çözemiyorum bir türlü!
Artık hiçbir hareketini kaçırmamak için camın önünde yatıp kalkıyorum. Hiçbir ayrıntıyı kaçırmamak içinde gidip küçük çapta bir teleskop aldım kendime. Meret de ne pahalıymış. Benim emektar dürbünün gözünden kaçıyordu artık bir takım olaylar.
Neyse geri dönersem eğer konumuza; vicdan azabı çekiyorum. Çocuk tozutuyor. Teleskopumun bana sağladığı nimetlerin sayesinde izlediğim görüntüler beynimde daha kalıcı hale geliyor ve bu durum rahatsız ediyor uykularımı.
Duvarların üzerinde görülmeyen bir takım canlılara saldırıyor. Kendini yatağın üzerinden aşağı atıyor, gülme krizlerine giriyor sonra bir duruluyor. İki günü hareketsiz geçiriyor. Hareketsizliğini yine hiperaktivite takip ediyor. Elektrik süpürgesini fişe takıp her yeri temizliyor. Duvarları bile süpürüyor. Tavanı süpürmede bayağı zorlanıyor. Posterlerin tersliği yetmedi. En büyüğü el kadar olacak şekilde, öklidyen geometriye aykırı olan şekillerde kesip hepsini karma karışık yapıştırdı odasına. Arada gözüken duvar boyasını da bıçakla kazıdı. Leğen satın alıp odasına koydu ve tüm boşaltım sisteminin ürettiklerini leğene boşaltmaya başladı. Leğen bir ara taştı. Sonra yeni bir leğen sonra bir tane daha, bir tane daha… Derken *** kadar odası boklu çişli leğenlerle doldu taştı. Leğenlerin tam*****n çöpe atılmasıyla bu sorun çözüldü. Tabi o arada oluşan sinekler vardı odasında ki şimdide odaya sinmiş olan leş gibi kokunun dayanılmaz cazibesine kapılıp evine dolan sineklerle uğraşıyor.
Leğen vakasından sonra aklı başına gelmiş gibi. İlk ağlama krizinde duvara atıp parçaladığı telefonun yerine gidip yenisini aldı. Arada uzun telefon görüşmeleri yapıyor. Bu telefon görüşmeleri su içindeyken şnorkellerle alınan nefeslere benziyor. Telefonu kapattıktan birkaç dakika sonra yine kendi dünyasına hapsoluyor. Telefonda ne konuştuğunu anlamasam da, birilerine bir dünya dert yanıyor, çok sinirleniyor. Yakın ancak uzakta olan arkadaşları olmalı konuştuğu kişiler. Bağırıp çağırıyor, telefon kapanıyor ve aynı hezeyanlar gelip buluyor onu.
Leğenlerin yaratmış olduğu pis koku, uzun zaman değişik yaratıkların eve doluşmasına yol açtı. Bok sinekleri, bok böcekleri, sivrisinekler vs… Duvarlarda cinsini seçemediğim envai çeşit böcek dolaşmaya başladı. Tam düzeldi derken, tüm beynini meşgul etmeye başladı Allah’ın belası böcekler. Hadi uğraşma artık şu sineklerle ne gereği var. Bırak ısırırlarsa ısırsınlar sağını solunu. İki tane kıçı kırık sinek yüzünden depresyondaki arkadaşım iyice dibe batar hale gelmiş durumda.
Yok, bu böyle olmayacak. En iyisi gidip onunla konuşmak. Ama nasıl? Ona bütün gördüklerimi olduğu gibi itiraf edemem ki! Tamirci diye gitsem acaba kabul eder mi? Yada başka bir şey. Neden aklıma gelmedi ki daha önce?
Çalışma masasının çekmecelerinde ki kâğıtlarını çıkarıp uzun süre sevgiyle okşadı, seyretti onları. Sonra sakin sakin ağlamaya başladı; yavaş yavaş ve hıçkırmadan. Hani gözyaşlarınız kirpiklerinizde kalır, birikir, büyür büyür ve büyür. En sonunda artık alt kirpikleriniz taşıyamaz hale gelir üzerlerindeki yükü. Aslında ruhunuzda kaldıramıyordur gözlerinizden akan damlaları. Sonra damlar, şıp diye ve kâğıt üzerine düşerse eğer, boyundan daha büyük bir iz bırakır oraya.
Bu tempoyla uzun süre ağladı. Ben de ağlıyorum artık. Büyük geliyor bu durum. Bir ara üst katlara çevirdim teleskopumu. Hayatın şaşılmaz derecedeki garipliğini bir kez daha görüyorum orada. Bir bina düşünün ve benim gözetleyebildiğim beş dairenin tümümde o kadar abuk sabuk şeyler dönüyordu ki... Genç bir kadın eşi tarafından terk edilmenin acısını çekiyordu, 16–17 yaşlarındaki bir çocuk annesinin masasına bıraktığı sandviçleri tıkınıyordu, bir yandan da Internet üzerinden konuştuğu kıza davetkâr bakışlar atıyor. Yaşlı, ömrünün son anlarını yaşayan amca televizyonun karşısında elma yiyor. Rendelenmiş meyveleri kaşıklıyor daha doğrusu. Yaşlı çift, TV’deki sanattan yoksun içinde Anadolu esintileri olan diziyi izliyor. En alttaki arkadaşım sessiz sessiz ağlıyor. Beş daire ve birbirinden farklı, bir o kadar da aynı yaşamlar.
Buldum! Evet çocuğun evini ilaçlamaya gideceğim! Sabah erkenden, apartman yöneticisinin beni gönderdiğini ve her evi haşere ve böcek vs. için ilaçlamamı emrettiğini söyleyeceğim. Zaten eve kapağı attım mı gerisi kolay. Bunca yılın tecrübesiyiz elbet konuşuruz, ikna ederiz. Belki benim eve getirebilirim.
Çocuk hala yerde aynı pozisyonda ağlıyor. Bağdaş kurmuş, dizlerine o değerli çalışmalarını almış ağlıyor. Benim ağlamaktan gözlerim kapanıyor ve cidden sıkıldım bu durumdan. Yarın erkenden gidip çözerim.
Koltukta uyumak iğrenç bir his veriyor sabahları. Sırtım, boynum, belim, kolum, başım –her yerim- zonkluyor. Sancılarla uyanıyorum. Öğlen olmuş. Gecenin bir yarısına kadar karşımdaki dostumla ağlayınca gözlerim kapanmış ve anca şimdi uyanabildim. Ilık başlayıp soğuk biten bir duş, mısır gevreği ve koyu bir kahveden oluşan sabah terapimi bitirince gelip yine kuruldum koltuğuma.
Gördüklerim ilginç. Odanın ortasında etrafa düzenli sayılabilecek şekilde yayılmış beyaz dosya kâğıtları, bir kupa, yatağın üzerine çıkarıp fırlatılmış bir tişört... Dağınık bir görüntü ve arkadaşım odasında değil. Seyretmeye devam ediyorum, pek geleceğe benzemiyor. Bende kapıcının bıraktığı gazetelere dalıyorum.
Yine iğrenç politikacıların yuvarlak lafları, gasp, cinayet, soygun, tecavüz gibi adli vakalar. İkinci sayfada kim kimi beceriyor haberleri. Arada bir yığın reklâm, seri ilan... Spor sayfasında asparagas haberler ve en arkada yarı çıplak bir manken. Bir iki karikatür, köşe yazıları, gerekir-cilik, determinist, amprist yorumlar, terör saldırıları. İnsanın içinde umut uyandıracak hiçbir şey yok hiçbir yerde. Hiç.
Dostum hala görünmüyor ortalıkta. Dün gece onu öyle ağlarken görünce bir anda nasılda cesaret doldu içim. Ama bir türlü gidemiyorum. Yine aynı kırılganlık. Eminim gitmeye kalksam sürüyle neden bulurum gitmemek için. Olur ya hani; herkeste de vardır: bir şeyi yapmaya karar verirsiniz ama yapmamak için iki dakikada türlü nedenler bulursunuz kendinize. Benimki de o hesap.ilaçlama maskesi, elimde raid sinek savarla gidecek değilim, zaten çocuk kullanıyor onlardan. Sonra iş kıyafeti, önceden tasarlanmış cümleler ve hesaba katılmamış olan aksilikler. Hayır, şu kıç kadar sokaktan karşı binaya gitmeye kalksam Londra asfaltına döner geçemem karşıya. Hem ayaklarımın ileriye doğru gideceğini kim söyledi?
Yada başka birini yollayayım evine. Mesela yumurta isteyen komşusu gitmiş olsa. O arada içeriye göz atıp bir konu bulup konuşsa. Hiçbir şey yapmasa da ağzından bir iki laf alsa olmaz mı? Olmaz tabi öküz! Hala yok. Saat dört olmuş endişelenmeye başlamalı mıyım?
Bugün 3. gün ve dostum hala ortalıkta görünmüyor. Sadece banyo olduğunu düşündüğüm, odasının hemen antreye açılan yerin sağındaki kapıdan bir ışık huzmesi yayılıyor. Oda dar geldi banyoya geçti anlaşılan. Işığı da odasının kapısının küçücük kalmış aralığından görebiliyorum. Lanet olsun! Ya çık artık ortaya!
4. günün sabahı artık yeter deyip dayanıyorum kapısına. Yumruklamaya başlıyorum kapıyı ve gürültü koparıyorum. Karşı komşusu bana dört gündür dışarı çıkmadığını söylüyor. “Biliyorum” diyemiyorum. Diyebildiğim: “Benden bilgisayar satın aldı ama üç aylık taksiti birikmişti bir bakayım” oldu. Kadın da meraklı bir şey, komşular olur ya hani evinizde karıştırdığınız her halttan haberleri vardır; o cinsten. “Çıkmadığına göre evdedir herhalde” diyorum. O da “Bilmem ki olabilir” diyor. Salakça diyaloglar. Zili birkaç defa daha çalıp gidiyorum. Muharebe kaybetmiş komutan benim şimdilerde.
Dördüncü ve sonrası günlerde ciddi anlamda bir umursamazlık ve boş vermişlik sardı etrafımı.Ne gözlediğim evler ne de başka bir şey ilgimi çeker oldu. Rehavet çöktü üzerime. Ama yanından geçerken yine de bir göz atıyordum genç dostumun odasına doğru. Tabi bunca yaşanmışlık var. Bir anda sırtını dönemiyor insan sevdiklerine.
5, 6, 7, 8... derken sessizce ağladığının ertesinde ki 12. günde eve birileri giriyor.Tesadüf eseri camın önünden geçerken karşı binanın kapısının önündeki kalabalığı fark ettim. Ve yine teleskopumla olanların canlı tanığıyım. Korktuklarım bir bir başıma geliyor. Ambulans, polis arabası ve resmi giyimli birtakım görevliler dostumu ziyarete gelmişler. Önce odaya giriyorlar, maske takmışlar ve yüzleri ekşimiş gibi. Aklıma o olasılığı getirmek istemiyorum ama öyle bir yerleşmiş ki çıkmıyor.
“Hayır, olamaz” diyorum. Banyo kapısının önündeler şimdi. Bakıyorlar, kapıyı açmaya çalışıyorlar. Son olarak omuzlanıyor kapı. İçeriye kapıyı kırıp giren görevli kendini dışarı atıyor. Küfürler ediyor, bağırıyor çağırıyor. Ambulanstan bir sedye giriyor binaya. Sedye üç kişiyle dışarı çıkıyor. Polisler odayı araştırıyor. “Orası ölmüş birine ait bir oda ve karıştırmamanız gerekli” diye bağırmak istiyorum olmuyor.
Ambulans gidiyor. Şimdi evde benim eski meslekten birileri var; ilaçlamacılar. Evdeki eşyalar boşaltılıyor, ev ilaçlanıyor. Her şey bir kamyonete dolduruluyor. Kamyonetteki yüke ilaç püskürtülüyor.
Ortam sakinleşince binaya gidiyorum. Karşı komşusu yine açıyor kapıyı. Çok fazla çaba harcıyor üzüntülü görünmek için. Çocuğun bileklerini kesip, klozetin içine soktuğunu, sifonu çektiğini ve bu zamana kadar evde çürüdüğünü anlatıyor. Sinirlerim alınmış gibi. Şaşırmıyorum, üzülmüyorum, hatta içten bir sevinç duyuyorum. İstediği oldu sonunda. En büyük özgürlüğünü kullandı ve gitti.
Arkasından bıraktığı notu ertesi günkü gazeteler yazıyor. “Çok klişe bir durum insanı intihar etmeden önce not bırakması. O olmadan da olmuyormuş. Gidiyorum. Umarım hayat orada da devam ederse sizin gibi pisliklerle karşılaşmam. H.O.Ç.”
İnanın hala “H.O.Ç.” ne demek onu araştırıyorum. Ama bir bulguya rastlayamadım. Tek düşündüğüm “pislik” diye benden söz etmediği. Tek ortağı bendim çünkü.
 
