Kayıp Uygarlık Atlantis İle İlgili Bütün Yazılar

BİLİM ANTAKYA’DA İŞBAŞINDA


İLK BÜYÜK UYGARLIK ANTAKYA’DA MI?
(ÜÇ AĞIZLI MAĞARASI)
Ankara Üniversitesi öğretim görevlilerinden Prof. Dr. Enver Bostancı ve Prof. Dr. Süleyman Şenyürek 1950’li yıllarda başlattıkları araştırmalarda Antakya’da ilk yerleşimin İ.Ö 100.000 (Orta Paleolitik Dönem) yıllarına kadar uzandığını tespit ettiler. Bölgede Şenköy, Altınçay ve Samandağ-Çevlikte yaptıkları kazılarda İ.Ö 100.000-40.000 yıllarına tarihlenen el baltaları, kazıyıcılar, satırlar, Homosapiense ait diş ve kemikler buldular. Değerli bilim adamı Prof. Dr. Süleyman Şenyürek’in 1961 yılında bir uçak kazasında hayatını kaybetmesine rağmen Prof. Dr. Enver Bostancı araştırmalarını uzun yıllar devam ettirdi.
Paleolitik döneme ait araştırmalar 1989 yılında Fransız araştırmacı Dr. Ancelo Manzini’nin Samandağ-Meydan köyü civarındaki Üç Ağızlı Mağarasını keşfetmesiyle yeni bir boyut kazandı. 1996 yılından itibaren Kültür
Ucagizli_magarasi5.jpg
Bakanlığının denetiminde, Ankara Üniversitesinden Prof. Dr. Erksin Güleç, Doç. Dr. Ayla Sevim, Arizona Üniversitesinden Prof. Dr. Mary Kuhn ve Prof. Dr. Steven Kuhn’da dahil olmak üzere yaklaşık 25 kişilik bir ekip Üç Ağızlı Mağarasında çalışmalara başladı. Kazılarda günümüzden 41.000 yıl öncesine kadar inildi (şimdilik). Halen devam eden araştırmalarda Üst Paleolotik dönemde mağarayı kullanmış insanlara ait deniz kabuklarından yapılmış kolye, toka, kemer gibi takı eşyaları, ok uçları, taş aletler ve bunların yanında geyik, vahşi keçi, domuz ve sığır avlarından kalan kemikler bulundu. Prof. Dr. Erksin Güleç “İlk bulgulara göre Üç Ağızlı Mağarasındaki arkeolojik serinin, tüm Doğu Akdeniz bölgesindeki en uzun Paleolitik serilerden birisi olduğunu, belirterek mağarada bulunan takıların o kadar eski bir dönemde bu kadar yoğun ve bilinçli kullanımı çok az, takının 41.000 yıl önce bilinçli ve yoğun olarak kullanıldığı anlaşılıyor. Onun için Antakya’yı Anadolu’nun ilk modernlerin ortaya çıktığı yerlerden biri olarak düşünüyoruz” diyor. İşin ilginç yönü benzer çağda Türkiye’deki tek kazı alanın, Üç Ağızlı mağarasına 25 km. uzaklıktaki Kanal Mağarasıdır.

Prof. Dr. Steven Kuhn’ın ise “Bu güne kadarki en önemi bulguların bazıları, alandaki seri boyunca çok sayıdaki süslemelerin; esas olarak kabuktan kolyelerin ve sallantılı küpelerin varlığına işarettir. Vücut süslemeleri, malzemeleri bir iletişim aracı olarak kullanmak suretiyle bilgi teknolojisinin en erken türünü temsil etmektedir. Boncuk gibi süsler, kullananlardan diğer insanlara bilgi taşımak için kullanılmıştır.” diyor.
Doç. Dr. Ayla Sevim; Üç Ağızlı Mağarası kazısında elde edilen süs eşyalarının ülkemizde bulunanların en eskisi ve deniz ürünlerinden yapılması açısından da dünyanın ilk örneği olduğunu belirtiyor ve mağarada yörede yaşayan insanın o dönemde külü yatak olarak kullandığına dair buluntularda elde ettiklerini söylüyor.
Bilim adamları şimdi Antakya laboratuarının bu köşesinde 41.000 yıl öncesinden geriye sessiz sedasız çalışmaya devam ediyorlar
 
HİTİTLER, HURRİLER: SÜMERLERE DOĞRU!…
İ.Ö 2500 den başlayarak Anadolu’ya hakim olan Hind-Avrupa dil topluluğuna kavimler İ.Ö 700 lü yıllara kadar yaklaşık 1800 sene dünya uygarlık tarihini derinden etkilemişler ve başlangıçta Hatti-Hitit beylikleri adıyla anılan bu kavimler İ.Ö 1660 dan itibaren Hitit devletini kurarak Ege kıyılarından Suriye içlerine kadar bütün Anadolu’yu kapsayan bölgede büyük bir imparatorluk haline gelmişlerdir. Günümüze ulaşan belgelerde Anadolu medeniyetleri tarihine ait en zengin kaynaklar Hititlerden intikal etmiştir. Boğazköy ve çevresinde uzun yıllardır devam eden kazılarda bulunan binlerce çivi yazılı tablet ve antik materyal geçmişin aydınlatılmasında çok büyük bir öneme sahiptir.
İ.Ö 1200 sonlarından itibaren Balkanlar’dan ve Avrupa’nın Akdeniz kıyılarından gelen büyük göç dalgası Trakya’dan başlayarak Anadolu ve Suriye’ye yayılır; Kıbrıs üzerinden Mısır’a kadar uzanır. İstilacı kavimler geçtikleri bölgeleri talan ederler. Barbar kavimlerin istilası medeniyetleri kesintiye uğratır, öyle ki zaman içinde kullanılan yazı bile unutulur. Bütün bölge 400 yılı aşkın bir süre karanlık döneme girer ve medeniyet tarihi açısından bir boşluk oluşur.

Lawrence_Woolley.jpg


Ta ki 1912 yılına kadar: 1912 yılında Karkamış’a gelen İngiliz arkeolog Leonard Woolley arkadaşı ve meslektaşı; sonradan ünlü İngiliz casusu olarak tarihe geçen E.T Lawrence’le (Arabistanlı Lawrence) birlikte burada kazılara başlarlar ve 1912-1914 ve 1919 yıllarında yaptıkları kazılarla Hitit’lere ait Karkamış kentini ortaya çıkarırlar. Bu kazılar esnasında dikkatlerini Antakya’da Amik vadisine yoğunlaştıran Woolley arkadaşı Lawrence’le birlikte birkaç kez Antakya’yı ziyaret ederek bölgede araştırma yaparlar. Lawrence araştırmalar esnasında bütün bölgeyi dolaşır, bu gezilerinde kullandığı motosiklet günümüzde Koç Vakfı Sanayi Müzesinde sergilenmektedir.


Daha sonraki yıllarda arkeoloji bilimine yaptığı katkılardan dolayı Sir unvanı da alan Leonard Woolley bir ara Mısırda Tell-Ell Amarna’daki kazılara katıldı. 1922-1934 yılları arasında ise Mezopotamya’da Ur’daki kazıları yönetti. Sümer uygarlığının bulunmasını sağlayan Ur Kral mezarlarını ve daha pek çok Sümer yapısını ortaya çıkardı. Karkamış, Tell-El Amarna ve Ur kazılarından elde ettiği bulgular Woolley’i daha önce araştırmalar yaptığı Antakya’ya yöneltti. Çünkü bütün bu uygarlıkların izleri bir şekilde Antakya’dan geçiyorlardı. Woolley Ege uygarlıkları ile Mısır ve Mezopotamya uygarlıkları arasındaki ilişkileri ortaya çıkarmak amacı ile 1937 yılında ekibiyle birlikte Antakya’ya Tell-Atçana bölgesine geldi.
O dönemin yaşayan tanıklarından ve kazılarda çocuk işçi olarak çalışan Ali Yalçın şöyle anlatıyor:
Ali_Yalcin.jpg
“Woolley Atçana’ya kazı yapmak için 1937 ilkbaharında geldi, yanında iki yardımcısı ve Trabluslu üç kazı ustası vardı. Burada kazı alanının yanındaki evde kaldılar. Eve yerleştikten sonra Samandağ’dan ev işlerine bakmaları için dört tane daha yardımcı tuttu. Kazılarda çok sayıda işçi çalışırdı, işçilerin bir kısmı Suriye’den gelmişti hatta Mısır’dan bile işçiler vardı ama önemli bir kısmını bizim köyden (Atçana’dan) buldular. Ben o zaman sekiz yaşındaydım. Wolley sabahları çok erkenden kalkar çalışmaya başlardı, elinde bıçak ve küçük bahçe kazması saatlerce kazı alanında dört döner, muhtelif yerleri kazardı ancak kazı alanına yardımcıları ve üç ustasından başka kimseyi sokmazdı. Bizler çıkan toprakları sazdan yapılmış sepetlerle vagonlara yükler (dekovil) köyün yakınına taşırdık. Woolley güleryüzlü ve çok çalışkan bir insandı, yurt dışından birçok misafiri gelirdi, evin bahçesinde geç saatlere kadar sohbet ederlerdi”. Ali Yalçın’ın bahsettiği misafirlerden biriside Wolleyin Ur’daki kazılarında yardımcılığını yapan arkeolog Max Mallowan ve karısı ünlü İngiliz romancı Agatha Christe’den başkası değildir. Mallowan ve Agahta Atçana’dan çok etkilenmişler hatta Woolley’e misafir oldukları kazı evinin duvarlarına imzalarını atarak o günleri ölümsüzleştirmek istemişlerdir. (Günümüzde Kültür Bakanlığının denetiminde olan kazı evi onarılmayı beklemektedir). Agatha Christe’nin dünya çapında bir romancı olmasını sağlayan öyküler: Christe’nin yıllarca kocasının Yakın ve Orta Doğuda yapmış olduğu kazılarda yanında bulunarak esinlenmesinden ortaya çıkmıştır.
Woolley Tell-Atçana’daki kazılarını 1937-39 ve 1946-49 yılları arasında sürdürdü, kazıların sonucunda İ.Ö 1500 yıllarına tarihlenen Yamhad kralı Yarım- Lim’in sarayı ile Nigme-Pa sarayının kalıntılarını gün ışığına çıkardı.
Woolleye yakın tarihlerde; 1932 ile 1938 yılları arasında Chicago Üniversitesi Oriental Enstitüsü, İ.Ö 1100 yılına uzanan tarihlerde geç Hitit Krallığı’nın başkenti Hattina’yı bulmak ve Hattuşaş ile ilişkilendirmek için Amik Vadisinde Robert J. Braidwood, Calvin W. McEwan ve ekibi tarafından araştırmalar yapmıştır. Braidwood ve ekibi, tüm vadinin arkeolojik incelemesini gerçekleştirmiş, 178 höyük keşfetmişlerdir. Bu höyüklerden en önemli altı tanesi: Çatalhöyük, El-Judaidah Höyüğü, Ta’yinat Höyüğü, Tulail El-Şarki, Ta’yinat El-Şakir Höyüğü ve Kurçoğlu Höyüğü ve Vadi-el Hamam mağarasıdır.
Tayinat-4.jpg


1938 yılında yarım kalan Amik Vadisi Projesi 1995’ten itibaren Chicago Üniversitesi, Oriental Enstitüsünden, Prof. Dr. Aslıhan Yener ve Prof. Dr. Tony Wilkinson’un yönetimi altında yeniden başlamış daha sonra kapsamı Asi Deltası yüzey araştırmalarını da içine alacak şekilde genişletilmiştir. Günümüzde Atçana höyüğünü Chicago Üniversitesinden Prof. Dr. Aslıhan Yener, Ta’yinat höyüğünü Toronto Üniversitesinden Prof. Dr. Timothy Harrison ve ekibi kazmakta, Asi Deltası (Al-Mina) yüzey araştırmalarını Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Hatice Pamir başkanlığında bir ekip yürütmektedir. Bölgede bulunan höyük sayısı 346 yı bulmuştur, bunlardan 30’u Asi deltasında (Al-Mina) dır. Ta’yinat höyüğünde yapılan kazılarda ortaya çıkarılan 85 parça tablet Akad, Neo-Hitit kitabeleri külliyatı yaratmıştır. (Luwian kitabeleri). Bu kitabelerin ortaya çıkarılışı Luwi dilinin çözümlenmesi için çok önemli bir kaynak niteliği taşımaktadır. Ayrıca bulunan çömlekler bölgenin Kıbrıs ve Ege adaları ile yoğun bir ilişki içinde olduğunu ortaya koymaktadır.

Bölgede halen ortaya çıkarılmayı bekleyen Antik Alalakh (Atçana), Tayinat kentlerinin kalıntıları ve Hitit dönemine ait tapınaklar, saraylar bulunmaktadır. Yapılan kazılarda bulunan çeşitli medeniyetlere ait bir çok eser Antakya Arkeoloji Müzesinde ve British Museum’da sergilenmektedir. Bunun yanında sergilenenlerin dışında bulunan en az bir o kadar eserde yer yokluğu nedeniyle Antakya Arkeoloji Müzesinde sandıklarda saklanmaktadır.
Bu araştırma ve kazılar bugün için Amık Vadisi’ nin İ.Ö 6.000 yıllardan günümüze kadar Akad, Asur, Babil, Mısır ve Mittani, Hitit ve Hurrain, Ege ve Kıbrıs medeniyetlerinin bir sentezi olduğunu ortaya koymaktadır.
Antakya sakladığı değerler itibari ile İ.Ö 100.000 li yıllardan başlayarak bilimin ve araştırmacıların vahası konumundadır.
Kuvvetle muhtemeldir ki yakın bir zamanda, tarih öncesi çağ araştırmacılarıyla bilim adamlarının yolu Antakya’da bir yerlerde kesişecektir; ve kuvvetle muhtemeldir ki eğer değerlendirebilirsek sakladığı kültürel zenginlikler itibari ile Antakya tek başına dünyada her yıl milyonlarca insanın ilgisini çeken bir başkent olacaktır.
__________________
 
