Mustafa Kemal ATATÜRK

ATATÜRK İÇİN NE DEDİLER ?
AFGANISTAN

O buyuk insan yalniz Turkiye icin degil, butun dogu milletleri icin de en buyuk onderdi. Emanullah HAN

Afgan Krali ALMANYA

O,kisisel kazanc ve un pesinde kosan basit bir diktator degil, gelecek kusaklar icin saglam temeller atmaga ugrasan bir kahramandi. Prof.Walter L.WRIHT Jr.

Ataturk Turkiye'yi tek dusmani kalmaksizin birakmitir. Bu zamanimizin hicbir devlet sefinin basaramadigidir. Alman Volkischer Beobachter Gazetesi

Almanya, ATATURK'un eserine ve mucadelesine hayrandir. Onda, tarihi eseri, ozgurlugu seven butun milletler icin bir sembol olarak kalacak kudretli bir kisilik gormektedir. Berlin, Alman Ajansi


Istirap ceken dunyada baris ve esenligi yeniden kurmak ve insanligin yalniz maddi degil, manevi gelismesini saglamak isteyenler Ataturk'un iman verici ve yon gostericiliginden ornek ve kuvvet alsinlar. Profesor Herbert MELZIG(Tarihci)

Kendisinin tarihi buyuklugu, eseri olan yeni Turkiye'ye bakilarak bu gunden olculebilir. Celik gibi azim ve gayreti, uzagi goren akil ve hikmetle birlesmis olan bu gercek halk onderi ve devlet adami; Anadolu daglarinin en uzak ve issiz kosesindeki koylere bile baska bir ruh asilamistir. Illustrierte Dergisi

O, kendi milleti ve beseriyet alemi icin besledigi muhabbetle, bir dahinin neler yarattigina dair, cihana fevkalade heyecanli bir sahne seyrettirmektedir. Herbert MELZIG

AMERIKA

Ataturk bu yuzyilin buyuk insanlarindan birinin tarihi basarilarini, Turk halkina ilham veren liderligini, modern dunyanin ileri goruslu anlayisini ve bir askeri lider olarak kudret ve yuksek cesaretini hatirlatmaktadir... Cokuntu halinde bulunan bir imparatorluktan ozgur Turkiye'nin dogmas, yeni Turkiye'nin ozgurluk ve bagimsizligini serefli bir sekilde ilan ve o zamandanberi korumasi, Ataturk'un Turk halkinin isidir. Suphesiz ki, Turkiye'de giristigi derin ve genis inkilaplar kadar bir kitlenin kendisine olan guvenini daha basari ile gosteren bir ornek yoktur. John F.KENNEDY
(A.B.D.Baskani, 10 Kasim 1963)

Benim uzuntum, bu adamla tanismak hususundaki siddetli arzumun gerceklesmesine artik imkan kalmamis olmasidir. Franklin ROOSEVELT
(A.B.D.Baskani, 10 Kasim 1963)

Asker-devlet adami, cagimizin en buyuk liderlerinden biri idi. Kendisi, Turkiye'nin, dunyanin en ileri memleketleri arasinda hakettigi yeri almasini saglamistir. Keza O, Turklere, bir milletin buyuklugunun temel tasini teskil eden, kendine guvenme ve dayanma duygusunu vermistir. General Mc ARTHUR

Sovyet Rusya Hariciye Naziri Litvinof ile gorusurken kendisine onun fikrince butun Avrupa'nin en kiymetli ve en ziyade dikkate deger devlet adaminin kim oldugunu sordum. Bana Avrupa'nin en kiymetli devlet adaminin Turkiye Cumhurbaskani Mustafa Kemal oldugunu soyledi. Roozwelt (Franklen D.) 1928
Birlesik Amerika Cumhurbaskani

Dunya sahnesinden tarihin en dikkatli,cekici adamlarindan biri gecti. Chicago Tribune

Savas sonrasi doneminin en yetenekli liderlerinden biri. New York Times

Insani teslim alici fevkalade onderlik kuvveti vardir. O, tetiktir, hazir cevaptir, dikkati cekecek kadar zekidir. Gladys Baker(Gazeteci)

ARNAVUTLUK

Bu Turk Milleti yastadr.Cunku yeni Turkiye'nin yaraticisi olan essiz sefini kaybetmistir. Stipsi Gazetesi

AVUSTURYA

Buyuk dusuncelerin adami...bir devlet mimariydi. Neue Freie Presse, Viyana

Ataturk oyle bir insandir ki, hayali degildir. Istedigini bilir, bildigini yapar, yapamayacagi birseyi de istemez. Avusturyali Heykelci KRIPPEL

BELCIKA

Ataturk, yirminci asrin en buyuk gercegini yaratan adamdir. Kopenhag-Nasyonal Tidende

Milletine bu kadar az zamanda bu olcude hizmet edebilen tek devlet adami Ataturk'tur. Libre Belgique gazetesi

BULGARISTAN

Hicbir memleket, yeni Turkiye'nin Ata'si tarafindan basarilan kadar guclu, hizli ve kokten bir yenilik hamlesine erismemistir. Bulgar Dness Gazetesi

CIN

Mustafa Kemal yeni Turkiye'nin kalbidir. Eski, yipranmis bir toplumdan yepyeni, guclu bir millet yaratmis, essiz kisiligiyle kendini herkese saydirmis, enerjisiyle herkesi kendine inandirmistir. Ma Shao-Cheng(Yazar)

DANIMARKA

Ataturk, sahsiyet ve yetenegin dev gibi bir simgesi idi, O, yirminci yuzyilin en gorkemli olayini yaratan adamdi. National Tidence Gazetesi

FINLANDIYA

Ataturk, olaganustu nitelikte bir devlet adami, savas sonrasi dunya tarihinin en onemli simalarindan biri idi. Hufvud Stadbladet Gazetesi

FRANSA

Insanligin butun belirtileri O'nda kendini hemen gosteriyor. Noelle Gazetesi

Eski Osmanli imparatorlugu bir hayal gibi ortadan silinirken, milli bir Turk Devleti'nin kurulusu, bu cagin en sasirtici basarilarindan birisidir. Mustafa Kemal, yuce bir eser ortaya koymustur.Ataturk'un parlak basarisi butun somurgeler icin bir ornek olmustur. Maurice BAUMANT(Profesor)

Cok buyuk bir adamdi...bir siyasi dahiydi. Excelsior Gazetesi

Dunyanin, cagdas, en buyuk kisilerinden biri. Le Jour-Echo de Paris

Ataturk'un yurt kurtarici oldugunu, milletlerin en vefalisi olan Turkler asla unutmayacaklardir. Noell Roger Gazetesi

Karsimdaki bu buyuk adamda, kesfettigim bu buyuk mechulde maharet ve karakter o kadar iyi islenmisti ki, sozlerinde hicbir suphe aranamazdi. Claude Farrer(Yazar)

Bu gunun Turkleri, yuzyillar once Avrupayi titreten canli millet durumuna erismistir. Ve bu aksam O buyuk olunun basinda bekleyen Turkiye, guclu ve dipdiri Turkiye'dir. Pierre Dominique(Gazeteci)

Asirlari asan adam !.. Fransa, Paris Basini
Akilli ve barisci yontemlerle gerceklestirdigi eseri halklarin tarihinde izlerini birakacaktir. Albert LEBRUN
Fransiz Cumhurbaskani

Mevcut rutbelerin hepsini kaldirdigi bir memlekette, bu adam, butun rutbeleri, kazanmistir. O memlekete, bulabilecek en serefli isim O'na verilmistir. Mercel Sauvage(Gazeteci)

Bu, insanliga denenmis bir felsefe ornegi olarak sunulabilir. Ataturk yuz yillara sigabilecek isleri on yilda tamamladi. Gerrad Tongas(Yazar)

Ataturk oldu. Baris kubbesinin Dogu sutunu yikildi. Artik evrende barisi kimse garanti edemez. Nitekim Avrupali devlet adamlari; O'nun 1930'da yaptigi uyari ve tavsiyeleri dinlememis ve dunyayi 1939 yilinda ikinci buyuk savas felaketinin icine suruklemislerdir. SANERWIN Gazetesi

Ataturk, bir milleti, birkac yilda asriletirmek mucizesini gostermistir. Paris-Le Temps

Yeni Turk Devleti ile Ankara Andlasmasi'nin imzalanmasi nedeniyle; "Bizi arkadan vurdu, dag basindaki haydutlarla, Mustafa Kemallerle anlasti" diyenlere Fransiz Basbakaninin Mecliste verdigi cevap: Dag basindaki haydutlar diye isimlendirdiginiz kahraman Mustafa Kemal ve O'nun tum askerlieri burada olsalardi, teker teker hepsinin heykellerini dikerdik. Boylesine kahraman bir andlasma imzalamaktan gurur duyuyorum. (1921) Fransiz Basbakani BRIAND

Sirasiyle Ihtilalci ve asi, sonradan muzaffer bir kumandan olan "Turklerin babasi" Yeni Turkiye'yi yaratti, sultanlari kovdu, kadinlara hurriyet verdi fesi kaldirdi, ulkesinde radikal bir inkilap yapti. Paris-Soir'den

Denilebilir ki onsuz, Islam alemi yolunu bulabilmek icin elli yil daha bekleyecekti. Berthe Georges-Gaulis

O, yuce bir daga benzer. Eteginde yasayanlar bu yuceligi fark edemezler. Bu dagin azametini kavrayabilmek icin, O'na cok uzaklardan bakmak gerekir. Claude FARRER
Fransiz Edibi

Turkiye tarihi, bugun her zamandan cok Bati ve Avrupa tarihinden ayrilmaz bir haldedir. Ve Ataturk'un bu yondeki gayretleri sonucsuz kalmamistir. Memleketlerimiz arasindaki yuzyillari asan dostluk, bu gelismenin temel ogelerinden biridir. Charles De GAULLE

Kemal Ataturk'un karakterinin bir cephesini gostermek itibariyle bir noktayi hatirlatmak isterim. bize savaslarindan birini anlatiyordu. Birdenbire durdu: Goruyorsunuz ya, dedi: bircok zaferler kazandim. Fakat bunlarin en buyugunden sonra bile her aksam, savas alanlarinda olen butun askerleri dusunerek icimde derin bir keder duyuyorum. Cesaret ve zekasindan baska yuregi bu kadar yuce olan boyle bir Sef'in, yurdu icin mucizeler yaratms olmasina sasilabilir mi?... George BENNES
Vu Gazetesi-1938

Devrin yuksek sahsiyetleri kitaplarda, konferanslarda Turkiye'nin asla degismeyecegini ve degismeden olecegini ilan etmislerdi. Halbuki olmeden degisti. Hem de kokunden ve bastan asagi degisti. Inanclar, gelenekler, yontemler yikildi. Son dokuntulerini de yabanci zirhlilari ve kapitilasyonlar gibi memleketten surup attilar. Turkiye, ruhunu degistirmisti. Tamamen ve tasavvur edilmesi mumkun oldugu kadar... Raymond CARTIER
Le Nouvelliste Gazetesi

HINDISTAN

Dunyanin yetistirdigi en buyuk insanlardan biri. Star of India

Ataturk, yalniz Turk Milleti'nin degil, ozgurlugu ugruna savasan butun milletlerin onderiydi. O'nun direktifleri altinda siz bagimsizliginiza kavustunuz. Biz de o yoldan yuruyerek ozgurlugumuze kavustuk. Bayan Sucheta KRIPALANI
Hint Parlamento Heyeti Baskani

INGILTERE

Savas sonrasinin en ileri gelen devlet adamlarindan biri. Kendi basina bir klas olusturuyordu ve hemen her acidan tekdi. The Fortnightiy, Londra

Avrupa, savastan sonra belirmis az sayidaki yapici devlet adamlarindan birini kaybetti. Spectator

Cagimizda hicbir isim Ataturk'un adi kadar buyuk saygi yaratmamistir. Observer

Ingiltere once, cesur ve asil bir dusman, sonra da sadik bir dost olarak tanidigi buyuk adami selamlamaktadir. Sundey Times

O, benzeri olmayan bir devlet adami idi.Diktatorlerin tahammul edemedigi serbest bir nizamla, demokrasilerin basaramadigi ve basaramiyacagi isler yapmistir. Tarihte boyle adamlar devirlerine kendi adlarini vermilerdir. Word Price

O, Turkiye'nin onceki kusaklarindan hicbirine nasip olmayan ozgurluk ve guven dolu bir hayat sagladi. Basarilari, Turkiye'nin Avrupa devleti olmasini sagladi, yakin dogunun tarihini degistirdi. Times Gazetesi

Savas Turkiye'yi kurtaran, Savastan sonra da Turk Milletini yeniden dirilten Ataturk'un olumu, yalniz yurdu icin degil, Avrupa icin de buyuk kayiptir. Her sinif halkin O'nun ardindan doktukleri icten gozyaslari bu buyuk kahraman ve modern Turkiye'nin Ata'sina deger bir gorunumden baska bir sey degildir.(1938) Winston CHURCHILL
Ingiltere Basbakani

Ataturk, Turk Milleti'nin ruhunda Turk Bayragi gibi dalgalanan bir basti. Daily Telegraph

Cumhuriyet Turkiyesi'nin Devlet Baskani Kemal Ataturk, diger onderlerde gormeye alismadigimiz su degerli nitelikleri kisilinde toplamis bulunuyor: alacak gonulluluk, yeterlik ve basari... The Truth Dergisi

O genc ve dahi Turk Sefi'nin o esnada Canakkalede bulunmasi, muttefikler bakiminden talihin en aci darbelerinden biridir. Alan Moorehead(Yazar)

Ataturk, eskimis bilimlerle bos yere kafasini yormams oldugundan daha taze ve cesur dusunen bir onderdir. Kendisi icin, bugunku Avrupa'nin en guclu Devlet Adamidir diyebilecegimiz Ataturk, hic suphesiz devlet adamlarinin en cesur ve orjinalidir. Herbert Sideabotham(Yazar)

Herhangi bir olayi derinligiyle kavramak, cikar yolu gorup birdenbire harekete gecmek iktidari, O'nun essiz otoritesinin baslica kaynaklarindan biridir.(1923) Grace Ellison (Gazeteci)

IRAN

Ataturk gibi insanlar bir nesil icin dogmadiklari gibi belli bir devre icin de dogmazlar. Onlar onderlikleriyle yuzyillarca milletlerin tarihinde hukum surecek insanlardir. Tahran Gazetesi

Ataturk yalniz kahraman milletinin buyuk bir Sef'i olmakla kalmamistir. O, ayni zamanda insanligin da en buyuk evladi olmustur. Iran Gazetesi

ISRAIL

Dunya, cagimizin en dikkati cekici adamlarindan birini kaybetti. Palestine Post

Mustafa Kemal Ataturk, kuskusuz 20. yuzyilda dunya savasindan once yetisen en buyuk devlet adamlarindan biri, hicbir millete nasip olmayan cesur ve buyuk bir inkilapci olmustur. Ben Gurion
Israil Basbakani (1963)

ISVEC

O, olmasaydi modern Turkiye olmazdi. O'nun sayesinde Turkler, O'nun olaganustu eserini izleyebilecekler ve zaten dunyaca pek yuksek olan onurlarini daha fazla yukseltebileceklerdir. Nya Dagligt Gazetesi

ISVICRE

Turkiye'yi yaratan, tarihimizin bu en Buyuk Adam'ini basimi en derin hurmetle egerek selamlarim. Profesor MORRF

Yalniz bir asker degil, ayni zamanda yuzyilimizin bir daha goremiyecegi bir dahi idi. Profesor SEKRETAN

ITALYA

Hayatinin sonuna kadar milleti'nin mutlak guveni ile kurdugu devletin basinda muzaffer kumandaninin kisiligi, esi gorulmemis bir karakter ornegidir. C.C.SFORZA

Ustun iradesi, tukenmez cesareti ve essiz sezis ile hasimlarini dize getirdi. Fazilet ve ciddiyeti, uc yilda memleketine yalniz askeri, ayni zamanda tam ve doyurucu bir siyasi zafer kazandirdi. F.Perrone Di San Martino (Yazar)

Ataturk'un olumu ile Yakin Dogu'nun gelismesine birinci derecede etken olan son derece kuvvetli bir sahsiyet kaybolmustur. Tribuna Gazetesi

JAPONYA

Sasirtici ve cekici bir kisi. Asker olarak buyuk, fakat devlet adami olarak daha buyuk. Japon Times

Yuzyildanberi Kucuk Asya'nin cikardigi en buyuk lider. The Japon Cohronicle

LUBNAN

Buyuk adamlar, kusaklarinin basindadir. Turk Milleti'nin basindaki buyuk ve dahi Ataturk, politika ve savas alanlarinda yilmayan buyuk ve yurtsever bir insandi. KERAMA
Lubnan Basbakani, 10 Kasim 1963)

Kelimenin tam anlamiyle bir yapici ve yaratici olan Ataturk, dunya haritasinda memleketine yepyeni bir sinir cizmistir... Loryan Gazetesi (1938)

Ataturk, dunyanin cok nadir yetistirdigi dahilerdendir. O, butun bir tarihin seyrini degistirmistir. Ennehar Gazetesi (1938)

Dunyanin cok nadir yetistirdigi dahilerdendir. Dunya tarihinin gidisini degistirmistir. An Nahar

MACARISTAN

Yuzyilimizda, "olmayacak hicbir sey yoktur" seklindeki tarihi gercegi isbatlayan ilk adam olmustur. Esti Ujsag.Macar.

Dunya, bu savas ve baris kahramani buyuk adamin olumu ile yoksul dusmustur. Pester lioyd Gazetesi

Turkiye'yi bir ari kovaninin ve butun Turkleri de bal aramaga cikmis caliskan arilara benzetiyorum. Nasil arilar beylerinin etrafinda toplanip calisirlarsa butun Turk Milleti bu gun buyuk dahi Mustafa Kemal etrafinda toplanmislardir. Prof.M.Zaajti Franes

MISIR

Caginin, belki de tum tarihin en olaganustu kisilerinden biri. Egyptian Gazete

NORVEC

Ataturk, tarihte, memleketinin en buyuk adamlarindan biri olarak kalacaktir. Le Morgen Bladet Gazetesi

PAKSTAN

Kemal Ataturk, yalniz bu yuzyilin en buyuk adamlarindan biri degildir. Biz Pakistan'da, O'nu gecmis butun caglarin en buyuk adamlarindan biri olarak goruyoruz. Askeri bir deha, dogustan bir lider ve buyuk bir yurtsever... Eyup Han
Pakistan Cumhurbaskani

Bizim aslimiz rengi ucmus bir kivilcim iken, O'nun bakisi ile cihani kaplayan ve aydinlatan bir gunes haline geldik. Ikbal(Sair)

POLANYA

O'nun yaratici ruhunun ve atesli yurtseverliginin harekete gecmemis oldugu hicbir alan yoktur... Gazeta Polska

ROMANYA

Ataturk, tarihte teskilatci bir dahi, bir milletin harikalar yaratan yoneticisi ve memleketinin kurtaricisi olarak kalacaktir. Independance Romaine Gazetesi(12 Kasim 1938)


Bir milleti, ucurumun kenarindan sarsilmaz azmiyle kurtaran, kuvvetlendiren, yukselten yoneticiler arasinda Ataturk, en birincisidir. Timpul Gazetesi(12 Kasim 1938)

RUSYA

Sohreti butun cihana yayilmis olan tecrubeli baskanin yonetimi herkesin sevgi ve saygisini ceken buyuk Turk Milleti'nin milli bagimsizligini devamli bir basari ile kuvvetlendirmis ve yeni milli yapisini yaratmistir. Sovyet Basbakani Kalinin

SURIYE

Vatanini muhakkak bir parcalanmaktan kurtararak devlet gemisini guvenilir bir limana ***urduktan sonra milletinden bir taht istemedi. O, kelimesinin butun anlamiyla bir insan, essiz bir dahi, kahraman bir asker ve siyaset adami idi... Elifba Gazetesi

Ataturk'un basardigi isler mucize ve harika kabilindedir. Birkac yil icinde memleketinde yaptigi inkilaplar, birkac yuzyilda gerceklestirilmeyecek islerdir. El Tekaddum Gazetesi

YOGOSLAVYA

Ataturk'un dehasi, tarihte Turk Milleti'nin tasidigi ruhun faziletine en yuksek orneklerinden birini teskil edecektir. Branko Aczemovic (Elci)

Tarih, silinmez harflerle bu devlet adaminin ismini hakedecektir. Ataturk bir halk adamidir. Kirilmaz azmi, keskin zekasi ve kudreti kendisini yendigi alin yazisinin onune getirmis, boylece yeni Turkiye'nin yaraticisi olmustur. Politika Gazetesi

YUNANISTAN

Turkiye, dost ve dusmanlarinin hayran oldugu bir deha adama, malik bulunmak bahtiyarligina erismistir. Katimerini
 
Atatürk
Türkiye'yi "Çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak"
amacıyla bir dizi devrim yaptı.
Bu devrimleri beş başlık altında toplayabiliriz:
1. Siyasal Devrimler:
· Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)
· Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)
· Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)

2. Toplumsal Devrimler:
· Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934)
· Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925)
· Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925)
· Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934)
· Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934)
· Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931)

3. Hukuk Devrimi:
· Mecellenin kaldırılması (1924-1937)
· Türk Medeni Kanunu ve diğer kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-1937)

4. Eğitim ve Kültür Alanındaki Devrimler:
· Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924)
· Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928)
· Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932)
· Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933)
· Güzel sanatlarda yenilikler

5. Ekonomi Alanında Devrimler:
· Aşârın kaldırılması
· Çiftçinin özendirilmesi
· Örnek çiftliklerin kurulması
· Sanayiyi Teşvik Kanunu'nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması
· I. ve II. Kalkınma Planları'nın (1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarla donatılması

Soyadı Kanunu gereğince, 24 Kasım 1934'de TBMM'nce Mustafa Kemal'e "Atatürk" soyadı verildi.

Atatürk, 24 Nisan 1920 ve 13 Ağustos 1923 tarihlerinde TBMM Başkanlığına seçildi. Bu başkanlık görevi, Devlet-Hükümet Başkanlığı düzeyindeydi. 29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyet ilan edildi ve Atatürk ilk cumhurbaşkanı seçildi. Anayasa gereğince dört yılda bir cumhurbaşkanlığı seçimleri yenilendi. 1927,1931, 1935 yıllarında TBMM Atatürk'ü yeniden cumhurbaşkanlığına seçti.

Atatürk sık sık yurt gezilerine çıkarak devlet çalışmalarını yerinde denetledi. İlgililere aksayan yönlerle ilgili emirler verdi. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türkiye'yi ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını, bakanlarını komutanlarını ağırladı.

15-20 Ekim 1927 tarihinde
Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in kuruluşunu
anlatan büyük nutkunu,
29 Ekim 1933 tarihinde de
10. Yıl Nutku'nu okudu.

Atatürk özel yaşamında sadelik içinde yaşadı. 29 Ocak 1923'de Latife Hanımla evlendi. Birçok yurt gezisine birlikte çıktılar. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürdü. Çocukları çok seven Atatürk Afet (İnan), Sabiha (Gökçen), Fikriye, Ülkü, Nebile, Rukiye, Zehra adlı kızları ve Mustafa adlı çobanı manevi evlat edindi. Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları himayesine aldı. Yaşayanlarına iyi bir gelecek hazırladı.

1937 yılında çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını da Ankara ve Bursa Belediyelerine bağışladı. Mirasından kızkardeşine, manevi evlatlarına, Türk Dil ve Tarih Kurumlarına pay ayırdı. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi çok severdi. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine aşırı ilgisi vardı. Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Sakarya adlı atıyla, köpeği Fox'a çok değer verirdi. Zengin bir kitaplık oluşturmuştu. Akşam yemeklerine devlet ve bilim adamlarını, sanatçıları davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği'ne gider, çalışmalara bizzat katılırdı.

Fransızca ve Almanca biliyordu. 10 Kasım 1938 saat 9.05'te yakalandığı siroz hastalığından kurtulamayarak İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda hayata gözlerini yumdu. Cenazesi 21 Kasım 1938 günü törenle geçici istirahatgâhı olan Ankara Etnografya Müzesi'nde toprağa verildi. Anıtkabir yapıldıktan sonra nâşı görkemli bir törenle 10 Kasım 1953 günü ebedi istirahatgâhına gömüldü.
 
İçimizden Biri ATATÜRK

Hepimizin bildiği gibi Mustafa Kemal ATATÜRK dünya döneminin liderleri içerisinden 21 nci yüzyıla geçebilen tek liderdir. Üstelik diğer liderler kendi halkları tarafından yok edilmemin acısını yaşamışken, o hala halkının ve dünyanın nabzında en büyük canlılığıyla, sevgisiyle, saygısıyla hala yaşayabilen dünyadaki tek lider.

Önemli olanda sanırım, yaşarken ölmek değil, öldükten sonra da bu kadar uzun süre canlı kalabilmeyi başarmak değil midir?

ATATÜRK’ü biz hep tarihe mal olmuş yönleriyle tanıdık: Asker ATATÜRK ya da devlet adamı ATATÜRK olarak.

Bu verdiğim örnek dünyada tek olan örnektir. Zaten herhalde bir başkasına da rastlamamız mümkün değil. En büyük düşmanı; hani şu ordularını denize döktüğü düşmanı, Yunan başkomutanı Trikopis. Hiçbir zorlama olmadan, hiçbir baskı olmadan her Cumhuriyet bayramı Atina’daki Türk büyükelçiliğine gidiyor Trikopis, ATATÜRK’ün resminin önüne geçiyor ve saygı duruşunda bulunuyor. Böyle bir saygıyı en büyük düşmanında uyandırabilen bir Mustafa Kemal.

Yıl 1938, General McArthur’un en zor, en problemli, en buhranlı dönemi. Birden çok sıkılır ve yanında duran yüzyirmiden fazla kişiye döner ve aynen şöyle der:

“Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal’i görmek için neler vermezdim” dedirten o büyük özlemi ve onu oluşturabilen Mustafa Kemal’i.

Yada, yıl 1938. Bir İran’lı şair bir Tahran gazetesine ölümü üzerine bir şiir yazar. İşte o şiirin iki mısrasını sizlerle paylaşmak istiyorum. Diyorki;

“Allah bir ülkeye yardım etmek isterse onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir.” dizelerindeki bu kıskançlığı oluşturabilen Mustafa Kemal.

Yıl 1976, UNESCO üyelerine bir öneriyle gelir. Öneri paketindeki bir cümleyi sizlere okumak istiyorum. Diyorki ”Bu gün UNESCO’nun üzerinde çalıştığı bütün projelerin isim babası Mustafa Kemal’dir.” Öneri nedir ? Öneri ise onun doğumunun yüzüncü yılında, 152 üyesi vardı UNESCO’nun 152 ülkenin devletleri aynı anda kutlasın önerisidir. Birden İsveç delegesi ayağa kalkar ve şöyle söyler:

“Ne yani dünyada bu kadar devlet adamı var hepsinin doğum gününü böyle kutlayacak mıyız?” şeklindeki kinayeli sözlerine, Rus delegesi ayağa fırlar yumruğunu masaya vurur ve 152 ülkenin delegelerine aynen şöyle söyler;

”Genç delege arkadaşım hatırlatmak isterimki ATATÜRK öyle dünyadaki herhangi bir lider değildir, bırakın onu bir yıl anmayı her ülke her problemimizde çare olarak aramalıyız” sözlerini döktürtebilen bir Mustafa Kemal. Sonra nemi olur? UNESCO tarihinde ilk ve tekdir hiç negatif oy yok, hiç çekimser oy yok 152 ülke şu metne imza atar; hani İsveç delegesi demişti ya “ne yani” diye. O İsveç delegesi bu imzanın atıldığı gün mikrofona gelir ve aynen şunları söyler;

”Ben ATATÜRK’ü inceledim bütün ülkelerden özür diliyor ilk imzayı ben atıyorum” diyecektir.

İşte o muhteşem belge diyorki;



“ ATATÜRK KİMDİR; ATATÜRK ULULARARASI ANLAYIŞ, İŞBİRLİĞİ, BARIŞ YOLUNDA ÇABA GÖSTERMİŞ ÜSTÜN KİŞİ, OLAĞANÜSTÜ DEVRİMLER GERÇEKLEŞTİRMİŞ BİR İNKİLAPÇI, SÖMÜRGECİLİK VE YAYILMACILIĞA KARŞI SAVAŞAN İLK ÖNDER, İNSAN HAKLARINA SAYGILI, DÜNYA BARIŞININ ÖNCÜSÜ, BÜTÜN YAŞAMI BOYUNCA İNSANLAR ARASINDA RENK, DİL, DİN, IRK AYIRIMI GÖSTERMEYEN, EŞİ OLMAYAN DEVLET ADAMI, TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN KURUCUSU”

Var mı böyle bir metin! Bir filozof derki “bir ülke için kıstas aradığınız zaman o ülkenin en büyük liderini gözden geçirin” şu anda kıstas arayan ülkelere sanıyorum bundan daha iyi bir metin gösteremeyiz. İşte bu metin 152 ülke tarafından imzalanmıştır. Eşi olmayan devlet adamı metni. Peki daha sonra ne olmuştur; 151 ülkede hemen hemen bir yıl boyunca her yerde bu metni görebiliriz, soruyorsunuz bana o bir ülke kim? İşte o ülkenin adını vermeye benim dilim maalesef varmıyor.

Hadi gelin Haiti’ye gidelim. Yıl 1996, Haiti Cumhurbaşkanı ölür. Bir vasiyet bırakmıştır. Haiti’ye baktım haritada bir kutup kadar uzak ülke. Haiti Cumhurbaşkanı 1996 da öldüğünde vasiyeti açılır. Vasiyetinde mezar taşına yazılması için bir metin bırakmıştır. Haiti Cumhurbaşkanının bugün mezar taşında yazan hitabeyi sizlere okumak istiyorum. Diyorki “Bütün ömrüm boyunca Türkiye’nin lideri Mustafa Kemal ATATÜRK’ü anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu öldüm”

Peki yıllar bir şey değiştirir mi? Hayır. 2000 yılında bizim medyanın kaçırdığı bir bilgi var, ABD Başkanı milenyum mesajını veriyor. Mesajın bir yerinde aynen şunları söyler; “Bugün milenyumun hiç şüphe yoktur ki tek devlet adamı Mustafa Kemal ATATÜRK’tür. Çünkü o yılın değil asrın lideri olabilmeyi başarmış tek liderdir.” 2000 de ABD Başkanına işte bu gerçeği de ifade ettirebilen bir Mustafa Kemal var. Asker Mustafa Kemal’in, Devlet adamı Mustafa Kemal’in çok dışında bir Mustafa Kemal.

