-INDEX- Biyografiler

Kadir NAMLI


Epiktetos bir ad değildir. Satın alınmış adam (köle) demektir. I. yy. başlarında Phrygia'da Hierapolis'te bir köle olarak dünyaya geldi. Neron zamanında Roma'ya (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürüldü. İmparatorun salıverdiği bir köle olan Epaphroditos adında kaba, aptal ve merhametsiz bir adama verildi, ya da satıldı.

Epiktetos topaldı.. Birgün efendisi bir kıskaçla bacağını burkarak eğleniyordu, yavaşça ona "- Bacağımı kıracaksın" dedi. Epaphroditos sadistçe eğlencesini ilerleterek sonunda bacağını kırdı.. Epiktetos soğukkanlılıkla "-Kıracağını söylemiştim, işte kırdın!" dedi.

O, hasta iken mutlu, tehlikeler içinde mutlu, yenilirken mutlu, can verirken mutluydu.. Allah'dan ve insanoğlundan gelen belâlara sızlanmayan, isteklerinde kırılma bilmeyen, hiçbir şeyle yaralanmayan, ne açgözlülüğü ne öfkesi ne de kıskançlığı olmayan; geçici bedende Allah ile münasebetini çok kuvvetli olarak sürdüren büyük bir ruha sahipti.

Onun inandığı bir hakikat vardır; kâinatı eksiksiz olarak sevk ve idare eden ve herkese oynayacağı rolü dağıtan zâta tamamiyle teslim olmak: "Hatırla ki, uzun ya hut kısa bir piyesde müellifin sana verdiği rolü oynayacak bir aktörsün.. Eğer senin bir dilenci rolünü oynamanı münasip görmüşse elinden geldiği kadar iyi oynaman lâzımdır Eğer bir topalın, yahut bir prens veyahut ayak takımından birinin rolünü oynamanı muvafık görmüşse yine başka türlü davranacak değilsin! Zira verilen rolü iyi oynamak sana düşer, lâkin rolü seçmek başkasına aittir... "

Epiktetos, hayatı boyunca tevekkül tavsiye etmiş ve saadeti çilede ve ızdırapta aramıştır. "Hadiselerin dilediğin gibi gelmesini bekleme, nasıl geliyorlarsa öyle gelmelerini iste, böylece her vakit saadet içinde olursun." Kendisi: - Başıma ne gelirse, (ister acı, ister tatlı) benimsiyorum, çünki O'nun benim için istedikleri şeyler, benim istediklerimden daha iyidir. "Her ne için olursa olsun, onu kaybettim deme. Ama onu geri verdim de. Çocuğun mu öldü? Onu geri verdin.. Karın mı öldü? Onu da geri verdin.. Tarlanı mı elinden aldılar? İşte yine bir geri verme.. - ama onu elimden alan kötü bir adamdı-
Onu sana verenin şu veya bu elle geri almasının ne ehemmiyeti var?.. Onu sende bıraktığı süre, yolcuların otellerden faydalandıkları gibi, senin olan bir şey değilmiş gibi faydalan. Çünki dünya bir misafirhaneden ibarettir, hayat bir ziyafetgâhtan başka bir şey değildir. Unutma ki, dünyada bir misafirmişsin gibi davranman gerekir..

"Elini kibarca uzatarak ölçü ile bir parça al. Önünden kaldırıyorlarsa, ille de almak isteme. Daha önüne gelmedi mi? Arzuların daha uzaklara gitmesin, tabağın kendi yanına gelmesini bekte.."
Ev sahibinin sana verdiğinden başka karışma, karıştırma.

Epiktetos, efendisinin ölümünden sonra kölelikten kurtuldu. Roma'da kapısı olmayan bir kulübede oturuyordu. Eşyası ise bir masa ile tahta bir sedir ve paçavra bir yataktı. Bir gün, sonuna kadar fakir kalmaya yemin ettiğini unutarak, demirden bir lamba satın aldı. Hemen cezasını gördü. Bir hırsız kulübeye girerek lambayı çalmıştı. "Yarın gene gelirse iyice şaşıracak" dedi. Çünki topraktan bir kandil bulacak.

Epiktetos hiç evlenmedi, fakat evlenmenin lüzumuna inanmıştı; Allah yolunda olan faziletli kimselerin, öldükten sonra kendi yerine iyi yetiştirilmiş bir insan bırakabilmeleri için yakınlarına evlenmelerini tavsiye ederdi. Sıkıntılı izbesinde, çilesi biteceği âna kadar yalnız yaşadı..

Talebelerinden İZMİTli Arrianus titizlikle konuşmalarını topladı, sekiz kısma ayırarak neşretti.

O, dinleyicilerinden ve talebelerinden büyük hürmet görerek faziletli ve uzun bir ömür sürdü. Talebelerine ve dostlarına az ve öz konuşur, iyiliği ve güzel ahlâkı tavsiye ederdi:

* Olabildiği kadar sus, ya da kaçınılmaz sözleri söyle, ama az kelime ile söyle. İlle de konuşman gerekirse, bu durumda bayağı konulardan söz açma. Gladyatör boğuşmalarından, at koşularından, atletlerden ve yemeden-içmeden bahis açma.

* Becerebilirsen dostlarının konuşmalarını sözlerinle düzelt ve ahlâka uygun mevzulara çevir. Şayet yabancılar arasında isen hiç ağzını açma.

* Unutma ki bir güzel söz söyleme sanatı varsa, bir de güzel anlama ve dinleme sanatı vardır.

* Uzun zaman, sık sık ve kahkalarla gülme!

* Hiç bir zaman, hiç birşey için yemin etme, yalan söyleme. Zorlanınca, mümkün olduğu kadar az yemin et.

* Evinden dışarıda yemek yeme. Bütün ziyafetlerden kaçmaya çalış. Ama bir zaruret olursa, ayak takımı gibi davranmamak için, bütün dikkatini kendi üzerinde topla. Bil ki davetlilerden biri temiz ve namuslu değilse, onun yanında oturan ve onun gibi hareket eden, özünde ne kadar temiz olursa olsun gene kirlenir.

* Bedene lüzumlu şeyleri, meselâ yemeyi, içmeyi, elbiseyi, evi, hizmetçileri vs. ruhun ihtiyaçları ne kadar ve nasıl gerektiriyorsa o kadar iste.

* Biri çıkar da bir kimsenin seni yerdiğini söylerse, ileri sürüleni yalanlamaya kalkışma, yalnız şu cevabı ver: - Bunu söyliyen hiç şüphesiz başka eksiklerimi bilmiyormuş, bilseydi sadece bunu söylemekle kalmazdı.

* Sultanların ve büyüklerin karşısına çıktığın vakit, yükseklerde seni görüp gözeten, her söylediğini duyan, kalbinden geçenleri bilen, büyük bir Sultan'ın var olduğunu hatırla.

* İnsan ne fakirlikten, ne sürgünden ne zindanlardan, ne de ölümden korkmamalıdır. Ama korkudan korkmalıdır.

* Arzu ve isteklerini, korkularını ortadan kaldır, artık senin için hiçbir zorba kalmaz.


Neron'un gaddar ve zalim idaresine karşı göğüs germesini bilmiş ve daima ölümü gülerek karşılamıştır.

"Dostum ne diyorsun? Zincire vurmakla mı beni tehdit ediyorsun? Bunu yapamazsın, yalnız bacaklarımı zincire vurabilirsin. İrademe gelince, o daima hür kalacaktır. Jüpiter bile onun hürriyetine mâni olamaz." Hemen boynunu vuracağım tehdidi karşısında "Ben ne vakit boynumun vurulmama imtiyazı olduğunu söyledim?"

O, büyük ruhunu nerede ve nasıl Allah'a teslim etti bilmiyoruz. Belki de ölüm anında söylemesini o kadar arzu ettiği şu yakanşla dünya misafirhanesini terkederek O'na kavuşmuştur:

Emirlerinize isyan ettim mi? Bana verdiğiniz mevhibeleri israf ettim mi? Duygularımı, dileklerimi, kanaatlerimi size tabi kılmadım mı? Sizden hiç şikâyet ettim mi? İlâhî hikmetinizi hiç itham ettim mi? Fakirdim çünki siz böyle istemiştiniz ve ben fakirliğimden memnundum. Sefalet içinde idim, çünki siz böyle istemiştiniz ve ben asla sefaletten kurtulmak istemedim. Benim halimden hiç mahzun olduğumu gördünüz mü? Beni hiç kırılmış, sızlanır gördünüz mü? Hâlâ daha hakkımda vereceğiniz hoşunuza gidecek her hükmü kabule hazırım. Sizin tarafınızdan verilecek en küçük işaret benim için katî bir emirdir. Bu muhteşem temâşâdan çıkıp gitmemi mi istiyorsunuz? Çıkıyorum ve bütün eserlerinizi göstermek ve kâinatı idare ettiğiniz harikulâde nizamı gözlerimin önüne yaymak için beni buraya kabule tenezzülünüzden dolayı size bin kere şükrediyorum. Mezar taşında kendisinin düzenlediği şu satırlar vardır: "Ben; köle, sakat, hastalık ve yoksullukta başka bir İros (x) olan, bununla birlikte, Allah'ın sevgilisi EPİKTETOS'um."
 
Said Halim Paşa

1864’te Kahire’de doğdu. 6 Aralık 1921’de Roma’da vurularak şehîd edildi. Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunu ve vezir Halim Paşa’nın oğludur. Küçük yaşta ailesiyle birlikte İstanbul’a geldi. Özel tahsil gördü. Kardeşi Abbas Halim ile birlikte İsviçre’de siyasî ilimler dalında yüksek tahsil yaptı. Döndüğünde (1888) Şûrâ-yı Devlet âzâsı tâyin edildi. Muhtelif nişanlarla taltif olunup “Rumeli Beylerbeyliği” pâyesine erişmiş iken (1900), aleyhinde jurnaller verildiği için yalısı arandı. Birşey bulunamadıysa da baskı altına alındı ve kardeşi ile birlikte Mısır’a uzaklaştırıldı. Meşrutiyet’in ilânı üzerine İstanbul’a döndü.


Şûrâ-yı Devlet reisi (1912), Mahmud Şevket Paşa’nın sadrâzamlığında Hâriciye Nazırı (1913) ve onun ölümünden sonra Sadrâzam oldu (1913). Balkan Harbi’nin sonu ile Birinci Dünya Harbi’nin ilk yıllarında sadrâzam olarak kaldı. Osmanlı Devleti’nin harbe katılmaması için gösterdiği gayretler fayda vermedi. İttihatçıların, elindeki salâhiyetleri yavaş yavaş almaları neticesinde, önce üzerinde bulunan Hariciye Nazırlığını, sonra da Sadrâzamlığı bıraktı (Şubat 1917). Mütâreke’de yurt dışına kaçmayı reddetti. Harp suçlusu olarak yargılanması için kendisi müracaat etti. İstanbul’un işgalinden sonra 10 Mart 1919’da tevkif edildi. 22 Mayıs’ta İngilizler tarafından, öteki siyasî mahkûmlarla birlikte Malta adasına sürüldü. Burada da iki yıl kadar kaldıktan sonra 29 Nisan 1921’de bırakıldı. İstanbul’a kabul edilmediği için Roma’da oturduğu sırada 6 Aralık 1921 günü bir Ermeni vasıtasıyla şehid edildi.

Arapça, Farsça, İngilizce ve Fransızca biliyordu. Uzun makaleler halinde Fransızca olarak kaleme aldığı ve hepsi derin tefekkür eseri olan sekiz kitabı vardır. Ayrıca hâtıralarının bir bölümü ile birkaç mektubu bilinmektedir. Bilinen eserlerinin tamamı bu kitapta toplanmıştır. Kitapları, yerli ve yabancı araştırmacılar tarafından, İslâmcı fikir akımının temel eserleri olarak kabul edilmiş bulunmaktadır.

ESERİ:Buhranlarımız İz Y.

Hakkında Yazılanlar

1.Bir İslamcı Düşünür Said Halim Paşa
M.Hanefi Bostan
İrfan Yayınları / Araştırma Dizisi

... Bu araştırmada Said Halim Paşa'nın hayatı ve eserleri ele alınmakla kalmayıp, yer yer devrin siyasi olaylarına da değinildi. Siyasi olayların incelenmesinde Paşa'nın söz ve yazılarına da yer verildi.
Elinizdeki eserin, unutulmuş ve yanlış tanıtılmış şahsiyetleri gerçek yönleriyle ortaya koymak ve ayrıca dönemin tarihi hadiselerinin de gerçek yüzünü meydana çıkarmak açısından büyük bir boşluğu dolduracağı inancındayız.
 
Sait Halim Paşa (1863 - 1921); Osmanlı sadrazamı Kahire de doğmuştur.Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşanın torunudur. Avrupada öğrenim görmüş, 1911 yılında Mahmut Şevket Paşa kabinesinde Şûrayı Devlet Başkanı ve üç gün sonra da Hariciye Nazırı olmuştur. 1913 yılında da sadrazamlığa getirilmiştir. Birinci Dünya Savaşı na girmek istemediği halde, ittihat ve Terakki liderlerinin zoru altında bu durumu kabul etmiş, sadrazamlığı 1916 yılında Talat Paşaya devretmiştir. Mütarekeden sonra İngilizler tarafından Malta ya sürülmüş, serbest bırakıldıktan sonra Romaya gitmiş, orada bir Ermeni komiteci tarafından öldürülmüştür.
 
Mahatma Gandhi

Şiddet göstermeme, inancımın birinci maddesidir. Aynı zamanda o, benim itikadımın da son maddesidir.

1869 yılında doğdu.Bu sözlerin sahibi olan Hintli pasifist siyasetçi ve düşünce adamı Gandhi, İngiliz sömürgeciliğine karşı Hint milli hareketinin, 1919-48 yılları arasındaki en önemli lideriydi. 1869’da Porbandar’da Vaşiya kastından bir ailenin oğlu olarak doğan Mohondas Karamçand Mahatma (Ulu Ruh) Gandhi, 1888-91 yılları arasında Londra’da hukuk öğrenimi gördükten sonra, iki yıl Bombay ve Rackot kentlerinde avukatlık yaptı. 1893-1914 yılları arasında Güney Afrika’da avukat olarak çalıştı. Burada ırkçı Apartheid rejiminin ırk ayrımı politikalarına maruz kalan Hintli göçmen işçilerin haklarının savunucusu durumuna yükseldi. Gandhi’nin Güney Afrika’da geçirdiği yıllarda oluşturduğu ‘ideoloji’sinin temellerini, şiddet karşıtlığı, sivil itaatsizlik, pasifizm, uzlaşmacılık, çilecilik, Asya milliyetçiliği, Hinduizm akımının dinsel mistik öğeleri,dinlere saygı ve teknoloji karşıtlığı oluşturur. Tam 21 yıl sonra, 9 Ocak 1915’te ülkesi Hindistan’a dönen Gandhi’yi karşılamaya gelen onbinlerce Hintli, onun artık Hindistan için milli bir simge haline geldiğinin de bir kanıtıdır. Hindistan’da olduğu yıllar boyunca İngiliz emperyalizmine karşı pasif ve uzlaşmacı bir çizgi izleyen Gandhi, gerçekleşen birçok yığınsal milli bağımsızlıkçı ve emekçi eylemlerinden doğan kurtuluş fikrini, olgun bir fikir olarak görmedi. Arap ürünlerini boykot, sivil itaatsizlik gibi eylemler gerçekleştiren Gandhi, ayaklanmaya ve ulusal kurtuluş için savaşa karşı oldu. Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizler için asker toplamak en büyük hatalarından biri olmuştur. 30 Ocak 1948’de radikal-milliyetçi bir Hintli tarafından gerçekleştirilen bir suikastla öldürdü.


HAKKINDA YAZILANLAR

Gandhi Bir/ Özyaşam Öyküsü
Çeviren:Vedat Günyol
Cem Yayınları
İstanbul 2001

Hindistan'ın milli ve dini lideri olan Gandhi (Mahatma "Yüce Ruh") 1869'da Porbandar'da doğdu. Kültürlü ve varlıklı bir ailedendi. Ahmedâbâd Üniversitesi'nde okudu ve Londra'da hukuk öğrenimi gördü. Bombay'da bir süre avukatlık yaptıktan sonra, 1893'de gittiği Güney Afrika'da 21 yıl yaşadı. Orada Transvaal British-Indian Derneği'ni ve Indian Opinon Gazetesi'ni kurdu. Bu ülkede oturan 150.000 Hintlinin haklarını savundu. Hint Bağımsızlık Yasası'nı burada hazırladı. 1914'de yurduna dönen Gandhi, I. Dünya Savaşı sırasında İngilizlere dostça davrandı. Ancak 13 Nisan 1919'da Amritsar'da geçen kanlı olaylardan sonra onlara kesin olarak cephe aldı. Uygulamaya başladığı etkin ve önemli taktikler çerçevesinde bütün Hindistan halkını pasif direnişe ve İngilizlerle işbirliği yapmamaya çağırdı. 1922 Delhi Kongresi'nden sonra İngiliz yetkili organlarınca mahkum edilip 2 yıl tutuklu kaldı. 1920'de yalnız protesto hareketinin lideri olan Gandhi artık ülkesinin milli mücadeleye girişti, yeniden tutuklandı. Gandhi bundan sonra sonraki yıllarda birçok kez tutuklanıp serbest bırakıldı, ünlü açlık grevlerini yaptı, ama hemen hemen her eylemini bir siyasi zaferle noktaladı. Nihayet 15 Ağustos 1974'de Hindistan bağımsızlığına kavuştu. Ruhundaki yücelik ve ender rastlanan zekâsıyla çağdaş tarihin en önemli kişilerinden olan Gandhi, siyasi ve ahlaki inançlarının temelini bağlı bulunduğu Cayna dininden alıyordu. 30 Ocak 1948'de bağnaz bir Brahman tarafından Yeni Delhi'de öldürüldü.
 
Tevfik Fikret (24 Aralık 1867, İstanbul - 19 Ağustos 1915), Edebiyat-ı Cedide şairi.

1888'de Galatasaray Sultanisi'ni bitirdi ve yine aynı lisede öğrentmenlik yaptı. Devlet dairelerinde memuriyet, okullarda öğretmenlik yaptı. Okul yıllarında başladığı şiirle ilgilenmeyi sürdürdü.

Servet-i Fünun dergisinin çevresinde şekillenen topluluğa katıldı. İlk kitabı Rubab-ı Şikeste (Kırık Saz) 1900'de yayımlandı. Fikret Türk şiirinin Batılı bir kimlik kazanmasında rolü oynanıştır.

Abdülhak Hamit'in ve Galatasaray Sultanisi'nden hocası olan Recaizade Mahmut Ekrem'in tesiriyle Batılı anlayıştaki şiire yönelmiştir. Servet-i Fünun anlayışına bağlı şiirlerinde işlediği konular özelikle aşk, tabiat ve günlük yaşamda karşılaşılan bazı küçük sorunlardır.

Servet-i Fünun topluluğunun dağılmasından sonra yazdığı şiirlerde toplumsal konulara yönelir. Bu şiirlerinin ana teması "hürriyet" ve "medeniyet"tir.

İlk şiirlerinde sanat için sanat düşüncesinde olan şair, daha sonra ki şiirlerinde toplumcu bir anlayışa yönelir. Toplumu sıkan hürriyetsizliğe karşı yazdığı "Sis" şiiri, büyük yankı uyandırır. Fikret, sanatının bu ikinci döneminde insanları birbirine düşürdükleri için bütün dinlere düşmandır. Tarihe ve kutsal değerlere de karşıdır.

Şiirlerinde çoğu zaman aruz ölçüsünü kullanmıştır. Şiirde beyit bütünlüğünü kırmış,anlamın bir beyitte tamamlanması geleneğini ortadan kaldırmıştır. Nazmı nesre(şiiri düzyazıya)yaklaştırmıştır. Fransız şiirinden alınan soneyi şiirlerinde kullanmış, Divan şiirinin müstezat nazım şeklini tanınmaz hale getirerek "serbest müstezat" biçimini geliştirmiştir. Fikret, parnasizm akımından etkilenmiştir ve parnasyenlere bağlıdır.

