Dini SözLük

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan Method
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
TÂLİB:
Taleb eden, isteyen.
Yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehberden ders alan talebe, öğrenci.
Tâlib sâdık olunca, zikr ve teveccüh olmasa dahi yalnız ihlâsı ve muhabbeti ile ilerler. (Muhammed Ma'sûm)
Tâlib, niyyeti ve işleri, ne kadar hâlis ve iyi olsa da, kendini kusurlu ve kabahatli bilmelidir. Tasavvuf yolunda ele geçen nîmetlere, hâllere, zevklere güvenmemeli, ne kadar doğru ve şerîate uygun olsalar da, bunlara özenmemelidir. (Muhammed Bâki-billâh)
Tâlib, kâmil ve mükemmil olan (yâni yetişmiş ve yetiştirebilen) bir rehberi ele geçirebilirse, bütün arzûları, istekleri, onun eline bırakmalı, ölü yıkayıcının elinde teneşirdeki meyyit (ölü) gibi olmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Tâlib, sâdık olmalıdır. Sözünün eri olan tâlibin sol omuzundaki melek, yirmi sene içinde yazacak bir şey bulamaz. (Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr)
Tâliblerin üç husûsa dikkat etmeleri lâzımdır: 1) Her ne kadar kendisinden evliyânın yanında makbul bir amel dahi meydana gelse yine kendisine enâniyyet (benlik) varlık gelmeyip, kendisini kusurlu görmeli, hizmet etmeye çalışmalı. 2) Her ne kadar ken dinden red olunacak bir amel meydana gelse, ümitsiz olmayıp gönlünü muhâfaza etmeli. 3) Her ne buyurulursa, hizmeti yerine getirmeye candan gayretle çalışmalı, maksada kavuşmaya bakmalıdır. (Mevlânâ Abdülazîz Buhârî)
 
TALLÂHİ:
Allahü teâlânın ism-i şerîfinin başına "te" harfi getirilerek yapılan yemin sözü. (Bkz. Yemîn)
Yemîn ya harf ile veya kelime ile olur. Allahü teâlânın isminin başında (be, te, ve) harflerinden biri söylenip, ismin sonu esre okunursa yâni billâhi, tallâhi, vallahi denirse yemin olur. Yemin, yalnız Allahü teâlânın isimleri ile olur. Başka şeyler le müslüman yemini olmaz. (Alâüddîn-i Haskefî, İbrâhim Halebî)
 
TALMÛD:
Yahûdîlerin Tevrât'tan sonra mukaddes kabûl ettikleri, sözlü emirlerin toplandığı Mişnâ ve Gamâra olmak üzere iki kısımdan meydana gelen kitap.
Yahûdîlerin Tevrât'tan sonra mukaddes kitabları Talmûd'dur. Yahûdîlere göre; Mûsâ aleyhisselâm Tûr-i Sînâ'da (Tûr dağında) Allahü teâlâdan işittiklerini Hârûn'a, Yûşa ve El-Ye'âzâr'a aleyhimüsselâm bildirmiş. Bunlar da sonra gelen peygamberlere ve ni hayet mukaddes Yehûda'ya bildirmişler, bu da mîlâdın ikinci asrında bunları kırk senede bir kitâb hâline getirmiş, bu kitâba Mişnâ denilmiştir.Mîlâdın üçüncü asrında Kudüs'te ve altıncı asrında Bâbil'de Mişnâ'ya birer şerh yazılmış, bu şerhlere Gamâr a denilmiştir. İki Gamâra'dan birini Mişnâ ile bir kitab hâline getirip bu kitaba Talmûd demişlerdir. Kudüs Gamâra'sından gelene Kudüs Talmûdu, Bâbil Gamâra'sından gelene Bâbil Talmûdu demişlerdir. (Necef Ali Tebrîzî)
İsrâiloğulları kendi yazdıkları din kitabına uydular. Mûsâ aleyhisselâmın Tevrât'ını terk ettiler" hadîs-i şerîfi, şimdi yahûdîlerin elinde bulunan Talmûd, Mişnâ ve Gamâra'nın Mûsâ aleyhisselâmın kitabı olmadığını haber vermektedir. (Taberânî ve Rahmetullah Efendi)
Bâbil Talmûdu, Kudüs Talmûdu'nun üç misli daha uzundur. Yahûdîler, Bâbil Talmûdu'nu Kudüs Talmûdu'ndan daha üstün tutarlar. Her yahûdî, din eğitiminin üçte birini Tevrât, üçte birini Mişnâ ve üçte birini de Talmûd'a ayırmak mecbûriyetindedir. Hahamla r, Talmûd'da, bir kimse kötü bir şeye niyet etse onu yapmasa bile günahkâr olacağını bildirmişlerdir. Onlara göre hahamların nehy (yasak) ettiği bir şeyi yapmaya niyet eden kişi necs, pis olur. Bu inançların kaynağı olan Talmûd'a müslümanlar Ebü'l-Encâs (Necâsetlerin babası) demiştir. Yahûdîler, Talmûd'a inanmayan ve onu kabûl etmeyeni yahûdî saymazlar. (M. Sıddîk Gümüş)
Talmûd, müneccimliğin (yıldızlara bakarak geleceğe âit hüküm vermenin) insan hayâtına hükmeden bir ilim olduğunu bildirmektedir. Talmûd, sihr ve kehânetlerle doludur. (Ali bin Hasen)
 