2003 de bir şey değişti mi?, 2004? Hayır. 2004 de bir konferans veriyorum birden bir hanımefendi ayağa fırladı. Dediki “Ben Norveçliyim ve şu anda Norveç’te çok sık kullandığımız bir deyim var, bu deyimin anl***** anladım” dedi. Hanımefendi “nedir o deyim” dedim. “Norveççe’de “ATATÜRK gibi düşünmek” deyimi var. Çok sık kullanırız bu deyimi” ”nerelerde kullanırsınız” dediğimde “Hani bir problem veririz çöz diye o da tembellik eder çözmez. Deriz ki ona bu problemin mutlaka çözümü var. Birde ATATÜRK gibi düşün”. O gün otelime geldim televizyonu açtım o kadar çok kişiye bir de ATATÜRK gibi düşün dediğimi hatırlıyorumki galiba Norveççe’den çok bizim dilimizin bu deyime fazlasıyla ihtiyacı var diye düşünmeden de edemedim.

Bir İngiliz gazeteci ATATÜRK’le bir röportaj yapar. Röportajını Amerikan Büyük Kütüphanesinden bulup getirttim ve bir yerinde Mustafa Kemal’e şöyle sorar gazeteci; ”Birleşmiş Milletlere üye olmayı düşünüyor musunuz?” Mustafa Kemal’in cevabı aynen şöyle :

“Şartlarımızı koyarız. Kabullerine bağlı. Biz müracaat etmeyiz üye olmak için. Eğer davet gelirse düşünürüz”. Evet, Birleşmiş Milletler sadece Türkiye’yi davet edebilmek için yasasını değiştirir ve ilk davet edilen ülke olur Mustafa Kemal’in ülkesi, Türkiyesi Birleşmiş Milletlere. Sanıyorum ondan feyz alacağımız çok şey var aslında Mustafa Kemal’den. Ama bu arada 2005’de daha yeni iki üç gün önce yabancı gazeteyi okuyorum. Sürmanşet büyük puntolarla şu başlığı atmış “Bu gün Ortadoğu’ya düzinelerle ATATÜRK lazım”. dedim yazara ATATÜRK ‘ü hiç tanımıyor herhalde. Düzineye hiç gerek yok tek bir tanesi de yeterdi aslında.

Örnek vermeye devam edersem inanın konferans böyle biter. Filipinlerden Çin’e kadar o kadar çok örnek var ki. Ama gördük 1925’de 1938’de 1996’da 2000’de 2005’de her ülkeden, her cinsten, her statüden insanın özlemle, sevgiyle, saygıyla aradığı ama bizim olan bir Mustafa Kemal’den bahsediyoruz. Bu gün Türkiye’nin en büyük sorunu nedir? dersem cevap olarak kulağıma gelenler şunlar; ekonomi diyorsunuz işsizlik diyorsunuz. Ama bence Türkiye’nin çok önemli bir problemi var o problemi çözersek Türkiye ekonomiyi de çözer Türkiye işsizliği de çözer. Evet Türkiye’de lider yetiştirme sorunu var.

Lider deyince de nedense hep siyasi lider anlıyoruz ben ondan bahsetmiyorum, benim lider dediğim çok kapsamlı bir kavram. Yoksa içersindeki tek bir terimdir siyasi lider veya sosyal lider. Ama lider dediğim zaman ben asrın lideri dünya liderinden bahsediyorum. İşte böyle liderlere ihtiyacımız var. Ben şimdi soracağım size şu anda karşımda pek çok genç arkadaşım oturuyor. Bunlardan bir tanesinin bir kaç dönem sonrasının Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı yada Başbakanı, Maliye Bakanı yada evinin anne babası olmadığını bana iddia edebilir misiniz? Belki sizsiniz, ama biliniz ki işte bugün sizlerle paylaşacağım konu asrın lideri, dünya lideri yada lider olmanın küçük sırlarını ATATÜRK’le sizinle paylaşacağım.

İlk sırrımız; ATATÜRK tamam arkadaşım ben topraklarınızı kurtardım askeri bir dehayım deyip yerine çekilmemiş hemen asker elbisesini çıkartıp sivil elbisesini giymiş ve inanırmısınız sınırlarını hangi sınırın lideri ise o sınırların içerisinde ne var ise ama ne var ise taşından toprağına hepsinin ama hepsinin sorumluluğunu omuzlarında hissetmiştir de onun için Mustafa Kemal bugün dünya lideridir. Nasıl mı ?

ATATÜRK’ü ağlarken tarih çok ender tespit etmiştir. 25 yıllık araştırmacıyım, 7 tespitim oldu. İlki Çanakkale’de topçu atışımız başladığı sırada döktüğü gözyaşıdır, bir diğeri ise hepimizin bildiği bir hikaye ama ben yine de anlatacağım. O günün Ankarası kurak, çorak bir köy. Çankaya’dan meclise gelirken yol üzerinde sadece ama sadece bir tek iğde ağacı varmış. ATATÜRK o iğde ağacının önünden geçişlerinde arabasını durdururmuş, inermiş ve o iğde ağacına selam verirmiş. “Aman demişler paşam ne yapıyorsunuz böyle?”, “Eee o demiş yediğim meyvenin, sığındığım gölgenin, soluduğum havanın bir neferi. En az diğer neferler kadar bunun da selama hakkı var”. Yani “niye şaşırıyorsunuz?” der gibiymiş. Ve bir gün yanında bulunan arkadaşına “İşte bu benim...” derken bide bakıyor ağaç yok ortada hemen iniyor “Ne yaptınız bu ağaca” diyor. “Paşam” diyorlar “yolu genişletmek için mecburduk kestik o ağacı”. “Yahu diyor bitek bana soraydınız bu ağacı kurtaracak bir yolu mutlaka bulurdum” diyor. Daha fazla dayanamıyor, arabasına biniyor, şoförünün ve arkadaşının gözü önünde hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Bir tek iğde ağacı için mi dersiniz? Hayır. Çok zor şartlarda kurtardığı bu topraklarda yetişen bir canlıdır ve lideri olduğu için de bu toprakların da o iğde ağacının da sorumluluğu Mustafa Kemal’in omuzlarındadırda onun için.

Galiba şimdi anlatacağım inanılmaz projeyi de o gün düşünmeye başladı. Hani “Bir daha böyle bir şeyle karşılaşabilirsem nasıl müdahale edebilirim” diye. Çok değil doğa katliamı, en kolay yaptığımız katliam.
 
DÜNYANIN EN BÜYÜK DEVLET ADAMI
Kuzey komşularımızdan birinin devlet başkanına ABD Başkanı Rooswelt , “ Avrupanın en büyük devlet adamı kimdir “ diye sorunca, muhatabı şunları söyler:
“Avrupa’da en büyükdevlet adamı kimdir, bilmiyorum.Fakat, bugün dünyanın en büyük devlet adamı, boğazların gerisinde oturan zattır.”
Atatürk öldükten sonra onun için önemli kişiler tarafından övgü dolu on binlerce demeç verildi. Yalnızca, İllustration’da çıkan şu tümceyi anımsayalım:
“...Tarih, çok büyükler gördü. İskenderleri, Napolyonları, Büyük Pedroları, Waşingtonları... Fakat, 20.yüzyılda büyüklük rekorunu Atatürk kırdı...”
15 Kasım 1938 Günü Atatürk,ün katafalkı önünden geçen birisi vardı. Atatürk’ten esinlenerek ülkesinde yenilikler yapmaya kalkınca 1928 yılında kırallıktan indirilerek sürgüne gönderilmiş Amanullah Han.
Roma’dan başka bir adla uçağa binerek İstanbul’a gelmiş,
“Onunla vedalaşmaya ve ağlamaya geldim.” Demişti...(H.F.Es )
Ve Ankara’daki törende bir general... Çanakkale’de M.Kemal’e karşı çarpışmış ve orada bir ayağını yitirmiş İngiliz mareşal Birdwood, Ankara Halkevinin balkonunda, ayağının altına toprak koydurarak elindeki mareşallik asasını kaldırıp selam duruyordu. Bu görüntü de, eski bir düşman tarafından ona duyduğu saygının ilginç bir resmiydi...

nemulutukumdiyene20uj.jpg
 
“İki M.Kemal vardır.

Biri ben, ölümlü M.Kemal,

diğeri ulusun içinde yarattığıM.Kemaller Ülküsüdür...”
Türkiyenin değişmeyen modası, herkesin Atatürk’çü olmasıdır. O’nu, o denli seviyoruz ki, İyilik, doğruluk, dürüstlük, güzellik,erdem, yurt ve ulus sevgisi vb... ne kadar olumlu değer varsa Atatürk adıyla özdeşleştiriyoruz. Resmi kuruluşlarda posterlerini asmak zorunluluğu, kimi diktatörlükleri anımsatsa da Özel işyerlerine, kulüplere, lokantalara, barlara, meyhanelere, arabalara ne demeli ? Her yerde Atatürk. Resimleri ve sözleriyle sanki bizi yönlendiriyor. Yakalarımızda rozeti, her alanda büstü, heykeli var. Okul,cadde, sokak, köprü, park, liman ne yapmışsak adını Atatürk koymuşuz.

Atatürk adına büyük törenler yapar, O’nun için övgüler düzer ve O’nun yolunda olduğumuzu gururla söyleriz. Özellikle siyasi partilerimiz ve politikacılarımız bu alanda çok yeteneklidirler.

Atatürke olan sevgi ve bağlılığımızdan kimse kuşku duyamaz.

Size kolay bir soru:

Atatürk için yukarıdakileri ve daha nicelerini yapan Türk ulusunun ve devletinin Atatürkçü (Kemalist) olmaması düşünülebilir mi?

Elbette düşünülemez. Olur mu öyle şey, dediğinizi duyar gibiyim. Ama düşünmelisiniz. Türkiyede Atatürkçülük, göründüğünden çok farklıdır. Bu alanda büyük bir oyun oynanmakta, Türk halkı kandırılmaktadır. Yarım asırdır sürdürülen bu oyun, iktidar oyunudur. Türkiyede iktidar olmanın yolu Atatürkçü olmaktan geçer. Atatürk düşmanları bu yüzden, her zaman Atatürkçülük oyunu oynarlar.

Kemalist gibi görünüp Kemalizmi yıkmak en geçerli yöntemdir. M.Kemali bunca seven halk başka türlüsüne asla izin vermez. Öyleyse kale içten çökertilmelidir.Yapılan budur.

Atatürkçü olmadığımız açıkça görülüyor.

Türkiye Kemalist bir devletse, üzerinde Atatürk resmi olan Türk lirasının bugünkü değerini açıklayabilir misiniz? Dünyanın en sağlam parası bu durumlara mı düşmeliydi? Kimse yatsıyamaz ki, Kemalizme verilen önemle Türk parasına verilen değer arasında hüzün veren bir benzerlik vardır.

Bugün, Türkiye Cumhuriyetinin politikaları Kemalist ilkelere bağlıdır, diyebiliyor muyuz? Bugün, Kemalizm’in bir tek ilkesini bile, bozmadan yaşattığımızı söyleyebilir misiniz?

Önemli devlet görevlerini üstlenen politikacıların, Anıtkabir merdivenlerini çıkarken, Ata’nın karşısında saygı duruşu yaparken, ziyaretçi defterini yazarken, Kemalizme ihanet edildiğini düşünerek ne kadar ezildiklerini, eridiklerini ekranlardan hissedebilirsiniz. Bu nedenle defterleri yalanlarla doldurmuşlardır.

Okullarımızda Kemalizm öğretimine bir bakalım:

Daha okul öncesinde çocuğun kafasında ilah düzeyinde bir Atatürk imgesi vardır. Okula başlayınca bu iyice pekişir. Bütün ders kitaplarının ilk sayfasında bir resmi ve gençliğe söylevi bulunur. Hayat bilgisi, Türkçe ve sosyal bilgiler derslerinde Atatürk, kişi olarak verilir. TC inkılap tarihi ve Atatürkçülük dersi ise öykücü bir tarih ve kuru, sıkıcı bir anlatıma sahiptir. Okullardaki Atatürk köşeleri, - çok masraf edilse de- göstermeliktir. İçerikli ve yararlı bir Atatürk köşesini yüzlerce okul arasında bile bulmak zordur.Türklük üzerine abartma ve yüceltmeye dayalı eğitimimizde Atatürk, tarihi bir kahramandır. Mete Han’dan bu yana gelen Türk büyüklerinin sonuncusudur.Yurdu kurtarıp cumhuriyeti kurduğu, devrimler yaptığı da geçiştirilerek verilir. Daha doğrusu ezberletilir.

Öğrenciler, Kemalizm sözcüğünü duymamışlardır. Tepki gösteririler. Atatürkçülük demelisiniz. Çünkü “izm”ler kötüdür. Atatürkçülük diye bilinen de sadece O’nu sevmektir.

Okullarımızda Atatürk sevgisi ve hayranlığı öne çıkarılmış, Atatürkçülüğü öğretmenin zorluğu, Atatürkü öğretmek kolaycılığına dönüştürülmüştür.

Atatürk’ü hiç öğrenemeyenler de vardır. Okulsuz ve olanaksız çocuklar bunlardandır. Başka ideolojilere kapılmış öğretmenlerin yetiştirdiği ya da tarikatların eline düşen çocuklar Atatürk düşmanı olarak büyümekte, Doğu ve güneydoğudaki çocuklarımız ise, daha baştan yitirilmektedir.

Demek ki, Kemalizmi doğru dürüst öğretemiyoruz

Bütün bunları bilerek önlem almayan iktidarlar da, bu yapının üzerine oturarak yararlanma kolaycılığını seçmişlerdir. Kemalizmi ve cumhuriyeti geliştirme yerine, var olan kazanımlar harcanarak bu günlere gelinmiş,sonunda Türkiye, sömürge durumuna düşürülmüştür.

1980’ler, 1990’lar gençliğini izledikçe para, şöhret, bencillik, sorumsuzluk, köşe dönücülük gibi değersizliklerin yükselmesi karşısında içimiz acıyor. “Bütün ümidim gençliktedir” diyen M.Kemal Türkiyesinin gençliği böyle mi olmalıydı? Hakkında bunca kaynak bulunan bir önderi ve ideolojisini doğru dürüst öğrenmeyi gereksiz sayan, tarihsel olaylar geçmişte kalmıştır, bizimle ilgisi yoktur, zaten sıkıcıdır diye gerekçeler üreten gençlerin çoğalması Türkiyenin geleceğini karartıyor.

Gençleri suçlamıyoruz. Onları böyle yetiştiren bir eğitim sisteminin ve Türkiyeyi yönetenlerin Kemalist olmadıklarını vurguluyoruz. Suçladıklarımız, Türk halkını Atatürkçülükle kandıran, sonra da insanlarına böylesine tutarsız, gerici, ulusal olmayan bir eğitimi uygun gören iktidarlardır.

...

M.Kemal ve Kemalizm konusunda nerdeyse toplumca yanlış içindeyiz. Kolayca öğrenilebilecek bir ideolojinin yanlış öğrenilmesi için birileri sürekli uğraş vermekte ve başarılı olmaktadırlar.

Laikiliği dinsizlik olarak görenler,M.Kemalin ne kadar dindar olduğunu, 1923’teki balıkesir Paşa camisi hutbesini örnek göstererek kendilerine pay çıkarıyorlar. Kurtuluş savaşının başında M. Kemalin saltanatı ve hilafeti kurtarmak için yola çıktığını öne sürüyorlar.

Kimileri İş bankasının kurulmasını,C.Bayar’ın 1937’de başbakan olmasını M.Kemalin liberal kapitalizm yanlısı olduğuna kanıt gösteriyorlar.

Kimileri,Kemalist devletçiliği, sosyalist devletçilik olarak görmeye ve göstermeye çalışıyor.

Kimileri, Kemalist ulusçuluğu, ırkçı-şoven ulusçuluk gibi algılıyor.

Küreselleşmeyi savunanlar bile Atatürk’ün de kaynaşmış bir dünya düşündüğünü belirterek Atatürkten bir pay çıkarmaya çalışıyorlar.

Kimisi, Atatürk böyle düşünüyordu diyerek sözler uyduruyor. Atatürkün söylev ve demeçlerini okumamış bile!

Özetle, önemli bir kesim Kemalist devrim ilkelerini bozmak için uğraşmaya devam ediyor. M.Kemal ve Kemalizmi öyle çekiştiriyorlar ki, doğruyu bulmak zorlaşıyor. Amaçlarına ulaşıyorlar. Böylelikle Atatürk sömürüsü sürüyor. Türkiye Kemalizmden uzaklaştırılıyor.

Bunun bir parçası olarak gazete, dergi ve Tv’lerde Atatürk için uluorta yalan ve hakaretler uyduruluyor. İlgili kurumlar ve aydınlar duyarsız !

....

Bunca sevilen bir önderin aynı ölçüde sömürülmesi, ideolojisini öğrenme ve yaymaya ilgisiz kalınması, kurduğu devletin Kemalizm’den ayrılması karşısında Kemalist aydınlara önemli görevler düşmektedir.

Bu kitapta, Kemalizm özetle incelendi ve dilimiz döndüğünce açıklanmaya çalışıldı. Kemalist ilkelerin özünü, sözü uzatmadan, bir köşe yazısı tadında aktarmak istedik. Kimi güncel sorunlarımız, Kemalizmin mihenk taşında değerlendirildi.

Yeni yüzyılda da, Kemalizmin önemini koruyacağı ve işlevini sürdüreceği sonucuna ulaştık. M.Kemal’i insan olarak duyumsatmak, kişiliğinin ilginç ve renkli yönlerini anlatabilmek amacıyla da anılardan bir derleme yaptık.

Okur, Kemalizmle ilgili herhangi bir sorusuna doğru bir yanıt bulabilirse bu yazılar amacına ulaşmış olacaktır.

Bu konuda yazılan on binlerce kitap arasına katılmak bir sevinç, Kemalizm denizinde bir damla olabilmek, mutluluk kaynağıdır.

Asıl amacımız M.Kemaller ülküsünü yaşatmaktır.
 
ATATÜRK VECİZELERİ

Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir.

Cumhuriyeti,ve onun gereklerini yüksek sesle anlatınız.Bunu yüreklere yerleştirmek için elverişli olan hiçbir durumu kaçırmayınız.

Bu memleket tarihte Türktü, halde Türktür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.1923

Ben,Türk ufuklarından bir gün mutlaka bir güneş doğacağına, bunun hararet ve kuvvetinin bizi ısıtacağına, bundan bize bir güç çıkacağına o kadar emindim ki, bunu âdeta gözlerimle görüyordum. 1937

Cumhuriyet ahlak üstünlüğüne dayanan bir ülküdür;Cumhuriyet erdemdir.

Millî egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmağa mahkûmdurlar. 1929

Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete maliktir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet, milletimizin kalb ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz.1923

Bizce: Türkiye Cumhuriyet anlamınca kadın, bütün Türk tarihinde olduğu gibi bugün de en muhterem mevkide, her şeyin üstünde yüksek ve şerefli bir mevcudiyettir. Memleket dayanışma isteyen bir birliğe muhtaçtır. Alelâde politikacılıkla milleti parçalamak, hıyanettir.1925

Yeni nesil, en büyük cumhuriyetçilik dersini bugünkü öğretmenler topluluğundan ve onların yetiştirecekleri öğretmenlerden alacaktır. 1924

Türk milleti kahramanlıkta olduğu kadar, istidat ve liyakatte de bütün milletlerden üstündür. Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve bağımsızlık fikrinin ölmez âbidesidir. Bu eseri meydana getiren bir milletin evlâdı, bir ordunun Başkumandanı olduğumdan daima mesut ve bahtiyarım. 1927

Hiçbir sözümde milletime karşı geri alma durumunda kalmadım. Onları söylerken bir hayal peşinde koşan gibi, hayal şakıyan bir şair gibi değil, onları söylemekliğim bu milletteki kabiliyet unsurlarını bilmekliğimden idi.1923

Milletimiz çok büyüktür. Hiç korkmayalım. O, esaret ve aşağılığı kabul etmez.1919

Türk milletinin istidadı ve katî kararı medeniyet yolunda, durmadan, yılmadan, ilerlemektedir.

Türk köylüsünü 'Efendi' yerine getirmedikçe memleket ve millet yükselemez İnsaf ve merhamet dilenmekle millet işleri, devlet işleri görülemez; millet ve devlet şeref ve bağımsızlığı temin edilemez.1927

Mesuliyet yükü herşeyden, ölümden de ağırdır.1915

Dünya üzerinde yaş**ış ve yaşayan milletler arasında demokrat doğan yegâne millet Türklerdir. 1937

Türk, esaret kabul etmeyen bir millettir. Türk milleti esir olmamıştır. Ben gerektiği zaman en büyük hediyem olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim.1937

Dolayısıyla ya istiklâl, ya ölüm! 1920 .
 
Atatürk'e göre "Milletleri idare edenlerin vazifesi, hayatı mutlu kılmak hususunda milletlerine yol göstermekti. Bütün insanlığın varlığını kendi şahıslarında gören adamlar mutsuzdiı. Hayatta mutluluk, ancak gelecek nesillerin şerefi, varlığı ve huzuru için çalışmakla mümkündü. Natta bir devlet adamı böyle hareket ederken "Benden sonra gelecekler, acaba böyle bir ruhla çalıştığımı fark edecekter mi diye bile düşünmemeliydi."

O, karşılık beklemeksizin, insanlığın mutluluğuna hizmet edebilecek adam yetiştirmenin, en büyük zevk olduğunu söylüyor ve şöyle diyordu: "Bahçesinde çiçek yetiştiren insan, bu çiçekten birşey bekler mi? Adam yetiştiren insan da, çiçek yetiştirendeki hislerle hareket etmelidir. Ancak bu tarzda düşünen ve çalışan adamlardır ki memleketlerine, milletlerine ve bunların geleceğine faydalı olâbilirler".

Atatürk'e göre, milletler arasında düşmanlıkların yerini akrabalık bilinci almalı idi. Kıta'alar ve milletler arasında ırkçı ve şoven yaklaşımlar, yerini bütün insanlığın paylaştığı bazı ortak değerlere terk etmeli idi. "İnsanları mesut edecek yegâne vasıta, onları birbirine yaklaştırarak, onları birbirlerine sevdirecek karşılıklı maddî ve manevî ihtiyaçlarını temine yarıyan hareket ve enerji idi. Dünya barışı içinde insanlığın gerçek mutluluğu, ancak bu yüksek ideal yolcularının çoğalması ve muvaffak olmasıyla mümkün olacaktı. Dünya vatandaş(arı kıskançlık, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmeli, insanlığın bütününün refahı, açlık ve baskının yerini almalıydı." Bütün milletlerin çağdaş uygarlık düzeyinde birleşmesi, bu ortak uygarlığa dahil olması Atatürk'ün en samimî arzusu idi. Çünkü O, insanlığın hepsini bir vücut ve her milleti bunun bir organı sayıyordu.
 
Atatürk'ün Düşünceleri - Alfabetik
A
ADALET
«Adalet gücü bağımsız olmayan bir milletin, devlet halinde varlığı kabul olunmaz.»
1920.
«Zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkâr olunamaz.» Kuralı adlî politikamızın temelidir.
1922.
ADLİYE
« En yeni kanunlarla donanmış olan adliyemizin basireti ve adaleti uygulamak için gösterdiği dikkat milletin huzur ve niz***** korumağa kâfi ve muktedirdir.»
01.11.1929, T.B.M.M. 3. Dönem 3.Toplanma Yılını Açarken.
« Adliyemizin emin olduğumuz yüksek gücü sayesindedir ki, Cumhuriyet, kaçınılmaz gelişimi takip edebilecek ve türlü şekil ve türdeki tecavüzlere karşı vatandaşın hukukunu ve memleketin düzenini koruyabilecektir.»
01. 11. 1930 T.B.M..M. 3. Dönem 4. Toplanma Yılını Açarken.

ADLİYE SİYASETİ
«…Adliye politikamızda takip edilecek gaye, evvela halkı yormaksızın süratle, isabetle, emniyetle adaleti dağıtmaktır. İkinci olarak toplumumuzun bütün dünya ile teması doğal ve zorunludur; bunun için adaletimizin seviyesini bütün medeni toplumların derecesinde bulundurmak mecburiyetindeyiz. Bu hususları sağlamak için mevcut kanun ve usüllerimizi bu bakış açılarına göre yenilemekteyiz ve yenileyeceğiz…»
01. 03. 1922, T.B.M.M., 3. Toplanma Yılını Açarken.

AHLAK
«…Hiç bir millet yoktur ki, ahlâk esaslarına dayanmadan ilerlesin …»
24. 12. 1919., Kırşehir Gençler Derneğindeki Hitabe.
«…Tehdit esasına dayanan ahlâk, bir fazilet olmadıktan başka güvene de lâyık değildir.…»
25. 08. 1924, Muallimler Birliği Kongresi Üyelerine.

AİLE HAYATI
«…Medeniyetin esası, gelişme ve gücün temeli aile hayatındadır. Bu hayatta fenalık, muhakkak sosyal, ekonomik, siyasal güçsüzlüğe sebep olur. Aileyi teşkil eden kadın ve erkek unsurların doğal haklarına sahip olmaları, aile görevlerini başaracak güçte olmaları gereklidir.»
30. 08. 1924, Dumlupınar’da Konuşma.
« Efendiler, sosyal hayatın kökeni, aile hayatıdır. Aile, açıklamaya gerek yoktur ki, kadın ve erkekten oluşur…»
28. 08. 1925, İnebolu’da Bir Konuşma.

ALLAH
«… Tanrı birdir, büyüktür…»
01. 11. 1922, T.B.M.M.
«… Biliriz ki, Allah dünya üzerinde yarattığı bu kadar nimetleri, bu kadar güzellikleri insanlar istifade etsin, varlık içinde yaşasınlar diye yaratmıştır. Ve âzami derecede faydalanabilmek için de, bugün kâinattan esirgediği zekâyı, aklı insanlara vermiştir..»
17. 02. 1923, İzmir İktisat Kongresini Açış Söylevi.

ANAYASA
«… Anayasa, milletin tamamıyla arzularını ve meclisin mahiyetini ve gerçek şeklini gösterir bir kanundur…»
21. 02. 1921, T.B.M.M.
«… Anayasa da, Osmanlı İmparatorluğunun, Osmanlı Devletinin öldüğünü idrak ve ifade ve onun yerine yeni Türkiye Devleti’nin geçtiğini ilân eyleyen ve bu devletin hayatının da kayıtsız sartsız hakimiyetin milletin elinde kalmasıyla mümkün olduğunu ifade eden bir kanundur…»
17. 02. 1923, İzmir İktisat Kongresi Açış Söylevi.
«…Anayasanın asıl ruhu ise kitaplara geçmesinden evvel milletin dimağında ve vicdanında toplanmış olmasıyla ve ancak bunun ifadesi olmak üzere kurduğu meclise verdiği gerçek görev ile senelerden beri hükümlerini fiilen uyguluyor olmasıyla ve en nihayet kanun şeklinde dünyanın gözleri önüne konmasıyla gerçekleşmiştir…»
16. 01. 1923, İstanbul Gazete Temsilcilerine Hitap.

ANNE
« Büyük başarılar, değerli anaların yetiştirdikleri seçkin çocukların yardımıyla meydana gelir. »
1923.
« Kadının en büyük vazifesi analıktır. İlk terbiye verilen yer ana kucağı olduğu düşünülürse bu görevin önemi gerektiği gibi anlaşılır….»
31. 01. 1923, İzmir’de Halk ile Konuşma.

AŞAR VERGİSİ
«…Memleketin başında ortaçağın en insafsız belâsı olarak hâlâ musallat duran aşarın kaldırılmasını yüce meclise teklif edebilecek bir ekonomik seviyeye Cumhuriyet idaresinin bir senede ulaşmış olması, cidden memnuniyet vericidir.»
01. 11. 1924, T.B.M.M. 2.Dönem 2.Toplanma Yılını Açarken.
«…Köylümüz ve ziraatimiz üzerindeki aşar kâbusunun ortadan kaldırılması ile meydana gelen rahatlık, milletin daha çok üretmek, daha rahat olmak için çalışmak arzularını teşekkür edilecek bir derecede arttırmıştır.»
01. 11. 1925, T.B.M.M. 2. Dönem 2. Toplanma Yılını Açarken.

AŞILAMA
«Yayılan ve bulaşıcı hastalıklara karşı insanları muhafaza hususunda hizmetleri görülen aşıları hazırlamakla meşgul Hıfzısıhha müesseselerimiz tam bir başarıyla çalışmasına devam ve mücadeleye faydalı hizmetler ifa etmektedirler. 1921 yılı içerisinde üç milyon kişilik çiçek aşısı yapabilen Sivas müessesesi geçen sene içinde beş milyon kişilik çiçek aşısı, beş yüz otuz yedi kilogram kolera, dört yüz yedi kilogram tifo aşıları üretmiş ve bunlar âhâliye yeter derecede uygulanmıştır…»
01.03.1923, T.B.M.M. 4.Toplanma Yılını Açarken.

AYDIN
«…Aydın sınıfı ile halkın anlayış ve hedefi arasında doğal bir uygunluk olması lazımdır. Yani aydın sınıfın halka telkin edeceği fikirler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalıdır…»
20.03.1923, Konya Gençleriyle Konuşma.

«…Aydınlarımız, milletimi en mutlu yapayım der. Başka milletler nasıl olmuşsa onu da aynen öyle yapalım der. Ama düşünmeliyiz ki, böyle bir teori hiç bir devirde muvaffak olmuş değildir. Bir millet için saadet olan bir şey diğer millet için felaket olabilir. Aynı sebep ve şartlar birini mutlu ettiği halde diğerlerini bedbaht edebilir. Onun için millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, keşiflerinden, gelişmelerinden istifade edelim, ama unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz.»
20.03.1923, Konya Gençleriyle Konuşma.

«… Aydınlarımız içinde çok iyi düşünenler vardır. Fakat genellikle şu hatamız vardır ki, araştırma ve çalışmamıza zemin olarak çok vakit kendi memleketimizi, kendi tarihimizi, kendi geleneklerimizi, kendi özelliklerimizi ve ihtiyaçlarımızı almalıyız. Aydınlarımız belki bütün dünyayı, bütün diğer milletleri tanır, ama kendimizi bilmeyiz.»
20.03.1923, Konya Gençleriyle Konuşma.
 
ÇOCUKLUĞU GENÇLİĞİ

Atatürk, öğrenim çağına gelince Önce Hafız Mehmed Efendi'nin mahalle mektebinde (okulunda) öğrenime başladı, sonra babasının isteğiyle Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti. Bu sırada babasını kaybetti. Bir süre Rapla çiftliğinde dayısının yanında kaldıktan sonra Selanik'e dönüp okulunu bitirdi. Selanik Mülkiye Rüştiyesi'ne (ortaokul) kaydoldu. Kısa bir süre sonra 1893 yılında Askeri Rüştiye'ye girdi. Bu okulda matematik öğretmeni adına "Kemal"i ilave etti. 1896-1899 yıllarında Manastır Askeri İdadisi'ni (lise) bitirip İstanbul'da Harp Okulu'nda öğrenime başladı. 1902 yılında teğmen rütbesiyle mezun oldu, Harp Akademisi'ne devam etti. 11 Ocak 1905 'te yüzbaşı rütbesiyle Akademi' yi tamamladı.