Kadim Mu uygarlığı ve onun en büyük kolonisi Atlantis birbiri ardına battılar.Bu kıtalardan kaçabilen ilim sahibi kişiler yoğunlukla Mısır ve Tibet bölgelerine yerleştiler ve burada batan uygarlıklarından kalan büyük ilim ve medeniyetlerini korumak için çeşitli tapınaklar inşa ettiler.Bu tapınaklarda bilgiyi koruyacak ve devam ettirecek bir yapılanma kurdular.Seçtikleri bazı özel kişileri bu tapınaklarda inisiye edip gizli bilgileri kuşaktan kuşağa aktardılar.Bu bilgiler Mu uygarlığının on binlerce yıllık( belki de çok daha fazla) gelişimi sürecinde ulaşmış olduğu kozmik,psişik ve teknolojik bilgilerdi.Doğal olarak da henüz dünyanın geri kalanının emekleme sürecinde olduğu düşünülürse bu bilgilerin niye seçilmiş bazı kişilere verildiği anlaşılacaktır.
İnisiyesini tamamlayan kişiler insanlığın gelişimine yön vermek için çeşitli misyonlarla toplumlara karıştılar.
Bunların bir kısmı felsefe bazıları matematik bazıları edebiyat bazıları tıp gibi konulardan birinde veya birkaçında büyük üstatlar olarak yetiştirilmiş ve insanlığa bu konularda çok önemli katkılarda bulunmuşlardır.
Peygamberler de bu misyonun din kısmını üstlenen üst varlık seviyelerine erişmiş bilgelerdir.
a-Musa Peygamber:Mısır’da inisiye olmuş ve yüksek ilimleri ve Mu kültürünü öğrenmiştir.Mısır’ın Mu egemenliği altındayken kurulmuş olan mabetlerinde inisiye edildi ve dinini kurdu.Kurduğu din büyük ölçüde Osiris dininin kısaltılmış ama son derece ezoterik anlatımlarla ifade edilmiş halidir.Osiris dinindeki kırk emiri on emir adı altında özetlemiş ve sunmuştur.Kullandığı semboller tamamen Mu’ya özgü sembollerdir
b-İsa Peygamber:İsa peygamber’in 12 yaşına kadar olan hayatı bilinmemektedir.İsa’nın bu dönemde Mısır’da iki Hindistan'da 12 sene kalarak inisiye olmuş ve Mu'nun dilini,dinini ve yüksek kozmogonik ilimlerini öğrenmiştir.Osiris dininde Osiris erkek tanrıyı(büyük ve tek yaratıcı,İsis dişi tanrıçayı(yaratılmışları bünyesinde barındıran kozmik yapı veya evren) Horus da onların oğlunu(yaratılmış olan varlıklar veya insan) temsil ederdi.İsa peygamber bu üçlemeyi kendi kurduğu dinde baba,oğul ve kutsal ruh olarak sembolize etmiştir.Gene İsis inisiyasyonunda tüm aşamaları geçerek inisiyesini tamamlayan kişilere Tanrı Oğlu denirdi.İsa da kimliğine uygun olarak kendini Tanrı’nın Oğlu olarak tanımlamıştır.Kurduğu dinine seçtiği sembol olan haç da bir Mu sembolüdür ve bu sembolü ve sembolize ettiği anlamları ayrıca Mu dilini Mısır ve Himaleyalar’daki manastırlarda öğrenmişti.(Kaynak: Churchward kitabında bu konuyu uzun uzun anlatıyor)İsa’nın çarmıhta son nefesini vermeden kısa bir süre önce söylediği”Hele,hele,Lamat zabak ta ni”sözü ne İbranice ne Arapça ne de başka bir dilde mevcuttur.Fakat Mu dilinin hemen hemen aynı olan Maya dilinde bu sözler aynen vardır ve son derece açık anlamları vardır.(kaynak:Chuchward’ın Mu’nun Gizli Sembolleri adlı kitabın 55. sayfası)
c-Muhammed Peygamber:İslam peygamberi Hz.Muhammed ile ilgili çok araştırma yaptım.Muhammed peygamber küçük yaşta annesi ve babası öldüğünden 8 yaşına kadar dedesi tarafından,12 yaşından itibaren de amcası Ebu Talip tarafından büyütülmüştür.İncelediğim pek çok kaynakta onun daha sonra evleneceği Hatice’nin kervanlarında ticaret amaçlı çalışmaya başladığı 20 yaşına ve Hatice’yle evlendiği 25 yaşından 37 yaşına kadar ne yaptığı zamanını nerelerde geçirdiği konusunda ortak ve detaylı bir bilgi yok.Hatice ile evleniyor ve böylece Mekke’nin aristokrat sınıfının arasına giriyor.Bundan sonra 40 yaşında peygamberliğini ilan edene kadar Mekke’de herkesin saygısını ve güvenini kazanan bir kişilik oluyor.Bu yüksek toplumsal statüsü onun peygamberliğini ilan etmesinde ve ilk müslümanları çevresinde toplamasında önemli bir rol oynuyor.Kendisine ve peygamberliğine direnen Mekke’nin en büyük kabilesi Kureyş’lilere de bu yolla direnebiliyor.Benim kişisel görüşüm şimdi size kanıt olarak sunacağım bilgiler ışığında Muhammed Peygamber’in yaşamının tam olarak bilinmediği bu dönemlerde Mısır ya da Hindistan’da inisiye olarak gizli bilgi ve bilimlerle yetiştirildiğidir.Bir kere şunu hemen söyleyeyim ki Muhammed Peygamber’in dini çevrelerce söylendiği gibi okuma yazma bilmemesine olanak yoktur.Kölesinin bile okuma yazma bildiği,ilk hadisi “Oku!” diye başlayan bir dinin peygamberinin hayatının sonuna kadar hiç okuma yazma bilmediğini düşünmek sadece aptallık olur.Okuma yazma bilmediğinin söylenmesi ve Muhammed Peygamber’in kendisini okuma yazma bilmeyen biri olarak göstermesinin nedeni insanların Kuran’ı kendisinin yazmış olabileceği şüphesine düşmelerini engellemek olmalıdır.Muhammed Peygamber okuma yazma bilmekle beraber Mu dili ve yazısını da biliyordu.Kuran’da yer alan bir surenin başında bulunan Ta-Ha sözcüğü Arapça ve İbranice gibi dillerde karşılığı olmayan ama Mu dilinde “Su İçeren Yıldız” anlamında kullanılmaktadır.(Ta=Yıldız,Ha=Su)Bugün Pasifik adalarında yer alan ve bir zamanlar Mu kıtasında yer alan pek çok adanın yerli halkı tarafında Ta-Ha sözcüğü hala büyük bir saygıyla ağıza alınır.Ayrıca yine Kuran’da yer alan ve hiçbir müfessirin anlamlarını açıklayamadığı Ya-Sin Ta-Sin ve Ha-Mim gibi sözler de Mu dilinin hemen hemen aynısı olan Maya dilinde aynen mevcut olup çok açık anlamları vardır.Bununla ilgili olarak ayrıca araştırma yapmak isteyenler [COLOR=#51473d]http://tdkkitaplik.org.tr/tezler.asp[/COLOR] ve [COLOR=#51473d]http://tdkkitaplik.org.tr/gun_dil.asp[/COLOR] gibi Türk Dil Kurumu’nun resmi internet sitesinden faydalanabilirler.İlk linkte Churcward’ın kitaplarından bölümler ikincisindeyse Meksika büyükelçimiz Tahsin Mayatepek’in Atatürk ile yaptığı resmi yazışmalar var.Size burada yazdıklarımı ve çok daha detaylı bilgileri Tahsin Mayatepek Atatürk’e rapor olarak sunmuş.Mutlaka okuyun derim.Pekala Muhammed Peygamber Mu dilini nerde öğrenmişti.daha doğrusu ne vesileyle öğrenmişti.Yeri çok önemli değil Mısır veya Hindistan olabilir hatta başka bir yer de olabilir.Ama bu dili bilenler ve ona öğretenler kimdi ve başka neler öğrettiler asıl önemli olan soru budur.Muhtemelen bu insanlar kadim Mu uygarlığının bilimini ve kültürünü koruyan ve Tibet’de hala dışarıya tamamen kapalı manastırlarda faaliyet gösteren rahip ve keşişlerle aynı yolun yolcusu olan kişilerdi.Tabi ki Muhammed peygambere de diğer peygamberlere de öğrettikleri gibi başka bilgileri de öğrettiler.Bunlar Mu’dan kalma psişik yetenekleri kullanma ve geliştirme bilgileriydi.Vahiy konusunu ele alalım. Kaynaklara göre Vahiy saklı veya gizli bir olay değildir yani Vahyin gelişi çok kişi tarafından izlenmiştir. Hadisler´de Sahabeler´in yani Peygamber´in yakınlarının anlatıları vardır; Ebu Hüreyre, Peygamber´e gelen vahyin kendilerine gizli olmadığını söyler. Birçok tanık Muhammed Peygamber’in vahiy alırken, acı ve sıkıntı çektiği görüşünde birleşirler. Bir diğeri yüzünün kıpkırmızı olduğunu ve nefes nefese kaldığını söyler, başka birisi fenalık geçirir gibi olduğunu, yüzünün kül rengine dönüştüğünü anlatır.Bunlar telepatik iletişim sırasında trans halinde olan bir insanın halleridir.Ayrıca Muhammed Peygamber çok üstün derecede duru görü yeteneğine de sahipti. Hz. Muhammed´in duru görü yeteneğinin sınandığı en belirgin olay hemen Mirac´ın sonrasındadır; Mirac´a çıktığına inanmayan Kureyşliler tarafından sorguya çekilir ve Kudüs´deki Mescidi Aksa´nın kaç kapısı olduğu sorulur. Bunu bilemeyen Peygamber transa veya benzeri bir hale girerek, tüm kapıları birer birer saydıktan sonra, Kudüs´ün o anda kendisine gösterildiğini söyler çünkü Mirac sırasında kapılara dikkat etmediğini açıkça daha önce belirtmiştir.İnsanların kafasından geçenleri de okuyabilmektedir. kendisine yalan söyleyenleri hemen anladığı anlatılır. Taif´e yolladığı elçinin kendisine farklı şeyler anlatması üzerine, yanındakilere dönerek elçinin, Taifliler´e söylediklerini aynen söyler ve korkudan tövbe eden elçi hemen müslüman olur. Hz. Muhammed´in Psikokinetik yetisinden de çok fazla örnek var; ağaçları yürütmüştür, bilinmeyen ışıklar yolunu aydınlatmıştır. Bu arada apor olayları da görülür; kısır koyunlardan kaplar dolusu süt sağılır, küçük bir altın parçasından kırk okka altın çıkar.Yani maddeye hükmetmenin yollarını da bilmektedir.Şifa gücü de vardır. İbni Abbas, Hz. Muhammed´in hasta bir çocuğun göğsünü sıvazladıktan sonra öksüren çocuğun ağzından kara bir et parçasının çıktığını ve iyileştiğini anlatır. Peygember´in geleceği görme gücünün de çok yüksek olduğunu gösteren olaylar vardır. Hz. Muhammed´in ölümünden sonra Sıffin Savaşı´nda kendisine bir kap süt sunulan Ammar İbni Yasir güler, neden güldüğü sorulunca da, Hz. Muhammed´in kendisine dünyada en son içeceği şeyin, süt olduğunu söylediğini söyler ve kısa bir zaman sonra da savaşta yaşamını yitirir. Ölümünden evvel önce Ebubekir´in sonra da Ömer´in halife olacağını rüyasında nasıl gördügünü anlatır, İslam´ın parlak geleceğinden sık söz eder, geleceğin padişahlarının büyük ordularla savaşa gideceklerini öngörmüştür.Tüm bunlar onun sahip olduğu ama günümüzde bile hala bilinmeyen ilimlerin sonucudur.Tüm peygamberler bu yüksek ilimleri aynı kaynaktan öğrenmiş ve insanlığı iyi olana yönlendirmek için dinlerini kurma yolunda kullanmışlardır.Yazımın sonunda peygamberlerin sahip olduğu bu güçlerin doğrudan Tanrı tarafından kendilerine verildiğini düşünenlere yine Hz. Muhammed ’in bir sözüyle yanıt vereyim şimdiden:Muhammed Peygamber´in ebedi düşmanlarından Ebu Cehil, avucuna sakladığı bir avuç taşla gelir ve sorar; "Eğer sen Peygamber isen, bil bakalım avucumda kaç taş var?" Hz. Muhammed gülümser ve Ebu Cehil´e; "Sen benden gizli olarak bir kere daha say bakalım." der. Ebu Cehil arkasını döner ve avucundaki taşları sayar. Yüzünü döner dönmez Hz. Muhammed taşların sayısını doğru olarak söyler ve şöyle der; "Bu bir mucize değil, bir ilimdir, bu ilimi bilen herkes bunu doğru olarak söyleyebilir."
Sonuç olarak kadim Mu Uygarlığı tamamen okyanusa gömüldü ama yeryüzünde hala ondan kalan birileri var ve uygarlığımızı hala gözetleyip yönlendiriyorlar.
 
Efsane söyle baslar; zamanımızdan 11.500 yıl kadar önce genellikle bir çoklarının Atlas Okyanusu’nda olduıgunu iddia ettikleri bir kıta varmıs. Bu ülke insanlııgın, özellikle beyaz-ari ırkın doıgduıgu ve çok üstün bir uygarlııga yükseldiıgi bir adaymıs. Büyüklüıgü Libya ve Asya (Anadolu)’nın toplam alanından daha genismis. Burada Günes’e tapan bir dini ve teknolojide çok gelismis, bilimi benimsemis, çok yüksek kültüre sahip ve çok uygar bir ulus yasarmıs.



Atlantisliler, Avrupa, Akdeniz, Karadeniz, Hazar Denizi ve Orta Amerika kıyılarına yaptıkları seferler ile ora halklarına bu uygarlıklarını asılamıs ve koloniler kurmuslar. Sık sık olan depremlere ada halkı alısmıssa da yine oldukça zararını görüyorlarmıs. Bir gün çok siddetli depremler sonucu, Atlantis adası tümüyle sulara gömülerek yeryüzünden yok olmus ve silinir gitmis.



Zamanımızdan 2400 yıl kadar önce yasamıs olan eski Atinalı filozof-düsünür Eflatun (Plato) M.S.428-348, Atlantis efsanesini ilk yazan kisidir. Eflatun’a göre, Atinalı Solon, M.S. 6.yüzyılda yasamıstır. Aynı zamanda devlet adamı olan Solon, eski Mısır'ı ziyarete gittiıginde orada büyük itibar görür ve Sais Mabedi rahipleri ile görüsür. Mısır rahipleri Solon'a, Yunan ve Mısır uygarlıklarının daha bir çocuk kadar genç olduklarını ve asıl insanlııgın altın devrinin kendi zamanlarından 9000 yıl önce sulara gömülerek batan ve yok olan Atlantis uygarlııgı oduıgundan sözederler. Solon saskın ancak ilgi ile bu açıklamaları dinler ve ilk kez bir batılı Atlantis’in varlııgını efsane biçiminde de olsa, öıgrenmis olur.



Sonradan bu notlar ve bilgiler Eflatun tarafından “Diyaloglar” adı altında kaleme alınır. Birinci diyalog; Timaeus, ikinci diyalog; Critias, ya da Atlantik’ dir. Eflatun bu iki yazıda Atlantis anakarasını ve gelisimini sonuna dek detayları ile anlatır. (Ilgilenenlere, bu yapıtı okumalarını öneririz)



Bir çok bilgine göre Atlantis, Atlas Okyanusu’nda deıgil, baska bir yerdedir. Örneıgin, Akdeniz'de, Ege’de Tera Adası’nda, Afrika’da, Kuzey Denizi’nde vb. Bazı arastırmacılar ise bu esrarengiz ülkenin Kafkasya'da olduıgundan sözeder. Bunlar, Reginald A. Fessenden, Delisle de Sales, Hermann Wirth gibi tarihçi ve arastırmacılardır.



Atlantis anakarasının Kafkasya'da olduıgu gerçekte ispatlanamayacaıgı ve mantııga aykırı olabileceıgi düsünülebilir, ancak gerçek olan bir sey vardır ki, Kafkasya ile Atlantis arasında çok yakın bir iliski saptanmıstır.



Atlantis’ in sulara batısını izleyen büyük tufanın o zamanki bilinen dünyayı sular altında bırakmıs olması da gerekirdi. Bu tufanda su yüzünde ancak yüksek daıgların kalmıs olabileceıgi de çok olasıdır. Avrupa'nın en yüksek daıgları Pireneler, Alpler ve Kafkas daıglarıdır ve bu bölgede yasayan insanlar en yakın kara olduıgu için tufanda kurtulanlar arasında sayılabilir. Bu büyük felaketten kurtulabilen bazı Atlantisliler'in de böyle daıglık kara parçalarına sııgınarak yasamlarını kurtarabilecekleri de akla gelen bir teoridir. Eflatun da bunu bu sekilde yansıtmıstır.

Uluslar dönem dönem geçirdikleri gelisimleri ve uygarlıkları zamanla unuturlar. Felaketler, tufanlar, depremler çok seyi yok eder, kalan harabeler bir tas yııgınıdır. Bir yüzyıl öncesine dek Mısır halkı hiyeroglifleri okumaktan ve geçmis Mısır’ın üstün uygarlııgının derecesinden habersiz yasıyorlardı. Iranlılar'ın Pers ve Darius hakkında hemen hemen hiçbir bilgileri yoktu. Sonraları arkeolojik arastırmalar aracılııgıyla eski yazılar desifre olunca çok seyler öıgrenildi. Ulusların bugünkü durumlarından çok daha üstün bir uygarlııga sahip oldukları anlasıldı. Yunanlar ve Romalılar da aynı sınıflandırmaya girebilir.



Kafkasya’ya gelince konumuzun içine giren, özellikle Kuzey-Kafkasya birçok efsane ve masallara konu olmus, iklimi, geçmisi, coıgrafyası ve tarihi ve insanları ile çok ilginç bir ülkedir. Özellikle Çerkesya bölgesi, Maikop ve çevresinde 19.yüzyıldan beri yapılan arkeolojik kazılarda çok ilginç ve deıgerli kral mezarları, Katakomb Kültürü ve Uygarlııgı’nın kalıntıları bulunmustur (E. Chantre). Yine sahilde Tuapse' den içerde Osetya’ya kadar olan bölgede (ki burası eski Çerkesya bölgesi olarak kabul edilir) Dolmen denilen tekparça tas yapıtlara rastlanmaktadır. Bunların birer mezar mı yoksa birer anıt mı oldukları henüz belirlenememistir.



Kafkasya’ya iliskin çok yapıt yazmıs olan Ingiliz John F. Baddeley, ikinci yapıtında Kuzey-Kafkasya’da görmüs olduıgu çok ama çok büyük harabelerden sözeder. John F. Baddeley bu bölgede Çarlık zamanında ve sonra uzun soluklu geziler yapmıstır. Baddeley, dünyada bir esinin ancak Bolivya'da, 4000 metre yükseklikte Titicaca gölünün sahillerinde, “Tihuanaco” kalıntılarında görüldüıgü söyler. Bu “devasa" harabelerin nasıl Kafkasya’nın bu yüksek bölgelerine binlerce yıl önce, ne gibi aletlerle ve kimler tarafından yapıldııgı gizemi hala çözülmemistir.



