Boşanma ve İntihar Bakımından Bazı Avrupa Toplumlarının Karşılaştırılması
1000 evlilikte yıllık boşanma (ortalama)
Milyon nüfusta intihar
I. Boşanma ve ayrılmanın az olduğu toplumlar
2.07
46.5
II. Boşanma ve ayrılmaların orta derece olduğu toplumlar
6.4
109.6
III. Boşanma ve ayrılmaların çok olduğu toplumlar
37.3
257
Boşanmaların yasak olmadığı, çok olduğu toplumlarda kadınların intihar oranı erkeklerden azdır. Boşanmanın yasak ya da az olduğu toplumlarda aksine kadınların oranı daha fazladır.
Durkheim’a göre bunun nedenini evlilik hayatında, boşanma yasağının erkeğin lehine, kadının da aleyhine işlemesinde aramak gerekir. Çünkü boşanma yasağı erkeği pek etkilemez. Oysa kadını toplumsal kurallar evlilik bağına sıkı sıkıya bağlar. Evlilik dayanılmaz hale gelince evli kadınlar bu gibi toplumlarda intihara erkek evlilerden daha yatkındırlar.
Durkheim, çağdaş toplumların en belirgin bir özelliği olarak nitelediği anomik intihar tipine özel bir ilgi göstermektedir. Anomik hâl ve buna bağlı olarak artan intiharlar, bireyin toplum arasındaki bağların zayıflaması ve toplumsal çözülmenin giderek gelişmesi, yeni çağdaş toplumun evrensel bunalımıdır.
Yakın bir geçmiş içinde, intiharların ülkelere göre üç-dört katlık artış gösterdiğini görüyoruz. Durkheim’a göre anomi; ekonomi dünyasında işveren-ücretli ilişkileri düzeyinde ve nihayet birbirleriyle bütünleşemeyen ayrıntılı çalışmalar yığınına bölünmüş bilimlerin aşırı parçalanması ve uzmanlaşması sonucu bilgi alanında görülmektedir.
Kısaca özetlersek, Durkheim'a göre intihar, nedenleri yadsınamayacak kadar toplumsal olan bir olgudur. Bu olgunun nedenlerini belirleyen güçler, belirli bir toplumda oluşan ve intihar dürtüsü yaratan akımlardır. İntiharların gerçek nedenleri olan bu toplumsal güçler bir toplumdan diğerine, bir dinden diğerine değişiklik gösterebilir. Ama önemli olan bireyden değil, grup veya toplumdan kaynaklanmış olmalarıdır. İlk bakışta bireysel yapının bir sonucu gibi görünen intihar, gerçekte toplumsal yapının bir sonucudur. Belirli bir toplumun herhangi bir dönemindeki intihar sayısını, o toplumun, o dönemdeki ahlâk yapısı belirler. Her toplumun morfolojik ve sosyal yapısına göre, intihara kollektif eğilimi vardır. Bu durum belirli bir oranı geçmemek koşuluyla normaldir. Fakat Durkheim, bu oranın ne olduğunu belirtmemiştir.
Durkheim sonrasında, sosyoloji alanında intihar konusu ile ilgili teorileri başlıca iki gruba ayırmak mümkündür: Sosyal Etkileşim Teorileri ve Sosyal Bütünleşme Teorileri.
Sosyal Etkileşim yaklaşımını da kendi içinde iki alt guruba ayırmak mümkündür. Sembolik Etkileşme ve Saha Teorileri olarak ayırabileceğimiz bu görüşler aslında birbirlerinden çok farklı değildir.
Sembolik Etkileşim Teorilerine göre, birey için başkalarının onun hakkında ne düşündükleri önemlidir. Gurur, pişmanlık, utanç gibi duygular ağır basar. Kişi sosyal çevresi tarafından devamlı olarak kontrol altındadır. Eğer davranışları çevresindekiler tarafından olumlu olarak kabul ediliyorsa, kişi takdir edilir ve destek görür. Aksi durumda, kişinin davranışları olumsuz olarak nitelendiriliyorsa, çevresi tarafından reddedilir ve kabul görmez. Bu durum kişiyi intihara sürükleyebilir.
Saha Teorisi ise kişinin intihar etme eğilimine, çevreden gelen sosyal cevap etki etmektedir; kişinin davranışının yönünü belirlemektedir görüşünü savunur. Birey için önemli olan, çevresi tarafından yardım görmektedir, eğer içinde bulunduğu durumdan kurtulması için çevresi gerekli desteği sağlamazsa, birey intihar edebilir. Davranışı belirleyici kuvvetlerin alanı kişinin dışında yeralan sosyal çevre olduğu kadar, bireyin isteklerinden, dürtülerinden oluşan iç faktörler de burada önemlidir. Bu teoriyi geliştiren Kobler ve Stotland’a göre, kişinin amacı aslında ölmek değil, yardım istemektir. Çevredekiler umutsuzluğu kuvvetlendirir yönde davranırlarsa intihar ihtimali artar.