1905-1907 yılları arasında Şam'da 5. Ordu emrinde görev yaptı. 1907'de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu, Manastır'a atandı. 19 Nisan 1909'da İstanbul'a giren Hareket Ordusu'nda Kurmay Başkanı olarak görev aldı; 1910 yılında Fransa'ya gönderildi, Manevralara katıldı. 1911 yılında İstanbul' da Genelkurmay Başkanlığı enırinde çalışmaya başladı.
 
DÜNYANIN GÖZÜNDE ATATÜRK

GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK EN BÜYÜK DEVLET ADAMI
Franklin D. Roosevelt
(Amerika Birleşik Devletleri Başkanı) Mustafa Kemal hakkındaki bilgiyi O'nu çok iyi tanıyan birisinden edindim. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği'nin Dışişleri Bakanı Litvinof la görüşürken, onun fikrince bütün Avrupa'nın en değerli ve ilgi çekici devlet ad*****n bugün Avrupa'da yaşamadığını, Boğazların gerisinde, Ankara'da yaşadığını, bunun Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk olduğunu söyledi.
(Üç Adam, Kemal Atatürk-Roosevelt-Mussolini, 1937)

YÜZYILIMIZIN DAHİSİ
D. Lloyd George
(İngiltere Başbakanı)
Yüzyıllar nadir olarak dahi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki, o büyük dahi çağımızda Türk milletine nasip oldu. (1922)
(K. Atatürk ve Milli Mücadele T., 1958, s. 508)

"ATA'NIN ÖLÜMÜ BÜYÜK KAYIPTIR"
Winston Churchill
(İngiltere Başbakanı)
Savaşta Türkiye'yi kurtaran, savaştan sonra da Türk ulusunu yeniden dirilten Atatürk'ün ölümü, yalnız yurdu için değil, Avrupa için de en büyük kayıptır. Her sınıf halkın O'nun ardından döktükleri içten gözyaşları bu büyük kahramana ve modern Türkiye'nin Ata'sına layık bir tezahürden başka bir şey değildir.

YÜKSEK ANLAYIŞLI ÖNDER
V. İliç Lenin
(Rus ihtilali lideri)
Mustafa Kemal sosyalist değildi. Fakat görülüyor ki iyi bir teşkilatçı, yüksek anlayışlı, ilerici, iyi düşünceli ve akıllı bir önderdir. 0, soygunculara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor. Emperyalistlerin gururunu kıracağına ve Sultanı da yaranıyla birlikte alt edeceğine inanıyorum. (1921)
(Tek Adam, 1964, s. 378)

"O'NA NASIL HAYRAN OLMAYAYIM?"
Edouard Herriot
(Fransa eski Başbakanı)
- Paşa, size nasıl hayran olmayayım? Ben Fransa'da laik bir hükümet kurmuştum. Bu hükümeti Papa'nın Paris'teki temsilcisinin yardımı ile papazlar devirdi. Sizse bir Halife'yi kovdunuz ve gerçek anlamıyla laik bir devlet kurdunuz. Siz, bu taassup içinde laikliği bu topluma nasıl kabul ettirdiniz? Dehanızın büyük eseri laik bir Türkiye yaratmak olmuştur. (1933)
(Yazılmayan Yönleriyle Atatürk, 1963, s. 62)


"TÜRKİYE ÖvÜNEBİLİR"
Eleftherios Venizelos
(Yunanistan Başbakanı)
Bir ulusun hayatında bu kadar az sürede bu denli kökten değişiklik pek seyrek gerçekieşir... Bu olağanüstü işleri yapanlar, hiç kuşkusuz kelimenin tam anlamıyla büyük adam niteliğine hak kazanmışlardır. Ve bundan dolayı Türkiye övünebilir. (31 Ekim 1933)
(Cumhuriyet, 29 Ekim 1969)

TÜRK BİRLİĞİNİN MİMARİ

Dwight D. Eisenhower
(ABD Başkanı)
Kemal Atatürk için daimi bir amt tesisi münasebetiyle Türkiye'ye tebriklerimi arz ile gurur duyuyorum. O'nun gösterdiği yolda yürüyen büyük ulusunuz çok önemli başarılar elde etmiştir. Türk birliğinin ve ilerleyişinin mimarı Atatürk'ün hatırasını anmak için yapılan bu tören, dünyanın her tarafından hür insanlara ilham kaynağı olmuş bir zata çok yerinde bir saygıdır.
(Anıtkabir Özel Defteri'nden, 1953)

ATATÜRK İLHAM KAYNAĞIYDI
Habib Burgiba
(Tunus Devlet Başkam)
Sakarya Savaşı, Sakarya Zaferi, yirmi yaşımın en kuvvetli hatırası olmuştur. 0 zamanlar kendi kendime diyordum: Acaba ben de ulusumu böylesine seferber edemez miyim, onun ruhuna bu kurtarıcı hamleyi, bu dizgin tanımaz ihtirası aşılayamaz mıyım?
(Cumhuriyet, 26 Mart 1965)

SADIK DOSTLUK DUYGULARI
Charles de Gaulle
(Fransa Devlet Başkanı)
Büyük Atatürk'ün ölümünün 25. yıldönümü nedeniyle Fransız ulusunun, Türk ulusuna karşı duymakta olduğu sadık dostluk duygulannı dile getirmek isterim. Türkiye tarihi, bugün, her zamandan çok Batı ve Avrupa tarihinden ayrılmaz bir durumdadır. Ve Atatürk'ün bu yöndeki gayretleri sonuçsuz kalmamıştır. MemleketlerimiZ arasındaki yüzyılları aşan dostluk, bu gelişmenin temelini oluşturur.
(Vatan, 10 Kasım 1963)
 
GÖMÜLECEĞİ YER

Atatürk'ün gömüleceği yer ve toprak:
O'nun kabri Ankara'da olacaktır. Fakat bu şehrin neresinde? Çünkü O' nun en son kuvvetli isteği bir an önce Ankara'ya dönebilmekti. Biri Büyük Millet Meclisi'nden İstasyon'a inen cadde üzerindeki yuvarlak yer, diğeri Çankaya'daki yeni köşkün mermer havuzu. Bu yerler şu nedenle konuşulmuştur:
Bir akşam Atatürk'ün etrafında toplananlar arasında, O'nun ölümlü oluşu üzerinde durulmuş ve özellikle kendisi 1926 suikast girişiminden sonra söylediği cümleyi tekrar etmişti. "Benim naçiz vücudum bir gün elbette toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır." dedikten sonra "Milletim beni istediği yerde yatırsın, yeter ki beni unutmasın," demişti. Meclisin altındaki yuvarlak yeri ortaya atan kişiye ise, "iyi ve kalabalık bir yer, fakat ben böyle bir arzumu milletime vasiyet edemem". Ancak, gene o akşam ileri sürülen bir fikrin kendisini çok

duygulandırdığını, bugün bile hatırlıyorum.

Memleketin bütün sınır boylarından getirilecek toprak üzerinde yatmak. Recep Peker, hararetle bu fikrin sembolik savunmasını yapmıştı.

Atatürk, böyle bir fikrin uygulanmasından ancak, ölümlü vücudu için hoşlanacağını ve gurur duyacağını anlatırken bana bakarak: "Bunu unutma!" demişti.
 
ATATÜRK'ÜN HAYAT FELSEFESİ

Trablus gârp Mücahidi, Ana fartalar Kahramanı, Yıldırım orduları Baş kumandanı, Müdafaa milliye Reisi, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Reisi, Gazi Mustafa Kemal, Dumlupınar Kahramanı, Türkiye Cumhur Reisi, ve nihayet Atatürk hakkında yazılmış bir çok eserler gördüm.

Haftalık Fransızca Ankara gazetesinin 25 Mart 1937 tarihli nüshasında « Atatürk Romanyalı misafirlerimize söylüyor » başlıklı sütunları okuyup, uzun, uzun düşündükten sonra anladım ki bu Büyük Adamı hâlâ tanıyamamışım.. O sözleri okumadan, Atatürk’ün felsefi kudretini kavramadan, Onun için ciltler dolduranlar gibi !.Bu Büyük Önderin, bu söylevle beşerî hırsların çok üstünde yaşadığını öğreniyoruz.

O, hayatı eski zaman filozoflarının kuruntulu düşüncelerinden büsbütün farklı bir bakımla inceliyor. Descartes gibi, Spinoza gibi, Leibniz gibi, Kant gibi ve nihayet Bergson gibi, metafizik spekülasyonlar ( Derin fikir istiğrakınla hayat ve kâinatın mahiyetini anlamağa çalışmak ) da yapmamıştır.

Hakikati realiteye yaklaştırarak hayatı olduğu gibi en insanî bir surette gönenmeği tavsiye etmektedir. Bunun için « Uluslar ıstırap ve kötülük nedir bilmemelidirler. Şeflerin vazifesi halka zevk ve saadet yolunu göstermektir. » diyor.Biliyoruz ki zevk ve neşede maddî ve manevî bir gerginlik ve dinçlik duyulur.Vücudumuzu teşkil eden hücreler daha iyi çalışırlar, uzviyetimizin enerjisi artar: iyi yer, iyi içeriz. Çalışmak bir lezzet ve hayat bir saadet olur.
Şunu hemen söyleyiverelim ki Atanın kastettiği zevk, itidali aşmayan neşedir, yorgunluk veren, bizi yıpratan taşkınlıklar değil !..Neşenin ruhî hayatımızda da çok önemli tesiri var: Şen bir adamın düşüncesi de şendir. Yaşayışından memnun olanın hatırına kötülük gelmez, gelse de tabiî olmaz.Bazıları ıstırap ve felâketin de bir mürebbî ve münebbih olduğunu söylerler. Bu hal pek az kimseler üzerinde görülebilir. Ekseriyetle elemli ve gamlı hadiseler bizi yeise düşürüyorlar. Vücut kabına çekiliyor, baş omuzlarımız üstünde bir yük oluyor; belimiz bükülüyor ve dimağ âlemini ümitsizliğin kara bulutları kaplıyor.

« Montaigne » ıstırap için, ruhu iyi pişiren bir fırındır ( La douleur est la fournaise â recuire 1'âme ) demişti.

« Musset » de, insan bir çırak, ıstırap onun ustasıdır ( L'homme est un apprenti, la douleur \ est son maître ), tarzında şiirler söyledi. Onun marazlı düşüncesinden zaten böyle mısralar beklenirdi. Bununla beraber Epicure, Kant, ve Schopenhauer gibi kuvvetli filozoflar da bu meselede bedbindirler. Sayfalarımızı felsefe dissertasion ( Çocukların yazmağa mecbur oldukları vazife ) larına çevirmemek için çocukluktan vazgeçiyoruz. Yalnız şunu işaret edelim ki Atatürk’ün halk için düşündüğü zevk « Spencer » in sosyeteyi yükseltmeğe âmil olarak gösterdiği hazdır. Zaten bunu itidal içinde « Aristote » da tavsiye etmiyor mu?

Büyük önder, bu zevkin bizzat hayat ve saadet kaynağı olduğunu en pratik şekli ile düşünerek herkesin gönenmesini istemektedir.Bu gönenmekte ferdi, sosyetenin bir hücresi halinde yetiştirip çalıştırıyor ve sosyeteyi de bütün insan gurupları ile kaynaştırarak ideal bir aile sâadeti kuruyor. Atatürk’ün bu düşüncesi daha ziyade Latin Stoîciens ( Ravakıyun) larının moral prensiplerine uymaktadır. Bu filozoflar, insanlar bir vücudun azasıdır « Membrasumus corporis magni » demişlerdi.

« Sadi » nin,
( Beni adem azayı yekdigerent
Ki der âferineş zeyk ğevherent )
tarzında nazma çektiği bu vecizeyi Atatürk arsı ulusal politika felsefesinde sarahat la canlandırmıştır.

Aynı zamanda, büyük Önder « Aristote » un « Politicjue » ini de çok iyi incelemiş olacak ki içtimaî faziletten önce fertlerin imkân dahilinde inkişaflarına lüzum gösteriyor. Bu noktada « Platon » dan daha pratik, daha beşerî düşünmekle beraber bize «Confucius » ün yüksek moralini de hatırlatmakta.

« Kendi şahsımız için değil bizden sonra gelecekler için çalışmak saadetin ilk şartıdır. Her fert ömrü müddetinde bu saadete erebilir. Akıllı bir insan başka türlü hareket edemez. Hayatta tam bir saadet ve sevinç ancak gelecek nesillerin şeref, bahtiyarlık ve varlığı için çalışmakla elde edilir » diyen Atatürk insanlara saadet yolunu «Bouddah»dan daha doğru olarak anlatmaktadır.

Bir gün “ Confucius “ a insanlar için en büyük faziletin ne olduğunu sordular:

« İnsanları sevmektir: sevgimizin bütün genîşliği ile, ve bütün kuvvetimizle insanları sevmeliyiz» cevabını verdi.

Atatürk bu muhabbeti bizden sonrakilere de fiilen teşmil sureti ile yüksek bir moral felsefesi yapmıştır.Confucius ün talebesinden Menciüs üstadının insanlık hakkındaki düşüncelerini “ Yakınlarımızı, kendimizi sevdiğimiz gibi sevmek ve temiz bir kalp sahibi olmak ve bize nasıl muamele edilmesini istiyorsak başkalarına da öyle muamele etmekle “ hülasa ettiğine göre Atatürk’ün şu aşağıya aynen geçirdiğimiz cümlesi insanlığın moral felsefesindeki üstünlüğünü her zaman muhafaza edecektir.Halbuki büyük ahlakçı tanınmış olan Nasıralı İsa nasihat larında Confucius den ileri gidemedi. Hatta İsa dan VI asır evvel yaşayan Çinli Filozofun yukarıya aldığımız moral prensiplerini İncil de aynen bulmak,kabildir.Şimdi Atatürk’ün Fransızca ya çevrilmiş söylevinden Türkçe ye tekrar çevirdiğimiz şu parçayı okuyalım: «Gelecek nesillerin şeref, bahtiyarlık ve varlığı için çalışan bir insan benden sonra gelecekler benim böyle bir,arzu ile çalıştığımı acaba hesap edeceklerimi? diye düşünmemelidir. Hatta hizmetlerinin gelecek nesiller tarafından bilinmemesine razı olmâğı tercih edecek karakterdeki insanlar daha ziyade bahtiyardırlar. »

Milliyet ve insaniyet perverliğin bu istikbali de çerçeveleyen mütekâmil şekli, ahlak felsefesinde son bir merhaledir ve La Rocheîoırcadd un belli başlı moral prensiplerini hodgamlığa ircâ eden düşüncelerini kökünden sarsıyor !.Hemcinsimize, bütün bediî güzelliklere, hatta her şeye şamil bir muhabbet ve şefkat tavsiye eden ahlakçılar olduğunu biliyoruz. Kîtâbı mukaddesten aldığımız Pâul un Korentoslulara birinci risalesinin VIII inci babındaki şu : “Eğer insan ve melekler lisanları ile söylersem muhabbetim olmadıkça çıngırdayan bakır yahut çınlayan zil olmuş olurum. Ve eğer bende ilham olup ta cümle sırları ve cümle ilmi bilsem ve dağları yerinden nakletmeğe muktedir olan kâmil imanım olsa muhabbetim olmadıkça bir şey değilim. Ve eğer bütün emvalimi sadaka versem ve eğer cesedimi yanmağa teslim eylesem muhabbetim olmadıkça bana bir fâyda etmez “ sözleri manevi sevgiyi en geniş mefhumu ile kavradığı için klasik kalmıştır; ancak bu muhabbetin "Atatürk ün anlattığı şekilde gelecek nesilleri istihdaf eden bir gayeye mâtuf olduğu kestirilemez. Paul daha ziyade yaşadığımız zamana ait bir muhabbet tasvir ediyor.

Hâlbuki Atatürk, ferdi ve sosyeteyi tekâmüle ***üren daha yüksek bir ahlak felsefesi yapmaktadır. İlle “hizmetlerinin gelecek nesiller tarafından bilinmemesine razı olmağı tercih edecek bir hilkatte yaratılmış insanlar daha bahtiyardırlar.” cümlesi ile asrımızın medeni zihniyetine en kestirme bir saadet yolu göstermiştir.Kant’ın metafizikleştirdiği moral formüllerinin yanında Atatürk’ün şu sarih cümlesi, pozitif, ve sosyal bir cereyan alan ahlâk prensiplerinin her ruhu tatmin eden yeni bir başlangıcı olabilir.

Söylevinin en önemli yerleri devlet adamlarına ders olacak son kısımlarıdır. Burada öyle cümleler vardır ki bunları birer vecize halinde Milletler Cemiyeti Sarayının şeref salonuna yazdıramazsak sulh ve saadet Perisine borçlu kalırız...
Şu cümlenin ihtiva ettiği yüksek manayı düşününüz, sonra da sizce kıymetli sanıp ezberlediğiniz ;herhangi bir vecizeyi hatırlayarak bununla mukayese ediniz.

Atatürk diyor ki :« İnsan kendi Milletinin refah ve saadetini düşündüğü kadar bütün ulusların da sükûn ve huzurunu düşünmek mecburiyetindedir. Her fikir sahibi bu yolda çalışmakla hiç bir şey kaybetmeyeceğini pek ala bilir ; çünkü, dünya uluslarının saadetini istemek başka bir yolla kendi saadet ve sükunumuzu istemektir. »Bir bunu bir de o hatırımıza gelecek sosyal vecizeleri yan yana koyunuz sonra Arapların ekonomik sahada olsa bile şu “Masaibu kavmin inde kavmin fevaidu” sözünü ve meşhur Machiavel in « Prince » adlı eserinde zamanının hükümet adamlarına tavsiye ettiği halde bugüne kadar bol, bol su istimal olunan aykırı düşüncelerini göz önüne getiriniz.
Daha ileri giderek bütün diplomatları, inkılâpçıları, hatta belli başlı filozofları da işe karıştırmak suretiyle geçmişlerin bırakabildikleri izler üzerinde yürüyelim. Eğer bunlar arasında Atatürk ayarında tek bir adam görürseniz ben onu da Büyük Önderle mukayeseye hazırım.

Bana mübalağa yapıyor demeyiniz; rica ederim misal gösteriniz. Fakat her şeyden önce Atatürk’ü tanımak şartı ile.Bazı gazetelerimizin lüzumlu lüzumsuz Onun adını sayfalarına geçirmeleri, bir kısım yazıcılarımızın, hattâ mevzularına hiç bir taalluku yokken yavan bir bahane bularak ondan, hem de en basit bir espri ile bahsetmeleri Atatürk gibi büyüklüğünü arsı ulusal medeniyet âlemine tasdik ettirmiş bir adama neşe vermez, bilâkis bizim büyüğümüzü hakkı ile tanıyamadığımızı gösterir ...Böyle bir insana mazhariyet bir millet için şerefken, gururken Onun hayatını günü gününe inceleyip müspet eserler sunacak yerde işin fantezisi ile vakit geçiriyoruz. Bereket versin Tarih Encümeni az çok çalışmaktadır. Fakat her bakımdan büyük yaratılmış, büyük yaşamış bir adamın hayatı yalnız tarih mi? Ya! psikologlar, ahlakçılar, içtimaiyatçılar, münekkitler ve nihayet felsefeciler nerede?

İhtisaslarına göre tetebbu eserleri verebilmek için bütün kültür adamlarımızın Atatürk ten daha enteresan bir mevzu bulacaklarını sanmıyorum.Halkımız, izah edemeyeceği derin bir şuurla Onu sevgi yapıp kalbinde, resim yapıp evinde, heykel yapıp bahçesinde taziz etmekte. Münevverlerimiz de bu izzetin manasını alarak kütüphaneler yapsalar...Herriot gibi bir hükümet adamı baş vekil olduğu buhranlı devirlerde bile yazacak zaman buluyordu! V. Hugo için hazırladığı bir eseri tamamlamak üzere Jersey adasına kadar gitti. Manş denizin dalgaları arasında Fransız şairinin sürgünlük hatıralarını uyutan bu İngiliz adasında bir kaç gün de kaldı.

Diplomat Herriot Ke Dorse de bile tetebbu dan vazgeçemiyordu! Halbuki Hugo için daha önce yüzlerce etüt yapılmıştı.Garplılar büyüklerini işte böyle dev aynasında görüp, göstermeği çok severler! Aynı şairin adını taşıyan cadde ve meydan da Paris in en şık bir mahallesini süslüyor. Hele o meydandaki heykeli sanatın bir şaheseridir. Yalnız bu mu? Bu kocaman şehrin içinde Fransız büyüklerinin binlerce heykeli var. Londra da böyle, Berlin de. İlle Roma, Sanki muazzam bir müzedir.

Zamanın nisyan tozları altında örtülüp kaybolmasını istemediğimiz ne kadar aziz hatıralar varsa garplılar onlara taştan, demirden, yani sanatın işleyebildiği ebediyetten şekiller vermişler! Orada bediî duygular, bütün kutsî mefhumların üstünde yaşıyor. Öyle sanıyorum ki insanlığı yalnız bu duygular yükseltecek.Sorbonun büyük kapısından içeri girince iki büyük heykelin karşısında bulunursunuz; bunların ikisi de Fransız değildir. Büyüklük ve ihtişam önünde duyulan hayranlığın milliyeti olmuyor.Bu münasebetle şunu hatırlıyorum : Atatürk için başka dillerle yazılan eserler bizimkinden daha çok!. Bunun manasını sormayalım cevabı acıdır; kendi kendimize düşünüp bulalım !.

ATATÜRK SÖYLÜYOR

Uluslar, ıstırap ve kötülük nedir bilmemelidirler. Şeflerin vazifesi halka zevk ve saadet yolunu göstermektir.

Vaktiyle, ben de filozofların hayat hakkındaki düşüncelerini anlamak için bazı kitaplar okudum, Bir kısmı her şeyi kapkaranlık görüyorlardı : Çünkü « Hiç bir şey değiliz ve hiçliğe karışacağız diyorlar ve bu âlemin faniliği içinde sürur ve saadete yer bulamıyorlardı. »Başka kitaplar da okudum. Bunlar daha makûl düşünen insanlar tarafından yazılmıştı. Çünkü bu filozoflar,”Mademki biz hiçiz ve bununla beraber bir sonsuzluğa doğru gidiyoruz, hiç olmazsa bu sürüklenme esnasında şen ve neşeli olalım” diyorlardı.

Ben hayatın bu ikinci mefhumunu tercih eden tabiattayım. Fakat ona şu anlatacağım şartları eklemek suretiyle :Bütün beşeriyetin varlığını kendi nefsinde temsil zannına düşenler bedbaht adamlardır. İnsan bir fert olarak er geç ölecektir. Kendi şahs*mız için değil bizden sonra gelecekler için çalışmak saadetin ilk şartıdır ki herkes buna vasıl olabilir. Akıllı bir adam başka türlü hareket edemez. Hayatta tam bir saadet ve sevinç ancak gelecek nesillerin şerefi, bahtiyarlığı ve varlığı için çalışmakla elde edilir.Böyle hareket eden bir insan: « Benden sonra gelecekler benim böyle bir arzu ile çalıştığımı acaba hesap edecekler mi?» dememelidir.Hatta hizmetlerinin gelecek nesiller tarafından bilinmemesini istemeği tercih edecek karakterdeki adamlar daha ziyade bahtiyardırlar diyeceğim.Herkes bir şey beğenir ; bazıları bahçeciliği ve çiçek yetiştirmeği severler; başkaları da insanları forme etmekten hoşlanırlar. Çiçek yetiştirenler çiçeklerden ne beklerler? Adam yetiştirenler de bu çiçek meraklıları gibi davranmalıdır.

Kendi nefsini milletinin ve vatanının saadetinden daha önce düşünenler ancak ikinci derecede adamlardır. Şahıslarına büyük bir ehemmiyet vererek mensup oldukları yurdun ve ulusun varlığını kendi zâtları ile kaim zannedenler milletlerinin saadetine hizmet etmiş addedilmezler. Ortadan çekildikten sonra hareket ve terakki yatın duracağını sanmak gaflettir.Yeryüzünün bütün milletleri bugün birbirinin akrabası olmuş veya olmak üzeredirler. Bu itibarla insan kendi milletinin refah ve saadetini düşündüğü kadar bütün ulusların da sükûn ve huzurunu düşünmek mecburiyetindedir. Her fikir sahibi bu yolda çalışmakla hiç bir şey kayıp edilmeyeceğini pek âlâ bilir. Çünkü, dünya uluslarının saadetini istemek başka bir yolla kendi saadet ve sükûnumuzu istemek demektir.

Eğer başka sosyeteler arasında sükûn, âhenk ve tam bir anlaşma teessüs edememişse tek bir memleket sırf kendi sükûnu için nafile çalışmış olur, ve bunu kazanmağa asla muvaffak olamaz İşte bunun içindir ki kendilerine karşı derin bir ihlâs ve samimiyet duyduklarıma şu tavsiyede bulunuyorum :Milletleri sevk ve idare edenler tabiî olarak her şeyden evvel kendi uluslarının saadet ve varlığının bir âmili olmayı arzu ederler; fakat ayni arzuyu yeryüzünde yaşayan bütün milletler için de beslemeleri lâzımdır.Umumî hadiseler bize şu vakayı çok açık gösteriyorlar; o da : Pek uzak sandığımız bir hadisenin bir gün bize çok yakından dokunmayacağından emin olamamak keyfiyetidir. İşte bunun için bütün beşeriyeti bir vücut ve her sosyeteyi bu vücutta bir uzuv gibi tanımak zarureti var. Bir bedenin en küçük bir parçasına isabet eden herhangi bir ıstırap o bedeni baştan ayağa kadar müteessir etmez mi?

Türkiye, Romanya ve dostları hep kuvvetlidirler. Bize herhangi bir taraftan hiç bir tehlike gelebileceğini hatıra getirmiyorum. Böyle bir tehlike tasavvuru bile faydasızdır. Biz bütün âlemi sükûn içinde temaşa edebilmek mazhariyetine malikiz. Bununla “Dünyanın filân noktasında şayet bir huzursuzluk varsa bundan bize ne?” dememeliyiz. İnsanlar, sosyeteler, hükümetler ancak böyle bir zihniyetle tecâvüzlerden, gururlardan esirgenebilir. İster şahsî, ister millî olsun gurur daima kötü şeydir.Bu mütalaalardan şu neticeyi çıkarabiliriz ; doğrudan doğruya menfaatimize taalluk eden her şeyi göz önünde tutup icaplarına göre hareket edecek, bundan sonra da bütün dünya ile alâkadar olacağız.Küçük bir misal: Ben askerim. Büyük harpte bir ordunun başında bulunuyordum; o vakit Türkiye de başka ordular ve kumandanlar da vardı. Yalnız kendi ordumla değil öteki ordularla da meşgul oluyordum. Bir gün Erzurum cephesindeki ordunun durumuna ilişiği olan bir mesele ile geç vakte kadar uğraşırken yaverim bana; size ait olmayan işlerle niçin bu kadar yoruluyorsunuz? dedi.Cevap verdim: Eğer diğer orduların durumlarını iyice bilmezsem ben kendi ordumu nasıl idare edebilirim? Bir hükümeti ve bir milleti idare eden insanlar işte böyle daima düşünmeye mecburdurlar.Bu vesile ile sayın misafirimize şunu da söyleyeyim ki: sevdiklerime karşı bütün düşüncelerimi daima söylerim. Ben içinde lüzumsuz sır saklamayan bir adamım;

Çünkü ben halkçıyım düşündüklerimi bu halkın önünde her vakit söylüyorum. Eğer hata işlersem halk bana bildirebilir; fakat bu güne kadar halkın, benim bu açık sözlülüğümü yüzüme vurması vaki olmadı...

SON SÖZ !....

Bana bu broşürü yazdıran pek değerli hitabeyi Atatürk, Ankara Palas otelinin bir salonunda Romanya Hariciye vekili Antonesco ile konuşurken söylüyor Bu, birçok hükümet adamlarının zaman, zaman okudukları ısmarlama nutuklardan değildir, içten gelen ve derin düşüncelerden sonra kristalize olan fikir hamleleridir. Ne yazık ki bunları Atatürk’ün ağzından çıktığı gibi işitemedik.Ankara gazetesi Tan gazetesinden alarak, Fransızca ya çeviriyor. Ben de oradan tekrar Türkçe ye çevirdim. Bu iki bozuk tercüme ile öyle sanıyorum ki cümleler fesahatlerinden çok şey kaybetmişlerdir, yine de m****** ulviyeti karşısında fikirler hayret içinde kalıyor.Konuşma sırasında böyle bir izahta bulunabilmek için insanın çok geniş bir felsefe kültürü olması lazım. Bu da kâfi değil, o kültürü benimseyip yeni fikirler çıkarmak kudretini kazanmalı, yani filozof olmalı.

Eflatun, Yunan sitelerini kavgadan kurtarmak için tasavvur ettiği muhayyel hükümet rejiminin başına bir filozof getirmeği düşünmüştü. Bunun manasını, Atatürk’ün söylevini okuduktan sonra daha iyi anladım.Orada yalnız moral dersleri değil yaşanmış bir hayat ta var. Atanın büyüklüğü asıl bu noktada tebarüz ederken bu hayata da dil uzatanlar oldu. En çok çalışan ve yorulan bir adama, bizi uyuttuktan sonra kendi hususiyetine çekilip biraz dinlenmek hakkını bile çok görenler bulundu. Bu haksızlığa karşı O, bize hürriyet, istiklâl, zevk ve saadet veriyor, yaşayınız, hayatınızı göneniniz diyordu.Tek günlerine kadar tarih olan altmış yıllık ömrünün şu son yirmi yılını şimdi hatırlamağa çalışıyorum. Bu müddet içinde muhalifleri Ona ne*ler isnat etmediler.. Padişahlığı kuruyor dediler olmadı; halife olacak dediler, olmadı; diktatör olmak istiyor dediler, olmadı. Milyonlar tutan hediyeler aldı dediler, verdi; çiftliklere kondu dediler, verdi; hazinelere sahip oldu dediler, verdi; nesi varsa hepsini Milletine bağışladı....Artık hiç kimsede Onun ululuğuna yaklaşabilecek tek bir tariz oku kalmamıştır. En muhteşem bir sarayda en mütevazı bir filozof hayatı geçiriyor ve rahatsızlığı zamanında bile Milletinin rahatını düşünüyor. Böyle adamlara verilecek vasıf yapılacak metih yoktur.
 
