Değerli Üyelerimiz sizler için kendimizi sürekli yeniliyoruz. Lütfen 10 saniyede üye olarak bizlere destek olunuz... 😊 Tüm sorunları bize bildirebilirsiniz
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz.. Tarayıcınızı güncellemeli veya alternatif bir tarayıcı kullanmalısınız.
“Zepılhın” seyre koyulmaktır asaletle, asaleti.
Seyredileni söylemektir bir türkü gibi.
İnsanlığımızı sermektir sözcüklerle bir insana.
Bir yolun değil,
İki yolun başında olmaktır.
Sonunda ikisinden birinde
Sevgiyle yürümek için.
Birinci yol “nıbjjeğuğe” yolu
İkincisi “khaşenığe” yoludur.
İkisi de sıcak
İkisi de
“İnsanın gerçeği yaşama coşkusu”
…
Hangi yoldan gideceğim bilinmez.
Seyreylediğim asalet tutarsa ellerimden
Dokunuşunun sıcaklığıyla yürümek var onun.
Tutmazsa ellerimden asil sevgi
Asil olmasının mutluluğunun
Barışında yürümek var.
zepılhın:karşılıklı duygusal ilişiklilik (Adıge Kültürü)
khaşen:eş olacak kişinin adı(Adıge Kültürü)
Hiç Bir insani unutmak,
bir insandan vazgeçmek,
bir insani hayatindan sonsuza kadar çikartmak zorunda
kaldin mi hiç?
Hani ölmüs gibi,
hani uzatsan da elini tutamayacagini bilmek gibi,
her an kapindan içeri gülümseyerek girecegini bekleyip
ama aslinda hiç gelemeyecegini de bilmen gibi.
Ne zor sey degil mi ölmedigini bilmek ,
ama ölmüs gibi ulasilmaz olmasi artik o insanin sana,
ne kadar katlanilmaz bir gerçek degil mi
sen hala bu kadar sevgili iken?
Özlemek,
bu kadar özlemek,
etini kemigini yakarcasina özlemek...
çok kötü degil mi?
Bu kadar özleyip onu görememek,
ona dokunamamak,
onu isitememek ,
artik sonunun "Pi" hali degil mi?
Biliyorsun degil mi?
Ne kadar umutsuz bir arayistir o,
kalabalik caddede geçen binlerce yüze bakmak
belki bir kez daha görebilmek için o yüzü,
belki biraz önce geçti bu kaldirimdan diye düsünmek,
belki su an arkamda yürüyen insanlarin içinde bir
yerde demek,
belki su an üzerimdedir gözleri diye paranoyalar
yasamak
ne zordur degil mi?
Ne kadar eritir insani farketmeden.
Sende biliyorsun degil mi bunlari.?
Bir sinema koltugunda sende iki kisi gibi oturdun mu
hiç?
Hiç iki kisi gibi zevk aldin mi bir konserden yalniz basina.
Güzel bir kafe kesfettiginde,
güzel bir film seyrettiginde,
güzel bir sarki dinlediginde
güzellikleri oraninda eksik kaldiklarini hissettin mi
paylasamadigin
için
onunla.
Bir barin kalabaliginda hiç yarim vücudunla sallandin
mi ortada?
Hiç iki kisilik beyninle yarim insan olabildin mi?
Baktiginda aynana sadece yüzünün bir yarisini gördügün
oldu mu hiç?
Sana hayatindaki en büyük yoksunlugu yasatandan
nefret edemedigin zamanlar oldu mu hiç?
Gözünün içine baka baka kolunu bacagini kesen bir
insanin yüzüne
sevgi dolu bir gülümseme ile bakabildigin zamanlar
oldu mu hiç?
Hayatta inandigin bütün degerlerini altüst eden
birisine ask siirleri
yazabildin mi?
Onu içinde korumanin seni yok etmek oldugu zamanlara
feda oldun mu hiç?
İçinde aglayan çocuga umut sarkilari söyleyemedigin,
özlemini,
susuzlugunu,
açligini gideremedigin zamanlar oldu mu hiç?
Kanayan yarasini gördügün
ama merhem olamadigin zamanlar.
Gücünün,
hani o tanrisal gücünün
bir çocugun aglamasini susturamayacak kadar oldugunu
gördügün zamanlar
oldu mu hiç?
Hiiiiiiiç....
Hiiç...
hiç...
bir hiç...
Can Dündar
Olduğum gibi kim görebilir beni? Ne rengim var benim ne nişanım, Benim de bildiğim sırlar var diyeceksin ama, Hem o sırlarım ben, Hem o sırları saklayanım.
Bu gönül ne vakit durulacak, bilmem. Ama şu anda hiç kımıldamadan duran da benim, Yürüyüp giden de ben.
Ben bir denizim, Kendi varlığı içinde taşan, Uçsuz bucaksız, Alabildiğine geniş, Kıyısız , hür bir deniz.
İki dünyada da yok oldu gitti bende, Artık ne bu dünyadan sorsunlar beni, Ne o dünyadan.
Sen bizim tıpkımızsın , dedim, ey can ! "Amma yaptın," dedi, "O da ne demek?" "Şu gördüklerin hep ben'im" Yoksa , dedim sen "o" musun ? "Hey kendine gel, sus !" dedi, "Benim ne olduğum dile gelmez." Öyleyse, dedim, işte sana dilsiz, dudaksız konuşan biri, Yoklukta ayaksız yürümedeyim, gökteki ay gibi, İşte sana elsiz ayaksız durmadan koşan biri. "Böyle koşup durmak, dedi bir ses, Senin nene gerek " "Bak bana , apaçık ortadayım da gene gizliyim." "Sen beni gör asıl , beni!"
Eşi bulunmaz bir gizli maden olmuşum; Eşi bulunmaz bir deniz olmuşum ben, Tebriz'li Şemsi gördüm göreli.
Mevlana Celaleddin Rûmî
Şemsim(güneşim), ayım geldi
Gözüm, kulağım geldi
Gümüş bedenlim geldi
Altın madenim geldi
Başımın sarhoşluğu geldi
Yolumu vuran geldi
Tövbemi bozan geldi
Gözümün nuru geldi
Başka ne dilediysem
İşte o dilediğim geldi...
El yazması olmadı kor
İçsel bir ayin genelde
Her gece kalbi kucaklayan.
Ve iki damla rüzgar şakağında
Gün doğumuna küllerini sunan.