Elana'nın Hatıra Defteri

Ökkeş, delikanlı, mert, Asyalı bir genç oğlan.
“Ö” ve “Ş” ye dilimi bir türlü döndüremedim ya.
Kapımı çaldı. Girdi oturdu ve bir daha gitmedi
Kapımdan. Evimden, Hayatımdan. Kalbimden.
Ökkeş: Hocam benimle evlenir misin?”
“Ben senden yaşça büyüğüm ama” “Biliyorum.”
“Hem de ben dul bir kadınım” “Biliyorum.”
“Sen Müslümansın camiye gidersin”
“Ben kiliseye bile gitmiyorum.” “Biliyorum.”
Benim için eğlenceliydi. Lokanta parasını o ödedi.
Beni eve kadar getirdi. Ailemle tanıştırdım.
O akşam bizimkiler sinemaya gitmişti.
Evde kimsecikler yoktu. Baş başa idik.
Ökkeş’le konuştuk. Şakalaştık. Yattık.
Hemen kalktı. Banyo yaptı. Elbisesini giydi.
“Rabbim beni affet” diye için için ağladı.
“Aa bu da ne? Kocaman adam ağlar mı?
“Biz canımızın istediğini daima yapıyoruz.”
“Bu hal yaradan karşı neden suç olsun ki?”
“Canlılar içinde sadece insan din sahibidir.”
“Hayvanlar canının istediği gibi yaşar.”
“İnsanlarsa dinin istediği gibi yaşar.”
Nevresimi üzerime çekip onu dinledim.
Düpedüz adam bana hayvan demişti.
Ama çırılçıplak bir gerçeği söylemişti.
Gerçeği söylerken değneğin ucu bana değdi.
Sanki bir uçurumun kenarında yürüyordum.
Elbisemi giymeden kalkıp oturdum.
“Niçin ağladınız?” diye sordum.
“Nikahsız evlenmek haramdır” dedi.
“Evlensek, başkası ile çıkmaz mısın?”
“Allah korusun.” Adama canım kaynadı.
“Desene, bu yobaz sadece benim olacak”
Mahcup bir çocuk gibi “İzin verirsen gideyim”
“Beni öpmeyecek misin?” Dedi “Haram”
Katıla katıla güldüm. Sessizce ayrıldı.
Yatağı düzelttim. Karnımı doyurdum.
Mutfağı temizledim. Televizyonu kapattım.
Pencereden baktım. Dünya yerinde duruyordu.
Kahvemi yudumlarken, sigaramın dumanlarını seyrettim.
Dinin organizmaya tesirini ilk defa gördüm.
Organizmanın evet dediğine din hayır diyor
İnsan organizmanın emrinde değil, dinin emrine uyuyor.
Ben rahibi dinlerken bile hep “laf laf” derdim.
Çünkü ona yaklaşsam, incili atıp bana sarılır.
Annemin hatırı için kilisede, Ökkeş için ise evde,
İki dine göre, iki nikahla, bir aile olacaktık.
Evlendik. İlk talimat “Ben ne yaparsam sende onu yap”
“Ben içersem sen de iç, sigara içersem sende iç”
Kız arkadaş edinirsem sende edin. Plaja gidersem sende git.”
“Ben Müslüman değilim, İslam’a uymak zorunda mıyım?”
**/**
Sokakta elimden tutmuyordu. Sevişen gençleri gösterdim.
“Bak ne güzel” “Onlar karı-koca değil.”
“Karı koca olsalardı evde sevişirlerdi.”
Sokakta sevişenler yalnız bu gençler değil
“Kuşlar, kediler, köpekler sokakta sevişir.”
“Desene medeni hayvanların sayısı oldukça fazla”
Sigara içtiğimi gördü bir taş yuvarladı
“Sigara içenler, doktorun işini artırıyorlar”
“Azrail’inde işini kolaylaştırıyorlar.”
Bu cümleye bayıldım. Sigarayı söndürdüm.
“Nefsi emareye itimat edilmez.” “Ne! Ne?”
“Emreden nefse” “Ama canım istiyor”
“Hayvanlar canının istediğini yapar”
“Müslüman ise Allah’ın dediğini yapar.”
**/**
“Yanındaki erkek kimdi?” “Ne demek istiyorsun”
“Erkeği sordum” “Bir akrabamdı”
Vazoyu aldı hızla masaya vurdu.
“Konuşmuştuk. Uzak kalacaktın” Beynim atmıştı.
“Öyle vurulmaz böyle vurulur” diye
Vazoyu duvara, tabağı yere çarptım. Masayı devirdim.
Avazım çıktığı kadar bağırdım. “Çık evimden defol git”
Renginin sarardığını ve elini cebine soktuğunu gördüm
“Gidiyorum” dedi ve dönüp bakmadan çıkıp gitti.
Odaları ve mutfağı dolaştım. Bardağı yere çaldım
Salona geçtim. Televizyonda film vardı.
Adam elini uzatırken, “sevgili karıcığım” dedi.
“Yalan” diye bağırdım. Kül tablasını fırlattım.
Televizyonun tüpü patladı. O zaman aklım başıma geldi.
Eşyanın az oluşu büyük bir yangını önledi.
Ne oluyor? İntihar mı ediyorum. Şok geçirmişim.
Perdeyi araladım, karanlık çökmüştü.
Her taraf karanlık ve ben yalnızdım.
Azgın ata dönüşen hırsım geçmemişti.
Elimi yüzüme kapatıp hüngür hüngür ağladım.
Bu arada telefon çaldı. Annem arıyordu.
”Banyodayım seni arayacağım” dedim ve kapattım.
Banyoya girdim. Su rahatlatmıştı.
Dikenleri gördüm de gülleri hatırlayamadım.
Bu gece sabah olmayacak sandım.”Ya geri dönerse?”
Hayır. Dönmesin. Yüzüne bakmam. Onunla yatmam.
“Canı cehenneme” Birkaç hap yuttum.
Uyanırsam iki tane daha içeceğim.
“Uyanmazsam kurtuldunuz ey ilaçlar”
İlk defa dersime geç kaldım. Koştum
Karnım zil çalıyordu.
Gerilerde bir şeyler kalmış gibi yüreğime iğne batıyor.
Asıl dram bu akşam başlayacak, anneme gideceğim.
“Ökkeş’in işi çıktı diyeceğim. Annem: “Yine mi” diyecek.
Babam: “Arabaya binmek kolay ama bir de arabayı çeken
Ata sor.” Diyecek kahırla bilgeliği içinde
Geçmişte bir akşam, Babam da annem de nasihat etmişti.
Öylesine bağırmıştım ki yer gök inlemişti.
Arabaya atlayıp dağ taş sürmüştüm delicesine
“Adam gibi” davransınlar diye
Suçu onların üzerine atıp, kurtulmuştum.
Dişim ağrısa çektiririm. Çıban olsa aldırırım.
Kalbimdeki sızının dermanı ne? Allah’ım.
Yine babamın evine gittim. Yemeği beraber yedik.
Şüphelenmediler. “çiçeği burnunda yuva yıkılır mı?
Kitap okuyacağım diyerek odama çekildim.
Kitapları karıştırdım. Bir yığın nasihat ettiler.
Hayata bir mana veremedim, İyi nedir? Kötü ne?
Sabahın ışıkları sadece odamı değil içimi de aydınlattı.
Rabbime şükürler ettim. Kahvaltıyı hazırladım.
“Kuş uçtu, böylesi saadetlerden mahrum kaldık” diyordu annem
Az kalsın söyleyecektim “kuşun kuyruğunun tutuştuğunu”
Herkes gibi işime gittim. Herkes gibi güldüm.
Konuşuyordum ama herkes gibi değilim.
Göğsümde bir taş var ağır mı ağır.
Güneşin batışına dayanamıyorum, hüzün çöküyor içime
Kim bilir,hangi saadet rüzgarı o bulutları dağıtır.
Eve döndüm. Yalnızlığa alışmalıyım. Temizlik yaptım.
Kahvaltı türünden bir şeyler hazırladım.
İnsan tek başına bir şeyler yiyemiyor ki..
Zaman geçmek bilmiyor, saatler daha zalim şimdi.
“Bu gün de gitti” diye seviniyorum.
Hayat zorlaştıkça, ölüm güzelleşiyor.
Evim karanlık içine düşmüş yalnızım.
Kocaman Amerika beni ilgilendirmiyor.
Milyonlarca insan yalnızlığımı gidermiyor.
Banyodan çıktım, deli gibi çırılçıplak dolaşıyordum.
Telefon çaldı. “Elena hanım, ben Ökkeş”
“Ben ne zaman hanım oldum be?” diye bağırıp
Telefonu kapattım. “Haine bak, sevgilim, hocam” demiyor da
“Elena hanım” sanki yedi kat yabancı..
Kendimi yatağa attım, yastığa sarıldım.
Niçin ağladığımı bilmiyorum, göz yaşlarım sel gibi
“Beni anlasana” diye inledim.Sabah neden bu kadar uzak?”
Gecenin ilerleyen saatinde telefon susmak bilmiyor
“Buyurun” “Seni özledim, seni bağrıma basıyorum”
Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Tek kelime söyleyemedim.
Yalnızlığı kovmalıyım, benimde ümitlerim olmalı
Bende gülüp şarkılar söylemeliyim.
Bir çocuk gibi oynamalıyım.
Koltuğun üzerinde sabah kadar öylece uyumuşum.
Telefon sesine fırlamışım.
“Seni Türkiye’ye bekliyorum.” “Ne, Türkiye mi?”
“Sen, benden o kadar uzaklaştın mı?”
“Seninle mesut olacağıma inanıyorum”
Telefonumu bekle” dedim ve telefonu kapattım.
İznimi aldım, hazırlandım, “bekle Türkiye geliyorum”
Odun kocacığım, dallarını dayadı, yeşerdi
Ben de yaprakları altında serinleyeceğim.
Havaalanında elinde çiçeklerle karşıladı.
“Sokakta sarılmak dinimize aykırı”
“Seni gönülden kucaklıyorum. Hoş geldin”
Çantamı aldı, koluma girdi. Evlerine gittik.
Bizim gibi giyinen bizim gibi yaşayan
Türkçe konuşan insanlardı,
Babamın anlattıklarını aradım
Kaynanamın elini sıktım. O ise,
Elini burnuma uzatınca mecburen öptüm.
Ev akrabalarla dolu
Hanımların çoğu boynuma sarılıp öptü.
Gülen yüzleri karanlık dünyamı aydınlattı.
Türkçe bilmemem çok kötü. Dilsizler okulundaydık
Baba bütün haşmetiyle içeri girdi.
Şakalarına kar yağmış, gömlek, yelek, ceket
Pehlivan yapılı, pos bıyıklı bir adam.
“Hoş geldin, gelinim.” Elini öptüm.
“Bakalım bu gavur kızıyla ne yapacağız?”
Beynim attı. Salondaki hanımları gösterdim.
“Ben de bunlar gibiyim. Bunlar gavur mu?”
“Haklısın, öyle karıştırdılar ki!”
Gavuru Müslüman’ı seçilmez oldu.”
“Dünya yuvarlak nasıl tutarsan öyle gider”
Tuvalet dışarıdaydı, oda gibi banyo yerdeydi.
Kazanda ısıtılan suyu maşrapa ile dökeceksin.
Sofra yere serildi. Herkes cambaz gibi oturdu.
Sabahleyin eriğin dalında barfiks yapıyordum.
Kaynana: “garıya bak garıya” diye söylendi.
Deredeki su sesi ve kuşlar dünyama renk kattı.
Ökkeş iptidai yöreden gökdelenler dünyasına,
Konforlu modern dünyada ıstırap çeken ben
Çarşıdan kaynanama bir fırım aldım
Beraber yemek pişirdik. Biraz ısındı.
“Ulan Amarkeya gittiğin yetmiyor gibi”
“Gavur gızının koynuna girince bizi unuttun”
“Sana gül gibi kızlar alırdım, yaktın beni oğlum”
Ökkeş’e : “istersen ayrılalım, ****** dizi dibine otur”
Onları bu dertten kurtaralım olmaz mı?”
Hiç beklemediğim bir cevap verdi.
“Kadın ceket değil ki vestiyere asıp gideyim”
“O vücudun bir parçası, onu nasıl atayım”
Eve geldim. Kaynanam gözlerini siliyordu.
Ökkeş’e durumu sordum. “Bir durum mu var?”
“Annem seni boşamamı istedi. Ben de dedim ki”
“Kızcağızı gurbette bırakmak olmaz, izin ver”
“Amerika’ya gidip orada boşayıp döneyim dedim”
“Bu sefer ağladı. Benim yüzümden o yavruyu boşama”
“Kadınların nasıl çile çektiğini bilirim” diye ağladı.
Gözümden yuvarlanan yaşı silip ağladım.
Kahveler tıklım tıklım adam dolu. Tarlalar boş.
Bahçeler bodur ağaçlarla dolu, bu memleket kalkınmaz
Devletiniz de diğer devletlerin kontrolünde
Cennet gibi vartanda cehennem hayatı yaşanmaz.
Banyoda abdest aldım. Ökkeş’in yanında namaza durdum.
Kayınbaba: “Ula garı bak! Müslüman gelinim var, dırdır etme”
“Öbürlerine döndü. Bu ne biçim iş gavurun kızı namaz kılıyor”
“Müslümanların kızı oturuyor. Gavurun kızı kuran okuyor,”
“Müslüman’ın kızı elifi görse mertek sanıyor.” Elini açtı.
“Ya Rabbi bu ne terslik, her şey bu kadar tersine döner mi?”
Ökkeş’e sordum : “Allah gökte mi ki ellerini havaya açtı!”
Ökkeş tercüme edince, adamcağız kahırlandı.
“Haklısın kızım, bize dinimizi öğret de öyle git….!”
 
Sedef Çiçeği

Mahkeme salonunda, seksenlerindeki yaşlı çiftin durumu içler acısıydı. Adam inatçı bakışlarla suskun, Ninenin ağlamaktan iyice çukurlaşmış gözleri ve keskin çizgileriyle bıkkın bakışları süzüyordu etrafını...

Ve Hakimin tokmak sesiyle sustu uğultu ve tok sesiyle, sözü yaşlı kadına verdi, hakim...

"Anlat teyze neden boşanmak istiyorsun...?"

Yaşlı kadın derin bir nefes çektikten sonra baş örtüsüyle ağzını aralayıp, kısılmış sesiyle konuşmaya başladı...



"Bu herif yetti gayri, 50 yıldır bezdirdi hayattan..."



Sonra uzunca bir sessizlik hakim oldu mahkeme salonunda... Sessizlik bu tür haberleri her gün manşet yapan gazetecilerden birinin flaşıyla bozuldu, kim bilir nasıl bir manşet atacaklardı, yaşanmış 50 yılın ardından... Çok sayıda gazeteci izliyordu davayı, kadın neler diyecekti. Herkes onu dinliyordu.. Yaşlı kadının gözleri doldu... Ve devam etti...



"Bizim bir sedef çiçeği vardı, çok sevdiğim... O bilmez... 50 yıl önceydi... O çiçeği bana verdiği çiçeklerin arasından kopardığım bir yaprağı tohumlamıştım, öyle büyüttüm.. Yavrumuz olmadı, onları yavrum bildim... Bir süre sonra çiçek kurumaya başladı. O zaman adak adadım... Her gece güneş açmadan önce bir tas suyla sulayacağım onu diye... İyi gelirmiş dedilerdi... 50 yıl oldu, bu herif bir gece kalkıp bir kere de bu çiçeği ben sulayayım demedi... Ta ki geçen geceye kadar... O gece takatim kesilmiş.. Uyuyakalmışım... Ben böyle bir adamla 50 yıl geçirdim... Hayatımı, umudumu her şeyimi verdim... Ondan hiç bir şey göremedim.. Bir kerecik olsun, benim bildiğim görevlerden birisini yapmasını bekledim.... Onsuz daha iyiyim, yemin ederim."



Hakim, yaşlı adama dönerek;

"Diyeceğin bir şey var mı baba" dedi.

Yaşlı adam bastonla zor yürüdüğü kürsüye, o ana kadar suçlanmış olmanın utangaçlığını hissettiren yüz ifadesiyle hakime yöneldi.



"Askerliğimi, reisicumhur köşkünde bahçıvan olarak yaptım, o bahçenin görkemli görünümüyle büyümesi için emeklerimi verdim... Fadime'mi de orada tanıdım... Sedefleri de... Ona en güzel çiçeklerden buketler verdim... O çiçeklerle doludur bahçesi... Kokusuna taptığım perişan eder yüreğimi... İlk evlendiğimiz günlerin birinde boyun ağrısından onu hekime ***ürdüm... Hekim çok uzun süre uyanmadan yatarsa boynundaki kireç sertleşir, kötüleşir dedi.. Her gece uykusunu bölüp, uyansın, gezinsin dedi... Hekimi pek dinlemedi, bizim hatun... Lafım geçmedi... O günlerde tesadüf bu çiçek kurudu... Ben ona gece sularsan geçer dedim.. Adak dilettim... Her gece onu uyandırdım. Ve onu seyrettim... O sevdiğim kadının yavrusu bildiği çiçekleri sularken seyrettim... Her gece o çiçek ben oldum... Sanki... Ona bu yüzden tapabilirdim..." dedi adam o yaştaki bir adamdan beklenmeyecek ifadelerle...

"Her gece O yattıktan sonra uyandım... Saksıdaki suyu boşalttım... Sedef gece sulanmayı sevmez, hakim bey.. Geçen gece de... Yaşlılık.. Ben de uyanamadım.. Uyandıramadım... Çiçek susuz kalırdı amma, kadınımın boynu yine azabilirdi... Suçlandım.. Sesimi çıkartamadım..."



O an Mahkeme salonunda her şey sustu...

Ertesi sabah gazeteler "Sedef susuz kaldı" diye yine yalnızca neticeyi haber yaptılar...
 
Bin Misket Teorisi

Genc adam yoğun iş temposundan iyice bunalmıştı. Vakit akşama yaklaşıyordu, ama mesai kavramına çok yabancı oldugu icin evine ne zaman gidecegi belli değildi. Basını iki elinin arasina aldı, gözlerini sıkıca kapadı. Çok para kazanıyordu. Yoneticiydi, bircok insanın imrenerek baktıgı bir konumdaydı. Ama yaşadıgı hayatı hayat olarak görmüyordu. "Bu ne bicim hayat böyle!" diye söylendi kendi kendine Hafta sonlarında dahi evine gidemiyordu. Toplantılar, iş seyahatleri,yazısmalar ve koşuşturmacayla gecen bir hayat.

Ailesine,çocuklarına vakit ayıramıyordu.

Pek cok yakın dostunun adını dahi unutmuştu.Bu karamsarlık icinde kıvranırken, bir den çekmecesindeki kücük radyosu aklına geldi. Radyoyu açtı. Yayınlanan muzik parcasi ile biraz rahatladıgını hissetti. Müzigin ardından yaslı bir adamın konusmasıyla gayri ihtiyari radyoyu kapatmak istedi.

Ama birden durdu. Ilginç bir teoriden bahsedecegini soylüyordu yaslı adam. "BİN MİSKET TEORİSİ"ni anlatacaktı. Merakla dinlemeye basladı.

"Birgun oturdum ve biraz aritmetik yaptım. Ortalama bir kisinin yetmis bes yasina kadar yasadigini varsaydim. Biliyorum, bazılari daha çok, bazıları da daha az yasar. Ama biz yetmisbes sene yasadıgını düsünelim.

Bir yılda 52 hafta oldugu icin, 75'i 52 ile carptım ve ortalama ömre sahip bir insanin tüm hayatında yasayacagi Cumartesi sabahı sayısı olarak 3900 rakamına ulastım.

Simdi beni iyi dinleyin. En önemli kısmına geliyorum. Bütün bunlari ayrıntılı olarak düşünmeye elli bes yasında baslamıstım. Yaptıgım hesaba göre bu yasa kadar 2180'in üzerinde Cumartesi yasamıstım ve eger yetmis bes yasına kadar yasarsam, yasayacagim Cumartesi sayısı sadece bin adet olacaktı.

. Bir oyuncak dükkanına gittim ve elindeki tüm misketleri aldım. 1000 adet misketi bir araya getirmek icin üc tane daha oyuncakçı dukkanını ziyaret ettim. Bunlari eve getirdim ve atölyemdeki radyomun yanında duran büyük, şeffaf bir kavanozun icine hepsini doldurdum. O gunden sonra, her Cumartesi kavanozdan bir tane aldım. Misketlerin azaldıgını gördükçe, hayatımdaki önemli seyleri daha fazla DUSUNME’ ye baslamıstım. Anladim ki, dünyadaki zamanımın akıp gittigini seyretmek kadar önceliklerimi düzene koymama hicbir sey yardım edemez.

"Yaslı adamın anlattıklari oylesine etkiliydi ki, genc iş adamı adeta dünyadan kopmus, radyoya kilitlenmişti. Yaslı adam su cumlelerle konusmasını tamamladı :

"Programı kapatmadan once şimdi size son bir şey daha anlatacağım. Bu sabah kavanozun icindeki son misketi de aldim. Eger önümüzdeki Cumartesiye kadar yaşarsam, bana biraz daha zaman verilmis olacak. Unutmayın, hepinizin kullanabilecegı en önemli şey, biraz daha fazla zamandır."