Baddeley'in gördüıgü harabeler Osetya bölgesinde, Kaluat köy sırtlarında, Edisa adı ile anılır. Yazar bu kalıntıları Kafkasyalı arastırmacı Prof. Melitset Bekof ile gezmis ve hayran kalmıstır. Adına “Devler Kalesi” denilen bu yapıtlar yüksek bir plato üzerine kurulmus, birkaç dönümden fazla bir alanı kaplamaktadır. Volkanik olduıgu söylenen ve yüzlerce ton aıgırlııgında kayalardan yapılmıstır. Dikdörtgen seklinde olan duvarlarının kalınlııgı yerine göre üç metreden fazladır. Taslar tekparça bloklardan kesilmis ya da yontulmus deıgildir, sanki kalıptan çıkmıssa benzer, yüzlerce ton aıgırlııgındadır her bir tas. Herhangi bir madde (çimento gibi) ile yapıstırılmamıs olmaları ilginçtir. Oldukça düzgün sekilde aralarında milimetrik bir açıklık olmadan birbirlerine uyum saıglamıslardır. Böylece bu görkemli yapıt insan üstü bir kalıntı görünümü vermektedir. Baddeley’in sorusuna yanıtı, Prof. Melitset Bekof verir. Bu harabelerin Keltler'den kalma olabileceıgini söyler. Ancak Baddeley' e göre bu yapıtın Kafkas-Nart mitolojisine de dayanabileceıgi düsünülebilir.



Bunun gibi daha birçok açıklanamayan gizemlerle dolu Kafkasya'da geçmiste çok büyük bir uygarlııgın bulunduıgu ve orada yasamıs insanları etkilediıgi inkar edilemez. Sonradan halk, deıgindiıgimiz gibi bu büyük uygarlııgı unutmus, basit bir pastoral yasam yasamaya baslamıstır. Ancak en ilginç nokta sudur: Kuzey-Kafkasya halkları, özellikle Çerkes dediıgimiz, Adigeler ilk çaıglardan beri bu ülkenin otokton yerel topluluıgunu olusturmaktadır. Adigelerin, Shabze denilen yazılmamıs ancak en küçük noktasına kadar uygulanan töre ve adetleri, yani bir bakıma anayasaları vardır. 19.yüzyılda Avrupalılar'a oranla yalın bir yasam ve toplum düzeni yasayan Çerkeslerin arasına gelerek yıllarca yasayan Ingiliz arastırmacı ve gezgin James S.Bell, bu insanlar için; “Bütün gördüklerimin bana verdiıgi kanı sudur, genellikle Çerkesler, simdiye kadar tanıdııgım, isittiıgim ve okuduıgum ulusların en kibar ve nazik olanıdırlar" diye yazmıstır.



Yine Çerkesleri 1818-1819 yıllarında ziyaret etmis olan Sövaye Kont T.De Marigny, bu insanların arasındaki terbiye, büyüıge ve kadına saygı, kendilerine sahip olmada gösterdikleri irade ile konukseverlik, fazilet ve inceliklerini uzun, uzun anlatır. Daha da ötesi, eıger aile durumu uygun olsa, bu insanlar arasına yerlesip geri kalan yasamını orada yasamak istediıginden sözeder.



Simdi en önemli noktaya gelelim. Yazılı yasaları, polisi, üniversitesi, yazılı bir edebiyatı ve maliye kurumu, para, altın ve diıger deıgerli madenlere dayanan bir ekonomik düzeni olmayan bu toplumun, ilkel, barbar bir kabile düzeni olması gerekirken; halkın birbirini yaıgmalamaya, eıglenceye, içkiye düskün korku ve dehsetin kol gezdiıgi bir düzende yasaması gerektiıgi kosullarda bu nasıl olmamıstır. Tersine bu ilkel kosulların var olduıgu bu toplumda, 1000 yıllık bir gelismeden geçmis bir Ingiliz ulusunun ya da diıger ileri ulusların, eıgitim, yasa ve devlet otoritesi ile gelismis niteliklerine karsın bunlar görülmektedir. Bu ileri ülkelerde bu gibi töreleri ve terbiyeyi uygulamak için, yüzlerce yıllık öıgrenim ve eıgitim ile devamlı yenilenen yasalar yapılır ve bunlar polis, asker vb güçlerle yürürlüıge sokulurken, Çerkeslerde bu gelisme tümüyle doıgal olarak uygulanmakta ve yüzyıllardan beri devam etmekteydi. Rus isgaline dek (1864) baıgımsız Çerkesya'da yalnız konuk olmayan ve izinsiz ülkeye giren yabancılara karsı saldırı ve düsmanca hareket görülmüstür.



Çok eski dönemlerde Araplar büyük tufandan önce var olan bir ada uygarlııgından ve burada yasamıs olan “Ad” diye bir kavimden sözederler. Bu Ad’ın deprem ve tufan sonucu battııgını efsane ederler. Bu batan “Ad” efsanesi, Atlantis efsanesiyle ile aynıdır (Charles Berlitz,Mystery of Atlantis, 1976).



Sonraları tek tanrı dinleri ilk insana Adem demistir. Acaba bu ilk insan deıgil de ilk kavim olmasın?

Çerkesler kendilerine, kendi dillerinde Adige derler. Bu da AD'dan gelen anlam*na gelebilir. Bir de Ademey adında bir Çerkes boyu vardır ki geçmisinin Adem’e dayandııgını iddia eder.



Eflatun, Kritias adlı ikinci diyalogunda Atlantisliler'den ve adetlerinden sözederken sunları yazıyor. “Törelerine ve adetlerine çok baıglıydılar. Ilahlarına karsı saygılıydılar. Çünkü yüksek bir karakter ve ruh asaleti tasıyorlardı. Nezaket ve akıl onların yasamlarında ve karsılıklı iliskilerinde en önemli yöntemleriydi. Ahlak en önem verdikleri deıgerdi. Dünyevi seyler ile o kadar ilgilenmezlerdi, mal, mülk, altın, servet onların ilgilendikleri konular deıgildi. Bunlara dünyevi bir yük olarak bakarlardı. Lüks ve sefahat onları. zehirlememisti. Servet onların iradelerini kırmamıstı. Aklı basında, ayık insanlardı. Bu dünyevi mal, mülk, servet ve sefahatin arkadaslık, seref ve karsılıklı saygılarını yitirebileceıginin tehlikesini kavramıs, mütevazi insanlardı



Eflatun’un Atlantisliler'in adetlerinden sözeden bu sözleri, sasırtıcı bir benzerlikle, Kont de Marigny, E.Spencer, J.Sbell, J.A.Longworth ve D.Urquhart gibi Avrupalıların Çerkesler hakkındaki anılarına benzemektedir. Bu iki kavmin töreleri ve adetleri arasındaki benzerlik hayret vericidir. Bazı kuskucular, Atlantis'in tamamen hayal ürünü olduıgunu ve Eflatun’un ideal bir Atina yaratmak için bu ideal halk ve devlet düsüncelerini Atlantis efsanesini yaratarak yaymak istediıginden sözederler. Eıger bu sav doıgru ise, demek ki Eflatun’un kurmak istediıgi ideal Atina ve ideal toplum, binlerce yıl Çerkesya da gerçeklesmis olmuyor mu ?



Avrupa'da Bronz devrinde etken olmus bir Etrüsk uygarlııgı vardı. Italya’nın Ligurya yöresinde gelismis olan Etrüsk uygarlııgı sonraları Romalılar tarafından tasfiye edilmis ve yok olmustur. Bugüne dek çözülememis bir alfabeleri vardır. Silahları ve harp arabaları bronzdandı. Geriye çesitli sanat yapıtları bırakmıs olan Etrüskler, Italya’ya, Anadolu'dan Lydia'dan geldikleri söylenir. Bu kavim Hititlerin bir koluydu, Anadolu'ya yerlesmis Kafkas asıllı bir ırk olduıgu iddia edilir. Fransız dilbilimcisi, Georges Dumezil ise Çerkeslerin Ubıh boyu lehçesinin Hititçe ile aynı olduıgunu kanıtlamıstır. Britanika Ansiklopedisi, açıkça Etrüsk dilinin Kafkas dilleri ile ilgili ve çok fonetik benzerlikleri olan bir dil olduıgunu yazar (Encyclopedia Brittanica, Etruscan Language).



Birçok Avrupalı dilbilimci ve etnolojist ve arastırmacı da bu tezi savunmaktadırlar. 19.yüzyılda yasamıs Çerkes tarihçisi, Noguma Sura Bekmurzin, Etrüskler'in, Ligurlar'ın ve Pelasglar'ın Kafkas asıllı kavimler olduıgunu iddia eder. Bu tezi savunanlar arasında son devrin arastırmacı ve yazarlarından Aytek Natımok ve Gunokue K. Özbay da vardır.

Eflatun ise Etrüskler'in yerlesim merkezi ve ülkesi olan Ligurya için “özellikle Atlantis'in bir kolonisidir” der (C.Berlitz.Mystery of Atlantis).



Tarihçi Alexander Basmakof insanlııgın geçmisinin gizemi hakkında sunu yazmıstır. "Tarih öncesi (prehistorik) devirlere iliskin anahtarlar hala Kafkas ve Pirene (Bask) Daıgları'nın yüksek vadilerinde yasayan kavimlerin elindedir." Basklar, Ispanya'nın Pirene Daıgları ve Atlantik Okyanusu kıyıları ile Fransa sınırı yakınlarında yasayan Avrupa'nın en eski bir deıgismemis kavmidir. Basklar dürüstlükleri, enerjik tavırları, sadakatleri ile temayüz etmis bir ulustur, aynı zamanda hala büyü ve büyücülüıge inanırlar. Çok batıl inançları vardır.



Dilleri Avrupa'nın hiçbir diline benzemediıgi gibi, çok eski devirlere dayanmaktadır. Maıgara devri günlerinin, Kro-Magnon insanlarının dilini andırır bir kökten gelir. Örneıgin ‘tavan’ sözcüıgü maıgaranın üstü anlamındadır, ’bıçak' sözcüıgü ise ‘kesici bir tas’ anlam*na gelen bir tümceciktir. Bu ulusun antikitesi, Atlantis hakkında bir kitap yazmıs olan, yazar Spence'in, Atlantis'ten göç edenlerin zaman zaman Ispanya ve Fransa sahillerine yerlestiklerini bir bakıma onaylar gibidir. Britanika Ansiklopedisi, Bask dilinin, Kafkas dilleri ile benzerliıgini ve aynı aileden olduıgunu açıkça yazar.



Charles Berlitz “Atlantis'in Esrarı” kitabında, Bask dili için, Avrupa'nın çok eskilerden kalma yasayan fosil dili diye sözeder. Buzul çaıgından önceki bir dil, daha doıgrusu Atlantis dilinin günümüze kalmıs tek temsilcisi, der.



Öyleyse, Kafkas dilleri; özellikle Çerkes, Abhaz lehçeler de, bu temsilciliıge hak kazanmıs olmaz mı?

Basklar soy ve dil bakımından Kafkasya’nın Abhaz-Abaza kavmine akrabadırlar. “Tarihte Kafkasya” isimli kitabında General I.Berkok, Baskların, Abask Abhaz, ırkı ile aynı soydan geldiklerini açıklar. Bunlara Kafkasya'da hala ‘Baskheg' diye seslenildiıginden edildiıginden sözeder.



Böylece Atlantis efsanesi ile Etrüsk ve Baskların iliskilerini açıkça ortaya koymus olduk. Etrüsk ve Baskların da Kafkas, Çerkes-Adige ve Abhaz kavmi ile yakın iliskileri de rededilmez bir tarihi gerçektir.

Çerkesler arasında en küçük köydeki en okumamıs bir yaslı kadından bile duyabileceıginiz yaygın bir söylesi vardır; birisine kızdıkları zaman söyle derler, “Ta ham hitug ou vieh” anlamı, “Allah seni o batan adaya sürsün. ”Kafkasya sahillerinde hiç ada yoktur ve bu söz çok eski bir deyistir. Üstelik daıg köylerinde denizden yüzlerce km. uzakta deniz görmemis Çerkesler arasında da bu deyis kullanılmaktadır.

Yine Çerkeslerde yaslı nineler ve dedeler, küçük çocuklara yüzlerce yıl önce bile 'uçan gemiler' ve 'yelkensiz vapurlar' ile ilgili masallar anlattıkları bir halkbilim gerçeıgidir (Circassian Star, No. l, Vol. l, Nana, Nina).



Günümüzde Atlantis’in geçmisteki varlııgı tam olarak kanıtlanmıs deıgildir. Ancak birçok bilim adamı yüzlerce yazar, yıllardan beri bu konuda yüzlerce kitap yazmıslar, tezler yürütmüsler ve iddialarda bulunmuslardır. Bu konu ile ilgili filimler çekilmis ve konferanslar verilmistir.
 
Ben Haz. İdris'e dedim ki, etrafımda dolanan bir ruh gördüm. Bana atalarımdan olduğunu belirterek ismini söyledi. Onun ölüm tarihini sordum, bana kırk bin sene önce olduğunu söyledi. Bizim inançlarda Adem'in ne zamanlar yaşadığını sordum. O da, `Hangi Adem'i soruyorsun, Yakın olan Adem mı?' diye sordu. Haz. İdris Buyurdu ki, `Doğrudur ...' "
İbn'ül Arabi, Fütühat-ı Mekkiyye (1)
 
