Islam Fikıh Ansiklopedisi

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan Z1rT
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
Pislikler ayrıca görülen ve görülmeyen diye de ikiye ayrılır.

Kan ya da dışkılar gibi görülen pislikler, pisliğin kendisinin giderilmesiyle, idrar gibi görülmeyen pislikler ise bulaştığı yerin su ile üç defa yıkanıp her seferinde iyice sıkılmasıyla, sıkılan cinsten değilse, her seferinde kuruyana kadar bekletilmesiyle yok edilmiş olur.

Dört şey, pis sanıldığı halde temizdir. Balık kanı, eti yenen kuşların dışkışı, eşek ve katır tükrüğü, eti yenen hayvanların ölmüşlerinin sütü ve peynir mayalıkları.

Yaş ve pis bir elbisenin üzerine, temiz ve kuru bir elbise konsa, ya da aksi yapılsa, kuru olana, sıkılınca damlayacak kadar yaşlık geçmişse, temiz olan da pislenmiş olur. Az bir nemlik geçmişse birşey gerekmez.

Pisliğin yıkanılmasıda ince araştırmaya gerek yoktur. Meselâ kilotuna bir kaç damla idrar düşen ve kuruyan kimse, düştüğü yeri bilmese bile, kuvvetle zannettiği bir yerini yıkamasıyla temiz olur.

Pislikleri, ya da pislenen şeyleri temizleme yolları bazı fıkıh kitaplarında yirmibire kadar çıkartılır. Bunların en önemlisi su ile yıkamaktır. Gül suyu ve sirke de bu konuda su gibidir. Ancak et suyu, zeytinyağı ve süt gibi sıvılar temizleyici değildir. Su ile yapılan temizlemeye, yıkamakla temizleme adı verilir.

Su ile yıkamakla temizleme dışındaki temizleme yolları şunlardır: Silmekle temizleme; ayna, cam, porselen v.b. gibi pürüzsüz, parlak ve pislik çekmez yüzeyler için kulanılır ve pis olan bu tür yüzeyler iyice silinirlerse temiz olmuş olurlar. Kurumakla temiz olma; yeryüzü ve ona bitişik şeyler için bir temizleme; ya da temizlenme yoludur. Tahta gibilerden yontmakla temizleme; başkalaşım ile temiz olma, tuzlaya düşen leşin tuzlaşması gibi. Toprak gibileri kazmakla temizleme, deriyi tabaklamakla temizleme, şarap için, sirkeleşme ile temiz olma, derisi tabaklanabilen hayvanların derisini, o hayvanları şer'î usule göre boğazlamakla temizleme, yine şarap için sirkeleştirme ile temizleme, elbisede kurumuş menî için ovalayarak temizleme, ayakkabı ve mest gibi şeyleri yere sürtmekle temizleme, içinde pis su bulunan küçük bir havuza suyun bir taraftan girmesi ve öbür yandan çıkmasıyla temiz olma, pis kuyunun suyunun çekilmesiyle temiz olması. Neresi pis olduğu bilinmeyen bir şeyi kısmen tasarrufla temizleme, yarısından azı pis olan pamuğun hepsini aletle atmakla temizleme, kuyunun suyunu boşaltmakla temizleme, yakmakla temizleme, içerisine pislik damlayan pekmez, süt ve bal gibi şeyleri su ilâve edip kendi ölçüsüne ininceye kadar üç defa kaynatmakla temizleme, yağ yumağı gibi katı ve yumuşak şeylere bulaşan pisliği oyarak temizleme.

Bir şeyin temiz olması demek ille de o şeyin yenebilir ya da içilebilir olması demek değildir. Aksine temiz olan bir şey yenen ve içilen bir madde ise, yenilebilir ve içilebilir, böyle bir madde değilse, yani toprak ve gazyağı gibi yenilip içilemeyen bir madde ise, elbiseye bulaşırsa namaza mani olmaz, yenecek maddelere bulaşırsa onu pisletmez, yenmesini engellemez demektir.

Pisliğin izini gidermede; sabun, deterjan ve benzeri temizleyicilere ihtiyaç duyuracak kadar azı bağışlanmıştır, böyle bir temizleyici bulamadığı takdirde su ile çıkan kadarını temizlemesi yeterlidir.

Pis olan bir madde ile üç özelliğinden; yani renginden, kokusundan ve tadından biri değişen akarsu ve akar olmayan çok su, kaplarda ve depolarda bulunan ve üç özelliğinden birini değiştirmese bile, içine pislik düşen az su, hem pis olur hem de temizlemede kullanılmaz. Meselâ şehirlerde evlerdeki musluklardan akan su, rengi ve tadı değişmemekle beraber lağım koksa, ya da kokusu ve tadı değişmemekle beraber kan rengine bulansa, o su pis olur. Onunla abdest alınıp yıkanılmayacağı gibi, onunla yıkanan elbise ile de namaz kılınamaz. Onunla pişirilen yemek yenmez. Büyükçe havuzların ve göllerin sularıyla, akan nehirlerin ve çayların suları da böyledir.

Suyun üç özelliğinden biri temiz bir maddeyle değişse, meselâ suya toprak karısıp suyu bulandırsa su pis olmaz. Temizlemede ve içmede kullanılabilir.

Pis olmadığı halde temizlikte kullanılamayan sular da vardır. Bunlar abdest ve gusulde kullanılan sulardır. Yani insanın organları ve bedeni ne kadar temiz olursa olsun, gusulde ve abdestte kullandığı su, meselâ biriktirilse, onunla artık ne abdest alınabilir ne de içmede kullanılabilir. Ancak, yıkadığı organlarda başka pislikler yok idiyse, o su pis olmayacağı için meselâ, insanın elbisesine sıçrasa namaza, yiyeceklere sıçrasa yemeye engel olmaz. Böyle sulara "temiz olan fakat temizlemeyen sular" denir.

Şer'an pis sayılan bir şey bulaştığı için yenmesi haram olan yiyecek ya da içecekler hayvanlara da yedirilip içirilemez.
 
GERDEK GECESİ
Evlenmiş karı ve kocanın ilk defa bir araya geldikleri gece. Bu buluşmanın özelliği, kadın ve erkek için daha önce bilinmesi mümkün olmayan maddî ve manevî mahremiyetin ortadan kalkmasıdır. Çünkü o geceden önce, ayrı dünyalarda yaşayan iki insan, birbirlerine yaklaşarak aynı hayatı paylaşma durumuna gelmişlerdir. Bunun da ötesinde, aile olarak belirli hak ve görevleri "fiilen yaşama" olayını başlatmışladır.

Gerdek gecesini, sadece cinsî yönden iki farklı cinsin birbirlerini tanıması olarak görmemek gerekir. Bu beraberlik aynı zamanda, manevî ve hissî bir bütünleşmenin de başlangıcı olmaktadır. Olgunluk seviyesine gelen iki gencin, ondan sonraki hayatları belirli bir ölçü ve plan dâhilinde sürecektir. Bu bakımdan gerdek gecesi; son derece ciddî ve ağır sorumluluklarla dolu bir hayatın başlangıçanıdır. Tek kelime ile bir planlama kararının verileceği zamandır. Iki çift, paylaşacakları hayatta birbirleri için düşündüklerini açıkça anlatacak ve karşılıklı olarak yekdiğerinden beklediği tavır ve davranışları konuşacaklardır.
 
Gerdek, Islâmî bir olaydır.

Çünkü gerdek olayında gözümüze çarpan olağanüstü durum, kadın ve erkeğin meşrû ölçüler içerisinde biraraya gelmesi ve evlilik gibi büyük bir hadisenin düşünülüp, tartışılarak gerçekleştirilmesidir.

Gerdek olayında, birbirlerini uzaktan tanıyan iki çiftin yakın bir temas ile ve ciddî bir ortamda karşısındakıni ölçülü bir şekilde değerlendirmesi sözkonusudur. Çünkü evlilik ile yeni bir hayata başlangıçta, karşıdaki insan, bütün özellikleri ile tanınmak durumundadır. Islâmî mahremiyetin olmadığı durumlarda ve günümüz gibi kadın-erkeğin birbiriyle ölçüsüz ve gayrî ciddî bir biçimde biraraya gelmesi hâli, gerdek olayına gerek duyurmamaktadır. Çünkü olayda ne bir mahremiyet, ne de geleceğe dönük ciddî bir hesap bulunmaktadır. Taraflar; ya kendilerini bekleyecek akıbetlerden habersizdirler veya biraraya gelişlerinde sadece "cinsel tatmin" ağır basmaktadır.

Dolayısıyle bazan bu tür gayrî meşrû ilişkilerde "evlilik" gibi bir müesseşeye bile ihtiyaç duymayan insanlar görülmektedir. Tabii ki bu tür ilişkilerin sonu, büyük acılar ve felâketlerle bitmektedir.

Islâm'daki evlilik, cinsî duyguların dinî bir program çerçevesinde ve beşerî aşkın en temiz özellikleri ile biçim kazanmasıdır. Elbette ki bu temiz ve saf beraberlik, gerdek gecesi gibi başkalarının malûmu olmayan ruhî ve bedenî birlikteliğe ihtiyaç duyacaktır.
 
GİYABİ CENAZE NAMAZI KILMAK CAİZ MİDİR?
Uzak veya yakın bir memlekette vefat eden kimse için gıyabi cenaze namazı kılmak hususunda ihtilaf vardır. Hanefi ve Malıki mezhebine göre caiz değildir. Şafii ve Hanbeli mezheplerine göre caizdir. Çünkü İslamiyetle müşerref olan Habeşistan Kralı Necaşi vefat ettiğinde Peygamber (sav) O'nun üzerine gıyabi cenaze namazını büyük bir cemaatle kıldırdı. Ebu Hureyre'den rivayet edilmiştir: Necaşi'nin vefat ettiği günde Peygamber (sav) ölüm haberini verdi ve cemaati müsallaya çıkartıp onları saflar haline getirdi ve dört tekbir aldı (Buhari-Müslim).
 
GIYBET
Bir kimsenin gıyabında hoşlanmayacağı bir söz söylemek, çekiştirmek; meydanda olmama, kaybolma hâli.

Gıybet, bir kimsenin arkasından hoşuna gitmeyecek şeyleri söylemek, başka bir deyimle, kendimize söylendiği zaman hoşlanmayacağımız bir şeyi, din kardeşimiz hakkında arkasından konuşmamız anlamına gelir. Halk arasında dedikodu, gıybet ile aynı anlamda kullanılır.