VASİYETNAMESİ

"Malik olduğum bütün nutuk ve hisse senetleri ile Çankaya'daki menkul ve gayrimenkul emvalimi Halk Partisi'ne atideki şartlarla terk ve vasiyet ediyorum:

1-Nutuk ve hisse senetleri, şimdiki İş Bankası tarafından nemalandırılacaktır.

2- Her seneki nemadan bana nisbetleri şerefi mahfuz kaldıkça, yaşadıkları müddetçe, Makbule'ye ayda 1.000, Afet'e 800, Sabiha Gökçen'e 600, Ülkü'ye 200 lira ve Rukiye ile Nebile'ye şimdiki 100'er lira verilecektir.

3- Sabiha Gökçen'e bir ev de alınabilecek para verilecektir.

4-Makbule'nin yaşadığı müddetçe Çankaya'da oturduğu ev de emirlerinde kalacaktır.

5-İsmet İnönü'nün çocuklarına yüksek tahsillerini ikmal için muhtaç oldukları yardım yapılacaktır.

6-Her sene nemadan mutebakı miktar, yarı yarıya Türk Tarih ve Türk Dil Kurumlarına tahsis edilecektir."

Mustafa Kemal ATATÜRK
 
OKULA GİRİŞİ, DERSLERİ VE NOTLARI

Mustafa Kemal'in birinci sınıfta bulunduğu 1899-1900 eğitim-öğretim yılında Harbiye'de okutulan dersler şunlardı: "Akaid-i Diniye, Topografya, Hendese-i Resmiye, Hikmet-i Tabiye, Askerî Kimya, Askerî Kitâbet, Talim Nazariyatı, Terbiye-yi Askerî, Lisan (Fransızca, Almanca, Rusça), Harita Tersimi (Çizimi), Talim Ameliyatı (Uygulaması), Topografya Ameliyatı".

Mehmet Esat'ın "Mirat-ı Mekteb-i Harbiye"sinde 1900 ve 1901 yılları için verdiği okutulan dersler listesine göre de birinci sınıfta; "Akaid-i Diniyye, Topoğrafya Nazariyatı, Hendese-i Resmiye, Hikmet-i Tabiye, Kimya, Talim Nazariyatı, Malumat ve Terbiye-yi Askeriye, Harita Tersimi, Hendese-yi Resmiye Eşkali, Topoğrafya Ameliyatı, Talim Ameliyatı, Alman veya Rus Lisanı, Kitabet" dersleri okutulmaktaydı.

Mustafa Kemal'in ikinci ve üçüncü sınıf notlarını ihtiva eden defterler Harp Okulu Arşivi'ndedir. O'nun birinci sınıf notlarını ihtiva eden not çizelgeleri de, H. Gök ve M. Uyar tarafından İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi Osmanlıca Eserler Bölümü'nde bulunarak, yeni bir inceleme ile bilim âlemine duyurulmuştur.

Buna göre Mustafa Kemal birinci sınıfta öğrenci olduğu sırada, 1899-1900 eğitim-öğretim yılında, 635'i Piyade, 88'i Süvari ve 16'sı Baytar sınıflarından olmak üzere toplam 739 öğrenci vardı. Bu yıla ait not çizelgelerinde notları bulunmayan 25'i Piyade, 8'i Süvari ve 3'ü Baytar sınıfından toplam 36 öğrencinin muhtemelen okuldan atıldıkları ve gerçekte ikinci sınıfa devam edenlerin toplam 703 kişi olduğu anlaşılmaktadır.

Mustafa Kemal birinci sene Piyade sınıfından eğitim ve öğretime devam eden toplam 610 arkadaşı arasından, toplam 484 not alarak ve 9ncu olarak ikinci sınıfa geçmiştir. Bu seneki not çizelgelerine göre "beher dersin tam numarası yekun-ı umumisi 530" ve "beher dersin üssü mizanı yekun-ı umumisi 234"tür.

Mustafa Kemal'in birinci sınıfta okuduğu dersler ve aldığı notlar şu şekildedir: "Akaid-i Diniye (42), Topoğrafya Nazariyatı (33), Hendese-yi Resmiye (29), Hikmet-i Tabiye (44), Kimya (42), Kitabet (45), Talim Nazariyatı (37), Malumat-ı ve Terbiye-yi Askeriye (45), Lisan-ı Fransevî (44), Harita Tersimi (19), Hendese-yi Resmiye Eşkali (20), Topoğrafya Ameliyatı (20), Talim Ameliyatı (20), Alman veya Rus Lisanı (44).

Bu sınıfta okutulan toplam 14 ders vardır ve 4 adet dersin tam numarası 20, diğer 10 dersin tam numarası 45'tir. Bu duruma göre Mustafa Kemal, 5 dersten tam numara almıştır. Sınıfın birincisi, Üsküplü Ali Şevket Efendi; Vanlı Müştak Efendi'dir. Ali Şevket ve Müştak'ın toplam notları 509'dur.

Mustafa Kemal, 1922'de anlattığı anılarında, İstanbul'da geçen bu ilk yılı için sadece şunları söyler: "Birinci sınıfta gençlik hayallerine tutuldum. Dersleri ihmal ettim. Senenin nasıl geçtiğinin farkında olmadım Ancak dersler kesilince kitaplara sarıldım." Eğer T. Ünal'ın birinci sınıftaki toplam 703 öğrenci için verdiğini tahmin ettiğimiz başarı durumu doğru ise; sınıfını tüm öğrenciler içinde 29ncu; not çizelgesindeki 610 Piyade sınıfı öğrencisi arasından da 9'uncu olarak bir üst sınıfa geçmiş olması, derslere fazla çalışmadan böyle büyük bir başarı sağlaması onun üstün bir öğrenci olduğunu göstermektedir.

Mustafa Kemal, ikinci sınıfta, 1900-1901 eğitim-öğretim yılında 420 arkadaşı arasından, toplam 522 not alarak ve 11 nci olarak üçüncü sınıfa geçmiştir. Bu seneki numara defterine göre "beher dersin tam numarası yekun-ı umumisi 575" ve "beher dersin üssü mizanı yekun-ı umumisi 256.5"tir.

Mustafa Kemal'in ikinci sınıfta okuduğu dersler ve aldığı notlar şu şekildedir: "Akaid-i Diniyye (45), Hizmet-i Seferiye (38), Dahiliye Kanunname-i Hümayunu (45), Fenn-i Mimari (41), Fenn-i Furusiyyet Nazariyatı (45), Lisan-ı Fransevî(42), Talim Nazariyatı (43), Malumat-ı ve Terbiye-yi Askeriyye (31), İlm-i Ahlâk (43), Kılıç Talimi (12), İstikşafat-ı Askeriyye (14), Harita Tersimi (18), Talim Ameliyatı (20), Ceza Kanunname-yi Hümayunu (44), Alman veya Rus Lisanı (41)".
Bu sınıfta okutulan toplam 15 ders vardır ve 4 adet dersin tam numarası 20, diğer 11 dersin tam numarası 45'tir. Bu duruma göre Mustafa Kemal, 4 dersten tam numara almıştır. Sınıfın birincisi, Manastır'ı da birincilikle bitiren meşhur Selanikli Ahmet Tevfik; ikincisi de Bursa'yı birincilikle bitiren Ispartalı Faik'tir. Ahmet Tevfik'in toplam notu 552, Faik'in toplam notu 551'dir.

Mustafa Kemal, üçüncü sınıfta, 1901-1902 eğitim-öğretim yılında 459 arkadaşı arasından ve 17.5 not olan üssü mizan ve üç yıllık notlarının toplamı üzerinden Harp Okulu'nu 8 nci olarak bitirmiştir. Numara defterine göre, "beher dersin tam numarası" bakımından öğrencilerin "üç senede kazandıkları numaraların yekun-ı umumisi 1635" tir. Mustafa Kemal'in üç yıllık not toplamı ise 1498'dir. "Üç sene nihayetinde umumda sıra numarası 8" dir. Bu sıra aynı zamanda "sicil sırası"nı göstermektedir. Diploma numarası 5998'dir.

Mustafa Kemal'in üçüncü sınıfta okuduğu dersler ve aldığı notlar şu şekildedir: "Sınıf-ı Salise Tabiyesi (41), İstihkamat-ı Hafife (40), Fenn-i Esliha (45), Hıfzı's- Sıhha-yı Askerî (45), Coğrafya-yı Askerî (42), Devlet-i Aliyye Ordu Teşkilâtı (43), Talim Nazariyatı (44), Malumat ve Terbiye-yi Askerî (41), Lisan-ı Fransevî (43), İstikşafat-ı Askeriyye (17), İstihkam Eşkali (18), Talim Ameliyatı (19), Tabiye Tatbikatı (18), Alman veya Rus Lisanı (36)".

Bu sınıfta okutulan toplam 14 ders vardır ve 4 adet dersin tam numarası 20, diğer 10 dersin tam numarası 45'tir. Bu duruma göre Mustafa Kemal, 2 dersten tam numara almıştır. Sınıfın birincisi yine Selanikli Ahmet Tevfik; ikincisi de yine Ispartalı Faik'tir. Ahmet Tevfik'in üç senelik toplam notu 1571, Faik'in toplam notu 1570'tir.

İlk ona giren diğer öğrencilerin sırası ve üç yıllık toplam notları şu şekildedir: "3. Mehmet Müştak, Van (1555); 4. Hayri, Davutpaşa (1519), 5. Ali Şevket, Üsküp (1519), 6. Mehmed Cemil, Süleymaniye (1508), 7. Selim, Çerkes (1505), 8. Mustafa Kemal, Selanik (1498), 9. Ahmed Müfit, Kırşehir (1494), 10. Halil, Trabzon (1490)".
 
ATATÜRK'E GÖRE ATATÜRK

İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik, geçici Mustafa Kemal... İkinci Mustafa Kemal, onu "ben" kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!
[align=center]***
[/align]
Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir.
[align=center]***
[/align]
Büyük ölülere matem gerekmez, fikirlerine bağlılık gerekir.
[align=center]***
[/align]
Ben, manevî miras olarak hiçbir nass-ı katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü müşkülât önünde, belki gâyelere tamamen eremediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Zaman süratle dönüyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur.
[align=center]***
[/align]
Benim, Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini Kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar.
[align=center]***
[/align]
Bir zamanlar gelir, beni unutmak veya unutturmak isteyen gayretler belirebilir. Fikirlerini inkâr edenler ve beni yerenler çıkabilir. Hatta bunlar, benim yakın bildiğim ve inandıklarım arasından bile olabilir. Fakat, ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve kuvvetlidirler ki bu fikirler, Hint'ten, Mısır'dan döner dolaşır gene gelir, verimli neticeleri kalpleri doldurur.
[align=center]***
[/align]
Hayatımın bütün devrelerinde olduğu gibi, son zamanların buhranları ve felâketleri arasında DA bir dakika geçmemiştir ki, her türlü huzur ve istirahatimi, her nevi şahsî duygularımı milletin kurtuluşu ve mutluluğu adına feda etmekten zevk duymayayım. Gerek askerî hayatımın ve gerek siyasî hayatımın bütün devir ve bölümlerini işgal Eden mücadelelerimde daima hareket kuralım, millî iradeye dayanarak milletin ve vatanın muhtaç olduğu gayelere yürümek olmuştur.
[align=center]***
[/align]
Pekâlâ bilirsiniz ki benim bütün hayatımda bu Ana kadar güttüğüm gaye, hiçbir vakit kişisel olmamıştır. Her NE düşünmüş ve her neye girişmiş isem, daima memleketin, milletin ve ordunun adına ve menfaatine olmuştur. Hiçbir zaman şahsımın üstünlüğünü ve sivrilmemi göz önüne almamışımdır.
[align=center]***
[/align]
Memleket ve milletin kurtuluşu ve mutluluğu için çalışmaktan başka bir maksadım yoktur. Bu, bir insan için kâfi bir sevinç ve haz temin eder. Benimle beraber olan arkadaşlarım, bütün vatandaşlarım DA aynı maksadı takip etmektedirler. Şahsî ve ailevî huzur ve mutluluğun, milletin huzur ve mutluluğuyla ayakta durduğunu, memleketin güvenlik ve dokunulmazlığıyla mümkün olduğunu gerçek ve ciddî bir surette anlamışlardır. Ben ve benimle beraber olanlar, hedefimizin yüceliğine, yolumuzun doğruluğuna eminiz. Bunda asla şüphe ve tereddüdümüz yoktur. Milletimizin, Türk milletinin yakın, uzak tarihine lüzumu kadar bilgimiz vardır, Mazinin derslerini, bugünün ve geleceğin hayatı için göz önünde tutmak dikkatinden mahrum değiliz. Yaptığımız hizmetlerle övünmüyoruz. Yapacağımız hizmetlerin, iftihar sebebi olabileceği ümidiyle avunuyoruz.
[align=center]***
[/align]
(Çevresindekilere söylediği bir söz) :
Beni övme sözlerini bırakınız; gelecek için neler yapacağız, onları söyleyin!
[align=center]***
[/align]
Benim ihtiraslarım var, hem de pek büyükleri; fakat bu ihtiraslar, yüksek mevkiler işgal etmek veya büyük paralar elde etmek gibi maddî emellerin tatminiyle ilgili bulunmuyor. Ben bu ihtiraslarımın gerçekleşmesini, vatanıma büyük faydaları dokunacak, bana DA gerektiği gibi yapılmış bir vazifenin canlı iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin başarısında arıyorum. Bütün hayatımın ilkesi, bu olmuştur. Ona çok genç yaşımda sahip oldum ve son nefesime kadar DA onu koruyacağım.
[align=center]***
[/align]
Allah bilir, hayatımda bugüne kadar orduya faydalı bir üye olabilmekten başka vicdanî bir emel edinmedim. Çünkü vatanın korunması, milletin mutluluğu için her şeyden evvel ordumuzun, eski Türk ordusu olduğunu dünyaya bir daha ispat lüzumuna çoktan inanmış idim. Bu inanca ait emellerimin şiddeti, ihtimal beni pek ziyade aşırı davranışlı göstermişti. Fakat zaman, saf ve temiz dimağlardan doğan fikrî gerçekleri -kabulünden çekinilse dahi- uygulattırır.
[align=center]***
[/align]
Bütün vazifelerin üstünde bizim de bir vicdanî vazifemiz vardı; o DA, herkesin Sudan bir takım vazifeler yaptığı sırada hayatımızı, varlığımızı bu milletin bağrına sokarak, onlarla beraber düşman karşısında uğraşmak olmuştur!
[align=center]***
[/align]
Ben vazifemin bitmediğini, yüklendiğim sorumluluğun DA yüksek ve çetin olduğunu anlıyorum. Arkadaşlar, bu vazife bitmeyecektir; ben toprak olduktan sonra DA devam edecektir! Ben seve seve, sevine sevine bütün varlığımı bu kutsal vazifeye vereceğim ve onun yüksek sorumluluğunu yüklenmekle mesut olacağım. Vazifeme başarı ile devam edebileceğim. Çünkü büyük milletimizin kalp ve vicdanında bana karşı sarsılmaz bir güven ve itimat taşımakta olduğunu görüyorum. Bu benim için büyük kuvvettir, büyük yetkidir.
[align=center]***
[/align]
Biz, eğer millet ve tarih önünde herhangi bir hata işliyorsak, bunun sorumluluğunu vicdan ve sağduyumuzda hissetmekten ve ödemekten, hiçbir zaman çekinecek insanlar değiliz.
[align=center]***
[/align]
Millet ve memleketin sayesinde kazanılan rütbe ve refahın bir ehemmiyeti, bir kutsallığı vardır. Biz bunlardan, ancak yine bu aziz millet ve memlekete borçlu olduğumuz son bir namus vazifesini yapmak içîn ayrıldık. Milletin kendi hayatını kurtarmak, kendi meşru hakkını müdafaa etmek için çıkardığı sese iştirak etmek, her kendini bilen vatandaşın vazifesidir. Eğer bu millet, bu memleket parçalanacak olursa umumî ********liğin yıkıntısı altında, şunun bunun kişisel şerefi de parça parça olur. Biz, o umumî şerefi kurtarabilmek için harekete gelen millete ruhumuzla iştirak ettik, iştirakimize mâni olabilecek şahsî rütbeleri, mevkileri de umumî şerefi kurtarmaya yönelik bir gaye uğruna feda ettik.
[align=center]***
[/align]
Ben, gerektiği zaman, en büyük hediyem olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim.
[align=center]***
[/align]
(Mallarını millete bağışlaması nedeniyle söylemiştir) :
Mal ve mülk, bana ağırlık veriyor. Bunları, soylu milletime geri vermekle büyük ferahlık duyuyorum. Zenginlikten ne çıkar; insanın serveti, kendi manevî şahsiyetinde olmalıdır!
[align=center]***
[/align]
Hürriyet ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben, milletimin ve büyük ecdadımın en kıymetli mirasından olan bağımsızlık aşkı ile yaratılmış bir adamım! Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî, hususî ve resmî hayatımın her safhasını yakından tanıyanlarca bu aşkım bilinir. Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın yerleşmesi ve yaşaması, mutlaka o milletin hürriyet ve bağımsızlığına sahip olmasına bağlıdır. Ben şahsen, bu
saydığım özelliklere çok ehemmiyet veririm ve bu özelliklerin kendimde varlığını iddia edebilmek için milletimin de aynı özellikleri taşımasını şart ve esas bilirim. Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evlâdı
kalmalıyım! Bu sebeple millî bağımsızlık, bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menfaatleri gerektirdiği takdirde insanlığı teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet gereğinden olan dostluk ve siyaset münasebetlerini, büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak, benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan vazgeçinceye kadar amansız düşmanıyım!
[align=center]***
[/align]
(Savarona yatında kabul ettiği Romanya Kralı Karol 'un, görüşme sırasında Almanya ile Çekoslovakya arasındaki Südet meselesine temas etmesi ve Atatürk'ten Çekoslovakya Cumhurbaşkanı Beneş 'e bazı telkinlerde bulunmasını rica etmesi üzerine, görüşmeyi dinlemekte olan zamanın Dışişleri Bakam Tevfık Rüştü Aras 'a söyledikleri):
Majeste Kral'm söylediklerini dikkatle dinledim. Benden, bir devlet reisine kendi ülkesinden bir parçayı Almanlar'a terk etmesini tavsiye etmekliğimi mi istiyorlar? Benim gibi, bütün ömrü boyunca yurdunun bağımsızlığı ve bîr karış toprağım başkasına vermemek için savaşan bir adam, inançlarına aykırı bir şeye nasıl aracı olur? Görüyorum ki Majeste Kral, beni ve karakterimi iyi tanımıyorlar.
[align=center]***
[/align]
Ölüme doğru en çok atılanlardan biriyim. Kurşun ve gülle yağmuru altında birçok muharebelere iştirak ettim. Hattâ ölüm bir defa, kalbimin yanından sıyırarak geçti. Kalbimin üzerinde bir saat vardı ve bu saat, mermi parçasının şiddetini kırdı.
[align=center]***
[/align]
Her zaman tekrar mecburiyetinde kalıyor ve tekrarı da faydalı görüyorum ki, eğer ben milletime herhangi bir hizmette bulunmuşsam, eğer ben herhangi bir teşebbüste ön ayak olmuşsam, bu hizmet ve teşebbüsün temel kaynağı, saygılar ve sevgilerle bağlı olduğum, bundan sonra da saygı ve sevgiyle mutluluk ve refahına varlığımı, hayatımı vereceğim aziz milletime, sizlere dayanmaktadır. Bir millette güzel şeyler düşünen insanlar, fevkalâde işler yapmaya kabiliyetli kahramanlar bulunabilir. Ama öyle kimseler yalnız başına hiçbir şey olamazlar; meğer ki bir umumî hissin ifadesi, temsilcisi olsunlar! Ben milletimin düşünce ve duygularını yakından tanımaktan, aziz milletimde gördüğüm kabiliyet ve ihtiyacı belirtmekten başka bir şey yapmadım. Onun bu kabiliyet ve duygularını sezip tanımakla övünüyorum. Milletimdeki, bugünkü zaferleri doğurabilecek özelliği görmüş olmak... Bütün bahtiyarlığım işte bundan ibarettir.
[align=center]***
[/align]
Arkadaşlarımız ve milletin bütün fertleri gibi, millî davamızda benim de emeğim geçmiş ise, bu çalışmada iş yapma kuvveti ve başarı varsa, bunu şahsıma atfetmeyiniz. Ancak ve ancak bütün milletin manevî şahsiyetine atfediniz. Ben, milletin bu yüksek, manevî şahsiyeti içinde bir naçiz fert olmakla bahtiyarım. Efendiler, millet bütünüyle manevî bir şahıs halinde ve bir birleşmiş kitle şeklinde belirdi ve bu yüce birliği koruyarak ona düşman olanları ortadan kaldırdı.
[align=center]***
[/align]
Milletimle yakından ve gösterişten uzak karşılıklı görüşmenin zevkini, bahtiyarlığını anlatamam. Her ne vakit milletimin karşısında kendimi görsem, her ne vakit milletimin fertlerinden birkaçının yüzüne baksam, oradan ruh
ve vicdanıma gelen ışık, benim için en kıymetli bir ilham ve verim alevi oluyor!
[align=center]***
[/align]
30 Ağustos'ta sevk ve idare ettiğim muharebe, Türk Milleti'nin yanımda bulunduğu halde, idare ettiğim ilk ve son muharebedir. Bir insan kendini, milletle beraber hissettiği zaman, ne kadar kuvvetli buluyor bilir misiniz? Bunu tarif müşküldür.
[align=center]***
[/align]
Hayatımda en büyük dayanak ve kuvvetim, vatandaşlarımdan gördüğüm itimat ve destekdir. Bütün vazifelerimde manevî, vicdanî olan en büyük endişem, emanetinizin hürmet ve kutsallığına devamlı olarak dikkat etmektir.
[align=center]***
[/align]
Samimî olarak bu memleketin, bu milletin menfaatine yapılacak bir iş olsun, ben onu göz önüne almayayım; bu, mümkün değildir. Yalnız, işin gerçekten millete menfaati olmalı ve teklifin samimî olarak yapıldığına ben inanmalıyım.
[align=center]***
[/align]
Benim için dünyada en büyük mevki ve mükâfat, milletin bir ferdi olarak yaşamaktır. Eğer Cenab-ı Hak beni bunda muvaffak etmiş ise, şükrederim. Bugün olduğu gibi ömrümün nihayetine kadar milletin hizmetinde olmakla iftihar edeceğim.
[align=center]***
[/align]
Şimdiye kadar millete yapamayacağım bir şeyi vaat etmedim. Ben yapacağım dediğim zaman, buna inanmayanlar vardı. Buna rağmen hareket ettim. Görüyorsunuz ki başardık. Benim ve benimle çalışanların güveni vardır ki, yeni hedeflerimize de başarıyla varacağız. Şimdiye kadar söylediklerimin gerçekleşmiş olması, bütün tasavvurlarımın beni yalanlamaması, milletin ciddî ve samimî olarak bana yardımcı ve destek olmasıyla mümkün olmuştur. Onun için yeni gayelere erişmek için de bu yardım ve desteğe ihtiyacım vardır; onu benden esirgemeyiniz!
[align=center]***
[/align]
Benim şan ve şerefimden bahsetmek de hatadır. İyi dinleyiniz öğüdüm budur ki, içinizden herhangi bir adam çıkar, şan, şeref davası güder ve benzersiz olmak isterse, başınızın belasıdır; ilk önce kafası kırılacak adam budur! Mensup olduğum Türk milletinin şan ve şerefi varsa, benim de bir ferdi olmak sıfatıyla şanım şerefim vardır, asla başka değilim.
[align=center]***
[/align]
Ben zannediyorum ki, millet fertlerinin hiç birinden fazla yüksekliğe sahip değilim. Bende fazla girişim görüldüyse bu benden değil, milletin bileşkesinden çıkan bir girişimdir. Sizler olmasaydınız, sizlerin vicdanî eğilimleriniz bana dayanak noktası teşkil etmemiş olsaydı; bendeki girişimlerin hiçbiri olmazdı. Millete ait meziyetleri yalnız şahıslara bırakan anlayış, eski idarelerin sistem ve usul meselesinden doğuyordu. Vaktiyle mevcut devlet ve devletlerin kuruluş şekli, sadece bir şahsın menfaatlerini ve arzularını tatmine yönelmiş idi. Şahısların bu arzu ve emellerine hizmet eden millet, gösterilen büyüklüklerin şerefinden asla payını alamaz, ancak hata ve beceriksizlik olursa onlar millete yüklenirdi. Bugün bu hâl mevcut değilse, millet kendi büyüklüğünü olduğu gibi dünyaya göstermişse, fazlalık bende değil, bugünkü idarenin niteliğindedir. Bu şekil mevcut oldukça, bu mevkie çıkacak herkesin yapacağı şey bundan başka türlü olamaz.
[align=center]***
[/align]
Sizden olan bir şahsa, sizden fazla ehemmiyet vermek, her şeyi milletin bir ferdinin şahsiyetinde odaklaştırmak, geçmişe, bugüne, geleceğe, bütün bu zamanlara ait bir toplumun meselelerinin aydınlatılması ve belirtilmesini yüksek bir topluluğun tek bir şahsiyetinden beklemek elbette ki lâyık değildir, elbette ki lâzım değildir.
[align=center]***
[/align]
Ben düşündüklerimi, sevdiklerime olduğu gibi söylerim. Aynı zamanda gerekli olmayan bir sırrı kalbimde taşımak kudretinde olmayan bir adamım. Çünkü ben, bir halk adamıyım. Ben düşündüklerimi daima halkın önünde söylemeliyim. Yanlışım varsa halk beni yalanlar. Fakat şimdiye kadar bu açık konuşmada halkın beni yalanladığını görmedim.
[align=center]***
[/align]
Ben, ancak daha iyisini yapabildiğim şeyi tahrip edebilirim; yapamayacağım şeyi de tahrip edemem.
[align=center]***
[/align]
Ben o adamım ki ordunun memleketi, milleti muhakkak bir neticeye ***ürebileceği noktalarda emir veririm. Fakat ilim ve bilhassa sosyal ilim sahasına dahil işlerde ben emir vermem. Bu alanda, isterim ki bana bilginler doğru yolu göstersinler. Onun için, siz kendi ilminize, kültürünüze güveniyorsanız, bana söyleyiniz. Sosyal ilmin güzel yönlerini gösteriniz, ben takip edeyim.
[align=center]***
[/align]
Ben, sadece evlenmek için evlenmek istemiyorum. Vatanımızda yeni bir aile hayatı yaratmak için önce kendim örnek olmalıyım. Kadın böyle umacı gibi kalır mı?
[align=center]***
[/align]
Hayat kısadır. Bunu kutlama ve taçlandırma için, insanların genellikle makul gördükleri vasıta evliliktir. Bu umumî kurala uymayanlar, pek sınırlı ve müstesnadırlar. Bu istisnaları oluşturanlar da, esas kuralın fenalığından değil ve fakat tersine bu güzel kurala inanmadan kendilerini meneden sebeplerin mahkûmu olduklarından, belki evlenmiş olmaktan korktuklarından fazla bedbaht olanlardır, inkâr edilmez bir gerçektir ki insanlar, hayat, kadınsız olamaz. Evli olanlar, hayatın vazgeçilmezini temin etmiş ve bütün düşünce ve isteklerini bir maksat, bir meslek, bir amaca yöneltmiş olur. Ancak talih, eşlerin ruh ve kalplerini iyi geçindirsin!
[align=center]***
[/align]
Eşini mesut edebilecek herkes evlenmelidir, çoluk-çocuk sahibi olmalıdır. Bana bakmayınız; bu meselede örnek İsmet Paşa'dır. Benim hayatım başka türlü düzenlenmiştir. Buna rağmen tecrübesini yaptım. Sonradan anladım ki bu iş benim başarabileceğim iş değilmiş...
[align=center]***
[/align]
(Bursa'da kendisini karşılayan çocuklara söylemiştir):
Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk parıltısısınız! Memleketi asıl aydınlığa boğacak sizsiniz. Kendinizin ne kadar mühim, kıymetli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şeyler bekliyoruz; kızlar, çocuklar!
[align=center]***
[/align]
(Bir alay karargâhının temel atma töreni esnasında bir koyunun temel için açılan çukura doğru, yere yatırılıp boğazından kesilmek üzere olduğunu gördüğü zaman, İran Şahı Rıza Pehlevi ile aralarında geçen konuşma):
Atatürk -Ben kana bakamam! Bir tavuğun dahi boğazlandığını görmeye tahammülüm yoktur.
Şahinşah -Ya bu kadar çok bulunduğunuz büyük ve kanlı muharebe meydanları?...
Atatürk -Ha, o başka meseledir; öyle yerlerde cesetlerin üzerinden atlayarak yürürüm. O bambaşka bir iştir.
[align=center]***
[/align]
Birçok zaferler kazandım. Fakat, bunların en büyüğünden sonra bile her akşam, savaş alanlarında ölen bütün askerleri düşünerek içimde derin bir keder duyuyorum.
[align=center]***
[/align]
Ben, muharebelerde dahi düşmanın üzerinde bir kin duymam; yalnız askerlik kurallarının tatbikini düşünürüm.
[align=center]***
[/align]
Ben başkalarının yaptığı ilkelere değil, ancak kendi ilkelerime uyarım.
[align=center]***
[/align]
Benim gözümde hiçbir şey yoktur; ben yalnız liyakat âşığıyım.
[align=center]***
[/align]
Hiçbir zaman şahsî gücenikliklerimi, birtakım olumsuz girişimlerle tatmine kalkmak adîliğine tenezzül etmem
[align=center]***
[/align]
Benim müstesna olduğuma dair bir kanım yoktur.
[align=center]***
[/align]
Ben ölürsem soylu milletimizin beraber yürüdüğümüz yoldan asla ayrılmayacağına eminim; bununla gönlüm rahat!
 
Asker, devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ilk Cumhurbaşkanı, Türklerin babası, çağımızın en büyük lideri. Eşi görülmez başarılara imza atmış, ülkesi için hayatı pahasına kahramanca savaşmış, çökmüş bir imparatorluktan yeni, çağdaş ve dinamik bir ülke yaratmış, bugün Türk halkının bir bayrak altında bağımsız şekilde yaşamasını sağlamış ve Türkiye’yi kurtarmıştır. Bayrağımızı ve topraklarımızı ona ve komuta ettiği binlerce Mehmetçiğe borçlu olduğumuz için yediden yetmişe şükran doluyuz. Zira Atatürk, kaderimizi değiştirmiş, boyunduruk altında olmadan yaşamamız için bize bu ülkeyi bırakmıştır. Ülkemizin en büyük tarihi sınavı olan Kurtuluş Savaşı’nda Türk askerini komuta etmiş, ekonomik ve askeri açıdan yokluk sınırında olan ülkemizi azmi, sabrı, çalışkanlığı ve dehası sayesinde tek vücut haline getirip, bağımsızlığına kavuşturmuştur. Ülkemizin geleceğini her şeyin üstünde tutmuş, inkılâpları ve ilkeleriyle bugün Türkiye’nin çağdaş milletler içinde hak ettiği yerde olmasını sağlamıştır. Arkasında çok daha iyi bir Türkiye ve dünya bırakarak hayata gözlerini yummuş olan Atatürk, hiç kuşkusuz Türklerin en büyük şansıdır. Hayatı boyunca sevilen, tevazusu, hoşgörüsü, barışçı ve uzlaşmacı kişiliği, entelektüelliği, hümanizmi, görgüsü, karizması ve eşsiz özellikleriyle dünyanın da hayran olduğu Atatürk, savaş yerine barışa, ayrılık yerine birlik ve beraberliğe sahip çıkmış, Türk bayrağı altındaki herkese ve tüm dünyaya şu önemli mesajı vermiştir: “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh”

Atatürk, Türk' ün tarihinde ve gönlünde ebediyen yaşayacaktır, ölümsüzdür.