Yanılıyorsunuz.
Yargılanmadı o
Kalem doğumunda kırılmıştı.
Sütü de karaydı yaşamın
Göğüsleri ak görünse de.
Elleri hala mor
Soğuktan değil
Üzerine ay düşmüşlüğünden.
Şafağı beklerken tutkuyla
Ayıplandı!
Tanrı'ya dayalı bir omzu
Diğeri şeytan kökünden ya.
Ayıplandı!
Kalın cümleler işe yaramaz
Zihni kördüğüm.
Üstüste kum yığını/soru edatları
Cevap/maktul bir parça.
Beklememeli.
Aymaz bir kış uykusunda huzur.
Umut yok.
Dönmez ok yayına.
Yolcular gider.
Gemiler kıyıya vurur.
Uçuruma bırakır kendini arpacı kumruları.
Bir kadın üzülür.
Çehresine dolanan Nil'in suları
çaresizliği öpmüştür...
ve bu benim
yalnız bir kadın
soğuk bir mevsimin eşiğinde,
yeryüzünün kirlenmiş varlığını anlamanın
başlangıcında
ve gökyüzünün yalın ve hüzünlü umutsuzluğu
ve bu beton ellerin güçsüzlüğü.
zaman geçti
zaman geçti ve saat dört kez çaldı
dört kez çaldı
bugün aralık ayının yirmi biridir
ben mevsimlerin gizini biliyorum
ve anların sözlerini anlıyorum
kurtarıcı mezarda uyumuştur
ve toprak, ağırlayan toprak,
dinginliğe bir belirtidir.
zaman akıp geçti ve saat dört kez çaldı
sokakta rüzgâr esiyor
sokakta rüzgâr esiyor
ve ben çiçeklerin çiftleşmesini düşünüyorum
cılız, kansız saplarıyla goncaları,
ve bu veremli yorgun zamanı
ve bir adam ıslak ağaçların yanından geçiyor
damarlarının mavi urganı
ölü yılanlar gibi boynunun iki yanından
yukarı süzülmüştür
ve allak bullak şakaklarında o kanlı heceyi
yineliyorlar
-selam
-selam
ve ben çiçeklerin çiftleşmesini düşünüyorum
soğuk bir mevsimin eşiğinde
aynaların ağıtı topluluğunda
ve uçuk renkli deneyimlerin yaslı toplantısında
ve suskunluğun bilgisiyle döllenmiş bu günbatımında
gitmekte olan o kimseye böyle
dayançlı
ağır
başıboş
nasıl dur emri verilebilir.
o adama nasıl diri olmadığı söylenebilir, hiçbir
zaman diri olmadığı.
sokakta rüzgâr esiyor
inzivanın tekil kargaları
sıkıntının yaşlı bahçelerinde dönüyorlar
ve merdivenin boyu
ne kadar kısa
onlar bir yüreğin tüm saflığını
kendileriyle masallar sarayına ***ürdüler
ve şimdi artık
nasıl birisi dansa kalkacak
ve çocukluk saçlarını
akan sulara dökecek
ve sonunda koparıp kokladığı elmayı
ayakları altında ezecek?
sevgili, ey biricik sevgili
ne de çok kara bulut var güneşin konukluğunu
bekleyen.
uçuş düşlediğin bir yolda bir gün
o kuş belirdi
sanki yeşil hayal çizgilerindendi
esintinin şehvetinde soluyan taze yapraklar
sanki
pencerenin lekesiz belleğinde yanan o mor yalaz
lambanın masum düşüncesinden başka bir şey
değildi.
sokakta rüzgâr esiyor
bu yıkımın başlangıcıdır
senin ellerinin yıkıldığı gün de rüzgâr esiyordu
sevgili yıldızlar
kartondan yapılı sevgili yıldızlar
gökyüzünde, yalan esmeye başlayınca
artık yenik peygamberlerin surelerine nasıl
sığınılabilir?
biz binlerce bin yıllık ölüler gibi birbirimize
varırız ve o zaman
güneş cesetlerimizin boşa gitmişliğini yargılayacak.
ben üşüyorum
ben üşüyorum ve sanki hiçbir zaman ısınmayacağım
sevgili, ey biricik sevgili, "o şarap meğer kaç
yıllıkmış?"
bak burada
zaman nasıl da ağır
ve balıklar nasıl da benim etlerimi kemiriyorlar
neden beni hep deniz diplerinde tutuyorsun?
ben üşüyorum ve sedef küpelerden nefret ediyorum
ben üşüyorum ve biliyorum
yabanıl bir gelinciğin tüm kızıl evhamlarından
birkaç damla kandan başka
hiçbir şey arda kalmayacak.
çizgileri bırakacağım
sayı saymasını da bırakacağım
ve sınırlı geometrik biçimler arasından
enginin duyumsal düzlemlerine sığınacağım
ben çıplağım, çıplağım, çıplak
sevgi sözcükleri arasındaki duraksamalar gibi çıplak
ve aşktandır tüm yaralarım benim
aşktan, aşktan, aşktan.
ben bu başıboş adayı
okyanusun devriminden geçirmişim
ve dağ patlamasından.
ve paramparça olmak o birleşik varlığın giziydi
en değersiz zerresinden güneş doğdu.
selam ey masum gece!
selam ey gece, ey çöl kurtlarının gözlerini
inanın ve güvenin kemiksi oyluklarına dönüştüren!
ve senin pınarının kıyısında, söğütlerin ruhları
baltaların sevecen ruhlarını kokluyorlar
ben düşüncelerin, sözlerin ve seslerin aldırmazlık
dünyasından geliyorum
ve bu dünya yılan yuvasına benziyor
ve bu dünya
öyle insanların ayak sesleriyle doludur ki
seni öpüyorken
kafalarında seni asacakları urganı örüyorlar.
selam ey masum gece!
pencereyle görmek arasında
her zaman bir aralık var.
niçin bakmadım?
bir adam ıslak ağaçların yanından geçtiği zamanki
gibi...
niçin bakmadım?
annem o gece ağlamıştı sanırım
benim acıya ulaştığımı ve dölün biçimlendiği gece
benim akasya başaklarına gelin olduğum gece
İsfahan'ın mavi çini tınlamasıyla dolduğu gece
ve benim yarı yanım olan kimse, benim dölümün
içine dönmüştü
ve ben onu aynada görüyordum
ayna gibi duru ve aydınlıktı
ve ansızın çağırdı beni
ve ben akasya başaklarının gelini oldum.