Gıybet, insan veya insanla ilgili birtakım şeyler üzerinde olur. Kişinin bedeni, nesebi, ahlâkı, işi, dini, dünyası, elbisesi, evi, bineği... dedikodu konusu olabilir. Gözün şaşılığı, saçların döküklüğü, uzun veya kısa boyluluk, siyah veya sarı renkte olmak... Bunlardan alaylı bir şekilde bahsedilmesi sözkonusu kişinin kalbini kırar.

Kur'an ve Sünnet, gıybeti yasaklamıştır: "Bir kısmınız diğerlerinizin gıybetini yapmasın. Sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz değil mi?" (el-Hucurat, 49/12); "Gıybet, kardeşini hoşuna gitmeyecek şekilde anmandır" (Tirmizî, Birr, 23; Dârimî, Rikat, 6; Mâlik, Muvatta, Kelâm,10; Ahmed b. Hanbel, II, 384, 386).

Başkalarına kardeşinin ayıplarını anlatmak onun hoşuna gitmeyecek şeyleri söylemek demek olduğundan, ancak dil ile söylemek haram olmuştur. Kaş-göz işareti yapmak, imâ, işaret ve yazı gibi gıybet anlamı ifade eden her hareket de gıybettendir. Meselâ elle birisinin uzun veya kısa boyluluğuna işaret etmek, bir şahsın ayıpları hakkında yazı yazmak gıybettir. Gıybeti tasdik etmek de gıybettir. Gıybet yapılan yerde susan kişi gıybete ortak olmuş olur. Diliyle gıybetçiye karşı duramayanın kalbiyle inkâr etmesi gerekir. (İmam Gazzâli, Zübdetü'l-İhya, Trc: Ali Özek, İstanbul 1969, 362, 363). Allah Resulu şöyle buyurur: "Bir kimse yanında hakarete maruz kalan bir mümine gücü yettiği halde yardım etmezse, Allah o kimseyi kıyâmet gününde insanların önünde rezil eder" (Tebarâni).

- "Her kim gıyabıda kardeşinin kusurlarını söyletmezse, kıyâmet gününde Allah da onun kusurlarını örtmeyi tekeffül eder" (İbn Ebi'd-Dünya).

- "Ey kalbiyle değil, sadece diliyle iman edenler topluluğu! Müslümanların gıybetini yapmayınız, ayıplarını araştırmayınız. Zira kim kardeşinin ayıp ve kusurlarını araştırırsa Allah do onun kusurlarını araştırır. Allah, kimin kusurunu araştırırsa onu evinin içinde bile olsa rezil ve rüsva eder (Ebû Dâvud, İbn Ebî Dünya).

İslam dininde kardeşlik olgusunun, "Müminler ancak kardeştir. İhtilaf ettikleri zaman, iki kardeşinizin arasını düzeltin; ve sakının ki, merhamet olunasınız" (el-Hucurat, 49/10) ilâhi buyruğu ile kurulmuş olması, İslâm toplumunu bu iman kardeşliği üzerinde yükselen güçlü bir toplum yapmaktadır. Böyle bir toplumda gıybet yoktur. Çünkü, Hz. Peygamber (s.a.s)'in buyurduğu gibi, "Mümin müminin aynasıdır. Mümin iki el gibidir, birisi diğerini temizler." Bu ölçüler, toplumu fitne ve bozgunculuktan uzak tutar.
 
Gıybetin sebepleri:

1. İntikam duygusunu tatmin, 2. Arkadaşlara muvafakat, 3. Gösteriş ve büyüklük; başkalarını küçültme, kendini büyütme, 4. Kıskançlık, 5. Hoşça vakit geçirmek, güldürmek için başkalarının ayıp ve kusurlarının ortaya serilmesi, 6. Küçük düşürmek için alay (Gazzâlî, İhyâu Ulûmiddin, Trc: Ali Arslan, İstanbul 19'72; VI, 522 vd).

Gıybetten korunmak için kişinin öncelikle kendi kusurlarıyla uğraşması gerekir. Şuralarda gıybet câizdir:

1) Haksızlık karşısında: "Hak sahibinin söz hakkı vardır" (Buhârî, Müslim).

2) Fetva istemede: Utbe kızı Hind, Resulullah'a gelerek kocası Ebû Süfyan'ı cimriliğiyle, çok az nafaka bırakmasıyla çekiştirmiş ve kocasının malından haberi olmadan alıp alamayacağını sormuştu. Allah Resulu de "Sana ve çocuğuna yetecek miktarda, iyilikle al" buyurdu.

3) Bir kimseyi kötülükten menetmek:

4) Kişiyi meşhur olan lakabıyla anmak.

5) Kişinin fısk-u fücûrunu alenen yapması, yaptıklarından dolayı gurur duyması, yaptıklarının söylenmesinden dolayı üzüntü duymamasıdır. Yaptıklarıyla övünmesi yüzünden onları anmak gıybet sayılmaz.

Gıybetçinin günâhtan kurtulması için pişmanlık duyması, tövbe etmesi, gıybetini yaptığı kimse ile helâlleşmesi gerekir. Gıybeti yapılan da merhametli davranır, affeder. Düstur: "affa yapış(mak), iyiyi emret(mek), cahillerden uzak ol(maktır) (el-A'râf, 7/ 199).
 
GÜBRE İÇİN YAPILAN MASRAF DÜŞÜRÜLMEDEN Mİ YOKSA DÜŞÜRÜLEREK Mİ TOPRAK MAHSULLERİNİN ZEKATI VERİLİR?
İslam dini fakir ve müstehakları koruduğu gibi emek ve mal sahibini de korur. Bunun için arazi, ağır masraf yapılmamasından yağmur, çay, nehir gibi sularla sulanırsa mahsulün onda biri öşür -zekat- olarak verilir. Dolap ve motor gibi şeylerle sulanırsa masrafı ağır olduğundan zekatı yirmide bir olarak verilir. Bütün fıkıh kitapları bu meseleyi açıkladıkları için malümdür. Ancak gübre meselesinin durumu açık değildir. Zaman zaman gübre meselesi bana sorulurdu. Elde delil olmadığı ve eski fıkıh kitaplarında açıkça ona yer verilmediği için öşrün durumu değişmez Yani zekatı onda birdir, diye cevap verirdim. Gerçekten de Hanefi mezhebine göre böyledir. Çünkü bu mezhebe göre tohum, amele ücreti ve sair masraflar düşürülmeden toprak mahsullerinin zekatı verileceği gibi gübrenin su mesabesinde olduğunu ifade eden hiç bir ibareye rastlanmamıştır. Fakat Şafii mezhebine göre gübre meselesi Remli'nin ifadesinden de anlaşıldığı gibi değişik bir durum arzetmektedir. Çünkü gübre araziye değil, ekine fayda verip neşvünemaya yardımcı olduğundan su mesabesinde görünüyor. Remli, özet olarak şöyle diyor: Tarla için açılan kanallara yapılan masraf nazarı itibara alınmaz. Yani mahsulün onda biri zekat olarak verilecektir. Çünkü kanallar ekin için değil, tarla içindir. Kanallar hazırlandıktan sonra su kendiliğinden tarlaya varabilir. Fakat deve ile su taşıyıp sulamak böyle değildir. Burada yapılan masraf ekin içindir.

Yukarda serdedilen bu ibareden anlaşılıyor ki, tarla için değil, ekin için yapılan masraf zekatın durumunu değiştirir Dolap ve motor ile sulanan araziden elde edilen mahsulün yirmide biri, ekinin yetişme müddetinde yarısı motor veya dolap, yarısı da yağmurla olursa onbeşte biri, zekat olarak çıkarılacağı gibi yağmur suyuyla sulanan arazi gübrelendiği takdirde en az yüzde yüz farkettiği için zekatın onbeşte biri nisbetinde verilmesi gerekir. Çünkü neşvünema bu her iki unsurdan kaynaklanıyor.
GÜMÜŞ VEYA ALTINDAN EV EŞYASININ TİCARETİ VE İMALİ HAKKINDA İSLAM'IN HÜKMÜ NEDİR?
Gümüş veya altından ev eşyasının ticareti ve imalı hakkında ihtilaf vardır. Hanefi mezhebine göre kullanmamak Şartıyla altın ve gümüşten kab, kaşık, bıçak ve benzeri şeyleri alıp evde bulundurmakta beis olmadığı gibi ticaretini yapmakta da beis yoktur (İbn Abidin).

Şafii mezhebine göre kullanmadan altın ve gümüşten imal edilmiş olan kab, kaşık ve benzeri ev eşyasını evde bulundurmak ile ticaretini yapmak hakkında iki görüş vardır. Bir görüşe göre kullanılması caiz olmadığı gibi onu imal edip ticaretini yapmak ve evde bulundurmak da caiz değildir. Diğer görüşe göre imal ve ticaretini yapıp evde bulundurmakda bir sakınca yoktur (el-Mühezzeb).
GÜMÜŞ YÜZÜK
Erkeklerin gümüş yüzük takınması icmâ ile caizdir. Abdullah Ibn Ömer der ki: Resulullah (s.a.s.) gümüşten bir yüzük edindi. Bu yüzük onun elinde idi. Sonra Ebû Bekir'in, ondan sonra Ömer'in ve ondan sonra Osman'ın elinde bulundu. Nihayet Hz. Osman zamanında Eriş kuyusuna düştü. Üzerinde Muhammedûrresulullah yazılı idi (Müslim, Libâs, 54).

Yine Ibn Ömer (r.a.) şöyle der: Peygamber (s.a.s.) attın bir yüzük edindi. Sonra onu bıraktı. Bilahere gümüşten bir yüzük edindi ve onun üzerine "Muhammedûrresulullah" nakşettirdi ve "Benim bu yüzüğümün nakşı üzerine kimse nakış yapmasın" buyurdular. Onu taktığı vakit, taşını avucunun içine çevirirdi. Muaykib (r.a.)'den rivayet edilen hadise göre Eriş kuyusuna düşen yüzük odur (Müslim, Libâs, 55).

Peygamber efendimiz, gümüş yüzüğü aynı zamanda mühür olarak kullanmıştır. Enes b. Mâlik şöyle der: Hz. Peygamber (s.a.s.), Kisra (Fars Imparatoru), Kayser (Rum Imparatoru) ve Necâşî (Habeşistan Kralı)'na, onları imana davet için mektup yazmak istedi. Kendisine, "Onlar mühürsüz mektup kabul etmezler" denilince gümüşten halka bir yüzük yaptırdı ve üzerine "Muhammedûrresulullah" cümlesini nakşettirdi (Müslim, Libâs, 58).