Atatürk’ün Kökenleri
Cumhuriyetimizin kurucusu, kahraman asker ve büyük devlet adamı Atatürk’ün kökenleri Karaman Beyliği’ne uzanmaktadır. Babasının ailesi, Anadolu'nun Türkleşmesinde önemli rol oynamış olan "Kızıl-Oğuz" ya da "Kocacık Yörükleri” denilen Türkmenlerden geliyordu. Fatih Sultan Mehmet’in padişahlığı döneminde parçalanan Karaman Beyliği’nin Yörük aşiretlerindendiler ve Karaman’ın Taşkale Köyü’nden Rumeli’ye göç ettirilmişlerdi. Atatürk'ün büyük dedesi olan Kırmızı Hafız Efendi, anne tarafından “Gulalar” baba tarafındansa “Pınarlar” olarak anılan ailelerin mensubuydu. 1850 yılında, Hafız Ahmet Efendi kardeşi Hafız Mehmet Emin'le birlikte ticaret amacıyla Manastır şehrine gelmiş, daha sonra da Selanik’e yerleşmişti.

Atatürk’ün anne tarafının kökenleriyse, Orta Anadolu’dan getirilerek Batı Makedonya'nın Sarıgöl Bucağı'na yerleştirilen, daha sonra Selanik'in Lankaza(Lagaza) bölgesine göç eden ve “Evlad-ı Fatihan” olarak anılan yörüklere uzanıyordu. Atatürk'ün büyükannesinin adı Ayşe, dedesi ise Sofi-Zade Feyzullah efendiydi, Hasan ve Hüseyin isimlerinde iki çocukları vardı. Zübeyde Hanım’a döneminde kadınların okula gitmesi yaygın olmadığı için, okuryazar oluşu nedeniyle Zübeyde Molla deniliyordu.

Atatürk'ün babası Ali Rıza Bey, Manastır vilayetinin Debre-i Bala sancağına bağlı Kocacık nahiyesinde doğdu. Ali Rıza Bey, bir süre Selanik Evkaf kâtipliğinde bulunmuş, 1876 yılında Selanik Asakir-i Milliye Taburu’nda birinci mülazım olarak görev almış, 1877’deki Osmanlı-Rus Harbi’nde de savaşmış ve sonraları ticaret hayatına atılmıştı. Gümrük Muhafaza Teşkilatı'nda memurluk yaparken Zübeyde Hanım’la 1871 yılında evlenmelerine müteakip ilk çocukları Fatma dünyaya geldi. Ardından Ahmet (1874), Ömer (1875), Mustafa (Kemal Atatürk) (1881), Makbule (Boysan, Atadan) (1885) ve Naciye (1889) isimlerinde beş çocukları daha oldu. Ancak Fatma dört, Ahmet dokuz, Ömer ise henüz sekiz yaşlarındayken, o dönemde Rumeli'yi kasıp kavuran kuşpalazı (difteri) salgınından hayatlarını kaybettiler.

(Yüzbaşı Bakir Tosun'un Tarihte Bozkır ve Çevresi Yelbeği adlı çalışmasında, Atatürk'ün soy ağacı hakkında detaylı bilgilere yer verilmiştir.)

Atatürk’ün Doğumu
Mustafa Kemal Atatürk, 1881 yılında, Selanik'in Koca Kasım Paşa Mahallesi, Islahhane Caddesi üzerinde bulunan evde dünyaya geldi. Ali Rıza Bey, çocukken kazayla beşikten düşürüp ölümüne yol açtığı ve hiç unutmadığı kardeşinin ismini yeni doğan oğluna verdi: Mustafa.

Sarı saçlı, mavi gözlü bir bebek olan Mustafa, Rumi takvime göre 1296 yılında dünyaya geldiyse de, doğduğu ay ve gün hakkında kesin bir bilgi yoktu. Ancak kayıtlarda yer alan bilgilere göre Zübeyde Hanım oğlunu “Erbain Soğukları” sırasında doğurduğunu ve aklında kalan tarihin 23 Aralık olduğunu belirtmişti. Bu tarih takvim farkı dolayısıyla 4 Ocak 1881’i göstermektedir.

Selanik arşiv belgelerinden edinilen bilgilere göre, Atatürk’ün doğduğu ve şu anda müze olan ev, 1870 yılından önce Rodoslu hoca Hacı Mehmed tarafından yaptırılmış, önce İbrahim Zühdü, daha sonra da Abdullah Ağa ve eşi Ümmü Gülsüm'e satılmıştı.

Ali Rıza Bey, babasının Subaşı Mahallesi’ndeki evinde eşi Zübeyde Hanım ve çocuklarıyla birlikte 1878 yılına kadar ikamet etmiş, daha sonra Atatürk’ün doğacağı evi kiralayıp yerleşmişti. 1880 yılında belalısı bir Rum eşkıya tarafından kaçırılan Ali Rıza Bey'in hayatından ümit kesildi. Sonradan yüksek bir haraç ödeyerek kurtuldu.

Atatürk’ün doğduğu ev, etrafı yüksek duvarlarla çevrili, harem ve selamlığı olan üç katlı, klasik bir evdi. Dönemin belgelerine göre, bir bab fekani oda, bir divanhane, bir tahtessema, iki bab tahtani oda, bir çeşme ve avludan oluşuyordu. Dış yüzeyi pembe boyalı olup, alt pencerelerine emir, üst pencerelerine de ahşap kafesler yapılmıştı. Atatürk evin ikinci katındaki sol tarafa düşen ocaklı odada dünyaya gelmişti.

29 Ekim 1933’te, Cumhuriyet'in Onuncu Yıl Dönümü dolayısıyla, Selanik Belediyesi, Türk-Yunan dostluğu ve Balkan Konferansı’nın bir hatırası olarak, Atatürk'ün doğduğu evin çift kanatlı kapısının sağ köşesine mermer bir plaka yerleştirdi. Plakanın üzerinde Türkçe, Elence ve Fransızca olarak şu ifade yer aldı: “Türk milletinin büyük müceddidi ve Balkan ittihadının müzahiri GAZİ MUSTAFA-KEMAL burada dünyaya gelmiştir. İş bu levha Türkiye Cumhuriyetinin onuncu yıldönümü münasebetiyle konulmuştur.” Atatürk’ün doğduğu ev bugün Selanik'in Aya Dimitriya Mahallesi’ndeki Apostolu Pavlu Caddesi üzerinde 75 numaradadır, bitişiğinde Türk Konsolosluğu vardır.

Atatürk’ün Çocukluğu ve Eğitimi
Atatürk mütevazı bir aileden geliyordu. Onun bu özelliğinin ileride halkın nabzını tutmasını bilmesinde, halkın eğilimlerini sezmesinde büyük faydası olacaktı. Yakınları onun bir halk çocuğu olmakla övündüğünü ifade etmişlerdi. Atatürk 4 yaşındayken kız kardeşi Makbule Boysan Atadan dünyaya geldi. Diğer kardeşlerini çocuk yaştaki ölümleri nedeniyle hiç tanıyamayan Atatürk’ün çocukluk yıllarına dair kayıtlarda yer alan bilgiler sınırlıdır. Atatürk, okul çağına geldiğinde, eğitimi konusunda annesiyle babası arasında görüş ayrılığı belirdi. Geleneklere bağlı olan ve Hacı Sofi gibi dinine bağlı bir aileden gelen Zübeyde Hanım, eğitim sisteminin karışık olduğu bu dönemde, Atatürk’ün dini eksende eğitim veren Mahalle Mektebi'ne gitmesinde ısrarcı davranıyordu. Aydın görüşlü olan Ali Rıza Bey'in tercihi ise yeni açılan ve döneme göre oldukça modern bir anlayışla kurulan Şemsi Efendi İlkokulu’ndan yanaydı. Zira okulun kurucusu olan ve okula kendi ismini veren Şemsi Efendi, okulunda ezbercilik yerine katif metodu uygulatıyordu, ayrıca okulun kız bölümünü de açmış olan aydın bir eğitimciydi. 1873 yılında Selanik’te valilik görevine başlayan Mithat Paşa, başarılarından dolayı Şemsi Efendi’ye padişah nişanı vermişti.

Ali Rıza Bey'in önerisiyle okul konusundaki ikilem çözümlendi. Buna göre Atatürk, önce ilâhîlerle ve dinî bir törenle mahalle okuluna başlayacak, birkaç gün sonra da Şemsi Efendi okuluna geçecekti. Şemsi Efendi Okulu’nda dönemin mahalle okullarından farklı olarak yeni öğretim metotları uygulanmakta ve kara tahta, tebeşir, silgi, öğretmen masası, okumayı kolaylaştıracak levhalar gibi yeni araçlar kullanılmaktaydı. Atatürk’ün pedagojik esaslara göre eğitim veren bu okulda öğrenim görmesi gelişmesinde oldukça etkili oldu. Zekâsı ve üstün yetenekleri ile kısa zamanda arkadaşlarının ve öğretmenlerinin sevgisini kazanan Atatürk, matematikteki üstün başarısıyla da dikkat çekiyordu.

Bu arada gümrük memurluğunu bırakan, kereste ve ardından da tuz işine giren Ali Rıza Bey, Rum eşkıyalar ve tuzların erimesi nedeniyle ticaret hayatından çekilmişti. Memuriyete tekrar giremeyen Ali Rıza Bey bir süre sonra hastalandı ve 1888’de hayatını kaybetti. Babası öldüğünde Atatürk 7 yaşında, kız kardeşi Makbule ise henüz 3 yaşındaydı.

Babasının ölümü üzerine okuldan ayrılmak zorunda kalan Atatürk ve ailesini zor günler bekliyordu. Eşini kaybettiğinde kızı Naciye’ye hamile olan Zübeyde Hanım, 1890’ta doğum yaptı. Maddî durumu yetersiz olan Zübeyde Hanım çocuklarını alarak Langaza’da tarım işiyle uğraşan ağabeyi Hüseyin Ağa’nın çiftliğine yerleşti. 1901 yılında Atatürk’ün kız kardeşi Naciye, verem hastalığına yakalanıp hayatını kaybetti. Babasını ve kısa bir süre sonra kız kardeşini kaybetmenin derin üzüntüsünü yaşayan Atatürk’ün, dayısının çiftliğinde ailenin erkeği olarak aldığı sorumluluklar artmıştı. Çiftlikte geçen bu dönemde Atatürk doğayla iç içe oldu, dayısına işlerinde yardımcı olduğu için el becerileri arttı. Ancak Zübeyde Hanım oğlunun öğreniminin yarım kalmasından üzüntü duyuyordu. Onun caminin imamından ve özel öğretmenden aldığı eğitim yetersiz kalınca Zübeyde Hanım Atatürk’ü, iyi bir eğitim görmesini sağlamak için halasının yanına, Selanik’e gönderdi.

Bu arada abisine daha fazla yük olmak istemeyen ve aldığı küçük emekli aylığı ile geçinmekte zorluk çeken Zübeyde Hanım, Selanik Gümrükler Başmüdürü Ragıp Bey ile evlendi. Ragıp Bey'in önceki evliliğinden dört çocuğu vardı. Bu evlilik, babasının hatırasına saygı gösterilmediğini düşünen Atatürk’ü kızdırmıştı. Annesinin ikinci kez evlenmesini içine sindiremeyen Atatürk, uzun süre annesini aramadı. Ancak bu düş kırıklığı onun çalışma azmini arttırdı. Zira küçük yaşta babasını kaybetmesi de onun kendi ayakları üstünde durma gücünü kazanmasını ve hayatta başarılı bir şekilde mücadele etmesini sağladı. Prof. Dr. Şerafettin Turan’ın Mustafa Kemal Atatürk biyografisinde konuyla ilgili olarak şu bilgilere yer verilmişti:

Zübeyde Hanım'ın Ragıp Bey ile ikinci bir evlilik yapması, ana ile oğul arasında dikkatlerden kaçmayan bir sorun da yaratmıştı. Ragıp Bey, Teselya Yenişehir'den Selanik'e göçmüştü. Eşini yitirmiş, dört çocuğuyla dul kalmıştı. Süreyya ve Hakkı adlarında 2 oğlu ile birinin adı Rukiye olan 2 kızı vardı. Zübeyde Hanım'la evlendiğinde Mustafa ve Makbule kardeşler için psikolojik de olsa bir üvey baba ve üvey kardeşler sorunu baş göstermişti. Makbule bu yeni hayata ayak uydurmakta gecikmemişti ama Mustafa üvey babanın bulunduğu çatı altında oturmak istememişti. Atatürk yaş*****n sonlarında üvey babasından söz ederken “Bana karşı çok saygılı davranmış, büyük adam muamelesi etmiştir.” diye olumlu bir görüş sergilemişti ama evden ayrılışını Afet İnan'a babasını yitiren bir çocuğun isyanı olarak şöyle açıklamıştı: "Anamın böyle bir aile bağı yapmasını takdir ettim. Ancak çocukluk duygum isyandan ibaretti.

Selanik Askeri Rüştiyesi
Selanik’teki halasının yanına taşındıktan sonra Mülkiye İdadisi'ne kaydolan Atatürk, bu okulda Arapça öğretmenliği yapan Kaymak Hafız’dan sopa ile dayak yiyince, zaten orada okumasını istemeyen büyükannesi onu derhal okuldan aldırdı. O dönemde okul formasını çok beğendiği komşularının oğlu Askeri Rüştiye’ye gidiyordu. Ona özenen Atatürk, asker olmasını istemeyen annesinin karşı çıkmasına rağmen, gizlice, Selanik Askeri Rüştiyesi'nin sınavına girdi. Sınavı kazandığı haberini alan Atatürk 1893’te yine gizlice bu okula kaydını yaptırdı. Selanik Askeri Rüştiyesi'nde, oldukça başarılı olan Atatürk sınıf başkanıydı ve üstün zekâsıyla matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Efendi’nin de dikkatini çekiyordu. Genç öğrencisinin yeteneklerinden oldukça etkilenen Yüzbaşı Mustafa Efendi onu benzersiz kılmak için adına “Bilgi ve erdem bakımından olgunluk ve eksiksizlik” anl¤¤¤¤¤ gelen Kemal ismini ekledi. Genç Mustafa, o günden sonra Mustafa Kemal olmuştu. Atatürk, Selanik Askeri Rüştiyesi’ndeyken, matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Efendi’nin mazereti olduğu zamanlarda, onun yerine birçok kez dersi vermekle görevlendirilmişti. Zira büyük önder, bununla ilgili olarak daha sonra şunları söyleyecekti;

Rüştiyede en çok matematiğe merak sardım. Az zamanda bize bu dersi veren öğretmen kadar belki de daha fazla bilgi edindim. Derslerin üstündeki sorularla uğraşıyordum, yazılı sorular düzenliyordum. Matematik öğretmeni de yazılı olarak cevap veriyordu.

Türk Dil Kurumu Başuzmanı A.Dilaçar’ın, Atatürk’ün matematikteki üstün başarısıyla ilgili olarak 10 Kasım 1971 tarihli yazısında belirttiğine göre, Atatürk ölümünden bir buçuk yıl kadar önce, üçüncü Türk Dil Kurultayı'ndan (24–31 Ağustos 1936) hemen sonra 1936–1937 yılı kış aylarında kendi eliyle “Geometri” adlı bir kitap yazdı. Kitap, matematik öğretmenleri ve bu konuda kitap yazacaklara kılavuz olması amacıyla 1937 yılında Kültür Bakanlığı’nca yayınlanmıştı. Atatürk, “Geometri” isimli yapıtında; Boyut, uzay, yüzey, düzey, çap, yarıçap, kesek kesit, yay, çember, teğet, açı, açıortay, içters açı, dışters açı, taban, eğik, kırık, çekül, yatay, düşey, yöndeş, konum, üçgen, dörtgen, beşgen, köşegen, eşkenar, ikizkenar, paralelkenar, yanal, yamuk, artı, eksi, çarp, bölü, eşit, toplam, oran, orantı, türev, alan, varsayım gibi geometri ve matematikle ilgili terimlerin isim babası oldu ve bu terimleri Türk matematik bilimine kazandırdı.

Daha sonra ünlü bilim tarihçisi Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı, Atatürk’ün “Geometri” kitabı için "Küçük fakat anıtsal bir yapıt" yorumunu yapacaktı. Yapıtında yer alan her tanımı, her kavramı tüm öğeleriyle eksiksiz ve açık biçimde anlatan Atatürk, bunları örneklerle de açıklamıştı. Atatürk'ün türettiği matematik terimlerinin ve yaptığı geometri tanımlarının hemen hemen tümü bugüne değin değişmeksizin kullanıla gelmiştir. O'nun türettiklerinden sadece birkaç terim sonradan küçük ölçüde değiştirilmiştir.

Atatürk, 1898’de Selanik Askeri Rüştiyesi'nden üstün başarıyla mezun oldu. Artık askerî idadide (lise) öğrenimine devam etmesi gereken Atatürk, Selanik’ten İstanbul’a gelmeyi düşünüyordu. Ancak sınav mümeyyizlerinden Hasan Bey’in tavsiyesiyle Manastır şehrindeki Manastır Askerî İdadisi’ne yazıldı.

Manastır Askerî İdadisi
Makedonya’nın en gelişmiş şehri olan Selânik’te, yeni fikirlere açık bir ortamda kendini geliştirme imkanı bulan Atatürk, renkli etnik yapısıyla farklı din ve ırkların bir arada yaşadığı bu şehirde büyük bir vizyon kazandı.

Manastır Askerî İdadisi’ndeki eğitimi sırasında, arkadaşlarından Ömer Naci, Atatürk’ün edebiyata ilgi duymasında rol oynadı. Şiir ve hitabet sanatıyla yakından ilgilenmeye başlayan Atatürk, Namık Kemal’den ve eserlerinden ciddi şekilde etkilendi. Kitabet öğretmeni Mehmet Asım Bey, Atatürk’ün şiir ve edebiyata olan eğilimini fark edip, onunla askerlik mesleğine yönelmesi gerektiğiyle ilgili konuştu. Ancak, Atatürk için hitabet her zaman çok önemli oldu, ayrıca yazma tutkusu da devam etti. Konuyla ilgili olarak daha sonra şunları söyleyecekti:

Şiir yazmak hakkında idadi hocasının vazettiği memnuiyeti unutmuyordum. Fakat güzel söylemek ve yazmak hevesi bakiydi. Teneffüs zamanlarında hitabet talimleri yapıyorduk. Saati ellerimize alıyor, “Bu kadar dakika sen, bu kadar dakika ben söyleyeceğim” diye müsabaka ve münakaşalar tertip ediyorduk.

Fransızca öğretmeni Yüzbaşı Naküyiddin Yücekök Bey de Atatürk’le yakından ilgileniyordu. Zira Atatürk başarılı bir öğrencisiydi ve bir kurmay subayının mutlaka bir yabancı dil öğrenmesi gerektiğine inandığı için Fransızca derslerine büyük önem veriyordu. Ancak Fransızcası diğer derslerine göre zayıf olan Atatürk, bunu çözmek için tatil dönemlerinde gittiği Selanik’te College des Frères de la Salle’in özel kurslarına devam ederek lisanını geliştirdi. Yakın arkadaşı Fethi Okyar’ın da desteğiyle Fransız ihtilalinin öncüleri Voltaire, J.J. Rousseau gibi filozofları tanıdı, tarih ve siyaset konusundaki bilgisi arttı. O dönem ayrıca sonradan sürekli işbirliği yapacağı arkadaşları, Nuri Conker, Salih Bozok ve Fuat Bulca’yla da tanıştı. Atatürk’ü en çok etkileyen derslerden biri de tarihti. Zira tarih öğretmeni Kolağası Mehmet Tevfik Bey (5. Dönem Diyarbakır Milletvekili) geniş kapsamlı bir tarih vizyonu ile Atatürk’e yeni ufuklar açtı. İdadide başlayan tarih sevgisi hayatı boyunca devam etti.

Manastır Askerî İdadisi’ndeki eğitimi sırasında Atatürk’ü en çok etkileyen olay 1897 tarihli Türk-Yunan Savaşı olmuştu. Türk Ordusu’nun savaş meydanında parlak bir zafer kazanmasına rağmen barış masasında zararlı çıkmasına içerleyen Atatürk, coşkun bir vatan sevgisiyle dolmuştu. Bir arkadaşı ile gönüllü olarak savaşa katılmak için girişimde bulunsa da bu arzusunu gerçekleştirme imkânı bulamadı. Ancak sonsuz vatan sevgisiyle kabına sığmaz olan Atatürk’ün bu özelliği hayatı boyunca devam edecekti. Manastır Askerî İdadisi’nin en parlak öğrencilerinden biri olan Atatürk, İdadideyken, bıkıp usanmaksızın çalıştı,kendisini son derece bilinçli olarak geleceğe hazırladı. Sonunda 1898 yılının kasım ayında bütün derslerden tam not alıp, 54 kişilik sınıfın ikincisi olarak, dereceyle okulunu bitirdi.

Okul sicilindeki bilgilere göre Atatürk, son derece yetenekli, ama kendisiyle kolayca samimi ilişkiler kurulması güç bir karaktere sahipti. İdadî öğrenimi boyunca, vatansever, kendini her konuda geliştiren, ilerleme tutkusuyla dolu, çalışkan, azimli, kendine güveni sonsuz, seçkin ve iyi giyinen bir öğrenci oldu. Dünyayı ve günceli sürekli olarak takip eden, çalışkanlığının yanında sosyal hayatta da oldukça başarılı olan Atatürk, dünyanın nimetlerinden faydalanan ama başarıya ulaşmak için de çok çalışan bir yapıdaydı.

İstanbul Harp Okulu ve Akademisi
Atatürk, İstanbul’a gelerek 13 Mart 1899’da Harp Okulu’ndaki eğitimine başladı. Apolet numarası 1283’tü. Okula başladıktan 2 ay sonra arkadaşları arasında sivrilerek sınıf çavuşu oldu. Burada yıllarca dost kalacağı arkadaşları Ali Fuat Cebesoy ve Asım Gündüz’le tanıştı.

Harp Okulu’ndaki birinci yılı gençlik hayalleri ve çok sevdiği İstanbul’un çarpıcı havası içinde geçiveren Atatürk, sınavlarını başarıyla vererek ikinci sınıfa başladı. İlk yıl, ağırlığı sosyal hayata vermesine rağmen oldukça başarılı olan Atatürk, İkinci ve üçüncü sınıflarda dersleriyle çok daha fazla ilgilenmeye başladı. Zira Harp Okulu’nda dereceye girmek oldukça önemliydi. Çünkü kurmay sınıfına ayrılmak okulda üstün başarı göstermekle mümkündü. Atatürk, 3. Sınıfta 459 öğrenci arasından 8. olarak dereceye girdi ve kurmaylığa hak kazandı. Sicil numarası 1317-P.8(1901-P.8)’di.

Mustafa Kemal 10 Ocak 1902’de teğmen rütbesi ile Harp Akademisi'nde öğrenimine başladı. Sınıfta topçu ve süvari okullarından gelenlerle birlikte 43 öğrenci vardı.

Mustafa Kemal Harp Akademisi'nde iken onun üstün niteliklerini ilk keşfeden Osman Nizami Paşa olacaktı. Paşa, Ali Fuat’ın babası İsmail Fazıl Paşa’nın evinde kendisini mahçubiyetle dinleyen Atatürk’le konuşup şunları söylemişti;

Mustafa Kemal Efendi oğlum görüyorum ki, İsmail Fazıl Paşa seni takdir etmek hususunda yanılmamış. Şimdi ben de onunla hemfikirim. Sen bizler gibi yalnız Erkân-ı Harb zabiti olarak normal hayata atılmayacaksın. Keskin zekân ve yüksek kabiliyetin memleketin geleceği üzere müessir olacaktır. Bu sözlerimi bir kompliman olarak alma, sen de memleketin başına gelen büyük adamların daha gençliklerinde gösterdikleri müstesna kabiliyet ve zekâ emareleri görmekteyim. İnşallah yanılmamış olurum.

Gelecek günler Osman Nizami Paşa’nın görüşlerini haklı çıkaracaktı.

Harp Akademisi’nin öğretmenleri dil bilen, iyi yetişmiş ve seçkindiler. Akademideki sınıf arkadaşı Asım Gündüz’e göre, Atatürk Fransızcasını ilerletmek için Fransız bir bayandan ders aldı. Bu dönemde Paris’teki Jön Türk gazeteleri ile Fransızca gazetelerini getirtiyor ve arkadaşlarını etkilemeye çalışıyordu. Siyasal düşüncelerinin Harbiye Okulu’nda olgunlaşmaya başladığını söyleyen Atatürk, bir yandan öğreniminde başarılı olmak için sürekli çalışıyor bir yandan da ülkenin kaderine kafa yoruyordu. Zira ülkenin siyasetinde yanlışlar olduğunu fark etmişti. Ülkedeki yanlışlar hakkında herkesin bilgi sahibi olmasını isteyen Atatürk, Harp Okulunda başladıkları el yazısı ile gazete hazırlama işine geri döndü ve gazete çıkarmaya başladı. Gazete az kullanılan bir dershanede hazırlanıyor, elden ele dolaştırılıyordu. Konuyla ilgili olarak şunları dile getirdi;

Binlerce kişiden ibaret olan Harbiye talebesine bu keşfimizi (Memleketin idaresinde ve siyasetinde fenalıklar olduğu konusundaki keşfi) anlatmak hevesine düştük. Mektepte el yazısıyla bir gazete tesis ettik. Sınıf dâhilinde ufak teşkilatımız vardı. Ben heyet-i idareye dâhildim. Gazetenin yazılarını ekseriyetle ben yazıyordum.

Ancak bir süre sonra durum Mektepler Nazırı Zülüflü İsmail Paşa tarafından öğrenildi. Bu durumla ilgili bilgi alan akademi komutanı bir gün ansızın dershaneye bir baskın yaptı ve öğrencileri suçüstü yakaladı. Komutan konu hakkında takibat yapmayıp sert bir ihtarla yetindi. Fakat Atatürk ve arkadaşları faaliyetlerine ara vermediler. Bir ev tutarak gazeteyi çıkarmaya devam ettiler ancak bir muhbir tarafından ele verilerek tutuklandılar. Meslek hayatlarını söndürmeyen ancak birkaç ay hapiste kalmalarına neden olan olay sonrasında serbest bırakıldılar. Mustafa Kemal 11 Ocak 1905’te üç yıllık notlarının topl¤¤¤¤¤ göre akademiyi beşinci olarak bitirdi. Atatürk, Harp Akademisi yıllarını yabancı dilini geliştirerek, Namık Kemal’in düşüncelerini izleyip, bunları okul içinde yayarak geçirdi. Askeri eğitimi boyunca yabancı dil, şiir, dans, hitabet gibi o dönemin askeri öğrencisi için pek de alışık olunmayan konularla ilgilendi.

İlk Askeri Tecrübeler
Atatürk ilk görevi için Şam’a gönderildi. 1905–1907 yılları arasında Şam'da 30.süvari alayında bölük komutanı olarak görev yapan Atatürk, 29. süvari alayında bölük komutanı olan arkadaşı Lütfi Ümit Bey’le ev tutup birlikte yaşamaya başladı. Kılıç Ali, o dönemle ilgili bir durumu daha sonra şu şekilde anlatacaktı;

… Aradan bir müddet geçtikten sonra, günün birinde kumanda etmekte oldukları bölüklerinin alaylarıyla birlikte vazife alarak Havran havalisine hareket etmek üzere olduklarını haber alınca her ikisi de hayretler içinde kalmışlar. Kendilerine haber vermeksizin kıtalarının hareket etmiş olmalarına hiçbir mana verememişler. Bu vaziyet karşısında Mustafa Kemal fena halde sinirlenmiş. Kendilerine karşı lakaydi gösteren kıtalarının kumandanına yaptığı şikâyetten bir netice alamayınca doğrudan doğruya ordu kumandanına şikâyete karar vermiş. Fakat bu sefer de ordu kumandanından beklediği hassasiyeti görememiş. Bunun üzerine işi enerjisiyle halletmeye karar vererek harekete geçmiş ve arkadaşı Lütfi Müfit Bey’e de kendisini takip etmesini istemiş. Kumandanların istihfaf ve istememelerine rağmen onlar da bu harekâta iştirak etmişler. Meğer süvari kıtasının aldığı vazife aynı zamanda on senelik verginin tahsiliymiş. Atatürk, bu vergi tahsilâtı esnasında köylülerin çektikleri zahmetleri, uğradıkları mezalimi ve o sırada yapılan suiistimalleri nefretle anlatıyor ve kıtanın aldığı vazifeyi “haydutluk” diye tavsif buyuruyordu. Bir gün alay zabitlerinden biri Lütfi Müfit Bey’e yapılan yolsuzluklara göz yumması için altın para teklif etmiş. Müfit bey bu teklifi reddetmekle beraber Mustafa Kemal Bey’i de haberdar etmiş. Mustafa Kemal, Müfit Bey sormuş: “Müfit, sen bugünün adamı mı olmak istiyorsun, yoksa yarının mı?”Müfit bey derhal bu suale: “Elbette yarının adamı olmak isterim” diye yanıt vermiş. Müfit Bey’in bu cevabı o zaman Atatürk’ün o kadar hoşuna gitmiş ki, bunu daima anlatırlar ve: “Elbette o teklif edilen parayı alamazdı ve almadı. Çünkü o, bugünün adamı değil yarının adamı olmak istiyordu” diye Müfit Bey’e iltifatta bulunurlardı.

Kılıç Ali’nin anlattığı bu önemli durum, Atatürk’ün rüşvete ne kadar karşı olduğunu, her daim dürüstlüğü ön planda tuttuğunu, haksızlığa gelemediğini ve kafasının ülkesinin geleceğinde olduğunu göstermekteydi. Rüşvet olayını namus meselesi olarak görmesinin ötesinde, bunu tarih ve gelecek bilinci içinde değerlendirmekteydi.