annem o gece ağlamıştı sanırım.
bu tıkalı küçük pencereye nasıl da boş bir aydınlık
uğradı
niçin bakmadım?
tüm mutluluk anları biliyorlardı
senin ellerinin yıkılacağını
ve ben bakmadım
ta ki saatin penceresi
açıldı ve o özgün kanarya dört kez öttü
dört kez öttü
ve ben o küçük kadınla karşılaştım
gözleri, simurgların boş yuvaları gibiydi
baldırlarının kımıltısında giderken sanki
benim görkemli düşümün kızlığını
kendisiyle ***ürüyordu gecenin yatağına.
acaba saçlarımı yeniden
rüzgârda tarayacak mıyım?
acaba bahçelere menekşe ekecek miyim
ve sardunyaları
pencere ardındaki gökyüzüne koyacak mıyım?
dans edecek miyim yeniden bardaklar üstünde?
kapı zili acaba beni
yeniden sesin bekleyişine doğru ***ürecek mi?
"bitti artık" dedim anneme
"hep düşünmeden önce olur olanlar
gazeteye başsağlığı ilanı vermeliyiz" dedim
boş insan
güvenle dolu, boş insan
bak dişleri nasıl
çiğnerken marş söylüyor
ve gözleri nasıl
yırtıyor dikizlerken
ve o nasıl ıslak ağaçların yanından geçiyor
dayançlı,
ağır,
başı boş.
saat dörtte,
damarlarının mavi urganı
ölü yılanlar gibi iki yanından boynunun
yukarı süzülmüş oldukları an
ve allak bullak şakaklarında o kanlı heceyi
yineliyorken
-selam
-selam
sen asla o dört su lalesini
kokladın mı hiç?...
zaman geçti
zaman geçti ve gece akasyanın çıplak dallarına düştü
gece pencere camlarının ardında kayıyor
ve soğuk diliyle
geçmiş günün artıklarını içine çekiyor.
ben nereden geliyorum?
ben nereden geliyorum?
böyle bulaşmışım gecenin kokusuna?
mezarımın toprağı tazedir hâlâ
o iki genç yeşil elin mezarını söylüyorum...
ne de sevecendin ey sevgili, ey biricik sevgili!
ne de sevecendin yalan söylerken
ne de sevecendin aynaların göz kapaklarını kapatırken
ve avizeleri
tel saplarından koparırken
ve acımasız karanlıkta beni aşk ovalarına ***ürürken
ta ki susuzluk yangınının uzantısı olan o şaşkın
buğu uyku çimenliğine oturdu
ve o karton yıldızlar
sonsuzun çevresinde dönerlerdi.
sözü neden sesli söylediler?
bakışı neden görüşmenin evinde konuk ettiler
neden okşayışı
kızoğlankız saçların arına ***ürdüler?
bak burada nasıl
sözle konuşanın
bakışla okşayanın
ve okşayışla ürkmekten dinginleşen canı
sanı direklerinde
çarmıha gerilmiştir.
ve gerçeğin beş harfi olan
senin beş parmağının dalı
onun yanaklarında nasıl iz bırakmıştır!
suskunluk nedir, nedir, nedir ey biricik sevgili?
suskunluk nedir söylenmemiş sözlerden başka
ben susuyorum fakat serçelerin dili
doğa şöleninin akan sözcüklerinin yaşam dilidir
serçelerin dili yani; bahar. yaprak. bahar.
serçelerin dili yani; meltem. koku. meltem.
serçelerin dili fabrikada ölüyor.
bu kimdir, bu sonsuzluğun caddesi üstünde
birlik anına doğru yürüyen
ve her zamanki saatini
matematiğin eksiltmeler ve ayırmalar mantığıyla
kuran
bu kimdir bu, horozların ötüşünü
gündüzün yüreğinin başlangıcı diye bilmeyen
kahvaltı kokusu başlangıcı diye bilen
kimdir bu, başında aşk tacı taşıyan
ve gelinlik giysileri içinde çürüyen.
demek sonunda güneş
aynı zamanda
umutsuz kutuplarının ikisine birden ışımadı.
sen mavi çini tınlamasından boşaldın.
ve ben öyle doluyum ki sesimin üzerinde namaz
kılıyorlar...
mutlu cenazeler
üzgün cenazeler
suskun düşünür cenazeler
güler yüzlü, güzel giysili, obur cenazeler
belirli saatlerin duraklarında
ve geçici ışıkların kuşkulu zemininde
ve boşunalığın çürük meyvelerini satın alma
şehvetinde...
ah,
kavşaklarda ne insanlar var olayları merak ediyorlar
ve bu, dur düdüklerinin sesi
zamanın dişlisi altında bir adamın ezilmesi
gerektiği, gerektiği, gerektiği bir anda
ıslak ağaçların yanından geçen adam...
ben nereden geliyorum.
"bitti artık" dedim anneme,
"hep düşünmeden önce olur olanlar
gazeteye başsağlığı ilanı vermeliyiz" dedim
selam sana ey yalnızlığın garipliği,
odayı sana bırakıyorum
kara bulutlar her zaman çünkü
arınmanın yeni ayetlerinin peygamberleridir
ve bir mumun tanıklığında
apaydın bir giz var onu
o sonuncu ve o en uzun yalaz iyi biliyor
inanalım
soğuk mevsimin başlangıcına inanalım
düş bahçelerinin yıkıntılarına inanalım
işsiz devrik oraklara
ve tutsak tanelere.
bak nasıl da kar yağıyor.
belki de gerçek o iki genç eldi, o iki genç el
durmadan yağan karın altında gömülmüş olan
ve bir dahaki yıl, bahar
pencerenin arkasındaki gökyüzüyle seviştiğinde
ve teninde fışkırdıklarında
uçarı yeşil saplı fıskiyeler,
çiçek açacak olan o iki genç el
sevgili, ey biricik sevgili
Beni güzel hatırla!
Bunlar son satırlar...
Farzet ki, bir rüzgârdım, Esip geçtim hayatından.
Ya da bir yağmur. sel oldum sokağında..
Sonra toprak çekti suyu, kaybolup gittim.
Belki de bir rüya idim senin için. Uyandın ve ben bittim..
Beni güzel hatırla!
Çünkü; sevdim seni ben..
Her şeyini!
Sana sırdaş oldum, dost oldum, koynumda ağladın.
