Yenilikçi Birey, Zinde Toplum Kitabının Özeti

TEMBELLİK VE HAREKETSİZLİK

Tüm uzmanların farkında olmalarına rağmen yönetim literatüründe ”yenilenme için örgütlenmek” konusunda gereğince ele alınmamış bir sorun bulunmaktadır: Örgütün sade, esnek ve yönetilebilir bir büyüklükten ayrıntıya, katılığa ve tembelliğe doğru hemen hemen kaçınılmaz gidişiyle nasıl başa çıkacaktır? Askeri tarih bu soruyu aydınlatıcı şekilde ortaya koymaktadır. Çok eski dönemlerden bugüne bazı ordular hıza, harekete, esnekliğe gözü pekliliğe ve hayal gücüne öncelik verirken, diğerleri tamamıyla güce, sayılara ve ağır donanıma güvenmiştir. Refah içindeki başarılı toplumlar nadiren bunlardan ikincisini ilkine tercih etmek yanlışında ısrar edenlere karşı koyabilmişlerdir.

Bu sorun yalnızca askeri örgütlere özgü değildir. Şayet bir örgüt güç ile esneklik arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsa hemen hemen istisnasız şekilde gücü seçer. Örgütler için sadeliği korumak, karmaşıklaşmaktan zordur. Canlılığı korumak hemen hemen olanaksızken hantallaşmak kolaydır. Fakat örgütte yalnızca tembelliğe, ayrıntıya ve gücün pekiştirilmesine yönelmiş güçlerde vardır. Bu durum muhtemelen kendimizin kabul ettiğinden daha çok şekilci olduğumuzdan, kısmen de çok tembel yada sorunların özüne inme konusundaki ihmalkarlığımızdan kaynaklanıyor.
 
YENİ ÖRGÜT BİÇİMLERİ

Örgütlerle ilgili melankolik düşüncelerimizin pek çoğu, talimatların yukarıdan aşağıya doğru akışına göre bölümler, şubeler ve daireler halinde yapılandırılmış klasik sanayi kuruluşlarına yada devlet bürokrasiye ilişkindir. Sözgelişi, çağdaş toplumsal örgütlerdeki çarpıcı gelişmelerden biri olan mekteplilerin yükselişini düşünün. Meslek adamlarıyla bürokratlar arasındaki çatışmanın kökeni uzmanlaşmadır. Uzmanların yükselişi, örgütle ilişkilerinde bütünüyle farklı bir imaja sahip ve örgütün ne olduğu konusunda tamamıyla farklı anlayışlardaki insanların büyük örgütleri işgale başladıkları anlamına gelmektedir. Büyük çağdaş örgütler, günün her saatinde çeşitli türde hizmet sunan insanlar ordusuyla istila edilmektedir. Bu tür uzmanlık ve teknik hizmetleri satın alabilme imkan ve sözleşme ilişkisinin sağladığı esneklik, kendi geleceğini şekillendirmek açısından modern örgüte geniş bir seçenekler listesi sağlar.
 
BİREYCİLİK VE SINIRLARI

KAYITSIZLIK


İnsanlar yalnızca çeşitli kimyasal maddelerle bir kova suyun bileşimi değildir. yalnızca biyososyolojik sistemin bir elemanı yada kalıtım zincirinin bir halkası da değildir. Yalnızca sosyal gurubu kuvvetlendirmek için kullanılabilecek beşeri bir kaynakta sayılamaz. İnsanla ilgili önemli şeylerin yanı sıra dokunulmazlığı olan şeylerde vardır. Bireysel gizliliğin ihlal edilmemesi, kişiliğin baskı altına alınmaması ve insan onurunun zedelenmemesi türünde insan dokunulmazlığıyla ilgili daha başka kısıtlamalarda vardır.