 
Kader mi?

Kader…

Ne kadar komik bir akışsın sen zaman içinde .yazgı mı derler ,kader mi derler.yoksa geçmişin birer gölgesi midir kader denilen.kim bilir ki insanın kendisinden başka.seneler önce başka bir sen ile dans ederken yaşam denilen müzikte,ayağın takılır şimdiki benlere…bir çiftçi gibi ekerdik şimdileri zamana,gelecekte toplamak için.ki toplar mıydık?hıh…nice insanın görmeyen gözleriyle belki…hayatın öğretilmiş olguları arasından seçmece zamanlar yaşama çabasında geliştirmeye çalışırken benliğimizi çizer miyiz yoksa kaderimizi?

Yoksa değişmez midir dersiniz kader?siz neye inanırsınız?çelişki dolu bir yaşamın inanıla bilir en karışık çizgisine mi?neye inanırsak inanalım değişmez tek gerçektir gölgesi geçmişin , ansızın vurur geleceğe …yıllar kadar eski unutulmuş senler ile işlediğin eylemlerin en net yansımalarını yaşarsın şimdiki zamanların unutmuş senlerinde…hatırlarsın bir neden aradığında,anlamazsın.kabullenemezsin.kader der geçersin beklide her insan gibi.yada gözüne takılır geçmişten uzanan yankılar,anıların arasınd****urulu verir bir köprü.geçmiş ile gelecek verir el ele.şaşarsın…nice insan yaşarda anlamaz ,anlasa da kabullenemez.değişmezdir ,sabittir inancı.sorgusuz bir bilincin programlanmış beynidir sadece hayat onun için.oysa bilenler vardır.oysa anlayıp kabullenenler…yaradılışın dengesini dengesiz zamanlarda çözenler.bilirler ki kavramlar anlamsız,inançlar kuralsızdır bu dengede.

Düşünür müsünüz bilmem ama kader değişmezdir elbette,fakat şetçiğin yollar senindir.senindir yaptığın eylemler.yaşam ile ölüm arasındaki bağ değişmez iken bir sensindir değişken.yaşam denilen noktadan ölüm denilen dönüşe dek izlediğin bir doğrudan başka nedir bazen hayat?ölmek için doğmuyor mu insan yoksa.yaşama sevinci dolu iken yürekler nasıl kabullensin bunu ruhlar…öyle değil mi?bu arayışın kader içindeki yeri nedir peki?neyse ne …asıl olan ana fikir değil midir ki ektiğini biçmek.

Kader demek bir çiftçinin zaman içinde verip almasından farkı yoktur çok zaman.
İnanır insan oğlu ,sorgulamaz,sorgulamak demek çok zaman bilmek anlamına gelir.halbuki bilmek çok zaman kabullenmeyi getirir ardından.ve işte zor bir sentezin sonucuna varırsın zamanla.çözülmez olan çelişkilerin basit mantığı gözler önüne serilir,şaşarsın.basittir kabullenmezsin…düşünürsün artık bu eşsiz dengenin neden bu kadar dengesiz gözüktüğünü ve nasıl şaşmadan işlediğini.duyguların karaya oturur,mantığın buğulanır.gülmekten başka nedir artık yapabileceğin?her düşüncende gözlerin senden öte gülmeye başlar.kader mi dersin?ekmişsin zamanında düşüncelerini mantığının tarlalarına,zaman içinde işlemişsin zamanı.şimdiyse toplarsın tomurcukları.iyi ve kötü ,karşılaşacağın her bedel ve ödül sadece senin seçimindir artık anlarsın.şimdileri geçmişte seçmişsindir de bilmez misin?

Yani kader ektiğini biçmek değildir de nedir?
 
Mor Menekşe-I

Güneş ufuk çizgisinde; temmuz ayının son cumartesi günü, güne vedaya hazırlanıyordu. İki balıkçı sandalı; günün yorgunluğu içinde kıyıya dönmeye çalışıyordu. Altın sarısı rengindeki ışık huzmeleri arasında martılar günün son uçuşlarını yapıyorlardı. Vedia hanım, evinin balkonundan sahilde ki yüzmekte olanları seyrediyordu. Üzerinde tarifi yapılamamış bir yorgunluk hissediyordu. Kalabalıklar arasında tamamen yalnızdı. Sahipsizdi. Korumasızdı. Yüreğinde her günkünden daha farklı bir şeyler olduğunu hissediyor, bir anlam da veremiyordu. Evliydi ama hem yalınız hem de mutsuzdu. Yaşadıkları kaderi miydi? Kaderse bu kader, ne kadar sürecekti? Daha mı iyi yoksa daha mı kötü olacaktı? Çocukluğundan beri umudun yokluğunu yaşıyordu. Yüreğinde taşıdığı umutlar bitmek üzereydi. Bilmiyordu. Bilemiyordu artık. Ne, nasıl olacak! diye Arada bir öylesine teselli verecek, umutlarını tazeleyecek insanın bir sevdiği, bir dostunun olmayışı ne kadar da acıydı. “Dünyanın en fakiri parası dışında hiç bir şeyi olmayandır” derler, ne kadar da doğruymuş meğer. Akşam olacaktı ama canının sıkkınlığından yemek bile hazırlamak içinden gelmiyordu.
Kocası yanlarında yoktu. Tek başına iki çocuğun terbiyesine yetişemiyordu. Oğlunu rahat okuması için yurda vermiş, sonra da yaz kapına gitmişti. Yanında tamamen yalnızlığını unutturacak Hollanda hatırası sarı saçlı bir kanaryası vardı. O da olmasaydı hayatın ve yaşamanın hiçbir anlam ve ifadesi olmayacaktı. Kalkıp mutfağa gitmek üzereyken telefon çaldı. Arayacak birini de beklemiyordu aslında. Merakla ahizeyi kaldırdı. “Alo buyurun!” dedi. Telefondaki “Ben” kelimesinin ardından ismini söylemeden sesin sahibini tanımıştı. Kanı hızlanmış, kalp atışları birden bire elinde olmadan artmıştı. Duygularını bastırmaya çalıştı. Yüreğinde belirleyemediği yoğunlaşmanın karşılığını şimdi daha iyi anlıyordu. Yıllardır bir araya gelip dertleşmeye o kadar ihtiyacı vardı ki, Hayati Bey’in eşinden çekindiğinden bu düşüncelerini Hayati Bey’e söyleme cesaretini kendinde bulamamıştı. Onun konuşmaları karşısında rahatlıyordu. Duyguları duruluyordu. Fırtınadan sonra sakinliğe eren denizlerin sükunu kadar.
“Nasılsınız Hayati Bey?”
“Teşekkür ederim.”
“Sesiniz çok yakında gibi...”
“Seslensem duya bilirsin. Evet. Size çok yakındayım.”
“Ne geziyorsun buralarda...”
“Öylesine bir hafta sonu kaçamağı sayabilirsin.”
“Peki! Misafirim olmaz mısın?”
“Bir şartla, misafiriniz olurum. Önce sizi bir yemeğe ***ürmek istiyorum.”
“Zahmet etmesen olmaz mı?”
“Asla mazeret kabul etmiyorum.”
Genç kadının içi içine sığmaz olmuştu. Çok uzun zaman olmuştu. Kocası ile uzun yıllar maziye dayanan dostlukları vardı. Kocasının yaptıkları için kendi utanıyordu. Kavgalı değillerdi. Eften püften sebepler bardağı taşırmıştı. Hiç aramamıştı. Birkaç defa aramış ise de; hep eşi ile görüşmüştü. Hayati Bey, yıllar öncesinde Akdeniz’e nazır şirin bir beldede simetrik sırt sırta, bahçeli iki ev yapmış ve orada uzun sürmeyen ama çok tatlı komşulukları olmuştu. Hayati Bey’in eşi; Nevin hanımın mutluluğunu bile zaman zaman kıskandığı olmuştu. Ona inanıyordu. İyilik sever ve güvenilir biriydi. Cana yakın, olgun, hoş sohbet, duygulu ve hassas bir insandı. Yalnızlığını pekala paylaşabilirdi. Bir an şaşırdı. Ne yapacağına karar veremedi. “Sizi bir akşam yemeğine ***ürmek istiyorum” demişti ya!
Vedia hanımın kocası yurt dışında çalışıyordu. Beyinin ailesinden de tamamen uzaktaydı. Çevrede pek tanıyanı da yoktu. Kendi öz ailesi ise çocukluğunda dağılmıştı. Kocası, yılda bir defa olsa bile eve gelmiyordu. Ev almıştı. Evi dayamış, döşemişti. Geçimliklerini de şöyle veya böyle gönderiyordu. Yeter miydi? Yetmiyordu. Kocalık vazifesini bile yerine getirmiyordu.
En güzel elbisesini giydi. Kocasına karşı bu kadar özen gösterememişti. Kocası geleceğini asla önceden haber vermezdi. Hep aniden gelirdi. En güzel elbiselerini giyse ne fark ederdi ki evlendi evleneli gün mü göstermişti. Hayatı heba olup gitmişti. Sıkıntı, çile ve yalnızlık hayatının en vazgeçilmezleriydi.
Hayati Bey, akşamın ilk alaca karanlığında bir buket çiçekle merdivenleri ağır ağır çıktı. Kapının zilini çaldı. Bekletilmeden kapı açıldı. Koşarak, kapıyı açan sarı kanarya olmuştu. Anne! bir amca” dedi.
Vedia hanım, hazırdı. Kapıya geldi. Uzun etekli, üzerine gül kurusu renginde saten bir elbise vardı. Elbisenin üzerinde saçılmış parlak renkli ve sanki canlı mor menekşeler vardı. Yüreğinin derinliklerinden gelen ve pembe dudaklarında gülümseyerek tebessüme dönüşen “Hoş geldiniz.” Sözleri; billur bir suyun sesini andırıyordu. Uzatılan çiçekleri aldı. “Zahmet ettiniz. Teşekkür ederim. Bunları solmaması için kalbimin en nadide köşesinde saklayacağım.”
“Bu kadar büyütmemelisiniz.” Dedi Hayati Bey.
“Özür dilerim. Kapıda kaldınız. İçeri buyurun.”
“Hayır, Hazırsanız çıkalım.”
Annesinin yanına dikilen, sevimli, sarı saçlı sarı kanarya ne kadar tatlı ve şirin bir yaratık olmuştu. Doğduğu günü hatırladı. Vedia hanımın doğumu yaklaştığı günlerde, kocası bir bahane ile yine yurtdışına gitmişti. Hayati Bey, bir siyasi kurultayın davetine icabet edeceğinden; eşi ile kavgalı gittiği bir bahar gününün gecesinde doğum yapmıştı. Vedia hanım, çiçekleri vazoya yerleştirdikten sonra geldi. Birlikte çıktılar. Hayati Bey :
“Küçük hanım, sen ne kadar da büyümüşsün öyle. Ne kadar tatlı, ne kadar şeker şeysin sen.” İltifatına, küçük hanımdan yabancı bir ifade belirdi.
“Sen beni nereden tanıyorsun ki?”
“Tanımaz olur muyum? Baban, çok uzaklara gitmişti. Annen yalnızdı. Hastanede doğduğun gün; eben ile kavgalı olmuştuk. Beni baban zannederek; şakayla karışık bir oturma gurubu istemişti. Hiç unutur muyum?”
Yemeği, yazlık bir lokantanın terasında; renk renk çiçeklerle kaplı, denize açık bir yarde baş başa yediler. Ayışığı’nı eğlendirdiler. Küçük hanım gördüğü ilgi ve alaka karşısında açılmıştı. Cıvıl cıvıldı. Bülbüller gibi şakıyıp durmuştu. Kendini sürekli gündemde tutmak istemiş ve bu arzusuna da nail olmuştu. Sıradan şeyler dışında; bir şey konuşamadılar. Eve döndüklerinde; saat onu geçiyordu. Ayışığı, bir türlü; gönüllü olarak uyumak istemedi. Annesinin ısrarı ile biraz küskün, biraz da “yarın denize gitmek” vaadini alarak; odasına gitti.
Vedia Hanım: “Hava sıcak. İsterseniz balkonda oturalım.” İçeriden sıkılmaya neredeyse bunalmaya başlamıştı. Bir anlıkta olsa evden uzaklaşmak, dışarıda yemek yemek ve dolaşmak biraz olsun rahatlatmıştı. Hayati Bey’in, getirdiği saten kaplamalı üzerinde kalp resimleri olan çaydanlıkta; çayı ağzına kadar demlemişti. Yaş pasta ile birlikte getirmişti.
Üzerinde geyşa, deniz ve ada gravür resimli porselen fincana çayı doldurdu. Kendi eli ile karıştırdı. Bu; Hayati Bey’in gözünden kaçmadı. Vedia hanım; zeki bir kadındı. Yıllar öncesinden biliyordu, Hayati Bey’in uzak doğuya düşkünlüğünü. Bu arada; salondaki müzik setine de kaset koymayı unutmamıştı. Ağırdan ağıra çalıyordu. Neşe hanım olmalıydı.
“Bir yol ki dönüşü bulunmaz”
“Gidenler geri dönmez”
“Bir gün cennette görsem seni”
“Beni tanır koşar mısın? Kollarına alır mısın?”
“Bir melek gördü beni yolda”
“Sordu bana nerdesin diye”
“Yoksa o melek sen miydin diye”
“Anladım ki Cennetteyim. Anladım ki Cennetteyim “
Şarkıdan dolayı kısa bir sessizlik oldu. Kadın nereden başlayacağını bilmiyordu. O kadar bitkindi. Tükenmişti. Yılgındı. Kahırla yaşanan bir hayatın güzelliğinde ve saçlarında izi kalmıştı.
“Senin en iyi yanın nedir biliyor musun? diye söze başladı ve cevabını da yine kendisi verdi. “Beni, elde etmeye yeltenmeyen tek erkeksin. Biliyorum, sen de erkeksin. Bundan asla kuşkum yok.” Kadın kendini güvende hissediyordu.
“Bu geceyi sana ayırdım. Seni dinlemeye geldim.”
“Teşekkür ederim.”
“Boşalacak; bir yer aradığına eminim.”
“Çok ince ruhlusun. Kendi dertlerimle seni de huzursuz etmek istemiyorum.”
Bu yaz günün masmavi gökyüzünde, ufuktan dolunay geceye hakimiyetini vurmuştu. Denizden gelen dalgaların seslerine, birkaç cırcır böceğinin yaz senfonisi eşlik ediyordu. Çayları yudumluyorlardı. Kadın, rahatlamak istercesine anlatmaya başladı.
“Benim kadersizliğim daha ben doğmadan önce başlamış. Babam şehirli, annem ise taşralı bir kadın. Annemin yüzünü bile hatırlamıyordum. Beni doğuran kadını; yani öz annemi ben evlendikten epey bir zaman sonra tanıdım. Yürekten anne diyemedim. Doğurmak dışında bana fazla bir katkısı, bir emeği yoktu. Isınamadım. Tanıdığımda yeniden evlenmiş, çocuklarını büyütmüştü. Kocası, bir baraj inşaatında bekçilik yapıyordu. Belki fakirlerdi ama huzurluydular. Babamla nasıl tanışmışlar bilmiyorum. Bir birilerini nerde görmüşler, nasıl bulmuşlar bilmiyorum. Senin tabirinle “sipariş usulü” evlendiklerine ise adım kadar eminim.
Baba annem; görünüşte dini bütün, tesettürlü, inançlı, meleği andıran bir kadın. İnançlı kisvesine rağmen; gerçekte ise tam bir cadı mı cadı kadındı. “Kızın kaderi anaya çeker” derler. Öz annemin kadersizliğinin bir benzeri de bende. Annem genç bir kız, beyaz bir gelinlik -içinde köylü bir çok kıza nasip olamayacak bir görüntüde- şehre gelin gitmektedir. Anadolu geleneklerini ve göreneklerini –ki ben göreneksizliklerini diyorum – bilirsiniz. Düğünler kalabalık, heyecanlı, adeta bir yarış gibi geçtiğini benden daha iyi bilirsiniz. Gelin köyden alınmış, şehre gelinmektedir. Tam detayını bende bilmiyorum. Düğünde bir kaza sonucunda; babamın genç kardeşi ölür. Nedendir bilinmez, nenem daha ilk günden anneme: “uğursuz gelin” “katil gelin” “düğünü kanlı gelin” şekliyle sürekli bir şekilde sözle başlayan tacizler, hırs ve kinini tatmin için zaman zaman saç baş yolmaya kadar vardırır. Bu sıkıntı ve ezalar aralıksız bir şekilde artarak devam eder. Diğer yönden ise gelinini oğluna karşı karalamalar, oğlunu geline karşı kışkırtmalar, hatta oğluna bu uğursuz gelini terk ettirme telkinlerine başlar. Masum ve zavallı bir kadının suçu nedir? Neden suçludur? Sorulmaz. Aslında yargısız bir infazın en müşahhas acı bir temsilidir o. İlerleyen zamanlarda hınç alma, aile içi huzursuzluklar; kavgalara sebep olur. Anne kin ve hırsına kurban, adet ve anane, anne ve babaya, büyüğe saygı yaftası adı altında; kişiliksiz ve kimliksiz yaşayan genç koca da huzursuzdur. Evde yaşananlardan dolayı huzursuzdur. Mutsuzdur. Her geçen gün evini ve eşini ihmal eden ve uzaklaşmaya hatta gece alemlerine ve alkole gitmektedir. Kuru bir bağnazlık adına insanlıktan nasibini almamış, vicdan ve merhametten asla eser olmayan bu kadın, zavallı annemi adeta elinin ve evinin içine hapsetmiş boğmaktadır.
Her şeyin bir dayanma ve her insanın da bir tahammül gücü vardır. Evliliğinin daha ilk gününden beri tahammülsüzlük derecesinde acılı ve sıkıntılı, geçen günlerindeyken ben de zavallı kadının karnında aynı derecede mutsuzluk ve huzursuzluk ceninken kara bir bulut gibi kanıma ve damarlarıma girmiştir. Kurulurken yıkılan bu evlilik çatısının enkazı altında dünyaya gözlerini talihsizlikler içinde açan zavallı ben gelmişim. Yıkılışı mukadder olan bir evlilikten geriye masum ve günahsız bir bebek, talihsiz bir kadın, anne saltanatı ve sultası altında büyümüş iradesiz, kişiliksiz ve kimliksiz bir baba, hırs ve hıncı tatmin olmuş bir zalim baba anne vardır. Genç kadın her şeyini yitirmiş ve perişan bir şekilde baba evine döner. Zalim kaynana hıncını almış, arzusuna kavuşmuş, timsahın gözyaşları görüntüsünde artık rahattır. Bu zalim kadının ellerinde, anne sütüne ve sevgisine mahrum zavallı ben. Sevgi ve merhametinden mahrum, her insanın kişilik ve kimliğini oluşturacak anne sütünden mahrumken ilk ayrılık acımasız ve zalim bir şekilde beni karşılamıştır. Acizliğime ve masumluğuma aldırmayan, oğlunun bedeninden gelen ben bu zalim timsahın dişleri arasından bir türlü kurtulamadım. Belki köyde, annemin sıcacık koynunda büyüseydim bu kadar olmazdı. Olamazdı.
İlk çocukluk yıllarımı hatırlamıyorum. Bir itin koynunda mı yoksa yılanın mı bilmiyorum ama bir öz ana koynunda büyümediğim bir gerçek. Aklımın ermeye başladığı ilk genç kızlık yıllarımda yaşadıklarımın annemin başına gelenlerden hiç de geri kalır yanı yoktur. “İnsanın karakteri üzerine tesir eden kişilik ve kimliğini kazandığı sıfır-yedi yaş arasıdır” derler. Ruhuma o yılarda kin, nefret, intikam duygusu işlenmiş ki bir verem mikrobu gibi bütün ruhuma kök saldı sanki.
Kızlar okumazmış. Neden okumasınlar ki? İlk okuldan öteye okutulmadım. Okusaydım belki kendimi kurtarırdım. Bir iş bulur çalışırdım. Bir sütsüze kurban edilmezdim. Kısır, sığ bir cahilliğe boğulmuş bir ailenin yanında sıra dışı, hayata ve gerçeklere sırtını dönmüş gayesiz, çabasız bir hayat kime ne verebilir ki. Sevilmeyen, lanetlenen bir kadından doğmayı ben istemdim. Bunu ben hak etmedim. Baba sevgisinden, ana şefkatinden mahrum olduğum bir kadının kocasından neler beklerse onlardan da tamamen mahrumum.
Duygulanmıştı. Sesi titremiş ve ağlamaya başlamıştı. Gözlerinden dökülen yaşları tutamıyordu. Acıyan yüreğin semalarından göze ekelenen gözyaşları uzatılan beyaz bir mendili ıslatıyordu. Ay yükselmişti. Deniz üzerinde birden çıkan birkaç parça siyah bulut, ayla bir o yana bir bu yana oynaşıyorlardı. Günün sıcaklığı bir nebze gitmişti. Hafif bir rüzgarın serinliği ortalığı biraz rahatlatmıştı. Geceye bir sığıntı gibi giren yakın tavernalardaki müzikler de susmuştu. Sahilde ki kalabalık çekilmiş, kıyıda köşede arada bir sevdalıların karaltıları kalmıştı. Neşe hanım bir başka şarkısını okuyordu deniz kenarında, gecenin koynunda acılar içinde ağlayan şu kadına göz yaşlarına inat.
“En sonunda ben buldum aşkı, derken”
“Bir zalimin elinde, oyuncak oldum.”
“Ölürüm aşkından, yaşayamam derken”
“Bir dönüp bakmadı, çekip giderken”
“Ne verdi ki bana dertlerden başka”
“Gencecik ömrümü çürüttü gitti”
“Belki de uslanır diye, beklerken”
“Bakmadı yüzüme, çekip de gitti.”
“Ben ne anlatayım ki bak söylenen şarkı bile beni anlatıyor. Benim için yazılıp söylenmiş sanki.” Ağlamaya devem etti. Gözyaşları belki kaderini değiştirmeyecekti ama dökülen gözyaşları bir anda olsa huzura kavuşturacaktı.
“Vedia hanım; İçindeki iyilikleri; ölene kadar sulamaya devam edin. Dikenlerini görmezlikten gel ve her ruhta açmak üzere bir gonca gül vardır. Her ilişki bir bahçeye benzer. Eğer yeşerip gelişmesini istiyorsan düzenli su vermelisin. Güzel tohumlar ekmeli, otları ayıklamalısın. Beyine gözyaşı borcunu “nasıl ödeyebilirim?” diye sordun mu? Gülümseme ile ödeyebilirdin. Mutluluk borcunu dizlerine yatarak ödedin mi? Güneşe ve yağmura hasret, hiç yaşanmamış baharlara benzeyen saçlarında çaresizliğini sıra sıra ördürdün mü? Yürek borcunu, gül kokusu sinmiş sıcacık ellerinde eritiverdin mi? Can borcunu, masum titreyen ince dudaklarına hayat öpücükleriyle ödeyemedin mi? Güneşe, suya gerek yoktu. Gülümsemelerin bile yeterdi. Gül veren elde gül kokusu kalır. Sevilen insan sevgisini insanlara veren insandır.”
“Fırtınaya hazırsanız, bir şeyden korkmanız gerekmez. Hayatınızın her anı, zaman deryasının kenarında şiddetli fırtınalarla sarsılıyor. Her anınız gidiyor ve gidenler geri gelmiyor. Her gününüz ömürden gidiyor. Saatler döndükçe, ömrünüz saniye saniye eriyor. Biriktirdiklerinizi dağıtmaya, sevdiklerinizi uzaklara savurmaya, bedeninizi toprağa sürükleyen bir fırtınaya rağmen; huzurlu musunuz?”
“Eğer; çevrenizdeki insanları, fakir-zengin, güçlü güçsüz, sevimli-çirkin, kim olursa olsunlar, şefkate muhtaç kişiler olarak görüyor ve öyle davranabiliyor musun? Dünyayı değiştirmeye, ülkeni değiştirmeye, şehrini değiştirmeye hatta aileni değiştirmeye gücün yetmeyecek. Göreceksin ki değiştirebileceğin tek kişinin kendinin olduğunun farkına varırsan işinin daha kolay olduğunu göreceksin.”
“Kalbinizi ölüme giden yola koyarsanız, gelip geçenler kalbini çiğnemek zorunda kalırlar. Eğer, onu ölümlülerin ölümsüzleştiği yere koyarsanız rahat edersiniz. Yere düşmenizin, hırpalanmanızın, hatta; canınızın acımasının hiçbir önemi yoktur. Mutluluğunuz bunlara bağlı olmadığını bilin, başkalarının sizi nasıl gördüğü veya başınıza neler geldiği değil, sizin kim olduğunuzu bilmeniz daha önemlidir. Yaptıklarımıza değil, yapmadıklarımıza pişman oluruz. Ölümden korkanlar pişman olurlar. Allah, omuzlarınıza yüklediği her bir yükün bir sebebi vardır. Aslında gelişmenizi, mutluluğunuzu ve huzurunuzun anahtarı dertlerinizle yüzleşmek ve onu çözüm fırsatları olarak görmektir. Karşılaştığınız meselelerin ve zorlukların sizi yönetmesine ve hayatınıza hükmetmesine fırsat verme. Meseleleri arkanıza alır, onların sayesinde ilerleyebilirsiniz. Sizi yönetmesine izin vermezseniz; siz meselelerin yöneticisi olursunuz. Her zorluk, kolaylıkla beraberdir. ”
Zamanın nasıl geçtiğinin farkına bile varmamışlardı. Şafak atmış, tan yeri ağarmıştı. Gün gelirken; gecenin karanlığı başını alıp kaçacak yer arıyordu.