Yüzüne vurmadım hiçbir eksikliğini.
Beni üzdün, kınamadım.
Alışıktım vefasızlığa, el oldun aldırmadım...
Beni güzel hatırla!
Sayfalarca mektup bıraktım sana.
Şiirler yazdım her gece, çoğunu okutmadım.
Sakladım günahını, sevabını içimde.
Sessizce gittim...
Senden öncekiler gibi sen de anlamadın.
Beni güzel hatırla!
Sana unutulmaz geceler bıraktım.
Sana en yorgun sabahlarda gülüşümü, gözlerimi, sonra sesimi bıraktım.
En güzel şiirleri okudum gözlerine baka baka ..
Söylenmemiş "merhaba"lar sakladım her köşeye.
Vedalar bıraktım duraklarda.
Ne ararsan bir sevdanın içinde fazlasıyla bıraktım ardımda.
Beni güzel hatırla!
Dizlerimde uyuduğunu düşün.
Saçını okşadığımı.
Üşüyen ellerini ısıttığımı.
Mutlu olduğun anları getir gözünün önüne.
Alnından öptüğüm dakikaları...
Birazdan kapını çalan kişi olabileceğimi düşün.
Şaşırtmayı severim biliyorsun.
Bu da sana son sürprizim olsun.
Şimdi, seninle yaşanan günleri ateşe veriyorum.
Beni güzel hatırla..!
Şimdi benim buzdan bir döşekte
Üç büklüm olmuş zavallı sevdam,
Üşüyorsa ölesiye yalnızlıktan; Bil ki senin hep böyle güvensiz,
Yaşamdan korkar oluşundan.
işte bunun için sevmiyorum seni.
Şimdi benim bir han avlusunda
Hiç bitmeyecek umutsuz kavgam,
Soluyorsa başı önde yorgunluktan; Bil ki senin hep böyle umarsız,
Yarını göze alamayışından.
Bir sokak kedisinin gözlerinde, sessizim yalnızlaştırıyor yüzümü beton giymiş kalabalıklar.
Ne açtığın boşlukları doldurabiliyorum,ne de yaşayabiliyorum içinde. Gecenin segahını mesken edindi yüreğim,umut mahsulu saatler bana varmadan ölüyor. Bir kapsüle sığmayacak kadar çoğaldı içimde yaralar,yarım bardak uykuyla susturamıyorum kendimi. Dilime acımı bağlayıp haykırıyorum, acım dinmiyor. Haykırışlar yetse de kırılışları anlatmaya,anlattığını dinletmeye yetmiyor.
Ruh esir, aşk diri, kalem küskün... İz bırakmış gölgelerle yaşanmıyor aşk kavradım.
Kapatılmamış defterlerinin ağrısı volta atıyor şimdi, titreyen kıyılarımda. Tanımadığım suretlerin hoyratlığını yudumluyorum avuçlarından... Eskitemediğin acılarına sattın sevgimi! Halbuki ben, yüreğine baştan borçlu yazıldığımdan bihaber, dünyaya sığdıramadığın ismini tek heceye sığdırmıştım. Yorgun düşmüş yüreğini dokunmadan tutmuş, "sus"olup sancılarında, su olup akmıştım yeşertmeye çalıştığın ne varsa... Sen bütün sebepleri buruşturup savururken çöp kutularına, sonuçları birbirine geçirip yollar yaparken ayaklarına,ben sadece kendime söylemişim anlıyorum.
Çok gördüm aslında, herhangi bir zamanın içinde kaybolanı ama görmedim kaybolduğu yerde bulunanı. Sen kendini hep yanlış yerde aradın, bulamadıkça vazgeçtin en insancıl yanlarından da... Anlık hazları diyarına hükümdar yaptın, koynundan çıkaramadın tek duyumluk dokunmaları
Anlamadın yâr hiç anlamadın ; Başını kuma gömüp yaşanmaz hayat...
Sağlam, hatta sayısız köprü inşa etmek; köprülerde yaşamak hayatı, nehri akmaz kılmıyor. Örülen duvarların arkasından bakmak ya da hayata, fırtınaları uzağına düşürmüyor. Kaçmak ise sadece çözümsüzlük zincirine bir halka daha ekliyor. Ve dayanılır kılmıyor yalancı söylemler acıları...
Emir verilmiyor durağan olmayana! Acılar yüzleşme istiyor; yüzleşme kendine dönüp bakmayı ve tam burada başlıyor, aynalara yeminli dillerin firarı.
"Oysa firar katlanılır kılmaz efkârları ve üstünden atlayarak aşılmaz hiç bir acı..."
Gün senin günündür artık...
Sen, ben ve gölgeler denklemine yenik düştü bir yanım. Harcanacak tek bir "gel"im bile kalmadı hiçlik sokaklarında kaybolmayı emir biçtiğin ömrüne.
Bir korsan dağınıklığı şimdi bana kalan... Bakire bir yıldız bile kalmadı gök/yüzümde. Hergün biraz daha artan bedeli ödüyorum, bilmem kaç kursun eskiterek yüreğimde. Dirhem dirhem sonlanan çağ, hatırlatıyor unuttuklarımı anımsıyorum mesela tüm acılar mutluluklardan doğardı.
Varlığın kaybolan bir günün içinde kalsa da; kaybolan günün yamacından sessizliğe vuranlara atılan her ok, gecemin karanlığında saklı. Geceyi kaybolan gün mü karartmıştı yoksa yıldızlar parlamak için geceyi karanlığa mı mecbur kılmıştı?
"Cevapsızlığın körü, sarfet sarfet söylenmeyenler var, söylesem de duyuramadıklarım..."
Bu resim sayfaya sığmadığından küçültülmüştür.Orjinal halini görmek için buraya tıklayınız. Orjinal Boyutu:600x402
Leş kokuyorsa dizelerim ;
Harcadıklarından, Harcattıklarındandır, Bil !
Sevgi dediğin; arsız duygulara kurban edilecek kadar ucuz değil.
Hâlâ, Seni yazıyorsa hâlâ kalemim Aldıkların, Verdiklerin, ve Senden değil... "Kalemin itibarındandır" Bil!