TÂLÛT:
İsrâiloğullarının hükümdârlarından.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Vakta ki Tâlût askeriyle (Kudüs-i şerîften cihâd için) ayrıldı. (Nebînin haber vermesiyle yâhut ilhâmla askerlerine) dedi ki: "Şübhesiz, Allah sizi bir ırmakla imtihân edicidir. Kim ki ondan (Kana kana) içerse, benden (teb'amdan) değildir. Kim ki ondan içmezse, o bendendir. Eliyle bir avuç içenler müstesnâ. (Bekara sûresi: 249)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Bedr günü Eshâb-ı kirâmına; "Bugün siz Tâlût'un (söz dinleyen) eshâbı (arkadaşları) adedincesiniz. Onlar mü'min idiler" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
İşmoil aleyhisselâm, Allahü teâlânın emriyle Tâlût'u hükümdâr tâyin etmişti. Tâlût, Filistinliler ve Amâlika kavmi ile harb edip, gâlib geldi. Tâlût'un askeri arasında bulunan Dâvûd aleyhisselâm on sekiz yaşında idi. Filistin ordusundaki cesûr ve çok kuvvetli olan Câlût'u öldürdü. İşmoil aleyhisselâm, Tâlût'un yerine Dâvûd aleyhisselâmı hükümdâr yaptı. O sırada Tâlût harbde öldü. Kırk sene hükûmet sürdü. Yerine Dâvûd aleyhisselâm melik oldu. (Taberî-İbn-ül-Esir)
 
TAM FENÂ:
Allahü teâlâdan başka her şeyi unutma, mutlak fenâ. (Bkz. Fenâ)
Kul kendi nefsini düşünmekten büsbütün kesilmedikçe Rabbini düşünemez. Allahü teâlânın sevgisi onun kalbine yerleşemez. Bu büyük nîmet ancak tam fenâ hâsıl olduktan sonra elde edilebilir. (İmâm-ı Rabbânî)
 
TAM ŞEHÎD:
Allah yolunda canını fedâ eden; dînini, vatanını, bayrağını, nâmusunu müdâfaa ederken ölen, haksız yere öldürülen müslüman. (Bkz. Şehîd)
Tam şehîd, dünyâda yıkanmaz, kefene sarılmaz. Kefen miktârından fazla olan elbisesi soyulup, çamaşırı ile defnolunur. Cenâze namazı Hanefî mezhebinde kılınır. Şâfiî mezhebinde kılınmaz. Âhirette de şehîd sevâbına kavuşurlar. (İbn-i Âbidîn)
 
TAM TEMİZLİK:
Sıhhatli bir kadının âdet zamânından sonra başlayan, on beş gün veya daha fazla devâm eden temizlik. (Bkz. Sahih ve Hükmî Temizlik)
İki hayz (âdet) arasında tam temizlik bulunması lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
 
