Dini SözLük

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan Method
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
SİNN-İ BÜLÛĞ:
Büluğ yaşı, ergenlik (evlilik) çağı.
Sinn-i bülûğun başlangıcı, erkekte on iki ve kızda dokuz yaşları doldurmaktır. Müntehâsı (sonu), ikisinin de on beş yaştır. On beş yaşını tamamlayınca bâliğ sayılırlar. On iki ve dokuz yaşlarını doldurup da, bâliğ olmamış çocuğa mürâhık denir. ( İbrâhim Halebî)
Müslüman ana-babanın çocuğu sinn-i bülûğa erip, âkıl ve bâliğ olduğu zaman, yalnız "Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah" demekle müslüman olmaz. Îmânı bilmesi, anlatması da lâzımdır. Îmânı anlatmak demek, inanılacak altı şeyi anlamak ve sorunca s öylemek demektir. Yâni Âmentü'yü okumak, mânâsını da bilmek ve anlamak lâzımdır. ( İbn-i Âbidîn)
Yedi ve on yaşında olan gösterişli kızlar ve on beş yaşını dolduran veya sinn-i bülûğa varan bütün kızlar, kadın hükmündedir. Böyle kızların; başları, saçları, kolları, bacakları açık olarak yabancı erkeklere görünmeleri ve erkeklere şarkı söylemeler i, yumuşak ve cilveli konuşmaları haram olur. (Hâdimî)
 
Sİ'R:
Fiyat, mala biçilen değer. (Bkz. Narh ve Kâr Haddi)

SÎRET:
Ahlâk, gidişât, hal, hareket, tavır, yaşayış.
İki haslet var ki, bunlar münâfıkta (içi dışı başka olanda) bulunmaz; güzel sîret ve ahlâk ile din ilmi. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
İnsan sîretle insandır, sûretle (görünüşle) değil. (Cüneyd-i Bağdâdî)
 
Sîret-i Nebevî:
Sevgili Peygamberimizin örnek hayâtı, güzel ahlâkı.
Sîret-i Nebevî'yi bütün müslümanların öğrenmesi ve o şekilde yaşaması lâzımdır. Böylece, dünyâda ve âhirette felâketlerden, sıkıntılardan kurtulmak ve o iki cihân efendisinin şefâatine kavuşmak nasîb olur. (Hâdimî)
 
SİRKAT:
Hırsızlık.
Herkesin elindeki mal kendi mülküdür. Sirkat, gasb, zulüm, rüşvet, fâiz, haraç ve hıyânet yollarından biriyle ele geçtiği açıkça bilinen mal, mülk olmaz. Bu malı satın almak, yemek, içmek câiz değildir. (İmâm-ı Gazâlî, A. Nablüsî)
Başkasının az veya çok malına sirkat haramdır. (Alâüddîn Haskefî)
 
SİYER:
Gidişât. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin hayâtını, güzel ahlâkını, üstün vasıflarını anlatan ilim dalı; bu hususta yazılmış kitab.
İslâm târihinde ilk yazılan siyer kitabı Muhammed bin İshâk Yesâr'ın yazdığıdır. Türk edebiyâtında ilk yazılan siyer ise Erzurumlu Mustafa Darîr'in eseridir ve Mısır'da yazılmıştır. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
 
SÔFÎ (Sûfî):
Tasavvuf ehli. Kalbini gafletten (Allahü teâlâyı unutmaktan) ve mâsivâya (Allahü teâlâdan başka şeylere) bağlamaktan koruyan, nefsini Allahü teâlâya itâate kavuşturan, pâk ve temiz bir kalbe sâhip olan kimse, velî derviş.
Sûfînin kalbinde hiçbir kir ve kötülük olmaz. (Ferîdüddîn Şeker Genç)
Sôfîlerin kulağı, Allahü teâlânın zikrinden başka bir şey duymamalıdır. (Şems-i Tebrîzî) Sôfî, safâ üzere saf elbise giyendir. Resûlullah yolunda, izinde yürüyendir. Arzularını yenen, cefâyı zevk edinen Dünyâ lezzetlerini gerilere itendir.
(Ebû Ali Rodbârî)
 