Beni dinle önce.. Gözlerimin içine bak,görüyor musun sonsuz seni,görüyor musun içimde ki ateşi?.. Bir sessizlik var dudaklarım da. İzin ver,konuşayım diyorum ama nedense sessizlik huzur veriyor,anlatamıyorum.. Yıldızlar yanıp sönüyor,doğmuyor güneş bir türlü sabah olmuyor.. Rüyalar tükenmek bilmiyor,hayaller sokaklara dökülüyor,yoksa yine mi yıldızsız geceler başlıyor?.. Yine özlem kapımda mı bekliyor?.. Ya gözlerin,yine mi beni terk edip gidiyor?.. Taşıyamam artık sensizliği yapma ne olur !.. Bir gün,bir saniye sensiz ne kadar zor.. Düşünsene,düşünsene sevdiğim,sen benim soğuk geceler de yorganım oldun, Yağmurlu sokaklar da yolum oldun, Yüreğim de ateş oldun köz köz dağlayan, En öfkeli anım da sakinliğim oldun, En korktuğum yalnızlıkta ışığım oldun, Söylesene sevdiğim,şimdi,şimdi nasıl vazgeçebilirim senden? Sus ! Beni dinle önce.. Dinle ki çığlık olsun sesim sonsuz aşklara.. Dinle ki parçalanmasın yüreğin yalnız kaldığın anlar da.. Sus ! Sus ! beni dinle önce.. Ya da,Ya da susma ! Hayır hayır susma ! Bana anlatacak dağlar kadar günahın var çünkü...
"Düştüm cümlelerimden..Susuyorum..Susuzluğuma can ver nefesinle..."
Katransı bir geceden sonra " gül " doğumlarına şahit yüreğimle akıyorum satırlara.
Ağustos ayazlarına maruz kalmış kalemimi kıyılarında umut dalgalarına vuruyorum..
Susuzum biliyorsun.
Ve bir o kadar uykusuzum.
Giydir gözlerini Harami karanlığı gözlerime.
Dudaklarım çölleşmiş.
Vur bulutların nemini senli cümlelerimin benli boylarına..
Durma öyle..
Kaldır başını (son) baharlardan.
Topla gülüşlerini vadesi dolmamış zamandan.
Sancıları bağladım yüreğimin yamalarına.
Karanlıklarda kaldım.
Susuzluktan çatlıyor yüreğim..
Çölleşmiş topraklarıma " susmalarınla " düş...
Yağ üzerime bulut bulut..
Sal üzerine ıslak kirpiklerini.
Savur gölgelerini delice bağrı yanık göğsüme.
Eğ başını göğsümün kanayan yanına..
Sesini aç yüreğimin..
Duy yüreğimin kuruyan çığlıklarını..
Hadi sevgili..Susuzluğuma yürek susuşlarınla can ver ..
Geleceğime bin kurşun sıkan kuraklığa inat sözlerim ol nadasa bırakılmış dudaklarımda..
.Dua dua savrul yalnızlıktan kavrulmuş denizlerime.
Varlığınla düş susuzluğuma.
İbrahim Sarıgene
" Mülteciyim zamansızlığın...Adressizim...Kıyılarında yaşamama izin ver....."
Sınır dışı hallerimi bilirsin sen. Kovulmalarımı, imla bozukluklarımı..Mülteciyim zamansızlığın. Adımlarımı çektim adreslerimden..Bir bavulu bile doldurmayan ömür sahifemi düştüm satırlardan..Adressizim. Hayat yekun yetersiz. Bakiyelerim hep karanlığa bölünüyor. Menzilim sen tut beni.. Ve öyle bir sev ki beni; ölüm bile hayran kalsın sevdana. Züleyha'nın Yusuf'u sevdiği gibi sev gibi.Gözünü karat..Kapat perdelerini.Benden başka göz bilme ..Adımdan başka hiçbir cümleyi alma dudaklarına.Avuçlarına yasla uykusuz gözlerimi.Öyle bir sev ki; Leyla gibi savur dudaklarından beni mim'siz çöllerine..Susuz bırak beni...Kurusun geçmişim..Yeter ki senin yanında olsun son nefesim..Sırtlan beni geleceğimi / kız düşlerimi..Kimliğimden soyunmuş bu adamı hüviyetine al..Sahiplen adressiz ellerimi..Yalnızlık etiketini, fişlenmiş geçmişimi, Filistin askısı gören kimliksizliğimi savur tozlu raflara. İçimdeki kekeme çocuğu sev. Şefkatine al öznesiz cümlelerimi..İki dudağından gayri bir yer bilmeyeyim.. Devrildim bir kez karanlığın ayak dibine..Yaralarım Eyyub gibi kanar. Sancılarım İsa gibi sabrımı yoklar...Hadi ölümle yamamadan hüviyetsizliğimi al beni cümlelerine.Ben susayım. Kapat üzerimi sesli kelimelerinle..Dizlerim kan revan. Köklerim ise ağıt figan..Kapındayım..Kıyılarındayım...Dağın� �klığımı , yarımlığımı sen TAMAMLA.. Ve sonra her şeye göğsünü gerip benim sende YAŞAMAMA izin ver...