Fikret'in "manzum hikaye" türünde şiirleri vardır; Balıkçılar, Nesrin, Ramazan Sadakası, Hasta Çocuk.

Çocuklar için yazdığı şiirleri hece ölçüsünü kullanarak yazmıştır ve bu şiirlerini Şermin adlı bir kitapta toplamıştır. Şiirlerini "rübab-ı Şikeste" ve oğlunun adını verdiği "Haluk'un Defteri" adlı kitaplarda toplamıştır.
 
Yrd.Doç.Dr Fatih BAYRAKTAR



Tevfik Fikret Türk Edebiyatı Tarihinde üzerinde en fazla durulmuş, hayatı, şahsiyeti, dünya görüşü ve sanatı hakkında uzun münakaşalar yapılmış, enteresan bir şâirdir. Şimdiye kadar onun hakkında birbirinden çok farklı hükümler verilmiş, çok değişik değerlendirmeler yapılmıştır. Meselâ, o, büyük bir ahlâk âbidesi olarak gösterildiği gibi ahlâksızlıkla da itham edilmiş, sadece insanlık için yaşadığı iddia edildiği gibi bencillikle de suçlanmış, çok derin olarak değerlendirildiği gibi çok sığ olarak da değerlendirilmiş, büyük bir vatanperver olarak gösterildiği gibi kozmopolit olarak da gösterilmiş, bir ateist olarak tanıtıldığı gibi, bunalım içinde olduğu bir devresi dışında çok dindar biri olarak da tanıtılmıştır.

Acaba Fikret, bunlardan hangisidir? İşte biz, bu yazımızda bu sorunun cevabım vermeye çalışacağız. Bunun için de onun, hayatı, şahsiyeti ve sanatı üzerinde duracağız.

Fikret, 24 Aralık 1867’de İstanbul’da doğar. Baba tarafı Çankırı’lıdır. Baba dedesi Ahmet Ağa, Çankırı’nın Çerkeş köyünden gelmiş, İstanbul’a yerleşmiştir. Ahmet Ağa, oğlunu yani Fikret’in babası Hüseyin Efendi’yi o devrin en iyi mektebi sayılan îrfani Rüşdiyesi’nde okutur. Çok dindar, son derece saf ve temiz bir baba olan Hüseyin Efendi Hama, Nablus, Akka, Urfa ve Halep mutasarrıflıklarında bulunur.

“Fikret’in annesi Hatice Refia Hanım ise, annesi ve babası ihtida etmiş (yani sonradan müslüman olmuş) bir Sakız’lı rum ailesinden gelir” (1). Fakat Hatice Refia Hanım çok dindar bir kadındır. Hacca gitmiş, orada koleradan vefat etmiştir. Böylece oniki yaşında annesini kaybedip öksüz kalan Fikret, bir mühtedi (din değiştirmiş) olan anneannesinin yanında büyür.

İstanbul Aksaray’da Mahmudiye Rüşdiyesi’nde başladığı tahsil hayatını, o devirde devletin en parlak okulu olan Mekteb-i Sultani’de (Galatasaray Lisesi) devam ettirir ve 1888 yılında bu mektepten birincilikle mezun olur. Daha 21 yaşındadır.

Okulunu bitirir bitirmez, Hariciye istişare Kalemine kâtip olur. Fakat bir yıl sonra maaşını alamamasından dolayı bu görevinden istifa eder. 1890 yılında İstanbul Gedikpaşa’daki Ticaret Mektebi’ne öğretmen olur. 1892’de ise mezun olduğu Galatasaray Lisesi’ne Türkçe öğretmeni tâyin edilir. Bu yıllarda Fikret, daha sonra Trabzon valisi olacak olan dayısının kızıyla evlenir. 1895’de doğan Haluk, onu baba yapar. Fikret iyi bir baba olur.

Bu devrede Fikret mutludur, iyimserdir. Madden ve manen huzur içindedir. Güzel, sevdiği bir işi ve eşi vardır. Yuvasına, devletine ve padişahına bağlıdır, onları canu gönülden sever. İlk şiirlerini yayımladığı Mirsad mecmuasının 1307/1891 yılında, devrin hükümdarı II. Abdülhamid için açtığı “Sitayiş-i hazret-i padişahı” konulu şiir yarışmasına katılır ve birinci olur. Bu şiirinde Fikret II. Abdülhamid’in devrini

Bugün safası cihanın taşar cihanlardan

Bugün sürür yağar hâke asumanlardan diye yüceltir ve padişahı

Medâr-ı muhteşem-i iftiharımız sensin

Senin vücuduna muhtacız ey veliyy-ünniam

İlel’ebed sana densin Halife-i âlem diye över.

Yine 1307/1891 yılında Mirsad mecmuasının Tevhid konusunda açmış olduğu şiir yarışmasında da Fikret, aşağıya bir kısmını aldığımız şiiriyle birinci olur:


İlâhi! Kalbler vardır ki aşkınla münevverdir

İlâhi! Ruhlar vardır ki vaslınla mübeşşerdir

Benim kalbim de. Yâ Rabb! Aşk ile ol nura

mazhardır.

Benim ruhum da neyl-i vaslına Yâ Rabb!

Talep-gerdir!

Değildir kulluğumdan başka lezzetten gönül agâh!.

Senin lutfundur ümmidim, senin meczubunum Allah!

Bu yıllarda o samimi bir müslümandır. Düzenli bir şekilde namazını kılar, ibadetlerine dikkat eder, çok tatlı bir sesle Kur’ ân okur (2). Ve bütün bunların tabii sonucu olarak da huzurludur, mutludur. Aşağıdaki “Sabah Ezanında” adlı şiirini bu yıllarda yazmıştır:

Allahü Ekber... Allahü Ekber..

Birsamt-ı ulvi: Güya tabiat

Hâmuş hâmuş eyler ibadet.

Allahü Ekber... Allahü Ekber..

Bir samt-ı nûlân: Güya avalim

Pinhân ü peyda, nevvâr ü muzlim;

Etmekte zikr Hallâk’ı dâim.

Allahü Ekber... Allahü Ekber..

Bir samt-ı ulvi: Kalb-i tabiat,

Bir samt’i nâlân; ruh-ı avalim

Etmekte zikr Hallâk’ı dâim

Etmekte ra’şan ra’şan ibadet.

Fikret’in bu durumu, 1896 yılına, yani 29 yaşma kadar devam eder. 1896 yılı Fikret’in hayatında önemli bir dönüm noktası olur. Bu tarihten sonra hayata bakış tarzında derin bir değişme göze çarpar. Bu tarihe kadar hayat, kâinat ve insana çok olumlu bir şekilde bakan ve çok samimi bir müslüman olan şâir, bu tarihten sonra yavaş yavaş, hiç bir şeyi sevmemeye, hayattan şikâyet etmeye, hüzünlü ve karamsar olmaya başlar. Gittikçe bedbinleşir ve dine karşı bağlılığı zayıflar hatta Allah’a karşı isyankâr bir tavır takınır.

Burada karşımıza çıkan en büyük soru, Fikret’teki bu değişmenin sebebinin veya sebeplerinin ne olduğudur. Şâir acaba 1896 yılından İtibaren niçin bu kadar değişmiştir?

Fikret’in bu bedbinliğinin, kötümserliğinin, ıztırabinin ve hayata olumsuz bakışının sebebi maddi değildir. Aslında Fikret hayatının hiç bir devresinde maddi sıkıntı içinde olmamıştır. Bu yıllarda Fikret “birkaç yerde birden memurdur: İstişare Odası Kalemi muavinliğine devam etmektedir. 1316 /1900’e kadar Galatasaray Sultanisi’nde Türkçe muallimliğinde kalır. 1312/1896 yılında hayatının sonuna kadar ayrılmadığı Robert Kolej’e gitmeğe başlar. (Akka’da Mutasarrıf olan) Babasından her ay onbeş altın para gelir. Ayrıca Ahmet İhsan, kendisine Servet-i Fünun’un yazı işlerini idare ettiği için haftada beş altın ücret verir. Bu iktisadî şartlarla Fikret, oldukça müreffeh bir aile yuvası kurmuştur. Karısı kendisine karşı çok sadık ve hürmetkardır. Şâir sosyal bakımdan da yüksek bir seviyededir. Etrafında parlak bir şöhret hâlesi teşekkül etmiştir. Arkadaşları onu her bakımından çok beğenirler ve öğmek için fırsat ararlar.

Bütün bu dış şartlara rağmen, Fikret muzdariptir” (3). Bizce Fikret’teki bu büyük değişikliğin sebeplerinden biri, belki de birincisi 1896 yılından beri çalıştığı Robert Kolej çevresidir. Yabancıların hâkim olduğu bu okulda Fikret, çok değişik bir çevre ile karşılaşır ve bu çevreden kuvvetle etkilenir. Bu okuldaki yabancıların ve yabancı zihniyetin tesiri şâiri yavaş yavaş inançlarından koparır. Türk aydınları içinde Tanzimat’tan beri ağır ağır gelişen pozitivist anlayış, Avrupai bir eğitim veren yeni açılan okullarda, yeni nesillerin zihinlerini bulandırır. Böyle Batı tarzı bir eğitim veren Galatasaray Sultanisi’nde okuyan ve burada aklına takılan birtakım sorularla karşılaşan ve bazı tereddütleri olan Fikret’in, Robert Kolej ve çevresinde yavaş yavaş tereddütleri artar, inancı zayıflar, hayata bakış tarzı değişir. Dindarlığı azaldıkça bedbinliği, karamsarlığı, kötümserliği artar. Hayattan nefret eder bir hale gelir, muztarip olur, hırçın, geçimsiz bir insan halini alır. Tanzimat’tan itibaren Avrupa’ya gidip gelen Türk aydınlarında görülen, milletini ve milletinin değerlerini hakir görme, onlardan nefret etme hastalığına Fikret.. Avrupa’ya gitmeden, İstanbul’da Robert Kolej çevresinde tutulur. Artık içinde yaşamak istemediği bu çevreden kurtulmak, başka diyarlarda yaşamak ister, Ömr-i Mu-hayyel şiirinde bu duyguyu dile getirir. 1899 yılında Servet-i Fünun’da neşrettiği Gayyâ-yı Vücut adlı şiiri, onun hayat karşısında aldığı kötümser tavrı çok açık bir şekilde gösterir. Şâir bu şiirinde hayatı haşerelerle dolu, kokuşmuş bir bataklığa benzetir. Bu bataklığa düşmüş olan insan, çırpındıkça batar. İnsan için hiç bir kurtuluş ümidi yoktur.

Fikret, bu devrede çırpınır, eski inançlan ile tereddütleri arasında bocalar bir kurtuluş yolu, çıkış yolu bulmağa çalışır. 1897 yılında neşrettiği İnanmak İhtiyacı adlı şiiri şâirin bu bocalayışını çok güzel bir şekilde gösterir:


Bütün boşluk; zemin boş, asuman boş, kalb u vicdan boş;

Tutunmak isterim, bir nokta yok piş-i hasarımda,

Bütün boşluk: Döner bir hiçi-i muhiş civarımda;

Döner beynim beraber, ihtiyarım, sanki bir sarhoş.

………………………

Bu yalnızlık, bu bir gurbet ki benzer gurbet-i kabre,

İnanmak... İşte bir âguş-ı ruhani o gurbette

Karanlık: Her taraf, her şey karanlık, bir hazin yeldâ!

Karanlık: Fehm ü dâniş, akl ü istihraç hep muzlim;

Bütün ruhumda müz’ic bir cemadiyet olur nâim

Kesafetten ibaret bir tecelli arz eder eşya

Hakikat zahir olmaz dide-i idrâke bir zerre...

Bu vehm-âlud bir zulmet ki benzer zulmet-i kabre;

İnanmak... İşte bir şeh-rah-l nurani o zulmette.

Şiirde sık sık kullanılan boşluk, yalnızlık, gurbet, karanlık, inanmak kelimeleri şâirin ruh halini çok güzel anlatır. Dini inançlarını kaybeden şâir, yeryüzünü, gökyüzünü, kalb ve vicdanları boş görmekte, kendini yalnız, yapayalnız hissetmektedir. Bu yalnızlık bir gurbete, bir kabir gurbetine benzer. Her taraf, her şey karanlıktır. Mânâsını kaybeden kâinat “kesafetten ibaret” bir hâle gelir. İnsan hakikati bir türlü göremez. Evet hayat, kâinat ve insanı, manâlı gösteren Allah’tır. Allah’a olan inancını kaybeden insan kendini boşlukta hisseder, bir ruhî bunalıma düşer, işte Fikret bu şiirinde içine düştüğü bu ruh buhranını anlatır.

Fakat şâir bir türlü bir çıkış yolu bulamaz. Kendisinde 1896 yılında başlayan bedbinlik, melankoli, hüzün, hayattan nefret duygusu her geçen gün artar, hayatı çekilmez bir hâle getirir. Şâir gittikçe hır-çınlaşır ve nefreti başka sahalara da yayılır. 1902 yılında Sis şiirini yazar. Bu şiir, Fikret’teki değişikliği göstermesi açısından çok önemlidir. Bu şiirinde Fikret, yüzyıllar boyunca bütün şâirlerimizin hayran olduğu, Divan şâirinin “bir taşına bin acem mülkü fedadır” diye yücelttiği İstanbul’u, yaşlı ve ahlâksız bir kadına benzetir ve şiirini:

Örtün, evet ey hâile... Örtün, evet ey şehr:

Örtün, ve meübbed uyu, ey fâcire-i dehr...

diye bitirir. Fikret, Türk edebiyatında bu kutlu beldeyi mel’un ve menfur bir şehir olarak işleyen ilk Türk şâiridir.

Fikret 1905’te Tarih-i Kadim’i yazar. Bu şiiriyle o, Osmanlı tarihine ve dine hücum eder ve

Ben benim, sen de sen, ne Rab, ne ibad!

diyerek herşeyi İnkâr eder. Çevresinden kopar, milletine ve devletine yabancılaşır. Bu sırada 21 Temmuz 1905 tarihinde Sultan II. Abdülhamid’e bir suikast düzenlenir. İsmail Hami Danişmend’in yazdığına göre, bu suikast, Anadolu’nun “Vilâyet-i Sitte” adı verilen altı şark vilayetinde bir Ermenistan devleti kurmak için Ermeni komiteleri tarafından dışarıda tertiplenmiştir (4). Fakat Yıldız Camii’nden çıkan Abdülhamit, âdeti hilâfına bahçede Şeyhül-islâm ile bir iki dakika konuştuğu için suikasttan kurtulur. Bomba patlar ve yirmi altı kişi ölür, elli sekiz kişi yaralanır. 1906 yılında bir Lahza-i Teahhur adlı şiirini yazan Fikret, bu suikastı:

Ey darbe-i mübeccele, ey dud-ı miintakim

Attın... Fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın.

diye tebcil eder. Fikret’in bu durumu içler acısıdır.

Fikret 1908’de II. Meşrutiyyet ilân edilip arkasından da 1909’da II. Abdülhamit tahttan indirilince, ihtilâli selâmlayan şiirler yazar ve ihtilâlcileri yüceltir. Hayata ümitle bakmağa çalışır.

Yine bu devrede o, Haluk’un Amentüsii adlı şiiriyle dikkat çeker. Bu şiiriyle milliyetini, şeytan, melek, cin, mukaddes kitaplar, haşir gibi hemen bütün dini değerleri inkâr eder. Tam bir pozitivist olarak karşımıza çıkar. Ona göre bir gün fen insanın bütün mes’elelerini halledecek, akıl mucizeler gösterecektir. Fikret’in kendi ifadesiyle “İrfanı tabiyyet değiştirmiştir”, bizden biri değildir artık o.

1912 yılında Fikret’in ümit bağladığı “hürriyet mücahitleri” Meclis-i Meb’usanı kapatır, ülkeyi iyi idare edemez ve bir terör havası estirirler. Fikret’in ifadesiyle “kanun diye, kanun diye, kanun tepelenir”. Fikret bütün umutlarını yitirir, tekrar bedbinleşir.

Kopsun seni! Bir hakk diye alkışlayan eller!..

diye İttihat ve Terakki Fırkasına lanetler yağdırır. Meşhur Hân-ı Yağma (yağma sofrası) şiirini yazarak onları:

Bu sofracık, efendiler,-ki iltikame muntazır

Huzurunuzda titriyor-şu milletin hayâtıdır;

Şu milletin ki muztarib, şu milletin ki muntazır!

Fakat sakın çekinmeyin, yiyin,yutun hapır, hapır...

Yiyin, efendiler yiyin; bu hân-ı iştihâ sizin;

Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

diyerek çok ağır bir şekilde hicveder. Bütün bütün karamsarlaşır, hayata küser, Aşiyân’ına çekilir ve bu karamsarlık içinde 1915'te 48 yaşında ölür.

Fikret'in memleketi kurtaracak bir kahraman olarak gördüğü, "Bize bol bol ziya kucakla getir" diyerek, ilim tahsil etmek üzere önce Avrupa'ya sonra da Amerika'ya gönderdiği oğlu Haluk ise, Amerika'da papaz olur ve memleketine dönmez.

Fikret 19. ve 20. yüzyılda Türk aydınlarının yaşadığı "medeniye burhanı" nı derinden yaşamış bir Türk şairidir. O, dinin, büyük, yeri başka hiçbir şeyle doldurulamayan beşeri manasını anlayamamış, 19. yüzyıl sığ pozitivizminin kurbanı olmuştur.

İbretle okunacak bir şair olarak, onun trajedisi, Tanzimat'tan bu yana Türk aydınının devam eden trajedisidir. Fikret ve bir çok Türk aydını, Yunus'un yüzyıllar önce kavradığı

Kemdürür yoksulluktan, nicelerin varlığı

Bunca varlık var ikengitmez gönül darlığı.

mısralarında ifadesini bulan, inancını kaybetmiş bir insanı, maddi kainatta hiçbir şeyin tam olarak tatmin edemeyeceği hakikatını kavrayamamıştır.

DİPNOTLAR
1) Mehmet Kaplan, Teyfik Fikret, İst.971,s.44.
2) y.a.g.e.,s.74.
3) y.a.g.e.,s.76.
4) İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Taarihi Kronolojisi,c.ıv,s.348,1955.
 
İbn Sina (980 - 1037)

Felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya, tıp ve müzik gibi bilgi ve becerinin muhtelif alanlarında seçkinleşmiş olan, İbn Sînâ (980-1037) matematik alanında matematiksel terimlerin tanımları ve astronomi alanında ise duyarlı gözlemlerin yapılması konularıyla ilgilenmiştir.

Astroloji ve simyaya itibar etmemiş, Dönüşüm Kuraminın doğru olup olmadığını yapmış olduğu deneylerle araştırmış ve doğru olmadığı sonucuna ulaşmıştır. İbn Sînâ'ya göre, her element sadece kendisine özgü niteliklere sahiptir ve dolayısıyla daha değersiz metallerden altın ve gümüş gibi daha değerli metallerin elde edilmesi mümkün değildir.


İbn Sînâ, mekanikle de ilgilenmiş ve bazı yönlerden Aristoteles'in hareket anlayışını eleştirmiştir; bilindiği gibi, Aristoteles, cismi hareket ettiren kuvvet ile cisim arasındaki temas ortadan kalktığında, cismin hareketini sürdürmesini sağlayan etmenin ortam, yani hava olduğunu söylüyor ve havaya biri cisme direnme ve diğeri cismi taşıma olmak üzere birbiriyle bağdaşmayacak iki görev yüklüyordu.

İbn Sînâ bu çelişik durumu görmüş, yapmış olduğu gözlemler sırasında hava ile rüzgârın güçlerini karşılaştırmış ve Aristoteles'in haklı olabilmesi için havanın şiddetinin rüzgârın şiddetinden daha fazla olması gerektiği sonucuna varmıştır; oysa meselâ bir bir ağacın yakınından geçen bir ok, ağaca değmediği sürece, ağaçta ve yapraklarında en ufak bir kıpırdanma yaratmazken, rüzgar ağaçları sallamakta ve hatta kökünden kopartabilmektedir; öyleyse havanın şiddeti cisimleri taşımaya yeterli değildir.