 
Bulutumu Kaybettim

Suyu baharın en güzel ayında, baharı Anadolunun buz gibi akan sularından içtim. Dağlara anlattım bildiklerimi, arkadaş olarak yalnızlığı seçtim. Bir bulut vardı, beni kendine çeken. Bulutun peşine düştüm, bulut benim olacaktı, bana gök kuşağının sırlarını söyleyecekti. Bana gök kuşağının yedi rengini verecekti. Bulut bana yağmur olacaktı. Bir rüzgar aldı bulutumu kaçıracaktı benden, bulutumun peşine düştüm. Dağlardan ovalara; ovalardan çöllere girdim. Bulutun peşinde çöllere düştüm. Rüzgarın elinden aldım umudumu, kurtardım sandım. Bulut benim olacaktı, bana hayat olacaktı. Sıcak bir yaz günüydü, bulutumu kaybettiğim gündü. Çocuk gibi ağladım, göz yaşlarımı çöllerde bıraktım. Çöle yüreğimi bıraktım. Susamıştım, yağmura hasrettim, bulutumun gözlerimin önünde yok oluşunu seyreden bendim. Sıcak bir yaz gününde kaybettiğim rüyam, umudum; umutların yok oluşunu gördüm. Sıcak bir yaz günüydü, kuraktı, susuzdu Bir rüyanın ölümün soğukluğuyla buluşmasını gördüm. Yıllarca peşinden koştuğum umudum, toprağımı bırakıp peşine düştüğüm umudum gözlerimin önünde eriyordu. Sıcak bir yaz günüydü. Susamıştım, nede olsa çölde yaya, çölde yalnızdım. Kumlar sakladı bedenimi, kumlarla dost olmuştum bir süre. Yıpranmıştı bedenim ölmek üzereydim...
 
Deniz Yıldızı

Yazı yazmak için okyanus sahillerine giden bir yazar, sabaha karşı kumsalda dans eder gibi hareketler yapan birini görür.

Biraz yaklaşınca , bu kişinin sahile vuran denizyıldızlarını, okyanusa atan genç bir adam olduğunu fark eder. Genç adama yaklaşır;

- Neden denizyıldızlarını okyanusa atıyorsun?

Genç adam yanıtlar;

- Birazdan güneş yükselip, sular çekilecek. Onları suya atmazsam ölecekler.

Yazar sorar;

- Kilometrelerce sahil , binlerce denizyıldızı var. Ne fark eder ki?

Genç adam eğilir, yerden bir denizyıldızı daha alır, okyanusa fırlatıp, şöyle der;

- Onun için fark etti ama...