ve sen, en aydınlık izleğisin o karanlık şehrin
engin kıyıları sessiz ve de dingin
mahşer yerine benzeyen güncelerde
sahibini arıyor asûde dizelerin
gecenin, düğümünde filizlenen ve güne ün düşüren
kalabalık bir kimsesizlik sanki “için”
kaynağı bilinmez ve derin yankılar gibisin
imgelerin umarsız hançer, nasıl da özgür ve keskin
susuyorum dokundukça tenhalarına
soluk oluyor bellediğim hecelerin… / sen, bilemezsin
okudukça büyüyor, içime işliyor görmediğim gözlerin
/yanık bir mendil ucu geçmişim
yazık, yitirilen sezgiymişim/
dışlarken kendimi andan ve zamandan
kıskanıyorum yakana iliştirdiğin sızıyı uyandığın sabahlardan
nasıl da öykünüyorum mertçe dizelere döktüğün o hüzne
kim döllemiş içinde büyüttüğün bu yalancı çıbanı hayret
söyle, bu kaçış sana kimlerden emânet
hep bilinmeze mi gitti yoksa senin kadınların
hayâl miydi hepsi söyle
tarihe düşülen, not muydu acıların
neden sürüldün böyle sınırsızca içine
kim bilir, kaç zemheriye isim oldu anıların
sen miydin masalların en yalnız kahramanı
mağlup kumandanı sen miydin savaş meydanlarının
senden mi soruldu yoksa hesabı kırılan cümle dalların
/hep kısa mıydı senin çektiğin çöpler
sevdâlar hep kısır mı/
hecemin, yabancı durağı
sen de özler misin kimi zaman
kelebeğin yüreğine konduğu anları
arar mısın, yılkı atlarının nallarından ruhuna akan mavi ışığı
ekmeğin buğusundaki sıcaklığı düşün
ve tendeki alışılmışlığı
bağımsızlığı…/
düşün sevdânın kirlenmediği yaşamları
senin de yakıldı mı hiç fotoğrafların
kitapların yırtıldı mı
acıttı mı içini titreyen mumun ışığı
anlatmadı mı sana da kimseler
nasıl yeşerdi bâbil’in asmaları
/oysa şimdi
şimdi şiirin tek öznesi
duvağı yırtık gelinin esrik düşleri… /öyle mi/
kapandığın dizlerde mi aldattı seni ya yaslandığın omuz
kaç kere darağacı oldu ummadıkların düşlerine
kaç geceden serzenişle düştün sehere söyle
niye bu kadar üşümüş duldalarda harflerin
sesin nasıl da müptelâsı olmuş kederin
kim acıttı seni söyle kim
kaç cümlede çarmıha gerildi düşlerin
kıyısında örselendiğin, kaç fırtına oldu
neden hep aynı yerinden kırdılar yüreğini, dilin neden sustu
kim böyle harflerine hünerle işledi hüznü ve güzü
ya sen, sen neden kıramadın zincirleri, çözemedin düğümü
/heyhât
sözlerin, kaç bahar açtırırdı bozkırın koynunda bilsen/
söyle, kaç öyküden geçebildin kimliğini yitirmeden
“kendine” kaç kere döndün yanlış zaman ve yanlış yerden
ll
zamanın durduğu yerde bekle
kırılınca arkasına saklandığın o sırsız aynaların
çözülür elbet senin de mücerret sırrın
lll
gün gelir, harfler bir ceylanın ürkekliğine bürünüverir
kelimeler sessizce sokulur gizemine
ve böylece bütün renkler âhenkle değişir belleğinde
lV
h e c e l e
neden bana çok geç`tin sen ya da neden ben sana erken
durup durup öpüyorum yazmadığın hecelerden, söyle
hangi şiir çaldı gülüşünü senden...
Vardım eteğine,secdeye kapandım;
Koşup bir koluna sımsıkı abandım.
Karlı başın yüce dedikleyin yüce,
Sükûn içindeki heybetin gönlümce.
Devce yapında ilk rahatlığı duydum.
Şifası mı ne ki ruha bu ilk yudum
Hayâl arkasında boş çırpınışların
Sen uygun bir vakti gelince rüzgârın
Sonsuzluğa doğru kalkacak sihirli
Bir gemisin göklerde demirli
Ve ben rıhtımında bekleyen tek yolcu...
Düşüncemizin en haksız, en korkuncu;
Açan o ağulu çiçek delilikte,
Gir sır mezara cesetle birlikte,
Şüphe; o bin çeşit çilenin yemişi,
Yılan ağzındaki elma... Ey, ateşi
En derin yerinde gizli gizli yanan!
Seyrediyor ruhum kar balkonlarından
İnsanın göresi olmaz manzarayı
Ve aklın o uçsuz bucaksız sarayı
Yıkılıyor... Duygu bir kartal hızıyla
Fırlıyor engine sevinç avazıyla
Bulutlar ne güzel bulutlardır onlar,
Hep öyle başımın üstünde dursunlar
Menekşe rengi, kan rengi, toprak rengi...
Asılı kalsın hep bu yağmur hevengi.
Dünyayı saran bu gece ne gecedir,
Yıldızlardan yağan ışık ne incedir!
Yansın o yıldızlar, bitinceye kadar
En derin uykular, en tatlı uykular.
Ey, gökperdelere şahlanan tanrısal!
Eteklerindeyiz işte. Ve bir masal
İçinden gelmişiz sana, atlı yaya,
Attığımız okta kısmeti bulmaya.
Yitik, perişandır elbet bencileyin
Pişmanlığın ırgat olup geceleyin
Günle bahtın çağrısına koşan kişi.
Ah, iç sıkıntısı! sen ettin bu işi.
Zevk, o yosma kadın eski bir bahçede
Ayaküstü günah işlenen gecede
Bir susuzluk kadehi sunmuştu bana:
Yüzümü maskesiz gösteren ilk ayna.
Yel alsın ***ürsün bütün o geçmişi,
Büyülü kadehin zehrinden içmişi
Serin yalanında kandırmaz her pınar.
Dindirir miydi ki en tatlı rüzgârlar
Bende gizli gizli başlamış ağrıyı:
Bu, rüzgâr ve gemi uğramaz bir kıyı
Ya da bir teknede açılmış bir delik;
Hangi pencereye koşarsan ahretlik
Bir gökyüzü, siyah, güneşten habersiz,
Her adım attığın yeri basan bir sis.
Hangi yana baksam onu görüyorum:
İnancın kaydığı bir dipsiz uçurum;
Günah kapılarının aralandığı,
Tanrıların bile avaralandığı
Şaşkın, çaresiz bir insan kaderince.
Güneş! güneş! güneş! ey, ölümsüz ece!
Sana tapınanlar kardeşimdi benim;
Güneş! güneş! ben sana doğru gelenim,
Kucakla beni, tanrıça, sev, sar beni,
En yırtıcı, en aç hayvanların ini
İçimin göz görmez mağaralarıma gir
Senin girmediğin yerde haset, kibir
Dert, kin, yalan, ölüm, korku ve işkence,
Çakal seslerinden örülmüş bir gece,
Teneşir başında oynaşan çirkinler
Engerek düğümü doğuran gelinler,
Zina şöleninde beynin nöbet nöbet
Cehennem halayı çeken bin iskelet
Ve yaprak indiren ağaçlar baharda...
Senin bağışından yoksun kucaklarda
Çocuklar kertenkeleyle bir biçimde.
Ağrı'ya eş bir dağ olsaydı içimde
İlkin şu gönlüme doğardın her sabah,
Daha her yer geceyken sarardın, gümrah
Sarı saçlarınla benim varlığımı,
Kendimde taşırdım kendi taptığımı...
Ağrı'ya eş yüce bir dağ yok içimde
Ne kadar cüceyim dert ve sevincimde!
Kaplamış gözümün gördüğü her ufku
Umutsuz, zifiri bir gece, bir korku.