İbn Sînâ'ya Aristoteles'in yanıldığını gösterdikten sonra, kuvvetle cisim arasında herhangi bir temas bulunmadığında hareketin kesintiye uğramamasının nedenini araştırmış ve bir nesneye kuvvet uygulandıktan sonra, kuvvetin etkisi ortadan kalksa bile nesnenin hareketini sürdürmesinin nedeninin, kasri meyil (güdümlenmiş eğim), yani nesneye kazandırılan hareket etme isteği olduğunu sonucuna varmıştır.

Üstelik İbn Sînâ bu isteğin sürekli olduğuna inanmaktadır; yani ona göre, ister öze âit olsun ister olmasın, bir defa kazanıldı mı artık kaybolmaz. Bu yaklaşımıyla sonradan Newton'da son biçimine kavuşan eylemsizlik ilkesi'ne yaklaştığı anlaşılan İbn Sînâ, aynı zamanda nesnenin özelliğine göre kazandığı güdümlenmiş eğimin de değişik olacağını belirtmiştir.

Meselâ elimize bir taş, bir demir ve bir mantar parçası alsak ve bunları aynı kuvvetle fırlatsak, her biri farklı uzaklıklara düşecek, ağır cismimler hafif cisimlere nispetle kuvvet kaynağından çok daha uzaklaşacaktır.

İbn Sînâ'nın bu çalışması oldukça önemlidir; çünkü 11. yüzyılda yaşayan bir kimse olmasına karşın, Yeniçağ Mekaniği'ne yaklaştığı görülmektedir. Onun bu düşünceleri, çeviriler yoluyla Batı'ya da geçmiş ve güdümlenmiş eğim terimi Batı'da impetus terimiyle karşılanmıştır.

İbn Sînâ, her şeyden önce bir hekimdir ve bu alandaki çalışmalarıyla tanınmıştır. Tıpla ilgili birçok eser kaleme almıştır; bunlar arasında özellikle kalp-damar sistemi ile ilgili olanlar dikkat çekmektedir, ancak, İbn Sînâ dendiğinde, onun adıyla özdeşleşmiş ve Batı ülkelerinde 16. yüzyılın ve Doğu ülkelerinde ise 19. yüzyılın başlarına kadar okunmuş ve kullanılmış olan el-Kânûn fî't-Tıb (Tıp Kanunu) adlı eseri akla gelir.

Beş kitaptan oluşan bu ansiklopedik eserin Birinci Kitab'ı, anatomi ve koruyucu hekimlik, İkinci Kitab'ı basit ilaçlar, Üçüncü Kitab'ı patoloji, Dördüncü Kitab'ı ilaçlarla ve cerrâhî yöntemlerle tedavi ve Beşinci Kitab'ı ise çeşitli ilaç terkipleriyle ilgili ayrıntılı bilgiler vermektedir.


İslam tarihinde önemli adımların atıldığı bir dönemde bilim hususunda daha sonra gelişecek olan Avrupa biliminde de önemli etkileri olacak olan İbn Sina, geliştirdiği felsefeyle de daha sonraları bir çok İslam alimi tarafından da eleştirilmiştir
 
Dünyayı Aydınlatanlar: İbn-i Sina
Safvet SENİH


İbn-i Sina, hicri 370 senesi Saferinde yani Miladi 980 senesi Ağustos ayında Buhara’ya bağlı Khormisen kasabasında doğÂ�*muş, hicri 428 senesi Ramazan ayının ilk cumasında ( 21 Haziran 1037) den Hem edan’ da vefat etmiştir. Tahsilini nasır yaptığını kendisi şöyle anlatıyor:

“Ben, biraz büyüdükten sonra babam tekrar Buhara ‘ya döndü. Bizi de birlikte (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürdü. Buhara’ da muallimliğime tayin ediÂ�*len zattan ilk tahsile ait şeyleri öğrendim. On yaşıma geldiğim zaman, Kur’an-ı Kerim’i ezberlemiş, birçok şeyler öğrenmişÂ�*tim. Yaşım biraz daha ilerleyince diğer bir zattan hesap, başka birisinden “fıkıh” ve “kelâm” öğrendim. Farabî felsefesine vakıf olan Abdullah Natılı adlı bir âlimden hususi olarak mantık ve felsefe okudum. Sonra resmen ders vermesine ruhsat verilince ayni şahıstan el-macesti’ye başladım. Aynı zaÂ�*manda tıp da tahsil ediyordum, öğrendikÂ�*lerimi de hastalar üzerindeki müşahedelerimle ikmale çalışıyordum. Tecrübe ve müÂ�*şahededen, kitap okumaktan ziyade istifaÂ�*de ettim. Artık ons ekiz yaşıma gelmiştim. Mütemadiyen çalışıyordum. Geceleri ya mütalâa ile veya birşey yazmakla geçiriyorÂ�*dum. Yorulduğum ve uyku bastığı zaman uykumu açacak birşeyler içiyordum. UyÂ�*kum kaçınca da tekrar mütalâaya koyuluÂ�*yordum. Uykuda bile zihnim ekseriya, okuÂ�*duğum şeylerle meşgul olurdu. Çok kere uyandığım zaman, evvelce halledememiş olduğum şeyleri uykuda halletmiş olduğuÂ�*mu anlardım.

Sonraları metafiziğe başladım. Fakat buna ait kitabı belki kırk defa okuduğum halde birşey anlamamış, ümitsizliğe düşmüştüm. Tam bu sırada birgün bir kitapçı dükkânına uğramıştım ki; mezatta bir kiÂ�*tap satıldığını gördüm. Del lal bu kitabı almamı tavsiye etti. Kitabı tetkik ettim. Bu kitap, o zamana kadar bir türlü anlayamamış olduğum, metafiziğe ait Farabi’nin bir eseriydi. Alıp eve dönünce hemen tetkike koyuldum. Bitirinceye kadar dikkatle okuÂ�*dum. Bitirdiğim zaman, o vakte kadar bir türlü anlayamamış olduğum metafiziği tamamıyla kavramıştım. Sevincime sınır yokÂ�*tu. Secde-i şükrana kapandım. Fakirlere sadakalar dağıttım.”

Çok renkli ve canlı bir hayat yaşayan bu büyük insan, dershanesinde veya kliniÂ�*ğinde olduğu gibi, vezirlik masasında da, hapishane köşesinde de daima düşünen bir âlim, yazan bir müellif olarak kalmıştır.

Beyninde her an şimşekler çakan bu ateşli zekânın meçhuller âleminin derinÂ�*liklerine dalmak hırsını ve her an yeni bir heÂ�*yecan dalgası içinde çırpınan kararsız ruÂ�*hunun daimî huzursuzluğunu gidermek maksadıyla, her yerde ve daima okumuş, okutmuş ve yazmıştır.

Onun korkunç kasırgalara benzeyen hayat akışı içindeki derin tefekkürü, daÂ�*imi didinişi, beyin ve bünyesinin sınırsız bir enerji ve hayatiyet kaynağı olduğunu göstermektedir.

İrfan sahasının genişliğini anlatan eserlerinin listesini tetkik ettiğimiz zaman, karşımızda sistem sahibi bir filozof, hazık ve âlim bir tabib, kuvvetli ve kritikçi bir mantıkçı, keskin nazarlı bir astronomi âlimi, bir riyaziyeci, tecrübe ve müşahedeyi rehber edinen bir tabiat âlimi yükselmektedir. O, zamanında mevcut olan ilimlerden hiçbirine yabancı değildir. Hepsini inceleÂ�*miş ve hemen hemen hepsine dair eserler yazmıştır. Bu arada en çok hayret edilecek husus da şüphesiz ki; sayısı yüzlere ulaşan eserlerinin en büyüklerini, ihtisas dalgalarıÂ�*nın insafsız sadmeleriyle sarsıldığı veya oraÂ�*dan oraya kaçmaya mecbur kaldığı veya bir kalede mahpus bulunduğu buhranlı zaÂ�*manlarda yazmış olmasıdır. Ondaki ilim aşkı, haiz olduğu harikulade zekâ, tükenÂ�*mez enerji ile denk sayılacak kadar şiddetli idi. Bunlar ona pek haklı olarak, “Eş’ Şeyh’ ür-reis” unvanını kazandırmıştır.

İbn-i Sina ilimde olduğu kadar ahlâkta da yüksek bir insandı. Siyasî rekabetlerle kendisine binbir türlü ezaları reva görmüş olanlardan intikam almak fırsatını elde ettiği zaman, asla intikama tenezzül etmemişti. Hatta onları cezalandırmak isteyen hükümdarı bu fikrinden vazgeçirmişti.

Batı âlemi küflü hurafeler içinde boÂ�*ğulmuş olduğu bir sırada, o, bütün kâiÂ�*natın, Yaratanın değişmez kanunlarına bağlı olduğunu, arz kabusunun orojenik ve teknoik kuvvetlerle ve dağların vadilerinin fıtrî kanunlara uygun olarak teşekkül ettikÂ�*lerini ilmî esaslar dâhilinde izah ediyordu.

Kuvvet mefhumunu Aristo’dan mülÂ�*hem ele aldığı halde, ondan çok daha fazla dinamizme vardığını görüyoruz.

İbn-i Sina kuvvetlerin çekimi ve ağırlıkların kaldırılması vasıtası ile kuvvetin eserlerini gösteriyor. “Eserin şiddeti ne kaÂ�*dar artarsa kat edilen mesafe o kadar azalır” şeklindeki (mihanik) prensibini hatırlatıÂ�*yordu.

İbn-i Sina, zaman mevzuunda: “ZaÂ�*man ancak hareket vasıtası ile tasavvur ediÂ�*lebilir. Hareketin hissedilmediği yerde zaÂ�*man da yoktur” diyordu. Hele, zamanın izafiyeti ile alâkalı fikri ise çok enteresan; “Zamanın sükûn ile hiçbir münasebeti yokÂ�*tur. Aynı zaman muhtelif hareketlerin ölÂ�*çüsü olabilir.”

İbn-i Sina, ruhun varlığının (benliğin) maddeden başka bir varlık olduğunu da şöyle isbat etmektedir:

1- Ruh (Ene,) Ben Cisim değildir, çünkü bedeni meydana getiren bütün parÂ�*çalar, daima büyümek ve çürümektedir. Hâlbuki benlik ile işaret edilen ruh cevheri, bu hallerin hepsinde de bakidir. Kendisinde değişiklik yoktur. Baki olan, baki olmaÂ�*yandan başkadır. Öyleyse cisim ve cesetten ayrı bir nefs-i natıka, bir ruh vardır.

2- Bütün hallerde insan, kendi zatını ve varlığını idrak etmektedir. Bu idrak vasıÂ�*tasız olarak meydana gelir. Hiçbir hal yokÂ�*tur ki, benlik kendi varlığından şüpheye düşsün, kendisinden gafil olsun. Uyku ve baygınlıkta bile.. Demek ki çeşitli senelerde yaptığı iyilik ve kötülüğü kendisinin yaptığını bilen insanda (ben) diyen kuvvet değişip duran, yenilenip tazelenen bedenÂ�*den ve bedenin parçalarından başka bir varlıktır.

İbn-i Sina’nın tıbbî keşiflerinden bazıları:

Onun, (Kanun) adlı kitabında en çok dikkate değer buluşlar, kan deveranı ve teneffüse ait olanlardır. İbn-i Sina’nın Harvey gibi tam bir devaran şeması çizip çizmediğini bilemiyoruz. Fakat Tıpta Kanun Kitabının muhtelif bölümlerinde dev arana ait hükümlerinde Harvey’e o kadar yaklaÂ�*şıyor ki, bu fikirleri niçin daha toplu olaÂ�*rak ifade edip tam bir plan vermediğine hayret etmek icap eder. Kelime kelime Kanun’da bu mevzu ile alâkalı ifadeler inceleÂ�*nirse, İbn-i Sina’da hem büyük, hem küçük kan dolaşımı hakkında oldukça açık bir fikrin mevcut olduğu görülür.

Umumiyetle İbn-i Sina’nın nabız hakÂ�*kındaki fikirleri incelendiğinde hem kenÂ�*dinden önceki hem de sonraki hekimlerde, ondaki kadar kuvvetli ve derin müşahedeÂ�*lere rastlanamaz. İbn-i Sina, bizzat atardaÂ�*mar cıdan hastalıklarından doğan nabız deÂ�*ğişmeleriyle; kalbi normal olmayan işleyiÂ�*şinden meydana gelen nabız değişmelerini kafi olarak birbirinden ayırmış ve böylece modem anlayışlara yol açmıştır. Bunlar öyle keşiflerdir ki, dünyanın bunları kavÂ�*rayabilmesi için uzun asırların geçmesine ihtiyaç vardır.

Eski âlimlerden çoğu teneffüste, akÂ�*ciğerlerin hareketlerini aktif telakki ediyorÂ�*lardı. Hâlbuki “El’Kanun fi’t-tıb”da İbn-i Sina şöyle diyor: “Göğsün hareketi bizzat olup, akciğerin hareketi göğse bağlı olarak meydana gelir.” Bu hüküm, akciğerlerin haÂ�*reketlerini aktif değil pasif telakki eden modern fizyolojik bilgimize uygun gelmekÂ�*tedir.

İbn-i Sina nefes ritmasını hârikulâde bir incelikle tasnif eder; ona göre nefes şöyle taksim olunur: 1- Büyük nefes (TeÂ�*neffüs organları hareketi mümkün olan her yönde toplu halde hareket eder) 2- Uzun nefes (Hararetin eksikliğinden) 3- Küçük nefes (ağrı, sızı, acı, olduğunda) 4- Hızlı ve yavaş nefes 5- Sıcak ve soğuk nefes 6- Mütevatir ve alışılmış nefes, 7- Zayıf ve kuvÂ�*vetli nefes, 8- Kesik ve devamlı nefes (göÂ�*ğüs kaslarında kasılma, büzülme olursa) 9-Çirkin ve güzel kokan nefes, 10- Düzgün ve muhtelif nefes.

Bu kadar ince bir tasnifin manası ancak “deney metodlarının” inkişafından sonra, yani 9’uncu asrın ikinci yansında kavranmaya başlanmıştır.

Doğum hâdisesinin izahı hususunda da İbn-i Sina, kendinden evvelkileri çok geçmiştir. Malumdur ki Aristo ve Hipokrat’a göre cenin, hamilelik müddetinin bitÂ�*mesinin sonunda kendi kuvveti ile aktif olarak rahimden çıkar. İbn-i Sina bu hükÂ�*mü şöyle tashih eder: “Karın kaslarının raÂ�*himde olan cenini sıkıp dışarı çıkarmakta yardımları olur.” Demek ki, İbn-i Sina, ceÂ�*ninin aktif olarak değil pasif olarak ve ana uzvunun karnı tazyiki ve rahim kasılmaları ile çıkarılmakta olduğunu biliyordu.

İbn-i Sina’da, kaslardaki “boşaltma tertibatına” ait de bazı fikirlerle de karşıÂ�*laşıyoruz. Mesela, mesane bahsinde: “İdrar kabı ağzında bir kas vardır ki mesaneyi çevrelemiştir, gevşeyince tutma gücü kaybolur.”

Sphincher kasının işleyiş mihanikiye-ti de hakikaten böyledir.

Kasların hararet meydana getirdikleÂ�*rinin, İbn-i Sina tarafından sezilmiş olduÂ�*ğunu gösteren şu ifade de oldukça entereÂ�*sandır: “ Kaslar, soğukluğun şiddetini kırıÂ�*cıdırlar.”

Schrutz 608’nci sayfasında İbn-i Sina’dan uzun boylu bahsederken Plemit’ lerin kati olarak tefrik edilişini ve ampiyem (iltihap birikmesi)’lerin açılmasının ve tahliyesinin. İbn-i Sina’ya râcî olduğunu zikretmektedir. Sadece şu iki keşif, bir ismi ebedileştirmeye kâfidir.

Sinirler ve merkezi sinir sistemi saÂ�*hasında da (Kanun)’da pekçok orijinal malûmat mevcududur. Meselâ, sinirlerin faydaÂ�*ları bahsinde, şunları söyler

1- Beyin diğer organlara his ve haÂ�*reket verdiğinde sinirler onların aralarında vasıtalık yapar.

2- Eti sertleştirir, bedeni takviye eder. Karaciğer, dalak, akciğer gibi his olÂ�*mayan organların faaliyetlerini temin eder.

Beyinden gelen his ve hareket sinirleÂ�*rinden ancak başta ve yüzde olan organlar ve karındaki ciğer ve bağırsaklar istifade ederler. Diğer organlar his ve hareketi, omurilikten çıkan sinirlerden alırlar.”

Bu hükümler, henüz ibtidâî de olsaÂ�*lar beyin ve omurilik sinirlerinin tefrikine dair ilk adımlan teşkil etmektedir.

İbn-i Sina’nın en iyi tetkik ettiği hasÂ�*talıklardan birisi de şüphesiz sanlıktır. Bu hususta “El-Kanun fı’t-tıp” isimli kitabında şu izahatı veriyor. “Sarı sanlığın çoğu keÂ�*re sebebi karaciğer ve öd kesesi cihetlerinÂ�*den, siyah sanlığınki ise, dalaktandır. Bazen karaciğere de bağlı olur.

Biz deriz ki, safra sanlığı safranın çok meydana gelmesiyle olur. Veyahut fazÂ�*la meydana gelmese de, akışının engellenÂ�*mesi sebebiyle toplanıp çoğalır.

Keza, akrep ve yılan sokması da safÂ�*ra doğurur. Kuzey yelleri estiğinde ve soÂ�*ğuk kışta da sarılık çok olur. Terlemek âdeti olanlarda da sanlık meydana gelir. İstifra edememeden doğan sanlıklar; öd kesesi, bağırsaklar ve diğer organlardan birinde toplanan safranın istifra edilmeyişindendir. Sebebi ise, mecralarının tıkanÂ�*ması ve karaciğerle mecra arasındaki tıkanıklıktır. Karaciğerin, sıcak yumru şişleÂ�*rinden (yani tümör ve kist) de sarılık olur. Karaciğere soğuk dokunsa, karaciğerde olan mecraları (yani boşaltma kanalları) tıÂ�*kanır.

Bazı kere de öd keselerinin mecraÂ�*sında tıkanıklık olur.

Sarılığın alâmetleri: İdrarın rengi koÂ�*yu olur. Şehveti az, susuzluğu çok, idrarÂ�*da kırmızılık... Sonra idrar şiddet üzere sarı ve nihayet siyah olur. Kıvamında koyuÂ�*luk ve koku olur.”

Kanundan aldığımız ve İbn-i Sina’nın keşiflerinden ancak bir kısmını gösterebilen bu satırlar, dâhinin ilim âlemine verdiği heÂ�*diyelerin azametini ortaya koymaya kâfidir sanırım. İbn-i Sina bu keşifleri kadar da tıp ilminin hakiki mahiyetini ve tabibin vaÂ�*sıflarını gösteren yazılan ile zihinlerde silinÂ�*mez bir iz bırakmıştır.

Tıbba hem koruyucu, hem şifa verici bir ilim nazarı ile bakan İbn-i Sina, bu suÂ�*retle tababeti ilimlerin ilmi telakki etmiş ve tıbbı en yüksek mertebeye ulaştırmıştır. Hatta yalnız ameli tıp çemberi içinde kalanlarla geniş bir genel kültüre dayanan hekimleri birbirinden ayırarak birisine sırf tabib, diğerine filozof tabib ismini vermişÂ�*tir. Filozof tabib unvanını kendinden önce geçenler arasında Galen’e vermiştir. Kendi buluşu olan bu mefhuma en çok yaraşan isim şüphesiz kendi adıdır.
 