TAMA':
Aç gözlülük, dünyâ malına aşırı düşkünlük.
Tama'ın en kötüsü insanlardan beklemektir. Kibre, ucba (kendini beğenmeye) sebeb olan, nâfile ibâdetleri ve âhireti unutturan mubâhları (dinde izin verilen şeyleri) yapmak da tama' olur. Tama'ın zıddına, aksine tevfîz denir. Tevfîz ise, helâl ve fâid eli şeyleri kazanmaya çalışıp da, bunlara kavuşmağı Allahü teâlâdan beklemektir. (M. Hâdimî)
Şeytan, riyâyı ihlâs olarak ve tama'ı da tersi olarak göstererek insanı aldatmağa çalışır. Şeytan köpek gibidir. Köpek kovalayınca kaçar ise de, başka taraftan yine gelir. Nefs kaplan gibidir. Saldırması, ancak öldürmekle biter. (İmâm-ı Rabbânî)
 
TA'N ETMEK:
Kötülemek, dil uzatmak.
Mü'min ta'n etmez, kimseye dokunmaz, lânet etmez. Fâhiş söz söylemez ve kimseyi yermez. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Belli bir mü'minin ayıbını, ta'n etmek için arkasından söylemek gıybet olur. Gıybet harâmdır. Kapalı söylemek, işâret ile, hareket ile bildirmek, yazı ile bildirmek de hep söylemek gibi gıybettir. Gıybet olunan mü'min bunu işitirse üzülür. (Hâdimî, Yûsuf Sinânüddîn)
 
TANRI:
Ma'bûd, tapılan şey, ilâh.
Allahü teâlânın isimleri tevkîfîdir, yâni İslâmiyet'te bildirilen isimleri söylemek câiz olup, bunlardan başkasını söylemek câiz değildir.Meselâ Allahü teâlâya alîm denir. Fakat, âlim demek olan fakîh denmez. Çünkü, İslâmiyet, Allahü teâlâya fakîh de nileceğini bildirmemiştir. Bunun gibi, Allah adı yerine, tanrı demek câiz değildir. Çünkü tanrı; ilâh, ma'bûd demektir. Meselâ "Hindûların tanrıları öküzdür" denilmektedir. "Birdir Allah ondan artuk (başka) tanrı yok" denebilir. Başka dillerdeki Dieu, ***t ve God kelimeleri de, ilâh, ma'bûd mânâsına kullanılabilir. Allah adı yerine kullanılamaz. Kur'ân-ı kerîmde; "Benim ismim Allah'tır. Beni Allah diye çağırınız. Allah diye ibâdet ediniz. Allah diye yalvarınız" meâlinde birçok âyet-i kerîme vardır. O'na, kendi istediği ismi söylemeyip de, kâfirlerin, O'nun en sevmediği, mâbûdlarına koydukları tanrı ismi ile O'nu çağırmak, ne kadar yanlış ve ne büyük inâd olduğu meydandadır. (M. Sıddîk bin Saîd)
 
TARAFEYN:
İki taraf; İmâm-ı a'zam ile talebelerinden İmâm-ı Muhammed'in bir mes'elede reylerinin (ictihâdlarının) aynı olması sebebiyle ikisine birden verilen isim.
Bir vakıf, mescid harâb olup tâmir eden bulunmaz ise veya etrâfında ev, insan kalmayıp kullanılmaz ise de, Tarafeyne göre yine vakıf olarak kalır. İmâm-ı Ebû Yûsuf'a (r.aleyh) göre hâkimin izni ile satılıp, parası aynı cinsten olan başka bir vakfa sa rfedilir. (İbn-i Âbidîn)
Tarafeyne göre, nass (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf) olan yerde örf ve âdet mûteber değildir. (Abdülganî Nablüsî)
 
TÂRIK SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin seksen altıncı sûresi.
Târık sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). On yedi âyet-i kerîmedir. İsmini ilk âyet-i kerîmede geçen ve parlak bir yıldız mânâsına gelen Târık'tan alır. Sûrede; insanın yaratılışı, kıyâmet gününün zorluğu, Kur'ân-ı kerîmin hak ile bâtılı ayıran kelâm- ı ilâhî olduğu bildirilmektedir. (Râzî, Kurtubî)
Târık sûresinde meâlen buyruldu ki:
Gizlenen işlerin ortaya döküldüğü hesâb gününde insan için Allahü teâlâdan başka ne bir kuvvet vardır, ne de bir yardımcı. (Âyet: 10)
Kim Târık sûresini okursa, Allahü teâlâ ona gökteki yıldızların adedinin on katı sevâb verir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
 