Ah, yazık ki bütün insanlık güneşsiz.
Ey ateş, nasıl da seni yitirmişiz!
Bu yalnız inilti esen manzaradan
Bir çaresiz ay'dır sallanan aradan;
Işık tuttuğu her şey bir taze yara.
Onmaz bu gece. Bırak karanlıklara!
Can yiğitliği yitirmiş, kalp aşkı
İlenişlerinden insanın bir şarkı
Tutmuş dört yanı, bir çirkin ağıt, eski...
Ah güç de değildi bahtiyarlık belki;
Üstümüzde deniz gibi bir gökyüzü
Altında her kalbe esenlik payı var;
Bizimdir, yelken açmış giden bulutlar,
Vurup alnımıza serin gölgesini,
Bizimdir bu koku, bu renk dolu sini
Üstünde seslerle ışıklar kamaşan;
Bizimdir bu zafer, bu beste ve bu şan.
Şu aydın, ferah ve rahat gök altında
Her kazazedenin müjdesi bir ada,
Her gülüşe ayna bir gölek kenarı;
Koparırken elin taze meyvaları
Öyle kolaydı ki yaşıyorum demek;
Soframıza konmuş bu doyulmaz yemek
Niçin bir zehirli kaşıkla yenmede?
Ağrı! başına boz bulutlar inmede.
Ne ki bu cendere, ne ki bu sonsuzluk,
Kim bu vurulmuş yatan, ova boyunca,
Bir kan çeşmesine açık durup avcu?
Çile pazarında cana pey sürümü
Çözmek mi istemiş o çetin düğümü?
Korkunç bir ezgide çatlayan bu kamış
Yitirdiğimiz bir cennet mi aramış,
Ölümsüz barışa gülen şafakları,
Lezzet ve esenlik tüten ocakları,
Ömre öpüş tadıyle uyandığımız,
Tanrısal bir çıra gibi yandığımız?..
- Dağ! senin yandığın gibi bir vakitler-
Vuran bir toz parçası değilse eğer
Küçük gövdesine budur giren ölüm,
Onun yüzünü bizden çeviren ölüm...
Sen ey, oyununu en güzel oynayan!
Hangi kıvılcımla fışkırttın ruhundan
Bir gün söndürdüğümüz kutsal ateşi?
Ey sen! ölümden çok hayatın kardeşi
Dirilttin nasıl bir mucizeyle tekrar
Her şeyi, dostluktan düşmanlığa kadar
Ve geri getirdin o sürgünlerini?
Nerde buldun tekrar eski günlerini
Zamanlar içinde yitmiş kardeşlerin
Ve en güzelini sönmüş ateşlerin,
Kalbimin o kadar sevdiği o gülü,
Ölüm ötesinin mutlu tahayyülü
Evrensel cümbüşü, yaşama şevkini,
Bizden gidenlerin bir gün en yakını
Ümidi ve şafak kanatlı neşeyi,
O aşkı, o tadı, o gülümsemeyi?..
Ey boş gecelerin dadı ayışığı!
Salla, salla hüzün uyuyan beşiği
Söğütlerin nazlı dalları içinden
Ki o altın saman yolları içinden
Bir sabahı özleyen şu taze kadın
Yatsın başyastığına anılarının;
Bir makine sesiyle işleyen kalbi
Alıp gezdirsin onu bir gemi gibi
Düşlerinin durgun, mavi denizinde.
Beni de hep kendi kendimin izinde
Fenerinle yolumu aydınlatarak
Barış çeşmesini aramaya bırak,
Budur yaşadığın sürece görevin;
Gecelerin birinde, solgun alevin
Güne yenilmeye başladığı zaman
Üstüne başımın düştüğü kitaptan
Eser Mevlânâ'nın üflediği rüzgâr...
İşte, gam türküsü söyleyen kamışlar
Rüzgârından gördüğüm ova boyunca.
Bu bir düştür belki, insan uyanınca,
Gözlerinde kalır serabı bir ömür,
Her şey bu ışıltı ardından görünür
O insana; sevmek, yaşamak ve ölüm.
Seni uykuya çekip ***üren elim
Kadınım, ayışığı içinden şu anda
Aldanış diye ne varsa bir insanda
O daldan tutuyor...Böyledir bu. Kader
Kavuşur sabaha en uzun geceler
Ve serin durur her avunuş testisi.
Rüzgârlar başladı. Sonsuzluk gemisi
Önünde köpürüp şahlanmada engin;
Yolcusu olduğun nihayetsizliğin
Bir ucu Allah'ta ve sende bir ucu.
Başlıyor serüvenlerin en korkuncu:
Gökyüzüne doğru yürüyen yeryüzü,
Barıştıran sınır geceyle gündüzü;
Ey sonuca doğru ilkuçtan gelen Dağ!
Göğü perde perde delip yükselen Dağ!
haliç'te bir vapuru vurdular dört kişi
demirlemişti eli kolu bağlıydı ağlıyordu
dört bıçak çekip vurdular dört kişi
yemyeşil bir ay gökte dağılıyordu
deli cafer ismail tayfur ve şaşı
maktulün onbeş yıllık arkadaşı
üçü kamarot öteki aşçıbaşı
dört bıçak çekip vurdular dört kişi
cinayeti kör bir kayıkçı gördü
ben gördüm kulaklarım gördü
vapur kudurdu kuduz gibi böğürdü
hiç biriniz orada yoktunuz
demirlemişti eli kolu bağlıydı ağlıyordu
on üç damla gözyaşını saydım
allahına kitabına sövüp saydım
şafak nabız gibi atıyordu
sarhoştum kasımpaşa'daydım
hiç biriniz orada yoktunuz
haliç'te bir vapuru vurdular dört kişi
polis kaatilleri arıyordu
deli cafer ismail tayfur ve şaşı
üzerime yüklediler bu işi
sarhoştum kasımpaşa'daydım
vapuru onlar vurdu ben vurmadım
cinayeti kör bir kayıkçı gördü
Gökte zamansızlık hangi noktada?
Elindeyse yıldız yıldız hecele!
Hüküm yazılıyken kara tahtada
İnsan yine çare arar ecele!
Gençlik... Gelip geçti... bir günlük süstü;
Nefsim doymamaktan dünyaya küstü.
Eser darmadağın, emek yüzüstü;
Toplayın eşyamı, işim acele!
Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!
Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;
Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.
Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir kuyuya,
Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi..