Adem ve Ademoğulları
Adem, üç semavi din tarafından ilk insan olarak bilinir. Fars-Sanskrit kökeninde bulunan "adamas" sözcüğü Türkçe'de "adam", erkek olarak yerleşmiştir (2). Bu gösteriyor ki Adem sözcüğü oldukça yaygındır. İbranice'de "kızıl toprak" anl***** gelen Adem, ilk insanın Kızılderili olduğu kanısını uyandırmıştır. Ayrıca, Atlantaloglar arasında Atlantis'in toprağının verimli, voklanik ve demir oksitli oluşundan dolayı kırmızı renkte olduğunu düşünenler de var. Kızılderili, Amerika'nın keşfinden çok önce Grekler tarafından (Atlantisliler gibi) deniz ulusları olan Finikelilere ve Giritlilere denilirdi. Fenikeli (Phoinikia) Grekçe'de Kızılderili anl***** gelir. Ayrıca Mısırlılar kendilerinin aslen Kızılderili olduklarını söylerdi. Blavatsky'e göre, "Gizli Doktrin öğretir ki, Ad-i ilk konuşan insanlara verilen adını... Adam, Sanskritçe Ada-Nath'dır, ve Ad-İswara gibi ilk önder anl***** gelir. Aynı şekilde Ad (ilk)'le başlayan her hangi bir Sanskrit sözcük bu anlamı içerir" (3).
Fenikelerin tanrısı Adonis etrafında, Anadolu ve Orta-Doğu'da yaygın bir kült oluşmuştu. Batı Anadolu'da Frigler ona Attis derlerdi. Sami dillerde Adonis sözcüğü efendi veya önder (hükmeden) anlamını aldı. İbraniler Tanrı anlamıa gelen "Yahweh" sözcüğü boş yere kullanıp on emirlere karşı gelmemek için onun yerine aynı kökenden "Adonay" sözcüğü kullanırlar.
Adem konusu, tarih boyunca çeşitli spekülasyonlara yol açmıştır. Tevrat’ta verilen bilgilere göre, Adem'in ilk oğulları, Habil ve Kabil (Kaini) idi. Kabil öz kardeşi Habil'i öldürdüğü için lanetlenmişti ve Tanrı tarafından yüzüne bir işaret konularak kovulmuştu. Cennet Bahçesi Aden'in doğusunda uzak bir yerde kendine Nod adında bir şehir kurmuştu ve evlenerek çocuk sahibi olmuştu. Onun soyundan Filistin'de Kenanlılar ortaya çıkmıştı. Tevrat'ta bu çelişkili metin (Tekvin, Bap 4) "Adem öncesi" ırkların (Pre-Adamities) varlığı konusunda birçok varsayımlara yol açmıştı. Adem ve Havva'nın oğlu, Kabil'in kendisine karı bulması, hatta şehir kurması aksi takdirde nasıl açıklanır? Ezoterik anlamda din kitaplarında anılan Adem, ilk insan değildi, fakat Atlantis'te ortaya çıkan yeni bir ırkın prototipi idi, ondan önce başka "Adem"ler de vardı. Adem, o halde, belirli bir insan proto-genotip'e verilen bir unvandı. Doğal olarak, ortaya çıktığında diğer aborijin/yerli insan türlerine göre daha gelişmiş olduğunu varsaymak gerekir. Bu sebepten dolayı, Kutsal Kitaplar onun ortaya çıkışı ile, insan prototipin ilk yaratıldığını belirtmişlerdir.
Donelly'e göre cennet bahçesi, Aden, Atlantis'ti. "Aden" sözcüğü "Atlan" kelimesinde türemişti ve Adem sözcüğü "Atlantis ırkı" Ad'lardan türemişti. Tevrat'ta Kenan ülkesinin (Filistin) Aden'in doğusunda olmasının belirtilmesi (Tekvin Bap 4/16) oldukça anlamlıdır. Bu gösteriyor ki, Aden, cennette değil de, yer yüzünde bir bölgedir, ve insanların ana yurdu olan ve tufan öncesi bir yer olan Aden, batıda yer almaktaydı. O halde, Atlantis öyküsü üç “semavi” dinde yer alan öykülere açıklık getirmektedir, ve onlara tamamen uyumludur.
İbranilere göre, ilk insanın kızıl topraktan meydana gelmiş olması ve Platon'un Atlantis'le Amerika arasındaki ilişkinin üzerinde önemle durması, tufan öncesi kayıp ülke ve Amerikalar arasındaki yakın bağı işaret etmektedir. Atlantoloji'nin en kuvvetli kanıtları Amerika'lardan geliyor. Orta Amerika'nın muhteşem uygarlıkları beyaz adamın gelişi ile, dizili iskambil kağıtları gibi yıkılı verildi.
İspanyol konkiskadoru Cortez Meksika'ya istila ettiği zaman, yerliler onu çok iyi karşıladılar, Çünkü efsanelerinde çok eski devirlerde beyaz "tanrılar" gemilerle doğudan gelmişlerdi ve onlara uygarlık öğretmişlerdi. Sonra, tekrar döneceklerine söz vererek doğuda yurtlarına dönmüşlerdi. Kızılderililer köse oldukları halde "tanrılar" aynı Cortes'in yüzbaşısı Pedro de Alvarado gibi sakalı, sarı saçlı, beyaz tenli ve mavi gözlüydü. Kızılderililer onu tanrıları Kuetzalkoatl sanarak önünde secde ettiler. Peru'ya istila eden Pizarro'da aynı sebepten dolayı, bir avuç adamla 10 milyon nüfuslu İncalara karşı kolay bir zafer kazanmıştı, onların tanrıları Virakoşa'nın adı "beyaz adam" anl***** geliyordu.
Ergeç Kızılderililer doğudan gelen bu istilacıların uygar, insancıl ve öğretici "beyaz tanrılar"la hiç bir ilgileri olmadığını öğrendiler. Onların vermeye değil, çalmaya geldiklerini gördüler. Kısa bir sürede, din maskesi ile beyaz adam, kızıl adamın altınlarını, gümüşlerini, ve kıymetli taşlarını soyacak; sanat eserlerini, heykellerini, edebiyatlarını yok edeceğini; kültürlerini silmek için elinden geleni yapacaklarını göreceklerdi. Kızılderililere ruhsuz bir boşluk çökmüştü, tarih boyunca gurur duyduğu ananeler küstahça ayak altında ezilmişti. Yeni gelen bu acımasız insanlar, onun kutsal topraklarına yerleşiyorlardı; onun kucak açtığı doğayı tahrip ediyorlardı. Eski, çok eski uygarlıkları sönüyordu. İspanyol Krallı II Philip'e, Peru'daki İnkalar ile ilgili rapor veren Manico Serra de Leguicamo, onların beyaz adam gelene kadar suç ve ahlaksızlık bilmediklerini, fakat sonradan beyaz adamı örnek alarak, hızla değiştiklerini yakarmıştı, "orada kötülük yoktu, şimdi neredeyse iyilik kalmadı" (4).
Atlantis'nin en kuvvetli kanıtlarından biri Meksikalı Azteklerin kendilerine Azt'ler olarak tanımlamaları ve batıda "Aztlan" adında "sula çevrili ve büyük bir dağın bulunduğu bir ülke" den geldiklerini belirtmelerinden kaynaklanıyor. Atantis tezine karşı olanlar, Azteklerin 12. asırda geldiklerini işaret ediyorlar. Ancak onlar, ne Azteklerin bir deniz kültüründen geldiklerini, ne de "Aztlan"ın nerede olduğu konusunu açıklama getiremiyorlar (5). Kristof Kolombo'nun Amerika'ya ilk indiği yere yakın, Atlan adında bir yerleşim bölgesi varmış. Ayrıca Peru'da Atlan isminde bir liman vardı. İspanyollar Meksika'ya girdikleri vakit Atlan isminde beyaz yerlilerin bulunduğu bir yerleşim bölgesi buldular. Kızılderili dillerde "atl" su anl***** gelir ve "atlan" le biten pek çok yer ismi vardır.
Kuran'da söz edilen Ad kavmine gelince, M. Asım Köksal'ın Peygamberler Tarihi şöyle yazar,"Ad kavminin yurtları; Hudramevt'e ve Yemen'e kadar uzanan yerler olup Allah'ın yerlerinden, en genişi, en otlu, sulu, bol nimetli olanı idi. Başkalarına verilmeyen boy bos, güç kuvvet de, onlara, verilmişti ... Onlar, inatçı bir zorbanın emrini tutup ardından gittiler de: `Kuvvetçe, bizden daha güçlü kim varmış?" diyerek yer yüzünde büyüklük taslamağa, memleketlerinde azgınlık ve fesatlarını artırmağa, halka zülüm etmeğe başladılar"(6).
Bundan sonra Hud peygamber'in ikazlarına dinlemeyerek Tanrının gazabına uğradılar. Bir kara bulutun ardından gelen kasırgada yok oldular. Halen kadim megalit (büyük taş) harabelere Araplar "işte Ad kavimden arta kalanlar" diye gösterirler. Soy kütükleri Tekvin'de Nuh oğlu Ham'ın soyundan Ad olarak gösterilen bu kavime gelen felaket Atlantis tufanından sonra olması gerekir. Ancak onlar, tufandan kurtulanlar arasında olup, Nuh soyundan ayrı bir kavim olabileceklerini de hesaba katmamız gerekir. Bu durumda onların iri lanetlenmiş Titan-Nefilim soyundan olup, Atlantisli atalarının "Ad" ismini kullanmaları doğaldır.
Türkçe'de "ata" sözcüğün Atlantis'le ilgili ilkel bir anı içerebilir. Linguist ve Anlantolog Charles Berlitz aşağıdaki cetveli (7) hazırlamıştır:
Bask - ait
Quechua - taita
Türkçe ve Türk dilleri - ata
Dakota (siyu) - atey
Nahuatl - tata
Semiole - initati
Zuni - taççu (tatçu)
Malta - ta
Tagalog - tatay
Welsh - tad
Roumani - thatha
Fiji - tata
Samoa - tata

Ayrıca, Latince'da Pater söcüğü unutmamak gerekir. Grek mitolojisinde "titan" aynı kökten geldikleri kanısındayız. İlerdeki sayfalarda göreceğimiz gibi büyük olasılıkla titanlar Atlantis'in yerlileriydi. Tamamen varsayımlara dayanarak, Türkçe'de "ata" sözcüğü Atlantis'li Ad'lara dayanan bir soy kütüğün göstergesi olabilir mi? Ada sözcüğü Atlan'dan türemiş olabilir mi? Bu konuda bir varsayım ileri atmaktan ileri gidemeyiz. Aynı şeyi Poseidon'a kutsal olan ve bazılarına göre soyları Atlantis'te gelişen at için denilebilir mi? Atın ilkel türleri Amerikalarda bulunduğu halde, onlar oradan binlerce sene önce yok oldular. İspanyollar Amerika'ya ilk atları getirdikleri zaman yerliler ilk başta, İspanyolları yarı at yarı insan bir yaratık sandılar.
Tekvin'e göre, Adem'in yaratılışından tufan'a kadar 10 nesil geçmişti. Her neslin başında bir önder (patriarch) vardı. Bunların birincisi Adem ve onuncusu Nuh'tu. Onların yaşları gümümüzdeki insanlara göre oldukça fazlamış. Bu konuda Metuşelah 966 senelik ömrü ile rekoru tutuyor. Bazı araştırmacılar bu yılların aslında ay hesabı olduğu kanısındalar. Platon'un kaydettiği Atlantis'in batış tarihini bu kameri hesapla düşürmeye çalışanlar da olmuştur. Ancak, Tekvin'in yazarı veya yazarları onları yıl olarak gösterir. Tekvin'e göre tufandan sonra insanın yaşama süresi yıl itibari ile, gittikçe azaldı. Platon'un Atlantis’inde 10 kral olması ve Berosus'un tarihinde tufan öncesi 10 kral olması, geçen yüzyıllarda Batı dini çevrelerde gözden kaçmadı, ve Platon'un öyküsü Tevrat’la karşılaştırıldı. Bir çok benzerlikler çeşitli din adamları tarafından Platon'un öyküsün kutsal kitapları doğruladığı görüşüne sevk etti.
Tekvin'de diğer bir bölüm oldukça anlamlıdır, "Ve vaki ki toprağın üzerinde adamlar çoğalmağa başladı, ve onların kızları doğduğu zaman, Tanrı oğulları adam kızlarının güzel olduklarını gördüler, ve bütün seçtiklerinden kendilerine karılar aldılar. Ve Rab dedi, Ruhun adam ile ebediyen çekişmeyecektir, çünkü o da ettir, bunun için onun günleri yüz yirmi yıl olacaktır. Tanrı oğulları insan kızlarına vardıkları, ve bu kızlar onlara çocuk doğurdukları zaman, o günlerde hem de ondan sonra, yeryüzünde Nefilim (devler) vardı, bunlar eski zorbalar, şöhretli adamlardı" (Tekvin Bap 6).
Bu yazımızda biraz olta atacağız belki de zaman zaman sizce fazla uçuk ve fantastik gelebilecek olasılıklarla flört edebiliriz, ancak asıl amacımız bir şekilde gerçekleri ortaya çıkarmaktır. Kitabi Mukaddes'te (Eski Ahit ve Yeni Ahit/İncil) Enok kitabından yer yer söz edilir. Asırlardır saklanan ve kutsal metinler külliyatından çıkarılan bu kitabın iki farklı nüshası vardır, biri yakın zamanlarda bir Rus manastırında bulunarak Slavonik dilde muhafaza edilmiştir. Adı "Enok'un (Haz. İdris) Sırlar Kitabı"dır(8). Bu kitapta Enok'un Tanrı tarafından göğe kaldırıldıktan sonra cennet ve cehennem katlarında gördüklerini ve sonradan 360 kitap yazdığını anlatmaktadır. İkinci ve çok daha uzun kitap ise "Enok’un kitabı"dır. Burada Nefilimlerin devler olduklarını ve tufandan önceki çöküş devrinde onların insanoğlunun yiyeceklerini tükettiklerini ve bunlar da yetmediğinde insanları yediklerini yazıyor. Bu kitapta, bu çeşit atıflar, dini çevreleri rahatsız etmişti (San Augustine "Tanrının Şehri") ve kitabın 1772 yılında James Bruce tarafından bir Habeş manastırında bulunana dek, eski ahit külliyatından çıkarılmasına, yüzyıllardır ortandan kayıp olmasına sebep vermişti (9). Bu kitaba göre Samael tarafından idare edilen melekler Hermon dağına inerek insanlara büyü, savaş, kozmetik gibi yasak sanatları öğretiler. Daha sonra başmelek Mikhael'in önderliğinde dört baş melek Rafael (İsrafil) Mikayil, Cebrail ve Uriel onları bağladılar yeraltına inen bir çukura atılar. Bundan böyle bu dört başmeleğe "Denetçiler" denildi ve onlar dört istikameti, Doğu, Güney, Batı ve Kuzeyi uykusuz gözleriyle gözetlediler. Harut ve Marut gibi düşmüş melekler efsanesi böyle gelişti ve daha sonra Legemeton gibi Haz. Süleyman'a addedilen büyü kitaplara malzeme oldular. Bu da ayrı bir hikaye. Belki de Blavasky'nin dediği gibi kutsal metinlerin ezoterik şifrelerini çözmede 7 anahtar kullanmamız gerekir. Tekvin'de söz edilen varlıklar melek değil de fiziksel olmalı ki Ademoğullarının kızları ile ilişki kursunlar ve çocukları olsun.
Ademoğulları ile birleşerek bir melez ırkı doğuran Tanrı oğulları kimdi? Gerek Tevrat'ta gerek Ölü Deniz'de bulunan Esen kayıtları anlatıyor ki, insanoğulları kadim bir devirde bir genetik aşılanma gördüler. Bu o kadar açıkça ifade edilmiştir ki bazı arkeolojik ufologlar uzaydan astronotların (tanrıların) gelip insan evrimini geliştirmek için böyle bir işlemde bulundukları olasılığı ciddi ciddi ele almışlardır. Her ne kadar bu yazarlar, kendi tezlerini doğrulamak için bir takım asılsız benzetmeler ortaya atmışsa, Tanrı oğullarının kim oldukları konusunda, kimse tatminkar bir çözüm getirememiştir ve binlerce sene önce, uzaydan gelen ve insandan daha gelişmiş, ancak yinede humanoid (insan türününden) olan varlıkların, insan evrimini hızlandırmak için bir genetik aşılama yapmaları modern mitoslardan da biridir. Böyle bir tez doğruysa, o zaman onların insanlarla ortak bir kaynak paylaşmaları gerekir, aksi takdirde onların ne humanoid olmaları, ne de Ademoğullarının kızlarından çocuk yapmaları olasılığı vardır. Bu da spekülasyonlar için yeni sahalar açmaktadır, ancak bütün bunlar, tabii ki, birer varsayımdır.
Kayıtlar insanı kolayca böyle bir düşünceye sevk ediyor. Tanrı oğulların (Beni Elohim) yaratığı bu melez ırk, Grek mitolojisinde Titanlar'a benzer. Platon'un belirtiği gibi bir "tanrı" olan Poseidon yerli bir kadınla birleşerek Atlas ve diğer Titan kardeşlerini doğurdu. Platon'a göre, Atlantis'i yöneten sınıfta tanrı soyu vardı, ancak zamanla tanrı soyu insan soyuna nispeten azalmıştır ve Atlantis'de bir çöküş, bir dejenerasyon başlamıştı. Onlar "yüce ideallerinden sapmaya" başladıkça, sonları hazırlanmaya başlanmıştı. Burada kullanılan "tanrı" sözcüğü ele alırken, unutmamak gerekir ki, farklı kültürlü bir toplumdan çevrilmiş bir terimdir. Platon tek bir Tanrı'yı öğretirdi, küçük harf başlıklı "tanrı" sözcüğü ise büyük harf başlıklı "Tanrı" ile aynı şey ifade etmez.
Irk kavramları, İkinci Dünya Harbinden sonra tabu bir konu haline gelmiştir. Ancak, materyalist bir temele dayanan ve Üçüncü Reich mitosunu oluşturan "herenvolk", "ırk saflığı" gibi görüşler yerine, bu kadim görüşlerde melezliğin işlendiğini görüyoruz. Ancak, Nuh soyu için, ırk saflığını korumak gibi adetlerin varlığı metinlerde gözükmektedir. Bu, hem Yafeti bir kökenden gelen Ariler için, hem de Sami bir kökenden gelen İbraniler için geçerli olmuştur. Musevilerin ırkları dışında evlilik yapmaları tabu olduğu gibi, Ariler de benzeri uygulamaları Hindistan'da yürüterek kast sistemini oluşmuşlardır. En üstte Ari soyundan Brahminler vardı. Onların diğer kastlerle evlenmeleri bir tabudu. Hatta, en alt tabakayı oluşturan Sudralar dokunulmazdı. Bu adet de, Nuh soyundan olmayan kavimlerinin varlığını ima etmektedir.
Ezoterik açıdan, bedeni esas alan "ırkcılık" tezleri geçersizdir. Çünkü beden ruhun bir aracıdır. Reenkarnasyon yolu ile ruh farklı ırklara, kültürlere enkarne olmaktadır ve böylece deneyimleri zenginleşmektedir. Ancak, makro düzeyde, kitlesel açıdan ruhsal evrime paralel olarak gelişen ruha daha uyumlu bir araç sağlamak üzere insan bedeninin de bir evrimden geçirmesi söz konusudur. Bu sebeple Nazilerin zorla, kan dökerek empoze etmek istedikleri ırksal evrim, aslında doğal ve birazda planlı ve bilinçli (eugenics) yöntemlerle, ırk ayrımına yer vermeden ileri ki yılarda gerçekleşecektir.
O halde, bazı kadim öğretilere göre, soyumuzda her türlü karışımdan geçen biz insanlar, aslında melez bir ırkız, ve hemen hemen her birimiz, her ırktan olanımız, tarih öncesi unutulmuş göçler sayesinde, bu sözde "tanrıların" kanını az veya çok taşımaktayız. Ancak, Nuh peygamberi ile ilgili kayıtlar bu tür bir aşılamayı desteklemekle birlikte, aynı zamanlarda farklı türden bir mütasyonu da kutsal kitaplarda ele alındığını görüyoruz.