Sôfiyye-i Aliyye:
Tasavvuf büyükleri.
Sôfiyye-i aliyyenin tasavvufa âit sözleri, mübârek kalblerine ve temiz ruhlarına akıp gelmekle anladıkları mârifetler (bilgiler)dir. (İmâm-ı Rabbânî)
Ahkâm-ı şer'iyye (İslâmiyet'in hükümleri) ile tam bezenmek, ibâdetleri yapmakta ve yasaklardan kaçmakta kolaylık, nefsin fânî olmasına bağlıdır. Bu da sôfiyye-i aliyyenin hizmetine ve onların muhabbetine bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
 
SÔFİSTÂİYYE:
Mîlâddan önce beşinci asırda Yunanistan'da ortaya çıkan felsefî bozuk bir fırka, topluluk.
Sofistâiyyeden bir kısmı, eşyânın hakîkatini inkâr edip, eşyânın boş vehm ve hayâl olduğunu iddiâ ederler. Bunlara inâdiyye denir. Bir kısmı eşyânın subûtunu (varlığını) inkâr eder. Eşyânın hakîkatinin îtikâda (inanma şekline) bağlı olduğunu söylerle r. Meselâ; cevher olduğu îtikâd edilirse, cevher; a'raz olduğu îtikâd edilirse, a'raz; kadîm (başlangıcı olmayan) veya hâdis (sonradan var olan) olduğuna îtikâd edilirse, hâdis veya kadîmdir derler. Bunlara İndiyye denir. Bir şeyin varlığını ve yokluğunu ikisini de inkâr edip, şüpheci olanlara lâ edriyye denir. (Teftâzânî)
 
SOHBET:
Berâberlik. İnsanın derece bakımından kendinin üstünde veya altında yahut akranı ile bir araya gelip, Allahü teâlânın ve Peygamber efendimizin beğendiği, hoşnud olduğu şeyleri konuşması.
Kişinin kendinden üstün olanla berâber olmasının hakîkati, o zâta hizmettir. Aşağısında olanla sohbetin gereği, onun hallerinden bir noksanı gördüğünde onu îkâz edip, kusurundan haberdâr etmektir. Aynı seviyede olan sohbet arkadaşlarının sohbetlerini n hakîkati, başkalarının, yabancıların yanında birbirlerinin kusurlarını görmezlikten gelmektir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Kalbinde bir katılaşma gördüğünde, sâlihlerle sohbet et, onlarla bulun, yemeği azalt, nefsinin isteklerini yapma ve onu sıkıntılara alıştır. (Ahmed bin Ebü'l-Havârî)
Sohbet, dünyâ bağlılıklarını keser ve hakîkî îmân kazandırır. (Sıbgatullah Arvâsî)
Eshâb-ı kirâm, Resûlullah'ın daha ilk sohbetinde öyle şeyler kazanmışlardır ki, ümmet arasındaki velîlerin, bunlara en sonda kavuştukları bilinmektedir. Bunun içindir ki, Tâbiîn'in (Eshâb-ı kirâmı görenlerin) en üstünü olan Veysel Karânî, hazret-i Ha mzâ'nın kâtili olan Vahşî'nin, Resûlullah'ın bir kerecik sohbetinde bulunmakla yükseldiği mertebeye yetişememiştir. Çünkü sohbetin fazîleti bütün fazîletlerin ve kemâllerin üstündedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Sohbeti ganîmet bilmelidir. Sohbetin üstünlüğü bütün üstünlüklerin ve kemâllerin üstündedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Bir kimse âlimlerin sohbetinde bulunur, fakat onlara hürmet etmezse, onlardaki feyz ve bereketlerden mahrûm kalır. Onlardaki nûrlar kendisinde aslâ zuhûr etmez, görünmez. (Ebû Ali Sakafî)
İnsanların en kötü ahlâklısı, dostunu, düşmanını ayırmayan ve sohbet ehlinden uzak yaşayandır. (Muhammed bin Gâlib)
Nâkıs olanların yâni tasavvufta yetişmemiş olanların sohbeti öldürücü zehirdir. (İmâm-ı Rabbânî) Erenlerin sohbeti, ele giresi değil Sohbete kavuşanlar, mahrum kalası değil Sohbet, kalbi eder pâk ona imrenir eflâk Âdemi ârif eden tâc u hırkası değil.
(M. Sıddîk Gümüş)