Ulemâ, Resulullah (s.a.s.)'in yüzük taşının akik veya göz boncuğundan olduğunu söylemişlerdir (Bunların ikisi de Habeşistan ve Yemen'den çıkarılır). Bazen de kara taşlı bir yüzük taşımıştır. Ayrıca Peygamber Efendimiz yüzüğünü bazen sağl bazan da sol elının küçük parmağına takıyor ve taşını avuç tarafına çeviriyordu. Enes b. Mâlik (r.a.) şöyle der: Resulullah (s.a.s.) sağl eline gümüş yüzük taktı. Yüzükte Habeşistan'dan gelmiş bir taş vardı. Yüzüğün taşını avuç içine çevirirdi (Müslim, Libas, 62). Başka bir riveyette de sol elının küçük parmağına işaret ederek "Peygamber (s.a.s'in yüzüğü şunda idi" diyor (Müslim, Libâs, 63).

Hz. Peygamber, yüzüğün orta parmakla ondan sonra gelen parmağa takılmasını yasak etmiştir. Hz. Ali (r.a.), orta parmağıyla ondan sonra gelen parmağa işaret ederek "Resulullah (s.a.s.) beni şu veya bu parmağıma yüzük takmaktan alıkoydu"

Hattabî, gümüş yüzük takmanın erkeklere ait bir prensip olduğunu dolayısıyla bana takmanın kadınlar için mekruh olduğunu söylemişse de, Nevevî bunu kabul etmemiş ve "Hattâbî'nin söylediği zayıf veya bâtıldır, aslı yoktur, doğrusu kadının gümüş yüzük takmasında kerâhet olmamasıdır" demiştir (Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, IX, 457)

Bu konuda fıkıh kitaplarındaki açıklama genellikle şöyledir: Kadın ve erkeklerin gümüş yüzük takmaları caizdir. Kadı, Sultan ve benzeri, yüzük kullanmaya ihtiyacı olanlar için sünnettir (Eskiden yüzüğü mühür olarak kullanıyorlardı). Ihtiyacı olmayanların takmaması daha faziletlıdır. Sünnet olan, yüzüğün ağırlığının bir miskal veya daha az olması ve erkek için taşını avucun içine çevirmesidir. Kadınlar ise böyle yapmazlar. Çünkü yüzük onlar için zinet (süs)tür; erkekler içinse süs değildir. Yüzüğün taşını akik ve yakut gibi kıymetli taşlardan yapmak ve üzerine kendi ismini veya Allah'ın ismini yazmak caizdir. Ancak Allah'ın ismi yazıldığı takdirde helaya giderken yüzüğün ya çıkarılması veya sağl ele takılması gerekir (bk. Abdullah b. Mahmud, el-Ihtiyâr, IV,159; bk. Davudoğlu, a.g.e., IX, 457, Aynî'den naklen).

Hulefâ-i Râşidînin de gümüş yüzükleri vardı ve üzerindeki yazılar şöyle idi: Hz. Ebu Bekir: Allah ne iyi kudret sahibidir; Hz: Ömer: Vaiz (nasihatçı) olarak ölüm yeter; Hz. Osman: Ya belâ ve musîbete sabredeceksin veya pişman olacaksın; Hz. Ali:
 
Mülk Allah'a aittir.

Imam Ebû Hanife'nin yüzüğünde ise: Ya hayrı (iyiyi) konuş veya sus; Imam Ebû Yusuf'unkinde: Kendi hissiyle hareket eden pişmanlık duyar; Imam Muhammed'inkinde: Sabreden başarıya ulaşır; Sabreden derviş muradına ermiş ibareleri yazılıydı (bk. Kâmil Miras, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, IV,288).
GÜNEŞ ENERJİSİYLE ISITILAN SUYLA, AÇIKCA KALAN VEYA BİR KAPTA GÜNEŞLE ISINAN SU ARASINDA FARK VAR MIDIR? GÜNEŞ ENERJİSİYLE ISITILAN SU İLE ABDEST ALMANIN VE GUSLETMENİN HÜKMÜ NEDİR? VARSA MAHZUR VE ZARARI NEDİR?
Demir, tunç ve bakır gibi madeni kaplarda ve sıcak memleketlerde güneş enerjisiyle ısıtılan suyla abdest almak ve gusletmek mekruhtur. Çünkü Hz. Aişe bir gün Hz. Peygamber(sav) için güneşte su ısıttı. Bunun üzerine Peygamber(sav): "Ey Humeyra (Hz.Aişe'nin lakabıdır) öyle yapma. Çünkü o alaca hastalığına sebebiyet verir" buyurdu.

Fıkıh alimleri bu hususta şöyle diyorlar. Madeni bir kapta sıcak bir memlekette güneş enerjisiyle su ıstılırsa güneşin etkisiyle o kaptan küçükce parçalar kopup suya karışır, kullanıldığı zaman vücutta mesameleri çağaltır ve vücut hava alamaz bir hale gelir. Böylece vücudun her tarafında dolaşan kan kirlenip bozulur ve hastalık meydana gelir. Fakat su altın, gümüş, ağaç, cam ve topraktan yapılmış çanak gibi kaplarda veya göl ve havuzda veyahut sıcak olmayan bir memlekette güneş enerjisiyle ısıtılırsa onu abdest ve gusülde kullanmakta bir sakınca olmadığı gibi madeni kaplarda ve sıcak memleketlerde güneşte ısıtılan suyun abdest ve gusülde değil, çamaşır yıkamak gibi şeylerde kullanılmasında da beis yoktur. Güneş enerjisiyle ısıtılan suyun, içinde bulunduğu kabın kapalı veya açık olması arasında fark yoktur. Her ikisi de mekruhtur. Yalnız kabın ağzı açık olursa keraheti daha şiddetlidir.
GURBETTE VEFAT EDEN KİMSENİN CENAZESİNİ MEMLEKETİNE GETİRMEK CAİZ MİDİR?
Gurbette vefat eden kimsenin cenazesini memleketine ***ürmek hususunda ulema arasında ihtilaf vardır. Şafii mezhebine göre, cenazeyi bir yerden başka bir yere ***ürmek caiz değildir. Vefat nerde meydana gelirse cenazeyi orada defn etmek gerekir.

Hanefi mezhebine göre ise toprağa verilmiş ise mezarı kazıp onu ***ürmek caiz değildir. Ama toprağa verilmeden önce cenazenin bir yerden başka bir yere taşınışında beis yoktur.
 
GURUR-GURURLU
Büyüklenme, kibir, ucub. Hakkı çiğneyen, insanları küçük gören, kişinin hâli. Kendini yüksek ve değerli tutan. Kendini başkalarından üstün; başkasını ise aşağı görme hastalığı.

Övünme, şeref anlamlarında da kullanılır.

Kibir, kişinin kendisinde bulunan ilim, mevkî ve doğruluk gibi hususiyetleri başkasından üstün görmesidir. Bu, Allah'ın kızgınlığına, insanların hoşnutsuzluğuna sebep olduğu için sahibini felâkete ***üren bir hastalıktır (et-Tâc, V, 31).

İnsan ruhunun arındırılması gereken kötülüklerden biri olan kibir, Râğıbu'l-İsfahânî'ye (Ö. 503/1109) göre, "Kendini beğenen insanın, bu isteğini nefsine tahsis ederek, kendini başkalarından daha büyük görmesidir" (Rağıbu'l-Isfahânî, el-Müfredât, s. 421). Kibir, tekebbür ve istikbâr birbirine yakın manada kullanılmışlardır.

İmam Birgivî (Ö. 981/1573) kibir için, "Kalbin hastalıklarındandır; kendini yüksekte görerek, karşısındakinin üstünde saymaktır; zıddı zaaftır" (Birgivî, et-Tarîkatü'l-Muhammediyye, s. 68 vd.) demiş, bazı ayet-i kerîmelerle kibri tanıtmaya çalışmıştır. Kur'an-ı Kerîm, kibiri, kibirden türeyen davranışları açıklamış, kibir ve örneklerini teşhir ederek zararlarını belirtmiş, ondan kaçınmanın ahlâkî bir zaruret olduğunu ortaya koymuştur:

"Meleklere, Âdem'e secde edin' demiştik. İblis müstesna hepsi secde ettiler. O kaçındı, büyüklük tasladı ve inkâr edenlerden oldu" (el-Bakara, 2/34).

"Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden yüz çevirteceğim. Onlar bütün ayetleri görseler yine de inanmazlar; doğru yolu görseler, yol olarak benimsemezler... (el-A'râf, 7/146).

"Allah büyüklük taslayanları sevmez" (en-Nahl, 16/23).

Kibir, önce kişinin inanç dünyasına tesir ederek, hak ve doğruya inanmasına engel olur, Allah'ın birliğine, peygamberlere ve âhiret gününe inanmayanların inançsızlığa kibir yüzünden sürüklendikleri anlaşılmaktadır (en-Nahl,16/22; es-Sâffât, 37/35; el-Bakara, 2/87; el-A'râf, 7/75-76, 88; Nûh, 71/7; Yunus, 10/75; el-Mü'minûn, 23/27, 46-47).

Kibir, ferdin Allah'a kul olma ve ona itaat etme görevini engelleyen davranış olduğu için Kur'an bunun neticesine şöyle işaret eder:

"Kim, Allah'a kulluktan, O'na ibadetten çekinir ve büyüklenirse, bilsin ki, (Allah) kıyamette herkesi huzurunda toplayacaktır" (en-Nisâ, 4/172).

Çünkü Allah, zatına dua ve ibadet edilmesini istemekte; büyüklenerek kaçınanların, "küçülmüş kimseler olarak" cehenneme gireceklerini (el-Mü'minûn, 40/60) haber vermektedir. Buna karşılık Allah'a ibadette büyüklük göstermeyen melekler övülerek, insanlar da bu harekete teşvik edilmektedir (el-A'râf, 7/206; el-Enbiyâ, 21 / 19).

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Allah şöyle buyurdu: "Büyüklük ve azamet örtümdür. Bu bakımdan bunlardan biriyle kim bana nizaa kalkışırsa, onu ateşe atarım " (Ebû Dâvûd Libâs, 25; İbn Mâce, Zühd, 16; Ahmed b. Hanbel, II, 248).