İnsan sosyal bir varlık olmasından dolayı, sosyal sistemden söz etmeden bireycilik hakkında konuşmak anlamsız olur. Bu yüzden birey ile guruplar arasındaki ilişkileri daha yakından incelemek yararlı olacaktır. Dünyaya ayak basmış insanların pek çoğu kendi toplumlarının kültürüne gömülmüştür. Gelenekçi toplum içinde büyümüş bir kişi kendisini yaşadığı toplumdan ayrı yada ayrılabilir olarak düşünmemektedir. Bu tür bir insan kendi kültürü içinde kaybolmuştur.

Böyle bir insan için kendi toplumu, onun dünyasını oluşturur. Dainel Lerner Türk köylülerine, “Eğer Türkiye”de yaşamasaydınız nereye gitmek isterdiniz?” diye sorduğunda herhangi bir cevap alamamıştı. Çünkü onlar başka bir yerde yaşamayı düşünemiyorlardı. Aşina oldukları çevreden ayrılmaktansa “ölürüm, daha iyi!” diyebiliyorlardı. Bu tür dışa kapalılık, düşündüğümüz anlamdaki bireycilik ve özgürlük üzerinde aşılamaz kısıtlar oluşturmasına rağmen insanlar bu kısıtların farkında değildir. Bu tür dışa kapalılık, toplumun kendisini diğer kültürlere kapatmak istemediği sürece mümkün değildir.
 
KAÇIŞ

Yirminci yüzyıl başlarında herhangi bir gözlemci bu tarihsel sürecin bireysel özerkliğin doruk noktasıyla son bulacağına kolaylıkla inanabilirdi. Bu gelişmelerden ilki, çağdaş kitlesel yaşamın birey için yeni kısıtlar getirmesidir. İkincisi ise, elde edilen başarıları yıkmaktan hoşlanan yeni otoriteler yönetim şekillerinin ortaya çıkışıdır. Çağdaş totalitarizmin her yerde yükselerek, özgür insanlar üzerine nasıl bir şok etkisi yarattığını bugünkü gençliğin anlaması kolay değildir. İnsanın yavaş ama emin adımlarla kendisini karanlık inançlardan, tiranlaşan toplumsal kurumlardan ve güce susamış kurallardan kurtardığına inanılmıştı.

Fakat sonra yirminci yüzyıl totalitarizmi karşısında, yetişmesi yüzyıllar alan ulu özgürlük çınarı kurumaya başladı. Pek çok gözlemciye göre burada üzücü olan, insanoğlunun doğasına istibdada karşı olmaktan öte, istibdadı davet eden bir şeylerin olabileceği düşüncesiydi. İnsanın kendi kendisinin efendisi olduğu, kendi kaderini yalnız başına tayin edebileceği yada hiç bir bağı olmayan özgür bir kuş misali romantik fikirlerle sık sık karşılaşırız.

Çağdaşlık uygarlık bireyin kendi geleneklerine ve ailesine olan bağlarını zayıflattığında, toplumsal açıdan bu daha çok özgürlük yada yabancılaşma ve toplumsallaşmama sonucu doğurabilir. Aynı şekilde, birey daha çok özerklik aradığında daha özgür ve ahlaki açıdan daha sorumlu bir kişi olabilir. Olgun bir insan, bireysel özgürlük ve onur anlayışımızda saklı ideal standartlarla karşılaştığında, kendi bağımsızlığı için önlemler alabilmelidir.

Birey ile onun dışında oluşan değerler arasındaki anlamlı ilişki bireysel özgürlükle çalışma halinde değildir. Tam tersine, bu değerler özgür insanı karakterize etmesi gereken manevi gücün ayrılmaz bir parçasıdır.
 
GÖREVİMİZİN ÖZELLİĞİÇağdaş toplumsal yaşam bir yandan birey üzerinde gizli fakat güçlü kısıtlar oluştururken, öbür yandan da bireyi geleneklerine, gurubuna ve kendi dışındaki değerlere bağlayan bağları parçalamaktadır. Bireyin bu tür bağlılıklar edinmesine yardımcı olacak bir geleneğe fiilen sahip değiliz. Tersine, onun çocukluk dünyasından koparmaya yardım eden çok güçlü geleneklerimiz var. Öğretmenlerin çoğu gençleri çocukluk inançlarından vazgeçirmek için bilinçli şekilde çaba harcıyorlar.