 
Taşradan Gelen çiçek

Güneşli, hafif rüzgarlı bir sonbahar günüydü. Genç adam, arkası dönük olduğu halde; pencereden dışarıyı eyrediyordu. “yaprakların dökülüşlerini görüyor musun?” dedi, duygu yüklü bir ifadeyle. Sonbahar, dışarıda hükmünü icra ediyordu. Karşıda ki tek katlı evin avlusunda, şemsiye şeklindeki erik ağacının sararmış yaprakları rüzgarın etkisi ile havada daireler çizerek uçuşuyorlardı. “Bilir misin? her yaprağı koruyan bir melek varmış. O bırakmadıkça yere düşmezlermiş.” Pencerenin önündeki akasya ağacının yaprakları hala yeşil ve zinde gözüküyordu. Ardıç ağacı, yaprağını dökmemenin gururuyla bir minare şeklinde yükseliyordu. Yeşilliğinin bütün ihtişamı üzerindeydi. Üniversitenin bahçesinde kavak ağaçları yapraklarını dökeli çok olmuştu. Caddeden; el ele, kol kola, kızlar, erkekler gelip geçiyordu.
“Sen, akıllı ve zeki bir kıza benziyorsun.” Beklemediği iltifat hoşuna gitmişti. Dinledi ve beklemeye geçti. Her iltifatın arkasından genellikle bir istek geldiğini bilirdi.
“Bana hatıralarını yazar mısın?”
“Bir genç kızın hatıraları ne olabilir ki? Hem bunu neden istiyorsunuz?”
“Hikayeni yazmak istiyorum.”
“Hiç düşünmedim. Hayır, hayır, yapamam.”
“Fevkalade yapabilirsin. Hem itiraz da istemiyorum”
Genç adam, döndü ve bilgisayarın tuşlarına dokunarak; wordu açtı. Ekrana iri bir başlık atmıştı. “adı da, “Taşradan Gelen Çiçek” olsun. İsim çok güzeldi. Genç kız; içinden birkaç kez tekrarladı. “Taşradan Gelen Çiçek” “Taşradan Gelen Çiçek” Bu sanki kendini anlatıyordu. Bu nasıl olurdu? Genç adamı yeteri kadar tanımıyordu. Bilgili birine benziyordu. Bakışları ve sözleri insanın içine işliyordu. Yanındayken bir şey yazmadı. Gitmesini bekledi. Uzun süre kalmadı. İşleri vardı gitti. Büro genç adamın olmasına rağmen; arada bir işi oldukça uğruyordu.
Hiç düşünmediği halde; bu emre itaat etmek istiyordu. İşe alırken katı kurallar koyan ve sert konuşmaları olan bu insanı; fazla tanımıyordu. Görünüşü saygı duyulmayı telkin ediyordu sanki. İlk gün onu, çok sert ve katı kuralları olan, anlaşılması imkansız biri olarak görmüştü. İnsanları anlamak için sadece görüntü yetmezmiş. Meğer hiç de öyle biri değilmiş. Annesi, insanları çekinilecek birer mahluk olarak göstermişti. Hep öyle anlatmıştı. Duyguları, akıldan öne geçiyordu. Duygularının kendini yanılttığını anladı. Babacan tavırları karşında; ona olan sevgi ve saygısı her geçen gün biraz daha artıyordu.
İçinden “hatıralarımı niçin yazmamı ister ki? Hikayeni yazmak istiyorum demişti ya. O, bir yazar mıydı ki? Daha önceleri, ismini hiç duymamıştı. Acaba, hiç kitap yazmış mıydı? Veya başka bir sebeple istiyor olabilir miydi? Yazacaklarımı bir başka amaçla kullanabilir miydi?” Ardı arkası kesilmeyen sorular aklını kurcaladı durdu. Nereden ve nasıl başlayacağını da bilemiyordu? Her şeye rağmen denemekle ne kaybederdi ki? Bu isteği, reddedemedi. Başladı ve bir kaç satır yazıp bıraktı.
“Oturduğumuz köy, bir dağın eteğinde ve önünde koca bir ova uzanıyordu. Her yıl erken bastıran kar, yorgan döşek hasta gibi yatardı. Bahara hatta yaza kalırdı. Hiç kalkası gelmezdi. Dağların ve taşların karla kaplı olduğu bir günde doğmuşum. Günün anısına adımı “Kardelen” koymuşlar. Kaderlerimizin benzer oluşundan mı? İsimlerimizin benzer oluşundan mı? Bilmiyorum ama adımı taşıyan kardelen çiçeklerini bir ayrı seviyorum. Kışın ortasında kara inat kar altından boylarını uzatırlar. Parlayan güneşin altında nazlı nazlı boyun bükerler. Ak rengini kardan alırlar. Kar suyu ile beslenir. Soğuğa ve gecelerin ayazına dayanırlar. Katlanmayı bilirler. Sevgiye, sevince ve bahara müjdeci olurlar. Dağlarda ve kırlarda yetiştiklerinden dolayı kardelenler taşralıdırlar. Bunun için utangaçtırlar. Usul erkan bilmezler. Bir bakıma çekingenliğin ve utangaçlığın sembolüdürler. O, hep yalnızdır. O, hep yok ve acılı günlerde vardır. Bahar geldiğinde, tabiat renkten renge girdiğinde de yine yalnızdırlar. Çiçekler, toprağın zindanından daima yağmurun ipine tutunarak çıkarlar. Kardelen, karlı sarp ve buzlu yüksek tepelerde açan mucize çiçektir. Sarp ve yüksek tepeler onun vatanıdır. Bazen en yakın yeşillik bile çok uzaklardadır kardelen için. Işığa, güneşe sevdalıdır yaratılandan beri. Cılız bir ışık, küçük bir umut görse kırar buzları, eritir karları kardelen. Işığa, aydınlığa ulaşmayı kafaya koymuştur bir kere.”
“Kardelen şubat ayında karları delerek kendini gösteren soğanlı çiçeklerdendir. Türkiye`de Toros dağlarında doğada kendiliğinden yetişmekte ve soyu giderek tükenmektedir. Kardelenin ince ve küçük yaprakları vardır. Beyaz çiçekleri damlacıkları andırır. Karın zorlu baskısını ve ağırlığını delip yüzeye çıkarlar. Bu narin çiçek, bu niteliğiyle bizim yurtdışında çeşitli zorluklarla boğuşarak hayata yükselen çocuklarımıza benzerler. Bahara ait ne varsa, yaşama ait ne varsa, alıp ***ürecek karlar altındaki ak sinesinde saklayacak toprağın. Karakış kara toprağın bağrında büyütünceye kadar ümitleri, koruyacak tohumları. Ve sonra yeniden Yüce adaletin söz sırasını ona vereceği ana kadar toprak annelik edecek ak saçlarıyla, yeşerecek ümitlere. Yeni muştulara gebe bahar gelsin, toprak filizlerini büyütsün diye. Kalp ateşinin sıcaklığında konaklasın. Gönüllerin misafiri olsun, filizlenip boy vereceği bir sine buluncaya kadar. İşte son yapraklarını da toprağa veriyor ağaçlar, yavrusunu cennetlere yolcu eden anne hissiyatıyla.”
Birkaç gün sonraydı. Genç adam; “yazamaya başlaya bildin mi?”diye sormuştu.
Kardelen, imtihan ediliyormuş gibi bir mahcubiyet içerisinde “sadece birkaç satır” diyebildi. Yazıyı açtı. Evet, yazılan azdı. Genç adam, yüreklendirmek ve cesaretlendirmek için; “Bir insanın hatıralarını yazması aslında fevkalade bir şey. İçini birilerine dökerek; rahatlar. İnsanın yaşamı boyunca sır tutabilen gerçek dostu bir elin parmaklarından daha azdır. Ama kalem ve defter dinler. Yazılanları saklar. Anlattıklarına asla ihanet etmez.” Sözleri onu yüreklendirmişti. Sonra, yazmaya devam etmişti.
“Dedem erişmiş bir adammış. Babamsa dini bütün, yiğit bir adammış. Ceketini, bahçede ağaca astığında Hacı Ali Musa, evde diye çekinirlermiş. Çok yakışıklı ve bakımlı bir adammış. Çok güzel sesi varmış Köyde üstüne güzel kaval çalan olmazmış. Bekarlığında köyün genç kızları aşık olmak için yarışırlarmış. Unutamazlarmış. Merhametliymiş. Seveni çokmuş. Yardım ve ihsan etmeyi severmiş. En büyük amcam, annem gelin olmadan kanserden ölmüş. Üç halam olmasına rağmen; genç yaşta ölmüşler. Babamsa, dedemlerin son çocuğuymuş.”
“Rahmetli olan babamın yüzünü hiç hatırlamıyorum. Öldüğünde çocukmuşum. Baba sevgisinin, babanın ne olduğunu bilemedim. Babasız büyümenin zorluklarını, güçlüklerini, babasız olanlar daha iyi bilirler. Evin son çocuğuyum. Önümde bir ağabeyim ve iki ablam vardı. Hayatın acımasızlıklarına bizim için katlanan dul bir kadın ne kadar başarılı olabilir? Kolay mıydı? Genç yaşında dul kalmak. Bir kadının; evin hem erkeği hem de hanımı olmak. Her insanın cesaret edemeyeceği bir sorumluluktu bu. Ama neylesin ki iş başa düşmüştü. Ne yapabilirdi? Evlenip çocuklarını ortada mı bırakmalıydı? Böyle yapan çok değil miydi? Ama benim annem annelerin en fedakarıydı.”
“Oturduğumuz ev amcamların eviyle bitişikti. Taşlarla örülmüştü. Çamurdan sıvalı iki katlı bir evdi. Babam rahmetli olduktan sonra; amcam adeta Azrail kesilmişti. Babam sağken bile; babamı kıskanırdı. Ama babamın yiğitliği karşısında hiçbir şeye cesaret edemezdi. Annem güzel bir kadındı. Dört çocuğu olmasına rağmen; genç bir kızdan farksızdı. Annemi tehdit ediyordu. Evli ve çocukları olmasına rağmen; “ya benimle evlenirsin ya da defolup babanın evine gidersin” diyordu. Annem bu gözü dönmüş, amcamdan çok korkuyordu. Biz olanları sadece yaşlı gözlerle seyrediyorduk. Elimizden bir şey gelmiyordu. Babam hayattayken evimizden çıkmayanlar, sürekli babamın yanında olanlar; artık yoktu. Ne olmuştu. Değişen neydi? Akrabalarda sadece bize üzülmekle yardım ettiklerini sanıyorlardı.”
“Biz de; amcamı gördüğümüzde kaçacak delik arardık. Kendinden nefret ettirmişti. Korkumuzdan dışarıya çıkamıyorduk. Annem; ahıra kapıdan gidemiyordu. Evimizin salonundan ahıra inen bir kapı açmıştı. Bu kapıya, merdiven dayadı. Bu şekilde hayvanları besliyordu. Bu kapıdan kimsenin haberi yoktu. Üzerini tahta ve kilimlerle kapatmıştık. Bu şekilde fark edilmiyordu.”
“Yağmurlu bir sonbahar günü idi. Amcam; yine annemle tartışıyordu. Biz; korkumuzdan titriyorduk. Annemi dövmek için içeriye girmeye çalışıyordu. Ama başaramadı. Yağmurdan dolayı toprak olan evimiz akıyordu. Islanmadık bir yer kalmamıştı. Yataklarımıza varana kadar her yer ıslanmıştı. Yatacak ne yer, ne de yatak kalmıştı. Annem ağlıyor, bizde annemin ağlamasına. Göz yaşlarımız yağmur sularına karışıyordu. Annem daha fazla dayanamadı. Çektiği sıkıntılar gözüne görünmüyordu. Amcamın yaptıkları çok yıpratmıştı bizleri. Üstelik akrabalardı. Amcam, annemin halasının oğluydu. Ama hiç kimseden çekmemişti, amcamdan çektiği kadar. Dayımlara haber gönderdi. Adeta yalvarırcasına “beni kurtarın bu deliden” diyordu. Dayılarım toplanıp geldiler. Traktörü çektiler evin önüne, eşya olarak fazla bir şey yoktu. Bütün köylü, amcama lanet yağdırıyordu. Hem ağlıyorlar hem de eşyaları traktöre taşıyorlardı. Evimizin önü cenaze evi gibiydi. Sanki babam o gün yeniden ölmüştü. Kolay değildi babamın hatıralarını bırakıp ta başka köye göç etmek. Köyün kadınları bir yandan ağıtlar yakıyorlar bir yandan da bize sarılarak dua ediyorlardı. Ben o zaman dört buçuk beş yaşlarındaydım. Evimizi sökmüşlerdi. Arkamızda babamdan kalma sadece bir toprak yığını bırakmıştık. Amcama, “bütün dünya senin olsun biz gidiyoruz daralma “ dercesine yaşlı gözlerle bakıyorduk.“
“İdealim; bir kadına yakışır meslek sahibi olmaktı. Beni, bugünlere getiren; dünyanın en fedakar insanı olan anneme bakmaktı. Herkesin annesi çok fedakardır ama benim ki başka bir fedakardı. Tüm gençliğini, bizi büyütmek amacıyla harcamıştı. Evlenerek; bizi, bir başkasının eline bırakmadı. Gerek maddi sıkıntılardan, gerekse sahipsizlikten kaynaklanan meseleler yüzünden, arzu ettiğim mesleği edinemedim. İnsanın başarılı olabilmesi için mutlaka bir desteğe ihtiyacı vardır. Bu desteği annemden başkasından almadım, alamadım.”
“Çocukluk günlerimi; yaşayamadım. İlkokul beşinci sınıfa giderken, hafta sonları dağlara fidan dikmeye giderdik. Yaşım küçük diye almazlardı. Yalvarırdım. Ne olur beni işe ***ürün, çalışabilirim derdim. Anam gündüzleri dağa fidan dikmeye gidiyor, geceleri ise lamba ışığında kilim dokuyordu. Babamın ölümünden bir süre sonra annemin köyüne göç etmek zorunda kaldık. Ama ancak sekiz ay dayanabildik. Annemin babası; yani dedem annemi evlendirmek istedi. Annem reddetti.”
“Tekrar Babamların köyüne döndük. Bir süre çadırda yaşadık. Yeniden ev yaptık. Aradan geçen zaman amcamı uysallaştırmış veya da yılmıştı. Bir gün dağa oduna gittiğinde; kalp krizinden köyden kavgalı oldukları insanların kucağında öldü. Kırk gün sonra da yeni evli oğlu yol kenarında dolmuş beklerken trafik kazasında öldü.”
“Akrabalarımız, babam öldükten sonra bize karşı çok sorumsuz ve duyarsız olmuşlardı. “Ne haliniz varsa görün” diyorlardı. Allah’a şükürler olsun, annemin yüreği sayesinde, kendi ayaklarımızın üzerinde durabildik. Şu anda muhanete muhtaç değiliz. Eskiden yalınızca anam çalışıyordu. Çok şeye yetişemiyordu. Ve çok rezillik çektik. Yiyecek kuru ekmek bulamayıp; çok aç yattığımız zamanlar oldu. İsyan etmemeyi anam öğretti. Her şeye rağmen şükretmesini, büyük bir sabırla gelecek rahat günleri beklemeyi öğretti. Aslın da yazacak çok şey var ama ben kısaltarak yazmak istiyorum.”
“Bu yaşıma kadar, okula giderken yeni bir kitaba sahip olmadım. Büyüklerim de öyleydi. Ağabeyimi, babam trafik kazasında öldükten sonra ortaokulundan almışlardı. Biz kızlar, okula hep anamdan gizli kayıt yaptırmıştık. Maddi sıkıntılardan dolayı okutamam sizi derdi. Ama başarılı olduğumuzu görünce; öğretmenlerinde zorlaması ile bizi okuldan almaktan vazgeçti. Üniversiteye kadar geldim. Başkalarının; eski kitaplarıyla okuyordum. Cebimde; on milyon zor olurdu. Gerekirse yemeklerimden kısarak onunla bir ay geçinmeye çalışırdım. Bu durum beni cimri değil ama tutumlu olmaya sevk etti. Hayatta en nefret ettiğim şey cimrilikti. Çektiğim sıkıntılar bende hırsı oluşturdu. Bir gün çok param olursa; benim gibi durumumda olanlara yardım etmeyi isterim. Düşüncelerim gerçekleşir mi bilmiyorum? Üniversiteyi; çok zorluklar içerisinde bitirdim.”
“Arkadaşlarım; bana bu sıkıntılara rağmen nasıl hayata iyimser bakıyorsun, nasıl mutlu olabiliyorsun derlerdi. Bende onlara zaman her şeyin ilacıdır, son gülen iyi güler derdim. Bu tutumumdan dolayı çevremden çok taktir alırdım. Canı sıkılan, “bana moral ver” diye yanıma gelirdi. En umutsuz anımda bile; mutlu olmayı, hayattan zevk almayı bildim. Önemli olan da sıkıntılar içinde var olmayı, ayakta kalabilmeyi başarmaktır. Çalışmayı çok istiyordum. Amacım şimdiye kadar hep rezillik çeken anamı rahat ettirmekti.”
“İhtiyacım olmasa evimden dışarı çıkmazdım. Çünkü kadınların çalışmasına karşıyım. Bir kadın muhtaçsa, bakmakla yükümlü olduğu birileri varsa, kocası ölmüş veya boşanmışsa, ülkeye faydalı mesleği varsa, çalışsın. Kadının yeri erkeğinin dizinin dibidir. Erkek getirmeli, kadın israf etmeden güzel bir şekilde değerlendirmeli en güzeli budur bence. Benim fikrime katılmayacak çok kadın olabilir. Yuvayı dişi kuş yapar. Kadın kendi görevini, erkekte kendi görevini bilmeli. Evlilikte kadına da çok iş düşüyor. Erkeği evine kadın bağlar. Erkeğim beni aldatıyor. Kim bilir ne eksiğin varda erkeğinin gözü dışarıda oluyor. Anlayış lazım. Koca sinirlenirse; kadının cevap vermemesi gerekir.“
“Siniri geçince gelip özür dileyecektir. Yani alttan almak çok önemlidir her kadın başarılı olamaz bu konuda. Dünyada erkeğin en büyük cenneti kadın, cehennemi de kadınıdır. Evlendiğim zaman, dört dörtlük bir ev hanımı olmayı çok istiyorum ve bunu başaracağım. Erkekte kadınını sadece bulaşık, çamaşır yıkayan çocuklara bakan olarak görmemeli. Kadınlar ilgi ister. İşinin yeri ayrı olmalı. Eşinin yeri ayrı olmalı. İkisine de vakit ayırmalıdır. Çalışıyorum diye bütün sinirini evde eşinden çıkarmamalı. Eşiyle güzel konuşmalı. Sıkıntılarını eşiyle paylaşmalı, eşi de hem evdeşi, hem de dert yoldaşı olmalı.”
“Yoksulluk çekmiş olmama rağmen; hiçbir zaman lüks peşinde olmadım. Yeter ki, mutlu bir yuvam olsun. Tek odalı ev de; benim için saray gibidir. Hangi zengin, mal varlığını ahrete ***ürebilmiş? Muhanete muhtaç olmayacak kadar olsun, yeter. Fazla zenginlikte zarardır. Fazla fakirlikte. İkisi de adamı kötü yola sevk edebilir. Eğer, zenginlik merhameti ve imanı yok edecekse hiç vermesin daha iyidir. Anamın istediği de bizi helal süt emmiş birileriyle evlendirip mürüvvetimizi görmek. Ancak o zaman rahat bir nefes alır. Yapmak istediğim şeyleri söyleyince anam bana “yanında eşin olursa, kimsenin bir şey söylemeye hakkı olmaz, ama tek başına bir kıza namusuyla çalışıyor da olsa söyleyecek bir şey bulurlar” der. Erkeksiz kadın gövdesiz dala benzer. Yapmak istediklerini hiçbir zaman tam olarak yapamazsın. Kadın erkek eşittir derler ama hayır hiçbir zaman eşit olamaz.”
Günler gelip geçiyordu. Kardelen’i yeni bir hayat bekliyordu. İşyerinde rahatsızlanır. Sancılar içerisinde kıvranmaktadır. Patronun bekar genç ortağı tarafından özel doktora ***ürülür. Muayene olur. Film, tahlil derken; safra kesesinde taş ocağını andırır bir şekilde on sekiz adet taş vardır. Bir an önce ameliyat olması gerekmektedir. Bayramdan birkaç gün önce ameliyata yatar. Ameliyatla taşları alınır. Hastanede bir kaç gün yatmak mecburiyetinde kalır. Kısa bir zamanda başından geçenlerin karşısında beklemediği ilgi ile karşılaşır. Yapılan ziyaretler, getirilen çiçekler, yapılan yardımlar karşısında minnettardır. Bu arada abisinin çalıştığı özel şirket abisini işten çıkarmış, kara kışın ortasında evde karakıştan daha acı gelmiştir. Eve gelir getirecek hiçbir şey yok. Kar kış her yılkından daha zor şartlar altında geçmektedir. Sanki, her şey; üst üste gelmiş ve evde yakacak gereğinden önce bitmiştir. Kader ağını örmekte, bu iki genç yoğun duygular yaşamaya başlamaktadırlar. Ama Kardelen’in önünde haklı olarak endişe edebileceği evlenme yaşını doldurmuş ama bir türlü kısmeti çıkmamış iki ablası vardır. Sevmek, severek evlenmek arzusu içerisindedir. Duygularını ima etse de söyleyememektedir. Bir gün arzu ettiği halde söyleyemediği teklif karşı taraftan gelir.
Patronu gelip koltuğuna oturmuştu. Kardelen : “çay içer misiniz?” sualine karşı “birini de kendine al” demişti. Eskisi kadar çekinmiyordu. Alışmıştı nasıl olsa. Ama saygıyı da elden bırakmamaya kararlıydı. Çayları getirdi ve karşı koltuklardan birine oturdu.
“Senden memnunum Kardelen. Sana bir teklifim var. Düşünmeni ve sonra karar vermeni istiyorum. Kabul etmekte veya ret etmekte tamamen hür ve serbestsin.” Kardelen, meraklanmıştı. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Ne teklif edebilirdi? Teklifi ne olabilirdi? Ya aklına geldiği gibiyse. Kendine olabilir miydi? Ama kendisi evliydi. Yok yok, bu olamazdı. Bir şeyler sezmiş, veya duymuş olabilir miydi? Saygı duyduğu bu insandan, azar işitmek, ölmekten daha zordu. Bir daha asla yüzüne bakamazdı. Öylesine konuşuyor olamazdı. Kardelen utangaçlığı içinde kızardı. Sıkıldı. İçinde ala bora olan sorular karşısında tufana tutuldu. Bir süre sesi, sedası gelmedi. Kendine gelememişti. Kısık bir sesle “dinliyorum, efendim” diyebilmişti. “Seni aramızda görmek istiyoruz. Diğer bir tabir ile gelinim olur musun? Seni Ahmet’e istiyorum.” Kardelen,rahatlamıştı. Aradan geçen zaman fazla uzun olmamıştı. Baştan konulan kurallar, yürüyor gibi gözükse de zaman zaman ihlallere kadar varmıştı. Acaba Ahmet’e karşı olan duygularından haberdar mıydı? Neler biliyordu? Bu teklifi Ahmet’ten habersiz mi yapmıştı? Ahmet’in haberinin olmaması mümkün değil gibiydi. O zaman Ahmet’in de karşı olumlu duyguları olmalıydı. Ahmet’in bakışlarından ve yumuşak davranışlarından alaka duyduğunu yüreğinde hissediyordu.
Geçen günlere rağmen; Kardelen tereddüt etmektedir. Önünde iki ablasının olması, Kardeleni haklı olarak endişelendirmekte, hatta kara kara düşünmektedir. Kendi kendine çözüm üretmemektedir. Annesi bir şeyler sezmesine rağmen kırıcı bir şeyler söylememektedir. “Kızım yüreğine hakim ol. Gönlünü kaptırma ” derken bir şeyler sezdiğini de açığa vurmaktaydı.
Teklifi kabul etmiş; işin dev*****n zamana bırakılmasını arzu etmişti. Kış bir türlü bitmek bilmedi. Bahar gelmeden günler yaza durdu. Nihayet badem ve erik ağaçları her zamanki gibi yapraklardan önce çiçeklerle donandı. Annesi “böyle olmayacak, şehir bize göre değil, köye döneceğiz.” Derken Kardelenin içini tarifi imkansız ayrılık acısı sarmaktadır. Geçmişi köy hayatı ile dolu da olsa; şehrin rahatlığı ve yüreğinde açan sevda çiçeğinin solmasından korkmaktadır. Bahara erdim derken; karakışa dönmekten ürkmektedir.
Bir Cuma gününde ailesine düğürcü gidilir. Çaylar içilir. Hal hatır sohbetlerinden sonra niyet açıklanır. Mihriban kızın, yüzünden dökülenler; yere düşmeden buza kesmektedir. Her gün canı kadar; sevdiği yeğenini gelen misafire hakaret edercesine dövüp, ağlatarak tavır koymaktadır. Hiçbir şeyden habersiz gözüken anne bile; şokta, şaşkındır. Gün; yıl olur, zaman bir türlü geçmek bilmez. Düşünün denilerek müsaade istenir. Misafirlerin gitmelerinden sonra eve gelen Meral kız; eve anlatılanlar karşısında baygınlık geçirmekte, o anda işte olan Kardelen’i ise tarifi imkansız bir fırtına beklemektedir. O gün bir türlü geçmek bilmedi. Umutları, endişelerine çare olamadı. Biliyordu ki; iki
abla, iki kara yılan olup; dönüp dönüp sokacaklardı. Anne, “emeklerim yüzüne gözüne dursun” diyecek; en ağır kahırlarını; üstüne üstüne alacaktı. Umutları, yüreğinde filizlenmekte olduğu sevgi adına direnmeli, her kahıra katlanmalıydı. Muştulu bir ilkbahar akş*****n alaca karanlığında; eve giderken ayakları; bedenini taşıyamaz olmuştu. Eve, gitmek istemiyordu. Ama; başka çaresi de yoktu. Dalgınlıktan etrafı görmüyordu.
Evdekileri, solukları burnunda, pencerede önünde yolunu gözler buldu. Bütün gözler; sarı yılanın hain bakışlarından daha yakıcıydı. Beklediği an gelmişti. Ne olacaksa olsun. Fırtına mı yoksa kıyamet mi kopacak; kopacaksa kopsun istiyordu. Her geçen anını buna hazırlamıştı. Acıyan ve içine ağlayarak; bir kıyılara sinen yengesinin önünde, annesi ve ablaları; üç koldan saldırdılar. “bunu bize nasıl yaparsın?” diyorlardı. Sevmek suç muydu? Sevilmek, istenmek suç muydu? Evde kalan ablaların olursa suç olurdu. “Sen nasıl bir insansın?, Ayazlı gecelerde, parmaklarım kanaya kanaya kilimler dokum. Üç beş kuruş harçlık için. Daha ellerimin kanları kurumadı. Hem bunu bizden gizlemeyi nasıl becerdin? Kesinlikle evlenemeyeceksin. Seni asla o oğlana vermeyeceğiz. Hatta ölsen bile.” Kardelen, bütün saldırılara cevap vermedi. Onlar, içlerindeki hınç ve kini iyice kusmalarını bekledi. Uzun süre susması; onları daha da hırçınlaştırmıştı. Anne, kara kara düşünüyordu. Annesi, “Yarından tezi yok, işi bırakıyorsun.” dedi. Kardelen; göz yaşlarını tutamadı. Bir iki damla göz yaşı yanaklarından yuvarlanarak göğsüne düştü. Göz yaşlarını içine akıtmayı yeğledi. Kanadı kırılmış bir serçe gibiydi. Akşam yemeğini yiyemedi. Gece, gözlerine uyku girmedi. Sabahı zor etti. Her ne olursa olsun işe gidecek ve genç patronu ile vedalaşacaktı. Yanında annesi ve büyük ablasının arasında; birer zabitten farksız koruma ve kollama altında iş yerine geldiler. Genç patronu, her zamanki gibi kendilerinden sonra geldi. Hiçbir şey olmamış gibi tebessümle, hepsine ayrı ayrı “hoş geldiniz” dedi ve bir gecede Kardelen’in gereğinden fazla yıpratıldığı gözünden kaçmamıştı. Kadın, “oğlum, Kardelen’i almaya geldik. Köye gideceğiz.” Genç adam : olgunlukla “Teyze, Kardelen sizin. Ne zaman arzu ederse gidebilir.” Sabahın bu ilk vakitlerinde; Kardelen, ana ve ablasının ortasında bir mahkumdan farksız; infaz edilmek üzere; vedalaşarak işten ayrıldı.
Aradan bir hafta geçti. Genç adam, netice için; eşiyle birlikte; Kardelen’lere vardığında evde kimse yoktu. İkinci gün, gelin ve Kardelen’i eve; anne ve iki kızı misafirliğe gitmiş olarak buldu. Kardelen, sevindi. Hürmet etti. Sormasına fırsat vermeden anlattı. “Beni, kesinlikle vermek istemiyorlar. Biliyorum ki; benim ailem; sizlere layık değil. Ben de; sizlere layık değilim. Beni kabul etmeniz bile; şereflerin en büyüğüdür. Aileme ihanet içinde olmak istemiyorum. Seviyorum. Sevmeye de devam edeceğim. O, daha güzel ve daha şerefli kıza layık bir insan. Ve yarın annemle köyümüze gideceğim.”
Bir gün sonra; ailesi evdedir, hiçbir şey olmamış gibi varılır. Çay faslından sonra müsaade istendiğinde; annesi “bu iş olmayacak, kesinlikle de köye gelmeyin.” Ablası “kızın beyni yıkanmış, o daha cahil” diyordu. Gen adam “On dört on beş yaşında ki kızların gelin gittiği bir memlekette, yaşı yirmi dört ve üniversite bitirmiş kızın cahilliği mi olur? Zorla almak istemiyoruz. Hayırlısını diliyoruz.” Bir gün sonra Kardelen, annesi yanında olduğu halde köyüne gitmektedir. Her şeyi geride bırakırken; içten içe söylenmektedir.
“Dostluğu, komşuluğu, kardeşliği
Arkadaşlığı, sırdaşlığı, yoldaşlığı
Hasılı Sevgiyi ve insanlığı
Terk ediyorum şehirle birlikte
Duyuyor musun? Feryad’ımı
Duyuyor musun? Ah’ ımı,
Sızısıyla dolu yıkık kalbimle
Terk ediyorum şehirle birlikte”
Kardelen; gönlü yıkık, köyde, pencere önündeki divanda oturmakta ve arzuları rüyalara dönüşmektedir. Sıcak bir yaz akşamında; avludaki yazlık tahtta yastıklara yaslanarak; oturmakta yıldızları seyretmekteydi. Kendinde değildi sanki. Yaz böcekleri ötüşmektedir. Yassı tepeden, doğmakta olan; ay dolunaydaydı. Uzaktan bir kaval sesi gelmekteydi. Sese yöneldi. Dinledi. Köyün çıkışında; ulu bir çınar ağacı altında, çoban çeşmesinden gelmekteydi. Etrafta kimseler yoktu. Üzerinde bembeyaz bir ipek elbise vardı. Hafif hafif esen yel; aşığın dizelerini de beraber getirmekteydi. Dinledi. Dinledi. Evet, bu ses onun sesiydi. Adeta yürümekten daha çok uçarak çeşmeye varmıştı. Koca kayanın üzerinde, bağrı yanık sesiyle içten içe söylüyordu.
“Bendeki bir dert ki,
Anlatamam kimseye,
Kulak verip de beni
Dinler misin Kardelen?
Sardı tüm benliğimi,
Mecalim yok gülmeye
Sende benle ağlayıp,
İnler misin Kardelen?
Hatıralarımızla dolu
Gurbet aksamlarında
Hasret denen türküyü
Söyler misin Kardelen?
Senin de gözlerin yaş
Ağlamışsın besbelli
Mevsimin gelmeyince
Açar mısın Kardelen?
Dostu oldum gecelerin
Çözemedim bilmecelerin
Cevabını sen bana
Çözer misin Kardelen?
Ayrılık tattırsa da acısını,
Unutamazsın hatırasını
Hepsini bir kalemde
Siler misin kardelen?
Yurdun dağlar senin
Hep yükseklerdesin
Eğilip de elimden
Tutar misin Kardelen?
Sevda içimde bir sancı
İyisin amma çoğu zaman acı
Çaldım işte kapını
Açar misin kardelen?
Arkadan bir dürten olmuştu. Geri döndü. Baktı. Gözlerini açtığında annesi başucundaydı. “yatağına yat da öyle uyu” Etrafı dinledi. Yaz böcekleri dışında ne bir kaval, ne de onun sesi vardı. Anladı ki, rüya görmüştü.