" O günlerde Nuh gördü ki, dünyanın ekseni eğildi, ve felaket yaklaşıyordu. O zaman ayaklarını kaldırarak dünyanın ucunda büyük babasının babası, Enok'un (İdris) bulunduğu yere ***ürdü. Ve Nuh acılı bir sesle üç kez haykırdı: Dinle, dinle, dinle, söyle dünyada neler oluyor? Yeryüzü zorlanıyor ve şiddetli bir şekilde sarsılıyor."
Enok'un Kitabı (64/ 1-3)
 
Nuh ve Nuhoğulları
Genelde, insan tarihinin 10,000 sene önce biten son buzul çağın gerilemesiyle başladığı inanılır, tabii burada taş devrinden başlayan yükselişten söz ediyoruz. Atlantis'in olması gerektiği çağda dünyanın büyük kısmı buzlarla örtülü olmalıydı. Bu buzlar hemen hemen Kanada'nın ve Kuzey Avrupa'nın çoğunu kapladığı gibi Güney Amerika'nın bazı kısımlarını örtüyordu. Demek oluyor ki, dünyanın etrafında ince bir kuşak uygarlığı barındıracak durumdaydı. Aslında dünyanın şimdiki durumu bundan iyi olmakla beraber yine de, onun yuvarlak oluşu ideal iklim açısından güneşi bazı yerleri fazla, bazı yerleri az ısıtmaya ve aydınlatmaya yol açıyor. Ancak, buzul çağı ile ilgili bilmediğimiz birçok şey vardır. Buzul çağların neden olduklarını bilim adamları saptayamamıştır. Bir takın hipotezler ortaya atılmıştır. Güneşte periyodik olarak ısı gücün azaldığı veya güneş sistemi zaman zaman soğuk alanlara girdiği ortaya atılmıştır. Ayrıca son buzul çağında tropik iklimlerin bitki ve hayvan çeşitlerinin bulunması iklim kuşaklarının yer değiştirdiği tezini güçlendiriyor.
Bilindiği gibi İbranilerin kutsal kitapları arkeoloji ve tarih açısından genelde oldukça güvenilir kaynaklar oldukları saptanmıştır. Ancak kronolojik kayıtlar daha eski çağlara indikçe güvenilirliği de aynı oranda azalmaktadır. Dünyanın Tevrat'ta belirtildiği gibi 6000 yıl önce yaratılmadığı ve en az dört buçuk milyar yıllık ömrü olduğu artık herkes tarafından biliniyor. Oysa, 1654 yılında, Ussher adında bir İrlandalı Başpiskopos, Tevrat'taki verilere dayanarak yaratılışın M.Ö. 4004 yılında, 26 Ekim sabahı, saat dokuzda başladığını iddia etmişti. Bazı metin ve hadislere dayanarak, dünyanın yaratılış süresi olan 6 günü, her günü 1,000 veya 50,000 yıl ile çarpsak yinede alınan netice tatminkar değildir. O halde, eski İbrani metinlerinin Kuran'da belirtildiği gibi tahrifata uğradığı kanısına varmak mümkündür. Oysa, mecazi açıdan, Kuran'da da belirtildiği gibi, Yaratılışın sürdüğü 6 günün, aslında farklı anlama geldiği, ilerdeki bölümlerde ele alınacaktır. "Gün" denildiği zaman belirli bir devreyi (bir siklüsü) tamamlayan bir süre düşünüldüğü ortaya çıkıyor. Kutsal kitaplarda (Kuran, İncil ve Bhagavad Gita) bu bazen 1000 yıl olarak ifade edilmektedir ("Tanrının nezrinde bir gün bin yıl gibidir"), 6 gün için daha farklı yaklaşımlar da söz konusu. Bu konuyu kapsamlı olarak "Siklüsler" adlı bölümde ele alınacağız.
Aynı şekilde, Atlantoloji açısındanda, Nuh tufanı M.Ö. 2500 veya 3000 değilde, M.Ö. 10.000 civarında olması mümkündür. Bu tarihlerde, büyük olasılıkla, önce açıkladığımız gibi dev bir asteroid'ın yeryüzü ile çarpışması, ya dünyanın yörüngesini güneşe daha yakın getirmişti, veya eksenini değiştirerek yine buzul alanları yaratıp eski buzul alanın erimesine yol açmıştır. Böylece, kutuplarda yer değişme iklim değişliklere de yol açması gerekir. Kutuplarda buzların altında bulunan ormanları, aksi taktirde nasıl açıklarız. İlginçtir ki, gerek Enok'un kitabında gerek Herodotus' un Mısır rahiplerinden duyduklarında ve nice eski kayıtta böyle bir eksen değişikliği olduğu açıklanıyor. Mısırlı rahiplerin Herodotus'a anlattıklarına göre Güneş bir zaman batıdan doğuyormuş be doğuda batıyormuş ve dünya birkaç kez eksen değiştirmiş.
Çarpışma yerinin büyük olasılıkla Atlas Okyanusunda, belki de Meksika körfezinde olması okyanusdaki kara parçaları volkanik patlamalar eşliğinde denizin dibine sürükledi. Amerika kıtasında incelemeler oranın belirsiz bir geçmişte, büyük bir meteor yağmuruna tutulduğun göstermiştir. Aynı şekilde Büyük Okyanusta bir zamanlar böyle bir meteor yağmuruna maruz kalmıştır. Gökten gelen felaketin sonucunda Atlantis kıtası batmıştı, bazı dağ tepeleri de okyanus ortasında adalar olarak kalmıştır. Bir taraftan kara parçaları çökerken, başka kara parçaları yükselmeye başlamıştı, bunların arasında Ant dağları, Cordilleras dağları, Himalayalar, Pamir dağları ve Kafkas dağlarını sayabiliriz. Hayvan sürüleri, doğa örtüleri ve insanlar toplu olarak öldüler. İnsanların uygarlık anıtları yeryüzünden silindi.
O halde, insan tarihin dünya geçmişi açısından bu kadar kısa bir süre önce başlamasına şaşmamak gerekir. İnsanlar her şeyi yeniden başlamaları gerekirdi. Bu öykünün doğru olmadığını savunanlar, Platon'un belirttiği tarihten çok sonra yazı ve uygarlığın geliştiğini belirtiyorlar. Ancak mevcut arkeolojik bulgulara dayanarak M.Ö. 8-9 bin yıl önce Konya yakınlarında Çatalhöyük'te gelişmiş şehircilik olduğunu gösteriyor (10). Yazının nispeten yakın tarihte gelişmesi, onun bir felaket öncesi uygarlıkta bulunmaması anl***** gelmez. Yaşlı Mısırlı rahip bilginin yazının unutulması konusunda verdiği açıklamalar bu konuda yeterlidir. Arkeolojik buluntular, uygarlık gereçlerini, bilim ve sanatları gittikçe daha geri bir tarihe atıyor.
Binlerce yıl önceki bu felaketten bir kaç insanın kurtuluşu, tarih boyunca unutulmayan bir öykünün konusu olmuştur. Daha önce belirttiğimiz gibi, bu öykü dünyanın her tarafında korunmaktaydı. Şüphesiz, bunun sonucu olarak diğer felaketlerde olduğu gibi, bir çok hayvanların nesli tükenmişti. Bilimsel bir varsayıma göre, bu devirde (11 bin sene önce) 40 milyon hayvan aniden öldü.
Nuh peygamberinin bu devirde yaşadığını varsayımına dayanarak onunu bu felakette hazırlıklı olduğu belirtiliyor. Gemisinde ailesi ile birlikte hayvan neslinin seçkin çeşitlerini de almış. Büyük olasılıkla, o devirde bol çeşitleri olan vahşi ve dev cüsseli hayvanlar yerine evcil hayvanların felaketten kurtulmaları, ve gelecekte insan yararına nesillerini devam etmeleri öngörülmüştü. Ayrıca, Kutsal metinlerde açıkca belirtilmediği halde, tarıma elverişli bitkilerin ve meyve ağaçların filizleri de taşındığını kabul edebiliriz. bu konuda bazı belirtiler vardır.
Ancak, dünyanın her tarafında yaygın olan tufan mitoslara dayanarak, öyle sanıyoruz ki, dünyanın çeşitli yerlerinde başka kurtulanlar da vardı. Onlar, "ikinci Adem" olarak değerlendirilen Nuh'tan farklı olarak hazırlıklı değillerdi. Kurtulmaları genelde şans eseriydi. Bu kurtulanlar arasında Ad soyundan olanlar da vardı, dünyanın çeşitli yerlerinde bulunan "Adem öncesi" ve tanrı soyundan aşılanmamış, aborijin ırklar da vardı. Bu yüzden Nuhoğulları ve Ad'lar ırklarının "saflığını" korumak için türlü yöntemler aldılar, ve tarih boyunca görülen ve çeşitli kutsal kitapta yazılan (aborijin) yerlilerle ilişki yasağı sürdürüldü. Ancak, bu uygulanma doğal olarak pek başarılı değildi.
1947 yıllında, Ölü Denize yakın Kumran mağrasında bulunan rulo yazıtlar, İbrani kutsal edebiyatın en eski örneklerini oluşturuyor. Bulunan bir yazıta göre Haz. Nuh farklı bir fiziğe sahipti. Öyle ki, babası Lamek onun kendi oğlu olduğunu karısı Bartenoş'un yemin ve ısrarlarına rağmen inanmamıştı. Haz. Nuh'un "Bakıcılar, Kutsal Olanlar veya devler" in soyundan gelmediğini ancak "meleklerden her şeyi öğrenen" büyükbabası Enok (Haz. İdris)'a danıştıktan sonra inanmıştı (11).
Kumran'da bulunan bu yazıtların Haz. İsa'dan yüz sene önce yazıldığı dikkate alınırsa onların değeri anlaşılır. Her ne kadar Enok'un kitabı San Augustin tarafından belirtiildği gibi kadimliğinden dolayı tahrifata uğramışsa da, Kumran yazıtları ile ilginç benzerlikleri vardır. Orada Haz. Nuh ile ilgili şunları yazılıyor: "Bir süre sonra, oğlum Mathusala, oğlu Lamek için bir eş aldı. O ondan hamile oldu ve bir çoçuk doğurdu. O çocuğun etti kar gibi beyaz ve gül gibi kırmızıydı, saçları yün gibi beyaz ve uzun, gözleri güzeldi. Gözlerini açtığı zaman evi güneş gibi aydınlat ı... Ve babası Lamek ondan korktu ve koşarak Mathusala'ya gitti ve şöyle konuştu, Ben başka çocuklara benzemeyen bir oğul doğurdum. O insan değil gibi, fakat gökyüzü meleklerinin çocuklarına benziyor. O bizden farklı bir yapıda ve hiç bir şekilde bize benzemiyor ... Ve şimdi, babam sana gerçeği öğrenmek için atamız Enok'a gitmeni yalvarırım, çünkü onun yurdu meleklerledir" (Enok'un kitabı 105/1-6). O halde, eski kayıtlar tufanla silinen eski dünyadan, Nuh ve soyu yeni bir insan prototipi olarak kurtulduğunu belirtiyor. Bu soyun eski Kızılderili ademoğulları ve melez dev ırk yerine beyaz ırk olduğu görülmektedir.
Daha önce belirtimiz gibi, Blavatsky'e göre Atlantisliler dördüncü kök ırka mensuptu, üçüncü kök ırk'ta Lemuryalılar'dı (Mulular), her bir ırk bir felaketle yok olduğu gibi, kurtulanlar, bir sonraki ırkın atalarını oluşturup yeni bir ırk oluşturmuşlar. Bizim de beşinci kök ırktan olduğumuz söylenir ve altıncı kök ırk oluşmaktadır.
Tevrat'ta göre, Nuh'un gemisi Ararat dağında demirlendi. Her ne kadar bu bize olasılık dışı gibi gelse, jeolojik kanıtlar o bölgenin bir zaman su altında olduğunu gösteriyor. Civarda bol miktarda deniz fosilleri ve tuz kristalleri vardır. Van göllünün tuzlu olduğu ve deniz balıkları bulunduğu bilinir. Bunun dışında Ararat'ın tepesinde doğru veya yanlış gemi kalıntıları bulunduğu söylenir. Zaman zaman, bu parçalar incelenmek üzere indirilmişti (12). Bu konuda ilginç iddialar var, çeşitli belgeler ve fotoğrafları içeren kitaplar yazıldı. Keşif heyetlerinin araştırmaları düzenlendi.
Bu iddiaların gerçek olup olmadığını bilmiyoruz, ancak kutsal kitaplardaki her öykünün arkasında bir gerçek payı vardır. Nuh'un üç oğlu Yafes, Ham ve Sam'dan bütün ırkların türediği inanılır. Yafes'ten “beyaz” ırk, Sam'den Araplar ve İbraniler dahil olmak üzere Sami ırkı, ve Ham'dan Kuzey Afrikalılar türediği yazılır. Tevrat'ta bu üç oğlun soylarını ayrıntılı olarak açıklıyor. Bu soy isimleri aslında bir çoğu Anadolu'da olmak üzere bir çok kavim ve halkların isimlerinden başka bir şey değildir.
Bu konuda birinci asırda yazılan Flavius Josephus'un İbraniler tarihi ayrıntılı bilgi veriyor (13). Josephus bu konuda şöyle yazıyor, "Nuh'un oğulları üçtü, tufandan yüz sene önce doğan Sam, Yafes ve Ham, [Tufan'dan sonra] dağlardan vadilere ilk inip ev kuranlardandı. Tufanı anımsayarak alçak arazilere inmekten büyük korku duyanları da ikna ederek önderlik yaptılar (1-4-1)". Onlar biliyorlardı ki yaşlı Mısırlı rahibin belirttiği gibi bir tufan olduğu zaman, dağlarda yaşayanlar kurtulur ve vadi ve ovalarda yaşayanlar silinirdi. İlginçtir ki, Orta-Amerika kızılderilileri, gelen ilk beyaz adamlara, piramitlerin tufandan korunmak, yükseklere tırmanmak maksadıyla yapıldığını söylemişlerdi.
Josephus'un tarihi, Tekvin'deki verilere dayanarak Nuhoğulları için şöyle yazıyor: "Nuh'un torunları anısına kurdukları devletlere kendi isimlerini verilmiştir. Yafes'in yedi oğullu vardı, onlar ilk başlarda Toros ve Amanus (Klikya) dağlarında yerleştiler, sonra Asya'ya doğru Tanais nehrine kadar, ve bir kolu Avrupa'da Kadiz [İspanyada Cebelültarık'ın ağızında ve Atlas Okyanus kıyısında bir şehir]'a kadar yol aldı ve daha önce başkaları bulunmayan ülkelerde yerleşerek, kendi adlarını verdiler. Yafes'in oğlu Gomer Grekler'in Galata [Ankara çevresinde bir Kelt Devleti, ayrıca Fransa'da aynı halk Gal'ler] dedikleri fakat o zamanlar onlar Gomerliler olarak bilinirdi. Magog, Magogitleri kurdu, onlara Grekler İskitler derlerdi. Yavan ve Madai'a gelince, Madai'dan Madianlar geldi. Onlara'da Grekler Medes [İranlı bir kavim] derlerdi. Oysa, Yavan'dan İyonyalılar ve bütün Yunanlılar gelmiştir. Thobel, Thobelitleri kurdu, onlardan da bütün İberler gelir. Mosocheniler Mosoch tarafından kuruldu onlara şimdi Kapadokyalılar (Göreme, Nevşehir) denilir. Halen onlarda eski adlarını gösteren Mazaca (Kayseri) şehri vardır. Anlayana bu gösterir ki, bütün devlet bir zaman o ismi taşırdı. Thiras aynı zamanda hükmettiği halklara Thiraslılar derdi, ancak Grekler onların adlarını Trakyalılar olarak değiştirdiler. Yafes'in soyundan ilk yerlileri olan devletleri adedi çoktur. Gomer'in üç oğlundan Aschanax, Aschanakslılar gelmişdir, artık onlara Grekler tarafından Rhegin [Güney İtlaya'da]'ler denilir. Aynı şekilde Riphath'da Riphalılar Paphlagonlar [Anadolu'da Karadeniz kıyısında yaşayan bir topluluk] ismi türedi. Grekler'in Frigler (Batı Anadolu'da bir devlet) dedikleri Thrugramma'dan türeyen Thrugrammalılar'dı. Yavan'ın üç oğullundan Elissa, Eliselilere adını verdi, onlara şimdi Aioller (Batı Anadulu'da) denir. Tharslar'dan Tarsus ismi alındı, ki bu Klikya'nın eski adıydı. Bunun belirtisi şöyledir, onların en kayde değer şehirlerin ismi Tarsus'dur bu adda theta yerine Tau harfini değiştirmek suretiyle elde edilmiştir. Cethimus, Cethima adasını almıştır, ona şimdi Kıbrıs denilir. Bu nedenle İbraniler adalara ve deniz kıyılara Cethima derler. Kıbrıs'ta bir şehir eski adını belirtisi korumuştur, o da Grekler tarafından Citius denilir, fakat yerliler tarafından Cithim denilir..."
"Ham'ın çoçukları Suriye, Amanus ve Libanus dağlarına kadar yayıldılar... Chus'tan Habeşliler geldi. Halen'de günümüzde onlara kendileri ve başkaları tarafından Kuşit'ler denilir. Mestre ismi halen Mısır'da oturanlara Mestre'liler olarak korunmuştur. Phut Libya'nın ilk yerlisiydi... Grek coğrafya'cılar oradaki nehrin ve yerin ismi Phut'tan değiştiğini kaydetmişlerdir. Şimdeki ismini Mesraim'in oğullarından biri olan Lybyos'tan almıştır... Sabas, Sabileri kurmuştur..."
"Sam, Nuhu'un üçüncü oğullunun beş oğullu olmuştur. Onlar Fırat nehrinden Hint Okyanusa kadar olan bölge'de yerleştiler. Elam Pers'lerin (İran) atası olan Elamlıları kurdu. Ashur Nineve şehrinde oturdu ve halkına Assuriler dedi...Arphaxad, şimdi Keldani'ler denilen Arphaksadlılar'ı kurdu. Aram, şimde Suriyeliler fakat önceden Aramiler denilen topluluğu kurdu. Laud, şimdi Lidyalılar (Batı Anadolu'da) fakat önce'den Lauditler olarak bilinen devleti kurdu. Aram'ın dört oğulundan Uz Teachonitis ve Şam’ı kurdu...Uz Ermenistan'ı kurdu... (1-6)". Josephus bundan sonra Arphaxad'ın soy kütüğün inceleyerek Haz. İbrahim'e kadar getiriyor. Bilindiği gibi kutsal kitaplara göre, Haz. İbrahim'in bir oğullundan İbraniler, diğer oğulundan Araplar türemişti.