Bireyselliği feda etmeden bu tür toplumsal bağlılıkların nasıl oluşturulabileceği konusunda bireye yardım etmeliyiz. Onun, bir akıma veya doktrine teslim olarak, bireysel seçim sorumluluğundan kaçmasına neden olacak güçleri tanımasına ve bunlara karşı direnebilmesine de yardımcı olmalıyız.
 
BAĞLILIK VE ANLAM

BİREYSEL BAĞLILIK


Olgun insan, William James”in meşhur deyimiyle kendisi için çırpınan egosunun ötesinde sevdiklerine, toplumsal kurumlara, dine ve ahlaki sisteme de bağlılık gösterir. Herhangi bir kişi, hayatta zevk veren şeyleri küçümsemeden sözünü ettiğimiz bu gerçeği kabullenebilir. Bu kişi, yoksul insanların, aç kalmayı yüceleştirenlerin yoksulluk içinde tatmin bulabileceklerini söyleyenlere de haklı olarak kuşkuyla bakar. Her insan, iyi yaşamanın zevklerini ve rahatlığı tadabilme fırsatına sahip olmalıdır.

Doğal olarak insanın kendi fiziksel tatmini için ne gerekiyorsa yalnızca onu yapacağına inanır. Fakat her antropologun kanıtlayabileceği gibi bu doğru değildir. İlkel insan bile kendi toplumsal gurubuna ve algılayabildiği ölçüde ahlak sistemine derinden bağlılık göstermiştir.
 
ANLAM ARAYIŞI

Yapısı gereği insan anlam arayıcısıdır. Bedeni için, nefes almak yada vücudunu belli bir ısıda tutmaya yardımcı olmaktan başka bir şey yapamaz. Çok kaba ve düşünce derinliğinden yoksun olsalar da bazı dinler, mitolojiler ve kabilelerin batıl inançları günlük olayları yorumlamaya yönelik anlamlar geliştirmişlerdir.

“Pragmatik modernizm” in bayrağı altında birey güvenliğe, paraya, güce, duygusal doyuma ve insan olarak yüksek bir statüye sahiptir. İnsanın anlam arayışı bir açıdan bütünüyle zihinseldir. Algılama ve ilgili araştırmalar insanın bu çabasının sonradan akla gelip yapılan ya da bilinçli bir tepkinin ürünü olmadığını, algılama sürecinin bütünleştirici bir özelliği olduğunu göstermiştir. İnsanın kendi arzularını ve statüsünü dikkate almaması anlamında doğa ve evrenle ilgili kuramların kişisel olmaması. Fakat insan elde ettikleriyle asla yetinmemiştir. Tarihi boyunca, kendi öz yaşamına saygı kazandırabilecek bir ev ren anlayışını bulabilmek için kendini zorlayan bir eksiklik içinde olmuştur. Kierkegaard”ın sözleriyle, insan “kendisi için olan doğruyu” aramaktadır. O kendisine saygınlık, değerli bir amaç ve kendini varlığının anl***** kazandıracak bir evren anlayışının arayışı içindedir.
 
ANLAM, AMAÇ VE BAĞLILIK

Yaşamın anl*****n bir bilmeceye verilen cevaba benzediğini düşünen pek çok kişi vardır. Her yaşamdaki anlam birbirinden farklı ve çok yönlüdür. Bu anlamlardan bazıları yaşamın erken dönemlerinde, diğerler ise daha geç kavranır. Bu anlamlardan bazıları yoğun şekilde duygu, bazıları ise bütünüyle bilinç yüklüdür. Bazıları dinsel, diğerleri ise sosyal içeriklidir. Toplumdaki değerli insanların pek çoğu ailelerinin refahı, sağlığı ve kendi bütünlüklerinden başka hiçbir şeye aşırı istek göstermezler.
 