TARÎKAT:
Tasavvuf yolu; insanları mânen olgunlaştırmak, terbiye etmek, yetiştirmek için, tasavvuf büyüklerinin tâkib ettikleri yol.
Hicrî beşinci asırdan îtibâren sistemleşmeye başlayan tarîkatların fert ve cemiyet hayâtında büyük te'sirleri olmuştur. İnsanlara; her şeyin Allah rızâsı için yapılması gerektiğini anlattılar.Riyâ ve gösterişten uzak, yüksek karakterli insanlar olma larına yardımcı oldular. Benlik dâvâsından ve kendini beğenmişlikten kurtardılar. Birlik ve berâberliğe kavuşmuş cemiyetler meydana getirdiler. İslâmiyet'in yayılmasında bilfiil hizmet gören tarîkat mensûbu zâtlar, dünyânın birçok yerlerine dağılıp, insanların İslâmiyet'le tanışmalarına sebeb oldular (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
Tarîkatların çeşitli isimler alması, başka başka olmalarından değildir. Aynı mürşidin (yol gösteren, rehberlik eden âlimin) talebeleri, birbirlerini tanımak ve mürşidleriyle tanınmak için bulundukları yola mürşidlerinin (hocalarının) ismini vermişler dir. (Abdullah-ı Dehlevî)
Son zamanlarda tarîkat diyerek birçok şeyler uyduruldu. Hakîkî İslâm âlimlerinin ve Peygamber efendimizi görüp, O'nun sohbetinde yetişen Eshâb-ı kirâmın bildirdikleri doğru yol unutuldu. Dinde câhil olanlar, hattâ İslâmiyet'in emirlerine açıkça uymay anlar, şeyh ve tarîkatçı ünvânı alarak, zikir ve ibâdet adı altında, dînimizin yasak ettiği birçok günâhları işlediler. (Abdülhakîm Arvâsî)
 

TA'RÎZ:
Üstü kapalı ve dokunaklı söz; kapalı îtirâz etmek; bir tarafı gösterip diğer tarafı kasd etmek.
Gıybet, açıkça söylemek sûretiyle olduğu gibi fiille, ta'rîzle, yazıyla, hareketle ve işâretle de olur. Göz kırpmakla, elle işâret etmekle de olur. Hazret-i Âişe buyurdu ki: "Bizim yanımıza bir kadın geldi. Kadın çıkıp giderken ona elimle kısa boylud ur diye işâret ettim. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem: "Sen onun gıybetini yaptın" buyurdu. (Ebü'l-Leys Semerkandî)
Bir kimse, diğer bir şahsın sözü geçince, onu kastederek; "Bizi şu şu ayıplardan kurtaran Allahü teâlâya hamdolsun" derse, ta'rîz yoluyla onu gıybet etmiş olur. (İbn-i Âbidîn)
İhtiyaç ve zarûret yokken ta'rîz câiz olmaz. Çünkü ifâdede yalan bulunmasa da yalanı akla getirebilir. Böyle olunca da mekruh olur. (Seyyid Alizâde)
 
TÂRÛH:
İbrâhim aleyhisselâmın asıl, öz babası.
Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden anlaşıldığı ve binlerce İslâm âliminin kitâbında yazıldığı üzere Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem anaları ve babaları arasında bulunmakla şereflenen bahtiyârların hepsi; zamanlarının ve memleketle rinin en asîl, en şerefli, en cemîl, en temiz zâtları idi. Hepsi azîz, mükerrem ve muhterem idi. İbrâhim aleyhisselâmın babası Târûh da mü'min olup, fenâ ahlâktan ve âdî, çirkin sıfatlardan uzak idi. Kâfir olan Âzer, babası değil, amcası idi. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
En'âm sûresinin meâl-i şerîfi; "İbrâhim (aleyhisselâm) babası Âzere dediği zaman" olan yetmiş dördüncü âyet-i kerîmesine açık mânâ verilmez. Çünkü Âzer kelimesi baba kelimesinin atf-ı beyânıdır. Yâni açıklayıcı bir lafızdır. İbrâhim aleyhisselâm iki kimseye baba demektedir. Birisi kendi babası olan Târûh, diğeri baba dediği amcası veya üvey babası Âzer idi. (Beydâvî ve Seyyid Abdülhakîm)
Âzer'in amca olduğunu Ehl-i kitâb ve târihçiler söz birliği ile bildirmişlerdir. Âzer'in baba olmadığını, İbrâhim aleyhisselâmın babasının Târûh olduğunu İbn-i Abbâs da radıyallahü anhümâ bildirdi. (İmâm-ı Süyûtî)
Âzer, İbrâhim aleyhisselâmın üvey babasıdır. Kendisi çocuk iken ölen asıl babası Târûh'tur. Âzer put yapan bir san'atkâr idi. İbrâhim aleyhisselâm daha çocuk iken putlara ibâdet edilmeyeceğini anlamış, üvey babasının yaptığı putları parçalamış ve bul undukları memleketin yâni Bâbil'in hükümdârı olan Nemrûd'u îmâna dâvet etmiştir. (Senâullah Dehlevî, Süyûtî)
 