Sosyal Bütünleşme Teorileri birbirlerinden çok farklı görüşlerden oluşur. Sosyologlar, sosyal bütünleşmenin anlamı üzerinde hemfikir değildir. Bu tür teoriler daha çok, Durkheim’ın teorisinin eleştirilmesi ve geliştirilmesi yönünde ortaya konulmuştur.
Douglas, intihar analizinde Durkheim’ı reddeder. Ona göre istatistiksel verilerle bir sosyolojik teori kurulamaz. Bir intihar hareketi, o kişi için canını, ruhunu bir başka dünyaya yollamaktır veya sadece cezalandırılmış olmak istemektir.
Johnson, Durkheim’ın yönteminin modernizm öncesi olduğunu ve dökümantasyon olarak zayıf olduğunu ileri sürer. Ona göre Durkheim’ın dört tip intiharı aslında tek bir tip intihardır. Johnson, çalışmalarını egoistik ve anomik intiharların aynı olduğunu ispatlamak için yapmıştır.
Powell, Durkheim’daki anomi kavr***** yeniden formüle etmeye çalışmıştır. Teorisinde bireyin ya toplum tarafından dışlanmış, ya toplum tarafından sarılmış, ya da toplum tarafından bütünleştirilmiş olduğunu söyler. İlk ikisinde intihar daha yaygındır. Kişinin hedefleri, onun adına toplum tarafından belirlenmiştir. Eğer kişi önceden belirlenen bu hedefleri kabul etmezse anomi ortaya çıkar.
Powell, verdiği örneklerde sadece mesleki statüyle intihar ilişkisi üzerinde durur. Diğer değişkenler için uygun örnekler gösteremez; bu da teorisinin eksikliğini gösterir.
Ginsberg anomiyi sosyal bir olay olmaktan çok, psikolojik bir olay olarak ele almıştır. Anomi, umut seviyesi olarak, bir kişinin hedef ve niyetlerini ne kadar çok arzuladığının ölçüsüdür; bireyin umutsuzluk ve başarısızlığından kaynaklanır. Yani, kişinin bugünkü başarısının derecesi gelecekteki umut seviyesinin de ölçüsüdür, başarısız ise umut seviyesi düşer.
Gibbs ve martin’e göre bir toplum intihar oranı o toplumdaki birleşme derecesiyle ters orantılı olarak değişir. Bir grupta birleşme statüsü ne kadar yükaaaae intihar oranı o kadar azdır. Gibbs ve Martin de, anomik ve egoistik intiharlar arasında fazla bir fark olmadığı görüşündedirler.
Durkheim sonrasındaki kısaca bahsedilen bu görüşler yapılan bir çok araştırma sonuçlarından elde edilen verilerin ışığında oluşturulmuştur. Bazı toplumsal olgularla intiharlar arasındaki ilişkinin gösterilmesi, bu tür teorilerin önemini vurgulamak açısından gereklidir.
Çeşitli toplumların gelenekleri, diğerleri, dinleri, yaşayış biçimleri bu toplumların intihar oranlarında kendi etkilerini göstermektedir. Bireysel rekabetin yoğunluk kazandığı çağdaş toplumlarda, birey-toplum ilişkisindeki kopukluk intihar oranların fazla olmasında kendini gösterir. Benzer şekilde, toplumun bireyi sıkı sıkıya kontrol ettiği geleneksel toplumlarda da intiharlar oldukça sık görülür. Toplumların intihara karşı gösterdikleri tepkinin yönü de bu oranları etkilemektedir. Özellikle intiharın onurlu bir davranış olarak kabul edildiği Japonya gibi gelenekçi toplumlarda, intiharların sıkça görülmesi bunu destekler niteliktedir.
Çağdaş toplumlarda şehirlerde intiharların daha sık görülmesinin aksine, geleneksel toplumlarda da kırsal bölgelerde oransal bir fazlalık göze çarpar. Bı ise, sosyal ve kültürel yapıdaki bütünleşmenin sağlıksız bir görünüm arzettiği iki zıt uçta, toplumsal güçlerin intiharlar üzerindeki artırıcı etkisini göstermektedir.
Geri kalmış ve sanayileşmekte olan ülkelerle kıyaslandığında, sanayileşmiş toplumlarda intihar oranları çok yüksektir. Temel ilkesi bireycilik ve bireysel özgürlük olan çağdaş toplumlarda herkes kendini diğerlerinden farklı görmekte ve aralarında kıyasıya bir mücadele başlamaktadır. Bu bireycilik anlayışı, toplumdaki ortak değerlerin çözülmesine neden olmaktadır. Sanayileşmenin etkisiyle hızlanan diaaa ve yatay hareketlilik, bireylerde daha iyi statüye, yaşam olanaklarına sahip olma isteğini artırıyor. Bireyler arasında kıyasıya bir yarış başlıyor; tabii bu yarışta bazıları çok gerilerde kalıyor.