GELECEĞE YÖNELİK TUTUMLAR

İLERİ VE YUKARI DOĞRU MU ?


Birey, mümkün olabileceğine inanmıyorsa yenilenmeyi gerçekleştiremez. Bazı kişiler ve toplumlar ilerisini düşünüp, zihinlerinde sürekli olarak geleceği taşırlarken, diğerleri geçmişe gömülüp antik ilgilerin peşine düşmüşlerdir. İlk söylediğimiz kişiler ileride “ne olacaklarının” heyecanlarını taşırken, sonrakiler “ne olduklarının” büyüklüğü içerisindedirler. Geleceğe doğru yönelin meyince muhtemelen hiç bir toplum kendisini yenileyemez. Tarihçileri olmayan bir toplum, bir kötürüm adar hafıza kaybına uğramış bir topluluk olurdu. Sürekli yenilenme becerisine sahip bir toplum yalnızca geleceğe yönlendirilmiş olmaz, aynı zamanda geleceğe güvenle bakar. Sürekli yenilenme becerisine sahip bir toplum yalnızca kendini gelecek düşüncesiyle rahat hissettirmez, geleceğin getirebileceği değişiklikleri de hoşgörüyle karşılar.

Kendini yenileyebilen bir toplumda insanlar, yalnızca geleceği ve onun getireceği yenilikleri içtenlikle karşılamaz, bu geleceği şekillendirebileceğine de inanırlar. Gerçekte insanların kendi kaderlerini değiştirme konusunda çaresiz oldukları görüşü, tarih boyunca çok yaygındı. Kadercilik düşüncesi, yenilenmenin önünde ciddi bir engeldir. Bir toplum yada kurum yaşlandıkça, davranış ve tutumlarda kolay olana doğru gizli ama giderek yaygınlaşan bir eğilim görülür. Bunun sonuçları ise, kolayca tahmin edilebilir. Daha az hata ve daha az yenilik.
 
İYİMSERLİK VE KARAMSARLIK

Tarihin çok büyük bir bölümünde insanlar, insanoğlunun dünya üzerindeki yaşamı konusunda oldukça ümitsiz görüşler beslemişlerdir. Eski Yunanlılar insan yaşamındaki herhangi önemli bir mutluluğun, başarının veya bir amaca ulaşmış olmanın, onun için bir felaket habercisi olduğunu söyleyebilecek kadar ileri gitmişlerdi. Aydınlatma Çağı”nın akıcılığı, iyimserliği ve mutluluğu durgun suya atılan taşın neden olduğu dalgalar gibi entelektüel yaşamın her alanına yayıldı. İnsanoğlunun Ütopya”ya ulaşabilmesinde ihtiyacı olan şeylere daha fazla kararlılık, akıcılık, bilim ve maddi gelişmeydi.

Aydınlatma Çağı”nın ruhu, ulusal karakterimizin şekillendiği dönemlerde bizi, Batı”nın eski devletlerini etkilediğinden çok daha fazla, derinden etkilemişti.
 
KARAMSARLIK MODASI
Çağdaş her okur yazar Aydınlatma Çağı”nın iyimserliğinden geriye dönen yolu bilir. Bu değişim ruh halinin en iyi örnekleri Kierkegaard ve Dostoyevski”dir. Tam bir akılcı kişi olan Freud, bireysel akılcılığın hemen her alanında esen mahvedici rüzgarın içinde yaşadı. Sonra 20. yüzyılın kötü olayları sergilendi: 1. Dünya Savaşı”nın katliamı, komünist devrimle özgürlüğün mantıksızca baskı altına alınışı, nazizm ve faşizmin zayıf ahlakı ve 2. Dünya Savaşının gaz odaları ile bombaları....