Kayıtlara göre, Atlantisliler Nuh yönetiminde bir dağa yerleştiler. Bu dağ Tekvin'e göre Ararat dağı, Kuran ve Suryani Tekvin'ine göre Cudi dağı ve diğer tradisyonlarda farklı dağlardı. Unutmamak gerekir ki olay çok eskidir ve kulaktan ağza geçerken ve yazıtlar kopyalanırken insanlar sürekli bildiği ve onlara yakın olan yerlerin isimlerini yerleştirmeye yönelirlerdi. Atlantis felaketinden diğer kurtulanlar dağlık bölgelerde yerleştiler. Kafkas dağları, Pireneler ve Atlas dağlar onların odaklandığı yerler olduğu kanısındayız. Burada yerleşmiş olan Kafkasyalılar, Basklar ve Berberler aynı soydan geldiği anlaşılıyor.
Ararat dağına yakın olan Kafkas dağları büyük göçlerin başladığı bir yerdir. "Beyaz" ırka Batıda kokazik (kafkasyalı) denilmesi oldukça anlamlıdır. Ömer Büyükata'nın değerli çalışmaları (14) bu konuyu ayrıntılı bir şekilde aydınlatıyor. Ona göre Apas kelimesi ve Yafes (Japhet) ile aynıdır, hatta Bask ve Pelask aynı kelimenin zamanla değişmeye uğramasından kaynaklanıyor. Toponymy (bölge ve yer isimleri)'e dayanarak Büyükata bu göç yerleri belirtiyor. Pelasklar, Akdenizin Grek öncesi yerlileri idi ve Yunan kültürünü büyük çapta etkilemişlerdi. Dünyanın en kadim dillerinden birine sahip olan Basklar, Atlas dağlarında yaşayan Berberler ile akrabalıkları vardır. Cohane'e göre Berber, İber kelimesinden kaynaklanıyor(İber-İber). Aynı şekilde, Britanya (İnglitere) ve Breton (Batı Fransa) aynı kelime kökenindendir(Britler), ve çok eski çağlarda megalit (büyük taş) inşatlar yapan gelişmiş bir İberik akımın kalıntıları İnglitere, Batı Fransa, İrlanda gibi Atlas Okyanus sahili ülkelerde görmek mümkündür (15). Son bulgulara göre bunların sanıldığından daha eski oldukları ortaya çıkmıştır.
Sekiz senelik bir araştırma sonucu kitabını yazan Cohane, toponomi'e dayanarak dünyayı saran bir kadim kültür kalıntısı konusunda ilginç neticelere varmıştır. Birbirinden yakın neticelerine varan Büyükata ve Cohane'nin çalışmaları şaşılacak benzerlikler arz ediyor. Ancak, ne yazık ki Batı edebiyatı, Kafkasya konusunu ihmal etmektedir. Roma çağında Kafkasya İmparatorluğa bağlı bir eyaletti, adıda aynı İspanya'nın antik adı gibi "İberia"dı. Kafkasyalıların eski adı Adigeler'di. Başka bir değişle, Ad'lardı.
Atlas Okyanusun sahilinde yerleşmiş olan Baskların dilleri Orta-Amerika'da Maya diline çok yakın bir benzerliği vardır. Bask efsanelerine göre ataları mağaralarda saklanarak felaketten kurtulmuşlar. Baskların eski bir adeti Kızılderili uygarlıklarındaki gibi 20'lerle saymaktı. Bu adet halen Fransızların 80 rakamı 4 adet 20 ile dille getirmeleri şeklinde kalmıştır. Baskların "jai alai" ismindeki top oyunları Mayaların "pok-a-tok" oyunlarına benzer. Kan grupları da diğer Avrupalılardan farklıdır (rh negatif ve AB ve O grubu ağırlıklıdır).
Baskların M.Ö. 10,000 sene Avrupa'yı batıdan istila eden Kro-Magnonların bir kalıntısı oldukları inanılır. Kro-Magnonların beyin kapasiteleri (1600cc) bugünkü insanlardan (1400cc) daha büyüktü. Bu günkü insanlardan daha iri ve boyludular (182-195 cm.) (16). Bu insanların belki en son türleri Kanarya adalarında bir zamanlar yaşayan Guançlardı, soylarını İspanyollar tamamen tüketildi. Guançlarda ölülerini mumyalama gibi birçok kadim gelenekleri mevcuttu ve değik fiziksel özelliklere sahip oldukları söylenir. Aynı şekilde Peru ve Paskalya adalarında yaşayan "Uru" lar yakın zamanda yerliler tarafından tamamen öldürüldü. Bu ada halkları günümüzün insanlarına göre iri ve boyludular.
Atlas Okyanusun Batı sahilleri şu anda Keltler adında sonradan gelme halklarla çevrilidir. Bunlar İskoçyalılar, İrlandalılar, Galler, Cornwallılar ve Bretonlardır. Konuştukları diller Kafkas dillerine benzerlik gösterir. Onların binlerce sene evvel Kafkasya'dan göç ettiklerine dair efsaneleri vardır. Atlas Okyanusuna geldikleri zaman kendilerine benzeyen İberlerle hemen kaynaşmışlardı. Keltlerin izlerini Anadolu'da da bulmak mümkündür, bir zamanlar Ankara yakınlarında bir Galata devleti vardı (17). İskoçların çaldığı tulumun (bagpipes) ve Bretonlar'ın çaldığı biniou'a benzeri müzik aleti, Basklar'da ve Karadeniz sahilinde Kafkas soyundan olan Laz'larda tulum halen çalınır.
Amerika kıtasından gelen tarım ürünler çoktur. Yüzlerce bitki arasında patates, domates, çilek, salatalık gibi ürünler beyaz adam gelmeden evvel Amerika'da, çoğu And dağlarında yetişiyordu. Soframıza kurduğumuz sebze ürünlerin yarısı Amerika'ların keşfine borçluyuz. Gerçekten Amerikan uygarlıkların sofraları gelen İspanyollara nispeten daha zengin olduğu saptanmıştır. Bu ürünlerin birçoğunun vahşi çeşitlerin bulunmaması onların çok kadim çağlardan yetiştirilip geliştirdiğini gösterir. Avustralya gibi Atlantis İmparatorluğun ağından uzak olan ülkelerde tarımsal ürünlerin yoksunluğu Darwin'in de dikkatini çekmişti.
Donnelly'e göre bu ürünlerin kaynağı Atlantis'ti ve o, bu ürünlerin gelişmesi gerektiği on binlerce yıllık evrimin orada gerçekleştiği kanısında. Yeni dünyayı bir kenara bırakıp eski dünyada tarım ürünlerin yayıldığı başka bir bölgede de görüyoruz. Edmond de Molin'i aktaran Ömer Büyükata, "Gerçekten; meyve ağaçları, dünyanın bu mümtaz derecede çeşitli meyve türlerine rastlanılmaz ... Sicilya' dan daha mutlu olan Kolkhide (Batı Kafkasya) eski bolluğundan bugün hiçbir şey kaybetmemiştir ... Burada en çok göze çarpan şey meyve ağaçları arazisi olmasıdır. Hatta Kandül ve başka bitki bilginlerine göre Kolkhide, meyve ağaçların anavatanıdır. Onların kanılarına göre elma, armut, erik, kiraz, dut, kiraz badem ağaçları, frenküzümü, bağ, turp ve birçok sebze çeşitleri hep buradan, bu vadilerden etrafa yayılmış bulunduğu gibi, bu ürünler en ilkel ve en çok kendi kendine yetişir bir halde yalnız burada bulunurlar..."(18). Bir varsayıma göre tufandan kurtulan bir gemi, insanoğullunun evcilleştirdiği hayvanları ve tarım için elverişli bitki ve ağaç türlerini bu bölgeye yakın bir yere taşıdı, bu gemiye Nuh'un gemisi denilirdi.
Türkçe'nin kızılderili dillerle benzerlikleri bilinir, bu konuda bazı araştırmalar vardır. Atlantoloji ve Mu konusu işleyenler arasında ile ilgili özellikle Haluk Cemil Tanju'nun "Orta-Asya Göçlerinde Turunçderililer" (19) ve Kazım Mirşan'ın anlaşılması zor "Akınış Mekaniği, Altı Yarıq Tiğin" (20) kitapları ilginçtir. Ayrıca Dr. Hamit Zübeyir Koşay birkaç yıl Basklar arasında bulunduktan sonra Türkçe ve Baskça arasında bir bağ kurmuştur (21). Diller kısa sürelerde büyük değişikliklere uğradığı için binlerce sene evvelki durumu için bir şey söylemek zor.
Norveç'li Thor Heyerdahl yaptığı araştırmalarında haklı bir ün kazanmıştır. "Kon-Tiki" (22), "Aku Aku" ve "Polenesya'ya Deniz Yolları" adlı eserlerinde anlatılan, Peru'dan Paskalya adalarına ilkel bir deniz salında yaptığı yolculukta, eskiden böyle bir yolculuğun olasılığını kanıtlamıştı. Onun gerek arkeolojik, dilbilimi ve mitolojik araştırmaları eski çağlarda beyaz adam anl***** gelen "Urukehu" adında bir halkın Peru uygarlığını yaratıklarını, ancak melezler ve oranın yerlileri tarafından kovulduktan veya bilinmeyen bir sebepten dolayı göç ettiklerinde, Paskalya adalarına yerleştiklerini belirtmişti. Urukehular sonradan Paskalya ve Hawaii adalarında aynı akibete uğradıktan sonra nesli yok olmuştu. Yeni Zelanda da aynı şekilde Urewera ülkesinin dağlarında bir zamanlar Turehu adında beyaz bir ırk varmış. Bu ırklar And dağlarında Titicaca gölü civarında yaşayan ve muhtemelen Uruguay'a ismini veren "Uru"larla aynı oldukları inanılyor. Heyerdahl'a göre Urukehuların boyları iki metre civarlarında olup, genelde kızıl saçlı ve bazen sarışındılar. Gerek Peru'da gerek de Paskalya adasında yapılan mezar kazıları bu tezleri doğrulayan cesetler bulundu. Ayrıca Paskalya adasındaki dev heykellerin kafa üstleri kırmızıya boyanıyordu. Paskalaya adalarında on yedinci asırda çıkan bir ayaklanmada yerliler "uzun kulaklılar" denilen bu halkı yok ettiler. Kurtulan tek bir "uzun kulaklı" soyunu sürdü, ve Thor Hyderdahl bazıları kızıl saçlı olan ve önceden Avrupalı sandığı torunları ile geçirdiği ilginç anıları kitaplarında aktarmıştır. Bu kavimin adı kulaklarını uzatmak için uyguladıkları bir deformasyon yönteminden ileri geliyordu ve uzun kulak kültü, Uzak Doğu'da, özellikle Kamboçya'daki esrarengiz Anghor medeniyetine Buda heykellerinde görülmektedir. Paskalya adalarında bulunan yazıt örneklerindeki harf karakterleri Sümer yazıtları ile hemen hemen aynı oldukları gözetilmiştir. Bu çok ilginç bir olaydır, arkeologlar her zaman ki gibi açıklayamadıkları olaylar karşısında sessizliklerini korumaktadırlar.
Ergenekon efsanesine göre ilk Türkler demirciydi. Sarp dağlarla çevrili bir arazide bulunuyorlardı. Dağları eriterek ve delerek bu doğal hapisten kurtulmuşlardı, ki bu yüksek bir teknoloji anımsatıyor. Çin kayıtlarına göre eski Göktürkler (Tükmenler) genelde kızıl kestane saçlı ve bazen sarışındı, gözleri yeşil veya maviydi. İran'daki Türkmenlerde de aynı şey söz konusu. Kullandıkları runik görünüşlü alfabe de düşündürücüdür. Yine de, bu konuda demode ve şoven ırkçı tezleri yeniden hortlatmak amacınca değiliz, bu görüşlerimize tamamen ters düşer. Diğer topluluklar gibi Türkler çok karışmıştır, özellikle Anadolu ve Trakya Türkleri. Günümüzün insanı her yerde melezdir, ancak kadim çağlarda insanlar bu denli karışmamışlardı.
Türk adının kökeni Urukehu veya Turehularla bir olabilir mi? James Bailey'nin araştırmalarına göre dünyanın muhtelif yerlerinde demir mağaraları bulunur. Karbon 14 testlere göre Güney Afrika'da bir mağara M.Ö. 41.250 senesinde işleniyordu. Bailey'e göre binlerce yıl önce Tunç çağı denizci madencilik firmaları dünya'nın çeşitli yerlerinde demir ve başka madenler için kazı yapıyorlardı ve mağara duvarlarında "şirketlerinin logolarını" bırakıyorlardı. Bunların arasında gamalı haç (svastika), haç, güneş sembolü, çifte balta, helezon ve paralel iki dalga en yaygın olanlar arasındaydı. Türklerin ilk ataları Ural-Altay dağlarında kadim ve kayıp uygarlığın madencilik kolonisi olabilir mi? Felaket geldiğinde ondan kurtulanlar arasında olup, yeni yurtları Orta Asya'da yayılmış olabilirler mi? Yoksa, Yafes oğullarının bir kolları mı idiler? Tanrıçaları "Turan" olan ve Troya'dan (Truva, Tür-va ?) Etrurya'ya (İtlaya/Tyrhenia) göç ettikleri söylenen ve şehirleri Tarkon tarafından kurulan Etrüskler (E-türk ?) ve ile bir bağlantıları var mıydı?
Bir denizci halkı olan Etrüsklerin Anadolu’dan geldiklerini ve Lidya'dan giden bir koloni oldukları Herodotus tarafından kaydedildiği halde, günümüzde bu ihtiyatla karşılanır. Her ne kadar Lidyalıların baştanrıları Tarku adına taşıyorsa, Halikarnaslı Diyonysos iki toplumun arasındaki farkları işaret etmişti. Heykel ve resimlerindeki çekik gözlü moğul-kokazoid figürler, at, şavaş ve güreş motifleri bir Türk köken tezine yol açmıştı, ancak bunu kanıtlayacak ciddi delil olmadığı gibi, dilleri de henüz çözülememiştir. Ayrıca Türklerin kökeni en az Etrüsklerin kökeni kadar çözülmemiştir. Elli yıl önceye kadar, Batı'da Türklere belirli bir hüviyet tanınırken ve Sümeroloji ile ilgili kitapların çoğunda Sümerlerin Turan asıllı olduğunu yazarken, günümüzde Türklerin adeta kökleri olmadığı yolundaki görüşler yaygındır. Ancak, bundan alınmamak gerekir, çünkü varsayımcılığa karşı olan bu akım, diğer toplumları da aynı işleme tabi tutuyor.
Bir iddiaya göre Lidyalıların bir kolu İtalyaya giderken, diğer bir kolu Klikya'ya (Güney Doğu Anadolu) giderek Toroslara ve Tarsus şehrine adlarını vermişler, onlara Trakheiotlar denilirdi ve adları Trakyalılara benzerlik arz eder. Diğer bir kolu da İspanya'ya giderek Tartessus (Eski Ahit'te Tarşiş) ismini vermiş, ancak Tartessus'un çok eski olduğu, kökenleri taş devrine uzandığı anlaşılıyor.
Her ne kadar İtalya'da Turin ve Torino gibi bir sürü ilginç şehir isimi varsa ve Roma ve Romulus efsanesi, Asena efsanesine şaşılacak benzerliği varsa. Tabii ki, şüpheli bir yöntem olan toponymy'e (yer isimleri) dayanarak ve şoven duygulara kapılarak böyle bir sonuca varmak, bu konuda spekülatif bir varsayımı ileri sürmekten öteye gitmez. Daha somut sonuçlara varmak uzmanların işidir. Ama bazı ilginç bağlantılara işaret etmekten kendimizi alıkoyamıyoruz.
Örneğin, İsviçre'de Zurih kentinin eski adı Turikon idi ve civarında ona benzer yer adları da varmış. Donelly şöyle yazıyor "Strabo (M.Ö. 63 - M.S. 21) Turduli ve Turdetaniler konusunda şöyle diyor "Bütün İberler arasında en bilgili bunlardır; onlar yazı sanatı kullanıyorlar; eski tarih anılarını kaydeden kitapları var, ayrıca altı bin senelik bir geçmişleri olduğunu iddia ettikleri şiir ve şiir olarak yazılmış kanunları var". Ayrıca, eski Mısır kayıtlarına göre, Anadolu sahil halkları denizciydi ve korsanlık yaparlardı. Onlara Tukrianlar denilirdi. Altı topluluğun birliğinden oluşmuş bu halklar Ramses III ile savaşmışlardı ve aralarında Tokhariler ve Thekerler de vardı. Onlarla Lübnan'ın kadim ve esrarengiz şehri Tyre ile bağlantı kuranlar var. Gerek Tyre, gerekse de Tartessus denizcilerin barındığı liman şehirleriydi.
Sahara Çölünde yaşayan Tuaregler de Atlantis ile bağlantıları olduğu varsayılmıştır. Peter Kolosimo "Timeless Earth" kitabında şöyle yazıyor "Comte de Charencey (1832-1916) `Histoire légendaire de la Nouvelle-Espagne'adlı kitabında "Berber, Tamaçek (Tuareglerin dili), Euzkara (Baskların dili) ve kadim Gal dilinde bazı sözler kesinlikle Kuzey ve Güney Amerikadaki Kızılderili dillerine akrabalığı vardır" (23). Vahşi çöl hayatına dönüşmüş, kendine özgü katı kuralları olan ve pek konuşmayan Tuargeler'in çok eski Finike kökenli yazıları ve alfabeleri vardır. Erkeklerin yüzlerini örttüğü ve asillerin daima mavi giydikleri bu toplum, bir zamanlar çölün hakimleriydi. Bir zamanlar Sahara Çölünde büyük bir göl vardı, Libya'da çok eski, esrarengiz şehir kalıntılarının duvar resimleri o zamanın zengin bitki örtüsüne ve hayvan çeşitlerine şahittir.
Tevrat'ta göre Kral Nemrud, Babil kulesini inşa etmesinden önce insanlar tek bir dil konuşurmuş ancak onun yıkımı ile birden herkes farklı bir dilde konuşmaya başlamış ve birbirini anlamamaya başlamıştır. Batıda konuşulan diller genelde üç büyük gruba ayrılır: Hint-Avrupalı diller grubu, Sami diller grubu ve Ural-Altay / Finno-Ugarik, Turan diller grubu. Bazı dil bilimciler (diffusionist) bütün dillerin ortak bir dilden geldiği kanısındalar, ancak bu tez halen tartışmalı olmakla beraber pek rağbet görmez.
 