İbn Haldûn

İbn Haldûn (1332-1406) Hadramut'tan Endülüs'e göç edip daha sonra Tunus'a yerleşen asil bir aileye mensuptur. Maceralı bir hayat sürmüş, hem memleketinde hem de Endülüs'te bulunan küçük sultanlıklarda vezirlik de dahil olmak üzere çok önemli idarî görevlerde bulunmuştur. Bu sırada muhtelif toplulukları yakından gözleme olanağını elde etmiş ve Berberî tarihini konu edinen yedi ciltlik meşhur yapıtı Kitâbu'l-'İber'i 1380 tarihinde tamamlayarak ilk nüshasını Tunus sultanına sunmuştur.

Bir süre sonra, hacca gitmek niyetiyle Tunus'tan ayrılan İbn Haldûn, Kâhire'ye ulaştığında Memlûk sultanı el-Melikü'z-Zâhir Berkûk tarafından Ezher Medresesi'nde görevlendirilmiş ve 1384 yazında Mâlikî Başkadılığı'na atanmıştır. Akdeniz yoluyla Mısır'a gelmekte olan ailesini bir deniz kazasında kaybetmesi üzerine, görevinden ayrılarak bir çiftliğe çekilmiş ve Kitâbü'l-'İber'i yeniden gözden geçirip eksiklerini gidermiştir (1394)

Timur'un Şâm'ı kuşatması sırasında, Memlûkların sefâret heyetine başkanlık ederek Timur'la görüşmüş ve Şâmlıların teslim olmak için ileri sürdükleri koşulları Timur'a benimsetmeye çalışmıştır.

İbn Haldûn, Kitâbu'l-İber'in meşhur Mukaddime'sinde, yani girişinde, tarih disiplinini bilimleştirmeye çalışır. Bilindiği gibi, Aristoteles tarihî araştırmayı bilimin dışında bırakmış ve bilimlerin, insanların neden oldukları değişken olaylarla değil, değişken olmayan olaylarla ilgilenmesi gerektiğini söylemişti. İbn Haldûn öncelikle bu görüşe karşı çıkarak tarihin bilimleştirilebileceğini savunmuştur.

İbn Haldûn'a göre, tarih Yunan tarihçileri ile bunlardan sonra gelen Müslüman tarihçilerinin düşündükleri gibi, bir takım dinî, siyasî ve askerî olayları, oluş anlarına göre arka arkaya sıralamaktan veya peygamberlerin ve hükümdarların hayatlarını anlatmaktan ibaret değildir. Bir tarihçinin, öncelikle tarihî olaylardaki benzerlikleri ve farklılıkları saptayarak, bunlar arasındaki zaman ve mekan dışı nedensel ilişkileri belirlemesi gerekir; tarih, ancak bu düzeye ulaştırıldığında bilimleşebilir.

İbn Haldûn'un, Kitâbü'l-'İber'i uzun bir süre tarihçilerin ilgisini çekmemiştir; değeri ilk defa Türk tarihçileri tarafından anlaşılmış ve 16. yüzyıl Osmanlı bilginlerinden Muhammed ibn Ahmed Hâfızüddin 'Acemî (öl.1550) Medînetü'l-'İlm (Bilim Kenti) adlı yapıtında İbn Haldûn ile yapıtlarından söz etmiştir. Daha sonra, Mukaddime'nin bir kısmı, Şeyhülislâm Pirîzâde Mehmed Sâhib Efendi tarafından 1749'da Türkçe'ye çevrilmiş ve 1858'de iki cilt halinde İstanbul'da basılmıştır. Geriye kalan kısmı ise Ahmed Cevdet Paşa çevirerek 1860 yılında İstanbul'da yayınlamıştır. Ancak bu tercümeler oldukça serbest bir anlayışla yapıldığı ve mütercimlerin görüşlerini de kapsadığı için, bir telif olarak da kabul edilebilir.
 
Taha TAHSİN


20.jpg

Sosyolojinin kurucusu...
Tarih felsefesinde deha.
Psikoloji usullerini tarihe uygulayan ilk âlim...


Bundan altı asır evvel, Hicri 732 miladi 1332'de Tunus'ta doğdu. Babasından ilim tahsil etti. İlk önce Kur'an'ı ezberledi. Yedi kıraat şeklini öğrendi. Edebiyat, fıkıh ve hadis ilimlerini öğrendikten sonra aklî ilimleri de tahsil etti. Genç yaşında âlimlerin meclisine girdi. Bilgi ve faziletlerinden istifade etti. Herbirinden icazetnameler aldı. Bir seyahatte, Fas Emiri Ebu İnan'ın veziri oldu. Kendisini kıskanan memurların iftiraları yüzünden hapsedildi. Ebu vefat edince yeni Emir onu serbest bıraktı ve umumî kâtipliğine tayin etti. Kabilelerin isyanı üzerine Emir iktidarı kaybetti. Bunun üzerine İbn-i Haldun Gırnata'daki Beni Ahmer devletine gitti ve burada tarih çalışmaları için müsait zemin buldu.

Kastil Kralı'na elçi olarak gönderildi. Vezir İbn-i Hatip'in rekabeti yüzünden Gırnata'dan ayrılmaya mecbur oldu. Becaye Emiri Ebu Abdullah'ın davetini kabul etti ve ona vezirlik yaptı. Becaye ile Constantin arasındaki gerginlikleri gidermeye çalıştı. Siyasî hayatın istikrarsızlığı onu ilmi çalışmaları için Telemsan'da yerleşmeye zorladı. Fakat idarî kabiliyetinden faydalanmak üzere davet edenlerin çokluğu onu tekrar faal hayata soktu. Telem san Sultam Ebu Hama onu hudutları koruyan kabilelere başkan tayin etti. Bu askeri vazife münasebetiyle İbn-i Haldun sahra halkını tanıma ve göçebeler hakkında derin tetkikler yapma fırsatını buldu. Zaten tarihle ilgili görüşlerini bu tecrübeler vasıtasıyla kristalize etti.

Tunus'ta, Fas'da, Cezayir'de ayrı hanedanlar hüküm sürüyordu. Köylerin ve kervanların kabilelerce yağma edilmesi, hanedanlar arası savaş, şehirlerin emniyetsizliği, sahradaki otorite boşluğu istikrarlı bir hayatı engelliyordu. 47 yaşma gelmişti ve devamlı okumaları, siyasî tecrübeleri ile büyük bir malumat, bilgi biriktirmişti. Siyasî hayatı bırakarak kendi tabiri ile "yeni bir ilim" yazmaya karar verdi. Bu suretle Selâme Oğullan Kalesi'ne çekilerek dört yılda meşhur "Mukaddime"sini yazdı. Eserini Sultan'a ithaf etti ve yazma nüshayı kütüphaneye verdi. İbn-i Haldun neticeyi beklemeden Hacca gitmek için Tunus'tan gemiye bindi. Dönüşünde onu hayranlıkla karşılayan Mısır'a yerleşti. El-Ezher'de ders verdi ve Kadı'ül-Kudat (kadıların kadısı) tayin edildi. Timurlenk Beyazıt'ı yendikten sonra Mısır'ı zapta kalkmıştı. Melik Nasır tehlikeyi atlatmak için İbn-i Haldun'u Şam'a elçi olarak gönderdi. Vaktinde yapılan bu hareket tesirini gösterdi ve Mısır'ı istiladan kurtardı.

Mukaddimesinde modern tarih felsefesine ve modern sosyolojiye rehberlik yapacak bir tarih teorisi ortaya koydu. İbn-i Haldun tarihte iki manzara görüyor. Birincisi: Kronik. İkincisi: Asıl tarih. Kronik, vakaların tasviridir ve yalnızca edebî değeri vardır. Tarihin ise bazı prensipler ve sebeblerin yorumlanmasına ve muhakemeye ihtiyacı vardır. İşte buradan tarihin hakikati doğar. Tarih yalnız gerçek hâdiseler değildir; aynı zamanda bunların gerçekleşmesini gerektiren şartların tahlilidir. Bu şartların tetkiki çok geniş olabilir ve insan cemiyetinin bütün manzaralarını kuşatabilir. İnsan cemiyeti bütünlüğü ile ele alınmıştır.

İbn-i Haldun'un hükümdarlar katında dolaşmasını bir kusur olarak isnad edenler, ıstıraplar ve kargaşalıklar içinde çalkalanan o devrin Endülüs'ü ile Batı Afrikası gibi ülkelerde yaşayanlar için bunun bir kusur teşkil etmeyeceğini unutuyorlar. Birbiriyle çekişen bu hükümdarlar arasında bulunmanın, bir ilim adamı ve bir müşahedeci olarak İbn-i Haldun'a çok yönlü faydaları olmuştur. Sanki hükümdar ve idareciler İbn-i Haldun için bir tecrübe tahtası olmuştur. Devletlerin hallerini gözleriyle görmüş, yüksek dehası ile hâdiselerin sebeb ve amillerini incelemiş ve bu incelemeler, eserini bu metoda göre yazmasına da bir amil olmuştur. Eğer İbn-i Haldun'un bu renkli hayatı olmasa idi Mukaddime'sini bu şekilde mükemmel olarak yazamazdı.

İbn-i Haldun görüş ve düşüncelerini müşahede ve tecrübeye dayandırmıştır. Günümüzde Sosyal Psikolojinin söylediklerini altı asır öncesinden söylüyor: İnsan alışkanlıklarının ve kazandı ki an nın mahsulüdür. Yoksa tabiat doğuştan mizacının eseri değildir. Kavimlerin karakterleri varsa, bunlar da onların kazandıklarının eseridir. Bundan dolayı âdetler insan tabiatını değiştirirler. Bir şeye alışılınca o görenek ve âdet olur. Âdet de tabiat (huy) olmaya kadar gider. Böylece insan karakterlerini sosyal faaliyette kazanır.

Sosyal hâdiseler üzerinde coğrafi tesire büyük ehemmiyet vermektedir. İklimin kişiliğe, coğrafyanın aktiviteye; gıdaların yine insan karakterine tesir ettiğini söyler. Batıda bu anlayış, fazla abartılarak, "insan yediğidir" denmiştir. Dağlılar sert, mert ve az konuşan insanlardır. Sahillerde yaşayanlar yayvan ve nemli vücutlu olurlar. Aşın iklimler toplumun refahına elverişli değildir. Bundan ötürü medeniyetler mutedil iklimlerde kurulmuştur. Bu medeniyetler daha istikrarlı ve çevreye intibaklıdırlar. Modern sosyoloji ve coğrafyacı ekol de aynı kanaat ve görüşlere iştirak etmektedirler. Zencilerin hafifmeşrep, oyun ye eğlence düşkünü olmalarını iklimlerinin fazla sıcaklığının beyinlerine olan tesirinde görür. Ona göre kanaat, darlığa ve yoksulluğa tahammül, sade yaşayış, kişiler için en güzel faziletlerdendir. Kendisi göçebe hayatına düşkündür. Göçebelerin ahlâk, terbiye, mertlik, insaniyet, kahramanlık, bahadırlık ve cesaret bakımından şehirlilere nispetle çok yüksek bir derecede bulunduğunu bu eserinin birçok yerinde tekrarlar. Şehirlere yakın, tekellüflü yaşayışın itiyat ve icaplarına düşkün olan kavimlerle temasta bulunan göçebelerin mertlik, fedailik ve bahadırlık meziyetleri o nisbette eksilir.

Devletlerin kuruluş çağı fedaîlik, hamiyet ve kahramanlık devresi olduğu için tekâmüle doğru yürüme çağıdır. Servet kazanılmış olduğu için ikinci devre rahatlığa ve tekellüflü hayatın âdet, itiyat ve israflarına dalma çağıdır, üçüncü devre, tekellüflü hayatın neticesi olarak yorulma, yıpranma ve ihtiyarlama çağıdır, ihtiyarlık bir kere çöktü mü artık ondan kurtuluş yoktur. Ancak taze kuvvetler kullanmak suretiyle tamir ve revizyon sayesinde devletlerin ömürleri uzatılabilir. Fakat her halde yıkılma mukadderdir. İnsanlar ölümden kurtulamadıkları gibi, devletler için de yıkılmaktan kurtuluş yoktur. Her kemalin bir zevali vardır.

Medenî hayatın lezzet ve nimetleri içinde yaşayarak yıpranmamış olan kavimlerin diğerlerine nispetle devlet kurmaya ve memleketler fethetmeye daha muktedir olduğunu söyler. Cenab-ı Hakkın, İsrail Oğullarını kırk yıl Tin Sahrasında dolaştırmaktan maksadının; onları istiklâl kazanmaya ve korunmaya alıştırmak; kendilerine va'dedilen mukaddes toprakları fethedebilmeleri için şecaatli ve cesaretli olarak yetiştirmek; zillet ve hakirliğe alışmış olan neslin yerine dayanıklı, mert ve cesur yeni bir nesil yaratmak olduğunu ileri sürer.

İbn-i Haldun'a göre tebaa veya hükümdar olmak izafi şeylerdir. Hükümdar halkın maslahatına riayet etmeye mecburdur. Hükümdarın kıyafetinin, şekil ve suretinin, akü ve fikrinin keskinliğinin halk için ehemmiyeti yoktur. Hükümdar demek, halkının iş ve maslahatına bakan, tebaa ise, başlarında işlerine bakan hükümdarları bulunan cemiyettir. İdaresi, güzel ve halkı için faydalı olursa, hükümdardan maksad ve gaye meydana gelmiş olur. Aksi halde hükümdarın vücudu, halk için zararlıdır.

İbn-i Haldun'a göre, hükümdarın ve memurların ticaretle meşgul olması, tebaa için zararlıdır. Çünkü bunların ticaretle meşgul olmaları zulme yol açar. Zulüm ise sosyal hayatın düzenini bozar, medeniyetleri ve mamureleri yıkar. Halka ağır vergiler yükletmek ve mecburi hizmetlere tabi tutmak zulümdür, bu da sosyal hayatın düzenini bozar, halkın çalışma duygusunu öldürür.

İbn-i Haldun'un şehirlerin kuruluşu hakkındaki fikrini okuyan kimse yirminci asırda yetişen bir sosyolog ve şehir işleri uzmanının ilmî bir raporunu okuyormuş gibi bir hisse kapılabilir.

Birinci kitabın, dördüncü bölümü, beşinci fasılda, şehirler kurarken şartlara riayet etmemiş oldukları için Arablar tarafından kurulmuş şehirlerin yıkılmış olduğunu söyler. O, şehirlerin kuruluşunu ve istihsal, sanat ve zanaattan da kendi iktisadi nazariyesine dayanarak gözden geçirir.

İbn-i Haldun, sosyolojinin kurucusudur. Her ne kadar ondan önce Farabi'nin eserlerinde, bilhassa sosyal ve siyasî hayatın kanunlarına ait ilk temellerin atılmış ve tohumlarının ekilmiş olduğu görülürse de bunların hiçbiri İbn-i Haldun'un ortaya koyduklarını ve dehasını küçültmez, bu ilmi müstakil bir hale getiren ve koyduğu kanunlara göre inceleyen odur. Ayrıca İbn-i Haldun'u Osmanlı Sultanlarının en çok okudukları bir şahsiyet olarak görüyoruz.

İbn-i Haldun, kazanç ve hayatta faydalandığımız herşeyin insanın emek ve çalışmasının kıymeti olduğunu söylemekle yeni bir nazariye ortaya atmış oluyor. Emek hakkındaki bu görüşlerine bakarak onu sosyalistlere yaklaştırmak isteyenler vardır. Hâlbuki o, mülk ve sermayeler meşru yollarla elde edildikten sonra masundur, ne devlet ve ne de cemiyet bu sermaye ve mülklere el azaltamaz demektedir. İbn-i Haldun, emek ve çalışmaya bu yolla kıymet biçtikten sonra, kazanan çeşitlerini, kazanç temin eden hüner, sanat ve zanaatları anlatmaya başlar. Sanayinin inkişafının en mühim amillerini anlatır. İhtikârcılığı, ilmî fakat şiddetli bir dil ile kötülüyor. İhtikâr yapmanın neticesi, muhtekir için çok kötü olacağım anlatıyor. Sanat ve zanaatın, bilhassa sanayin inkişafını ihtiyaç ve kültür bakımından çok güzel ve çok ilmî bir şekilde izah ediyor.

İbn-i Haldun'a göre ilim ve fenlerin gelişmesi ve ilerlemesi, sosyal ve medenî hayatın inkişafına bağlıdır. Yani sosyal hayat geliştikçe onlar da gelişecektir.

Avrupalılar gerek İbn-i Haldun'un şahsına ve gerek tarihine ve bilhassa Mukaddime'sine pek büyük ehemmiyet vermişlerdir. Avrupa dillerinde yazılan büyük ve küçük hacimdeki ansiklopediler başta olmak üzere İbn-i Haldun'dan ve Mukaddimesinden bahsederler. Arab ve Arab edebiyatı tarihine dair eserler yazan bütün yazarlar, İbn-i Haldun ve eserleri hakkında bilgi vermişlerdir.

Onun tarih tenkidi ve içtimai mevzularla ilgili yazılarından bazı misaller verelim: "Çok vakit, haber ve' hadiseleri işiten kimse vukuu mümkün olmayan haberleri kabul etmektedir. Nitekim Mesudi, deniz hayvanları İskenderiye'nin binasına mani oldukları vakit, İskender'in ağaçtan bir tabut yaptırarak içine camdan bir sandık koymuş ve bu sandığın içine girerek denizin içerisine dalmış olduğuna dair vukuu mümkün olmayan bir haber nakletmektedir. Bu habere göre İskender, deniz altında gördüğü şeytanlardan ibaret olan bu hayvanların şekil ve suretlerini madenden yaptırarak binaların karşılarına diktirmiş, Öteki hayvanlar denizden çıkarak bu heykelleri gördüklerinden kaçmışlar, bu suretle bunların saldırılarından kurtulduktan sonra İskender, şehrin yapışım tamamlamıştır. Hikâye uzun ve hurafeler kabilinden olup camdan yapılan bu tabut, billurdan olduğu için; denizin dibine kadar (basınçla sıkışıp kırılmadan) ulaşması, dalgalara, (taş ve kayalara) çarpmadan sağlam kalması mümkün değildir; hükümdarlar kendilerini böyle tehlikelere atmazlar; denize dalan kimse, sandık içinde olsa dahi normal olarak bu sandık nefes alması için ona dar gelecek ve havasızlıktan Ötürü ölecektir. Bu bakımdan önce, haber verilen bir şeyin hadd-i zatında mümkün olup olmadığı itibariyle doğru olması şarttır."


"Açlık yularında ölenleri açlık öldürmez, onları alışmış oldukları tokluk öldürür. Az katık ve az yağla geçinerek, bu yaşayışı itiyat haline getirenlerin ise, normal olan rutubetleri artmadan eski halini muhafaza eder ve tabii olan her türlü yemeği kabul eder. Bu gibi insanların yemeklerinin değişmesi bağırsaklarda kuruma husule getirmez, itidalden uzaklaşmaz. Bolluk ve genişlik içinde yaşayarak her türlü katık ve yemekleri yiyenler, açlık çağlarında çok ölürlerse de darlık içinde yaşamaya alışmış olanlar sağ kalırlar, ölmezler. Bunların hepsinin de asıl sebebi, şudur; besinlere alışmak veyahut besinleri bırakmak bir alışkanlık işidir. Çünkü nefis bir şeye alışırsa, o iş nefis için bir tabiat olur. Nefis her renge girer. Doktorlar: "Açlık helak edicidir" derler. Onların vehimleri, kendilerini birdenbire yemekten mahrum ederek aç bırakmak manasına hami edilmelidir. Bu takdirde açlığın tesiri ile bağırsaklar kesilir, helak etmesinden korkulan hastalıklara tutulur. Fakat sofilerin yaptıkları gibi, riya-zatla ve yavaş yavaş yemekleri azaltmak suretiyle olur ise, helaki mucip olmaz. Riya-zatı bırakarak eski hale dönülmek istenildiği vakit dahi tedrice riayet ederek yavaş yavaş geçiş yapılmalıdır. Birdenbire eskisi gibi yemek yemeğe başlandığı takdirde, riayet etmeyen kimsenin ölümünden korkulur. Biz 40 gün ve bundan daha fazla açlığa dayanan kimseleri gözümüzle gördük."