Allah'ın Resulu (s.a.s.) yüce mertebesinde tevâzu * yönünden insanların en ileride olanıydı. Abdullah İbn Amr der ki: Resulullah'ın, kızıl bir devenin sırtında cemrelere taş attığını, önünde herhangi bir kimsenin dövülüp kovulduğunu ve "yol açınız, yol açınız" denildiğini görmedim. Resulullah (s.a.s.) hastalan ziyaret eder, cenazelerin arkasında gider, kölelerin davetine icabet ederdi. Ayakkabılarım bizzat pençeler, elbisesini yamalar, aile efrâdıyla beraber evinde onların ihtiyaçlarına koşardı.

Bir gün huzur-u saadetine bir adamcağız getirildi. Adam Resulullah'ın heybetinden tir-tir titremeye başladı. Efendimiz (s.a.s.) o adama:

"Canını sıkma! Ben padişah değilim. Ben ancak Kureyş soyundan gelen ve kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum" diyerek o kişiyi teskin etti.

işe vâlidemiz (r.anha), "Ey Allah'ın Resulu, Allah benim canımı sana feda etsin: Yaslanarak ye; çünkü yaslanarak yersen senin için daha kolay olur" deyince, bu ısrarına bir karşılık olarak Resulullah, alnı yere değercesine mübârek başını eğdi ve sonra şöyle dedi:

"Hayır, ben kölenin yediği gibi yer ve kölenin oturduğu gibi otururum."
 

Büyüklenme üç kısımdır:

a) Cehâlet ve azgınlıktan ötürü bazı kulların kendilerini Allah'tan büyük görmeleri;

b) Peygamber'e karşı, O'nun buyruklarını küçümsemek, O'nu alelâde biri olarak görmek, prensiplerini hafife almak;

c) Etrafında bulunan insanları küçük görüp, kendini büyük görmek.

İnsan ruhunu çeşitli tezahürleriyle körelten zararlarına Kur'an-ı Kerîm'in genişçe bir açıdan baktığı kibir, maddî hayatta zararın ve kaybın sebebidir. Kibir örneklerinde gördüğümüz gibi büyüklenenler henüz dünyada iken, hareketlerinin cezasını çekerek helâk olmuşlardır. Büyüklenme ve çoğunluğa güvenmenin özellikle savaşta acı sonucuna dikkati çeken Kur'an, Huneyn muharebesindeki durumu şöyle anlatmaktadır: "O vakit, Huneyn'de çokluğunuz size güven vermişti de, bir faydası olmamıştı"(et-Tevbe, 9/25). Şu da var ki ilâhî yardım in******rın imdadına yetişti ve Huneyn'de küffâra karşı galip geldiler.

Büyüklenmenin manevî zarar ve kötülükleri, ceza ve azap şeklinde tecelli edecektir.

Şüphesiz kibirlenme insanlığı yokluğa iter. Onun giderilmesi gerekir; fakat bu kuru temenni ile değil, manevî ilâçla ve kibir ağacını kalpten söküp atacak vasıtaları kullanmakla mümkündür. Bu da iki şekilde olur:

a) Asıl ilaç; ilim ve ameldir. Şifa, bu ikisinin birleşmesiyledir. İlim, kişinin kendisini ve Allah'ını bilmesidir. Kibrin giderilmesi için bu yeterlidir. Kişi bildiği zaman bu var olan kâinat içindeki payını; Allah'ını bildiği zaman kibrin ve azametin onun hakkı olduğunu anlar. Kur'an-ı Kerîm bu hususta dikkati çekiyor:

"Canı çıksın insanın, o ne nankördür! Allah onu neden yaratmış? Onu meniden yaratıp merhalelerden geçirerek, ona şekil vermiş, sonra tutacağı yolu kolaylaştırmıştır. Sonra onu öldürür ve kabre koyar" (Abese, 80/ 17: 22).

b) Nesep, güzellik, mal, ilim vb. gibi büyüklenmeye iten sebeplerin gelip-geçici olduğunu düşünerek kendisini bu belâdan kurtarmaya çalışmak.

Allahu Teâlâ bir başka ayette şöyle buyurmaktadır:

"Însanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme; Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz ki sevmez. Yürüyüşünde tabiî ol, sesini de alçalt. " (Lokman, 31/18). Hulâsâ; gurur ve kibir sâlih ve muttaki bir müslümanda bulunmaması gereken; tevhid ehline yakışmayan en kötü huylardandır. (Ayrıc
 

GUSLÜ GEREKTİRMEYEN HALLER;
Henüz şehvet duygusu oluşmamış ve bulûğa ermemiş çocuğun cinsî yakınlaşmada bulunması. Tenâsül uzvundan şehvetle açık bir sıvı hâlinde meni akması. Cinsî bir şehvet duyulmasına rağmen meninin dışarıya çıkmaması. Şehvetten, başka bir şeyden (hastalık, heyecan vs.) dolayı meninin akması, kızın bekâretini gidermeyen cinsî bir yakınlaşma (çünkü kızlık zarı haşefenin sünnet yerine kadar girişini engeller). Bu gibi durumlarda gusül farz değildir.

Gusletmeleri farz olanların, gusülsüz olarak yapmaları caiz olan hususlar da şunlardır:

Zikretmek; tesbih etmek; salât ve selâm getirmek; Kur'an ayetlerini kelime kelime öğretmek; dua maksadıyla Kur'an'dan ayetler okumak: Kelime-i şehâdet getirmek; Kur'an'a bakmak; bitişik olmayan bir kap içerisinde bulunan mushafa dokunmak; uyumak (Cünübün abdest aldıktan sonra uyuması daha iyidir). Cünüp iken yemek yeneceği veya içileceği zaman elleri yıkamak ve ağzı çalkalamak gerekir. Bunların yanısıra, Ramazan'da cünüp olarak sabahlayan kimse veya gündüz uyuyarak ihtilam olan kimsenin orucu bozulmaz.
 

Cünüb olan kimsenin ise;

Dinî kitaplardan herhangi birini elle tutması ve okuması; elini ve ağzını yıkamadan yiyip içmesi ve eliyle tutmadığı bir kağıda Kur'an ayetleri yazması mekruhtur.

Gusl, Allah'u Teâlâ'nın müslümanlar için emrettiği en önemli maddî-manevî temizlik biçimidir. Cenâb-ı Hak, "Eğer cünüb iseniz yıkanıp temizlenin" (el-Mâide, 5/6) buyurmaktadır. Bu yıkanmanın şeklini de Hz. Peygamber (s.a.s.) kendi tatbikatıyla bize öğretmiştir. Guslün daha çok manevî bir temizleme aracı olduğu unutulmamalıdır. Çünkü vücudumuzun herhangi bir yerinde görünür bir pislik veya kir-pas olmasa bile cünüb olan kimsenin ibadetlerini yerine getirebilmesi için mutlaka gusletmesi gerekir. Ayrıca gerekli şartları yerine getirilmeyen yıkanma, ne kadar itinalı yapılırsa yapılsın guslün yerine geçmez ve bununla cünüblükten kurtulmak mümkün olmaz. Cünüb olan kimse ilk fırsatta gusletmeye çalışmalıdır. Bu durumda ancak, içinde bulunduğu namaz vaktinin çıkmasına kadar müsaade vardır; daha fazla geciktirnıesi günâh kazanmasına sebep olur.

Guslün vücud için faydalarına işaret eden doktorlar bu hususta şunları söylemektedir: İnsanın başına gusletmesi gerektiren bir hal gelince bütün damarlarda büyük bir sarsıntı olur. Vücutta bir yorgunluk ve gevşeklik meydana gelir. Bu yorgunluk ve sarsıntıyı gidermek için vücudun her tarafını yıkamak lâzımdır. Demek ki; guslü gerektiren hallerde sadece bazı organlar değil, vücudun tamamı yıkanma ihtiyacı hissetmektedir. Çünkü gerek cünüblükte, gerekse hayız ve nifâs hâlinde, başta kalp olmak üzere bütün organlar ve kan dolaşımı, yorgunluklarını, ancak güzel bir boy abdesti ile tertemiz bir zindeliğe terkedeceklerdir. Allah'ın her emrinde olduğu gibi gusül abdestinde de bizim bildiğimiz ve bilemediğimiz daha birçok hikmet ve faydalar bulunmaktadır.
 
GUSLÜN ADABI
Guslün adabı aynen abdest adabı gibidir.

Gusletmek isteyen kimse önce besmele çekerek gusle niyet eder. Ellerini bileklerine kadar yıkar ve üzerinde yapışıp kurumuş bir şey varsa onları temizler. Sonra herhangi bir pislik olmasa bile avret yerlerini ve uyluklarını yıkar. Sonra sağ avucu ile ağzına bolca su alarak iyice çalkalar; bunu üç defa tekrar eder; oruçlu değilse suyun boğazına ulaşmasını sağlar. Sonra yine sağ eli ile burnuna üç defa su çekerek iyice temizler. Bundan sonra namaz abdesti gibi bir abdest alır. Şayet yıkandığı yere su toplanıyorsa, ayaklan, abdest alırken değil gusülden çıkarken yıkar. Abdest aldıktan sonra, önce başına, sonra sırayla sağ ve sol omuzlarına üçer defa su döker. Her defasında vücudun her tarafını iyice oğuşturur. Hiçbir yerinin kuru kalmaması için dikkat eder. Bunun için saçlarının, sakallarının diplerine, göbeğinin içine suyun ulaşmasını sağlar. Eğer vücudunun bir yerinde, herhangi bir yaradan dolayı ilaç veya sargı varsa ve fazla su bunlara zarar verecekse, bunların üzerinden suyu hafifçe geçirmekle yetinir; bu da zarar verirse sadece eliyle üzerini mesheder.

Cünüb bir kimsenin veya hayız ve nifâs hâlindeki bir kadının bu durumdayken yapması haram olan hususlar, şunlardır:

Namaz kılmak; Kur'an niyetiyle Kur'an'dan bir parça okumak (ancak dua niyetiyle okumak caizdir. Ayrıca Kur'an ayetlerini çocuklara kelime kelime öğretmek, Kelime-i Şehâdet getirmek, tesbih ve tekbirde bulunmakta da sakınca yoktur); Kur'an-ı Kerîm'e ve onun en ufak bir parçasına dokunmak ya da tutmak (fakat bitişik olmayan bir kılıf veya kutu içerisinde ise tutmak caizdir); Kâbe-i Muazzamayı tavaf etmek ve zaruret olmadığı halde bir mescide girmek ve içinden geçmek; Üzerinde ayet yazılı olan bir levhayı veya buna benzer birşeyi tutmak.
GUSÜL (BOY ABDESTİ)
Tepeden tırnağa kadar vücudun her tarafını hiçbir yer kuru kalmayacak şekilde yıkamak.