Diğerleriyle yarışan birey, aynı zamanda makinelerle, gürültülerle, saniyelerle ritmik bir yarış içindedir. Bu koşullar içinde makinenin bir parçası durumuna gelen birey devamlı bir yorgunluk hissetmekte ve bunalıma dahi düşebilmektedir. Makineler dünyasında kendini yapayalnız hisseden bir birey için ölüm, sonsuz bir dinlenme, huzur ve kendi benliğine dönme anlamına gelebilmektedir.
Son zamanlarda yapılan araştırma sonuçlarında görülen bir ortak nokta da, kırsal kesimdeki intihar oranlarının şehirlerdeki oranlara yaklaşmakta olduğudur. Günümüzde kırsal kesimde de değerler değişmekte, bireyci anlayış hakim olmaya başlamaktadır.
Kırdan kente göç edenlerde, kültürel ortam değiştiği için, sonu intiharlara kadar varan çeşitli uyum sorunları görülmektedir. Gerçekten de herkesin birbirini tanıdığı, yüz yüze ilişkilerin hakim olduğu, yaşamı geleneklerin şekillendirdiği, aynı duygu ve inanç birliği bulunan, doğa ile kucak kucağa bir ortamdan gelip; ilişkilerin resmi, komşuların birbirini tanımadığı, bireyciliğin hakim olduğu, yaşamı resmi kanun ve kuralların şekillendirdiği bambaşka bir ortama girmek insanları intihara bile sürükleyebilmektedir.
Benzer şekilde, çeşitli sebeplerle başka ülkelerde kalanlarda da, ülkelerine döndüklerinde çeşitli uyum sorunlarıyla karşılaşılmaktadır. Bu tür bir kültür çatışması içinde bulunan bireylerde çeşitli sorunlar olabilmekte ve intihar olayları olabilmektedir.
Bazı araştırmaların gösterdiği gibi, bir ülkeden diğerine göç edenlerin intihar oranı kendi ülkelerindekinden ve göç ettikleri ülkelerinkinden çok daha yüksektir.
Aşırı şehirleşme, sanayileşme ve göç gibi faktörler intiharların artmasına neden olabilmektedir. Fakat kültürel farkların azaldığı, yokolmaya başladığı durumlarda da sorun daha farklı boyutlar kazanabilmektedir.
Sosyal yaşamın yoğunlaştığı, toplum ruhunun bireyleri sardığı savaş yıllarında özellikle erkeklerde intihar oranları azalmaktadır. Ortak bir mücadele, duygu birliği bireyleri kaynaştırmakta ve bireysel sorunları arka plana itmektedir. Bu durum, psikologların iddia ettiği gibi saldırganlığın dışa yönelmesinden daha çok, toplumsal bütünleşmenin bir sonucu olsa gerektir.
Soruna saldırganlık açısından baksak dahi, toplumsal etkenlerin önemi ortaya çıkmaktadır. Psikolojik ve sosyolojik bir çok araştırma cinayet ve intihar arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Bunların bir kısmı katillerin neden intihar ettiğini araştırırken, diğerleri kişilerin saldırganlıklarını ifade etmek için intihar ya da adam öldürme arasındaki tercihlerini incelemişlerdir.
Bu tür bir araştırma yapan Wolfgang’a göre, cinayetten sonra kızgınlığa yolaçan düşünce geçmezse, katil enerjisini kendine boşaltır ve intihar eder. Fakat Wolfgang kalan enerjinin neden başkası üstüne boşaltılmadığını izah edemez.
İngiltere’de araştırma yapan West’e göre intihar eden ve etmiyen katiller arasında farklılıklar vardır. İntihar eden katiller daha çok eşlerini ve çocuklarını öldürmektedir ve gerçek cinayet işlerken, gerekse intihar ederken vahşi olmayan metodları kullanmaktadırlar. Kadınlarda cinayetten sonra intihar etme daha fazladır.
Henry ve Short’a göre intihar ve cinayet aynı kaynaktan gelmektedir. Özgürlüğü daha çok olan bir topluluğun üyelerinin, daha az olan topluluğun üyelerine göre intihara daha yatkın olduğunu belirtirler. Henry ve Short’un bulgularına göre; statü hiyerarşisindeki pozisyonla intihar pozitif, adam öldürme ise negatif yönde değişir; davranış üzerindeki dış baskının gücüyle intihar negatif, adam öldürme pozitif yönde değişir.
Birçok araştırmanın belirttiğine göre, bir toplumda intihar ve cinayet oranları ters yönde değişir. Dinin etkin bir baskı kurumu olduğunu dikkate alırsak şu örnek oldukça ilgi çekicidir: Almanya ve Fransa’da Protestan kentlerinde saldırı oranı düşük, intihar oranı yüksektir; aksine Katolik kentlerde ise saldırı oranı yüksek, intihar oranı düşüktür. Yani, bireyin saldıganlık objesini seçmesinde bile toplumsal güçler belirleyici bir rol oynayabilmektedir.