"Yenilen kimse yanlış fikre kapılarak, bütün iş ve hareketlerinde kendisini yeneni örnek edinir ve ona benzemeye çalışır. Onun galebesinin, alıştığı âdetten, meslek ve mezhepten ileri geldiği vehmine kapılır bunu da galebesinin sebepleri ile karıştırır. Oğulların babalarına benzemeleri hususundaki hallerine dikkat edersen, oğulların daima babalarım kendilerine rehber edinmekte olduğunu görürsün. Bu da oğulların babalarının olgunluk ve üstünlüklerine inanmalarından ileri gelmektedir. Bu hal çağımızda Endülüs'te gözükmektedir. Bu ülkedeki müslümanlar kendilerine galebe çalmakta olan Gal'leri kendileri için rehber edinmektedirler. Giyim ve kuşamları, birçok âdet ve halleri itibariyle onlara benzemeye çalışırlar, onlar gibi duvarlarına ve su havuzlarının ve evlerinin duvarlarına resim ve heykelleri çizerler ve koyarlar. Bunları gören bu hallerin istila vesikası olduğunu hikmet gözü ile görebilirler. Bu halleri gören : ''Halk hükümdarın dinindendir." sözünün manasım anlar. Çünkü bunlar bu kabilden olan şeylerdir. Hükümdar, idaresi altında bulunanlardan üstündür."

"Bir devlette halka yüklenen vergilerin miktarı az olursa, halk çalışarak para ve servet kazanmaya heves ve rağbet eder, memleket mamur, hale gelir. Vergiler azalınca istihsal (üretim) artar, mal ve para kazanmanın yollan, çoğalır. Bir memleketin iman, bayındırlığı artar; vergileri azalırsa, o devletin hâkimiyeti devamlı ve istikrarlı olur."

"Tekellüflü yerleşik hayatın ihtiyaç ve taleplerinin çeşitleri çoğalmakla masraflar çoğalır. Pazarlardan satılan şeylerden vergiler alınması pahalılığı artırır. Çünkü tacirler ve halk vergi nisbetinde satılık eşya ve maddelerin fiyatlarını yükseltmektedirler. Bunlar bütün masraflarını hatta kendilerinin geçinme masraflarını dahi satılık mallara yüklemektedirler. Masrafların artması itidali aşarak israf derecesini bulur. Zaruri olmayan ihtiyaçları, zaruri hale getirip böyle yaşamaya alışan insanlar bunları temin etmek için bu sefer kendilerini zorlarlar. Normal kazanç yetmez olur. Bunun tesiri ile fısk ve fücur artar, meşru ve gayr-i meşru yollarla geçinme vasıtaları elde etmek üzere türlü çarelere başvurulur. Fakirler bunu düşünmekle meşgul olur, bunun vasıta ve hilelerini arar. Neticede yalancılık, kumar, aldatma, hırsızlık, yalandan yemin etme, ihtikâr hüküm sürer. Bu ahlâksızlık ve onun namus ve şerefe dokunan kötülükleri herkesin gözü önünde açık bir surette işlenir. Ahlâksızlık ve çirkin işler çoğalınca, değişmeyen ilahî kanun kendisini gösterir: "Bir şehir ve bölgeyi helak etmek istediğimizde, biz onun bolluklar içinde yaşayan cebbarlarına, kötülüklerden sakınmayı emrederiz. Onlar bizim buyruğumuzun tersine olarak fasık kesilirler ve bununla cezaya çarpılmaya müstahak olurlar. Biz artık o şehri ve bölgeyi, yer ile düz bir hale getiririz." (k)

<Kaynak: Mukaddime (3 cilt, çev. Zahir Kadiri Ugan. 1954-57, 1%8); Şifa'al-Sail li Tahzip al-Masa'il (yay. Muhammed Tawit at-Tanjî, 1958).

NOT: İbn-i Haldun'un bazı görüşlerini olduğu gibi aktarmaya çalıştık. Ebetteki büyük düşünür kendi devrinde cereyan eden olaylardan sıyrılamamıştır. Bu bakımdan, durumun okuyucularımız tarafından göz önünde bulundurulması gerekir.
 
[IMG]http://img503.imageshack.us/img503/8821/sinan1wq3.jpg[/IMG]Türk, mimar. Dünyanın en büyük yapı sanatçılarından biridir. Kayseri'nin Ağırnas köyünde doğdu, 17 Temmuz 1588'de İstanbul'da öldü. Doğum tarihi kesin değildir. Ailesine ve yaş(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim) ilişkin kimi zaman yetersiz ve çelişkili bilgiler, çağdaşı Sâi Mustafa Çelebi'nin onun ağzından yazdıklarına, mimarbaşı olduğu dönemden kalan yazışmalara, kendi vakfiyesine ve yazarı bilinmeyen belge ve kitaplara dayanmaktadır. Kaynaklara göre Sinan, I. Selim (Yavuz) padişah olduktan sonra başlatılan ve Rumeli'de olduğu gibi Anadolu'dan da asker devşirmeyi öngören yeni bir uygulama uyarınca 1512'de devşirilerek İstanbul'a getirildi. Orduya asker yetiştiren Acemi Oğlanlar Ocağı'na verildi, 1514'te Çaldıran Savaşı'nda 1516-1520 arasında da Mısır seferlerinde bulundu. İstanbul'a dönünce Yeniçeri Ocağı'na alındı.


I. Süleyman (Kanuni) döneminde 1521'de Belgrad, 1522'de Rodos seferlerine katıldı, subaylığa yükseldi. 1526'da katıldığı Mohaç seferinden sonra zemberekçibaşı (baş teknisyen) oldu. 1529'da Viyana, 1529-1532 arasında Alman, 1532-1535 arasında da Irak, Bağdat ve Tebriz seferlerine katıldı. Bu son sefer sırasında Van Gölü'nün üstünden geçecek üç geminin yapımını başarıyla tamamlaması üzerine kendisine haseki unvanı verildi. 1536'da Pulya (Puglia) seferlerine katıldı. 1538'de yer aldığı Karabuğdan (Moldovya) seferi sırasında Prut Irmağı üstünde yaptığı bir köprüyle dikkatleri üstüne çekti. Bir yıl sonra mimar Acem Ali'nin ölümü üzerine onun yerine sermimaran-ı hassa (saray baş mimarı) oldu. Günümüzdeki bayındırlık bakanlığına eş düşen bu görevi ölümüne değin sürdürdü.

Mimar Sinan, Osmanlı İmparatorluğu'nun en güçlü olduğu çağda yaşamıştır. I. Süleyman (Kanuni), II. Selim ve III. Murat olmak üzere üç padişah döneminde mimarbaşılık etmiş, imparatorluğun gücünü simgeleyen mimarlık başyapıtlarının tasarlanıp uygulanmasında birinci derecede rol oynamıştır. Etkisi ölümünden sonra da sürmüş, her dönemde saygınlığını korumuştur. Atatürk ona ilişkin bilimsel araştırmaların başlatılmasını, onun bir heykelinin yapılmasını istemiştir. 1982'de İstanbul'daki Devlet Güzel Sanatlar Akademisi çekirdek olmak üzere oluşturulan yeni üniversiteye onun adı verilmiştir. Sinan'ın yetişmesine ilişkin doyurucu bilgi yoksa da, dülgerliği Acemi Oğlanlar Ocağı'nda öğrendiği sanılmaktadır. Acemi Oğlanlar, başka işlerin yanı sıra yapı işlerinde de görevlendirilirlerdi.

Sinan daha sonra ordunun yapı gereksinimini karşılayan birimlerinde görev almış, buradaki çalışmalarıyla öne çıkmıştır. Gerek ordunun bu birimleri tarafından usta-çırak ilişkisi içinde gerçekleştirilen yapım ve onarım çalışmaları, gerek orduyla birlikte gittiği yerlerde görme olanağı bulduğu yapılar, Mimar Sinan'ın eğitiminin parçası olmuştur. Çeşitli kaynaklara göre Sinan 84 cami, 52 mescit, 57 medrese, 7 okul ve darülkurra, 22 türbe, 17 imaret 3 darüşşifa, 7 su yolu kemeri, 8 köprü, 20 kervansaray, 35 köşk ve saray, 6 ambar ve mahzen, 48 hamam olmak üzere sayılamayanlarla birlikte üç yüz elliyi aşkın yapı gerçekleştirmiştir.

Elli yıla yakın bir süre!Osmanlı İmparatorluğu'nun mimarbaşılığını yapmış olmasına karşın, bunların hepsini onun tasarlayıp uygulamış olduğunu söylemek güçtür. Çoğunluğu İstanbul'da olmak üzere imparatorluğun her yanına dağılmış bulunan bu yapıların bir bölümünü öğrencileri ya da ona bağlı mimarlar örgütü yapmış olmalıdır. Bunların arasında onarımlar da vardır. Bu tür sayılar Sinan'a gösterilen saygıyı ortaya koyar. Onun asıl önemi, yapılarında gerçekleştirdiği deneyler ve getirdiği yeniliklerle Osmanlı-Türk mimarlığını "klasik" olarak adlandırılan doruğuna ulaştırmasındadır.

Sinan mimarbaşılığından önce de askeri amaçlı olmayan yapılar tasarlamış ve uygulamış olmalıdır. Ama ilk önemli yapıtı İstanbul'da ki Şehzade (Mehmed) Camii'dir. Kendisinin çıraklık dönemi yapıtı olarak nitelendirdiği bu cami, dört ayağın taşıdığı ve dört yarım kubbenin desteklediği bir kubbe ile örtülüdür. Dış görünüşlerin kitlesel etkisi azaltılmış, içerde ise daha aydınlık bir mekân oluşturma yoluna gidilmiştir. Onu izleyen Üsküdar'daki Mihrimah Sultan Camii'nde ise yarım kubbelerin sayısı üçe indirilerek daha rahat bir iç mekân araştırılmıştır. Osmanlı-Türk mimarlığının en önemli yapılarından biri Süleymaniye Camii ve Külliyesi'dir. Sinan kalfalık dönemi yapıtı olarak adlandırdığı bu yapıda İstanbul'daki Bayezid Camii'nde kullanılan taşıyıcı sistemi yinelenmiş, dört ayak üstüne oturan kubbeyi giriş-mihrap yönündeki yarım kubbelerle desteklenmiştir.

Bu, Ayasofya ile ortaya atılan strüktür sorunun, onun tarafından bir kez daha ele alınışıdır. Süleymaniye, darülkurrası, darüşşifası, hamamı, imareti, altı medresesi, dükkânları ve Kanunî Süleyman ile Hürrem Sultan'ın türbeleriyle büyük bir alana yayılmış kentsel bir düzenlemedir ve Türkler'in dinsel yapılara toplumsal hizmet yapısı içeriği katmalarının en önemli örneğidir. Kubbe ve yarım kubbeler, yüklerini, uyumlu geçişlerle bir sonrakine iletirler. Yapı bu düzenden gelen bir dinginlikle, İstanbul'un Haliç'e bakan tepelerinden birinde yer alır. Dönemin önde gelen tüm sanatçılarının katkıda bulunduğu Süleymaniye, her ayrıntısıyla bir bütün olarak ele alınmıştır. Yedi yıl gibi kısa bir sürede bitirilmiş olması Sinan'ın mimarlıkta olduğu kadar örgütleme alanındaki dehasını da ortaya koyar. Yapının yapıldığı döneme ışık tutan muhasebe defterleri de günümüze kalmıştır. Sinan yapı ile çatı örtüsü için en yetkin taşıyıcı sistemi, en yetkin biçimi bulmak yolunda deneyler yapmış, hatta zaman zaman geçmişte kullanıp sonra terkedilen yöntemleri yineleyerek bunların nasıl ileri (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürülebileceğini araştırmıştır. Kimi zaman bu tür deneyleri birbirine koşut olarak sürdüğü de görülür.

İstanbul'daki Sinan Paşa Camii gibi kimi yapıları, kubbeyi altıgen bir plana oturtmayı denemesiyle Edirne'deki Üç Şerefeli Cami'yi anımsatır. Edirnekapı'daki Mihrimah Sultan Camii'nde olduğu gibi ana mekânı tek bir kubbeyle örten camileri, erken Osmanlı dönemi camilerini düşündürür. Denemelerinin en ilginçlerinden biri gene İstanbul'daki Piyale Paşa Camii'dir. Burada kökenleri erken Osmanlı döneminden de önceye giden ve yapıyı çok sayıda küçük kubbe ile örten çok ayaklı cami şemasını ele almıştır. Bütün bu deneyler onu başyapıtlarından birine, Edirne'deki Selimiye Camii'ne (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürdükleri için önemlidir.

Sinan ustalık dönemi yapıtı olarak nitelendirdiği bu camide daha önce İstanbul'daki Rüstem Paşa Camii'nde çözmeye çalıştığı bir sorunu, yani kubbeyi sekizgen bir plan üstüne oturtma düşüncesini uygulamıştır. Böylece, taşıyıcı ayaklar incelmekte, yükleri ileten öğelerin küçülmesiyle de kubbe, yapıdaki en önemli mekân belirleyici öğe durumuna gelmektedir. Sinan burada 31 m'yi geçen çapıyla en büyük kubbesini gerçekleştirmiştir. Külliye'nin öteki yapıları camiye göre arka planda tutulmuştur. Selimiye, strüktüründen mekân oluşumuna, oranlarından süslemelerine kadar Klasik dönem Osmanlı-Türk mimarlık bireşiminin dilini ortaya koyan, kurallarını belirleyen çok önemli bir başyapıttır.

Sinan, öteki yapıtlarında da araştırıcılığını sürdürmüştür. Türbeleri buna örnektir. Şehzade Mehmet Türbesi'nde dilimli kubbe kullanmış, alışılmadık ölçüde süslü bir yüz düzenlemesine gitmiştir. Kanuni Süleyman Türbesi'nde de iç mekân ile dış görünüş arasında bir denge kurmak amacıyla örtü olarak, Osmanlı-Türk mimarlık geleneğinde çok sık kullanılmayan çift yüzlü kubbeyi seçmiş, iç kubbeyi yapının içindeki ayaklara, dış kubbeyi de dış duvarlara taşıtmıştır. II. Selim Türbesi'nde ise geleneksel altı ya da sekizgen plan yerine, yapı öğeleri arasında karşıtlık yaratan, köşelerin kesik kare planını seçmiştir. Sinan'ın, denemeci tutumunu öteki işlevlerde de sürdürdüğü gözlenir. Her zaman işleve, taşıyıcı sisteme, yapının bulunduğu yere göre en uygun olacak biçimi araştırmıştır.

Yola çıkış noktası geleneksel biçim ve plan şemaları olmasına karşın, bunlara katı bir biçimde bağlı kalmamış, koşulların gerektirdiği yerlerde yeni biçimlere yönelmiş, böylece eski ile yeni arasında bir bağ oluşturabilmiştir. Sinan'ın yapıları mimarlık bakımından olduğu kadar mühendislik bakımından da önem taşır. Bu nedenle "ser mimârân-ı cihan ve mühendisân-ı devran dünyadaki mimarların ve zaman içindeki mühendislerin başı" diye anılmıştır. Yapılarının çoğunun 400 yıl sonra bile ayakta duruyor, hatta kullanılıyor olması, onların taşıyıcı sistemlerine olduğu kadar temellerine de özen gösterilmiş olmasındandır.

Sinan'ın mühendis yanı su yollarıyla köprülerinde ortaya çıkar. Bunlarda zamanının sahip olduğu tüm mühendislik bilgilerini uygulamış, hatta kimi zaman onları aşan, ileri (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)üren tasarımlar gerçekleştirmiştir. İstanbul'un su sorununu çözmekle görevlendirilmiş, bentleriyle, tünelleriyle, su yolları ve su yolu kemerleriyle, biriktirme ve dağıtma yapılarıyla uzunluğu 50 km'yi aşan ve Kırkçeşme adıyla bilinen su yapılarını gerçekleştirmiştir. Süleymaniye Külliye'sine 53 milyon akçe harcanırken Kıkçeşme yapılarına 43 milyon akçe harcanmış olması da zamanında bunlara verilen önemin bir başka göstergesi olmaktadır.

Sinan, köprülerini de en az öteki yapıtları kadar önemsemiş, toplam uzunluğu 635,5 m'yi bulan Büyükçekmece Köprüsü ile sağlam olduğu kadar güzel de olan bir yapıt diye övünmüştür. En geniş açıklığı örtecek kubbeyi, en ince ve uzun minareyi araştırmak, böyle bir minaredeki şerefelere birbirleriyle kesişmeyen üç merdivenle çıkmayı denemek, bu mühendislik dehasının yaratıcılığını ortaya koyan örneklerdir. Mimarlık, kimi zaman, içinden çıktığı toplumun genel yapısıyla uyum içinde olan bir bütünlüğe erişir. Bu, kendi gününün gereksinmelerini kendi olanaklarıyla karşılayan, ama geçmişin deneyim ve anılarını da içeren bir bireşimdir.

Yapı gereçleri, yapım yöntemleri, elde edilen biçimlerle ve onlar da yerel-iklimsel koşullarla uyum içindedirler. Bunları birbirlerinden ve içinde bulundukları toplumsal koşullardan soyutlamak olanaksızdır. Ortaya çıkan biçimler toplumun büyük bir çoğunluğunca benimsenen simgelere dönüşür. Toplumu neredeyse yapılarıyla özdeşleştirmek olasıdır. Bu yalnız belli bir yere ve çağa özgü, başka bir benzeri olmayan bir mimarlık demektir. İşte Mimar Sinan böyle bir süreç içinde yer almaktadır. Tek tek yapıtlarından çok, mimarlığı uyumlu ve kendi içinde tutarlı bir bireşime (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürme yolundaki çalışmalarıyla önem taşır.

Osmanlı-Türk mimarlığı onunla birlikte bireşim sürecini tamamlamış, arayış aşamasından klasik dönemine geçmiştir. Bu geçiş, biçim olarak kubbeyi, düzenleme ilkesi olarak da merkezi planlı yapıyı anıtsal bir mimarlığın en önemli öğesi olan kubbeyi ve ona bağlı taşıyıcılar sistemini en yalın ve açık biçimde kullanıp onu anıtsal mimarlık düzenlemelerinin çekirdeği durumuna getirmek Osmanlı-Türk mimarlığının dünya mimarlığına bir katkısıdır. Böylece hem Doğu, hem Batı ile ilişki içinde olan, Anadolu ve Akdeniz kültürlerine sahip çıkan bir Osmanlı-Türk İslam mimarlık bileşimi ortaya çıkmıştır.

Bu, yapıya katkıda bulunan öteki sanatları da etkilemiş, imparatorluğun her yerinde ki yapı eylemleri için yol gösterici olmuştur.
 
İbn-i Batuta: Dünyayı Dolaşan Seyyah
Emin UĞURLU

22.jpg


İbn-i Batuta ismiyle meşhur olan seyyahın asıl adı, Şemseddin Ebu Abdullah Muhammed b. İbrahim'dir. 1304'te Tanca'da doğmuştur. Berber kabilelerinden Levatalara mensuptur. Yirmi iki yaşına kadar Tanca'da yaşamış, hukuk ve din tahsilini de buranın medrese (üniversite) sinde yapmıştır. İlk defa hacc maksadıyla Hicaz'a doğru yolculuğa çıkmış, İskenderiye'ye kadar uzanan bu seyahatinde uğradığı yerlerde İslâmi mevzuları bilen bir zat olarak halkın ve belde ileri gelenlerinin iltifatlarına mazhar olması, onda devrinin İslam dünyasını tanıma merakını uyandırmış, maceracı ve araştırıcı ruhunu kamçılamış, böylece çeyrek yüzyılı aşan seyahatleri ile Mısır, Suriye, Arab yarımadası, Irak, İran, Doğu Afrika, Anadolu, Kuzey Türk illeri, Doğu Asya, Hindistan Çin, Endülüs ve Sudan gibi ülkeleri görmüş, tanımıştır. Sonra da bu Sebahatlarının neticesinde, ondordüncü yüzyıl İslam dünyası ile Türk âlemini canlı levhalar halinde seyahatnamesinde aksettirmiştir.

