15
EXE RANK
-AUXERRE. `
Fexe Kullanıcısı
Puanları
0
Çözümler
0
- Katılım
- 1 Ara 2009
- Mesajlar
- 15,286
- Tepkime puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 33
Herkesin ya Platoncu ya da Aristocu olduğunu söyleyen, sanınm Coleridge idi. Aristo'nun sonsuz aynntılı özgüllüklerine dayanamayanlar doğal olarak, Platon 'un havada yüzen genellemelerini severler. Platon'un ebedi ve yüce idealizmine dayanamayanlar da Aristo'nun ayakları yere basan olgulannı hoşnutlukla karşılarlar. Esasında Platon, tekrar tekrar her kuşakta, ilerdeki, yukandaki "bir"e doğru giden Buda arayışçısıdır. Aristo ise "çok"u tercih eden ebedi motosiklet tamircisidir. Bu anlamda ben pekala, Buda'yı çevremdeki olguların niteliğinde bulmayı tercih eden bir Aristocuyum; ama Phaedrus yapı olarak tam bir Platoncuydu ve dersin konusu Platon'a kayrlığında çok rahatladı. Onun Niteliği ile Platon'un İyi'si o denli benziyordu ki Phaedrus'tan kalan bazı notlar olmasaydı bunlann aynı şey olduğunu sanabilirdim. Ama o, bu benzerliği yadsımıştı ve zamanı geldiğinde, bu yadsımanın ne denli önemli olduğunu anladım.
Düşünce Analizi ve Yöntem Araştırması kursu Platon'un "İyi" kavramıyla ilgili değildi gerçi, ama Platon'un retorik kavramıyla ilgiliydi. Platon çok net bir şekilde vurgular: Retoriğin İyi ile hiçbir bağlantısı yoktur; retorik "Kötü"dür. Zorba krallardan sonra Platon'un en çok nefret ettiği kişiler retorikçilerdir.
Platon'un derste okutulan ilk diyaloğu Gorgias'tı, Phaedrus'ta, bir yerlere vardığı duygusu oluştu. Sonunda olmak istediği yer burasıydı.
Öteden beri hep, bilmediği güçlerce -Mesiyanik güçlerce- ileriye savrolduğunu sezinliyordu. Ekim ayı geldi, geçti. Günler düş gibi ve abuk sabuk geçiyordu; ama Nitelik açısından değil elbette. Onu tek ilgilendiren şey ondaki, doğmak üzere olan, yeni, her şeyi darmadağın edecek, dünyayı sarsacak hakikatti ve dünya hoşlansa da hoşlanmasa da ahlaki yönden onu kabul etmek zorundaydı.
Gorgias, Sokrates'in diyalogta sorguladığı bir sofistin adıdır. sokrates Gorgias'ın geçimini hangi işle sağladığını ve bunu nasıl yaptığını çok iyi bilmektedir, ama Yirmi Soru diyalektiğine Gorgias'a retoriğin neyle ilgili olduğunu sorarak başlar. Gorgias, karşılıklı konuşmayla ilgili olduğu yanıtını verir. Başka bir soruya yanıt olarak da amacının ikna etmek olduğunu söyler. Bir başka soruya yanıt olarak yerinin mahkemeler ve diğer toplantılar olduğunu söyler. Ve yine başka bir soruya yanıt olarak, konusunun, haklı ve haksız olanlar olduğunu söyler. insanların sofist dediği kişilerin yapmaya eğilimli olduğu, tümüyle Gorgias'a ait bu tanımlamalar Sokrates'in diyalektiği ile kurnazca başka bir şeye dönüştürülür. Retorik bir nesne olmuştur ve bir nesne olarak, bölümleri vardır. Ve bu bölümlerin birbirleriyle ilişkileri vardır ve bu ilişkiler değişmez. Bu diyalogda, Sokrates'in analitik bıçağının Gorgias'ın ustalığını nasıl parçalayıverdiği açıkça görülür. Daha da önemlisi, ayrılan parçaların Aristo'nun retorik sanatının temelini oluşturduğunun görülmesidir.