TASADDUK:
Sadaka vermek. Yâni Allahü teâlânın rızâsı için fakirlere ve ihtiyâcı olanlara para, mal vermek. (Bkz. Sadaka)
İnsanlar tasadduk ettiği şeyi, Allah rızâsı için verirse, Hak teâlâ hazretlerine verilmiş gibi sayılır ki, mukâbilinde (karşılığında) bin sevâb (pekçok sevab) alır. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Ödünç vermek, tasadduk etmekten on sekiz derece daha fazîletlidir. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Tasadduk etmek nâfile ibâdettir. Zekât vermek, borç ödemek ve birinin hakkını iâde etmek ise, farzdır. (Süleymân bin Cezâ)
 
TASARRUF:
1. İdâreli kullanma, sarfetme. Tutumlu olma; harcamada isrâftan ve cimrilikten sakınıp orta yolu seçme.
Sadaka vererek rızkınızı çoğaltınız.Zekât vererek mallarınızı koruyunuz. İktisâd eden, tasarrufa riâyet eden aldanmaz. Tedbirli düzenli yaşamak, geçimin yarısıdır. İnsanlarla iyi geçinmek, aklın yarısıdır. (Câfer-i Sâdık)
2. İdâre etme, hükmetme.
Allahü teâlâ mülkünde tasarruf ediyor.Mülkünde tasarruf etmesinde zulüm düşünülemez. Çünkü zulüm, izni olmadan başkasının mülkünde tasarruftur. (İmâm-ı Gazâlî)
3. Bir velînin Allahü teâlânın izniyle sevdiklerini mânen yetiştirmesi, düşmanlarını ise cezâlandırması.
Yaratılışı, kalb ve rûh mertebesine kadar olan kimseyi tasarrufu kuvvetli olan pîri, daha yüksek mertebelere ulaştırabilir. (İmâm-ı Rabbânî)
Sıddîkiyye yolunda ilerlemek üstâdın tasarrufu, kuvveti ile olur. O sevk ve idâre etmedikçe, hiç ilerleyemez. Çünkü nihâyetin (sonun) başlangıcında yerleştirilmesi, onun şerefli teveccühü, merhameti ile olur. Anlaşılmayan, bilinmeyen hâllere hep onun üstün, başarılı idâresi ile kavuşulur. (İmâm-ı Rabbânî)
Îtikâdı ve ameli doğrulttuktan, bu iki kanadı ele geçirdikten sonra, Allahü teâlâya yaklaştıran yolda ilerlemek sırası gelir. Zulmânî ve nûrânî konakları aşmaya başlanabilir. Ancak şunu iyi bilmelidir ki, böyle konakları aşarak yükselebilmek ancak yo lu bilen, yolu gören, yol gösteren, yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehberin teveccühü ve tasarrufu ile olabilir. Bunun bakışları kalb hastalıklarına şifâ verir. Onun teveccühü yâni kalbini bir kimseye çevirmesi, kötü, çirkin huyları insandan siler süpürür. (İmâm-ı Rabbânî)
 