İbn-i Batuta'nın üç seyahati vardır. Bunların ilki en uzunu olup doğu ve batıda ziyaret etmediği bir yer bırakmamıştır. Gezilerinde en fazla kaldığı yerlerden biri Hindistan, diğeri Çin'dir. Hindistan'da iki yıl, Çin'de iki buçuk yıl kadılık yapmıştır, Dolaştığı her yerde hâkimlerle, kadılarla, ileri gelenler ve mühim kimselerle tanışmıştır. Onların adetlerini, törelerini, yediklerini, içtiklerini, eğlencelerini en ince bir şekilde tesbit etmiş, aralarındaki geçimsizlikleri, entrikaları kavgaları canlı tablolar halinde nakletmiştir. Dindar bir kimse olmak itibariyle her gittiği yerde, işittiği din adamları ile tanışmış mukaddes makamları ziyaret etmiş, dini müessesler hakkında malumat toplamıştır. İslam âlemine ilk defa hind fakirlerinden, Anadolu ahilerinden ve İran hatimlerinden bahseden seyyah o olmuştur. Bu yönü ile ayrı bir değer taşır.

İbn-i Cüzey, İbn-i Batuta'nın hatıralarını yazma işini 1355 yılının Ocak ayında tamamlamıştır, İbn-i Batuta 1369 yılında vefat etmiştir.

İlk yolculuğunda Kuzey Afrika'dan geçerek Mısır'a varmış, Nil vadisinden birinci şelaleye kadar gitmişti. Yalnız o sırada bu bölgede savaş yapılmakta olduğu için geri dönerek Suriye'ye burada da fazla kalmayarak İran'a ve ikinci defa Mekke'ye gelmiş, buradan da Kıpçak eline kadar uzanmıştır.

İbn-i Batuta Kıpçakların yaşayışı üzerine çok ilgi çekici bilgiler vermiştir.

Batuta 1342'de 2000 atlı ile Çin'e gitmek üzere yola koyulmuştu. Çin imparatoruna birçok yüksek değerde hediyeler (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürüyordu. Kervan yolda yerli kabilelerin hücumuna uğradı, yağma edildi. İbn-i Batuta da Delhi'ye dönmek zorunda kaldı ikinci defa yola çıkışında önce Malakar kıyılarına geldi, burada deniz yolculuğuna elverişli rüzgârları beklemek için üç ay kaldı

İbn-i Batuta, Tombukta'ya kadar gitti. Coğrafya bakımından İbn-i Batuta Sudan ile Nijerya bölgesinin gerçek kâşifi sayılmaktadır. Zengibar Hint -Kuş, Maldiv adaları ve Sumatra'ya dair verdiği bilgiler sonradan kaptan Gudlain, J.Wood Soltorgraje gibi batılı gezgin ve uzmanlarca doğrulanmıştır.

İbn-i Batuta Asya ve Afrika'nın birçok ülkeleri hakkında coğrafya ve tarihle ilgili pek değerli bilgiler verir. Bunlar arasında Sudan'daki zenci Manding devleti hakkındaki notları ile bu devleti unutulmaktan kurtarmıştır. Bundan başka kitabın Hindistan bölümünde bu ülkenin tarihini anlatmakla yetinmemiş, buradaki sosyal sınıflar, toplum hayatı ve gelenekler üzerinde çok zengin bilgiler vermiştir.

İbn-i Batuta kitabında çağındaki birçok Türk ülkelerini de çeşitli yönleri ile anlatır.Yukarda adı geçen Kıpçak elinden başka gezi notlarında Luristan Atabeylerine, İlhanlılara, Çoban oğulları'na, Artuklıların İlgazı koluna da geniş yer verilmiştir, İbn-i Batuta bu ülkelerdeki komutanları, bilim adamlarını, ordu ve hükümet kuruluşlarını uzun uzun anlatıyor.

Osmanlı devletinin kuruluş çağında Anadolu'daki Türk beylikleri üzerine de İbn-i Batuta'nın kitabında çok zengin bilgiler vardır. Bu ara^a Osman beyin oğlu Orhan Gazi'ye çok önemli bir yer ayırmıştır. Osmanlı devletinin temel müesseselerini meydana getiren Orhangazi'nin yüze yakın kalesi olduğunu, bu büyük devlet başkanının durup dinlenmeden bunları kontrol ettiğini ve daima cenge hazır olduğunu överek anlatır. Anadolu'ya dair verdiği bilgiler arasında ahilere dair olanlar çok ilgi çekicidir. İbn-i Batuta çifte bir sosyal gaye ile kurulmuş olan Ahiliğin tüzükleri buyrukları üzerine geniş bilgiler verdikten sonra, büyük askeri şeflerin bu ahilerden seçildiğini de söyler.

İbn-i Batuta'nın kitabında bütün bu coğrafya ve tarih bilgilerinden başka, gezip gördüğü yerlerde yaşayan insanların yeme içme ve giyinişlerine, kullandıkları vasıtalara da büyük yer ayrılmıştır. XIV. Yüzyıldaki İslam dünyasının ekonomi san'at ve ulaştırma v.b. işleri üzerine araştırma yapanlar için İbn-i Batuta'nın kitabı çok değerli bir hazinedir.

Seyahatnamesinden bazı seçmeler:

Anadolu ve insanını şöyle anlatır: "Bilad-i Rum denilen bu ülke dünyanın en güzel memleketidir. Allah, güzellikleri öteki ülkelere ayrı ayrı dağıtılırken, burada hepsini bir araya getirmiştir. Burada dünyanın en güzel insanları, en temiz kıyafetli halkı yaşar ve en nefis yemekler pişirilir. Allah'ın yarattıkları içinde en şefkatli olanlar bunlardır ki, bundan ötürü "Bolluk, bereket Şam'da şefkat ise Anadolu'dadır. "denilmiştir.

Ahi'lerden şöyle bahseder:

"Ahi-kardeş demektir. Ahiler, Anadolu'ya yerleşmiş bulunan Türkmenlerin yaşadıkları her yerde, şehir kasaba ve köylerde bulunmaktadırlar. Memleketlerine geleni yabancıları karşılama, onlarla ilgilenme, yiyeceklerini, içeceklerini, yatacaklarını sağlama, onları uğursuz ve edepsizlerin ellerinden kurtarma, şu veya bu sebeble bu yaramazlara katılanları yeryüzünden temizleme gibi mevzularda bunların eş ve emsallerine dünyanın hiçbir yerinde rastlamak mümkün değildir.

Ahi, evlenmemiş, bekâr ve sanat sahibi olan gençlerle diğerlerinin kendi aralarında bir topluluk meydana getirip içlerinden seçtikleri bir kimseye denir. Bu topluluğa da Fütüvvet gençlik adı verilir, önder olan kimse bir tekke yaptırarak burasını halı kilim kandil ve benzeri eşya ve gerekli vasıtalarla donatır. Kardeşler gündüzleri geçimlerini sağlayacak kazanç elde etmek üzere çalışırlar ve o gün kazandıkları parayı ikindiden sonra topluca getirip öndere verirler. Bu para ile tekkenin ihtiyaçları karşılanır, topluca yaşama için gerekli yiyecek ve meyveler satın alınır. Mesela o sırada beldeye bir yolcu gelmişse, onu tekkede misafir ederler ve alınan yiyeceklerden ikram ederler. Bu tutum yolcunun ayrılışına kadar sürer gider. Bir misafir olmasa bile yemek zamanında yine hepsi bir araya gelip topluca yemekler yerler ve ertesi sabah işlerine giderek ikindiden sonra elde ettikleri kazançlarla rehberlerinin yanına dönerler. Bunlara Fityan-Gençler, rehberlerine ise daha önce de söylediğimiz gibi Ahi-kardeş adı verilir. Ben, dünyada onlardan daha güzel davranan kimse görmedim. Şiraz ile İsfahan halkının davranışları onları andırmakta ise de, bunlar gelen ve giden yolculara daha fazla alâka ve saygı göstermekteler, şefkat ve iltifatta onlardan daha ileride bulunmaktadırlar.

Antalya'ya varışımızın ikinci günü idi, bu gençlerden biri Şeyh Şehabeddin-i Hamevi'nin yanma gelerek onunla Türkçe konuştu. O zaman Türkçeyi henüz anlayamamakta idim. Sırtında eski, yıpranmış bir elbise, başında da keçe külah vardı. Şeyh bana dönerek, bu adamın ne dediğini biliyor musunuz? diye sordu Bunun üzerine, seni ve yanındaki arkadaşlarını yemeğe davet ediyor, demesiyle doğrusu buna hayret ettim ve evet dedim. Adam ayrılınca Şeyhe, bu adam fakirdir, bizi ağırlayacak kudreti yoktur, onu zor durumda bırakmak istemeyiz, dedim. Bunun üzerine, Şeyh güldü ve bu adam genç kardeşlerin rehberlerinden biridir, kendisi sayacı ustalarındandır, cömertliği ve kerem karlığı ile tanınmıştır. Sanatkârlar arasında aşağı yukarı ikiyüz yoldaşı vardır. Onlar kendisini önderliğe seçtiler ve bir tekke yaptırdılar. Şimdi gündüz kazandıklarını geceleri sarf etmektedirler, cevabını verdi."


Birgi ile alakalı malumatı verdikten sonra gökten düşen bir taştan bahsediyor: Yine bir toplantı sırasında Bey, bana Hiç gelip gökten düşen bir taş gördün mü? diye sormuş, ben de : -Ne gördüm, ne işittim. Cevabını vermiştim. Bunun üzerine Birgi dışına böyle bir taşın düşmüş olduğunu söyleyip adamlarını çağırtır ve onlara bahis mevzuu taşın getirilmesi emrini verdi. Bu adamlar simsiyah, sert ve kaypak bir kayayı alıp getirdiler. Ağırlığı zannıma göre bir kantar çekmekte idi. Bey, bu defa taşçıları çağırttı. Bunlardan dört usta gelip divan tuttular. Taşın parçalanması emredilince ellerindeki balyozlarla hep birlikte taşa dörder kere vurdularsa da birşey olmadı. Buna şaştım kaldım. Bey, bu tecrübeden sonra taşın (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürülüp eski yerine konmasını buyurdu." Osmanlı Devletinin ikinci hükümdarı olan Orhan Beyi şöyle anlatır: "Bursa'nın hâkimi Osmancık oğlu îhtiyaru'din Sultan Orhan Beğ'dir. (Cık, Türkçede küçük manasında bir ektir.) Bu hükümdar Türk padişahlarının en ulusu olduğu kadar, toprak, asker ve varlık bakımından da onların en üstünü bulunmaktadır. Hakimi olduğu yüz kadar kale vardır ki, çoğu zamanını bunları dolaşmakla geçirir ve her kalede bir müddet kalarak durumlarını anlamak, noksanlarını tamamlamakla meşgul olur. Hiçbir şehirde, hiçbir suretle bir aydan fazla oturmaz, aralıksız olarak kâfirlerle savaşı sürdürür, onların kalelerini bir bir kuşatarak fetheder."

İbn-i Batuta'nın Anadolu'daki çeşitli şehirler ve şahıslar hakkında verdiği bilgiler üçyüz sene sonra bu yerleri dolaşan Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesinde de bulunmaktadır.
 
Su Mühendisi: İsmail El Cezerî
Müjdat ÖZKAN


Hayatı mevzuunda pek çok bilinmeyen İsmail El- Cezerî (İbn-el Rezzaz) 1181 yılında Mezopotamya'daki Amid (bugünkü Diyarbakır şehri) beyliğinin hizmetine girdi. 120u yılında Amid beyine, "Hünerli Mekanik Aletler Bilgisi Kitabı"m takdim etti. Sonraları Arapçadan Farsça ve Türkçeye çevrilen bu eseri, günümüz bilginleri Ortaçağ İslâm Dünyasının mekanik sahasındaki ilerlemelerinin çok önemli bir gelişmesi olarak değerlendirmektedirler.
11.jpg
El Cezerî’nin Hünerli Mekanik Cihazlar Bilgisi Kitabı’ndan iki çizim
1- Öküz gücüyle çalışan bir su çıkarma makinesi vardır. Burada mekanik bağlantı, tam olarak gösterilmiyor. Ama aşağı doğru olan mil, kepçenin inip çıkmasını sağlayacak biçimde döner.​
Başka hiçbir Arap kaynağında mekanik prensipler, böylesine geniş biçimde anlatılmamışdır. Ne var ki, bu kitabın da birçok eksiği vardır. Meselâ; teleskop ve terazi gibi, İslâm âlimlerinin çok ileri olduğu ilim dallarından söz edilmemektedir. El-Cezerî' nin yaptığı makineler Ortaçağda İslâm âlimlerinin su mühendisliği sahasındaki muvaffakiyetlerini bariz bir şekilde ortaya çıkarmaktadır.

El- Cezeri'nin tarif ettiği bazı makineler pratik faydalar taşır. Bunlardan biri, bir mil (eksen) boyunca yer alan dişlilerle çalışan bir nev'i tulumbadır. Tulumba bir dizi kepçeyi sırayla hareket ettirerek suyu çıkarır. Kitapta anlatılan bazı cihazların ise yalnızca eğlendirici bir değeri vardır. Meselâ; İçinde su varmış gibi görünmesine karşılık, suyu boşaltılamayan su kapları ve içi boş gibi görünüp, su akıtan kaplar gibi.. Bugün bu kaplarda kullanılan prensiplerden istifade ederek günümüze de bazı oyuncaklar yapılmaktadır. Hem eğlendirici, hem de faydalı olan bu cihazlara, çeşme ve su saati misal verilebilir.

El- Cezerî'nin saatlerinin çalışma sistemi, çoğunlukla aynı mil üstündeki bir gösterge ile üstünden, ucuna ağırlık asılı bir kayış geçen kasnak biçimindedir. Ağırlığın düşüş hızı, yüzen bir cisimle kontrol edilir. Yüzen cisim, kayışın öteki ucuna tutturulur ve içinde bulunduğu kap yavaşça boşaltılır. Bazı durumlarda da, devrilebilen bir kova. otomatik olarak dolmakta ve devrilince bir mandalı iterek, dişlinin bir diş ilerlemesini sağlamaktadır.

El- Cezerî, çalışmalarının büyük bir bölümünü, zaman aralıklarını değişik biçimlerde belirlemeye yöneltmiştir. Yaptığı bir makineda saatler, davul, zil ya da trampet çalan insan maketlerinin teşkil ettiği bir orkestra ile belirtilir. Aynı çağda Avrupa'da yapılan saatlar da ise böylesine teferruatlı ve ince işçilik yoktur.
12.jpg
2- Su düzeyindeki değişmelerle alçalan yükselen kaplarla düzenlenen bir su saatidir. Bu kaplar, 12 çemberli göstergeyi hareket ettiren makaraları takılı kordonlara bağlanmıştır.​
 
Safvet SENİH


Ebu Bekr, Memlük sultanı En-Nasır Nasır'üddin Muhammed b. Kalaûn (1293–1341) zamanında yaşamış, ortaçağın ve İslâm medeniyetinin en büyük veteriner hekimidir. Ebu Bekr'in babası Bedreddin El-Baytar da Memlük sarayında veteriner olarak çalışmıştı. Nasır'ın babası Mansur El-Kalaûn (1279–1290) at aşığı bir hükümdardı. Sonradan meşhur olan hatta tanınmış Türk hekimlerinin de gidip çalıştığı bimaristanı (hastane) tesis etmişti. Kalaûn'un oğlu Muhammed Nasır da babası gibi İlme ve ilim ehline muhabbeti olan bir hükümdardı. Babasının kurduğu bîmaristanı tamamlamıştı. Nasır hayvan yetiştirilmesine ve ziraata çok ehemmiyet vermiştir 1298–1340 yılları arasında Ebu Bekr saray veterineri olarak çalışmıştır. Zaten bütün İslâm devlet adamlarının at sevgisi fazladır. Sarton bu mevzuda "Zamanımızda, eski günler, bilhassa İslâm memleketlerindeki kraliyet ahırlarının büyüklüğü tahmin ve tasavvur edilemez. Birkaç yıl önce (1947'den birkaç yıl Önce) Moraka'da Meknes'i ziyaretimde 17. asırda Malay İsmail tarafından inşa edilmiş olan 12 bin at aldığı söylenen ahırların içini ancak otomobille gezebildim." demekle saraylarda ata gösterilen büyük alâkayı ifade etmeye çalışmıştır. İşte Ebu Bekr, böyle bir atmosfer içinde yaşamış ve ilgi çekici vasıfta bir eser vermiştir. Batılı tarihçilerce de devrinin en iyi veteriner hekimlik kitabı olarak kabul edilen eserinin adı "Kâmil'üs-Sınaatayn el-Baytara ve'z-Zırtıka"dır. Baytarlık ve zırtıka hakkındadır. Zırtıka, zartaka'nın cemi (çoğul) şeklidir ve hayvanların talim-terbiyesi ve diğer işleri demektir.

Gebelik ve doğum mevzuunda gebelik belirtileri iyi anlatılmıştır. Gebe hayvanların bakımı bugüne benzer durumdadır.

Veterinerlikle ilgili beşinci makale otuzdört babtır.

Birinci babtan sonra hastalıklar baştan itibaren vücudun kısımlarına göre ayrılarak, çok sistematik olarak İncelenmiştir. Göz ve kulak hastalıkları iyi anlatılmıştır. Burun akıntısı ile seyreden gourme ve malleus'a (orta kulak kemiği) da dikkat etmiştir. Boğaz ve çene hastalıklarının başında "sıraca" adı altında malleus ve gourme'ti anlatırken bu iki hastalığı birbirinden açık bir şekilde ayırmaktadır. Hiçbir şekilde gourme'nin malleus'a başlangıç olacağından söz etmemiştir. Çene altında soğuk apselerle beliren malleus'un bacaklarda da lymphangitislerle (lenf damarları iltihabı) seyrettiğini yazmakla "deri ruamı"nı da bildirmiştir. Bu satırların 14.ncü yüzyılda yazılmış olması çok mühimdir, çünkü daha sonraları 16. ncı hatta 17. nci yüzyılda bile veteriner yazarlar gourme'un eskiyi nce malleus'u doğurduğunu, deri ruamının ayrı bir hastalık olduğunu, akciğer ruamı ile alâkasına dikkat etmeden yazmışlardır. Gene çok mühim olan bir nokta da Ebu Bekr'in malleus'un insanlara geçtiğinden de bahsetmiş olmasıdır ki, biz en eski olarak buna Ebu Bekr'de rasladık. Hatta 17. nci yüzyılda yaşamış ve malleus mevzuunda en ileri görüşlere sahip olan Fransız veterineri Solleysel dahi bundan bahsetmemektedir.

Boyun hastalıkları arasında Ebu Bekr romatizma ve tetanozdan bahsetmiştir. Omuz topallığından ve arpalamadan bahsetmiştir. Atın diz ve sinirlerinde hastalıklar başlığı altında exostose, (kemiklerde çıkıntı) hygroma, (mâyi ihtiva eden kist) hydarthrosse, (eklem boşluğunda su toplama) tendinitis (kirişlerin İltihabı tendonla-rtn (kiriş) yara ve kopmaları gibi hastalıklardan bilgi ile bahsetmektedir.

Tırnaklar için Ebu Bekr, "atın esası tırnaktır, tırnak evin temeli gibidir. Tırnak hastalıkları her hastalıktan daha mühimdir." demekle modern bir görüşe sahip olduğunu belirtmiştir. Arka bacakların dizlerden yukarı kısımların patelle (diz kapağı kemiği) takılması, kalça topallığı, elephantiasis (Fil hastalığı) adı altında lymphangitis malleosa'ya benzer arazla hastalıklardan bahsetmiştir. Ebu Bekr, bu bölümlerde ne kendinden önce ne de yüzyıllarca sonrasına (Solleysel'e) kadar hiçbir yazarla karşılaştırılamayacak kadar mükemmeldir.