Sokrates , Phaedrus'un çocukluk çağındaki kahramanlarından biriydi; bu diyalog onu şok etti ve kızdırdı. Metnin kenar boşlukları kendi yanıtlarıyla doldurdu. Bunlar onu epey bocalatmış olsa gerek, çünkü bu yanıtlar verilmiş olsaydı diyaloğun nasıl gelişeceğini anlamanın yolu yok. Bir yerde Sokrates, retoriğin kullandığı sözcüklerin hangi tür şeylerle ilişkili olduğunu sorar. Gorgias "En yüceler ve ez iyiler" diye yanıtlar. Phaedrus hiç kuşkusuz bu yanıttaki Niteliğin rrmen farkına vararak "Doğru!" diye yazar kenara. Ama Sokrates bu yanıtın muğlak olduğu karşılığını verir. Hala karanlıkta olduğunu söyer. "Yalancı!" diye yazar Phaedrus kenara ve Sokrates'in, kendisinin "karanlıkta" olamayacağını açıkladığı başka bir diyaloğun yer aldığı bir sayfaya gönderme yapar.
Sokrates, diyalektiği, retoriği anlamak için kullanmamaktadır; onu tahrip etmek için ya da en azından gözden düşürmek için kullanmaktadır; öyle ki soruları aslında soru falan değildir -onlar, Gorgias ve yandaşı retorikçilerin içine düşeceği sözcük tuzaklarıdır yalnızca. Phaedrus tüm bunlara çok öfkelendi; orada olmak istedi.
Felsefe profesörü derste Phaedrus 'un görünüşte iyi davranışına ve çalışkanlığına bakarak onun hiç de kötü bir öğrenci olmadığına karar verdi. Bu da ikinci hataydı. Phaedrus'a, aşçılık hakkında ne düşündüğünü sorarak onunla küçük bir oyun oynamaya karar verdi. Sokrates Gorgias'a, retoriğin de aşçılığın da muhabbet tellallığının -pezevenkliğin- kolları olduğunu, çünkü ikisinin de doğru bilgiden çok duygulara hitap ettiğini göstermişti.
Phaedrus, profesörün sorusuna karşılık olarak; aşçılığın, pezevenkliğin bir kolu olduğunu söyleyen Sokrates 'in yanıtını verir.
Sınıftaki kadınlardan birinin kıkırdaması Phaedrus 'un canını sıktı, çünkü profesörün, Sokrates'in karşıtlan üzerinde kullandığına benzer bir diyalektik kıskaç kullanmaya çalıştığını bilmektedir ve yanıtı komik olmayı değil, yalnızca profesörün kullanmaya çalıştığı diyalektik kıskacı kaldırıp atmayı amaçlamaktadır. Phaedrus, Sokrates 'in bu görüşü kurmada kullandığı tüm argümanlan ezberden okumaya çoktan hazırdır.
Ama profesörün istediği bu değildir. Onun istediği, sınıfta onun yani Phaedrus'un retorikçi olacağı ve diyalektiğin gücü karşısında kasten yenileceği bir diyalektik tartışma yaratmaktır. Profesör kaşlannı çatar ve yeni bir girişim yapar. "Hayır. Benim demek istediğim, en iyi restoranlarda yenen, iyi yapılmış bir yemeğin reddetmemiz gereken bir şeyolduğunu gerçekten düşünür müsünüz?"
Phaedrus "Benim kişisel görüşümü mü soruyorsunuz?" der. Her şeyden habersiz öğrencinin kaybolmasından sonra, aylardır, o güne dek sınıfta hiç kimse kişisel bir görüş ortaya atmaya cesaret edememiştir.
"Eveet," der profesör.
Phaedrus sessizdir ve bir yanıt bulmaya çalışmaktadır. Herkes beklemektedir. Düşünceleri ışık hızıyla yol alır, diyalektiği harmanlar, tartışmalı satranç açılışlannı birbiri ardına dener, birinin kaybettiğini görünce bir ötekine geçer, daha hızlı, daha hızlı -ama sınıftaki tüm izleyiciler sessizdir. Sonunda, sıkılan profesör soruyu bırakır ve derse başlar.