Fiil kökünden isim olan gusl, sözlükte; yıkanmak ve temizlenmek manasına gelir. "Gasele" fiili de, kirin suyla giderilmesi ve temizlenmesini ifade eder.

Erginlik çağına gelmiş her müslüman erkeğin ve kadının şu durumlarda boy abdesti alması gerekir.

1) Cünüplük; yani cinsî münasebet, ihtilam ve ne şekilde olursa olsun meninin (sperm) şehvetle vücut dışına çıkması.

2) Hayız (kadının âdet görmesi) ve nifâs (lohusalık) hâlinin sona ermesi.

Bu hallerde gusletmek farzdır. Bazı durumlarda da gusletmek, sünnet veya müstehabdır. Meselâ; Hac ve Umre yapmak maksadıyla Mekke ve Medine'ye girmeden önce, hac mevsiminde Mina ve Müzdelife'de bulunmadan önce; yağmur duasından önce; herhangi bir hayırlı iş için müslümanlarla bir araya gelmeden ve mübarek gecelerde gusletmek sünnet ve müstehabdır. '

Namaz için alınan abdest "küçük abdest" kabul edilerek, gusle "büyük abdest" veya "boy abdesti" adı verilmektedir.
 
Guslün farzları üçtür.

I) Ağza su alıp boğaza kadar çalkalamak. 2) Buruna su çekmek ve yıkamak. 3) Tepeden tırnağa bütün vücudu yıkamak.

Vücut yıkanırken en ufak bir yerin kuru kalmamasına dikkat edilmelidir. Aksi taktirde gusül yerine gelmemiş olur. Onun için kulaklar, göbek çukuru, saç, sakal ve bıyıkların dipleri iyice yıkanır.

Guslün sünnetlerine gelince: 1) Gusle besmele ve niyet ile başlamak. 2) Avret yerini yıkamak ve bedenin herhangi bir yerinde pislik varsa onu temizlemek. 3) Gusülden evvel abdest almak. 4) Abdestten sonra, önce üç defa başa, sonra üç defa sağ, üç defa da sol omuza su dökerek her defasında bedeni iyice oğuşturmak. 5) Guslederken çok fazla veya çok az su kullanmaktan kaçınmak. 6) Kimsenin göremeyeceği bir yerde yıkanmak. 7) Tenha bir yerde yıkanılsa bile, avret yerini açmamak. 8) Guslederken konuşmamak. 9) Gusl bitince bedeni bir havlu ile kurutmak 10) Gusulden sonra çabucak giyinmektir.
GÜZEL ELBİSE GİYMEK DİNEN NASILDIR?

Kibir ve gururlanmadan Cenab-ı Allah'a şükür edip nimetini göstermek ve müslümanların muhabbetini kazanmak maksadıyla güzel elbise giymek sünnettir.

İbn Abbas'tan şöyle rivayet edilmiştir: Peygamber'in (sav) üzerinde en güzel elbiseyi gördüm. Bera'dan da şöyle rivayet edilmiştir: "Peygamber sav) orta boylu idi. Bir gün kırmızı elbise giydiğini gördüm. Ondan daha güzel bir şeye rastlamadım”
GÜZEL VEYA ÇİRKİN GÖRÜLEN İŞLER
Kadının oğlunun kızının kocasına -fitnesinden emin olmak şartıyle- görünmesi caizdir.

Sütkız kardeşin, süterkek kardeşe -fitne konu olursa- görünmesi caiz değildir.

Karı-koca ilişkide bulunurlarken birbirlerinin tenasül uzuvlarına bakmaları helâldir. (Kadının tenasül uzvunun içine bakılmasının ise unutkanlık meydana getirdiği kitaplarda konu edilmiştir.) (Fetevây-i Abdürrahim)

Kocanın, kayınvalidesi mahremi olup ona görünmesi caizdir.

Kocanın cinsel ilişkide bulunduğu karısının diğer kocadan getirdiği kızına fitne korkusu yoksa görünmesi caizdir.

Kadının, kocasının erkek kardeşine görünmesi caiz değildir.

Kadının, kocasının üvey Babasına görünmesi caiz değildir.

Kadının, kendi kız kardeşinin kocasına görünmesi caiz değildir.

Müslüman olan kocanın karısının, kafir olan akrabalarına görünmesi caizdir.

Kadın dini bir konuyu kocasından öğrenmek ister fakat bilemiyecek veya bilene gidip öğrenip kadına anlatmayacak olsa, kadının kendisinin bir alime gidip problemini sorup öğrenmesi caizdir.

Ihtiyar yaşlı kadın mecburiyetten ötürü yüzü açık olarak erkekle sohbet edip bazı yabancısı olduğu erkekler eline dokunsalar -şehvet hissi olmamak şartıyle- bir mahzur görülmez.

Kadın kocasını veya koca karısını yaralayıcı bir aletle öldürecek olsa kısas gerekli olur. (Kısas: Şer'î bakımdan, öldüreni öldürülen mukabilinde öldürmek veya yaralanan veya uzvu koparılana karşılık bu işi yapana da aynı cezayı uygulamaktır.)

Erkek kadını zorla zina etmek maksadıyle kaçırıp, kadının da kurtulmak için öldürmekten başka çaresi olmayıp, erkeği öldürecek olsa kadına herhangi bir ceza verilmez.

Kadın kocasını boğazından tutup yatırıp, diğer iki erkek de yaralayıcı bir aletle bilerek kocayı öldürecek olsalar öldüren iki erkeğe kısas kadına da şiddetli ta'zir ve iyi hali zahir oluncaya kadar hapis cezası verilir.

Koca karısını yabancı bir erkekle oturup, sohbet ederken görüp, zina etmedikleri halde koca yaralayıcı bir aletle kadını ve yabancı erkeği öldürecek olsa kısas gerekli olur.

Kadın, kocasının tenasül uzvunu ve hayalarını tamamen dibinden kesecek olsa her birisi için kamil birer diyet vermesi gereklidır. (Kamil diyet :Öldürülen şahsın nefsine bedel olarak cinayeti işleyen veye akrabasından alınan tam diyettir.(Hür bir erkeğin diyet-i kamilesi yüz deve veya karşılığı olan mebladır.))

Çocuğun annesi uyurken çocuğun üzerine yuvarlanıp, çocuk bunalıp ölecek olsa kadının diyet vermesi gerekir.

Kadın kocasının vurmasından dolayı uzuvları belli olmuş ölü bir çocuk düşürecek olsa kocasına gurre gerekir. (Gurre: Beş yüz dirhem gümüş veya kıymetidir. Bir dirhem yaklaşık üç gramdır.)

Kadının diyeti beş bin dirhem gümüştür.

Erkek kadının tenasül uzvunu bıçakla yarar, fakat iyileştikten sonra kadın sidiğini tutamayacak olursa kocanın bir kadın diyeti vermesi gerekir.

Koca karısının saçlarının bir kısmını yolup bir seneye kadar saçları bitmeyecek olsa kocaya hukümet-i adl gerekir.(Hukümet-i adl:Miktarı şer'an muayyen olmayıp bilirkişinin usulü dairesinde taktir ve tayin edeceği diyettir.)

Hamile kadın çocuk düşürmekle iddeti sona ersin diye ilaç alıp diri diri diğeri iki cenin düşerse diri derhal ölecek olsa kadına ölen için gurre diri için diyet ve kefaret gerekirli olur.

Koca hanımının bir gözünü çıkarıp diyetini vermeden ölecek olsa kadın gözünün diyetini kocasının terekesinden (bıraktığı mirasadan) alabilir.

Kadın, oturmakta olduğu kocasının evinde kendi kendini aşacak olsa varisleri kocadan diyet isteyemezler.

Erkek kadının üç parmağını diplerinden kesecek olsa, kadının parmaklarına has olan her bir parmak için beşyüz dirhem gümüş veya kıymetini vermesi gerekir. (Bir dirhem yaklaşık üç gramdır.)

Bir' kadın diğer bir kadının yemeğine zehir koyup, diğer kadın yemeği kendi eliyle yiyip zehirin etkisiyle ölecek olsa zehiri koyan kadına şiddetli ta'zir ve hapis cezası verilir.

Kadın kocasına zehir verse de yine ona varis olabilir.

Erkek hamile kadının göğsüne veya arkasına vurmakla kadın diri bir cenin düşürüp cenin o anda ölecek olsa vurana diyet cezası verilir.

Hamile kadın kocasından izinsiz olarak çocuk düşürmek için ilaç alıp uzuvları belli ölü bir çocuk düşürürse kadına gurre gerekir. (Gurre: beşyüz dirhem gümüş veya kıymetindedir.)

Bir kadın bir hamile kadınla çekiştikten bir ay sonra hamile kadın diri bir çocuk düşürüp çocuk ölecek olsa çekişen kadına bir şey gerekmez.

Koca karısının burnunu ve kulağını diplerinden kesecek olsa, burun için tam, kulak için yarım kadın diyeti gerekir.(Diyet miktarı az evvel açıklanmıştı.)

Erkek cinsi münasebet gücü olmayan küçük kızla cinsel ilişkide bulunduğunda tenasül uzvuyla dübür arası yırtılıp kız sidiğini tutamaz hale gelirse, erkeğin kadın diyeti vermesi gerekir.(aralarında karı kocalık varsa gerekli olmaz.)

Koca karısının çenesine vurup çene kemiği kırılsa kocanın, kadın diyetinin ondâ birini (Beşyüz dirhem gümüş veya kıymetini) vermesi gerekir.

Adam kadına tekme ile vurup kadın merdivenden aşağı yuvarlandıktan sonra darbe tesiriyle ölecek olsa. Kocanın diyet vermesi gerekli olur.

Hamile kadın kocasından izinsiz kendi annesine çocuk düşürmek için ilaç yapmayı emreder o da ilacı yapıp, bundan dolayı ölü bir çocuk düşürür. sonra da kendisi ölecek olsa, annesine ceza olarak bir şey gerekmez.

Ebe olan kadın, hamile kadını doğurturken doğum esnasında bırakıp gider, çocuk da ölü olarak dünyaya geldiği zaman anne de ölecek olsa ebe olan kadına bir ceza gerekmez.