Yıldızlar yağıyordu saçlarına. Ağlamak ve gözyaşlarında boğulmak için; sığınacak bir köşe arıyordu. Düşüncelere dalmak ve yeni düşüncelerle buluşmak için. Kimselere anlatamadıkları ve kafasından atamadıkları bir yumruk gibi içine oturuyordu. Hatıraların acısı yüreğini dolduruyordu. Hak etmeyen insanlara sevgi, ilgi, zamanı vermenin ızdırabı yakıp kavuruyordu içini. Bir deniz, bir okyanus misâli kabaran, ve ruhunu cendereye alanların biraz olsun azalması için, yine bir dost, bir can arkadaşı arıyordu akşamın loşluğunda. Rüzgâr önünde savrulan bir yaprak misâli, derin vadilerde, koyaklarda dolaşıyordu. Düşüncenin dar geçitlerinde, sonsuz kıvrımlarında ayak sürüyen zihnini dinlendirmek için yeni yollar arıyor, yeni kitaplara dalıyordu. Yarılan, bölünen, çırpınan ve duygusallıktan çatlayan yüreğini ferahlatmak için bir o yana, bir bu yana koşuyordu. Sokaklar mekânı ve kat ettiği mesafeler boyunca sonu gelmez çelişkilerle boğuşuyordu. Dağılan ve dağlayan cümlelerin verdiği ince ağrıyı dindirmek için; soğuk suların altına başını uzatıyor, soğuk yerlerde yatıyordu. Fiziksel bir yankının eseri olmayan bu durumu bilmesine rağmen yine de bütün bunları yapıyordu. gözyaşlarında boğulmak için
Kararan bir gökyüzü altında ve kirli bir yeryüzü üzerinde volta atıyordu gece kuşları. Hırsın, kinin, kibrin ve nefretin taraftarları kendilerine özgü mekânlarda yeni planlar kurup; iyiliği, dostluğu ve barışı yıkmanın, insanlığı zora sokmanın hesabını yapıyorlardı. Mesafeler aşılıyor, güzellikler törpüleniyor ve acılar harmanında yeni yeni yıkıntılar oluşturuluyordu. Boşa geçen zamanda gencecik vücutlara zulümden imzalar atılıyordu. Nazik ve kibarlar bir kenara çekiliyor; meydanı “kötülüğün erleri” dolduruyordu. Gün yitiriyordu ziyasını. Kuşlar yollara düşüyordu. Acılar ve anılar tazeleniyordu. Ruhlar birer pervane olup kendi etrafında dönüyordu. Hüzün kaldığı yerden devam edip, sineleri yakmayı sürdürüyordu. Kaybettiklerine ağlıyordu. Hürriyetlerini kaybedenler, özgürlükleri için sızım sızım sızlanıyorlardı. Kader mahkumları bir günü daha defterden düşüyordu. Sokaklar boşalıyor; evler, kahveler, meyhaneler doluyordu. Kafayı tütsüleyenler; feleğe kahredip nara atıyorlardı. Yine de kimse kendini sorgulamıyordu. Çocuklar neşeleriyle evleri dolduruyordu. Umutları giderek azalanlar, biten bir günde de bir şey kazanamamış olmanın korkunç ızdırabıyla yanıp tutuşuyorlardı. Fakirliklerine, kimsesizliklerine, arkasızlıklarına kahredip, “Dünyanın düzeni bu mu?” diye haykırıyorlardı. Ve seslerini yine kendilerinden başkası duymuyor, iniltilerine hiç kimseler kulak asmıyordu. Hayaller sökün ediyordu dört bir yandan. Aşka dair, mutluluğa dair, servete ve devlete ve şehvete dair. Uğruna mücadele edilmesi, çalışılması düşünülen hayaller. Bir defa daha görmek, bir kere daha sevmek adına kurulan hayaller. Izdırapları büyük, mutluluğu bir an olan hayaller kuruluyordu. Pişmanlığının vereceği acı tahmin edilmesine rağmen yine de istenilen ve gerçekleşmesi arzu edilen hayaller. Akılla değil de; hisle, mantıkla değil de; sezgiyle at başı koşan hayaller.
Hatıralar boğazına doluyordu ellerini. Her akşam olduğu gibi yeniden hesaplaşıyordu yaşadıklarıyla. Yaşayıp isteyip de, yaşayamadıklarıyla. Geriye dönüşlerle bir film şeridi gibi geçiyordu hayatı gözünün önünden. Hayatından geriye kalanın hatıralar olduğunu bir kere daha anlamanın verdiği azapla yeniden sarsılıyordu. Hayatın mâzide gizli olduğu gerçeğinin bir kere daha farkına varıyordu. Ana, baba, eşler, yarım kalan aşklar, yaşandığı zamanlarda dünyanın sonu olarak bildiği sevdalar, kardeşleri, arkadaşları geçiyordu hatıralar resmi geçidinden. Orada en çok yer edenlerle paylaştıklarını bir kere daha yaşama imkanın olmadığına ağlıyordu. Birer gözyaşı olup dökülüyordu göz pınarlarından, nişan aldığı yüreğini doğru,
Zalimler, tarihin kaydedeceği yeni zulümlere kapı açıyordu. Mazlumlar yeni çilelere uğruyordu. Birileri, kendilerinin hiçbir zaman yapmayacakları fedakârlıkları, yine başkalarından bekliyorlardı. Vatan adına, millet adına, din adına. Gelişme, ilerleme ve kurtarma adına. Anlayanlar anladıklarıyla kalıyor, anlayamayanlar her vakit olduğu gibi yine ön safta yer tutuyorlardı.
Yüreğinin kıvrımlarında dolaşıyordu. Hasretini şarkılar taşıyordu uzaklara. Şarkılar ve yangınlı türküler, duygu dünyasının kılavuzu oluyordu. Yeni melodiler vasıtasıyla, ruhu inceldikçe inceliyor, kelimeler birer ateş topu gibi zihnine hücum ediyordu. Şiirlere, yazılara ve yeni konularda buluşuyor. Akşam ve musiki ele ele vererek, içinde; yeni ateşler yakıyordu. Savrulan, zamandan zamana. Düşen, mekândan mekâna. Saatler bu minval üzre sürüp giderken, sabah oluyor, gün doğuyor ve yeni bir akşamı bekliyordu.
 
Kralın Parmağı

Bir zamanlar Afrika'daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde ***ürürdü.



Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi:

"Bunda da bir hayır var!"



Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın başparmağı koptu. Durumu gören arkadaşı her zamanki sözünü söyledi:

"Bunda da bir hayır var!"

Kral acı ve öfkeyle bağırdı:

"Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu?"

Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı.



Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine ***ürdüler. Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar. Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını farkettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler.



Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir bir anlattı.

"Haklıymışsın!" dedi.

"Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum.Yaptığım çok haksız ve kötü bir şeydi."

"Hayır" diye karşılık verdi arkadaşı.

"Bunda da bir hayır var."

"Ne diyorsun Allah aşkına?" diye hayretle bağırdı kral.

"Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir."

"Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi? Ve sonrasını düşünsene!!!..."
 