SON PEYGAMBER:
Kendisinden sonra başka peygamber gelmeyecek olan Muhammed aleyhisselâm. (Bkz. Hâtem-ül-Enbiyâ)
 
SOSYAL ADÂLET:
Herkesin, bilgi ve kâbiliyeti ve gördüğü iş nisbetinde çalıştığının karşılığını alması, başkaları tarafından sömürülmemesi. (Bkz. Adâlet)
Sosyal adâlet, millî gelirin en uygun şekilde taksîmini sağlar. İstismârı, sömürücülüğü ortadan kaldırır. Sermâyenin çok küçük ve belirli bir zümre elinde toplanmasını önler. Herkese kendi ölçüsünde hayât hakkı verir. Sınıf ve zümreleri arasında düşm anlık bulunmayan bir topluluk meydana getirir. Böyle bir toplulukta vatandaşlar, hâl ve istikbâl (şimdiki durumu ve geleceği) bakımından kendilerini emniyette hissederler. (Abdülhakîm Arvâsî)
 
SÛ'-İ EDEB:
Edebsizlik, edeb dışı hareket, insanlara iyi muâmele etmemek, haddini bilmemek.
Namaz ta'dîl-i erkânına uymadan yâni rükû ve secdeleri tam yapmadan kılınırsa, Allahü teâlâya münâcâtta (yalvarmada) sû'-i edeb edilmiş olur. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
 
SÛ'-İ EF'ÂL:
Kötü davranışlar, tavır ve işler. Ma'sûn et (koru) sû'-i ef'âlden ilâhî, Nasîb et râzı olduğun râhı (yolu).
(Beykozlu Muhammed bin Recep Efendi)
 
SÛ'-İ FEHM:
Kötü anlayış. Her zarar, insana, kendi nefsinden gelir, Yüz karası, âdeme (insana) sû'-i fehminden gelir.
(Diyarbakırlı Saîd Paşa)
 
SÛ'-İ HÂL:
Kötü hal. Birini tezlîl için zahmetle etme iştigâl, Arkadaş kazanmaya, mâni sû'i hâl.
(Diyarbakırlı Sâid Paşa)
(Bir kimseyi aşağılamak için zahmet çekerek meşgûl olma. Çünkü, arkadaş kazanmaya kötü hâl mâni olur.)
 