Ama Phaedrus dersi duymaz bile. Düşünceleri boyuna ilerler, diyalektiğin değişimleri arasından geçer, birtakım şeylere çarparak, yeni dallar ve yan dallar bularak, diyalektik denen bu "sanat"ın habisliğini, anlamsızlığını ve sevgisizliğini hep yeniden keşfettikçe öfkeye kapılarak ilerler. Profesör, onun yüz ifadesine bakınca çok korkar ve bir tür panik duygusuyla dersi sürdürür. Phaedrus 'un düşüncesi koşar, koşar, koşar ve sonra yine koşar, sonunda bir tür şeytan görür; kendi içine çok derin yerleşmiş; aşkı, güzelliği, gerçeği, bilgeliği anlamaya çalışıyormuş gibi yapan, ama gerçek amacı asla onları anlamak olmayan, gerçek amacı hep onlan gaspetmek ve kendini tahta çıkarmak olan bir şeytan. Diyalektik -gasp edici diyalektik. Gördüğü budur. Bu sonradan görme şeytan, iyi olan her şeye sahip olmaya, onu denetlerneye çalışır.
Profesör dersin erken bittiğıni bildirir ve odayı aceleyle terk eder.
Öğrenciler odayı tek sıra halinde, sessizce terk ettikten sonra phaedrus koca yuvarlak masada, tek başına pencerenin ötesindeki isli havadan gelen güneş kaybolana ve oda önce gri, sonra da karanlık olana dek oturur.
Ertesi gün kütüphanenin kapısında, açılmasını beklemektedir ve açılınca büyük bir hevesle ilk kez, Platon'un gerisindekileri, pek bilinmeyen, onun hep küçümsediği o retorikçileri okur. Ve keşfettikleri bir akşam önceki düşüncelerinden içine doğanları doğrulamaya başlar.
Platon 'un Sofistleri kınaması zaten pek çok araştırmacının büyük kuşkuyla karşıladığı bir şeydir. Komite başkanının kendisi de Platon 'un neyi kastettiğinden emin olmayan eleştirmenlerin aynı şekilde Sokrates karşıtlarının da diyaloglarda neyi kastettiklerini anladıklardan emin olmamaları gerektiğini savunmuştu. Platon 'un, kendi sözlerini Sokrates'in ağzından söylediği bilindiğine göre (bunu Aristo diyor) kendi sözlerini başkalarının da ağzından söylemiş olduğundan kuşkulanmak anlamsızdır.
Öteki antik yazarlardan alınan parçalar sofistlerin başka türlü değerlendirilmesi olanağının önünü açıyor gibiydi. Yaşlı sofistlerin çoğu kentlerinin "büyükelçileri" olarak seçilmişlerdi, hiç de saygın olmayan bir görev değil bu. Sofist adı küçültme amacı taşımaksızın Sokrates ve Platon için bile kullanılmıştı. Daha sonra gelen bazı tarihçilerce, Platon 'un sofistlerden nefret etme nedeninin, kendisinin ustası ve hepsinin en büyük sofisti Sokrates'le mukayese bile edilememeleri olduğta da öne sürülmüştür. Bu son açıklama ilginç, ama doyurucu değil, diye düşünür Phaedrus. Ustanızın da üyesi olduğu bir ekolü hor görmezsiniz. Bunda Platon 'un gerçek amacı neydi? Phaedrus bunu bulmak için Sokrates öncesi Grek düşüncesini okudu, okudu ve sonunda şu görüşe vardı: Platon'un retorikçilere duyduğu nefret, çok daha büyük bir savaşımın bir parçasıydı; Sofistlerin temsil ettiği "İyi" gerçeği ile, diyalektikçilerin temsil ettiği "Doğru" gerçeğinin, insanoğlunun gelecekteki düşüncesini belirlemek için giriştiği dev bir savaşımın. Doğru kazandı, İyi kaybetti ve bu nedenle bugün, birine ötekinden daha fazla bağlı olmasak da Doğru gerçeğini kabul etmede bu denli az zorlanıyoruz ve Nitelik gerçeğini kabul etmede bu denli çok zorlanıyoruz.