Kocanın hanımı, kocasının kendi evinde asılı olup ölmüş olsa -katili belli değilse- kocaya kaseme ve diyet gerekir. (Koca ölü bulunsa kadına diyet cezası verilmez.) (Kasame: Katili bilinmeyen ve üzerinde öldürme eseri bulunan bir katilin bulunduğu yerin ahalisinden kimsenin belli şekilde yemin etmeleridir.)
 
HAC
İslâm'ın temel ibadetlerinden biri. Arafat'ta belirli vakitte bir süre durmaktan, daha sonra Kâbe-i Muazzama'yı usûlüne göre ziyaret etmekten ibaret olan ve İslâm'ın şartlarından birisini teşkil eden ibadet.

Hac, HCC kökünden bir mastar olup; müslümanlara göre, bir farzın edası, hristiyanlara göre ise ibadet ve teberrük amacıyla mukaddes toprakları ziyaret etmek, demektir. Kur'an-ı Kerîm'in 22. suresinin adı da "Hac Suresi"dir.

Hac ibadeti maksadıyla ziyaret edilecek olan yerler; Kâbe, Arafat ve çevresidir. Zamanı ise hac ayları diye isimlendirilen; Şevval, Zilkâde ve Zilhicce aylarıdır. Hac'da her fiil için özel zamanlar vardır. Ziyaret tavafının, kurban bayramı sabahından, ömrün sonuna; Arafat'ta vakfenin ise, arefe günü zevalden, kurban bayramı sabahı şafak sökünceye kadar yapılabilmesi gibi. Diğer yandan bu büyük ziyarete hac niyetiyle ve ihramlı olarak yönelmek de gereklidir.

Ebû Hureyre'den (ö. 58/677) şöyle dediği nakledilmiştir: "Allah elçisine hangi amelin daha faziletli olduğu sorulunca şöyle buyurdu: Allaha ve Resullüne iman'. Sonra hangisi? denildi. Allah yolunda cihad', buyurdu. Sonra hangisi sorusuna ise; "mebrûr hac", cevabını verdi" (Buhârî, Cihad l; Hac, 4, 34, 102; Umre, 1; Müslim, İman,135,140; Tirmizî, Mevâkît, 13, Hac, 6,14, 88; Dârimî, menâsik, 8, Salât, 24, 135).

"Umre, ikinci bir umreye kadar olan günâhlara keffârettir. Mebrûr haccın karşılığı ise ancak cennettir" (Nesaî, Hac, 3, Zekat, 49, İmân, 1; Dârimî, Menâsik, 7, Salât, 135; Tirmizî, Hac, 6; Ahmed b. Hanbel, I, 387, III,114, 412, IV, 342). Mebrûr hac; kendisine hiçbir günâh karışmayan, eksiksiz olarak ifa edilen makbul hac, anlamına gelir.

eş-Şevkânî (ö. 1255/1839) amellerin fazileti ile ilgili birbirinden farklı olan hadisleri, Hz. Peygamber'e soru soran muhatabın durumuna göre verilmiş cevaplar olarak değerlendirir (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, el-Matbaatü'l-Osmâniyye, Mısır (F.Y), IV, 282 vd.). İmam Mâlik (ö.179/795)'e göre, farz hatta nafile hac düşman korkusu olmadıkça cihaddan daha üstündür. Ancak düşman korkusu olursa, cihad, nafile hactan önde gelir (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1985, III, 11).

Hac ve umre ile, her yıl Kabe'nin ihyâsı gerçekleşir. Umre'yi bir yılın veya ömrün herhangi bir gününde ifa imkânı vardır. Umre, belirli günlerde yapılabilen hac ibadetinden daha kolaydır. Hac küçük günâhlara keffâret olur ve ruhu ma'siyet kirlerinden temizler. Hatta bazı Hanefi bilginlerine göre, büyük günâhları da örter. Mebrûr hac yapanın cennete gireceğini bildiren hadisle, yine Hz. Peygamber'in şu hadisleri bu konuda önemli delil teşkil eder. " Kim hac yapar, bu esnada cinsî temastan korunur, çirkin söz ve davranışlardan uzak durursa, annesinden doğduğu gündeki gibi günâhlarından kurtulur" (Buhârî, Muhsar, 9,10; Nesaî, Hac, 4; İbn Mâce, Menâsik, 3; Dârimî, Menâsik, 7; Ahmed b. Hanbel, II, 229, 410, 484, 494). "Hac ve Umre yapanlar Allah'ın misafirleridir. O'ndan birşey isterlerse, onlara cevap verir. Af isterlerse, onları affeder. " (İbn Mâce, Menâsik, 5). "Allah'ım, hac yapanı ve hacının kendisine dua ettiği kimseleri mağfiret et" (İbn Huzeyme, Sahîh; el-Hâkim).

Kâdî Iyâz (ö. 544/1149) şöyle demiştir: Ehli sünnet, haccın büyük günâhlara, ancak tövbe edilirse keffâret olacağı konusunda görüş birliği içindedir. Namaz ve zekât gibi Allah'a ait veya para borcu gibi kula ait bir borcun düştüğünü söyleyen bilgin yoktur. Kul hakları zimmette devam eder. Allahu Teâlâ kıyamet günü hak sahiplerini, haklarını almak üzere toplar. Ancak yüce yaratıcının bu alacaklılara vereceği birtakım nimetlerle onları razı etmesi ve bir ikram olmak üzere borçlulara müsamaha göstermesi de mümkündür (ez-Zühaylî, a.g.e., III, 12).

Hac ibadeti, dünyanın çeşitli yörelerinden, renk, dil ve ülke ayırımı gözetilmeksizin, milyonlarca müslümanı bir araya getirir. Tanışıp, görüşmelerine, ekonomik bakımdan bütünleşmelerine, düşmanları karşısında tek saf hâlinde yardımlaşmalarına zemin hazırlar. Böylece, şu ayetlerdeki mana tecelli eder. "İnsanları hacca davet et ki, gerek yaya olarak ve gerekse uzak yollardan gelen çeşitli vasıtalarla sana varsınlar. Böylece onlar dünyevî ve uhrevî menfaatlerini görsünler ve belli günlerde, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları kurban ederken, Allah'ın adını ansınlar. Siz de onlardan yeyin, yoksula ve fakire yedirin " (el Hac, 22/27, 28).

Hac, dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan müminler arasındaki kardeşlik bağlarını güçlendirir. İnsanlar, gerçekten eşit olduklarını birlikte yaşayarak gösterirler. Arap olanla olmayanın, beyazla siyahın takva dışında bir üstünlüğünün bulunmadığı inancı vicdanlara yerleşir.
HAC FARİZASINI İFA ETMEYEN KİMSE BAŞKASININ YERİNE HACCA GİDEBİLİR MI?
Hac farızasını ifa etmeyen kimsenin başkasının yerine hacca gitmesi doğru değildir. Bununla beraber hanefi mezhebinde böyle bir hac yapılırsa sahihtir, batıl değildir. Ancak tahrimen mekruh sayılır. Şafii mezhebine göre ise hacca gitmeyen kimsenin başkasının yerine hacca gitmesi sahih değildir (İrşhadü'l-Sarı).
BİLİNMEYEN KUL HAKKI VE HARAM PARA İLE HAC
Hacca gitmek niyetindeyiz, paramıza haram karışmadığından emin değiliz. Ayrıca üzerimizde bilmediğimiz ya da helâllık isteyemeyeceğimiz bir sürü kul hakkıvar. Bu durumda ne yapmalıyız?

Bilindiği gibi, kabul olunmuş bir hac, insanın kul hakkıdışındaki bütün günahlarının silinmesine yetiyor. Insan günah yönünden dünyaya adeta yeniden geliyor. Ama bunun için asgari şu ,beş şarta riayet etmesi gerekiyor: 1. Hacca son derece halis bir niyetle, yani sadece Allah için gidiyor olmak. Adeta Allah'ı ziyarete gidiyor gibi O'nun dışındaki her şeyi gözünden çıkarmak. 2. Tertemiz (tayyib) bir para ile hacca gitmek. 3. Üzerindeki kul haklârını ödemek ya da helallık almak, Allah'a olan namaz ve oruç gibi borçlarını da kaza etmek ya da kaza etmeye kesin karar verip başlamak, 4. Hac boyunca boş ve çirkin söz, niyet ve davranışlardan (rafes ve fusîk) uzak durmak, 5. Haccı diğer zahir ve batın şartlarına uygun olarak tamamlamak.

İşte böyle bir haccın, bütün günahları sildikten sonra insana kazandıracağı sevabın miktarını da ancak Allah bilir. Bu şartlarda ne derece eksiklik olursa haccın sevabında da o derece azalma olur. Hatta bazılarının hacları, farziyeti üzerlerinden düşürmekten başka bir işe yaramaz. Bazılarının ki ise bunu bile yapamayıp sahibine günah dahi kazandırır. Bundan dolayıdır ki, malına haram karışan ya da şüphelilik bulunan zenginlerin hacca borç para alarak gitmeleri ve borçlarını döndükten sonra kendi mallarından ödemeleri tavsiye olunmuştur. Bununla beraber Imam Gazalî şu tavsiyede de bulunmuştur: "Haram ya da şüpheli malla hacca giden, hiç olmazsa yiyeceğinin tertemiz helaldan olmasına çaba göstersin. Bunu bütün hac süresi boyunca yapamazsa ihrama girdiği andan çıkacağı anâ kadarki sürede yapmaya çalışsın. Onu da başaramazsa Arafe günü için yapmaya ugraşsın. Bunu da yapamazsa böyle bir malla hac yapmak zorunda kaldığı için her an korku üzüntü ve pişmanlık duysun, umulur ki, rahmet nazarları Arafat'da ona da çevrilir" (Hüseyin el-Mekkî, Irsâdü s-sârî, 3).