Atatürk ilk askeri tecrübesini yaptığı Şam’daki görevini 1907'de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) olarak tamamladı. Daha sonra Manastır'da III. Ordu'ya atandı ve 19 Nisan 1909'da İstanbul'a giren Hareket Ordusu'nda Kurmay Başkan olarak görev aldı. 1910 yılında Fransa'ya gönderilen Atatürk, Picardie Manevraları'na katıldı.

Komutanlık Dönemi (1911 – 1919)
1911’de, İtalyanların Trablusgarp'a hücumu ile başlayan Trablusgarp Savaşı'nda, Atatürk bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911'de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşı'nı kazandıktan sonra 6 Mart 1912'de Derne Komutanlığı’na getirildi.

Ekim 1912'de Balkan Savaşı başlayınca Atatürk, Gelibolu ve Bolayır'daki birliklerle savaşa katıldı, Dimetoka ve Edirne'nin geri alınışında önemli hizmetler verdi. 1913 yılında Sofya Ateşe Militerliği’ne atandı ve 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Hayatının ilk aşkını Sofya’da bir Bulgar kızı ile yaşadığı söylenmekteydi.

1914’te Birinci Dünya Savaşı başlamıştı ve Osmanlı İmparatorluğu da savaşa girmek zorunda kalmıştı. Atatürk, 19. Tümen'i kurmak üzere Tekirdağ'da görevlendirildi. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazı'nı geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan Liman Von Sanders yönetimindeki düşman kuvvetlerini, Atatürk’ün komuta ettiği 19. Tümen, Conkbayırı'nda durdurdu. Çanakkale’de kahramanca savaşan Atatürk, "Çanakkale geçilmez!" sözünün de doğduğu bu büyük askeri başarısıyla albaylığa yükseldi.

İngilizler 6–7 Ağustos 1915'te Arıburnu'nda tekrar taarruza geçmişlerdi. Anafartalar Grubu Komutanı Atatürk, 9–10 Ağustos'ta komuta ettiği ordusuyla Anafartalar Zaferi'ni kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos'taki Kireçtepe ve 21 Ağustos'taki II. Anafartalar Zaferi takip etti.

Atatürk, Çanakkale Savaşları’ndan sonra 1916'da Edirne ve Diyarbakır'da görev aldı. 1 Nisan 1916'da tümgeneralliğe yükseldi ve Ruslarla savaşarak Muş ve Bitlis'in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep'teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917'de İstanbul'a giden Atatürk, Veliaht Vahdettin Efendi'yle Almanya'ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyahatten sonra hastalanıp, Viyana'ya ve Karisbad'a giderek tedavi oldu. Atatürk, 15 Ağustos 1918'de Halep'e 7. Ordu Komutanı olarak geri döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı kahramanca savaştı. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı'na getirildi ve daha sonra bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelip Harbiye Nezareti’nde (Bakanlığında) göreve başladı.

Kurtuluş Savaşı Yılları (1919 – 1923)
Mondros Mütarekesi'nden sonra İtilaf Devletleri'nin Anadolu'yu işgal etmeye başlamaları üzerine, Atatürk, 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. 22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı genelgeyle "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını" ilan edip, Erzurum Kongresi ve Sivas Kongresi’ne başkanlık etti. 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında toplanan Erzurum Kongresi öncesinde, Osmanlı ordusunu bırakıp, Kuvayi Milliye lideri oldu. Kuvayi Milliye Arapça kökenli bir sözcüktü ve ulusal kurtuluş ordusu anl¤¤¤¤¤ geliyordu. Atatürk’ün Kuvayi Milliye tanımı şu şekildeydi:

Hükümet merkezi düşmanların şiddetli çemberi içindeydi. Siyasal ve askeri bir çember vardı. İşte böyle bir çember içinde yurdu savunacak, ulusun ve devletin bağımsızlığını koruyacak kuvvetlere emrediyorlardı. Bu biçimde yapılan emirlerle, devlet ve ulusun araçları temel görevlerini yapamıyorlardı. yapamazlardı da. Bu araçları savunmanın birincisi olan ordu da ordu adını korumakla birlikte, elbette temel görevini yerine getirmekten yoksundu. İşte bunun içindir ki yurdu savunmaktan ve korumaktan ibaret olan temel görevi yerine getirmek, doğrudan, doğruya ulusun kendisine kalıyordu… İşte buna Kuvayi Milliye diyoruz.

Kuvayi Milliye sırasında Atatürk kendisine ilk nüfus kaydını ve nüfus cüzdanını verecek olan Erzurum'un manevi hemşerisi seçildi. 4 – 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesi için çalıştı. 27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılanan Atatürk, 23 Nisan 1920'de “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” diyerek Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açtı. TBMM, ulusal kuvvetlerin tek merkezde toplanması ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda çok önemli bir adımdı. Erzurum Milletvekili olan Atatürk, Meclis ve Hükümet Başkanlığına seçildi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı. 15 Mayıs 1919'da Yunanlılar İzmir'i işgali etmişti. Türk kurtuluş mücadelesi bu işgal sırasında Hasan Tahsin tarafından düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması'nı imzalayarak Osmanlı İmparatorluğu'nu aralarında paylaşan Birinci Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen ulus güçleriyle savaşıldı. Ancak işgalci emperyalist devletlere karşı başarılı bir mücadele için düzenli bir ordu gerekiyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurarak Kuvâ-yi Milliye ve ordu bütünleşmesini sağladı. Savaş zaferle sonuçlandı.

Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın önemli aşamaları ise şöyleydi:

•Sarıkamış (20 Eylül 1920), Kars (30 Ekim 1920) ve Gümrü'nün (7 Kasım 1920) kurtarılışı
•Çukurova, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Şanlıurfa savunmaları (1919- 1921)
•I. İnönü Zaferi (6 - 10 Ocak 1921)
•II. İnönü Zaferi (23 Mart - 1 Nisan 1921)
•Kütahya-Eskişehir Muharebeleri (10 - 24 Temmuz 1921)
•Sakarya Zaferi (23 Ağustos - 13 Eylül 1921)
•Büyük Taarruz, Başkomutanlık Meydan Muharebesi ve Takip Harekatı (26 Ağustos - 9 Eylül 1922)

Sakarya Zaferi'nden sonra 19 Eylül 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi, Atatürk'e Mareşal rütbesini ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923'te İsviçre'nin Lozan kentinde imzalanan Lozan Antlaşması'yla sona erdi. Bu anlaşma ile Sevr Antlaşması yürürlükten kalktı ve Türkiye Cumhuriyet'i Lozan Antlaşması temelleri üzerine kuruldu. New York Times Kurtuluş Savaşı’nı kazanmamız, bağımsızlığımıza kavuşmamız ve Lozan Antlaşması’nın başarısı üzerine şunları yazacaktı:

Lozan'ı Atatürk kazandı; son iki yüz yılda ihtiyar Asya'nın Avrupa'ya karşı kazandığı ilk zafer.

23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması yönünde en büyük adım atılmıştı ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu müjdelenmişti. Meclisin, Kurtuluş Savaşı'nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı ve 1 Kasım 1922'de hilafet ve saltanat birbirinden ayrıldı. Ardından da önce saltanat ve daha sonra da hilafet (3 Mart 1924) kaldırıldı. Gazi Atatürk, Eylül 1923'te başlattığı kurtuluş mücadelesini siyasi harekete dönüştürdü ve Türkiye’nin ilk partisi olan daha sonradan adı Cumhuriyet Halk Partisi olacak Halk Fırkası’nı kurdu. 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet (halk egemenliği) idaresi resmen kabul edildi ve Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ekim 1923 tarihinde İsmet İnönü tarafından Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk hükümeti kuruldu.

Cumhurbaşkanlık Dönemi (1923–1938)
Türkiye’nin ilk Cumhurbaşkanı olan Atatürk, anayasa gereğince dört yılda bir yeniden yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 1927, 1931, 1935 yıllarında olmak üzere üst üste toplam 3 kez TBMM tarafından cumhurbaşkanı seçildi. Atatürk, 15–20 Ekim 1927 tarihleri arasında Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in kuruluşunu anlatan büyük yapıtı Nutuk'u (Söylev), 29 Ekim 1933 tarihinde de Onuncu Yıl Nutku'nu okudu. Nutuk, ulusal mücadelenin kimlere karşı, niçin ve nasıl verildiğini anlatıyordu ve mücadelenin Cumhuriyet kurulduktan sonraki aşamasında yapılması gerekenler konusunda da önemli bilgiler veriyordu. Türkiye için oldukça değerli olan bir konuşmaydı.

2587 sayılı kanunla 24 Kasım 1934 tarihinde ülke için yaptıkları, kazandığı zaferler ve Türklerin babası olması dolayısıyla Mustafa Kemal'e Atatürk soyadı verildi. Atatürk 1930'lu yıllarda eski Yunan başbakanı Venizelos tarafından Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildi.
 
Sinsi Hastalık Siroz
Milli çıkarlar ve devlet işlerinde son derece titiz olan, hiç bir mazeret kabul etmeyen Atatürk, çok çalıştığı için kendi sağlığına gerektiği kadar özen gösteremiyordu. Yaşayış tarzının sağlığına verebileceği zararlara karşı kayıtsızdı. Ülkesinin çıkarlarını her şeyin üstünde görüyordu. Geceleri çok geç yatmakta, önemli bir durum olduğunda günlerce uykusuz kalarak aralıksız çalışmaktaydı. Büyük Nutku dikte ettirirken çalışanlardan bayılanlar olduğu halde, o ara vermeden dikte ettirmeye devam etmişti. Okumaya meraklı olan Atatürk ilgi duyduğu bir kitabı ne kadar hacimli olursa olsun saatlerce okur, bitirmeden bırakmazdı. Ancak 1937 yılında sağlığıyla ilgili olarak olumsuzluklar ortaya çıkmaya başladı.

Atatürk genç yaştayken, Manastır Askerî İdadisinde öğrenim görürken ciddi bir sıtma hastalığı geçirmişti. Trablusgarp’a giderken attan düştüğü için İskenderiye’de tedavi gördüğü Salih Bozok’un anılarında dile getirilmişti. Derne savaşlarında ise gözünden yaralanmış ve Viyana’da tedavi görmüştü. Büyük Harp sırasında başlayan böbrek rahatsızlığı ise uzun süreler devam etmiş, 1918’de Avusturya’da Karlsbad kaplıcalarında tedavi görmüştü. Atatürk’ün Millî Mücadele yıllarında da böbrek sancılarının devam ettiği, Sakarya Savaşı öncesinde üç kaburga kemiğinin kırıldığı bilinmekteydi. 1924 ve 1927 yıllarında, Cumhurbaşkanlığı döneminde, kalp rahatsızlıkları geçirdiyse de gerekli tedaviler sonucunda sağlığına kavuşmuştu. 1936 yılında soğuk algınlığı sonucu ateşli bir akciğer rahatsızlığı geçirmesine rağmen, oldukça sağlıklı görünmeyi başaran Atatürk, savaşın, mücadelenin ve zor koşulların olumsuz etkilerine rağmen yıllara meydan okuyordu. Ancak bu zorlu süreçler onu çok yıpratmıştı. Dolayısıyla 1937 yılının başlarından itibaren Atatürk’ün sağlık durumu bozulmaya, rahatsızlıklar kendini göstermeye başlamıştı. Ancak Atatürk, bu belirtilere yeterince önem vermemiş, ülke çıkarlarını kendi sağlığından üstün tuttuğu için geçici tedbirlerle yetinmişti.

Atatürk’ün rahatsızlığına ilk teşhisi koyan Yalova Termal Kaplıcaları Müdürü Dr. Nihat Reşat Belger’di. 22 Ocak 1938’de Dr. Belger kendisini muayene ettiğinde karaciğer büyümesi ve sertleşmesi teşhisini koydu. Atatürk içkiyi sevdiği için karaciğeri büyük zarar görmüştü. Kesin tanı için özel doktoru Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp çağrıldı ancak İrdelp’in teşhisi de farklı olmadı. Atatürk siroz olmuştu ve tedavi için ciddi bir perhiz ve istirahat gerekliydi.

Atatürk bir kaç gün dinlendikten sonra 1 Şubat’ta Gemlik Suni İpek Fabrikası’nı, 2 Şubat’ta Merinos Fabrikasını açmak için Bursa’ya gitti. Fabrika açılışlarını yapıp, düzenlenen baloya katılan Atatürk, ertesi gün Dolmabahçe Sarayı’na döndüğünde bitkindi. Zatürreye yakalandı ancak on günlük bir tedaviden sonra sağlığına kavuştu.

25 Şubat 1938’de Ankara’da gerçekleşen Balkan Antantı toplantısına katıldı, Balkan devlet adamları ile uzun görüşmeler yaptı. Ancak tüm bu çabalar ve yoğunluk onu yormaya devam ediyordu. Hastalığının artması üzerine, 6 Mart 1938’de, Türk doktorları tarafından bir konsültasyon yapıldı ve Fransa’dan da tanınmış uzman Prof. Dr. Fiessinger davet edildi. 28 Mart 1938’de siroz teşhisini doğrulayan Fiessinger’in Atatürk’e :“Büyük kumandan büyük harpler yaptınız. Muzaffer oldunuz. Ama bu işin kumandanı da benim. Siz bana tâbi olacaksınız, bana yardım edeceksiniz” dediği söylenmekteydi. Fiessinger’in ifadesini beğenen Atatürk, onun tavsiyelerine uymaya çalıştı.

Hükümet ilk defa 30 Mart 1938’de, Cumhurbaşkanı Atatürk’ün hastalığı ile ilgili resmî bir bildiri yayınladı. Bildiride, Fiessinger’in muayenesi sonucunda Atatürk’ün sağlığında endişe edilecek bir durum olmadığı ifadesi yer alıyordu.

Ancak Atatürk, Cumhurbaşkanlığı görevini aksatmadan yürütmek ve özellikle Hatay sorununu sonuçlandırmak kararındaydı. Çünkü Fransa’nın Hatay meselesi konusundaki aldırmaz tutumundan rahatsız oluyordu. Türkiye’nin bu konudaki kesin kararlılığını göstermek için 20 Mayıs’ta Mersin’de askerî birliklerin geçit töreninde bulunup, 24 Mayıs’ta Adana’daki askerî birlikleri denetledi ancak Ankara’ya döndüğünde bitkindi. Ankara’da sadece bir gün kaldıktan sonra 26 Mayıs’ta İstanbul’a hareket etti. Bu yolculuktan sonra ulu önder Ankara’yı bir daha göremeyecekti. Deniz havasının kendisine iyi geleceği ümit edilmekteydi ve hem devlet başkanlarını orda ağırlaması hem de dinlenmesi amacıyla Savarona yatı alındı. Dünya liderlerini ağırladığı Ertuğrul isimli yat eskiyince Cumhurbaşkanlık için yeni bir yat araştırması yaptırmıştı. Değerlendirme sonrasında, Brooklyn Köprüsü’nü inşa eden mühendis John Roebling’in kızı Emily Roebling Cadwallader tarafından hizmete sokulan Savarona isimli yat satın alındı. Yat bazı döşemeleri yenilendikten sonra Atatürk’ün ölümcül hasta olduğu dönemde İstanbul’a geldi. Atatürk, Savarona’da geçirdiği altı hafta boyunca kabine toplantıları düzenledi, Romanya Kralı Carol da dâhil olmak üzere önemli konukları ve devlet başkanlarını ağırladı.

29 Mayıs’ta yapılan muayene sonucu karnında su toplanmaya başladığı görülen Atatürk, 1 Haziran’da Savarona yatına yerleşmiş 25 Temmuz 1938’e kadar orada kalmıştı. Ancak geminin içi yaz sıcağında kavrulmakta olduğu için, Atatürk rahatsızlandı ve 8 Temmuz’da Prof. Fiessinger 2. defa İstanbul’a geldi. Gerekli uyarılarda bulunan Fiessinger’ın mutlak istirahat önerisine rağmen, Atatürk, 9 Temmuz’da Savarona’da Bakanlar Kuruluna saatlerce başkanlık etti. Fiessinger 16 Temmuz’da 3. defa İstanbul’a gelerek, Atatürk’ün durumunun hassaslaşmakta olduğunu gördü ve Atatürk, 24/25 Temmuz gecesi Dolmabahçe sarayına nakledildi.

Hastalığına rağmen, Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’nda Başbakanını, Bakanlarını, elçileri ve komutanları kabul ediyor ve ülke meselelerini sürekli olarak izliyordu. 3 Eylül 1938’de Hatay Devleti’nin kuruluşunu “Türkiye Cumhuriyet’inin bir başarısı olarak” coşkuyla kutladı. Sağlığı gittikçe bozulan Atatürk, 5 Eylül’de vasiyetini yazdı. 6 Eylül’de Prof. Fiessinger dördüncü defa İstanbul’a gelerek, Atatürk’ün karnında toplanan suyu alarak onu rahatlattı. 11 Eylül’de düzenlenen raporda kesin istirahat öngörüldü. Buna göre ziyaretler sınırlı tutulacak ve yatakta dinlenilecekti.

Sonraki günlerde karında asit toplanması ilerledi, genel durumda yorgunluk ve takatsizlik vardı. Ancak sinsi hastalık ilerlemekteydi. 16 Ekim akşamı gelen ilk ağır koma 19 Ekim’e kadar sürdü. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği, 23 Ekim gününe kadar sabah ve akşam günde iki defa sağlık durumunu belirten bildiriler yayınladı. 20 Ekim’de koma durumundan kurtulan Atatürk, eseri olan Cumhuriyetin 15. yıldönümü törenlerine katılmak ve halkıyla bütünleşmek için Ankara’ya gitmek istiyordu. Ancak bu gerçekleşmedi. 29 Ekim’de bağrından çıktığı orduya bir mesajla seslenen Atatürk şunları söyledi:

Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk Ordusu… Türk vatanının ve Türklük camiasının şan ve şerefini dâhilî ve haricî her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret vazifeni her an yapmaya hazır olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam iman ve itimadımız vardır.

1 Kasım 1938’de TBMM toplantısının açılış konuşmasını Atatürk’ün yerine Celâl Bayar okudu ve Atatürk yakınlarıyla en son 6 Kasım tarihinde görüştü. 7 Kasım’da karnına 3. defa ponksiyon yapılarak su alındıktan sonra 8 Kasım’da Atatürk tekrar ağır bir komaya girdi. Saat 19 dolaylarında başlayan koma gittikçe ağırlaştı. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği 9 Kasım 1938’de saat 24’de yayınladığı bildiride “Umumî durumunun tehlikeli bir hal aldığı” nı vurguladı.

10 Kasım Perşembe günü tüm Türkiye Cumhuriyeti ve dünya tarifsiz bir yasa boğuldu. Sevgili Atatürk, kendisini tedavi etmeye çabalayan hekimlerinin gözyaşları arasında, saat 9.05’te hayata veda etti.

Hükümet acı haberi Türk halkına bir bildiri ile duyurdu:

…Türk Milleti Ulu şefini, insanlık büyük evlâdını kaybetti. Milletimize içimiz yanarak bu tarife sığmayan ziyandan dolayı ve derin taziyelerimizi sunarız… Ölmez olan onun büyük eseri Cumhuriyet Türkiyesidir… Bugün ayrılığına ağladığımız Büyük Şefimiz Atatürk, her vakit Türk Milletine güvendi… Ebedî Türk Milleti, onun eserlerini ebediyete kadar yaşatacaktır. Türk gençliği onun kıymetli emaneti olan Türkiye Cumhuriyetini daima koruyacak ve onun izinde yürüyecektir. Kemal Atatürk, Türkün tarihinde ve gönlünde daima yaşayacaktır...

Haber yurt içinde çok büyük üzüntü yarattı ve dünyada geniş yankılara yol açtı. Türkiye’nin millî kahramanının tabutu, 16 Kasım’da Dolmabahçe Sarayı'nda hazırlanan katafalka konularak halkın ziyaretine açıldı. Sonsuz acılar içinde kıvranan halk, kurtarıcısı olan Atasına saygısını, bir insan seli oluşturarak hıçkırıklar ve gözyaşlarıyla dile getirdi.

19 Kasım’da kılınan cenaze namazından sonra Ulu Önder Atatürk’ün tabutu 12 general tarafından top arabasına alınarak önce Zafer torpidosuna sonra Yavuz zırhlısına aktarıldı. Atatürk’ün naaşını 101 tane top atışı ile selâmlayan Yavuz, şerefli emanetini İzmit’te özel trene aktardı. Yol boyunca halkın gözyaşlarıyla uğurladığı tren, 20 Kasım günü Ankara garında yeni Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve hükümet erkânı tarafından karşılandı. Ankara, kaderini değiştiren ebedî şefini, 101 tane top atışıyla selâmladı. Ardından Atatürk’ün tabutu TBMM’de hazırlanan katafalka konuldu. Silâh arkadaşları, general, subay ve askerlerin tazim nöbeti tuttukları katafalkın önünden başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, Ankaralılar saygıyla geçtiler. Atatürk’ün naaşı 21 Kasım’da düzenlenen görkemli bir törenle, Etnografya Müzesi’nde hazırlanan, geçici kabirine yerleştirildi. Törende görülen manzara çarpıcıydı. Çünkü Atatürk tüm düşmanlarına karşı milli bağımsızlık bayrağını dalgalandırmış, sömürgecilere karşı savaşmış, esir milletlerin ümidi haline gelmişti. Şimdi ise, millî bağımsızlığın ve çağdaşlaşmanın sembolü olan ulu önderin arkasında dünyanın dört bir tarafından gelen temsilciler yer almışlardı. Tüm dünya ona büyük saygı duyuyordu. Bunlar arasında faşistler, demokratlar, Naziler, radikal İslamcılar da vardı ve herkes yan yana saygı yürüyüşüne katılmıştı. Türk halkı ise sonu gelmez acılar içinde kıvranarak Atasını uğurluyordu. Türk halkının bu derin acısını, ebedi Şefine olan minnet ve bağlılığını, 11 Kasım’da oy birliği ile Cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, 21 Kasım 1938 tarihli bir bildiri ile dile getirmişti:


…Devletimizin bânisi ve milletimizin fedakâr, sadık hadimi (hizmet edeni); İnsanlık idealinin mümtaz siması; Eşsiz kahraman Atatürk; Vatan sana minnettardır. Bütün ömrünü hizmetine verdiğim Türk milleti ile beraber senin huzurunda tazim ile eğiliyoruz...

Atatürk' ün naaşı Anıtkabir yapılıncaya dek on beş sene bu geçici kabirde kaldı ve 10 Kasım 1953' te büyük bir merasimle, ebedi istirahat yeri olan Anıtkabir' e nakledildi. O, Türk' ün tarihinde ve gönlünde ebediyen yaşayacaktır, ölümsüzdür. O bir kumandan olarak birçok savaş kazanmış, bir lider olarak kitleleri etkilemiş, bir devlet adamı olarak başarılı bir yönetim sergilemiş ve nihayet bir devrimci olarak bir toplumun sosyal, kültürel, ekonomik, politik ve hukuki yapısını kökten değiştirmeyi başarmış; dünya tarihindeki en üstün şahsiyetlerden birisi olmuştur. Tarih onu Türk ulusunun en şerefli evlatları ve insanlığın en büyük liderleri arasında sayacaktır.

Atatürk’ün Kişiliği
Ulu önderimiz ve hayatı hakkında bugüne kadar sayısız eser ve biyografi kaleme alındı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, kahraman asker ve büyük devlet adamı Atatürk, cephedeki ve ülke yönetimindeki üstün başarıları dışında, insani vasıflarıyla da birçok eserde yer aldı. Gerek Türkiye gerekse tüm dünya milletleri için çok büyük bir kahraman, eşsiz bir siyasi deha olan Atatürk, hayatı boyunca sevilen, üstün özellikleriyle takdir gören bir insan oldu.

Tevazusu, hoşgörüsü, barışçı ve uzlaşmacı kişiliğiyle girdiği tüm sosyal topluluklarda öne çıkan Atatürk’ü yakın çevresindekiler, akılcı ve sağduyulu yapısı, milli ahlak anlayışı, dinine karşı olan hassasiyeti, giyim kuş¤¤¤¤¤, temizlik ve bakımına, sanat ve estetiğe, sofra adabına verdiği önemle tanıdılar.

Onu benzersiz kılan özellikleriyle ilgili yapılan yorumlar, yazılan öyküler ve anılar hep birlikte onun “Karizmatik” kişiliğinin parçalarını oluşturuyordu.

Gerektiğinde adeta yemeyen, içmeyen ve uyumayan Atatürk, bu özelliğinin en tipik örneğini Kurtuluş Savaşı döneminde ve Büyük Nutuk’u yazarken gösterdi. Geceleri uyumaktan hoşlanmadığı için, sürekli olarak okuyan Atatürk için Mahmut Esat Bozkurt “Türk Milleti’nin gece bekçisi” ifadesini kullanmıştı.

Herkeste kolay bulunmayan bir irade gücüne sahip olan Atatürk, çok çalışkan olduğu kadar eğlenmeyi ve içmeyi de iyi biliyordu. Ancak görev aşkını ve sorumluluğunu alışkanlıklarının ve keyfinin üstünde tuttuğu için Büyük Nutuk’u yazdığı dönemde 3 ay boyunca hiç içmemişti. Bu konuda kendisine uzun seneler hizmet etmiş olan Cemal Granda Çelebi şunları söylüyordu:

Büyük Nutuk’u yazdığı dönemde Atatürk’ün tam üç boyunca kendi isteğiyle içki boykotuna benimle birlikte çevresindeki herkes de şaşırıp kalıyordu. Atatürk’ün kırk sekiz saat hiç gözünü kırpmadan yazı dikte ettirişini de hatırlarım. Öyle ki, yazı yazmaktan yorulan değişiyor, fakat o binlerce belge arasından ayırdığı notlarıyla büyük eserini tamamlamak için uykusunu bile vermekten çekinmiyordu. Böyle zamanlarda, yazdıklarını sofrada arkadaşlarına okutur, sonra yine eski köşkün çalışma odasına geçer, kah oturarak kah ayakta, çalışmalarını sürdürürdü. Nutuk, çalışma azminin insan iradesinin üstüne nasıl çıktığını gösterdiği için de ayrı bir önem taşımaktadır. Çalışmaları sırasında yer ve zaman öğeleriyle ilgili değildi. Nerede ve hangi şartlar altında olursa olsun, yurt çıkarlarını kapsayan bir görev belirdi mi, onu yerine getirmeye çalışırdı. Gezileri sırasında trende ya da otomobil içinde evrak açtırarak çalıştığı çoktur. En keyifli eğlence anında, sofrada bile, karşısında görevlilerden birini gördü mü sohbeti, konuşmayı hemen yarıda keser, “Beni mi istiyorsunuz?” diye kalkıp giderdi. Ülke işlerini her şeyin üstünde tutardı. Eline aldığı herhangi bir işi de yarım bırakmaz, bitirmeden rahat edemezdi.

Atatürk oldukça ileri görüşlüydü. Türkiye ve dünyaya dair yargılarında hiç yanılmadı. Birinci Dünya Savaşı’nı kaybedeceğimiz, İkinci Dünya Savaşı'nın çıkacağı, Kral Edward’ın Madam Simpson için tahtından ayrılacağı, Mussolini’nin halkı tarafından linç edileceği, Majino Hattı’nın aslında bir Nasreddin Hoca türbesi niteliği taşıdığı hep doğru tahmin ettiği olaylardı. Özellikle uluslar arası ilişkilerde belirgin hale gelen bu ileri görüşlülük Gladys Baker’in Amerika’yla ilgili Atatürk’e sorduğu sorunun cevabında iyice netlik kazanıyordu:

Dünya milletleri bir apartmanda oturan sakinler gibidir. Amerika Birleşik Devletleri, bu apartmanın en lüks dairesinde oturmaktadır. Eğer, apartman, oturanların bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin yangının etkisinden kurtulmasına olanak yoktur. Savaş için de aynı şey olabilir. Amerika Birleşik Devletleri’nin savaş çıktığı takdirde tarafsızlık siyasetini koruması olanaksızdır. Bundan başka, Amerika, büyük, kuvvetli ve dünyanın her yerinde ilişiği olan bir devlet olduğundan, kendisinin siyaset ve ekonomi yönünden ikinci basamaktaki bir duruma düşmesine hiçbir zaman izin veremez.

Atatürk insanları iyi tanıyor, kimi nerede ve nasıl görevlendireceğini de çok iyi biliyordu. Lozan Konferansı’na Rauf Bey yerine İsmet Paşa’yı göndermesi, ordu komutanları arasında yaptığı tercih ve atamalar, Cumhuriyet döneminde seçtiği bakanlar ve diğer yöneticiler bu yeteneğinin sonuçlarıydı. İnsanları değerlendirirken olumlu ve olumsuz yönlerini eşit derecede dikkate alıyor, nesnel ve önyargısız davranıyordu.

Liderliğin önemini çok iyi bilen Atatürk, kendisini sadece liderliğe hazırlamakla kalmamış, kişisel özellikleri dolayısıyla liderliğe oldukça uygun olduğu için de sürekli olarak lider gibi davranmıştı. Tipik davranışları arasında, çevresindekilere armağanlar vermek ve ileri görüşlülüğüyle benzersiz fikirlerini paylaşmak olan Atatürk, özellikle dış ilişkilerle ilgili ve diplomatik konularda bir lider olarak oldukça başarılıydı. Rıza Şah Pehlevi Türkiye’ye geleceği zaman, Ankara Halk Evi binasının bir bölümünü onun için özel olarak hazırlatmış, eşya seçimini bizzat kendisi yapmış, binanın bulunduğu bahçeye büyük ağaçlar getirtip diktirtmiş ve özel olarak Türk-İran dostluğunu simgeleyen bir opera bile yazdırmıştı. Yine Türkiye’ye ziyarette bulunan bir başka lider olan Japon Veliahdı için muazzam bir sofra hazırlattı. Sohbet esnasında Japonya’nın tarihinden bahseden, bir meydan muharebesini anlatan Atatürk’ün bilgisi karşısında Japon veliaht hayrete düşmüştü. Tarihten Japon mitolojisine geçen, ardından meşhur Japon şiirlerinden mısralar da okuyan Atatürk’ün bilgi ve hafızasına Japon Veliaht hayran kalmıştı. Zira Atatürk’ün Japon kültürü hakkında anlattıklarının bir kısmını bilmiyordu, onları ilk kez Atatürk’ten duyuyordu. Herkesi kendine hayran bırakan ve tüm diplomatik faaliyetleri müthiş şekilde planlayan Atatürk, veliaht gelmeden on gün önce Japon kültürüyle ilgili bu bilgileri tercüme ettirmişti ve bu görüşmeye hazırlanmıştı.