Phaedrus 'un bu noktaya nasıl vardığını anlamak için bazı açıklamalar gerekiyor:
İlk önce, son mağara adamı ile ilk Grek filozofu arasındaki zaman aralığının kısa olduğu düşüncesini aşmak gerekir. Bu dönemin tarihinin yazılmamış olması bazen bizi bu yanılgıya ***ürür. Ama Grek filozofları tarih sahnesine çıkmadan önce, Grek filozoflarından bu yana tüm kayıtlı tarihimizin en az beş kau kadar uzunlukta bir sürede, ileri gelişmişlik düzeyinde uygarlıklar vardı. Bunların köyleri, kentleri, ulaşım araçları, evleri, pazar yerleri, sınırları belli tarlaları, tarım araçları ve evcil hayvanları vardı ve bugün dünyanın en kırsal alanlarındaki kadar zengin ve çeşitlenmiş bir yaşam sürüyorlardı. Ve günümüzün en kırsal alanlarındaki insanlar gibi, her şeyi yazmak için bir neden görmüyorlar ya da yazsalar bile kimsenin asla bulamayacağı şeyler üzerine yazıyorlardı. Bu nedenle onlar hakkında bir şey bilmiyoruz. "Karanlık çağ", Greklerce kesintiye uğratılmış doğal yaşam tarzının devamıdır yalnızca.
Erken dönem Grek felsefesi, insanlık durumları arasından ölümsüz olanı arayan ilk bilinçli düşünceleri simgeler. Ölümsüz olan şeyler o ana dek tannların, mitlerin alanındaydı. Ama artık, Greklerin çevrelerindeki dünyaya giderek daha tarafsız bakmalarının sonucu, eski Grek mitosunu vahiy olunmuş gerçekler değil de imgesel sanat yaratıları olarak görmeye olanak sağlayan soyutlama yeteneğinde bir artış olmuştu. Daha önce dünyanın hiçbir yerinde var olmamış bu bilinç, Grek uygarlığı için yepyeni bir aşkınlık düzeyini ifade etmekteydi.
Ama mitos sürer ve eski mitosu yıkan şey yeni bir mitos haline gelir ve yeni mitos İonialı ilk filozofların elinde, kalıcılığı yeni bir tarzda kutsallaştırılmış felsefeye dönüşür. Kalıcılık artık yalnızca ölümsüz tannların alanına ait değildir. Günümüzdeki yerçekimi yasasının da aralarında yer alacağı Ölümsüz İlkelerde de vardır.
Ölümsüz İlke ilk olarak Thales tarafından su diye adlandınldı. Anaksimenes ona hava dedi. Pisagorcular ona sayı dediler, Ölümsüz İlke 'yi ilk kez maddedışı bir şey olarak gördüler. Herakleitos Ölümsüz İlke'ye ateş dedi ve ilkenin bir bölümü olarak değişimi ortaya koydu. Dünyanın, karşıtların çatışması ve gerilimi olarak var olduğunu söyledi. Bir "Tek"in ve bir de "Çok"un var olduğunu ve Tek'in her şeyde. her zaman bulunan evrensel yasa olduğunu söyledi. İlk olarak Anaksagoras, bu Tek'i "zihin" anlamına gelen "nous" olarak tanımladı.Parmenides ilk kez, Ölümsüz ilke'nin, Tek'in, Doğru'nun, Tann'nın, görünüşlerden ve kanıtlardan ayrı olduğunu açıkladı; bu aynmın önemi ve bunun sonraki tarihsel dönemlere etkisi ne kadar vurgulansa yeridir. İşte klasik düşünce ilk kez burada, romantik kökenlerinden aynlıp "İyi ile Doğru'nun aynı olması gerekmez," diyerek kendi ayrı yoluna gitti. Anaksagoras ve Parmenides'in, görüşlerini gelecekkuşaklara gönüllerince taşıyacak Sokrates adlı bir öğrencisi vardı.
Burada asıl anlaşılması gereken durum, bu noktaya dek düşünce ve madde, özne ve nesne, biçim ve töz gibi şeylerin olmadığıdır. Bu ayrımlar daha sonra gelen, diyalektik icatlardır sadece. Modern kafa bazen bu aynmları icat olarak düşünmemekte diretir ve "Elbette, bu ayrımlar vardı ve Greklerin gelip onlan bulmasını bekliyorlardı" der; siz de "Neredeydi bunlar? Göster!" demelisiniz. Ve modern kafa biraz karışır ve tüm bunlara biraz şaşırır gerçi, ama yine de ayrımların varoduğuna inanır.
Ama Phaedrus'un dediği gibi, onlar yoktu. Onlar yalnızca modern mitosun, o mitosun içinde olduğumuz için bize gerçek gibi görünen hayaletleri, ölümsüz tanrılarıdır. Ama gerçekte onlar, yerini aldıkları antropomorfik tanrılar gibi, olsa olsa birer sanatsal yaratıdırlar.