Bu büyük yazarın büyük ve üstün eseri üzerinde bizden önce Batılı yazarlar, Perron'un 1852-1860 yıllarında Fransızcaya yaptığı tercümesinden faydalanarak incelemeler yapmışlardır.

Ebu Bekr bu eserini, Melik Nasır'a ithaf ettiği için kitabın meşhur ve maruf ismi: Nasırî'dir. Kitap on makaleye ayrılmıştır. Kitabın birinci makalesi yirmi kısma ayrılmıştır. Kur'an'dan bazı âyetlerle başlar. İnsan ve at arasındaki benzerlik ve ayrılıkları ele almış, insan ve atta burun, nefes borusu, kalb, baş, ciğer, mesane, böbrekler, erkeklik ve dişilik, kemikler, kıkırdak, sinir, kaslar, deri kılları ve beş duyu aynıdır, demiştir. Her iki canlı arasında müşterek hastalıklar arasında kuduz da sayılmaktadır. Birçok ilaçlar her İkisinde de kullanılır. Bazı durumlarda farklı ilaçlar verilir.

Genital organ hastalıklarına ayrılan bölümde durin (dourine) anlaşılır semptomlarla bilinmektedir. Metritislerin (rahim iltihabı) sonradan kısırlık yaptığını doğru olarak yazmıştır.

Bundan sonraki üç bab'da vücudun kuyruk, bel ve karın gibi yerlerindeki hastalıklar üzerinde durulmuştur. Lumbago, (bel ağrısı) bazı yaralar, hydrops (safra kesesinin mayi ile dolu şiş hali) ascites, peritonitis (iltihab sıvısı) exudativa hernia abdominalis ve ventralis harnia umbilicaIis ve evantrasyon doğru, anlaşılır septomlarla anlatılmıştır.

Üç bab karaciğer, akciğer ve böbrek hastalıklarına ayrılmıştır. Malleus akciğer hastalıkları arasında yeniden gözden geçirilir; aynı zamanda burundan fena bir akıntının da geldiğine çok doğru olarak İşaret edilir.

Ebu Bekr, tedavi bölümlerinde başlangıçtan İtibaren yara ve apseler İçin uygun metotlar kullanır. Kırık, çıkık ve burkulmalarda durum aynıdır. Omuz ve kalça topallıklarında bugünkü gibi apse de fixation (tesbit) yapar. Arpalama hastalığı için kan almayı, bacakların soğuk suya sokulması ve friksiyon gibi bugünde kullanılan uygun tedavi şekilleri tavsiye edilmiştir.

Prolapsus uteri ve vaginae (rahim ve haznenin dışarı çıkması) olaylarında dışarı çıkan organ kısımlarını papatya suyu İle yıkadıktan sonra yeniden yerine yerleştirmekte ve vulvaya alt kısmı açık kalmak ü-zere dikiş koymaktadır. Daha sonraki günlerde nar kabuğu (sıkıcı) ve alkol ile lavajlar yapar. Bu tedavi prolapsusun en uygun tedavisidir. Bazı sancılarda rektal (son barsak) muayeneyi tavsiye ederken bu işteki tecrübesini göstererek veterinerin tırnaklarını kısa olması gereğine dikkati çekmektedir.

Ebu Bekr'in en modern olduğu bölüm embriyotomi (ceninin rahimden çıkarılması) operasyonudur. "Karından yavru ölmüşse çıkamaz. Eğer yavru yaşamıyor ve bir uzvu çıkmışsa önce o uzuv kesilir, sonra zikrolunacağı üzere kol uterusa sokularak embriyotomi yapılır. Üstad olan veteriner elini temizledikten sonra menekşe yağına batırıp kollarını güzelce yağlar, parmaklan arasına bir ustura alır, kolunu yavaşça uterus'a (rahim) sokar. Eğer yavru doğru gelmiş de başı önde ise hazır olan çengelleri gözünün, üst çenesinin ve alt çenesinin kekimlerine iliştirip azar azar dışarı çekilir. Çekmeden önce kısrağın vaginası (haznesi) koyungözü otu ve eğrice yonca otunun kaynamış suyu ve menekşe yağı ile kayganlaştırılır. Ölü yavrunun bütün çıkması için yolların kaygan olması gerekir. Eğer yavru devrilmiş (dönük) ise veya boynu eğri olup doğrultulması mümkün değilse önce rastlalanan uzuv kesilir. Bu kesilen uzuv tam olarak dışarı çıkarıldıktan sonra yavrunun diğer kısımları dışarıya alınır. Ondan sonra kunduz hayası, kimyon ve tuz kaynatılmış zeytinyağı ile lavaj yapılır, bunu tekrarlamak gerekir." Yukarıdaki hülasa edilmiş operasyon tarifinden Ebu Bekr'in bu mevzuda ne kadar bilgili olduğu görülmektedir.

Kastrasyon (kısırlaştırma) bahsinde de Ebu Bekr çok yeterli bilgi vermektedir. Bugün dahi kullanılabilecek ateşle veya bıçakla kesme, döğme ve serbest kastrasyon gibi dört usul tavsiye eder.

Evantrasyon olaylarında çok uygun tedaviler tatbik etmektedir. Başka hiçbir yerde rastlanamayan bu operasyonu hülasa olarak anlatmak yerinde olacaktır: Evantrasyona uğrayan hayvan arka üstü yatırılır, ayaklan yukarı kaldırılır; bu suretle bağırsaklar kolaylıkla yerine gönderilecektir. Geri gönderilmeden önce bağırsakları ılık alkolle yıkamalıdır. Sonra karın boşluğuna itilirler. Yarada iç derinin (kas tabakalarının) uçları yaklaştırılır, kanatlı karıncalarla tutturulur. Karıncaların bir tanesi ele alınır, arka tarafı sıkılır, bu suretle karınca ağzını açar. Ağız açılınca iç derinin iki kenarı karıncanın ağzına verilir, sonra makasla karınca ortasından kesilir, karınca acıdan eti ısırır. Daha sonra diğer bir karınca alınıp aynı şeyler tekrarlanır. Yara baştanbaşa karıncaların ağızları ile kapatılır. Her iki karıncanın aralıkları bir parmak mesafede olmalıdır. Bundan sonra dış tabaka (deri) pamuk ipliği geçirilmiş iğne ile dikilir. Dikişlerin araları ikişer parmak olup, aralıklarından hava ve rutubet çıkabilmelidir. Baştanbaşa dikilince yara uzunluğunca sargı konup üstü uzun bir bağ ile bağlanmalıdır. Tedavî müddetince, atın yemi yaş ve soğuk olmalıdır. Hayvan kabız olmamalıdır. Çünkü kontipasyonda defakasyon (dışkılama) esnasında karnın sıkılmasından dikişler sökülebilir. Yaraya yakın sakız yakısı vurup üçüncü gün sargı değiştirilir. Yaraya hurma, zift merhemleri gibi kavuşturucu ilaçlar sürülür. Evantrasyon tedavî eperasyonu sırasında Ebu Bekr bağırsakların, karın boşluğuna itilmeden önce, ılık alkolle yıkanmasını ihmâl etmemiştir. Kas tabakasını dikmek için katgüt yerine gene organik bir madde olarak karıncaları kullanması ilgi çekicidir. Operasyondan sonraki diyet de uygundur.

Ebu Bekr, hydrops ascides olaylarında karın boşluğuna biriken sıvıyı ponksiyon yolu ile boşaltmaktadır. Zamanından çok ileri tedavî metotları ile dolu olan bu makaleden sonra 9 ncu makalede Ebu Bekr 12 bab'da materia medika ve koteriasyon şekillerinden bahsetmiştir.

"ORTOPEDİ"
Kitabın 10 ncu ve sonuncu makalesi 15 bab'a ayrılmıştır. Ebu Bekr'in en rahatlıkla yazdığı bölüm burasıdır. İlk bablar çeşitli at nalları, nal çivileri ve nallama tekniğine ayırmıştır. 360 kadar nal çeşidi bildiğini yazmaktadır. Bu nallardan büyük bir kısmı ayak hastalık ve kusurlarında tedavî maksadı ile kullanmaktadır. "Topuk çalma hâlinde tırnağın dış tarafı iç tarafından daha fazla yontulduktan sonra, topuk çatan yer düz olan bir nalla orası yükseltilerek nallanır." diyen yazar bazılarının ökçeleri fazla sıkıştırarak nallamalarının ökçe darlığına sebeb olduğunu ve daralan ökçenin tırnak çatlaklarını doğurduğunu büyük bir hazakatle yazmıştır.

Paytak bacaklılık olaylarında iç kenarları daha alçak nalla; ayağın kavisli (bou-leture) durumlarında ise tendoların kısalmasından tırnak dik bir pozisyon alır, bunu düzeltmek için ökçeleri düzeltir, alçatır ve sümbükte gagaları bulunan bir nalla tırnağı nallar ki yalnız bu bile bize Ebu Bekr'in ortopedi mevzuunda ne kadar modern olduğunu göstermeye yeterlidir. İtellilik, kronik farbür ve krapo gibi ayak hastalıklarının tedavilerinde çok uygun nallar kullanmıştır.

Kitabın son bölümünde katır ve merkep nallarından da bahseder.

Bu son makalede Ebu Bekr tarafından verilen bilgilere ne daha önceki eski Yunan eserlerinde ne de sonraki kitaplarda rastlanmaktadır. 17 nci hata 18 nci yüzyıldan sonradır ki ayak hastalıklarının nallarla tedavî ve düzeltme metotları Batıdan veteriner hekimliğine girmiştir.

Netice olarak Ebu Bekr 14.ncü asırda İslâm veteriner hekimliğinin Avrupa'ya nazaran çok üstün durumunu gösteren, zamanının veteriner ansiklopedisi diyebileceğimiz pek değerli eseri ile veteriner tarihinde parlak yer tutmaya hak kazanmıştır.
 
Goethe Dünyamızın Hayranıydı
Sızıntı


Bu yazı. Prof Katharina Mommsen tarafından, Goethe'nin 150 'nci ölüm yıldönümü için hazırlanmıştır. Kendisi milletlerarası bir Goethe araştırıcısıdır Bilhassa Goethe ve devrinin uzmanı ve Ortadoğu mukayeseli edebiyat bilimi uzmanıdır. Kısa bir şiire önce yayınlanan "Goethe ve 1001 Gece" eseri Arapçaya da tercüme edilmiştir. Goethe'nin "Doğu - Batı Divanı" ve İslâm'la olan bağı üzerinde 20 yıl çalışmıştır. 1974'ten bu yana Alman dili araştırmacısı ve milletlerarası kürsü sahibidir.


Goethe ölümünden dört ay önce şöyle diyordu:


"Hepimiz İslâmiyet’te doğuyor ve yine İslâmiyet’te ölüyoruz."


28.jpg

114. Sure des Korans in Goethes Handschrift

Goethe’nin kendi el yazısıyla Kur’an’ın 114. Suresi​

Goethe'nin İslâm dini ve Hz. Muhammed (SAV) ile olan münasebeti çok enteresan olduğundan, bu hususun daha yakından araştırılması gerekmektedir. Goethe, İslâmiyet için diğer dinlere göre çok farklı bir yakınlık ve gönülden bir katılma göstermiştir. Bu yakınlık ömrünün çeşitli yıllarında değişik değişiktir. Daha 23 yaşında iken Peygamber (SAV) için yazdığı övgü şiiri (Nat-ı Şerif) bunun delilidir. Ayrıca, çevresinin de bildiği gibi Goethe, her zaman için Kur'an'ın indirildiği geceyi, yani Kadir gecesini kutlardı. Bunu 70 yaşında iken açıklamıştır. Goethe'nin İslâm'a olan alâkası değişik şekillerde onun bütün hayatını sarmıştır. Bize kadar intikal eden en büyük iki eserinden biri olan "Doğu-Batı Divanı"nda bunun tesirini görmekteyiz. Bu eserin Goethe tarafından açıklanan bir kısmında şu şaşırtıcı cümleye rastlıyoruz: "Bu kitabın yazan kendisinin de bir Müslüman olduğunu reddetmiyor."


KUR'AN'LA İLK KARŞILAŞMASI
Goethe'yi İslâmiyet'e yaklaştıran sebebleri araştırırsak, Teolog Herder'in, Strasburg'lu talebe Goethe'ye, 1770–1771 kışında sunduğu Kur'an araştırmasını gösterebiliriz. Goethe'nin otobiyografisinde de belirttiği gibi "aydınlatıcı tolerans" devrinin gereği Goethe ilk olarak Kuran'ı ve onun mânâsını kavramaya ve değerlendirmeye başladı.

Goethe için, Kur'an'ın bir başka hususiyeti olan filolojik "dil-lisan" yapısının üstünlüğü ve mükemmelliği ayrı bir sevgi sebebi oluyordu. Herder dahi Kur'an'ı arapların klasik bir kitabı olarak tarif etmiş ve Germenlerde. Latincenin en üst noktada tutulduğunu da söylemiştir. Goethe daha sonra Kur'an'ı ve arap dilini öğrenmek için uğraşmağa başladı. 23 yaşında memleketine dönen Goethe, ilk iş olarak Frankfurt'lu Prof. Megerlin'in, doğrudan Kuran"dan yaptığı ilk tercümeyi bulmaya çalıştı. Kur'an'ın tercümesi piyasaya ilk çıktığında da hemen aldı. Fakat Frankfurt'lu aydınların çıkardığı 'Frankfurt İlânları" isimli gazetede Megerlin'in tercümesini tenkid eden Goethe, Kur'an mevzuunda Megerlin'in yaptığı tercümeden çok daha fazla şey beklediğini belirtti. O, Megerlin'in tercümesini eksik görüyor bir başka alman tarafından, tam bir şâir ruhuyla ve Peygamberin manevî atmosferinde Kur'an'ı okuyup mânâsına vakıf olunduktan sonra bir tercüme yapılmasını arzuluyordu. Avrupa'da, o devirde yapılan Kur'an tercümelerinin hiçbirisi Goethe'yi tatmin etmemiştir. Goethe ihtiyarladığında, Divan'ın notları ve denemeleri hakkındaki sözlerinde ise şöyle diyecektir; "Kur'an; stili, kesin, muazzam, sarsıcı ifadelerle hakikati anlatır."

ALLAH'IN VARLIĞININ DELİLİ OLAN TABİAT
Goethe'nin Kur'an'a olan alâkası, onun dil yapısının mükemmelliği yanında Goethe'nin İslâmiyete neden bu kadar bağlı olduğunu açıklamaya yetmemektedir. Batılılara göre Goethe, kendi inanç ve düşünce sistemine uyan büyük benzerlikler bulunduğu için bu dine yaklaşmıştır. Bu alakadan kaynaklanan sesle, Goethe, gençliğinin ikinci eseri olan Doğu-Batı Divanı'nın (Cennet Kitabı, 1771) kısmında tesirini icra etmiştir. Gerçekten Goethe'yi İslâmiyet'e bağlıyan onu böylesine cezbeden ve ona bu kadar yakın olmasını sağlayan şey ise, şâirin, gençliğinden alan Kur'an araştırmalarında aranmalıdır. O'nun bu hususta, Megerlin'in tercümesinden, latince Kur'an tercümesi "Maraccius"a kadar iktibaslar yaptığını görüyoruz. Goethe, burada 10 değişik sureden büyük bir bölümü yazmıştır. Böylece Goethe'nin, İslâmiyetle olan münasebetinin ilk emarelerini görmekteyiz. Burada bilhassa, Goethe'nin temel fikri olan, Allah'ın isimlerinin Kâinatta tecelli etmesi çok mühimdir. Bu fikre bağlı olarak Goethe, Kur'an'dan şu âyetleri not etmiştir: "Doğu ve batı Allah'ındır. Yüzünüzü her nereye çevirirseniz, Allah oradadır" (2/115). "Yer ve göklerin yaratılışında, gece ile gündüzün ard arda gelmesinde akıl sahipleri için Allah'ın varlığını, Kudret, Azamet ve Merhametini gösterir kesin deliller vardır."(3/190). Bu âyetler, Allah'ın varlığını ve eşsiz oluşunu gözler önüne sermektedir. Tabiatın, değişip duran görüntülerinde, günün gece ve gündüz olarak peşipeşine gelmesinde, hatta, mevsimler, aylar, yıldızlar, bulutlar ve bunların akıp gidişinde Allah'ın sanatı ve kanunları olarak tabiatı incelemesini ve araştırmasını öğretmektedir. Tabiata ve onun ihtiş(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim) bakarak insan Allah'ın hâkimiyetine yöneltilmektedir. En önemlisi de Allah'ın birliğine...

PEYGAMBERİN (SAV) ŞAHSİYETİNE HAYRANLIĞI
Goethe'nin İslâmiyet'e yönelişinde, yukarıda meallerini verdiğimiz Kur'an'ın âyetleri ve muhtevası ki, Allah'ın birliğinden ve merhametinden bahsetmeleri yönünden önemli tesiri icrâ etmiştir. Buna ilave olarak, Peygamberin (SAV) şahsiyeti ve talimlerindeki ilahîlik de, hususî bir durum arzetmektedir.

Goethe'nin Peygamberimizle alâkalı ilk araştırmalarında, üçüncü sureden şu iktibasa rastlıyoruz. "Muhammed, (SAV) bir Peygamberden başka birşey değildir; Ondan önce de birçok nebiler gelip geçmiştir. Şimdi O, ölür veya öldürülürse, topuklarınız üzerinde geriye mi döneceksiniz?" (3/144)

Goethe, bu mevzuda ilahîyatlı arkadaşlarıyla tartışmalar yapar, düşüncelerini onlara da anlatmak isterdi. Lavater adlı teologla, (Yalnızca Hz. İsa'nın mı din kurucusu ve nebi olarak görülmesi gerektiği ve ondan başka bu makama sahip olanlar yok mudur?) sorusunu birçok tartışmalara mevzu etmiş ve sonunda da, bu arkadaşından bir münakaşa neticesinde ayrılmıştır. Goethe'nin Kur'an'dan yaptığı iktibaslarda, Hz.Muhammed'in (SAV) herhangi bir kavim içinde tesiri, dikkatini çok çekmiştir. 29. Sureden iktibasen şunları yazar. "Ayetler ve mucizeler hep Allah katındadır, ben sadece gelecek tehlikeden haber veren bir Peygamberim" (29/50). Ve 13. Sureden yaptığı iktibasta: "İnanmayanlar O'na (Peygambere), Rabbinden başka bir mucize indirilse ya! Derler. Fakat sen sadece gelecek tehlikeyle korkutan bir Peygambersin. Her kavme doğru yolu bulmaları için bir rehber, bir Peygamber gönderilmiştir" (13/7). Bu son Kur'an suresine Goethe, hususî bir hayranlık duyar. 1819'da genç bir münevvere yazdığı mektupta, Kur'an'dan iktibas ederek şöyle der: "Allah'ın Kur'an'da söylediği haktır!" Biz her kavme kendi dilinden bir Peygamber gönderdik" (14/4). Thomas Caryte'ye yazdığı bir diğer mektupta da, (1827) yine bu Kur'an iktibasını yazar. Kur'an'da inanmayanların Peygamberden mucize istemeleri ve buna karşılık Kur'an’ın beyanı Goethe'ye tesir etmiştir. Bunun neticesi "Doğu-Batı Divanı"nda şu mısraları görüyoruz.

Gösteremem, diyordu Peygamber ben mucize
En büyük mucize ise, benim işte!..

Goethe Kur'an araştırmalarından sonra aldığı ilhamla, (1772) den sonra yazmak istediği büyük bir trajedide, Peygamberi(SAV) kahraman olarak eserine koyacaktır. Bu trajedi bitmemiştir. Fakat, bazı ana bölümleriyle, hiçbir yazarın İslâm Peygamberine göstermediği bağlılığı izhâr etmesi itibariyle, eksik dahi olsa mükemmeldir.