SÛ'-İ HÂTİME:
Îmânsız ölmek, kötü son.
Sû'-i hâtimenin birçok sebebleri vardır. Bunun ilmi örtülüdür. Bu sebeblerden ikisi şöyledir: Birincisi; bâtıl bir bid'ate (Rüsûlullah ve Eshâb-ı kirâm zamânında olmayıp, dinde sonradan ortaya çıkıp, ibâdet olarak yapılan şeylere) îtikâd etmek (inanm ak) ve ömrünü bu îtikâd üzre geçirmek. İkincisi; îmânın zayıf olması, dünyâ sevgisinin çok, Allahü teâlânın sevgisinin az olması. Dünyâ sevgisi gâlib olunca tehlike başlamış demektir. (İmâm-ı Gazâlî)
Âlimlerden bâzısı buyurdu ki: Dört şey vardır ki, sû'-i hâtime ile gitmeye sebeb olur: Namazı terk etmek, şarab içmek, Allahü teâlânın emirlerine itâat etmemek ve müslümanlara eziyet etmek, sıkıntı vermek. (Senâullah-ı Pânî Pûtî)
Sû'-i hâtimenin sebeblerinden ikisi de şudur: 1) Îmânı kuvvetli olsa bile, çok günâh işlemek. 2) Günâhlar az olsa bile îmân zayıflığı. (Yûsuf Sinânüddîn)
Müslüman olmak nîmetine şükrü terk etmek, îmânının gitmesinden korkmamak, mü'minlere zulmetmek, haksızlık etmek; sû'-i hâtime ile gitmeye sebeb olur. (Ebü'l-Kâsım Hâkim)
 
SÛ'-İ NİYYET:
Kötü niyet.

SÛ'-İ ZAN:
Kötü zan.
Sû'-i zan etmeyiniz. Sû'-i zan, yanlış karar vermeğe sebeb olur. İnsanların gizli şeylerini araştırmayınız, kusurlarını görmeyiniz, münâkaşa etmeyiniz, haset etmeyiniz, birbirinize düşmanlık etmeyiniz, birbirinizi çekiştirmeyiniz, kardeş gibi sevişiniz. Müslüman müslümanın kardeşidir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Müslümanlara sû'-i zan etmemeli, kötü bilmemeli, kimse ile alay etmemeli, doğru söylemelidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Ey oğul! Müslümanlar hakkında kötü düşünme. Sû'-i zannı terk eyle. Zîrâ sû'-i zan, seni hiç kimse ile dost yapmaz. (Lokman Hakîm)
Bir kimse gözümün önünde bir hatâ işledikten sonra kaybolup gitse, onun tövbe ettiğine inanır, hakkında sû'-i zanda bulunmam. (Ahmed bin Yahyâ el-Celâ)
 
SUHUF:
1.Dört büyük ilâhî kitab dışında gönderilen kitapçıklar, formalar. Peygamberlere (aleyhimüsselâm) Allahü teâlâ tarafından gelen yüz dört kitaptan ilk yüz tânesi.
Yüz suhûftan, on suhûfu hazret-i Âdem'e, elli suhûfu Şit aleyhisselâma, otuz suhufu İdrîs aleyhisselâma, on suhûfu İbrâhim aleyhisselâma inmiştir. Bunların hepsini Cebrâil aleyhisselâm indirmiştir. (Muhammed bin Kutbüddîn)
2. Amel defteri. İnsanların dünyâda iken yaptıkları iyilik ve kötülüklerinin yazıldığı ve kıyâmet günü herkesin eline verilecek olan defter. (Bkz. Amel Defteri)
Suhuflar getirilip açıldığında, gökyüzü yerinden koparıldığında her kişi (hayır ve şerden) neler yapıp getirdiğini anlar. (Et-Tekvîr sûresi: 10-14)
 
SULBİYYE:
Ferâiz ilminde yâni İslâm mîrâs hukûkunda bir kimsenin öz kız evlâdı.
Sa'd bin Rebî'in hanımı, iki kızını yanına alarak Peygamber efendimizin huzûruna geldi: "Yâ Resûlallah! Bunlar Sa'd'ın sulbiyyesidir. Sa'd seninle katıldığı Uhud muhârebesinde şehîd düştü. Bu kızların amcası, Sa'd'ın bıraktığı malın hepsini aldı" ded i. Resûlullah efendimiz sustular. Nihâyet mîrâsa âit âyet-i kerîme indirildi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz Sa'd bin Rebî'in erkek kardeşini çağırttı ve; "Sa'd'ın malının üçte ikisini onun sulbiyyesine ver. Zevcesine de sekizde birini ver. Sen de kalanını al" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i İbn-i Mâce)
 