Burada sözü edilen Sokrates öncesi filozoflar hep, çevrelerinde buldukları dış dünyadan evrensel bir Ölümsüz İlke yaratmaya çalıştılar. Ortak çabalan onlan, Kozmolojistler diye adlandınlabilecek bir grupta birleştirdi. Böyle bir ilkenin varlığını hepsi onaylıyordu, ama bu ilkenin ne olduğu konusundaki görüş aynlıklan çözülmez bir haldeydi. Herakleitos'un yandaşlan Ölümsüz İlke'nin değişim ve hareket 0lduğunda diretiyorlardı. Ama Parmenides'in yandaşı Zeno, bir dizi paradoks ile, hareket ve değişimin yanılsama olduğunu kanıtlıyordu. Gerçeklik hareketsiz olmalıydı.
Kozmolojistlerin tartışmalanmn çözümü yepyeni bir yönden, Phaedrus 'un ilk hümanistler olarak gördüğü bir gruptan geldi. Bunlar öğretmendi, ama öğretmeye çalıştıklan şey ilkeler değil insanın inançlarıydı. Hedefleri tek ve mutlak bir hakikat değil, insanın yüceltilmesiydi. Tüm ilkeler, tüm hakikatler görecedir diyorlardı. "İnsan her şeyin ölçüsüdür." Bunlar ünlü "bilge" öğretmenler, antik Yunan'ın Sofistleriydi.
Phaedrus'a göre, sofistlerle kozmolojistler arasındaki çatışmanın ışığı Platon'un Diyaloglar'ına yepyeni bir boyut katar. Sokrates salt boşluktaki yüce idealleri anlatmaz. O, hakikatin mutlak olduğunu düşünenler, görece olduğunu düşünenler arasındaki savaşın içindedir. Bu savaşta tüm gücüyle savaşır. Sofistler düşmandır.
Şimdi Platon 'un sofistlere duyduğu nefret anlaşılır duruma geldi. O ve Sokrates, kozmolojistlerin Ölümsüz İlke'sini sofistlerin yozlaşması olarak niteledikleri şeye karşı savunmaktadırlar. Hakikat. Bilgi. Birilerinin onun hakkında ne düşündüğünden bağımsız olan şey. Uğruna Sokrates'in can verdiği ideaL. Dünya tarihinde ilk kez yalnızca Yunanistan'ın sahip olduğu ideaL. Bu hala çok nazik bir şeydir. Tümüyle yok olabilir. Platon'un sofistleri hor görmesinin ve sonuna dek lanetlemesinin nedeni, onların aşağılık ve ahlaksız kişiler olmaları değildir -Yunanistan'da onun görmezden geldiği, açıkça daha aşağılık ve ahlaksız kişiler vardır. Onları lanetlemesinin nedeni insanoğlunun, hakikat idealini kavrama yolundaki yeni başlangıcını tehdit etmeleridir. Tüm olanların aslı budur.
Sokrates'in şehit olmasının ve Platon'un bunu izleyen eşsiz düzyazılarının sonuçları, bildiğimiz Batılı insanın tüm dünyasından başka bir şey değildir. Eğer hakikat idealinin, Rönesans tarafından yeniden keşfedilmeden ölmesine göz yumulsaydı bugün tarih öncesi insandan çok ilerde olmamızın olanağı yoktu. Bilim ve teknoloji ideaları ve insanoğlunun diğer sistematik düzenlenmiş çabaları onun üzerinde odaklanır. O hepsinin çekirdeğidir.
Ve nihayet Phaedrus, Nitelikle ilgili olarak söylediklerinin tüm bunlara karşıt olduğunu anlar. Sofistleri daha çok onaylamaktadır.
"İnsan her şeyin ölçüsüdür." Evet, Nitelik hakkında söylediği budur. İnsan, öznel idealistlerin sandığı gibi her şeyin kaynağı değildir. Ama nesnel idealistlerin ve materyalistlerin sandığı gibi her şeyin edilgin bir gözlemcisi de değildir. Dünyayı yaratan Nitelik, insanla onun deneyimi arasındaki ilişki olarak doğar. İnsan her şeyin yaratılmasına katılan bir varlıktır. Her şeyin ölçüsü -bu uyuyor. Ve onlar retorik öğretiyorlardı -bu da uyuyor.