Sevda Pınarı

Tan yeri yeni ağarıyordu. Etrafta ipek gibi yumuşak; gök rengine yakın aydınlık vardı. Altay bu yıl şehirde liseyi yeni bitirmişti. Hem öksüz, hem de yetim olan arkadaşı; Akpar’la akşam üstü obaya gelmişlerdi. Hal hatırlardan, izzeti ikramlardan epey sonra uykuya varmışlardı.
Gözünü açtığında, annesi: ”Oğlum Altay, göç hareket edecek, yoksa burada kalacaksın” diye omuzlarından sarsıyordu. Keçeleri alınmış çadırın üstünde tek tük kalmış yıldızlar gözüküyordu. Böğüren buzağılar ve sığırlar, kişneyen yılkı ve kulınlar, meleyen kuzu ve oğlak ile keçiler, havlayan köpekler, çökmek istemeyen develer ve onlarla uğraşanların sesleri bir birine karışıyordu.
Gözlerini ovarak kalktı. Neler oluyor dercesine etrafta bir şeylerle uğraşanlara baktı. Erkekler, atları eyerlemekte, develere yük vurmaktaydılar. Göçebeliğinde kendine göre yol ve yordamları vardı. Her şey bir usule göre sırayla, yerli yerinde yapmak gerekirdi. Oba yazın yaylağa, kışın kışlağa giderken bu ve buna benzer güzellikler yaşanıyordu. Çelimsiz ve sıska olan Yatsen, bütün çabalarına rağmen; yükünü yükleyemiyor, söyleniyordu.
“Ey ulu Tanrım! Ben ne yaptım sana? Beni eziyetlere düçar ediyorsun. Madem ki, fakir yarattın, hiç olmazsa niye kuvvetli yaratmadın?” Üstelik yardım edecek ne oğulları, ne de kızları vardı. Ağlayarak oturdu. Etraftakiler gülüştüler. Yardımına koşarak, yükünü yüklediler.
“Zavallı Sengül, kocam var diyorsun, Tanrı seninkini yaratırken aceleye gelmiş, karıştırmış” diye takıldılar. Altay lafa karıştı.
“Abla, eniştemin zenginliğine ne oldu?”
“Ee, yavrum, gayret olmayan yerde mal durur mu? Ter kokarak işten, kan kokarak düşmandan gelmeyen zavallı eniştenin her şeyi gitti, bitti.” Kuvvetli ellerinden ve dilinden iş gelen Sengül Hanım ablaya, halsiz, çelimsiz bir erkekle evliliğine bir türlü akıl erdiremiyordu. İşin ilginç yanı Enişte, erkeklik taslayarak; kamçıyla Sengül’e vurduğunu, kocasına hiç karşı gelmediğini de görürdü.
“Abla, şu sıska herife kaçmadan bir yumruk atsan olmaz mı? Sözüne gülen Sengül Hanım. “ Ne olursa olsun, Tanrımın bana sahip ettiği yarim değil mi? Karşı gelirsem hem Tanrıya, hem de töreye karşı gelmiş sayılırım. Günahtır. Ayıptır” derdi.
Yılkılar ve büyük baş hayvanlar göçün önünde, koyun ve geçiler arkadan gidiyorlardı. Kazak hanımları en iyi elbiselerini göç gününde üzerlerine giyerlerdi. Yaylayı sadece hayvanlar değil, gençlerde çok özlüyordu.
Bütün yayla halı tüyü gibi düzgün ve yemyeşildi. Tepelerdeki çam ağaçları tablo gibiydi. Yan tarafta derin dere ve çağlayan vardı. Yaylaya varılınca, yükler indiriliyor, çadırlar kuruluyordu. Altay’la ana baba, aile sevgisinden mahrum büyümüş olan Akpar, yemyeşil otların üzerine uzanmış konuşuyorlardı. Akpar :
“Hayvanlarda vatanını özler değil mi?”
Altay: “Bu kadar tabi güzellik karşısında insan bile yemeden içmeden sarhoş olması akla gayet yatkındır. Kazakların yaylaya neden, bu kadar aşık olduklarına şaşırmamak gerek. Cennet gibi yaylanın tadını alan Kazak, tabi ki ovada duramaz. Bu atalarımızdan kalan adetlerimizdir. Şehirdeki zenginlere altın versen yaylaya çıkmazlar, yaylanın güzelliğini bilmezler. Böyle yerlerde yaşayıp büyüyen herkesin; ozan olması doğal değil midir?
Akyar: “Güzel havalarda, tabi güzellikler arasında, dert ve üzüntüden uzakta yaşayan insan; şair olmasında ne yapsın? Kazaklar kımızı da çok içerler değil mi?”
Altay: “Kımızın iyi olması, kazak hanımlarına etrafta şöhret yaptırır. Devamlı karıştırılan kımız iyi olur. İçenleri sevindirir. Kımız susuzluğu gidermek için değil, milli gıda olduğu için saatlerce oturarak içilir. Hatta kemerlerini çözenler, dışarıya gidip gelenler bile olur. On iki yaşını geçen her Kazak erkek, atsız yaya gezmesi ayıp sayılır, dolaşan dilenci Kazaksa bile atla dilenir. Yarım saatlik yola gitmek için atla gitmeye, yarım gün at beklenir, töre böyledir.”
“Şu kız meselesini konuşalım mı?”
“Hangi kız?”
“Balım Kız'ı… Yoksa unuttun mu?”
“Başka iş yokta Balım Kız'ı mı düşünelim? Balım Kız güzelse senin için güzel, benim için alelade bir kız… ”
“Hakikaten öylemi düşünüyorsun?”
“Üzülme, şaka yaptım. Balım şahane kız… Benim muhabbet hakkında bilgim yok. Aşık olmayı Tanrı benim için yaratmamış.”
“Biraz acele hüküm değil mi?”
“Yok. Doğrusu bu… Ne hikmetse, yakışıklı, süslenen birini görsem nefret ederim.”
“İhtilalciler hep böyledir.”
“İhtilalci kim? Ben kim? Yetim kalmak, hiç sevgi-şefkat görmemek beni böyle yaptı. Çocukluğumda hiç kimse severek, bir defacık olsun beni sevindirmedi. Senelerce onun bunun kapısında büyüdüm. Çöplüğe atılanları toplayarak yediğim zaman çok olmuştur. Tabi sen aç kalmayı, sevgi ve şefkate muhtaç, sığınacak bir yeri olmadan yaşamayı bilmezsin. Zavallı kalp, kendinde olmayanı nasıl bulsun? Sevgi havadan düşmez. Yeşil ot, güneşin nuruyla büyüdüğü gibi, insan da, ana-baba etrafında sevgi ve şefkat neticesinde büyüyerek olur. Kalbim, hiç aydınlık görmeyen bir mağara gibi… Senin dostluğun beni biraz insanlara ısındırdı.”
Altay : “Üzülme göreceğin, yaşayacağın daha çok şey var. Tanrıya şükret ki elin ayağın sağlam, boylu boslusun üstelik de tahsilli birisin. Seninle evlenecek güzel de bir yerde kendini hazırlıyordur.”
Balım Kız'ın avılları da bağırmakla duyulacak kadar bir yerdeydi. Akşam üstü Bahtiyar Bek’in adamlarından biri gelerek “Obaya davet edildiklerini” bildirdi. Hazırlıklar yapıldı. Atlara binilerek Bahtiyar Bek’in avıllarına gidildi. Bahtiyar Bek gelenleri “Hoş geldiniz, konakladığınız yer uğurlu olsun” diyerek kapıda karşıladı. Duası yapılarak kesilen koyunun eti tereyağıyla saçta kızartılarak gelen konuklara ikram edildi. Altay’ın gözleri Balım Kız'ı aradı durdu. Şehirde giydiklerini üzerinden atan Balım Kız'ın üzerinde beyaz ipekli bir elbise, üzerinde kırmızı bir yelek, başında börk vardı. Altay’ın gözlerine bir kat daha güzel göründü. Gelenlere “hoş geldiniz” derken; diğer yanda gülen gözleriyle Altay’ı selamlıyordu. Balım Kız gelenlere çamçak çamçak kımız sundu. Güzelin elinden içilen kımız bir başka hoş oluyordu. sohbetler yapıldı. Balım Kız, diz çöktüğü yerde Dombıra çaldı.
Peş peşe şarkılar söyledi. İnsanları kımızdan daha fazla güzel sesiyle büyüledi. Altay’ın babası “Balım Kız, çok güzel kızmış. Acaba Altay’a istesem verir mi? diye düşündü. Dinleyenler “Ne ses be! Bundan da güzel ses olur mu? Cennetteki huri kızları bundan güzel söylemez!” diye övdüler. Herkesin çıktığı anda, Balım Kız'a yaklaşan Altay:
“Ne güzel olmuşsun. Güzelleşmişsin.” Diye elinden tuttu.
“Uzak git… Birisi görürse ayıp olur.”
“Ne kadar buradasın?”
“Bir aydan fazla… Yarın ‘Sevda Pınarı’nda salıncak kuracağız. Gelir misin?”
“Mutlaka geleceğim. Ne akıllı kızsın sen!” Ayak seslerini duyunca dışarı çıktı. Yolda Akpar, Altay’a :
“Bu gün anladım. ‘Zenginlerin kızı niye güzel oluyor’ diye düşünürdüm. Bu gün onun cevabını buldum. Zenginler güzel kızlarla evlenirlermiş. Güzel hanımlardan da güzel kızlar doğarmış. Bana sorarsan Balım Kız'ın anası Balım Kız'dan daha güzel. Tanrı biliyor ya, ben böyle güzel hanımı ilk defa görüyorum.”
“Niye öyle diyorsun? Fakirlerinde güzel kızları oluyor ya!”
“Ama, çok değil.”
“İyi elbise de insana süs verir. Güzel elbise giyince, güzel olmayan da güzel görünür.”
Koca bir gün geçmek bilmemişti. Akşam zor olmuştu. Akşamleyin; dışarısı ayın ışıklarıyla süt gibi aydınlıktı. Altın tabak gibi olan ay, tepelerin üzerinden kayarak gidiyordu. Dağlar ve tepeler ayın ışığıyla daha aydın görünüyordu. Altay sessiz ve durgundu. Çapar’ın ateşli hanımı, açıklığın verdiği cesaretle: “Tanrım bizi de şanslı yaratmış. Kayınımız olmasa, eğlenceye bizi kim davet ederdi?” dedi Altay’ın omzundan tutarak.
“Bırak tate, ayıp değil mi?” diye Akay utanarak yüzünü tuttu.
“Niye ayıp olsun? Senin de canın istiyordur. Öğütleyeceğine sen de misafir delikanlıya asıl” dedi. “Utanma diye bir şey kalmamış sizde. Öyle konuşmaya devam edersen geri dönerim. Kocan gelsin, sana güzel bir tasma aldıracağım” dedi Altay.
“Kocam dediğin, kadına değil para ve menfaatine bakar. Karısına tasma alacak adam, hanımını aylarca yalnız bırakıp ticaretin peşinden koşmaz. Her şeye rağmen, ben evli bir kadınım. Aslında ben evden, bu zavallı için çıktım.” Dul gelin bir çimdik attı Gelin Ablasına. Akpar, söylenenleri bir fırsat bilip Akay’ın elinden tuttu. Akay’ın elleri ateş gibiydi. Akay bir ara kaydı düşecekken Akpar onu belinden yakaladı. Onun vücudunun titrediğini fark etti. Sevda Pınarı’ndan buz gibi dağlardan süzülerek gelen kar suyu akarak Gökdere’ye doğru akıyordu. Koca koca ağaçların dalarlı arasından yere ay ışıkları dökülüyordu. Yaylada olanlar geniş düşünceli, hoşgörülü oluyorlardı. Kızlarını, gelinlerini gönül rahatlığıyla gönderir, “gönül kötersin” derlerdi. Çocukların oyun ve eğlencelerine ehemmiyet verirlerdi.
Balım Kız'ın söylediği şarkı ay ışığına karışarak, dağlara doğru yankılanıyordu. Altay’da Sevda Pınarı’na Balım Kız'a karşılık veriyordu.
Söyleyenler söyledikçe açılıyordu. Dinleyenler coşuyor, iki gencin söylediklerini alkışlıyorlardı. Diğer yanda Akkar hanım Akpar’a “Bu hanım eve döneceğim diyor. Ağlıyor. Bunun gönlünü al” dedi Akay’ın elini Akpar’a tutturduktan sonra oradan uzaklaştı.
“Niye ağlıyorsun?”
“Canım ağlamak istiyor” dedi başını genç adamın omuzlarına dayadı.
“Biri görürse ayıp olur…”
“Buraya getirdiniz, kayıp olup gittiniz…”dedi ağlayarak. Bir yandan ona acıdı. Bir yandan da gülesi geldi.
“Demek bunun için ağlıyorsun?” Kenarda bir ağacın altında, dallarının gölgesine, otların üstüne oturdular. Akpar, hayatta tek başına olduğunu, hiçbir akraba ve yakın olmadığını hatırladı. Birini özlüyormuş gibi bir duyguyla Akay’ı kucakladı. Düşüncelerinden kurtularak onu bıraktı. Bir içim su gibi güzeldi. ‘Şehit olan kocasının evinde oturmaktansa, arzu ettiği biriyle niye evlenmiyor’ diye düşündü.
“Bir şey sorabilir miyim? Kocan öleli iki sene geçmiş. Bu evde ne bekliyorsun?”
“Nereye gideyim?”
“Ailene niye gitmiyorsun?”
“Benim ailem, akrabam yok. her şeyim bu ev. Kayın anam ile atam beni büyütüp, terbiye eden…”
“Ailen nasıl yok olur?”
Akay iki yaşında annesini kaybettiğini, akrabalarını bilmediğini, eve gelişini, yaşadıklarını, evlenmesini ve kocasının şehit olmasını… uzun uzun anlattı. ‘Niçin olmadığını bilmiyorum ama, kimsesiz, yalnız olduğunuzu öğrenince, sizi kendime yakın hissettim.’
“Gönlün varsa al ***ür beni buralardan. Eşin olurum. Yoldaşın olurum. Yük olmak ağırıma, gücüme gidiyor." Gözleri yaşla dolmuştu.
Evlere dönülürken sabah olmak üzereydi. Akkar Hanım, şehit kayın hanımı ile gelen misafiri gönüllerini bir etmiş, evlenmesini, birbirilerini sevmesini, çoluk çocuğa kavuşmasını çok istiyordu. Kayın Altay’ı razı etmiş, iki at temin etmişti. Sabahın ışıklarından önce, yeni bir hayat kurmak üzere; şehre doğru hızla iki atlı yol alıyordu.
 