Kaynakça
(1) Muhyiddin-i Arabi'nin Fütuhat'ı Mekkiye adında eseri Türkçe'ye çevrilmedi. Selahaddin Alpay'ın bu isimde 430 sayfalık eseri, yazarın belirttiği gibi, aslında bir kısaltmadır. Bu eseri aslı onun gibi birkaç cilt tutar. Verdiğimiz bu metin Fusuus'l-Hikem (İbnu'l-Arabi'nin) Tercüme ve Şerhi, Ahmed Avni Konuk, Cilt I, sayfa 159-160, (Dergah Yayınları, İstanbul,1987) bulunmaktadır ve sadeleşmiş bir Türkçe ile aktarılmıştır.
(2) Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü, İsmet Zeki Eyuboğlu, Sosyal Yayınlar, İstanbul, 1988
(3) The Secret Doctrine, H.P. Blavatsky, Theosophical University Press, 1888, 1963 (II. cilt, s. 452)
(4) The God-Kings and the Titans, James Bailey, St.Martin's Press, New York, 1973
(5) The Aztecs, Nigel Davies, Abacus, London, 1973, 1977
(6) Peygamberler Tarihi, M. Asım Köksal, Türkiye Diyanet Vakfı ayınları, Ankara 1990
(7) Atlantis'in Esrarı, Charles Berlitz, çev. Belkıs Çorakçı, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1976
(8) The Lost Books of the Bible and the For***ten Books of Eden, A & B Publishing Group, Brooklyn, New York, tarihsiz.
(9) The Book of Enoch, The Prophet, çev. Richard Laurence, Wizards Bookshelf, San Diego, 1883, 1983
(10) Anadolu'nun Öyküsü, İskender Ohri, Millliyet Yayınları, İstanbul, 1983
(11) The Dead Sea Scrolls in English, G. Vermes, Penguin, Middle***, 1962, (s. 215)
(12) In Search of Noah's Ark, Balsiger and Seller, 1976, Sun Classic, Los Angeles, 1976
(13) The Atiquities of the Jews, The Wars of the Jews, Flavius Josephus, William Clowers and Sons, London
(14) Aphaz Mitolojisi Anaç mı? B. Ömer Büyükata, Sabri Ander, İstanbul, 1971, Kafkas Kaynaklarına Göre İlk Yaratılışlar-İlk İnsanlık-Kafkas Gerçekleri, B. Ömer Büyükata, Yarış Matbaası, İstanbul, Cilt I 1985, Cilt II 1986
(15) The Key, John Philip Gohane, Fontana, Glasgow, 1969, 1975
(16) Atlantis, from Legend to Discovery, Andrew Tomas, Sphere, London, 1972, 1974
(17) Galat'lar, Fernand Lequenne, çev. Suzan Albek, TTKB, Ankara, 1979
(18) Abaz Mitoloji Anaç Mı? (12) [s. 38-39)
(19) Orta-Asya Göçlerinde Turunçderililer, Haluk Cemil Tanju, İstanbul Matbaacılık
(20) Akınış Mekaniği, Altı Yarıq Tiğin, Kazım Mirşan, MMB Yayını, Ankara, 1978
(21) Makaleler ve İncelemeler, Dr. Phil Hamit Zübeyir Koşay, Ayyıldlz Matbaası, Ankara, 1974
(22) The Kon Tiki Expedition, Thor Heyerdahl, çev. F.H. Lyon, George Allen and Unwin Ltd., London, 1950, Aku Aku, Thor Heyerdahl, George Allen and Unwin Ltd., London, 1958, American Indians in the Pacific, Thor Heyerdahl, George Allen and Unwin Ltd., London 1952, Sea Routes to Polynesia, Thor Heyerdahl, George Allen and Unwin Ltd., London, 1968.
(23) Timeless Earth, Peter Kolosimo, Garnstone Press, London, 1973
 
İlk Atlantis, bundan yaklaşık 30.000 yıl önce bir Venüs kolonisi olarak kurulmuş, Atlantik Okyanusu’nda verilmli ovalara ve dağlara sahip bir kıtaydı.

O sıralar Venüs gezegeni de aslında bir dünya kolonisiydi ve bu gezegene yerleşenler, dünyada meydana gelen büyük çapta bir felaketten sonra oraya kaçarak kurtulanlardı.

Atlantis’in 13.500 yıl önce başlayan kademeli çöküşünü, 11.500 yıl önce meydana gelen büyük bir atom savaşı takip etmiş ve bunun sonucunda Atlantis’in Afrika’dan Karaip’lere kadar uzanan sahilleri sulara gömülmüştü. Atlantis birdenbire değil, üç aşamalı olarak yok olmuştu.

Atlantis, tasavvur edilemeyecek zenginliklere sahip bir kıtaydı. Toplumsal ve teknolojik olarak ancak bugünün önde gelen ileri ulusları ile kıyaslanabilecek bir seviyedeydi.

Atlantis’in uzay gemileri evrenin en ücra köşelerine kadar gidebiliyordu. Çok uzaktaki gezegenlerle bile ticari ilişkileri vardı.

Fakat Atlantis’lilerin çok tehlikeli bir düşmanları vardı; Ege bölgesinde büyük şehirlerde yaşayan Atina’lılardı. Aralarındaki savaşın sebebi ticari nitelikteydi. Her iki ulus da Güneş sistemizin ötesindeki, Samanyolu’daki gezegenler üzerinde ekonomik egemenlik kurmak istiyordu.

Dünya üzerindeki birkaç yerel savaş, uzaya da taşındığı için, beraberinde büyük bir kin ve nefreti de getirmişti.

Yaklaşık 11.500 yıl önce, Atina Kralı Atlantis’in büyük şehirlerine ani bir saldırı emri verdi. Böylece sınırlı bir savaş başlamış oldu. Atina orduları Atlantis’e havadan saldırarak, güçlü ışın silahları yardımıyla birkaç stratejik hedefi ele geçirmeyi ve Atlantis ordularına önemli kayıplar verdirmeyi başardılar.

Savaşın 21. gününde, Atlantis’liler Atina’lıların hava savunmasını yararak, başkentlerini atom bombası ile yok ettiler. Buna karşılık olarak Atina Hava Kuvvetlerine de Atlantis’in başkentine bir atom saldırısı emri verildi. Sonraki 9 gün boyunca her iki kültür arasında topyekün bir atom savaşı başladı.

Eski Yunan, İskandinav ve Hint mitolojilerinde bu felaketler anlatılır. İncil’de de bunu anlatan pasajlar vardır. Bu korkunç nükleer savaşın sonunda milyonlarca Atinalı ve Atlantisli hayatını kaybetti. Atlantis’lilerden hayatta kalanlar Mısır’a sığındılar. Diğerleri ise, Afrika’nın yer altı mağaralarında ve tünellerinde kayboldular. Atina’lılardan bir grup insan bugünkü İtalya’ya veya Türkiye’deki dağlara kaçarak diğer ırklarla karıştılar.

Atlantis’lilerden bazıları Amerika’ya gitti. Mayalar, İnka’lar ve Kuzey Amerika yerli kabilelerinden bazıları, bu insanların torunlarıdır.

9 günlük atom savaşının sonunda rüzgar ve su, atom bombasından daha fazla zarar verdi. İlk önce atomun parçalanması sonucunda müthiş bir ısı dalgası ortaya çıktı. Radyoaktif toz bulutu atmosferi kaplayarak güneş ışınlarına engel oldu. Atomik ısı, spiral bir şekilde yukarı doğru yükselerek, dev hortumlara yol açtı.

Kuzey kutbunun dev buzulları erimeye başladı ve bunun sonucu olarak yeni nehirler (Rhone, Ren, Sen, Tuna ve Po) ortaya çıktı.

Kıtaya bağlı bulunan, Britanya ayrı bir ada haline geldi. Daha önce mevcut bulunan kıta köprülerinin hepsi sular altında kaldı.

Daha önce Avrupa’nın büyük bir bölümünü kaplayan buzlar eriyerek, bugün Hazar denizi ve Karadeniz’in bulunduğu çukurları doldurdu. Ve sonunda Atlantis kıtası ebediyen sulara gömüldü.

Atina’lılar için son tam bir felaket oldu. Dünyanın dönüşünde meydana gelen değişiklik yüzünden. “Herkül’ün Sütunları” denilen (Bugünkü İspanya ve Fas arasındaki Cebelitarık Boğazı’nda) yüksek dik duvarları yıkan güçlü dev tuzlu su dalgaları, Akdeniz havzasını doldurarak, bugün “Akdeniz” diye bildiğimiz meydana getirdi.

Atina kültürünün temelini oluşturan verimli Akdeniz ovası, Atlantik’ten gelen tuzlu suların burayı doldurması ile, bir denize dönüştü ve bütün buradaki medeniyet yok oldu. Yalnız dağ tepeleri suyun üstünde kalabildi. Bunlar bugünkü Kıbrıs, Malta, Girit, Sicilya, Korsika, Sardinya adalarını oluşturdular.

Appoloias, Hellinas, Spartillois ve Spartias gibi Atina şehirlerinden geri kalanlar tamamen suların altında kaldı. İncil’de anlatılan “Tufan”, yukarda anlatılan Atom savaşı sonunda ortaya çıkmıştı.

Savaş sırasında bunkerlerde ve tünellerde yaşayan Atlantis’liler daha sonra yeryüzüne çıkarak yeniden şehirler kurarak, hayatlarını devam ettirmeye başladılar. Fakat her yıl, sular devamlı yükselmeye devam etti. Bunun üzerine Atlantis’liler şehirlerinin üstünü bir metre kalınlığında koruyucu bir tabaka ile kapladılar. (Bu kaplama malzemesinin ne olduğunu bilmiyor) Böylece bütün şehirler koruyucu bir kubbe ile kaplanmış oldu. Sular bu şehirleri tamamen örtünce, bunlar denizlerin tabanlarında kaldılar. Bu şehirlerin bazıları bugünkü A.B.D yakınlarındadır. Örneğin San Juan sahili açıklarında bulunan bilinmeyen bir denizaltı şehri 16 km. çapındadır.

Atlantis’e ait olmayan sekiz büyük şehirle, Batı Hint adaları civarındaki denizaltı şehirleri arasında bağlantı, bir tünel sistemi vasıtası ile sağlanmaktadır. Bugün Atlantis’lilerin faal vaziyette 28 denizaltı şehri bulunmaktadır.



Bermuda Şeytan Üçgeni’nin sırrı:

Atlantis’lilerin Atina’lılarla savaşı sırasında bugün “Bermuda Şeytan Üçgeni” diye anılan yerde birçok kristal batmıştı. Bunların birçok yüzü vardı ve golf topu büyüklüğünde idiler.

Kristaller, Atlantislilerin silahları ve enerji merkezleri için güç kaynağı idi.

Bunlarla güneş ışınları, güçlü lazer ışınlarına çevrilebiliyordu. İlk önceleri barışçı amaçlarla kullanılan bu kristaller zamanla silah olarak da kullanılmaya başlandı.

Karaipler’de batmasından 11.500 yıl geçtikten sonra bile bu kristaller halen etkilidir.

Güneş ışınları okyanus’un dibindeki bu bölgeye ulaştığı zaman, kristalleri yeniden fazilete geçirir. Bu kristaller aktive edildiği zaman, buradan çıkan güçlü ışınlarla temas eden gemi veya uçan derhal yok olur. Bu ışınların tahta üzerinde bir etkisi yoktur.

Bu ışınlara görünmez olduğu için “Kara Işın” adı verilir. Bu dünyanın en korkunç yok edici anti-madde ışınıdır. Atlantis’liler bu ışını düşmanları Atinalı’lara karşı kullanmışlardı. Renksiz kristal, gün boyunca güneş ışınlarından enerjiyi alıp, dolduktan sonra, aldığı enerjiyi dışarıya aktarmaya başlar. Bu kristaller hiçbir şekilde tahrip edilemez.
 