SÛR:
Kıyâmet kopacağı zaman, dört büyük melekten biri olan İsrâfil aleyhisselâmın üfleyeceği, nasıl olduğu bilinmiyen boru.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Sûra bir kerre üfürülünce, yeryüzü ve dağlar, yerlerinden kaldırılıp silkilecektir. O gün kıyâmet kopacak, gök yarılacak ve dağılacaktır. (Hâkka sûresi: 13-16)
Kıyâmetin yok edici sûrundan sonra, ikinci bir sûr üflenir. Bu sese bütün beşeriyyet (yaratılmışlar) tâbi olur. Bu emir ile kalkıp, hâzır olurlar. (Zümer sûresi: 62)
Meleklerin en üstünlerinden ikincisi, sûr denilen boruyu üfürecek olan İsrâfil aleyhisselâmdır. Birincisinde, Allahü teâlâdan başka her diri ölecektir. İkincisinde hepsi tekrar dirilecektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Allahü teâlâ, Sûr üfürüldükten sonra, kıyâmetin kopmasını murâd buyurduğu (dilediği) vakit; dağlar uçar, bulutlar gibi yürümeye başlar. Denizlerin bâzısı bâzısına taşar. Güneşin nûru giderek simsiyah olur. Dağlar, toz hâline gelir. Âlemler birbirine girer. Yıldızlar, dizili incinin kopup dağıldığı gibi olur. Gökler gülyağı gibi erir ve değirmen döner gibi deverânla şiddetli bir şekilde hareket eder. Yerde ve gökte diri kimse kalmaz. Bütün canlılar ölür. Yerde taş taş üstünde kalmaz. Bütün bunlardan sonra, aradan kırk sene gibi bir zaman geçer. Allahü teâlâ, İsrâfil aleyhisselâmı diriltir. O da sûru üfürür. Bu ikinci sûr ile, her bir rûh kendi cesetlerine girerler. Dağlarda ölmüş olan, vahşî hayvanların ve kuşların yemiş olduğu insanların rû hları kendi cesetlerini bulur. İnsanlar, kabirlerinden kalktıkları vakit, yerleri dümdüz olmuş bir kâğıt sahifesi gibi görür... (İmâm-ı Gazâlî)
 
SURRE:
Para kesesi, cüzdan. Osmanlı pâdişâhlarının her yıl hac mevsiminde Haremeyn-i şerîfeyn (Mekke ve Medîne) halkına ve buralarda geçici olarak bulunan müslümanlara, mukaddes yerlerin ve hac yollarının emniyetini sağlayan Mekke şeriflerine ve Hicaz bölge sindeki diğer idârecilere gönderdikleri para ve değerli eşyâlara verilen ad. Bu hediyeleri ***üren topluluğa da surre alayı denirdi.
Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereye surre gönderme âdetini ilk olarak beşinci Osmanlı pâdişâhı Sultan Birinci Mehmed Han çıkarmıştır. (M. Sıddîk Gümüş)
Her sene surre alayı ile gönderilen paralar, Haremeyn'in idâresinde sarf edilirdi. Mekke emîri bu paradan aşîret reislerine de hediye ederdi. Aşîretler, Osmanlı Devleti'nin bu yardımından memnun olur, devlete karşı minnettar kalırlardı. Surrede paral ar dışında gönderilen ve pek nâdir bulunan kıymetli halılar, seccâdeler, murassa âvizeler, şamdânlar ve paha biçilmez el yazması mushaf-ı şerîf (Kur'ân-ı kerîm)ler, levhalar, örtüler, gümüş perde halkaları, elbiseler, Mekke emîrine mahsûs sırmalı kaf tan, mücevherli kılıç ve daha pekçok kıymetli hediyeler ise, Mekke ve Medîne'deki mübârek makamlara, seyyidlere, şeriflere ve fakirlere hediye edilirdi. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
 
Geri
Üst