Kul hakkına gelince: Insanın ödenebilme imkânı olan bütün hakları ödemesi ya da sahiplerinden helâllık alması gerekir. Bu meyanda, üzerinde tanımadığı ya da bulma imkânı olmayan kimselerin borç, emanet, gasp, unutup terkedilme... vb. hakları olsa, bulup vermek imkânı olduğu takdirde tekrar vermeyi kabullenerek onları, sevabı sahiplerine olmak üzere fakirlere verir. Ayrıca tevbe eder ve hem kendisi hem de o hakların sahipleri için Allah'tan mağfiret diler. Kâdıhan fetvalarında denir ki: "Üzerinde hakkı olan birisi vefat etmiş ve mirasçısı da bulunmamış olsa üzerinde hak olan, onun hakkıkadar bir meblağı tasadduk eder ki, Allah katında emanet olarak saklansın ve Kıyâmet gününde de üzerinde hakkı olanlara verilsin." Hulâsâ adlı fetva kitabında da şöyle söylenir: "Birisi diğerine, bütün haklarını bana helâl et dediğinde o da, helâl olsun, hiç birini istemiyorum, dese, eğer o hakların ne olduğunu biliyorsa, hem hukuken hem de dinen o kimse o haklardan kurtulmuş olur. Ama bilmediği hakları için böyle söylemiş olsa hukuken artık bir hak iddia edemez ama Imam Muhammed'e göre dinen (yani Allah huzurundaki hesapları bakımından) o haklardan kurtulmuş olamaz. Imam Ebu Yusuf'a göre ise dinen de kurtulmuş (beri olmuş) olur. Fetva da Ebu Yusuf'un görüşüne göredir. Çünkü el-Asl adlı kaynak kitabımızda, bize göre bilinmeyen hakların ibrası caizdir. Ibra (vazgeçme) ister birşey karşılığında, isterse karşılıksız olsun, denir (Ayrıca bk. Mavsilî, E1-Ihtiyâr, NI/6). Iftira, gıybet ve namusa dakunan sözler gibi haklarda, iyi bir tevbe ile beraber; bundan sahipleri haberdar edilerek helâllık istenmesi gerekir (Hüseyin el-Mekkî, agk.; Ayrıca bk. Tahavî, Mükilü'1-asâr, I/69-73). Ama söylenilmesi daha kötü durumlara yol açacaksa söylemeden helâllık alır ve onun sevabına o miktarda sadaka vererek, kendisi için de onun için de mağfiret dilerse Allah'ın, hak sahibi olanı kendi lütfundan razı ederek hakkından vazgeçirecegi ümid edilir.
HAC VE UMRE İBADETİ SIRASINDA, İHRAMLI İKEN İŞLENEN CİNAYETLERİN KEFFÂRETİ:
Hem hacc, hem umre ibadetinin sadece Allahü Teala'nın rızası için edâ edilmesi esastır. Mükellef; niyet ederek ve telbiye yaparak ihrama girmek durumundadır. Ihram'a bürünen kimse, bazı hususlara riâyet etmek zorundadır. Ihramlının sakınması gereken şeyler âyet ve hadislerle belirlenmiştir. Meselâ; Ihrama giren mükellef; herhangi bir zaruret olmadan başını tıraş ederse, başka bir ceza değil, doğrudan doğruya kurban kesmesi gerekir. Zaruret hali bulununca ihramlıya bazı kolaylıklar getirilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Artık içinizden kim hasta olur veya başından bir eziyeti bulunursa; ona oruçtan ya sadakadan ya kurbandan (birisiyle) fidye vacipolur" (el-Bakara, 2/196). Dolayısıyla dilerse üç gün oruç tutar dilerse altı fakire üç sa' (yaklaşık 10 kg) buğdayı sadaka olarak verir.
 

Yemini bozmanın keffâreti:

Kur'ân-ı Kerim'de: "(Yeminin) Keffâreti ailenize yedirmekte olduğunuzun orta (derece) sinden, on yoksulu doyurmak, ya onları giydirmek, yahud bir köle azad etmektir. Fakat kim (bunları) bulamazsa, üç gün oruç tutması lâzımdır. Işte bu, and (yemin) ettiğiniz vakit (onları bozmanın) keffâretidir. Yeminlerinizi muhafaza ediniz. Allah âyetlerini size böylece açıklıyor. Ta ki şükredesiniz" (el-Mâide, 5/89) buyurulmuştur. Rasûl-i ekrem (s.a.s)'in döneminde, yemin keffareti için yoksula ne kadar verildığını izah için, Imâmu Buhâri "Kitabu'l Keffâret" adı altında, ayrı bir bölüm ayırmıştır. Keffâretlerde illet kesin olarak belli değildir. Bu yüzden kıyas yoluyla, hükmü benzer olaylara uygulamak imkanı bulunmaz, keffaretler kitap ve sünnetteki sıra gözetilerek yerine getirilir (Buhârî, Sahih, VII, 235-240).
 
HACAMAT (HICAMAT)
Iki omuz arasından, sırttan, başın arka tarafından yahut vücudun herhangi bir yerinden tedavi maksadıyla bardak, şişe veya boynuzla kan aldırma. Peygamberimiz (s.a.s)'in sağlıkla ilgili tavsiyelerinden ve bizzat tatbik ettiği sünnetlerindendir.

Hacamat, sebebi belli bir hastalığın tedavisi olmaktan ziyade kan fazlalığının vücutta meydana getirdiği rahatsızlıkları gidermek için kullanılan genel bir tedavi usûlüdür.

Eskiden yaygın olarak "hacamat bıçağı" veya "hacamat zembereği" denilen bir aletle tatbik edilen bu usûl, bugün yerini enjektörle kan almaya bırakmıştır. Hacamat bıçağı, tarak biçiminde, vücutta bir sıra çizik meydana getiren bir alettir. Bir yüzünde birçok yarık bulunan bakır bir kutu içinde tetikli bir zembereğe bağlı olan bıçaklar, düğmesi basılınca zembereğin boşalmasıyla yarıklardan dışarı fırlar ve vücutta çizikler meydana getirir. Bardak vb. bir şeyle çizikler üzerinden kan çekilir. Bir cins sülük de bu iş için kullanılmaktadır. Sülük vücudun ağrıyan bölgelerine konularak kanı emmesi sağlanır.

Hangi araç ve metodla olursa olsun önemli olan kan aldırmaktır. Uzman bir hekimin muayenesi ve tavsiyeşiyle yaptırılan hacamat faydalı ve Islâm'da caiz olan bir tedavi usûlüdür.

Ameller niyetlere göre değer kazanır. Sünnete uymak niyetiyle ve bize emanet olan vücudumuzun sağlığına kavuşması için yaptırdığımız hacamat bir ibadet değeri taşır. Çünkü ibadetlerimizi ve diğer görevlerimizi ancak sağlıklı bir bedenle tam olarak yerine getirebiliriz.

Peygamberimiz (s.a.s)'in yaptığı ve yapılmasını tavsiye ettiği işlerin şüphesiz bir anlamı ve hikmeti vardır. Onun hayatı bizim için örnektir: "Andolsun Allah'ın Resulu'nde sizin için Allah'ı ve ahireti arzu eden ve Allah'ı çok anan kimseler için (uyulacak) en güzel bir örnek vardır" (el-Ahzâb, 33/21).

Mirac gecesinde yanından geçtiği bir melek grubunun Peygamberimize: "ümmetine hacamatı emret!" diye söylediğini Abdullah b. Abbâs (r.a) rivayet etmektedir (Ali Nâsıf, et-Tâc, III, 203).

Hz. Peygamber (s.a.s) bizzat kendisi Ebû Taybe adında bir Haccâm'a hacamat yaptırmış ve başından kan aldırıp haccâma ücretini ödemiş ve şöyle buyurmuştur: "Kan aldırma yollarının en güzeli hacamattır. (yahut hacamat sizin en iyi tedavi yollarınızdır)"(Buhâri, Tıb 13; Müslim, Musakat 62, 63; Ebû Dâvûd Nikâh 26, Tıb 3).

Hz. Peygamber (s.a.s) ihramlı iken hacamat yaptırmıştır (Buhârî, Savm, 22; Müslim, Hac 87, 88; Ebû Dâvûd Menâsik 35). Ihramlı iken saç kestirmemek şartıyla hacamatın caiz olduğu hususunda âlimler arasında görüş birliği vardır. Aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.s) oruçlu iken de hacamat yaptırmıştır. Yani kan aldırmıştır (Buhârî, Tıb II; Ebû Davûd, Siyâm 29).

Nâfi (r.a)'den rivayet edildiğine göre Ibn Ömer (r.a) (Kendisine): Nâfi, kan (fazlalaşmak suretiyle) beni yedi. Bunun için sen bana bir hacamatçı getir ve genç bir hacamatçı seç. Ne yaşlı ne de çocuk hacamatçı seçme demiştir.

Nâfi der ki; Ibn Ömer (r.a) şöyle dedi: Ben, Resulullah (s.a.s)'den şu buyruğu işittim: "Hacamat olmak aç karnına daha faydalıdır. Hacamat olmak aklı ve hıfzetme (ezberleme) gücünü arttırır. Hâfız olanın da hıfzetmek kabıliyetini kuvvetlendirir. Artık kim hacamat olmak isterse Allah'ın ismini anarak perşembe günü hacamat olsun " (Ibn Mâce, Kitâbu't-Tıb, 22).

Ibn Hacer Buhârî şerhindeki Hacamat bölümünde özetle şu bilgiyi verir: Buhârı, Sahîhinde "Hangi saat hacamat olur" başlığı altında bir bâb açmış ve burada Ebû Mûsa'nın geceleyin hacamat olduğuna dair bir eseri ile Hz. Peygamber (s.a.s)'in oruçlu iken hacamat olduğuna dair Ibn Abbâs (r.a)'ın bir hadîsini rivayet etmiştir.

Ibn Hacer bununla ilgili olarak şöyle der: Hacamat olmak için uygun vakitler hakkında birkaç hadis vârid olmuş ise de hiçbiri Buhârî'nin sözkonusu ettiği şarta uygun değildi. Bana öyle geliyor ki: Buhârî hacamat işinin ihtiyaç olduğu zaman yapılabileceğine ve bunun belirli bir vakte bağlı olmadığına işaret etmek istemiştir. Çünkü hacamat işinin geceleyin yapıldığını ve Hz. Peygamber (s.a.s)'in oruçlu iken hacamat olduğuna dair hadîsi rivayet etmiştir.

Hacamatın yani kan aldırmanın insan sağlığına birçok katkıda bulunduğu tıbbî bir gerçeğe dayanır. Özellikle bazı deri hastalıklarının tedavisinde hacamatın faydası görülmüştür.
 