Bitmişti Hayat Başlamıştı Ölüm

Bu sabah uyandığımda ev sessizdi. Salona geçtim saate baktım saat on iki'ye geliyordu. Amma'da uyumuşum. Kimse bu sabah beni uyandırmamış. Masanın üstünde bügünün gazetesi vardı, tam baş sayfada bir ölüm haberi, yine bir genç basılmıştı. Tüylerim diken diken oldu ürperdim bir anda. üstümü giydim ve dısarı çıktım. Adım adım yürüyordum, köyün içinde. Bütün evlerin kapıları kapalıydı insanlar yok olmuş gibiydi. Sankide terk edilmiş bir köydü. Yürüdükçe içime bir sıkıntı doğuyordu. Sonra sokağın sonuna geldim ve mezarlığın tarafında bir kalabalık gördüm. Telaşla koşmaya başladım. Koşuyordum ama sanki nefes almıyordum nefesim hiç tükenmiyordu ve ben hiç yorulmuyordum. Mezarlığa varınca annemi gördüm, ağlıyordu. Ama garip olan benim adımı haykırıyordu. Sesi gökyüzünü inletiyordu. Bütün ailem perişan bir haldeydi, kimi ağlıyor kimiyse sadece adımı sayıklıyordu. Anneme seslendim 'anne ben burdayım, niye ağlıyorsun?' diye sordum. Sesimi duymadı beni gormemiş gibi devam etti ağlamaya. Tek tek herkese dokundum coğuna ilk defa sarıldım ama kimse duymadı, hissetmedi. 'Ağlamayın, ağlamayın, ağlamayın... ben ölmedim' diye haykırdım defalarca ama kimse duymadı.
O anda anlamıştım neler olduğunu hepsini tekrar yaşıyormuş gibi hatırladım. Ben ölmüştüm dün o bir türlü gelemeyen ambulans hiç gelmemişti ve bu cenaze benim cenazemdi, benim için bitmişmişti hayat başlamıştı ölüm. Dün hergün olduğu gibi yine evden çıkmıştım kimseyle vedalaşmadan. Tam eve dönecekken otostop çekmeyi beklerken meğersem ecelimi bekliyormuşum. Çünkü karşıdan hızla gelen bir araç benide aldı bereberinde ve hayatımda biriken acılarla beni sürükledi yerde. Çok canım acımıştı ama şimdiyse hiçbirşey hissetmiyorum. Dün evden çıkarken hiç geri dönemeyeceğim diye bir his yoktu içimde. Vedalaşmamıştım kimseyle. Onları aslında ne kadar sevdiğimi soyleyememiştim. Belkide ilk kez ama son kez sarılamamıştım.
Üc gün mevlit okundu bizim evde. Annem hep ağlıyordu. Ne çok sevenim varmış meğer. Görememişim hayattayken. Benim için ne kadar insan ağlıyor ne kadar insan üzülüyordu. Ama herşey bitmişti. Ölümmüş son nokta. Yaşadıklarım, yaşayamadıklarım, hepside geride kalmıştı. Neden? diye sordum Allaha. Bana bir şans daha vermesi için yalvardım söz veriyorum daha dikkatli olacağım her saniyenin değerini bileceğim diye isyan ettim.
Günlerce yalvardım Allaha bana bir şans daha ver diye. Ama vermedi bana tekrar bir şans vermedi. Dokunuyordum ama beni kimse hissetmiyordu, ben ordaydım ama beni kimse görmüyordu, ben artık bir hiçtim...bir ölüydüm sadece. Benim için bitmişti hayat başlamıştı ölüm. Geriye kalan gözü yaşlı bir anne ve baba vardı bana sarılamadıkları için sevdiklerini söyleyemedikleri için pişmanlık duyan bir anne ve baba. Kardeşlerim, ailem, arkadaşlarım ve o sabah ölüm haberimi gazetede okuyup bana acıyan insanlar. Insan her kapıdan çıkışında dönüp'de bakmalı bir arkasına düşünmeli geri dönebilecekmiyim diye yada ardımda bıraktıklarımı bir daha görebilecekmiyim diye. Ben düşünemedim. Aklıma hiç gelmemişti ölüm daha çok gençtim ve yapacak daha çok şeyim vardı hayatta. Hayattayken sonsuza dek yaşayacakmışsın gibi gelir insana. Ama hayat oyle garipki bir saniye varsın bir saniye yoksun. Ileride pişman olmamak için insan sevgisini göstermeli, kimseyi kırmamalı, insan hayattayken yaşamanın değerini bilmeli. Kaç gün geçti aradan artık ölümü kabüllendim ve Allah beni affetmeyecek bana yaşamam için bir şans daha vermeyecek. Vaktim doldu ben gidiyorum...
hoşcakal anne
hoşcakal baba
hoşcakal köyüm, hoscakal dünya
hakkınızı helal edin
Ben sizinle hep olacağım ben ölmedim ruhum yaşıyor biz ölmedik ruhumuz yaşıyor. Siz beni görmesenizde, duymasanızda, hissetmesenizde. Siz bizi görmesenizde, duymasanızda, hissetmesenizde. Ben yaşıyorum. BIZ YA$IYORUZ VE HEP BURDAYIZ...
 
Kayıp Trenin Penceresinden...

KAYIP TRENİN PENCERESİNDEN…

Etrafta oynayan çocuklar görebilmek, duyguların henüz gelişmemiş tomurcuklarına ortak olmayı istemek ancak elini uzattığında çoktan o sahneyi geçmiş olduğunu fark etmek. İsyan etmeye çalışmak fakat tiyatro kapısındaki nöbetçilere takılmak...

Susamışlığın sınırlarını zorlayan kediciklerin sinercesine ağlamalarını duyan bir yaşlı annenin onlara ulaşacak gücü olmadığındaki boyun bükmesini yaşamak...

Yaratıkların çok yakınında olduğunu bilmek, arkandaki yoldaşlarının yavaşça, ensende hissettiğin nefeslerinin verdiği tuhaf bir cesaretten sonra, bir an yoldaşlarının da aslen insan kılığına girmiş birer mahluk olabileceği düşünce karmaşası anında güvensizlik duygusunun içindeki kayıp güven...

Sahtecilik oyunlarının en sahte bölümüne gelmişken yırtılan hayallerin umutsuzluğuyla bir an etrafına bakınmak, oyunu terk etmeyi istemek ancak kasaya olan borçları yüzünden ayağa kalkıp gidememek...

Hayatının her döneminde içinde gizli-gizli filizlenmiş bir armağan alma güdüsü gitgide büyürken, hediye niyetine uzatılan gerçeklerin aslen birer hiç, o hiçlerin ise koskocaman birer gerçek olduğunu anlamak...

Çok soğuk bir kompartımanda, hücrelerinin yavaş-yavaş ısı durumuna uyum gösterdiğini hissederken camdan baktığında güneşi görebilmek fakat sadece görebilmek. Isısını hissedememek...

Üzülmenin bile yüreğinin bir onur taşıdığını, onursuz hissetmenin bile onurunu görebilirken boynu dimdik gezen içi boş kıyafetlerin dehşetine kapılmışken onuruyla yürüyen birinin elbisesizliğine kırgınlaşmak...

Yüzlerce nokta görürken aralarından bir tane virgülün gözüne çarpması, ancak yaklaştığında virgülün kuyruğunun sadece renkleriyle aldatmaya çalışan, parlaklığıyla sahtekarlığını sofraya sunmaya hazırlanan bir kumaş parçası olduğunu fark etmenin, hem diş gıcırtısı eşliğinde hem de gülümseyerek, hiçbir şey yokmuş gibi devam etmeleri...

Gözlerini dumanın ve uykusuzluğun kızarmışlığına esir bırakmışken, uzaklarda, birkaç istasyon geride bıraktığı gençliğin özlenmişliğiyle yorgunluğun yıkılmalarını tadarken gördüğü narin bir ceylanın ihtişamıyla bir an geride bıraktığı istasyonlara döndüğünü sanıp heyecanlanırken trenin uzun bir tünele girmesi ve koca bir karanlık...

Çok güzel bir müzik sesinin ahengini ruhuna karıştırmış, elini yanağına koyup kulağı yavaşça, şefkatle okşayan notaların yırtılmış hayallerini tamir edebileceği umuduna kapılmayı bile göze almaya hazırlanırken tren raylarının gıcırdamasıyla beyninde kurmayı düşlediği hayallerin kayıp düşlerin hükümdarlıklarına bir yeni öğe olarak eklenmesi...

Bir trende olmak,
Nereye gittiğini bilmeden,
Hangi istasyonda o trene bindiğini ve daha kaç istasyon sonra ineceğini hatırlamadan,
O an kimsenin senin nerde olduğunu bilmediğinin az bulutlu hissizliklerini hissetmek,

Kayıp trenin penceresinden bakmak...
 
Güneşe Uyananlar

Akşam olmuş, yemekler yenmişti. Etrafa akşamın alacakaranlığı çökmüştü. Etraf tamamen ıssızdı. Gündüzün aydınlığından kurtulan yıldızlar, meydana çıkarak parlamaya duruyorlardı. Git gide çoğalıyorlardı. Ay ise hala görünürlerde yoktu. Kuzeyden hafif hafif esen rüzgarla, kavakların yaprak sesleri geliyordu. Aksakallı Kayıhan dede, kenarları kanaviçe işlemeli beyaz yastıklara yaslanmış, dalmış, ufka bakıyordu. Önce torun Törehan geldi. Diz çökerek oturdu. Arkasından Ay Hanım geldi. Ay Hanım on sekizindeydi. Ay yüzlü bir kızdı. O da diz çöktü oturdu.
“Bakın torunlarım, beni iyi dinleyin. Ben yaşlandım artık. Şunu şurasında ne yaşarsam o kar sayılır. Bundan böyle ‘güneş bizim üzerimize doğacak.’ Belki hiçbir şey eskisi gibi olamayacak ama, artık bu topraklarda kızıl rüzgar da esemeyecek. Uluslarımız kendi öz kimliklerine ve dinlerine kısa zamanda ulaşacaklar. Uluslarımız diyorum. Çünkü dün bir millettik ama, istemesek de bu gün beşe bölündük. Bir emperyalist politikası olan, böl yönet; en katı şekilde Türkistan’da da Lenin tarafından uygulandı. Bu ulusun, birlikteliğini ortadan kaldırmak için, çok büyük çaba sarf ettiler. Bu milletin, dini ve vakıf mallarına el koydular. Yıllarca ateist eğitimi verirken; dini faaliyetler tamamen yasak edildi. Türk topraklarından elde edilen gelirler; yine, Türklerin tahribatına harcandı. Dün boylarımız olan; Kazak, Kırgız, Türkmen, Tacik ve Azeri bu gün artık devlet olma yolundalar. Devletsiz hürriyet, hürriyetsiz din olmaz. Varsın, her ne kadar sınırları ayrı da olsa, bu beş devlet, beş gardaş gibidir. Her şeye rağmen; serbest ve kendi hallerine de bırakılmayacaklarını bilmek, unutmamak gerek.”
“Geçen yüzyılımız; azapla, işkencelerle, gözyaşlarıyla, akan kanlarla, bu yolda verilen sayısız canlarla dolu. Artık, çile bitecek. Hiç kimsenin malına, namusuna, inancına dokunulmayacak gibi görünüyor. Ümit ederiz ki, yönetenlerin İslam anlayışıyla, halkın İslam anlayışı farklı olmasın. Yıllarca uygulanan ateizm propagandalarına rağmen; bu milletin yüreğinden ve kalbinden İslam’ı silemediler. Silmeye güçleri yetmedi. Belki bedenlerini ve ruhlarını aldılar ama iman ve inançlarını alamadılar. Belki yeteri kadar ibadet yapamadılar ama inançları var olmaya devam ediyor, devam da edecek.”
“Bu millet, tarihte hiçbir zaman esir olarak yaşamadı. Ama Orta Asya’da ki Türklerin başına gelenler sayılmazsa. Neden böyle oldu? Sorusunu sorarak geçmişi yargılamak bize düşmez ama yazarlarımız, aydınlarımız bunu bilhassa yazmalılar. ‘Tarihten ibret alınaydı tarih tekerrür etmezdi’ derler. Doğrudur. Nedenleri bilinmeli ki, ibret alınabilinsin.”
“Bu millet, teşkilatçı bir millet. Her nerede olursa olsun. Dağılır, yıkılır, toparlanır, yeniden kurulur. Bu milletin özü ve sözü saf ve temizdir. Çalışkandır, yiğittir, merttir. Allah’ın yeryüzünde ki, kılıcıdır. Bu milletin seveni az, hayranı çok olur. Daha önce de büyük, büyük devlet kurmuşlar.”
“Bağımsızlıklar aniden geldi. Aydınlarımız ve halklarımız buna hazırlıklı değillerdi. Rusların çok katı tutumlarından dolayı buna hazırlık yapılamamıştı. Tecrübelerimiz bile pek yoktur. Hazırsızlığı telefi etmek ve hem bağımsızlığı korumaya çalışmak için çok çalışmak gerekecek. Ama, zaman daha büyük oluşumlara gebedir. Ekonomik alt yapılar hazır değil. İstemeseler de, düşmana el açacaklar. İçerideki sıkıntılar, dıştakilerden fazla görünüyor. Bu arada, düşmanda boş durmuyor. Yürütme ve yasama nerdeyse bir gibi… Bütün yetkiler nerdeyse başkanda toplanmış gibi… Ordu, polis, basın ve parasal kaynaklar yönetimin elinde, muhalefetse düşman gibi görülmekte, üzerine gidilmektedir. Bu ise iç kargaşayı, gardaş gardaşa düşmanlığı körükler görünüyor. Ortada, özel sektör diye bir şey olmayınca; ticaretin bütünü devlet eliyle yapılıyor. Bu millet, dinden, diyanetten, bilgiden, sanattan arık oldu. Zayıf düştü. Tahrip edilen tarih, dil ve edebiyat yeniden yazılmalı. Yanlışlıklardan, kasıtlı bilgi kirliliklerden bir an önce arındırmalı.”

Etraf dağın üzerinden altın bir tepsi gibi doğmakta olan ayın ışıklarıyla aydınlanmaya başlamıştı. Ayın ışıkları, Ay Hanım’ın yüz ve gönül güzelliklerine karışıyordu. Kayıhan doğruldu. Ay Hanım’ın kasede sunduğu nar şerbetini, üç yudumda içti.
“Sağ ol kızım” Törehan ile Ay Hanım, dedelerinin anlattıkları ile, günlerdir susuz kalan çiçeklerin dirilişi gibi kendilerine geliyorlardı.
“Milli kimlik, ulusal birliktelik bir an önce sağlanmalı…” Törehan söze karıştı.
“İktidara gelenlerin hemen hepsi kovulan sömürgecilerin eğitim sistemine yetişmiş insanlar değiller mi? Öyle ise; Ruslar gitmekle her şey tersine dönmüş değil. Hepsi Rus etkisinin tekrar dirilmesine hizmet etmekte değiller mi? Veya bizi bölük pörçük etmediler mi? Yıllarca; ‘Kazak, Türkmen, Kırgız, Tacik, Azeri’ diye ayrım yapmadılar mı? Hatta, sınırları bölmediler mi? Ruslar, yıllardır boyların dillerini, cumhuriyet dillerine dönüştürmediler mi? Peki tekrar nasıl bir ‘Türkistan’ olabileceğiz? Bu gün, ‘Türkistan’ artık eski Türkistan değil! Bir birinden farklı özellikleri olan bir Orta Asya Türk Cumhuriyetleri var. İçeriden liderler aydınlar ve yazarlar ayrımcılığı isteyenler olduğu gibi dış güçlerden de destek görmekte olması bu ayrımcılığı her geçen gün bu ayrımlar artmayacak mı? Türk Dili; hem tarihin hiçbir devrinde, bu gün olduğu gibi sayısı, yirmiyi bulan yazı dillerine sahip olmamıştı. Türk dünyası arasında bu, en büyük engel olamayacak mı? Bu kadar ayrıcalık varken, bu ayırımı ortadan kaldırıp, nasıl beşi bir edebileceğiz? Hem buna gerek var mı? Varsın beş devlet olsun. Adı Kazak olsa ne olur? Türkmen olsa ne olur? Bizlere düşen düşmana karşı gardaş olmak, el ele birlik olmak düşmez mi?”
“Doğru söylersin de oğul. senin göremediklerin, bilemediklerin var...”
“Her şeye rağmen ümit var ol oğlum. Geçmişte Ahmet Yasevi Hazretleri, en seçkin talebelerini; Anadolu’nun İslamlaştırması ve ihyası için gönderdi. Herhalde, evlatları nankör değildirler. Bu günde; onların torunları elbette, Orta Asya’da İslam’ın ihyasına gelecekler. Bundan emin olun. Onları bekleyin. Gelince onlara yardım edin, kapılarınızı sonuna kadar açın. Yüreğim böyle söylüyor.”
Bu arada dış kapı açıldı. Gelenler vardı. Törehan’la birlikte; Ay Hanım’da ayağa kalkmış, geleneler bakıyorlardı. Gelenler Buğra atayla yanındaki genç konuğuydu. Selam verdiler. El öpüp oturdular. Bay Buğra, getirdiği konuğunu tanıttı. Hal ve hatır sordular. Adı, Mehmet’ti. Türkiye’den geliyordu. Kuran okutmaya, İslam’ı anlatmaya gelmişti. Ama, gelen konuk çok gençti. Bu yaşta ‘Hoca’ olmak? Gelen konuk Türkiye’den geliyordu. Törehan ile Ay Hanım’ın içini bir sevinç kaplamıştı.
Ay Hanım, atası ile gelen konuğa yemek sundu. Gelen konuk yemeğin arkasından Kuran’dan, düzgün ve pürüzsüz yanık sesiyle, bir sure okudu ve dua yaptı. Yaşlı Kayıhan dede ağlıyordu. “Demedi mi Torunlarım? Gelecekler diyordum. Bak geldiler işte!” Konu konuyu açtı. Nerden başlayacaklarını, neler yapacaklarını konuştular. Ardı arkası gelmeyen sorular sordular. Konuşmalar uzadı. Vakit gece yarısıydı. Yatmaya vardılar.
Sabah namazına kalktıklarında; piri fani yaşlı Kayıhan dedeyi, secdede ölmüş olarak buldular. Gerekli defin hazırlıkları yapıldı. Kalabalık bir cemaatle birlikte, defnettiler. Törehan ile Ay Hanım, dedeleriyle birlikte; geçirdikleri geceyi unutamadılar.
En kısa zamanda hazırlıklar yapıldı. Tüm yeme, içme, barınma giyim ve harçlık masrafları Türkiye’de adı bilinmeyen birileri tarafından karşılandı. Türkiye’de gerekli dini eğitimi almak üzere; uçakla İstanbul’a uçtular. İki tam yıl okudular. İstanbul’un tarihi yerlerini, manevi şahsiyetlerine ziyaretler yaptılar. Anadolu’nun en ücra köşelerinden bir çok insan, Orta Asya’da İslam’ın inkişafı, orada dini inanç ve terbiyenin tahakkuku için yardım yapmaktadır. Bu yardımlar, yıllar önce; Orta Asya Müslümanlarının yaptıklarına emsal bile teşkil edememektedir.
Törehan ile Ay Hanım, kendilerini kişilik, kimlik olarak yetiştirmiş, İslam’i inanç ve fikri yeterlilik içinde, ülkelerine hizmet etmek üzere; Kazakistan’a dönüyorlardı.
 
Geri
Üst