1950”ler insanının, dedelerine göre dünyadan daha az zevk alıyor olması şaşırtıcıdır. Dolayısıyla bazı çağdaş yazarların, sanatçıların ve düşünürlerin kendilerini aşırı küçümseyen, romantik bir karamsarlığa gömülmüş oldukları düşünülebilir. Oyun yazarlığına yeni bir soluk getiren Lonesco bile, dünyada “yavaş yavaş kayboluştan ve vahşilikten, kendini beğenmişlik ve öfkeden, faydasız düşmanlıktan...” başka bir şey görmediğini yazar. Beccket, insanların “kana susamış, cahil ve hep iğrenç şeyler düşünen kuyruksuz maymunlar” olduklarını ; Rexroth ise, “hayatın, büyüdüklerinde ahmaklaşan uzun boylu çocuklarla dolu bir çöplük” olduğunu söyler. Bu tür kendi kendini kötülemeler ve keder karşısında doğal olarak herhangi bir kişi, ne pahasına olursa olsun eskinin mutluluğuna özlem duyar.

Montaigne, “ Tüm beceriksizliklerimizden en korkuncu kendimizi küçük görmemizdir.” der. Yaşam acımasızdır, fakat zaten hep öyleydi. Tüm bunları kabul etmeyen bir kişi ya çok genç yada budaladır. Kendi performansıyla karşılaştığında insanın manevi isteklerinin daha hızlı artıyor olması yenilenme açısından bir engeldir. Nezaket ve hakkaniyet duygularında nispeten küçük bir gelişme olduğunda insan hem bütünüyle adil ve nezih bir dünya oluşturabileceğini düşler. Sezgisi güçlü insanlar, insanoğlu için tehlike arz etmeyen bir dönemin asla varolmayacağını hissederler. Kolaycılığın neden olduğu tembellik, zafiyet, kendini beğenmişlik, uyuşukluluk ve güvenlik içinde yaşamanın anası olan iradesizlik her zaman pusuda bekleyecektir. Ruhsal boşluk ve katılık, toplumsal kurallara aşırı bağlılık ve resmiyetçilik, toplumu zayıflatabilecek mikroplardır.
 
AHLAKİ ÇÜRÜME VE YENİLENME

ÖZGÜR TOPLUMDA FİKİR BİRLİĞİ

Ne kadar akıllıca tasarlanmış veya ne kadar demokratik yapıda inşa edilmiş olursa olsun hiç bir sosyal sistem, toplumun üyelerince paylaşılan alışkanlıklar ve tutumlarla desteklenmediği sürece özgürlüğü koruyamaz. Ancak özgürlüğün alışkanlıklar ve tutumlardan başka şeylerce de desteklenmesi gerekir. Çünkü, alışkanlıklar ve tutumlarda değişebilir. Sürekliliği olan bir özgürlük düşüncesinin, insanların din ve felsefi görüşlerinde de köklenmiş olması gerekir.

Eleştirmenler ne söylerse söylesinler, bizim toplumuzda bu tür değerlerle ilgili bir fikir birliği her zaman vardır ve halende mevcuttur. Yenilenme ile ilgilenen herkes için fikir birliği özellikle önem taşır. Yeterli sayılabilecek ölçüde fikir birliğine ulaşmanın tadını alabilmiş bir toplum, çok yaygın bir alanda yeniliklerin tiryakisi olabilir. Unutmamalıdır ki, bu fikir birliği ne günlük davranışların ve anlamların yüzeysel yönleriyle ilgilidir, nede günlük anlamların derinliğini ifade eder. İnsan davranışını yönlendiren temel değerlerle ve özgürlük, adet gibi kavramlarla ilgilidir. Ama bu değerler, felsefi ve dini inançların derin, durgun sularında yüzer. Bu değerler, güçlerini insanın yapısıyla ilgili görüşlerden alırlar.
 
AHLAKIN ÖNEMİ

20. yüzyılın ilk yarısında pek çok kişi, değerler konusunda bilgisiz ya da “bilimsel” tarafsız kalmanın akıllılık olduğuna inanmışlardır. Bununla birlikte, tüm ahlaki değerlere karşı yansızlık fikrinin yaşamın bütününe yaygınlaştırılması da anlamsızlıktır. Bazı çağdaş düşünürlerin ahlaki değerlerle ilgilenme konusundaki bu isteksizlikleri “ahlaki görecelik” kavramıyla güçlenmektedir.