TASAVVUF:
Ahlâk ve kalb ilmi. Kalbi kötü huylardan temizleyip, iyi huylarla doldurmak. Kalbde îmânın vicdânileşmesi, yâni Ehl-i sünnet îtikâdının kalbde sağlamlaşması ve şüphe getirici te'sirlerle sarsılmaması, nefs-i emmâreden doğan tenbelliklerin ve sıkıntıl arın giderilip, ibâdetlerde kolaylık ve lezzet hâsıl olması. Allahü teâlâ ile olmak, iyi ahlâk edinmek ve dînin emirlerine uymak.
Tasavvuf büyüklerinin hepsi, Ehl-i sünnet îtikâdında idi. Bid'at sâhiplerinin hiçbiri, Allahü teâlânın ma'rifetine yaklaşamamıştır. Evliyâlık nûrları bunların kalblerine girmemiştir. (Abdullah-ı Dehlevî)
Tasavvuf ehlinin üç vasfı vardır. Toprak gibidir, iyiye de, kötü kimseye de verir. Bulut gibidir, her şeyi gölgeler. Yağmur gibidir, sevilen kimseyi de, sevilmeyen kimseyi de sular. (Harkûşî Abdülmelîk bin Muhammed)
Tasavvuf hâldir, söz değildir, söz ile ele geçmez. (Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî)
Tasavvuf, Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uymak, fazla konuşmayı, fazla yemeği ve fazla uykuyu terk etmektir. (Alâüddevle Semnânî)
Tasavvuf, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylerin hepsini terketmektir. (Ali bin Sehl)
İnsana lâzım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra şerîate (dînin emir ve yasaklarına) uymak, daha sonra tasavvuf yolunda yükselmektir. (Muhammed Bâkî-billah)
Şimdiye kadar yedi yüz velî, tasavvufun târifinde türlü sözler söylemişlerdir. Bu sözlerin özü, şu noktada toplanabilir: Tasavvuf, vakti, en değerli olan şeye harcamaktır. (Ebû Saîd Ebü'l-Hayr)
 
TASDÎK:
Kabûl etmek, inanmak, doğrulamak.
Îmân; Peygamber efendimizin Allahü teâlâdan getirdiklerinin hepsini kalb ile tasdîk, dil ile ikrâr etmek, söylemektir. (İmâm-ı a'zam)
Haram işlememek ve bütün ahkâm-ı İslâmiyyeyi (İslâmiyet'in hükümlerini) yerine getirmek, çok kolaydır. Kalbi bozuk olana güç gelir. Evet, birçok işler vardır ki, sağlam insanlara kolaydır. Hastalara ise güçtür. Kalbin bozuk olması, şerîate (İslâmiyet 'e) tamam inanmaması demektir. Bu gibi insanlar inandım dese de, hakîkî tasdîk değildir. Laf ile tasdîktir. Kalbde hakîkî tasdîkin, doğru îmânın bulunmasına bir alâmet, İslâmiyet'e uymak, emirleri yaparken kolaylık duymaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Bu dünyâ nîmetleri geçici ve aldatıcıdır. Bugün senin ise, yarın başkasınındır. Âhirette ele girecekler ise sonsuzdur ve dünyâda iken kazanılır. Bu birkaç günlük hayat, eğer dünyâ ve âhiretin en kıymetli insanı olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olara k geçirilirse, ebedî seâdet, kurtuluş umulur. Yoksa O'nu tasdîk edip, tâbi olmadıkça, her şey boşunadır. O'na uymadıkça her yapılan hayr, iyilik, burada kalır, âhirette ele birşey geçmez. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
 
TASFİYE:
Temizleme, parlatma. Kalbi iyi hasletlerle süsleme.
Nefs tezkiye edilince, yâni nefs kötü isteklerinden kurtarılınca kalb tasfiye bulur. (İsmâil Ferrûh)
Seyr ve sülûktan (yâni tasavvuf yolunda ilerlemekten) ve nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye etmekten maksad; mânevî âfetleri gidermek, kalbi hastalıklardan kurtarmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Kalbin tasfiyesi, dînimizin emir ve yasaklarına uymakla ve sünnetlere yapışmakla ve bid'atlerden (Peygamber efendimiz zamânında olmayıp, dinde sonradan ortaya çıkarılıp, ibâdet olarak yapılan şeylerden) kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınma kla olur. (İmâm-ı Rabbânî)
 
Geri
Üst