PEYGAMBER (SAV) İLE ŞAİR ARASINDAKİ MÜNASEBET
Peygamberin (SAV) şahsiyetinin tesiri altında kalışının en büyük belirtisini, Goethe'nin ilk olarak, Ali (ra) ve Fatıma (r) arasında karşılıklı şiir halinde başlattığı "Hz. Muhammed'in Na't'ında görüyoruz. Bu Nat'ta Peygamberin varlığı ilahî bir rehber olarak çoşkun bir nehre benzetilmiştir. Bu benzetme, Peygamberin en küçükten başlayıp gittikçe ululaşan hâkimiyetini anlatmaktadır. Sonunda da bu nehri İlâhî iklimi sembolize eden okyanusa ulaştırır. Burada Peygamberliğe ait keyfiyet, insanları küçük akarsular gibi bir araya toplayıp nehre ulaştıran ve denize döken güç olarak gösteriliyor. Bilhassa bu motif, ilerdeki şiirin kafiyelerinde işlenecektir.

Ve çıkıp ortaya
Nehirleri, toprakların dağların
Kutlayarak O'nu: Son Resulü
Bağırıyorlar: Kardeş! Kardeş!
Al da
Kardeşlerini ezelî okyanusa doğru..
Sonsuz olana
Bizi bekleyene doğru
Kollarını açıp da...

Yeniden biraz sonra
Al kardeşlerini
Topraklardan, dağlardan
Derya-yı Ezelinin yanına

Ve böylece
Alıp kardeşlerini
Sevindirerek bekleyeni
Ulaştırdı Yüce Nezdine..

Burada, şâirin gençliğinde Hz. Muhammed (SAV) ile olan münasebeti anlatılırken, kendi şâirliğini de, insanları alıp birleştirici, daha yüksek bir hayata yöneltici bir vasıta olarak görmüştür. Bu şiirde de Goethe'nin, hayata bağlılığı ve tabiat sevgisi, şiirin ruhundan anlaşılmaktadır. Ayraca Goethe'nin Kur'an'dan öğrendiği Allah'ın birliği hususu açık olarak da göze çarpmaktadır. Bilhassa Şâirin, Hz. Muhammed'e (SAV) yıldızlar altında söylettiği parçada bu husus, daha vazıh, daha aydındır: (1)

Bu ruhun hissinde hepinizi
Tek tek ayıramam
Bütün hissiyatımla sizi kavrayamam
Kulak mı kullanılır duada
Göze ne gerekir
Dilediğine bakmaktan başka..

Bakıp yukarıya, yönelerek "Gad"a (2)
"Sevimli yıldız!" diyordu,
Sen ol Rabbim!
Ama sonra
Batınca el sallıya sallıya
Ve bırakınca
Yapayalnız, ıpıssız
Heni dinlemeden feryadını:
"Yıldız! Yıldız!"

Dönüyordu söylenerek kendi kendine:
"Nasıl oldu da sevdim
Batıp giden bir fâniyi hem de"

Ey yıldızların rehberi
Sen ey Ay! Mukaddes, yüce ol
Sen benim Rabbim ol
Aydınlat karanlıklarımı yol yol...
Beni o karanlıklarda
Şaşırmış şu toplumla
Yalnız bırakma!..

Yanan kalb yöneldi de
Parlayan Güneş'e
Dedi: Sen ol Rabbim
Beni gözet emi!..
Fakat ey mucize
Sen de mi
Batıp gidiyorsun
Yanarken içim
İşte gene
Sarıyor karanlık beni
Yoksa ben
Sahipsiz miyim?
Ey âşık kalbim
Artık seslen Yaradanına:
"Ey Rabbim!

Ey beni, göğü ve yeri
Ayı, yıldızları ve güneşi
Yaratan Rabbim
Yüzümü artık
Sadece sana yönelttim."

Peygamber (SAV), kavminin akıl almaz putperestliğine karşı mücadele etmektedir. Şu soruya da şöyle cevap verir Peygamber (SAV): "-Senin Allah'ının yardımcıları yok mudur?" "-Eğer onlar olsaydı, o Allah olabilir miydi?"

Burada açıktır ki, Peygamberin (SAV) şahsiyeti ve Allah'ın birliği hakkındaki talimi. Goethe'yi gençliğinden beri bir Hz. Muhammed (SAV) trajedisi yazmaya itecektir. Peygamberin şahsiyetindeki hususiyetler Goethe'yi büyülediği gibi düşündürecektir de.. Bu hususta, gençliğinin eserlerinden biri olan "Edebiyat ve Gerçek'' kitabında çok ayrıntılı bilgilere rastlarız. Trajedinin sonu, Peygamberi (SAV) en aydınlık bir biçimde gösterir. O, burada, Goethe'nin belirttiği gibi ululaşarak, sevgiyi hak ettiğini, buyruklarının berraklığını ve hâkimiyetinin ihtişamını, dünyada sabitleştirerek buradan ayrılır.

Goethe otobiyografisinde ve "Trajedi"sinde Hz. Muhammed'in (SAV) insanlar üzerindeki tesirini ve yüce karakterini tasvir etmekteydi. Bu kelimelerden anlaşılacağı gibi insanlar üzerinde tesirli olan Peygamber'e (SAV) Goethe'nin nasıl bağlı olduğu görülür.



Humboldt Vakfının 3 Aylık Edebî Dergi Ağustos 1982'den

Tercüme eden : T. Ç.
Derleyen : S. Senih
 
Dekart
Dr. Fuat BOZER


Rönesansın meşhur Fransız filozofu René Descartes, 1596 yılında Tovraine'in küçük kasabalarından biri olan La Haye'de doğmuştur. Onun hayatıyla fikirleri arasında tam bir âhenk bulunduğu söylenir. Daha çocukluk çağından itibaren, şaşılacak derecede parlak olan zekâsıyla etrafının dikkatini üzerinde toplamıştı. Babasını, herşeyin "nasılı ve niçini" ile ilgili sorularla öylesine yormuştu ki aslında bundan epeyce de hoşlanmakta olan adamcağız günün birinde onun ismini "küçük filozof" olarak değiştirme kararını vermişti.

1604 de, din adamı yetiştirmek üzere son üç yılında Aristo'nun "Organon, Fizik, Metafizik ve De Animası" ile Clavius'un "Cebir"inin okutulduğu Fleshe kollejine başlamıştı.

10 Kasım tarihinin Descartes'in hayatında enteresan bir yeri vardır. Kollejden sonra başlamış olduğu hukuk tahsilini; 10 Kasım 1616 da hayatında eskrim, binicilik ve benzeri eğlence şekillerinden başka pek birşey bulunmayan bohem bir kişizade olarak bitiren Descartes'in şahsiyetinde; 10 Kasım 1618 de karşısına çıkan İsaac Beeckman'la uzun uzun görüş alışverişinde bulunduktan sonra birdenbire çok büyük değişiklikler meydana gelmiştir. Ciddi, olgun ve idealist yeni Descartes artık mümkün olduğu kadar yalnız kalıp düşüncelerini toparlamaya çalışmakta, fırsat buldukça da zamanının alimleriyle görüşmeler yapmaktadır.

10 Kasım 1619 gecesi ise, ilahi bir ilham olarak tefsir ettiği üç ayrı rüya görür. Birincisinde, kendisini sol tarafı felce uğramış bir halde, fırtınaların itip sürüklemesiyle, Allah'a ibadet için yapılmış büyük bir binanın avlusuna atıldığını gördü. Orada bir tanıdığı kendisine bir kavun hediye etti Dehşetle uyandıktan sonra sağ tarafına dönüp tekrar yatınca bu sefer de korkunç bir gök gürültüsüyle irkildi. Rüyasında bulunduğu odanın içini yıldırım kıvılcımlarıyla dolmuş gören Descartes, uyandı ve kötü cinlerin hışmından korumasını Allah'tan dileyerek tekrar yattı. Biraz sonraki üçüncü rüyasında ise masanın üzerinde bir lügat buldu ve biraz sonra da elinde bir "Şairler Antolojisi" belirdi Rastgele açınca "Hayatta hangi yolu takib edeceğim" adlı bir bölüm karşısına çıktı. Tam o sırada tanıyamadığı birisi ona "Evet ve Hayır"la başlayan bir şiir parçası gösterdi.

Daha tam manâsıyla uyanmadan hemen rüyalarını tefsir etmeye koyuldu: Felce uğraması günahlarının cezasıdır. Kavun ise yalnızlığa işarettir; yani inzivaya çekilmesi gerekmektedir. Lugat bütün ilimlerin tam(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim) delâlet ediyordu, yani o bunları bir bütün halinde toplamalıydı. Şairler Antolojisinin "Hayatımda hangi yolu takib edeceğim" diye başlayan kısmı ona dünyada kendisiyle uğraşmaya değecek yegâne şeyin hakikati aramak olduğunu anlatan bir işaretti.

Biraz sonra uykunun tesirinden tamamen kendisini kurtarmıştı. Tefsire şimdi uyanık halde devam ediyordu: "Evet ve Hayır " ilimlerdeki doğrulara ve yanlışlara ait semboller olmalıydı.

Descartes, bu rüya ile manevi bir vazife aldığına İnandı. Bunun üzerine derhal Manevi ve maddi hayatını büyük bir itinayla tanzime koyuldu. Allah'ın kendisine lutfettiği dini tam bir sadakatle yaşamaya karar verdi Artık Descartes çevresindekilere, "Namusu ve Şerefiyle yaşayanlara bu dünyada olduğu gibi ahirette de saadet ve mükâfat vardır." demeye ve bu sözünün icaplarını da sıkı sıkıya yerine getirmeye başlamıştı, ömrünün sonuna kadar uymakta sebat gösterdiği ikinci kaide, işlerinde elden geldiğince azim göstermek ve bir kere doğruluğuna kanaat getirdikten sonra aldığı her kararda sonuna kadar ısrar etmekti Bunlara şu üçüncü prensibi ekliyordu: Ben kaderi değil kendi nefsimi yenmeye; dünyanın düzeninden çok kendi arzularımı değiştirmeye çalışacağım. İrademe tâbi olmayan şeylerle de beyhude uğraşmayacağım. Fakat bunlardan daha çok önem verdiği mutlak bir ahlâk kaidesine daha sahipti: "Hakikati aramak" Ona göre bu, faziletlerin en büyüğüydü ve hakikati aramanın ruha verdiği zevk ve haz, yaşaması için kâfi sebeptir. O, kilise anlayışına zıt olarak insanlığın dünyaya yalnız ızdırap çekmek için gelmediğini söylüyordu. İnsanlık için saadet te mümkündü. Descartes'e göre gerçek saadet ancak ruhi bir haz ve tatminle elde edilebilirdi, bu ise hakikati aramaktan başka bir şeyle te'min edilemezdi Onun hayat felsefesine göre, ömrünü hakikati aramağa vakfetmek ve yalnız "aşkını verdiği şeyle ruhu arasında tam bir rezonans temin etmek", böylece dünyada mesud ve bahtiyar yaşamak; ferdin önce kendi, sonra da insanlığın saadeti için yapabileceği yegâne şeydi

Bu rüyaları gördükten üç yıl sonra yine bir 10 Kasım günü ilmi bir buluş mu yoksa yine mistik bir ilham mı olduğunu tam olarak izah etmediği "olağanüstü bir keşif" zihninde iyice berraklaşmış dır. Artık o ne yapacağını iyice bilen bir insandı.

1627 yılında "aklın idaresi için kaideler" adlı kitabını Lâtince olarak yazmaya başlar, fakat hemen bastırmaz. Basılmasına karar verdiği ilk kitabı olan "Metod Üzerine Konuşma" 1637 yılı Haziran'ında Hollanda'da neşredilir. Bunu 1641 yılında Paris'te basılan Meditations takip eder. Eserin arkasında altı dizi halinde; müsveddeleri incelemiş olan bu konudaki otorite kişilerin itirazları ve Descartes'in bu itirazlara verdiği cevaplar bulunmaktaydı. 1644' de de "Felsefenin Prensipleri" Armsterdam'da Lâtince olarak yayımlandı. İki sene sonra 1646da birinci redaksiyonu yapılan "Ruhun Pasif Halleri" ise, 1649 da Paris'te Fransızca tam metin olarak yayımlanmıştır.

Bu kitabın basımından bir sene sonra 11 Şubat 1650 de nihayete eren hayatı, bizlere; Descartes'in sözleriyle yaptıkları birbirine son derece uygunluk gösteren nadir bulunur insanlardan biri olduğu kanaatini vermektedir.

Descartes hayat anlayışını ve yaşama gayesini Meditations (Düşünceler) adlı eserinin ön sözünde şöyle ifade eder; "Bizler teslimiyet sahibi kimseler olduğumuz için; bize Allah'ın mevcudiyetine ve insan ruhunun bedenin yok olmasıyla beraber yokluğa maruz kalmayacağına inanmak kâfi gelse de; bunlar tabii delillerle ispatlanmadıkça, inkâr edenleri hiçbir dine ve ahlâki fazilete inandırmak asla mümkün görünmüyor. Dünyada insanlar ekseriyetle, faziletlerden ziyade rezaletlere değer veriyor. Bu yüzden âhiret ve Allah korkusuyla menedilmedikçe pek az kimse hakkı menfaate tercih ediyor. Mukaddes kitaplarda öyle anlatıldığı için Allah'ın varlığına, diğer taraftan Allah'dan geldiği için Mukaddes kitaplara inanmak gerektiği mutlak olarak doğru olmasına rağmen; bütün bunları, İnkâr edenlere olduğu gibi teklif edemeyiz. Çünkü onlar pekâla bizim bu hususta mantıkçıların kısır daire dedikleri bir hataya düşmüş olduğumuzu tasavvur edebilirler."

Mukaddes kitaplarda "Cehaletleri asla affedilmez, zira akıllan dünyaya ait şeylerin inceliğine kolaylıkla nüfuz edebildiği halde; ondan çok daha kolay olan Allah'ı tanıma hususunda aciz kalmış olmaları, nasıl mazur görülebilir? Allah hakkında öğrenilmesi gerekli olan şeyler, onların kendi varlıklarından daha âşikârdır." denilmektedir. Bunun içindir ki, bu ispatın hangi vasıtalarla yapılabileceğini ve Allah'ın bilinmesine, dünyada bulunan şeylerin tamamından daha büyük bir kolaylık ve kesinlikle ulaşabilmek için, hangi yolu tutmak lâzım geldiğini göstermenin, bir filozofun vazifelerine muhalif olmadığına inandım. Ruha gelince pek çokları onun mahiyetini bilmenin mümkün olmadığını zannederken, bazıları da onu, yalnız dinin iddia ettiğini söylemek cesaretinde bulunmuşlardı.''

Descartes, ruhla ilgili bu iddiaları yayınladığı ilk kitap olan "Metod Üzerine Konuşma"da şöyle cevaplandırmıştı: "Akıl sahibi ruhun diğer varlıkların aksine hiçbir surette maddenin vasıflarından çıkarılmayacağını, onun hususi suredde yaratılmış olması gerektiğini; ruhun insan bedeni içinde, organ arını hareket ettirmek için, bir dümencinin gemisinde oturduğu gibi oturmasının yetmediğini, bedeni hareket ettirmekten başka, bizimkilere benzeyen duyguları, iştahları da olacak şekilde bedene katılıp onunla birleşerek bilinen insan yapısını meydana getirmiş olması icabettiğini göstermiştim. En önemli konulardan biri olduğu için ruh konusu üzerinde fazla durmuştum; çünkü, Allah'ı inkâr edenlerin, çeşitli vesilelerle çürüttüğümü sandığım sapıklıklarından sonra, hayvanların ruhlarının da bizimkilerle aynı yaratılışta olduğunu, dolayısıyla bu hayattan sineklerle karıncalardan fazla ne endişe ne de ümid edecek bir şeyimiz olmadığını kabul etmek kadar, zayıf ruhları faziletin doğru yolundan uzaklaştıracak şey yoktur. Oysa bu iki ruhun birbirinden ne kadar farklı mahiyetleri olduğu bilindiği zaman, bizim ruhumuzun bedenden tamamen müstakil hale geçebilen bir vasfa sahip olduğu, dolayısıyla da, asla bedenle birlikte ölmek zorunda bulunmadığını gösteren deliller çok daha iyi anlaşılabilecektir."

Descartes'in en önemli eserlerinden olan "Metod Üzerine Konuşma"yı bundan sonraki sayımızda tanıtmak istiyoruz.
 
Hasan Şevket Adalan - (1961) </B>
Siyasal Bilgiler mezunu olan Adalan, CHP lideri İsmet İnönü'ye "yakın" bir kişiydi. Maliye Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkanlığı ve İstanbul Defterdarlığı yaptı.İzmirli olan Adalan, Alsancak semtinde oturuyordu. İki, üç, yedi ve sekizinci dönem İzmir milletvekili seçildi. Kurucu Meclis'te de İzmir temsilcisi olan Adalan; Tarım, Gümrük ve Tekel, Maliye ve Bayındırlık Bakanlıkları yaptı. 1961 yılında vefat etti.
 
Haydar Efendi ( 29.08.1240)- (1885) </B>
İstanbul Şehremini (Belediye Başkanı)
15 Cemaziyelahir 1287-29 Cemaziyelahir 1288
15 Eylül 1870-15 Eylül 1871
Emanet müddeti: 1 yıl

Hicri 1241 yılında İstanbul’da doğmuş, Sıbyan Mektebi’nde ilk tahsilini yaptıktan sonra Mekteb-i Maarif-i Adliye’de Arapça ve Farsça tahsil ederek diploma almış, Tercüme Odası’nda Fransızca, umumi tarih ve aritmetik okumuştur.
1844 tarihinde Divan-ı Hümayun Kalemi’ne giren ve Mühimme Odası ile Tercüme Odası’nda görev yapan Haydar Efendi 1851’de Serkatiplik göreviyle Romanya’ya tayin olunmuş, daha sonra Tahran Sefareti’ne müsteşar olmuştur.
Paris’te ve Petersburg’da maslahatgüzarlık yapan Haydar Efendi 6 yıl Viyana Sefareti’nde görev yaptıktan sonra Şehremaneti’ne getirilmiştir. Bu vazifeden sonra Ankara Valiliği, çeşitli sefaret görevleri, Tanzimat Meclis Azalığı, Hariciye Müsteşarlığı yapan Haydar Efendi Telgraf ve Posta Nezareti’nde iken azledilmiştir.
1885 yılında vefat eden Haydar Efendi Haydarpaşa’daki kabristana defnedilmiştir.
 
Hikmet Bayur ( 1891)- (1980) </B>
1891 yılında İstanbul’da doğdu.Sadrazam Kıbrıslı Kamil Paşa'nın torunudur. 1933-1934 yıllarında Milli Eğitim Bakanlığı, 1933-1942 yıllarında Milletvekilliği, 1932-1933 yıllarında Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri görevlerinde bulundu.Ayrıca elçilik ve İstanbul Üniversitesi’nde Devrim Tarihi öğretmenliği yaptı.1980 yılında İstanbul’da öldü.

Kaynak:1920-1984 Türkiye’yi Kimler Yönetti? M.Orhan Bayrak Milliyet Y. İstanbul 1984 sf.76
 
Hikmet Çetin ( 1937) </B>
1937 yılında Diyarbakır'ın Lice ilçesinde doğdu.Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirdi. ABD Williams College'de master yaptı.1973 yılında Ecevit Hükümeti döneminde Devlet Planlama Teşkilatı'nda Planlama Daire Başkanlığı yaptı. 1977 yılında CHP İstanbul Milletvekili olarak Parlamento'ya giren Çetin, CHP hükümeti döneminde Devlet Bakanlığı ve Başbakan Yardımcılığı görevinde bulundu.18'inci dönem (1987) SHP Diyarbakır milletvekilliği yaptı. SHP Grup Başkanvekilliği ve Genel Sekreterlik görevlerinde bulundu.1991'de Gaziantep'den parlamentoya giren Çetin, DYP-SHP koalisyon hükümetlerinde 32 ay 7 gün Dışişleri Bakanlığı yaptı. 18 Şubat 1995 günü, birleşen SHP ve CHP ortak kurultayında Başkan seçildi. Bilahare genel başkan adayı olmadı.İngilizce biliyor. Evli ve 2 çocuk babası
 
Geri
Üst