HACC-I EKBER
Hacc-ı Ekber, Arapça "E1-Haccü'1 Ekber" terkibinin Osmanlica söylenisidir ve kelime olarak "En Büyük Hac" demektir, Kur'ân-ı Kerim Tevbe suresi 3. ayette söz konusu edilmektedir. Bu sûre, dolayısı ile bu ayet-i kerime Hicretin 9. senesi Medine'de nazil olmuştur. O yıl Rasulüllah (sav) Efendimiz kendileri hacca gidememiş, Hz. Ebubekir'i hac emiri olarak göndermişlerdir. Bu sûre, müşriklere karşı bir ültimatom olarak nazil olunca, bunu onlara duyurmak üzere Hz. Ali'yi görevlendirdi ve bizzat kendi devesine bindirerek Mekke'ye gönderdi. O da Kurban Bayramı'nın birinci günü, hala müslümanlarla beraber hac yapmakta olan müşriklere surenin ilk kırk (ya da otuz) ayetini ültimatom olarak okudu. Üçüncü ayette -mealen- şöyle deniyordu: "Ve bu, Hacc-ı Ekber günü Allah'ın ve Rasulünün bir ilânıdır ki, Allah ve Rasulü müşriklerden beridir..." Burada görüldüğü gibi "hacc-ı ekber günü" bilinen (marife) birgün olarak zikredilmekte ve Rasûlüllah'ın bulunmadığı, Hz.EbuBekir'in Hac emiri olduğu o yılki Hacca "hacc-ı ekber" denilmektedir. Çünkü ültimatomun ilâmi o yıl yapılmıştır. "Hacc-ı ekber günü bir ilamdir" dendiğine göre "hacc-ı ekber" o yılki hacdır. Ancak niçin o yıla "hacc-ı ekber" denmiştir? O yıldan sonra da "hacc-ı ekber" var mıdır? Bu konudaki rivayetler tarandıgında çok değişik değerlendirmeler ortaya çıkar. Peşinen bunlara biz de şu nokta-i nazarımızı ilave edelim: Rasûlüllah da Kâbe'yi ertesi sene Hicri onuncu yılda haccetmişler ve Ebu Davud'un rivayetine göre, Kurban günü cemreler arasında durmus, "bu gün ne gündür?" diye sormuş. Kurban günüdür, demişler, O'da bunun üzerine, "bugün hacc-ı ekber günüdür" buyurmuşlardır (Ebu Davud, Menâsik, 66; Tirmizi'nin bir rivayeti de bu anlamdadır). Durum böyle olunca, Hz. Ebu Bekir'in haccı yaptığı bir önceki yıl haccına "hacc-ı ekber" dendiğini adı geçen ayetin işareti ile, Rasûlüllah'ın hac yaptığı yılın haccına "hacc-ı ekber" dendiğini de, mezkür hadisin ibaresiyle anladığımıza göre "hacc-ı ekber" hem Hz. Ebu Bekir'in haccına has değildir, hem de her yıl tekerür eden bir şeydir. Iki yıl peşpeşe kurbanın birinci günü cumaya rastlamayacağına göre hacc-ı ekberin cuma ile de ilgisi olmamalıdır. Gerçi Hâzin'in bir ifadesine göre: "Hacc-ı ekber Rasulüllah'ın veda haccıdır ve o gün bir cuma günü idi" denmişse de (bk. H.B. Çantay, I/271; Ibnü l-Kayyim'in aldığıbir rivayet de işaretiyle bunu destekler, bk. Zâd'ül-Me'âd, I/204. Aliyyu 1-Kâri nin bir ifadesi de bu anlamdadır) bu bir tarihi tevafuktan ibarettir(Faik Reşit Unat'in hesaplarına göre Hz. Ebubekir'in haccının arafesi Salı gününe, Rasulüllah (sav)'in veda haccının arafesi ise Cumartesi gününe denk gelmektedir ki, bu durumda tesbitlerinde bir yanılma olmalıdır bk. Hicrî Tarihleri Milâdî Tarihe Çevirme Kılavuzu, s. 2,3). Bu durumda "hacc-ı ekber", kurban bayramının birinci günüdür, şeklindeki değerlendirme ve rivayetlerin daha isabetli olması gerektiği ortaya çıkar. Zaten tefsircilerin çoğu da "hacc-ı ekber"in bayramın birinci günü olduğu görüşündedirler. Bu konuda ayrıca şu görüşler rivayet edilmiş ve serdedilmiştir:
 
HACC-I İFRÂD
Umreye niyet etmeksizin yapılan tek hac.

Mikat'ta Mekke'nin dışından gelen kimsenin yalnız hac niyetiyle ihrama girip, kudûm tavafını yaptıktan sonra hac ile ilgili menasik (ameller) bitinceye kadar Mekke'de ihramlı olarak kalmasıdır. Bu hacda umre bulunmayıp, tek bir hac yapılmış olduğundan, hacc ı müfrîd ve hacc-ı ifrat diye adlandırılır.

Hace-ı ifrat yapmak isteyenler şöyle niyet ederler:

(Allahümme innî ürîdü'l-hacce feyessirhü lî ve tekabbelhü minnî)

"Allah'ım senin rızanı kazanmak için haccetmek istiyorum. O'nu ifa etmeyi benim için kolaylaştır ve benden kabul eyle" diyerek yalnız hacca niyet eder. Gerekli temizlik yapıldıktan sonra ihrama girer, sonra iki rekât namaz kılar. Birinci rekâtla Fatihadan sonra Kâfirûn: İkinci rekâtta ise Fatihadan sonra İhlas suresinin okunması efdaldır. İhrama girildikten sonra şöyle telbiye getirilir:

"Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk İnne'lhamde ve'n-ni'mete leke ve'l-mülk. Lâ şerîke lek"

"Tekrar tekrar icabet sana yâ Rabbi, tekrar icâbet sana... tekrar icabet sana... senin ortağın yoktur. Tekrar icabet sana... Hiç şüphe yok ki hamd ve nimet sana mahsustur. Mülk de senindir, senin ortağın yoktur." Erkekler bunu yüksek sesle söylerler ve bu arada Peygamber (s.a.s)'e alçak sesle salâvat getirirler. Kadınlar ise, telbiye, diğer dua ve zikirlerde seslerini yükseltmezler, hafif sesli olarak yaparlar. Artık niyet ve telbiyenin yapılmasıyla ihrama girilmiş ve ihramın yasakları başlamış demektir. Bundan böyle ihramdan çıkıncaya kadar ihramlıya yasaklanmış olan fiil ve davranışlardan sakınmak gerekir.

İfrat veya Kırân haccı yapmak üzere Mekke'nin haricinden gelenler Kudûm tavafı yaparlar. Bu Mekke'ye varış tavafı demektir. Sadece umre veya temettû haccı yapanlar ile Mîkat sınırları içerisinde bulunanlar kudûm tavafında bulunmazlar. Bu, uzaktan gelenler için sünnet olup Mekke'lilere sünnet değildir. Hacc-ı ifrâd yapan kişinin kudûm tavafından sonra efdal olan hemen sa'y etmemesi, bunu ziyaret tavafından sonraya bırakmasıdır.
 
HACC-I KIRÂN
Hacc ile umrenin bir ihramla yerine getirilmesi.

Kırân, sözlükte iki şeyi biraraya getirmektir. Bir terim olarak; hacc ile umrenin ihramını birleştirmek, yani ikisi için birden ihrama girmek, demektir.

Kırân haccı yapacak kimse, mîkatta veya daha önce umre ile hacca birlikte niyet edip, iki rekât namaz kılar; sonra "Allah'ım, ben umre ile hacc yapmak istiyorum; bunları bana kolay kıl, bunları benden kabul buyur" diye dua eder, telbiyede bulunur ve ihram yasaklarına uyar. Mekke'ye girince, önce umresini yapar, Beytullah-ı tavaf eder, Safâ ile Merve arasında sa'y eder. Sonra ifrat haccı yapan kimse gibi farz haccın menâsikine başlar. Kudûm tavafı, Arafat'ta vakfe, ziyaret tavafı, sa'y ve veda tavafı gibi ibâdetlerle hacc ve umre tamamlanır. Kur'an-ı Kerîm'de, "Hacc ve umreyi Allah için tamamlayınız" buyurulur (el-Bakara, 2/ 196). Ayette, kırân haccı yapanla başkaları arasında bir ayırım yapılmaksızın, başlanan hacc ibadetinin tamamlanması istenmiştir. Sabiy b. Ma'bed iki tavaf ve iki sa'y ile hacc yapmış, Hz. Ömer kendisine, "Resulullah (s.a.s)'in sünnetine giden doğru yolu buldun" demiş (Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III,109); Hz. Ali de kırân haccı yapan bir kimseye, "Hacc ve umre için yüksek sesle telbiyede bulunduğun zaman, ikisi için iki tavaf ve iki sa'y yap" diye açıklamada bulunmuştur (Zeylâî, a.g.e., III, 111).

Hanefiler dışındaki mezhep imamlarına göre ise, kırân haccı yapan kimseye her iki hacc için tek tavaf ve tek sa'y yeterlidir. "Kim hacc ve umre için ihrama girerse, ona bu ikisinden birlikte ihramdan çıkıncaya kadar tek tavaf ve tek sa'y yeterli olur" (Zeylâî, a.g.e., III,108). Fakat kırân haccı yapan kimse, ifrat haccı yapan gibi ifada tavafından önce kudûm tavâfı yapar; kudûm tavafından sonra sa'y yapmamışsa, ifada (ziyaret) tavafından sonra sa'y yapar.

Kırân haccı yapan, temettü haccında olduğu gibi bir şükür olarak cemreleri veya yalnız akabe cemresini taşladıktan sonra, saçlarını tıraştan veya kestirmeden önce bir kurban keser. Bunun hükmü vaciptir. Bu kurbanı bulup kesemeyecekse, Arefe gününde bitmek üzere üç gün oruç tutar; yedi gün de bayram günleri çıktıktan sonra dilediği vakitte tutar ki, toplam on gündür. Bunlar ayrı vakitlerde de tutulabilir. Kur'an'da şöyle buyurulur: "Hacc zamanına kadar umre yapana gücünün yettiği bir kurban gerekir. Kurban bulamayan kimseye hacc sırasında üç gün, döndüğünüzden sonra da yedi gün oruç tutması gerekir" (el-Bakara, 2/196). Eğer kurban bayramı günlerinden önce üç gün oruç tutmazsa, iki kurban kesmesi kesinleşir. Birisi şükür kurbanı, diğeri vaktinden önce ihramdan çıktığı için ceza kurbanı (İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 469, 476-478; İbn Rüşd, Bidâyeti,i'l-Müctehid, I, 357; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', II, 159; İbn-i Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, Terc. A. Davudoğlu, İstanbul 1983, V, 33-46).
 
Geri
Üst