N.F.K
Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!
Heybem hayat dolu, deste ve yumak.
Sen, bütün dalların birleştiği kök;
Biricik meselem, Sonsuza varmak...
N.F.K
Gece,
Kurşunla haydi günü
Sağır et kendini haykırışlara
Sür namluyu
Dokun tetiğe peş peşe.
Tuz buz olsun cam çerçeve
Ziftini yapıştır kireç duvara,
Karanlık çizilsin çalar saat arkalarına
Dursun yelkovan baykuş zamanlarında
Bulansın isinle kadran.
Sokak itleri oynaşsın artık ay gölgelerinde
İçi geçmiş kadın sesinden dinlensin Makber.
Ben perdelerimi koparttım
Attım ışık oyunlarını çöp tenekesine.
Öldü kahramanları şiirlerin
Gün ışığından dağıldı gökyüzüne,
Gece,
Kurşunla haydi günü
Sür namluyu
Dokun tetiğe peş peşe
Yiv kıvrımında girsin karanlık
Odamdan içeriye.
Ve
Kırayım kalemi
Darağaçları çizeyim isli duvarlara
Vurayım Deniz gibi tekmeyi, yarına.
Işıklar sana kalsın
Silüetler bana,
Ben nasılsa baş ediyorum
Gölgeden oyunlarla.
alıntı
/hüzün yırtıklarım/
İdareli kullandığım bir oyuncaktı çocukluğum / annemden kalan
Sonra sen geldin!
Neşterledin damarlarımı çocukluğumun sırtından
Yüreğimin mesaisine düştün hep devlet kılıklı
Oysa hiç altıyüzelliyediye tabi olmadım ki ben
Masa başı fantezilerinde anılmadı hiç adım
Soytarı kıvamında bir gerillaydım kendi açmazlarıma
Cılız varoş kaldırımları düşmüştü payıma
Her pencerenin bir fahriye ablası
Her fahriyenin bir kabadayısı vardı
Ne yalan! Sıkı adamlardı
Şimdi sök al yüreğimden apolet çıkartmalarını
/hep kapalı içimin tenteleri/
Çürümüş bir et gibi bakma bana uzaktan
Ölüme yazılı adınla öpüyorum soluk almadan
Şimdi yağmur yağıyor buralarda
Islan!
Ve yeniden tomurcuk versin ölüm avuçlarından
Nasıl da taze
Nasıl da çağırıyor kokusu buram buram
çok kalmayacağım
Sıska bir zaman çalmaya geldim yıldız karanlığından
Parmak uçlarıma düşmüş koca bir yalan
Boğazıma yapışan illet bir gıcık gibi
Ezberledim günah duran her kareni
Vurdun yine dudağıma en sahte tarafından
“Sen! Adam!Sanılan!
Başı okşanmamış bir çocuk gibi durma
Nerdeyse tüm saflığımla inanacağım sana…” alıntı
Ben duymamak için
gözlerimi kapatırdım ellerimle
Hiç sövmedimse gelmişine geçmişine dünyanın
Bilmediğimdendi sadece-
Yazdıklarım kadar temiz değildi kalpleri
Bu yüzden kirlenmiş sayfalara çiviledim sûretlerini
Ucundan ısırıp attığım kitaplar lanetledi beni
Dibine kadar içmeden söndürdüğüm şehirler…
dudaklarıma sinen ; leş gibi düş izmaritlerinin
Ve ölü şehirlerin kokusu...
Ama örümcekler
Kendini ölümsüz sanan örümcekler
Aldırmadan bu cinnet merasimine
Ördüler durmaksızın
Sanki bu duvarlar hiç yıkılmayacak
Hiç bozulmayacakmış gibi bu ağlar...
Ben, öldürdüğüm kadar beceremediğim için ölmeyi
Yaşamayı denedim
Tam ortasında tüm bu rezaletlerin...
Sesimin düştüğü yere; boşluğa
Boşluğa kapattım gözlerimi
Ama elleri
Omuriliğime değdi elleri
Tam da uçacakken...
Kan sıçradı ve bozuldu yine rüyalarım
Dilediğin kadar beyaza boya artık harfleri
Şeytanın defterinde karalandı bir kere adım...
yaslandığın duvar su içmişse karanlıktan
üzerinde siyah bir iz bırakması muhtemeldir
ve inanç serapla gelen berrak sudur çoğu zaman
kirlerinden arınmak için suretine girmek gerekir
II-
gölgelerin ihanet ettiği yerde
dürüstlük heykeli er geç yıkılır
masumiyetin kapısı
içindeki hırsızı hapis tutana kadardır
korkunun annesi bile olsa kalbin
er geç zehirli bir yılana sarılır
bütün inançlara rehberlik eder aşk
ve silahsız yapar bütün savaşlarını
yine de ganimet hep kanla alınır
III-
aşkın üniversitesi yatak odasıdır
ya sabaha doktor
ya da hasta çıkarsın
IV-
bütün deliler aynı dili konuşur
ipe geçirilen her saniye
bir sonraki zamana çağrıdır sadece
belki ecel arası bir hayat
ya da hayat sonrası bir azap olur
V-
militan kılığındaki bütün cümlelere sesleniyorum
zırhına sığındığınız bütün harfler bir öncekinin kopyası
unutmayın ki sizden önce doğanlarda
cennet anahtarı satıyordu
ezberleri görünmeyen yüzlerinin aynası
VI-
anlayış kendine müebbet giymiş bir kurban ararken
hoşgörünün kendini astığı yerdeyiz
koca evrende esir ruhlarımız
korkumuzu besledikçe kıblemizi
kıblemizi buldukça öfkemizi hatırlıyoruz
aslında hepimiz Tanrı’nın ölümlü oyuncaklarıyız
VII-
uykularımızı linç eden zebanilerin dilinden
her sabah aynı nakarat bir türkü dinliyoruz
dinlesek sürüye koyun
alsak kulağımızdan oluyoruz
VIII
en çok kalbi delik çocuklar okur şiirlerimi
bir de kalbine mavi bir yurt arayanlar
ben çocukların gözlerine madeni bir katil bırakıp öldürüyorum
maviler ardından sıra dizini
IX
haa! bir dipnot daha var aklımda sevgiliye dair
faşizan bir kimlikle
özgürce seni seviyorum diyemiyorum
sen bana kelepçelerimin anahtarlarını
ben sana aklındaki soruların cevaplarını vereyim