Bununla ilgili anlaşılması daha zor bir güçlük de, yüzyılımızın başlarında ahlaki gerçekçiliği inkar etmede zirveye ulaşılmış olması ve bu inkarcılığın * pek çok kültürlü insanı hala etkiliyor olmasıdır. Başlangıçta tutucu ahlakın balonlarını iğneleyerek patlatmak yürekli kişiler için çok keyif vericiydi. Viktoryan** tutuculuğun getirdiği katılıkların, 20.yüzyılın yaratıcı güçleri için bir engel oluşturduğunu tartışmak gereksizdir.

Günümüzde pek çok insan ahlaki ilgilerini açıkça söylemektense korlaşmış kömürün üstünde yürümeyi tercih ediyor. Ahlaki ciddiyet dogmatizm, resmiyetçilik yada uyumluluk ile bir tutmak yanlıştır. Ahlaki değerlerle tüm içtenliğiyle ilgilenmiş bir insan olarak Sokrates, dogmatizm ve resmiyetçilikten çok uzak ama döneminin saygın fikirlerine saygısızca davranabilen bir kişiydi.
 
KURUYAN SARNIÇLAR

Jacques Barzun, “bugünkü fırtınaların artık havayı temizleyeceğinden” yakınan yaşlı, küçük bir hanımefendiyi anlatır. Aslında bu tür yakınmalar ne meteorolojik olaylarla, ne de yaşlı, küçük hanımefendilerle sınırlandırılamayacak bir düşünce tarzının ifadesidir. Bugün pek çok kişi, ahlaki değerlere ve hakkaniyete olan bağlılığımızı, yıllar öncesinde doldurulmuş ama o günden beride sürekli sızdıran bir sarnıca benzetmektedir.

Sarnıç boş değil. Çünkü ahlaki düzen bir taraftan çürüyor, bir taraftan da kendini yeniliyor. Joseph Campbell şunları yazmıştı:

“Ölümü ancak doğum yenebilir...Sürekli tekrarlanan ölümün hükümsüzlüğü, sosyal bir varlık olarak insanın içindeki, ruhundaki doğumun sürekliliği ile mümkündür.” Gençler içinde yaşadıklar toplumun gerçeklik, hakkaniyet gibi kavramsal değerlerini özümseyemiyorlar. Bu nedenle gençler hem hayal dünyaları, hem de olabilecekleri en iyi insan tipi için bir model arayışı içindedirler. Karşılaştığımız en güç sorunlardan bir diğeri de gençlerin önemli görevler katılmalarını sağlayabilmektir. Bu gün gençler için kendilerini gösterebilecek fırsatlar yok denecek kadar azdır. İskender yirmi yaşındayken bilinen dünyanın yarısını fethedebiliyor. Gençlere görevleri eski değerleri korumak olduğunu söylemek yerine, yaşadıklar dönemin ikilemlerini ve acılarını göğüsleyerek kendi değerlerini sürekli olarak yeniden yaratmak olduğunu söylemeliyiz.

Kısacası toplumun ahlaki yapısını oluşturan değer kaynakları, iyi yada kötü, varlıklarını sürdürmektedir. Bu değerler, bugün bazı yetişkinlerin yapar gibi göründükleri eskinin dindarlığında hayat bulamazlar. Ahlaki düzen, statik, tarihi dokümanlarda kutsanmış, aileye ait gümüşler gibi uzun yıllardır saklanan, yaşlı ahlakçıların ve dindarların kafalarında yer etmiş bir şey değildir.

Toplumların tarihin her hangi bir anında icat edilmiş bir makine olmadığını, toplumun üyelerince sürekli olarak yeniden yaratıldığını bilirler. Bu bilinç, insana sıkıntılı sorumluluklar yükler, fakat insanlığın daha da yükselebilmesinin yolu da buradan geçer.
 
Geri
Üst