Atatürk aynı özeni bütün yabancı devlet adamlarına göstermişti. Zira diplomaside kişisel etkileşimin önemini erken yaşta fark etmiş, kendi kişiliğinin ve davranışlarının ulusunun bir aynası olacağını düşünerek, yabancı siyasetçilerde en iyi izlenimi bırakmaya gayret etmişti. Böylece, kendi kurduğu Cumhuriyet’i de yüceltmiş oluyordu. Atatürk haklı olduğunu hissettiği konuşmalarda, özgün düşüncelerini sonuna kadar savunuyor, bu özelliğini hem savaş alanlarında hem de toplumsal ve siyasal konularda da kullanıyordu.

Bir keresinde kendisine sorulan dahi kime denir sorusuna şu şekilde cevap vermişti:

Dahi odur ki, ileride herkesin takdir ve kabul edeceği şeyleri ilk ortaya koyduğu vakit herkes onlara delilik der.

Atatürk sürekli olarak düşüncelerini ve beklentilerini çevresindekilere not ettiriyordu. Bu yolla gelecekle ilgili varsayımlarında ve yorumlarında ne denli haklı olduğu ileride kanıtlanmış ve doğrulanmış oluyordu. Özenle not ettirilen kehanetleri bir bir çıkıyordu. Mazhar Müfit Kansu, onun kehanetlerini not alan arkadaşlarından biriydi. Bu öngörü ve ileri görüşlülük ülkeyi ilgilendiren her meselede kısa ya da uzun vadelerde oldukça olumlu sonuçlar verecekti.

Atatürk girişkendi, sorumluluktan kaçınmıyordu, kendine güveni tamdı. İlkelerinden asla taviz vermeyen yapısı dışında kişisel açıdan oldukça hoşgörülü ve bağışlayıcı olan Atatürk, duruma göre esnek davranmasını da iyi biliyordu. Harekete geçmek için uygun zamanı kollayan, siyasi ilişkilerinde politik gücünü oldukça iyi kullanan yapısı, öfkeyle kalkıp zararla oturmasını engelliyordu. Zira Kurtuluş Savaşı sırasında Padişah’a karşı çıkmaması, Çerkez Ethem’e son dakikaya kadar tahammül etmesi ve benzeri birçok olaydaki stratejik davranış biçimi bu özelliğinin etkin rol oynadığının kanıtıydı. Asla kin tutmuyordu, bir kimseye ne kadar kızarsa kızsın, bir zaman sonra onu affediyor, olanları unutuyordu.

Atatürk, içinde bulunduğu gruba her zaman ve her koşulda egemen olan karizmatik bir kişiliğe sahipti. Önder olmanın tüm olumlu vasıflarını taşıdığı için, savaşın en gergin anlarından, sofrada yapılan hoş sohbetlere kadar her yerde etrafındakiler üzerinde benzersiz bir etki bırakıyordu. Hitabet sanatı, felsefeden siyasete her konudaki engin bilgisi, görgüsü, kibarlığı, ölçülü ve tutarlı davranışları hayranlık uyandırıyordu. Ancak tüm bunların yanında fiziksel olarak oldukça yakışıklıydı, oldukça şık giyiniyordu ve her zaman anlamlı bakan ve güçlü bir etki bırakan gözleri vardı. Özellikle Cumhurbaşkanlığı yaptığı dönemde birçok insanın bu sebepten gözlerinin içine bakamadığı, etrafındakilerin karizmatik niteliğinden dolayı ona hayran olduğu söylenmekteydi.

Ahmet Haşim, Atatürk’ün bir lider olarak karizmasından ve dış görünümünden nasıl etkilendiğini şu sözlerle ifade edecekti:

Gördüğüm fotoğraflarına nazaran biraz şişman, biraz yorgun, biraz hututu kalınlaşmış bir vücutla karşılaşacağımı zannederken, kapıdan bir ziya dalgası halinde giren mütekâsif bir kuvvet ve hayat tecellisi ile birden gözlerim kamaştı. Hadekaları en garip ve esrarengiz maddelerden masnu bir çift gözün mavi, sarı yeşil ışıklarla aydınlatıldığı asabi bir çehre; yüzde, alında, ellerde bir sıhhat ve bahar rengi… Muntazam taranmış, noksansız, sarı, genç saçlar… Bütün zemberekleri çelikten önce, yumuşak, toplu, gerilmiş, terütaze bir uzviyet. Altı yüz senelik bir devri bir anda ihtiyarlatan adamın çehresi eski ilahlardaki gibi iğrenç yaşın hiçbir izini taşımıyor. Alevden coşkun bir nehir halinde, köhne tarihin bütün enkazını süpüren ve yeni bir âlemin tekevvüne yol açan fikirler kaynağı bir baş, bir yanardağ zirvesi gibi, taşıdığı ateşe lakayit, mavi sema altında samit ve mütebessim duruyor. Kendi yarattığı şimşekli bulutlardan, fırtınalardan ve etrafa döktüğü feyizli seylabelerden yegâne müteessir olmayan meğer onun genç başı imiş.

Son derece cesur olan ve ölümden korkmayan Atatürk, savaş alanlarında birliklerine, ast ve üst olmak üzere tüm komutanlarına cesur davranışlarıyla örnek olmuş cesaret öğesini kişisel niteliği ile birlikte toplumsal ve askeri eylemlerinin bir simgesi yapmıştı. Çanakkale savaşında ihtiyat zabit namzedi olarak savaşmış Mahmut Yesari bu niteliğinden dolayı onu “Korku bilmeyen adam olarak tanıdım” demiş, onu savaş döneminde tedavi eden ünlü hekim Mim Kemal, cesaretine vurgu yaparak, “Ölüm ondan korktu” ifadesini kullanmıştı.

Mahmut Yesari’nin ağzından Atatürk’ün cesareti:
Onu ilk defa siperde gördüm. Çanakkale’de Anafartalar grubu komutanıydı. Bizim Fırka vaziyetini tetkike gelmişti. Kendisi miralaydı, maiyetinde, kolordu kumandanı mirlivalar vardı. O, paşalara kumanda eden bir “Bey”di. Siperleri ziyarete gelen başka kumandanlar da görmüştüm. Enver Paşa’nın cesareti, ataklığı dillere destandı. Ben lapacı padişaha vekâlet eden başkumandan vekilinin gözlerinde daima bir komiteci hilekârlığı gördüm. Çanakkale’de çarpışan Türk kuvvetlerinin başına hangi sakat endişelerle musallat edildiğine bir türlü akıl erdiremediğim Alman kumandanının, ateş hattına geldiği zaman birdenbire yağmaya başlayan şarapnel yağmurlarını görünce, yere diz çökerek kendi dilince şahadet eder gibi saklandığını da gördüm. “O”, sipere bir salona giren bir erkânıharp zabiti gibi girdi ve sıçan yollarında ona yol gösterdiğim oldu. Ben ona yol gösterirken, günlerden değil, aylardan beri siper hayatına alışmış olduğum halde titriyordum, fakat “O”, boyunun uzunluğuna rağmen, ayaklarının ucuna basarak doğrulur, siperlerin üzerinden düşman siperlerine bakardı. “Düşman siperlerine bakmak!” Bu hiç de kolay değildi. Düşman, ateşten göz açtırmazdı. “O”, bu “Göz açtırmayan” ateşe “Gözlerini kırpmadan” bakardı. “O”nu ben ilk defa “Korku bilmeyen adam” olarak tanıdım.
Atatürk çok iyi bir komutandı. Üstün gözlem yeteneğiyle, cephede olup biteni hemen ve herkesten önce kavrayan Atatürk, askerlik bilgisinin yüksek olmasından dolayı savaş alanlarına çok iyi derecede hâkimdi. Cephede bulunan komutanların gözleriyle göremediklerini görürdü. Kişisel bakımdan son derece dürüst olan Atatürk’ün kendi malvarlığını bile ülkesine bağışlamış olması onun dürüstlüğünün önemli bir simgesiydi. Zira Atatürk Orman Çiftliği’ni hazineye devretmişti. Atatürk okumaktan büyük keyif alıyor, müziğe ve dansa da büyük ilgi duyuyordu. Çocukluk arkadaşı Asaf İlbay’ın belirttiğine göre, Atatürk, zamanın moda danslarında oldukça yetenekliydi, çok iyi vals, polka, mazurka ve kadril yapıyordu. Oldukça sade bir hayat süren Atatürk’ün kitaplığı zengindi. Sporla da yakından ilgilenen Atatürk, bu yüzden fırsat buldukça yüzüyor ya da ata biniyordu, Zeybek oyunlarıyla ve güreş sporuyla da ilgileniyordu. Sakarya adlı atına ve köpeği Fox'a çok değer veriyordu. Rumeli türkülerine büyük ilgisi vardı. En sevdiği türkülerden bazıları; Manastır, Yemen Türküsü, İzmir’in Kavakları, Bülbülüm, Vardar Ovası, Çanakkale İçinde, Yanık Ömer, Kırmızı Gülün Alı Var, Alişimin Kaşları Kara ve Şahane Gözler Şahane’ydi.

Yazdığı birçok şiir vardı. Vatan sevgisini en güzel şekilde ifade ettiği şiirlerinden biri de Türk tarih sahnesinde büyük önemi olan Oğuzlara ithaf ettiği “Hakikat Nerede?” isimli şiiriydi;

Hakikat Nerede?

Gafil, hangi üç asır, hangi on asır

Tuna ezelden Türk diyarıdır.

Bilinen tarihler söylememiş bunu

Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak,

Dinleyin sesini doğan tarihin,

Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak

Yalan tarihi gömüp, doğru tarihe gidin.

Asya'nın ortasında Oğuz oğulları,

Avrupa'nın Alplerinde Oğuz torunları

Doğudan çıkan biz, Batıdan yine biz

Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz

Türk sadece bir milletin adı değil,

Türk, bütün adamların birliğidir.

Ey birbirine diş bileyen yığınlar,

Ey yığın yığın insan gafletleri!

Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde,

Dünya o zaman görecek hakikat nerede,

Hakikat nerede?

Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Akşam yemeklerine devlet adamlarını, sanatçıları ve bilim adamlarını davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği'ne gider, modern tarıma geçiş yolunda yürütülen çalışmalara bizzat katılırdı. Fransızca ve Almanca biliyordu.

Atatürk, 1915–1937 yılları arasında birçok kez İstanbul’daki Pera Palas Oteli’nde konakladı. Birinci Dünya Savaşı sonunda İstanbul'un işgali sırasında Atatürk, annesinin Beşiktaş Akaretlerdeki evi işgal kuvvetlerince gözetim altında olduğu için, Pera Palas' ın birinci katındaki 101 Numaralı odada kalıyordu. Bu odada fikir arkadaşlarıyla buluşur ve durum değerlendirmesi yaparlardı. Bu açıdan Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunun tohumları bu odada atıldı denilebilir. Bu oda 1981 yılında, dönemin Kültür Bakanı Cihat Baban' ın büyük yardımlarıyla bir Atatürk Müzesine dönüştürüldü. Odadaki tüm eşyalar otantikti.

Atatürk’ün Özel Hayatı
11 Eylül 1922’de, Türk ordusunun İzmir’e girişinin ikinci gününde Atatürk’ün şehre geldiğini duyan Latife Uşşaki, onunla tanışmak için her gün karargâha gidiyor, ancak Atatürk’le görüştürülmüyordu. Bir gün, nöbetçinin meşguliyetinden yararlanıp içeri giren Latife Hanım, Atatürk'le konuşma fırsatı bulmuştu.

O dönemde İzmir’de birçok yangın çıktığı için Atatürk’e, daha güvenli olacağını düşündüğünden, karargâhını babasının Göztepe’deki köşküne taşıması teklifinde bulundu. Uşşaki ailesi Atatürk’ü 20 gün köşklerinde ağırladı. Bu dönemde arkadaş olan Atatürk ve Latife Hanım, daha sonra da haberleşmeye devam ettiler. Ancak Latife Hanım, köşklerinde kaldığı süre içinde Atatürk’e âşık olmuştu ve bunu dolaylı olarak dile getiriyordu. Zira ortalıkta pek görünmemesine rağmen her gece Atatürk’ün yastığının üzerine kırmızı bir gül bırakıyordu.

1898 doğumlu Latife Uşşaki, İzmir’in tanınmış ailelerinden Uşakizade (sonra Uşşaklı) Muammer Bey’in kızıydı. İzmir Lisesi’ni bitirdikten sonra, Paris’teki Sorbonne Üniversitesi’nde hukuk okumuştu. Londra’da dil öğrenimi gördükten sonra Kurtuluş Savaşı henüz bitmeden İzmir’e ailesinin yanına dönmüştü.

Atatürk, Latife Hanım’ın eğitiminden ve zekâsından çok etkilenmişti. Ancak Atatürk’ün hayatında ona büyük bir aşkla bağlı olan Fikriye Hanım vardı. Atatürk ve Fikriye’nin yolları Zübeyde Hanım’ın ikinci evliliği nedeniyle kesişmişti. Zira Fikriye, Atatürk'ün üvey babası Ragıp Bey'in kız kardeşinin kızıydı. Yani onun üvey kuzeniydi. Atatürk yüzbaşı olduktan sonra arada sırada geldiği ailesinin evinde, Fikriye ile tanışmıştı. Fikriye ise, bir dönem Mısırlı zengin bir adamla evli kalıp boşanmış, ardından İstanbul' a dönerek Zübeyde Hanımların evine yerleşmişti. Zübeyde Hanım, Fikriye' yi çok sevmesine rağmen, Atatürk’ün kız kardeşi Makbule ondan hoşlanmıyordu.

Atatürk'ten sadece bir ya da iki yaş büyük olduğu tahmin edilen Fikriye Hanım, Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk’ü yalnız bırakmamış, ona bakmış, Çankaya’da birlikte yaşamışlardı. Zira Kuvayi Milliye' yi örgütlemek ve vatanı kurtarmak için çalışan Atatürk' ün günlük işlerine yardım etmesi için güvenebileceği kadın bir yardımcıya ihtiyacı vardı. Her ne kadar yardımcısı Bekir Çavuş Atatürk’e hizmet etse de, tüm bu işlere bir kadın elinin değmesi şart olmuştu ve akla gelen en uygun isim Fikriye Hanım’dı. Ankara’ya bu amaçla çağrılan Fikriye, kısa sürede tüm Çankaya tarafından benimsenmişti. Milli mücadele döneminde sabaha kadar odasında çalışan Atatürk' ü kahvesiz bırakmamak için ona yardımcı olan Fikriye Hanım, çok geçmeden bu karizmatik lidere aşık oldu. Salih Bozok daha sonra yazacağı kitapta Fikriye Hanım’ı, ortadan az uzun, ince, kara kaşlı ve kara gözlü, aydınlık yüzlü, güzelden çok alımlı bir hanım olarak tasvir edecekti ve onun için şunları söyleyecekti:

Şahsi kanaatim, resimlerinden gördüğüm kadarıyla oldukça güzel ve tutkulu bir kadın. Sanki içime yay veya boğa burcuymuş gibi bir his doğuyor.

Atatürk, bu dönemde Türk ordusunun İzmir’e girişinden dolayı yapılan kutlamalar için İzmir’e gittiğinde Latife Hanım’la tanışmıştı. Fikriye Hanım, gazetelerde Atatürk ve Latife Hanım’ı aynı karede gördüğünde onun için oldukça azap verici bir dönem başlamış oldu. Hem Milli Mücadele yıllarında Çankaya’da geceli gündüzlü çalışması hem de Latife Hanım’la Atatürk’ün tanışması onu çok yıpratmıştı, zira bir süre sonra verem olacaktı.

Atatürk Fikriye Hanım’ın biran önce iyileşmesini istiyordu ve onu tedavi görmesi için Münih’teki bir sanatoryuma gönderdi.

Bu arada Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım da sağlık problemleri yaşıyordu. Tedavi için İzmir’e giden ve Latife Hanımların köşkünde ağırlanan Zübeyde Hanım, 14 Ocak 1923’te hayata gözlerini yumdu. Annesinin ölümü üzerine İzmir’e giden Atatürk, Latife Hanım’la 29 Ocak 1923’te Muammer Bey’in evinde, sade bir nikâh töreniyle evlendi. Mareşal Fevzi Çakmak ve Kâzım Karabekir Atatürk'ün, Mustafa Abdülhalik Renda ile Salih Bozok ise Latife Hanım’ın tanıklarıydı.

Evlilik haberini Almanya’da, tedavi gördüğü sanatoryumda alan Fikriye Hanım, Münih’ten Çankaya’ya geldi. Bu zamansız dönüş oldukça acı biçimde sonuçlanacaktı. Atatürk’ü görmek için köşke geldiğinde Latife Hanım’la Atatürk kahvaltı etmekteydi. Atatürk’e Fikriye Hanım’ın köşke geldiği haberi verildi ancak Latife Hanım öfkeden çılgına dönerek Fikriye Hanım’ın köşkten kovulmasını emretti. Fikriye Hanım itiraz etmeden faytona bindi, inanılmaz derecede üzgündü. Bu yüzden kendisine hediye edilen tabancayla yolda kendisini vurdu. Ancak konuyla ilgili farklı spekülasyonlar vardı.

Fikriye'nin Atatürk’e duyduğu büyük aşk gibi, ölümü, son yolculuğuna nasıl uğurlandığı ve mezarının yeri de "sırlarla" dolu oldu. Zira ölüm nedeninin intihar olmadığını, cinayete kurban gittiğini ortaya atan görüşler vardı. Dönemin tek hastanesi olan Memleket'e yetiştirilen Fikriye’nin ölümü ile söylenenlerin hiçbiri birbirini tutmuyordu.

Fikriye Hanım'ın yeğeni Abbas Hayri Özdinçer daha sonra konuyla ilgili şu açıklamayı yapacaktı:

Anlatıldığına göre, halamı faytonun içinde sırtından vurulmuş olarak buluyorlar. Babam Enver Bey, o gün halamın ölümünden haberdar edilmiyor. Ertesi sabah sivil polisler Çankaya'dan gelen şifahi bir emirle babamı Ankara'ya ***ürüyorlar. Babamın ısrarlarına rağmen halamın cesedi kendisine gösterilmiyor. Mezkûr tabanca dâhil merhumenin bütün şahsi eşyalarına el konuluyor. Bunun üzerine babam bir arkadaşıyla beraber halamın o gece kaldığı hastaneyi araştırıyor. Cinayet günü halamla aynı hastanede kalan bazı hastaların isim ve adreslerini tespit ediyorlar. Bu hastalardan biri Polatlı Çoban Hüseyin'miş. Hadise günü üst kat tamamıyla boşaltılırken, onu baygın zannedip başka koğuşa nakletmişler. Babamlar bu çobanı daha sonra köyünde bulmuşlar ve o gece ne olduğunu sormuşlar. Çoban Hüseyin aynen şunu söylemiş: 'O gece bir avrat getirdiler. Sabahlara kadar avazı dinmedi “Alçaklar, katiller, vurdular beni” diye bağırıyordu. Halam ertesi gün ölmüş.

18 Temmuz 2006 tarihli Sabah Gazetesi’nde Fikriye Hanım’ın mezarının nerede olduğuna dair bir haber yer aldı. Fikriye Hanım’ın 82 yıllık “Mezar sırrını” Salih Bozok'un aile dostu olan araştırmacı Eriş Ülger açıkladı:


Fikriye'nin mezarı Köşk'e çıkarken sol tarafta, bugünkü Kuğulu Park civarında, küçük bir mezarlıkta.

Fikriye Hanım’ın ölümü Atatürk’ü derinden sarstı. Salih Bozok' un anlattığına göre, Atatürk bir gün eşi Latife Hanım' a yanlışlıkla "Fikriye" diye hitap etmiş, bu yüzden Atatürk ile Latife Hanım’ın arası uzun süre bozulmuştu.

Evlilikleri boyunca birçok yurt gezisinde Atatürk’e eşlik eden Latife Hanım, modern ve medeni Türk kadınının simgesi olma görevini üstlendi. Atatürk’ün isteği üzerine meclisteki oturumları izlemeye giden Latife Hanım, TBMM’ye giren ilk Türk kadını oldu. Her önemli toplantıda bulunmuş ve askeri manevralara katılmış olan, Atatürk’le en hayati konuları dahi tartışabilen Latife Hanım’a Atatürk büyük saygı duyuyordu. Ancak Latife Hanım, evlendikten sonra oldukça hırçınlaşmıştı. 2 yıl süren evlilikleri boyunca Latife Hanım hırçınlığıyla Atatürk’ü yıprattı. Evlendiklerinde Cumhuriyet henüz yeni kurulmuştu, Atatürk’ün sorumlulukları büyüktü, ancak Latife Hanım ona destek olmaktan çok sorun çıkarıyordu. Bunda genç yaşta olmasının da etkisi vardı.

Birçok şiddetli gerginlik yaşadıktan sonra Atatürk iki defa Latife Hanım’dan ayrılmak istemiş, ancak Latife Hanım, Salih Bozok’tan arabuluculuk yapmasını istemiş ve araları yumuşamış, en sonunda 1925 yazında Doğu Anadolu gezisindeki tatsız tartışmadan sonra boşanmaya karar vermişlerdi.

5 Ağustos 1925 tarihinde resmen ayrıldıklarında boşanma haberi radyoda yayınlanan bir hükümet bildirisi ile duyuruldu. Latife Hanım boşanmayı kabullenememiş, Atatürk'le barışıp yeniden beraber olmayı ümit etmişti.

Ölümüne kadar Atatürk’le olan evliliği hakkında konuşmayı ya da yazmayı kesinlikle kabul etmeyen Latife Hanım, 12 Temmuz 1975’te İstanbul’da hayatını kaybetti ve Edirnekapı Şehitliği’ndeki aile mezarlığına gömüldü.

Atatürk’ün özel hayatıyla ilgili olarak en yakın arkadaşlarından ve aynı zamanda başyaverlerinden olan Salih Bozok, “Atatürk, Latife ve Fikriye İki Aşk Arasında” kitabını yazdı. Kitap, Atatürk’ün hayatındaki iki önemli kadın ekseninde geçen olayları anlatıyordu ve hiçbir yerde yayınlanmamış anılara, Atatürk’ün özel hayatından bilinmeyen kesitlere yer veriyordu.

İstiklal Mahkemeleri Üç Aliler Divanı'nın üyesi, Atatürk'ün silah arkadaşı ve sırdaşı Kılıç Ali'nin oğlu Altemur Kılıç kendisiyle 11 Ağustos 2006 tarihinde yapılan röportajda, Atatürk’ün Latife Hanım’la olan evliliği hakkında açıklamalarda bulundu. Altemur Kılıç, amcası Muzaffer Kılıç’ın Atatürk'ün yaveri; annesiyle halalarının Çankaya yıllarında Latife Hanım'ın yakın dostları olması sebebiyle tarihsel bir takım gerçeklere vakıftı.

Adı Latife Hanım Tarafından Konulan Altemur Kılıç’la Yeni Şafak Gazetesi Tarafından Yapılan Röportaj:

*Latife Hanım ile Atatürk'ün boşanma nedeniyle ilgili bizden farklı bir şey biliyor musunuz?

Atatürk başlangıçta beğenmiş Latife Hanım'ı, uyuşmuşlar. Gelecekteki aydın Türk kadınının modeli olacağını düşünmüş, bunun için evlenmek istemiş. Kadınlara laf etmek istemem ama Latife Hanım daha sonra biraz ne oldum delisi olmuş. Hırçınlaşmış. Atatürk'le mücadeleye girmiş.

*Bunlar babanızın anılarında var. Halalarınızdan ve annenizden ne duydunuz?

Şöyle derlerdi: Latife Hanım iyiydi, severdik. Ama konumunu hazmedemedi. Atatürk'e herkesin yanında "Kemal" derdi. Ayrıldıkları gün çıkan tartışma da şöyle olmuş mesela: Atatürk kapıdaki nöbetçiyle sohbete dalmış. Latife dehşetli kızmış. Bir nöbetçiyle nasıl böyle konuşur, diye. Atatürk askerdi fakat hoyrat değildi. Paris, Sofya görmüş, Fransızca bilen ince bir adamdı. Latife Hanım onu terbiye etmeye, kendine uydurmaya kalkmış.

*Atatürk'ün sofra sohbetlerinin çok uzaması ve Latife Hanım'ın bunu engellemeye çalışması da ayrılış nedeni olarak gösterilir?

Atatürk arkadaşlarıyla sohbeti severdi. Latife Hanım onu boğduğu, hoyratlık yaptığı için mutsuz oldu Atatürk.

*Atatürk'ün boşanarak arkadaşlarını eşine tercih ettiği de söylenir.

Atatürk hayat tarzının değiştirilmesinden rahatsız oldu. Latife Hanım'da istediğini bulamadı.

*Latife Hanım, Atatürk'e söz verdiği için hiç konuşmamış. Babanız da anılarında "Bildiklerim benimle mezara gidecek" diyor. Neden bu kadar ısrarla susuluyor?

Ben bunları tahmin etmiş gibi "İleride Atatürk ile ilgili dedikodular çıkaracaklar, anlatın da ben bileyim hiç olmazsa" dedim babama. Bana gözlerini açarak öyle bir baktı ki neredeyse dövecekti. "Ben" dedi "Devlet sırlarını da Atatürk'ün özel sırlarını da kimseye anlatmaya mezun değilim. Sana da anlatmam"

*Hiç mi bir şey anlatmadı?

Babam Atatürk'ün özel hayatını bilecek kadar yakınındaydı. Ama özelini, devlet sırlarını söylememesi çok normal.

*Devlet sırrı Atatürk'ün asker ve devlet adamlığıyla, diğeri Atatürk'ün insan yüzüyle ilgili. Söylediklerinizden gizlenmesi gereken bir şeylerin gizlendiğini mi anlamalıyız?

Gizlenmesi gereken bir şey değil. Herhangi bir şey. Ben en yakın arkadaşımın sırrını da açıklamam. Değil ki Atatürk gibi bir adamınkini açıklayayım. Latife Hanım'ın kasası açılsın deniyor. Biz bunca yıl sonra Atatürk'ü Latife Hanım'ın evrakından tanıyıp, onun kötü adam olduğuna karar vereceksek o başka. Niye kötü adam olsun ki! O evrak cumhuriyetin kurucusu olsa bile mutluluğu, üzüntüsü, zaafları, heyecanları, pişmanlıkları ile bir insanı tanıtacak bize. Atatürk hiçbir zaman put olmak istemedi. Anlattıklarımız kıymetli ise, işte anlatıyorum. Ama babamın dediği gibi, farklı bir bilgiyi benden istemeye kimsenin hakkı yok.

*Bu, bir şeyler bilip de gizlediğiniz anl¤¤¤¤¤ mı geliyor?

(Düşünüyor.) Olabilir. Duyup bildiğim şeyler var ama prensip olarak anlatmam. Ölünceye kadar saklarım. Esrarengizlik değil bu.

*Latife Hanım'ın kasasının açılmasına niçin karşısınız?

Latife Hanım isteseydi bunu kendisi yapardı. Onun ölümüne yakın bir vakitte kimi notlarını yaktığı biliniyor. Dolayısıyla yakmadıkları görülebileceğini, bildiği, hatta görülmesini istediği şeyler olabilir. Atatürk'ü kötülemek isteyenler öküz altında buzağı arayacaklar. Başka faydası olmaz.

*Latife Hanım ayrılış nedeni olarak bir "yılan"dan bahsediyor. Babanız da Latife Hanım'ın Atatürk'ü arkadaşlarından ayırmaya çalıştığını söylüyor. Kızgınlığı fark ediliyor. Bu "yılan" babanız Kılıç Ali olabilir mi?

Değildir herhalde. Yıllar sonra Latife Hanım'a gittim sordum; babama, amcama kızgınlığınız var mı, diye. "Katiyen" dedi. Latife Hanım'ın onlara kızgınlığının nedeni şu olabilir: Fikriye Hanım Çankaya'ya gelince Latife Hanım "Kovun bu kadını" diyor. Amcam da "Hanımefendi, bu kadın zor günlerde bizim çamaşırlarımızı yıkadı, kovamam" diye dikleniyor. Bunun için babama da, amcama da kızıyor Latife Hanım.

*Bir anınızı anlatır mısınız?

Florya'daydık. Ülkü'yle denize giriyorduk. Atatürk de evin önündeki masada oturuyor. Bize seslendi "Çok kaldınız üşüdünüz, artık çıkın" dedi. Çıktık merdivenden. İkimizin de elinden tuttu. Havlularımızı verdi arkamıza. Dondurma yer misiniz, diye sordu. Frambuazlı dondurma vardı. Ne vakit frambuazlı dondurma yesem burnumun direği sızlıyor. (ağlıyor) Atatürk'ü bir daha görmedim. Arkasında ekoseli bir süveteri vardı. Saçları önüne düşmüş. Biz canı sıkkın zannettik. Meğer hastaymış. Hâlâ içim acıyor.

Çocukları çok seven Atatürk, Afet İnan, Sabiha Gökçen, Fikriye, Ülkü Adatepe, Nebile, Rukiye, Zehra ve Mustafa isimlerinde 8 çocuğu manevî evlat edindi. Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları ise himayesine aldı. Onlara iyi bir gelecek hazırlayan Atatürk, mirasından çocuklarına da pay ayırdı.

Ülkü Adatepe, Atatürk’le aynı çatı altında tam 5 yıl yaşamıştı. Kendisiyle yapılan bir röportajda manevi babasıyla ilgili olarak çok özel açıklamalarda bulundu.

Atatürk’ün Manevi Kızı Ülkü Adatepe’yle Yapılmış Olan Röportaj


Ata’nın Fikriye ile ilişkisi gerçek bir aşktı. Bunu da herkes biliyordu, Latife Hanım çok hırçın ve sinir hastasıydı. Zübeyde Hanım da Atatürk’ün yakın çevresi de Latife Hanım’ı hiç sevmemişti…

* Annenizin-babanızın kızı olmaktan çok Atatürk’ün kızı mıydınız?

Kendimi bildiğimde Atatürk’le aynı evdeydim. Çok ilgi görüyordum. Şefkat ve sevgi seli içindeydim. Atatürk’e Atatürkçüğüm diye hitap ederdim. Ne yazık ki anılarım çok silik. Onun çalışma odasına doğru koşuşum, kucağına alıp nasihatte bulunması, eve gelen konuklar…

* Nasıl izler kaldı o günlerden size?

Onunla olunca kendimi sağlam bir kayaya yaslanmış hissederdim. Anne-baba sevgisinin ötesinde olduğunu da itiraf etmeliyim.

* Anneniz Zübeyde Hanım’ın komşusuymuş. Bu yüzden mi Atatürk’ün manevi kızı oldunuz?

Dedesi annemi Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’a emanet etmiş. Annemi Zübeyde Hanım büyütmüş. Annem küçük bir kız çocuğu olarak Atatürk’ün başını kaşırmış. Zübeyde Hanım’ın ölümünden sonra annem bir süre Ata’nın kardeşi Makbule Hanım’la kalmış. Atatürk annemi Gazi Orman Çiftliği’nde istasyon şefliği yapan Fransızca bilen Çerkez babamla evlendirmiş. Annemin hamile olduğunu duyunca da haber göndermiş.