Buhari’nin naklettiği bir hadise göre Hz.Adem’in boyu 60 zira idi. Aynı rivayette insanların boylarının gittikçe kısaldığı da anlatılmaktadır. Bu rivayete göre Hz.Adem’in boyu 40 m. civarında idi. Hz.Nuh tufandan önce 950 sene tebliğ görevini yürüttüğü Kuran’da açık bir şekilde ifade edilmektedir. Seylan adasında Müslümanların Adammala, “Adem Dağı” adını verdikleri, Portekizlilerin de “Picoli Adama” dedikleri çok meşhur bir dağ mevcuttur. İnsanoğlunun atasının cennetten “inişi” sırasında ilk defa buraya basmış olduğu rivayet edilir. Kocaman bir sağ ayak izi kayanın zirvesinde hep görülmektedir. Bu izin büyüklüğü için batılı bir seyyah, “Beş ayak üç parmak uzunluğunda ve iki ayak beş parmak ile iki ayak parmağı genişliğinde az derince bir çukur” demektedir. İslami rivayetlerde Hz.Adem’e atfedilen devasa boy ile orantılı olmuş olsa gerek. Çünkü bu rivayetlere göre Hz.Adem’in boyu o zaman o halde idi ki, başı göğe değiyor ve diğer ile denize basıyordu. Anadolu’da da birçok yerde dev mezarları bulunmaktadır.

cortez.gif
Cortez Meksika'da dev kemiklerini bulmuştu

İstanbul’da Beykoz’da Yuşa Tepesi’nde bulunan bir mezarda, Yuşa Hazretleri adlı bir evliyanın yattığına inanılmaktadır. Mezar, 17 metre uzunluğunda ve 4 metre genişliğindedir. Eğer açılıp incelenirse içinden dev bir iskeletin çıkması çok doğaldır. Kadadokya bölgesinde, yani Nevşehir, Kırşehir ve Göreme civarında bu tür dev evliya mezarları vardır. Ayrıca mitolojisinin devleri olan Titanları da unutmamak gerekir. M.Ö. 440’da yaşayan Empadokles Sicilya adasında devlerin yaşadığından söz eder. 14. yüzyılda yazar Boccacio, yine Sicilya’da bir mağarada bulunan 10 metrelik bir dev iskeletinden söz ediyordu. 1577’de İsviçre’de 6 m.’lik iskelet bulundu. Yine 1500’lerde Meksika fatihi Cortez, İspanya Kralı’na Meksika’dan getirdiği dev kemiklerini göstermişti.

Bir diğer kaşif, ünlü Macellan, 1520’de iki devle karşılaştı, başının onun beline geldiği söylüyordu. Keşifler çağında daha birçok ünlü gezgin, devlerden söz ettiler. 19702’lerde bir Alman bilim adamı 350000 yıl önce dev bir insan ırkının yaşadığını ve bilimsel açıdan bunun yakında kanıtlanacağını söylüyordu.

Grekler’de, İskandinavlar’da, Mayalar’da ve İnkalar’da ilk yaratılan ırkın, devler ırkı olduğuna ilişkin ortak bir inanç vardır. Meksika Toltekleri’nin kozmogonik inançlarında bir dizi depremden sonra nesilleri yeryüzünden silinmiş olan “Kinamet Devleri”nden söz edilmektedir. Kuzey Cermen efsanelerinden Eda’larda Niflheim(1) ve “Buzul Devlerinin” kuzeyde olduğu kabul edilir. Edalar’da, Hymir’in ataları olduğu, “Devler Soyu”nun Ases’ten (İskandinav iyilik tanrılarından) daha eski bir geçmişe sahip olarak görünmeleri ile Hindular’da Asura’lar ile Deva’lardan daha eski kabul edilmeleri arasında bir ilişkisellik vardır. Bir yoruma göre, “Devler” soyunun bir kadınla birleşmesinden, semavi Ases’in doğmasıyla yarı-tanrısal bir çağ başlamış ve bunlar “Devlerle” savaşa tutuşarak önce onları yenmişler, daha sonraları, savaşçı olmaktan ziyade barışçı olan kutsal soy Wanen’lerle birleşen “Devler” tarafından mağlup edilmişlerdi.

Devlerden söz eden önemli kaynaklardan biri de Tevrat’tır. Eski Ahidin “Tekvin” bölümünde, “Yeryüzünde Nefilim (Devler) vardı, bunlar eski zamandan (Atlantisliler) zorbalar, şöhretli adamlardı” denmektedir. Tevrat’ta ismi geçen Filistinli (Gittit’li) dev Golyat’ın boyu 2,74 m. idi. Golyat “Gath” isimli bir Filistin şehrinden geliyordu. Tevrat’ta Golyat’tan başka, Bashan kralı “Og”dan da söz edilir. Og’un boyu ise 3,96 m. idi. Og, bir devler ırkı olan “Rafait”lerin sonuncusu idi. Tevrat’taki referanslar onun “Rafa” kökenli bir grup dev’den biri olduğundan söz eder. Ammonit’ler bu halk’a “Zamzummim” diyorlardı ki, bu çabuk ve anlaşılmaz söz anlamındaydı. Gerçekten de devlerin konuşmaları diğer insanlar tarafından anlaşılmıyordu. Tevrat’taki “Rafait” kelimesi de ölüm, güçsüzlük ve ölümün çaresizliği anl***** gelmekteydi.

olmek_heads-04.jpg
Olmek heykeli

Orta Amerika’da bir zamanlar yaşamış olan “Olmekler” de zenci devlerdi. Olmekler, diğer bir dev grubu olan “Tiwanakanlar” ile birlikte Peru’daki devasa yapılarda kullanılan köle devlerdi. Tevrat’ta Refait’lerden başka bir grup devden daha söz edilir ki, bunlar da “Anakim”lerdi.(2) Anakimler Rafait’ler gibi, Kenan ülkesinin dağlık ülkesinin dağlık bölgesinde yaşıyorlardı. Tevrat’taki ifadelerden anlaşıldığına göre, M.Ö. 1300 yıllarında devlerin nesli tükenmişti. Heredot, diyotorus Sicilus, Homeros, Pliny, Plutarch ve Philostratus gibi antik tarihçileri, çağlar önce ölmüş olan devlerden bazılarının iskeletlerini bizzat görmüş olduklarından söz etmişlerdi.

axes.jpg

Anakim'lilerin "Axe" silahları görüyorsunuz. Bağdat müzesinde

Efsanevi Atlantisliler de kendi dördüncü alt ırklarının ortalarına doğru fiziki güzelliklerinin ve güçlerinin zirvesine ulaşmış olan “devler” idi. Tibetli Bilgilerin Dzyan kitabında “Atlantisliler kendi fizik bedenlerinin büyülüğünde olan 8m. boyunda dev heykeller inşa ettiler” diye yazmaktadır. Dzyan kitabının “Himalaya ötesi bölgede” ortaya çıktığı ileri sürülür. Bu önemli gizli öğreti, başlangıçtan beri var olan “Kadim Kelamı”, yaratılış formülünü vermekte kalmazi beşeriyetin milyonlarca yıllık evrimini de belirli bölümlerden anlatır. Bu bölümler içerisinde “Devler ırkı”ndan da bahsedilmektedir. Dzyan kitabının, yaklaşık bir asır önce, Güney Tibet’te, Himalayalar’daki bir inziva yerinde, ünlü Rus medyum Madam Blavatsky tarafından gün ışığına çıkarıldığı iddia edilmektedir. M. Blavatsky “Gizli Öğreti” adını verdiği bu gizemci (Okült) öğretiye göre, dünyamızda muhtelif kök ırklar yaşamıştı. Okült öğretiye göre, “Round” denilen her büyük dünya devresinde 7 kök ırk yaşar ve her kök ırk da 7 alt ırka ayrılır. Şu anda 4. Round’da bulunmaktayız Madam Blavatsky’in “Kök Irklar” doktrini şöyle özetlenebilir.

1)İlk kök ırk, metafizik düzeyde, yani astral düzeyde varolmuştu.
2)İkinci kök, fiziksel bedenlere sahip olmamasına rağmen, Grönland’da fiziksel bir yurda sahiptiler.
3)Üçüncü kök ırkı Lemuryalılar, yani Lemurya kıtasında meskun olan insanlar oluşturuyorlardı. Lemura, bugünkü Hint Okyanusu ile Avustralya arasında bir yerde idi. İlk Lemuryalılar, bir çeşit maymuna benzeyen denizanaları idi ve daha sonra bunların alt ırklarından kahverengi derili ve 4,57 m. uzunluğunda dev insan ırk türemişti. Kötü yollara düşen Lemuryalılar, yüksek tanrılara yakardılar ve bunun sonucunda “Bilge Yılanlar” ve “Işık Ejderhaları” dünyaya geldiler.

Bunların neslinden gelen “İlahi Krallar” insanlara bilimi öğrettiler. Venüs’ten gelen bu “İlahi Krallar” Lemuryalılara ölümsüzlük ve kişisel reenkarasyonu öğrettiler. Ayrıca insanlara tarımı ve metalleri işlemesini de yine bu krallar öğretmişlerdi.

4)Dördüncü kök ırk, 70 milyon yıl önce, sürüngenler çağının sona ermesinden sonra ortaya çıkan Atlantislilerdi. İlk Atlantisli alt ırk olan Rmoahal’ler 3,66 m. uzunluğunda ve siyah derili devler idiler. Bunların soyundan gelenler Taş devrinin ünlü “Cro Magnon” insanını oluşturdular. İkinci Atlantisli alt ırk, Tluatlis, kırmızı derili bir halktı. Üçüncü Atlantisli alt ırk ise, üstün insan üstadları tarafından yönetilen Toltek’lerdi. Dördüncü alt ırk, Çobi çölünde büyük bir medeniyeti kuran savaşçı Asyalı Turan’lılardı(Türklerdi). Bunların bazıları Meksika’ya giderek Aztek, Maya ve İnka kültürlerinin oluşmasında önemli bir rol oynadılar. Beşinci alt ırk Sami’lerdi. (Bugünkü Sami’lerle karıştırılmaması gerekir). Altıncı alt ırk Akatlı’lardı. Bask’lar Akatlı’ların uzak akrabaları idiler. Yedinci alt ırk, bugünkü Çinli’lerin ve Asya’ya göç eden yüksek bir kültür düzeyine sahip Turanlıların oluşturduğu Moğol ırkı idi.
5)Beşinci ve son kök Ayranlardı ve bunlar Sami’lerden türemişlerdi (Bugünkü Samiler değil!!). Aryanlşar göze çarpan entelektüel güçlere sahiptiler ve “İlahi Öğretmenlerin” rehberliğinde spiritüel bakımdan en gelişmiş olanları Asya’ya göç etmişlerdi. Atlantis’in tedrici batışı sırasında bütün alt ırklardan sağ kalanlar, dünyanın birçok bölgesine göç ederek kültürlerini de birlikte taşıdılar. Ayrıca bunların içlerinden seçilenler ise, kuzeyden göçederek Beşinci kök ırkı, yani Ayranları başlattılar. Ana Atlantis kıtası Miyosen devrinde yok olduktan sonra, bir zamanların büyük Atlantisinin Pitosen devrine ait kısımları da tedricen batmaya başladı. Bu sırada başka kıtalar yüzeye çıkmaya başlamıştı. Aryan ırkının Beşinci kök ırk ilk kez ortaya çıkışından, Eflatunun bahsettiği küçük Atlantis adasının sulara gömülüşüne kadar, Aryan ırkları, ilk dev insanların neslinden gelenlerle sürekli olarak savaştılar. Bu savaş, hemen hemen günümüzden 5000 yıl önce başlayan Kali Yuga (Son Adem ile başlatılan dönem)dan önce gelen çağın kapanışına kadar sürdü. Hindistan tarihinin ünlü Mahabbarata savaşı işte buydu.(3)

Teozofi öğretisine göre, Atlantis ırkları ile bizler arasında ortak görüntüler mevcuttur. Mısır’ın 3. alt ırkı ile bizler arasında da benzerlikler mevcuttur. Bizler büyük eski ırkların yani Lemurya’nın, Atlantis’in ve tufan sonrası büyük ırkların Turan torunlarıyız. Yine Teozofi öğretisine göre, hızlandırılmış tekamül seyri şeması konik şekilde bir yay gibi, tabanda geniş, zirvede ise nokta haline gelen bir yay gibi çizilebilir. Tekamülümüz esnasında bizden önceki ırkların etkisi altındayız. Bunu şöyle açıklayabiliriz:

1)Hint ırkı gelecekteki 7. ırk (ruh-insanlar) ile kesişecektir.
2)İran ırkı gelecekteki 6. ırk (Seçilmişler-Tanrı Erleri) ile kesişecektir.
3)Mısır-Kalde ırkı, 5.ırk (Bizimki) ile kesişmektedir.
4)Grek-Latin ırkı, bizlerin, yani envölüsyon (düşüş) perdesini kapayıp 7. kök ırk nihayetinde gerçekleşecek olan dünyanın sona ermesinden önce evolüsyona (yükseliş, tekamül) kurtuluşa doğru tırmanmaya başlayacak olan 5. ırk’ın ilk güçte birlik döneminde etkili olmuştur.

Beşinci Kök Irk’ın sona ermekte oluşu ve envolüsyondan (düşüş) evolüsyona geçiş noktasına bulunmanın bir icabı olarak bizler, yani günümüz insanlığı tam bir gerileme içindeyiz. İçine dalmış olduğumuz şeytan kazanından bir diğer ırkın, yani 6. ırkın (Tanrı Erlerinin) mayası çıkacaktır.

“Altın Çağı” yaşayacak olan ırk bizler değil, 6. ırk’a mensup insanlar olacaktır. 20. yüzyıl insanının bedensel ve pisişik yapısı, ruhsal görüşe yeniden kavuşmasını engelleyecek derecede yoğundur. İşte bu yüzden 5. ırk büyük doğal afetlere maruz kalacak ve sonunda sarı ırkın istilasına uğrayacaktır ve her ırkın sonuna damgasını vuran tufan, bir kez daha dünyayı temizleyecektir. Bu, tüm toplulukların kutsal kitaplarında yazılıdır.

blavatsky_hp.jpg

Blavatsky

Blavatsky’in Teozofisi’ne göre, “Gizli Üstadlar” veya “Nezaretçiler” Aryan’lardı. Hitlerin 3. Reich’ının milliyetçi programında Aryan ırkı, evrimin en üst basamağındaki ırk olarak tanıtılıyordu. Nazilerin Teozofi yorumuna göre, Yahudiler Sami kökenli olmakla beraber, 4. ve 5. kök ırkların anormal ve gayri bağlantıları (Bu ırkların dejenere olmuş karışımları) olarak görülüyorlardı. Hitler döneminin inançlarını ortaya koyan insanların kökeni ile ilgili en önemli kitaplardan biri de Edgar Dacque’ın “Urwelt Sage und Menscheit” (İlk Dünya Efsanesi ve İnsanlık) adlı kitabıdır. Dacque 1878’de doğmuştu ve Münih Üniversitesi’nde Tarih öncesi Profesörü idi. Dacque, Blavatsky’in bir hayranı ve okültistti. Yukarda adı geçen kitabında ki, 1924’de basılmıştı, tarih öncesi Ortodoks görüşü, okült bakış açısıyla bağdaşılmıştı. Hitler’in gençlik devrinin arka planına baktığımız zaman, onun “Yeni Tapınakçılar” örgütünün muhtemel bir üyesi olduğuna inanıyorum. Tapınakçıların arındaki gizli güç aslında “Illuminati” mi idi?


(1)“Nefilim” ile kelime benzerliğine dikkat çekmek isterim.
(2)Anakimler, Nefilimler’in soyundan geliyordu. Bu insanlar o kadar büyüktüler ki, İsrailliler bunların yanında çekirge gibi kalıyordu.
(3)Michael Howard, “The Occult Cnospiracy” Rider & Co. Ltd, 1989 xx
 
Kayıp kıta Atlantis'in Amerika ile Avrupa kıtaları arasında bulunduğunu öne sürmüştü.
clear.gif
163396.jpg


İsveçli bir bilim adamı, Platon’un 11 bin 500 yıl önce battığını söylediği kayıp kıta Atlantis’in, İrlanda adası olduğunu öne sürdü.

NTV-MSNBC VE AJANSLAR 7 Ağustos 2004 — Ulf Erlingsson gelecek ay yayımlanacak kitabında, Platon’un aktardığı bilgiler ışığında yapılan ölçümlerin Atlantis’in İrlanda olduğunu gösterdiğini öne sürüyor. Erlingsson, tezini “Atlantis gibi İrlanda da 485 km uzunluğunda ve 325 km genişliğinde. Her ikisinde de dağlarla çevrilmiş merkezi bir ova var. Dünyanın her tarafındaki coğrafi verileri ve en büyük 50 adayı inceledim ve ortasında bir düzlük bulunan sadece İrlanda var” şeklinde özetliyor.
 
Geri
Üst