* Evlat mı edinmek istemiş sizi?

Hayır, yalnızca şöyle demiş: “Kız ya da erkek fark etmez bu çocuğun adı Ülkü olacak.” Ben doğduğumda kendisi cumhurbaşkanıydı. 40 günlükken beni kucağını alıp sevmiş. Ben 9 aylıkken ziyarete geldiğinde çiftlikte beni görmüş. Elime saatini tutuşturmuş. Ben saati kulağıma ***ürüp dinlemişim. Meraklı halim onu çok etkilemiş ve benden ayrılmak istememiş. Herhalde babalık duyguları hissetti. Döndükten hemen sonra gece eve araba gönderip bizi Çankaya Köşkü’ne aldırmış.

* Neler yaşadınız Atatürk’ün ölümünden sonra?

Onun koruması, onun verdiği güç her zaman benimle birlikteydi ama çok zorluk çektim. Çünkü birden bir ilgi boşluğu oldu. Annemin, babamın dolduramayacağı bir boşluğun içine düştüm. Üsküdar Amerikan Lisesi’ne gönderdi ailem beni, Ata’nın istediği gibi bir eğitim almak için. Ancak ben bunalıma girdim. İsmet Paşa da dahil olmak üzere hiç kimse ilgilenmedi benimle. Unutuldum uzun bir süre. Bu yüzden de liseyi bitirmeden evlendim Fethi Doğançay’la. Bu bakımdan zor bir hayatım oldu, Ata’nın eğitim bakımından beklediklerini gerçekleştiremedim. Kendime geldiğimde, Ata’yı anlatmayı kendime misyon olarak üstlendim. Bunu yapmalıydım. Uzun süre kişilik bunalımı yaşadım.

* Atatürk’ün aşkları da gündemde… Zsa Zsa Gabor bile geldi diye yazanlar oldu…

Öyle. Zsa Zsa Gabor doğru değil. Birilerinin eşlerini beğenirmiş gibi sözler de söyleniyor, onlar da doğru değil. Ama sonuçta Atatürk de bir insandır, çapkın olabilir, zaten bekardı.

* Ya Fikriye Hanım…

Ona aşıktı. Hatırlamıyorum ama annem ve Sabiha Hanım anlatırdı. Fikriye Hanım, Ata’nın çevresindekilerin de beğenisini alan güzel bir kadınmış. Herkes hayranmış.

*Latife Hanım ‘first leydi’liğe daha mı uygun bulunmuş?

Şöyle anlatılmıştı bana. Zübeyde Hanım hastalandığında Ata’ya bir mektup yazarak, evlenmesini istemiş. O sırada Latife Hanım yetiştiriliş tarzı, ailesi bakımından beğenilmiş. Ancak görünen gibi olmamış.

* Yurtdışında okuyan Latife Hanım’ın neyi uymamış Ata’ya?

Bir kere Zübeyde Hanım bu mektubu yazdıktan kısa bir süre sonra fikir değiştirmiş. Ata’nın yaveriyle haber gönderip, “Sakın evlenme” demiş. Ancak o sırada Ata’nın çevresindekiler de evlilik için bastırınca evlilik gerçekleşmiş. Bana anlatılanlar Latife Hanım’ın hırçın, hırslı ve şımarık olduğu. Aileden gelen bir sinir hastalığı da varmış. Ata’nın yakın çevresindekiler onu sevmemiş. Sonuçta Ata öldükten sonra da kendini odaya kapattı. Kimseyle görüşmedi.

* Ya Fikriye Hanım’ın ölümü?

Çok acıklı. Onunla ilgili anlatılanlardan çok etkilenirim. Fikriye Hanım döndüğünde eve alınmamış. Bu Ata’nın onun gelişinden habersizliğinden kaynaklanıyor. Fikriye Hanım buna çok içerlemiş. Latife Hanım’ın, Atatürk’ün Fikriye Hanım’la ilişkisini kesmesinde büyük etkisi var. Bana kalırsa, anlatılanlardan bildiğim Fikriye ve Ata’nın ilişkisi gerçek bir aşktı. Fikriye’nin hastalandığı da doğrudur. Paris’te tedavi görmüş. Keşke Fikriye Hanım’la evlenseydi.

* Safiye Ayla’nın Köşk’e gelişini hatırlıyor musunuz?

Safiye Ayla’yı özel olarak çağırırdı. Erken yattığımda, uyandırırdı beni Ata, “Safiye Hanım geldi” derdi. O söylerdi, ben de dans ederdim.

* Safiye Ayla’nın yüzünü sakladığı, kapının, perdelerin arkasından şarkı söylediği doğru mu?

Öyle bir şey olmadı. Hatta bu dedikodu çok yayılmıştı ve Safiye Ayla, rahmetli ölmeden önce bana “Ülkücüğüm halk beni galiba gerçekten çok çirkin buluyor. Atatürk’ün bana bakamadığını düşünüyorlar” demişti.

* Çok içer miydi?

Annemin anlattıklarından biliyorum, harp zamanında içermiş. Sonuçta ülkeyi yönetiyor, devrimler yapıyor, çok özel bir insan Ata.

* Bu konular yeni yeni konuşuluyor. İçkisi, sigarası… Rahatsız oluyor musunuz?

Okullarda savaşları okutuyorlar ama bilmedikleri Atatürk’ün insan yönü. Her şeyden evvel insan o. Bu yüzden de rahatsızlık duymuyorum. Çok büyük bir asker, çok büyük bir devlet adamı, çok büyük bir devrimci. Atatürk’ün rakısından bahsediliyor. Stresini atmak için içiyormuş, muazzam sofraları filan anlatıyorlar. Onları hatırlıyorum o sofralar imtihan sofrasıydı. Fikir alışverişi yapılırdı.

* Kimler davet edilirdi, siz hatırlamasanız bile mutlaka anlatılmıştır…

Annem, Sabiha Gökçen, Afet Hanım anlatırdı bana. Gazeteciler, yakın arkadaşları gelirdi.

* Atatürk yaşasaydı ne olurdu, ne yapardı?

Atatürk şimdi olsaydı zaten böyle olmazdı. Ata’nın15 yılda yaptıklarını yıllardır yapamadılar.

* Atatürk manevi kızlarının siyasete girmemesini vasiyet etmiş. Ata neden böyle olmasını istedi?

İsminden yararlanılmasını istememiş olabilir. Çok çıkarcı olabilirdik. Ata her şeyi milletine bıraktı. 1933′te doğduğumda kanun çıkarmış, oysa her şey kız kardeşine kalabilirdi.

Atatürk’ün İlkeleri
“Atatürk’ün İlkeleri”, Türkiye Cumhuriyetinin temel prensipleridir. Atatürk'ün dünya görüşünü yansıtan ve 6 ok olarak da nitelendirilen bu ilkeler bir bütündür, birbirinden ayrı düşünülemez. Atatürk ülke yönetimindeki temel prensipleri bu 6 ilke altında toplanmıştır. Kuşkusuz Atatürk’ün ilkeleri çok daha iyi bir Türkiye Cumhuriyeti içindir.

Cumhuriyetçilik:
Çok uluslu bir imparatorluğun savaşla yıkılmasından sonra, bir milletin ayakta kalabilmesi için varını yoğunu vererek çalışmış ve savaşmış olan Atatürk, ulus devlete geçiş sürecinde Türkiye'nin ulusal kimliğini oluşturdu. Bu kimliği oluştururken, tüm vatandaşların kendi iradesiyle ülke yönetiminde etkisi olmasını gerekli gördü, halkın iradesini temel aldı. Hiç kuşkusuz bir ülkenin vatandaşları yönetimde etkin olmalıydı, sesini duyurmalıydı, kul nitelikli bir yapıda değil de yurttaş-birey olarak görülmeliydi. Atatürk bu ülkeye Cumhuriyet’i hediye ederken, sadece halkını ve vatanını düşünmüştü.

Halkçılık:
Atatürk, Cumhuriyet ilkesiyle birlikte, sosyal hayatın içinde bireylerin kendilerini özgürce ifade edebilmeleri, haklarını arayabilmeleri için kadın-erkek, genç-yaşlı tüm halka değer veren bir düşünce doğrultusunda Halkçılık ilkesine işaret etti. Halkçılık ilkesi sınıf ayrıcalıklarına ve sınıf farklılıklarına karşı olmak ve hiçbir sınıfın diğerlerinin daha üzerinde olmasını kabul etmemek demekti. Birlik fikrinin yücelten Halkçılık ilkesiyle Türkiye Cumhuriyeti ulusal bir kimlik kazandı. 1934 yılında kabul edilen bir kanun ile kadınlar seçme ve seçilme hakkını aldılar, statülerinde köklü değişiklikler oldu. Kadınları ikinci sınıf insan gören zihniyet tamamen ortadan kalktı, kadınlar sosyal hayatta yer almaya başladı. Atatürk çeşitli ortamlarda, Türkiye'nin gerçek yöneticilerinin köylüler olduğunu söylemiş ve bunu şu şekilde ifade etmişti:

Köylü Yurdun Efendisidir.

Laiklik:
İmparatorluk döneminde yobazlar ve radikal dinciler oldukça tehlikeli bir hal almışlar, bazı gruplar düşmanla işbirliği içine girmeye bile çalışmıştı. Din gibi sadece Allah ve kul arasında kalması gereken ruhani bir olguyu, devlet yönetiminde kullanmak, onu araç etmek ve küçük düşürmek demekti. Oldukça dindar bir anne tarafından yetiştirilmiş olan Atatürk, Laiklik ilkesiyle, yobazların ülke yönetiminde dini kullanmasına izin vermemiş, dini korumuştu. Bu amaçla laiklik ilkesini benimsemişti. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıyla dini çirkin amaçlarına alet eden grupların etkisi azaldı.

Milliyetçilik:
Vatan sevgisini her şeyin üstünde tutup, vatanı için cesurca savaşmış olan Atatürk’ün milliyetçiliği ırkçı bir yapıda değil, yurtseverlikle doluydu. Bugün bir bayrak altında bağımsız olarak yaşamamız, milyon askeri komuta ederek, cephelerde kahramanca savaşarak Cumhuriyet’i kuran Atatürk sayesindedir. Atatürk’ün milliyetçiliği tüm diğer ulusların bağımsızlık haklarına saygılı ve sosyal içeriklidir. Yalnızca anti - emperyalist olmayıp aynı zamanda herhangi bir sınıfın Türk toplumunu yönetmesine de karşıdır. Türk devletinin vatanı ve halkı ile bölünmez bir bütün olduğu ilkesine dayanmaktadır.

Devrimcilik:
Atatürk'ün ortaya koyduğu önemli ilkelerden birisi olan devrimcilik, işlevi kalmamış, çağın gerisindeki kavramlar ve anlayışlar yerine değişen dünyaya uygun, akılcı kavramların benimsenmesi demektir. Bu anlamda Atatürk, geleneksel kuruluşlar yerine modern kuruluşlar inşa etmiş, ülkenin geleceği için yeni yapılanmalara gitmiştir.

Devletçilik:
Atatürk, Türkiye'nin bir bütün olarak modernizasyonunun ekonomik ve teknolojik gelişmeye önemli ölçüde bağlı olduğunu ifade etmiştir. Devletçilik ilkesini, devletin, ülkenin genel ekonomik faaliyetlerinin düzenlenmesi şeklinde yorumlamış, özel sektörün girmek istemediği, yetersiz kaldığı ya da ulusal çıkarların gerekli kıldığı alanlara girmesi konularına da değinmiştir. Devletçilik ilkesinin uygulanmasında, devlet yalnızca ekonomik faaliyetlerin temel kaynağını teşkil etmemiş, aynı zamanda ülkenin büyük sanayi kuruluşlarının da sahibi olmuştur.

Atatürk’ün İnkılâpları
Atatürk askeri bir dahi ve karizmatik bir lider olduğu gibi, aynı zamanda büyük bir reformcuydu. Türkiye Cumhuriyetinin çağdaş bir ülke olması için eğitim, adalet, sosyal hayat ve ekonomi gibi bir ülkenin gelişmesinde oldukça büyük önemi olan yapıtaşlarını tümden değiştirmişti. Atatürk ülkemizin ihtiyaçlarını bilmenin yanında genç cumhuriyetin geleceğini de düşünüyordu. Dünya değişiyordu ve ilerlemenin yolu da değişmekten geçiyordu. Bu yüzden 1924 ile 1938 yılları arasında, insanlarının kurtuluşu ve hayatta kalabilmesi için yaşamsal öneme sahip olan inkılâpları hayata geçirdi. Bu inkılâplar, Türk halkı tarafından büyük bir coşku ile karşılandı. Yaptığı değişiklikler köklü oluşları ve eski sistemi düzenlemektense yerine yenisini getirmeleri nedeniyle devrim olarak da nitelendirildi. Ancak, devrim, ihtilal kavr*****n eş anlamlısıydı ve kanla gerçekleşen bir eylemdi. Dolayısıyla Atatürk yaptığı değişiklikler için negatif bir kavram yerine değişim anl¤¤¤¤¤ gelen inkılâp kavr***** seçti.
 
MUSTAFA KEMAL'İN YAZDIĞI KİTAPLAR

Mustafa Kemal Atatürk, yaş*****n her döneminde kitapla bütünleşmiştir. Bu okuma sevgisinin kendisine sağladığı bilgi birikimini zaman zaman yazmaya dönüştüren Atatürk, yaş*****n farklı dönemlerinde farklı konularda kitaplar yazmıştır. Yazdıkları gerek güncelliği, gerekse yol göstericiliği açısından bu gün dahi tartışmasız greçekleri içermektedir. O'nun günümüzde hala geçerliliğini koruması ileri görüşlülüğünün ve akılcılığının göstergelerinden biridir. Mustafa Kemal, özellikle II. Meşrutiyet'in (23 Temmuz 1908) ilanından sonra tüm dikkat ve çalışmasını askerlik üzerine yoğunlaştırılmıştır. O,mesleki bilgileri artıracak yayınların yapılmasını gerkli görüyordu. Bu amaçla mesleğinin ilk yıllarından itibaren askerlikle ilgili birikimlerini aşağıda isimleri belirtilen kitaplarda toparlanmıştır.

a) Takımın Muharebe Talimi

b) Cumalı Ordugahı

c) Tabiye Tatbikat ve Seyahati

d) Bölüğün Muharebe Talimi

e) Zabit ve Kumandan ile Hasbihal (Subay ve Komutan ile Konuşmalar)

f) Tabiye Meselesinin Halli ve Emirlerin Sureti Tahririne Dair Nesayih

NUTUK
Yurdumuzun parçalanıp, işgal edildiği günlerden başlayarak, Türk tarihinde bir dönüm noktası olan İstiklal Savaşı'nı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu ve inkılapların yapılışını anlatan Nutuk, siyasi ve milli tarihimizin birinci elden, değerli bir kaynak eseridir.
Atatürk'ün kendi kaleminden çıkan bu eser, yine Atatürk tarafından, Cumhuriyet Halk Partisi'nin 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında Ankara'da toplanan İkinci Kurultayı'nda 36,5 saat süren ve altı günde okunan tarihi bir hitabeye dayandığı için Nutuk adını almıştır.
Nutuk yalnız geçmiş devrin bir hikayesi olarak dünümüzü anlatmakla kalmayıp, yakın tarihimizden alınan ibret dolu tecrübelerle, milli varlığımızın bugününe de yarınına da ışık tutabilen bir değer taşımaktadır.
Nutuk, milleti ülkenin geleceğini belirleyecek olan milli birlik ilkesi etrafında bilinçlendirip, kenetlendirerek, milli irade ve milli hakimiyet kavramlarının harekete dönüştürülmesi yoluyla, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kuruluşundan Cumhuriyetin ilanına kadar uzanan başarılı bir tarihi akışın hikayesidir.
Nutuk ilk defa 1927 yılında, biri asıl metin, diğeri belgeler olmak üzere Arap harfleriyle iki cilt olarak yayınlanmıştır. Aynı yıl, tek cilt halinde lüks bir baskısı da yapılmıştır. Yazı inkılabından sonra, bu ilk metnin okunması güçleştiğinden, 1934 yılında, Milli Eğitim Bakanlığınca üç cilt olarak yeniden basılmıştır. Nutuk, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezince yeniden basılmıştır.

BÖLÜĞÜN MUHAREBE EĞİTİMİ
"Bölük Muharebe Eğitimi" olarak yayınlanan eser, meskun yerlerde muharebe, savunma ve taarruz konularını kapsamaktadır. Meskun yerlerin sınırlayıcı durumlarının muharebeye etkisi, savunma mevziinin seçimi, savunma mevziinin hazırlanması, ateş sahalarının temizlenmesi, ateş taksimi, ateş tutmayan ölü bölgelerin kapatılması ve mevziin işgali gibi savunmanın esasını oluşturan konular işlenmiştir. Ayrıca taarruzda birliğin aldığı tertip ve düzen, ilerleme, ateş üstünlüğü, ihtiyatların kullanılması gibi taarruz harekatında her zaman karşılaşılacak konular ele alınmıştır.
Genç Kurmay Önyüzbaşı Mustafa Kemal (Atatürk) tarafından, Almanca aslından tercüme edilen ve bağlı olduğu ordunun eğitimine katkısı olan bu eserden yeni nesillerin de faydalanabilmeleri için bugünkü Türkçe'ye çevrilmiştir.

CUMALI ORDUGAHI
Cumalı Ordugahı; Makedonya bölgesinde, Köprülü - İştip yolu üzerinde bulunmaktadır. Bu ordugahta, 3. Süvari Tümen Komutanı Tuğgeneral Suphi Paşa'nın komutası altında kurulan bir süvari tugayına eğitim ve manevra yaptırılmıştır. Bu manevraya katılan Mustafa Kemal, "Cumalı Ordugahı" adlı eserini yazmış; süvari, bölük, alay, tugay eğitim ve manevralarını anlatmıştır.
Mustafa Kemal bir kurmay subay olarak teorik bilgilere önem vermekte, ancak askeri tatbikat ve manevralardan sadece katılanların yararlanmasını yeterli görmemektedir. Bu yüzden, 10 gün süren bu tatbikat sırasında tututuğu gözlem notlarını, hazırlanan meseleleri ve komutanların yaptıkları eleştirileri yazmış, bol kroki ile küçük bir broşür haline dönüştürmüştür. 12 Eylül 1909'da tamamladığı bu eseri, Selanik'te 1909 yılında matbaa harfleriyle basılmıştır. Eser; 39 sayfa metin ve 7 adet krokiden oluşmaktadır.

TAKIMIN MUHAREBE EĞİTİMİ
Bu kitap; Berlin Askeri Üniversitesi eski müdürlerinden General Litzmann'ın "Seferber Mevcudunda Takım, Bölük ve Taburun Muharebe Talimleri" adlı eserinin ilk bölümünü oluşturmakta olup, Selanik'te 3.Ordu Karargahı'nda görevli, Kurmay Kıdemli Yüzbaşı Mustafa Kemal tarafından Almanca'dan Osmanlıca diline çevrilmiş ve 1908 yılında Selanik Asır Matbaasında basılmıştır.
Kitabın özü; seferi tam mevcutlu bir takımın, değişik hava şartları ve çeşitli arazide, basit bir mesele içinde muharebe yöntemlerinin uygulaması, avcı hattı teşkiliyle bir avcı hattının ateş muharebesi üzerinde toplanmaktadır.
Mustafa Kemal Paşa, subayların arazide yetiştirilmesini amaçlayan tatbikatın, önemini vurgulayan bu eserini, 1911 yılında 5. Kolordu Harekat Şube Müdürü iken yazmıştır. Bu eserde, karşılıklı olarak kırmızı ve mavi muharebe birliklerinin Selanik-Kılkış arasında yaptıkları savunma ve taarruz uygulamalarının değerlendirilmesi yapılmıştır.

TAKTİK VE TATBİKAT GEZİSİ
Bu eserinde, bir muharebeyi sevk ve idarede belirli kuralların olamadığını vurgulaması yanında, komutan olan kişinin nitelikleri üzerinde de durmuştur. Bunlar ise; birliğini barışta ve savaşta eğitmek, yönetmek ve gözetmekteki üstün başarı, elindeki kuvvetin eksikliğini giderecek düşünce gücü ve astlarından her konuda üstünlüğü sağlamaktır. Bunun yanında, kişisel cesaret, başkalarının hareketini önceden seziş ve harekatını en uygun zamanda yapabilme yeteneği olmalıdır. Ortak amacın gerçekleştirilebilmesi için birliklerini başarılı bir şekilde yönetmeli, astları üzerinde etkili olmalı ve otoritesini kurabilmelidir.
Bu eserde ayrıca bir komutanın başarılı olabilmesi için bu kuralları sadece okumuş ve öğremiş olmanın yeterli olamadığı, bunların tatbikatının da önemi belirtilmiştir

GEOMETRİ
Atatürk bu kitabı ölümünden birbuçuk yıl önce III. Türk Dil Kurultayından hemen sonra 1936-1937 yılı kış aylarında Dolmabahçe Sarayında kendi eliyle yazmıştır. Atatürk Arapça ve Farsça terimlerle dolu ders kitaplarının öğrenciler açısından öğrenimi geciktireceğini düşünmüştü.

SUBAY VE KOMUTAN İLE KONUŞMALAR
"Subay ve Komutan ile Konuşmalar" Atatürkün askerliğe ilişkin eserlerinin en önemlilerinden birisidir. Bu eser, Atatürk, 1914 yılında Kurmay Yarbay rütbesiyle Sofya askeri Ataşesi olarak bulunduğu sırada, Nuri conker'in "Zabit ve Kumandan (Subay ve Komutan)" adlı kitabına karşılık olarak yazılmıştır.
Genç subayın, içinde bulunduğu ordudaki aksaklıkları, hataları nasıl sezdiğini; bunlara karşı tepkisiz kalmayarak üst makamlara hatalar ve çözüm yollarını nasıl sunduğunu; ülkenin içinde bulunduğu askeri ve siyasal durumdan duyduğu acıları kitabın birinci bölümünde bulmaktayız.
Atatürk, bir subayın taşıması gereken özveri, ölümü göze alma, emri altındakileri sevk ve idare edebilme, taarruz ruhu, insiyatif özellikleri hakkında, Nuri Conker'in görüşlerine katılmış ve kendi düşüncelerini de çeşitli örneklerle destekleyerek açıklamıştır.
Bunların yanı sıra, Türk kadınının, aslında toplumu yaratmada çok etkili olabilecekken, suskunluğu seçtiğini bütün açıklığıyla ortaya koymaktan kendini alamamıştır. Türk ulusu hakkında ise "kuşkusuz bizim ulusumuzun karakteri de bütün karakterler gibi yükselmeye ve istenen şekle girmeye elverişlidir. Fakat kendi kendisine olmak koşuluyla..."dedikten sonra, dışardan ulusumuzun karakterine yapılmak istenen etkilerin amacına ulaşamayacağını vurgulamıştır.
Subaylarda ve erlerdeki inisiyatif özelliğine eserinde geniş bir bölüm ayıran Atatürk, kendi dönemindeki ile daha önceki dönemlerde Osmanlı ordusunu kıyaslamıştır. Özellikle Trablusgarp Savaşı'nda edindiği deneyimler ile kendiliğinden hareket ve iş görme özelliğinin, olması gereken sınırını göstermiştir.
Atatürk, eserin son bölümünde, Kuzey Afrika'da birlikte çarpıştığı korkusuz ve yiğit silah arkadaşlarını anmış ve onları "yüksek askerlik niteliklerine" sahip insanlar olarak tanımlamıştır. Bu davranışı O'nun diğer bütün üstünlüklerinin yanı sıra insancıl yönünede tanıklık eder.
 
PADİŞAH BUYRUĞU
Mehmet Vahidüddin
ONAY

“Kuvayı Milliye adı altında çıkardıkları fitne ve fesatla, anayasaya aykırı olarak halktan zorla para toplamak, asker almak, bunun aksine hareket edenlere işkence ve eziyet ederek şehirleri yakıp yıkmaya kalkışmak suretiyle iç güvenliği bozanların tertipçisi oldukları iddiasıyla haklarında dava açılan, Üçüncü Ordu Müfettişliğinden alınarak askerlik mesleğinden çıkartılmış bulunan Selanikli Mustafa Kemal Efendi, Eski yirmi yedinci fırka kumandanı miralaylıktan emekli İstanbullu Kara Vasıf Bey, Eski yirminci kolordu kumandanı Mirliva Salacaklı Fuat Paşa ile Eski Vaşington elçisi ve Ankara milletvekili Midillili Alfred Rüstem ve sıhhiye eski müdürü İstanbullu Doktor Adnan Bey ile Üniversite Batı Edebiyatı eski öğretmeni Halide Edip Hanımın, ayrıntıları 11 Mayıs 1336 (1920) tarihli ve 20 numaralı karar tutanağında yazılı olduğu üzre, Mülkiye Ceza Kanunu’nun kırk beşinci maddesinin birinci fıkrası delaletiyle elli beşinci maddesinin dördüncü fıkrası ve elli altıncı maddesi uyarınca, sahip oldukları askeri ve mülki rütbe ve nişanlarla, her türlü resmi ünvanlarının kaldırılmasına ve idamlarına, halen firarda bulunmaları dolayısıyla kanun hükümleri gereğince mallarının haczedilerek, usulüne göre idare ettirilmesine dair İstanbul bir numaralı sıkıyönetim mahkemesi tarafından gıyaben verilen hüküm ve karar, ele geçirildiklerinde tekrar yargılanmak üzere tasdik edilmiştir.

Bu Padişah Buyruğu’nu yürütmeye Harbiye Nazırı görevlidir.
24 Mayıs 1336 (1920) Sadrazam ve Harbiye Nazırı Vekili
Damad Ferid

__________________
 
Atatürk'ün Kendi Yazdığı Şiirler

ataturk1.jpg


BİR ASKERİN MEZARINA

Şurada, kabrin üzerinde konulmuş bir,
Beyaz taş var, onun altında bayraklar
Temevvüç ederken, kelleler uçuşurken...
Celâdeti tâbân olurken aldığı cerîhai mevt
İle bu âlemi hîçîye vedâ etmiş bir
Asker yatıyor...
Onun hâbı istirahate çekildiği şu
Makberin üzerine rüfekası eşki teessür döktüler.
Kadınlar dümü rizi mâtem oldular. İhtiyarlar
Nâle eylediler, çocuklar ağladılar.
Şu söğüt ağacının nim setreylediği senin
Mezarın üzerine bir zırh başlık ile kılıç hak,
Olunmuştur. İşte orası o kahramanı muhteremin
Câyi istirahatidir. Ne mutlu ki, hâki pâye vatan
Ona nâilini intizar olmuş!...

MUSTAFA KEMAL · Harbiye talebesi iken yazmıştır.

HAKİKAT NEREDE?
Gafil, hangi üç asır, hangi on asır
Tuna ezelden Türk diyarıdır.
Bilinen tarihler söylememiş bunu
Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak,
Dinleyin sesini doğan tarihin,
Aydınlıkta karaltı, karatıda şafak
Yalan tarihi gömüp, doğru tarihe gidin.

Asya'nın ortasında Oğuz oğulları,
Avrupa'nın Alplerinde Oğuz torunları
Doğudan çıkan biz
Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz
Türk sadece bir milletin adı değil,
Türk bütün adamların birliğidir.
Ey birbirine diş bileyen yığınlar,
Ey yığın yığın insan gafletleri
Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde,
Hakikat nerede?

MUSTAFA KEMAL

BEŞİKE HÂDİSESİ İÇİN
Çıkıyor gönüllere istimdadı
Sâmiamda vatanın feryâdı
Çıkıyor gönüllere istimdadı
Yaralı bir ****** evlâdı
Etmesin mi anaya imdadı?
Rumeli can veriyor yok mu ilaç.
Edelim sıhhatini istimzaç;
Etmeyelim kimseyi izaç?

Zırhlılar her yeri tehidt ediyor,
Makedonya bunu tes'it ediyor.
İnkırazı bize teyit ediyor.

Yemenin purişi malumu cihan
Ne için eyledi millet isyân?
Zulme ister mi bu yoldan burhan
Turuşkalar bile aldı meydan

Hani kânun-u adaâlet nerede?
Mülk-ü millette himâye saadet nerede?
Haricen mülk-ü himaye nerede?
Bizde evvelki şecaat nerede?

Gelse Ertuğrul şöhret-i pervas
Eder elbette tahayyür ibraz
Vatanın feyzine kâdir olamaz
Yeniden fethine verseydi cevâz...

Yıldırım görse şu ahvâlimizi
Ateş kahrı yakar hâlimizi,
Af eder mi bizim efâlimizi,
Mahveder cumle-i emsâlimizi,

Ey büyük Fâtih'i İstanbul'un...
Bu revş olmadı mı makbulün
Sây ile toplanılan mahsulün
Berhava oldu fakat meçhulün...

Yazık oldu Vatana âh yazık...
Her ağızdan çıkıyor: Eyvâh yazık!..
Acısın bizlere, âh yazık!

MUSTAFA KEMAL · Sinop 25 Kânunu Evvel 321 (1905)

HAYAT SERENADI
Atatürk'ün Salih Bozok'a yazdığı mektuptan :
"Bir Fransız şairi hayatı şöyle tarif ediyor :

Hayat kısadır,
Biraz hayal,
Biraz aşk
Ve sonra Allahaısmarladık.
KASİDEİ İSTİBDAT YAHUT KIRMIZI İZLER
Bir köhne kadit parçası, bir çehrei menhus,
Zulmetler içinde mütereddit, mütelâşi,
Daim mütefekkir görünen, kendine mahsus
Efkârı sakimane ile âleme karşı
Ateş saçarak etmede her gün bizi tehdit,
Âmali harisanesini eyledi tezyit...
Gördükçe bu mazlumlarını, sinesi mağrur,
Tırnaklarını aileler kalbine saplar;
Mağdurlarının her biri bir kûşede ağlar,
Katlandı vatan görmeğe evlâdını makhur...
Birçoklarımız mahpes-ü menfada süründük.
Ey gazii mecruhu vega dideye döndük.
Ey kanlı eliyle vatan âmaline hail,
Ey enmilei sürbu cinayata delâil
Teşkil eden ey köhne kadit, katili efkâr,
Ey katili şübbanı vatan, katili ahrar,
Ey varlığı bir millet için bâdii zillet.
Ey çehresi ifrite veren dehşeti vahşet,
Zindanları, menfaları, mahpesleri doldur,
Ziniciri esaretle bütün hisleri dondur.
Tesmimi nefes, nefyi ebet, sonra denizler..
Her girdiğin evlerde durur kırmızı izler...
Kâbusi hiyanetle vatan can çekişirken
Âtimizi dendanı harisin kemirirken
Bir gün Rumeli dağları envara boyandı;
Hürriyetin enfası ile herkes uyandı.

 
Geri
Üst