Sofistler hakkında onun söylediği ile "Platon 'un söylediği arasında tek uymayan şeyonların erdem'i öğretmeyi iş edinmeleri. Tüm anlatılanlar bunun, onların öğretilerinin merkezini oluşturduğunu gösteriyor; ama tüm ahlaki düşüncelerin göreliliğini öğretiyorsamz erdemi nasıl öğreteceksiniz? Erdem, hiçbir şey ifade etmese bile ahlaksal bir değişmezliği ifade eder. Neyin iyi olduğu konusundaki görüşü günden güne değişen bir adam ancak geniş görüşlülüğünden ötürü beğeni kazanabilir; erdeminden ötürü değiL. En azından, Phaedrus 'un bu sözcüğü anladığı kadarıyla böyledir. Ve retorikten erdemi nasıl alacaklar? Bu, hiçbir yerde açıklanmamış. Bir şeyler yitik.
Bu konuyu araştırırken antik Grek tarihiyle ilgili çok şey okur; okuduğu her şeyde, alıştığı dedektif stiliyle, uymayan tüm şeyleri ayıklamasına yardımcı olacak olguları arar hep. H. D. F. Kino'nun mavi beyaz kapaklı, elli cente aldığı Grekler adlı kitabını okur ve çöküş öncesi, Sokrates öncesi Yunanistan'ın efsanevi kişisini anlatan "Homeros kahramanlarının gerçek ruhu" adlı bir bölüme gelir. Bunu izleyen sayfalardaki anlatımların parıltısı öyle yoğun ki kahramanlar aklımdan hiç silinmedi ve biraz düşünsem gözümün önüne geliyor.
İlyada, yenilen ve savunucuları savaşta öldürülen Truva'nın kuşatılmasının öyküsüdür. Hektor'un, önderin karısı ona der ki: "Senin gücün, senin yok oluşun olacak; sende hiç acıma yok; ne küçük oğluna ne de yakında dul kalacak mutsuz karına acıyorsun. Yakında Akhalar sana saldırıp öldürecekler ve seni yitirirsem ölmek benim için daha iyi olacak."
Kocası yanıtlar:
"Evet, biliyorum ve eminim bundan; kutsal Truva kentinin öleceği gün geliyor; ve Priamos'un, zengin Priamos'un halkının. Ama çok kederlenmiyorum, ne Truvalılar için, ne Hekuba için, ne Kral Priamos için ne de katledilip toprağa düşecek soylu kardeşlerim için; seni, bronzla kaplı Akhalılardan biri, gözyaşlarınla alıp ***ürecek ve özgür günlerini bitirecek diye de kederlenmiyorum. Belki Argos 'ıa yaşayacak ve başka bir kadının evinde dokuma tezgahında çalışacak ya da Messeneli ya da Hyperialı bir kadına su taşıyacaksın, zor gelecek yapması, ama çok baskı olacak üzerinde. Ve sonra, seni ağlarken gören bir adam diyecek ki, 'Bu, Hektor'un karısıydı; Ilion'da dövüşen, vahşi atlara binen Truvalıların en soylu savaşçısının karısı.' Bunu diyecekler ve sana yine acılar verecek, öyle bir kocadan yoksunken köleliğe karşı direnmek. Ama bırak da öleyim, üstüme toprak yığılsın senin çığlıklarını duymadan ve sana tecavüz edilmeden."
Böyle dedi büyük Hektor ve kollarını oğluna uzattı. Ama çocuk çığlıklar atıp iyi giyimli bakıcısının kucağına sarıldı, onu korkutan şey değerli babasının görünüşüydü -bronzlar içinde ve miğferinin tepesinden korkunç salınımını gördüğü at kılından sorgucuyla. Babası kahkahayla güldü, sevgili annesi de. Büyük Hektor hemen miğferini çıkarıp yere koydu ve sevgili oğlunu öpüp bağrına basarken Zeus'a ve öteki tannlara yakardı: Ey Zeus ve siz öteki tanrılar, izin verin; oğlum benim gibi, Truvalıların en görkemlisi, Ilion'un güçlü ve büyük efendisi olsun. Ve savaştan döndüğünde 'Babasından çok daha iyi' desinler."
"Grek savaşçısını kahramanlığa iten şey," der Kino, "bizim anladığımız anlamda bir görev -başkalarına yönelik bir görev- duygusu değildir, daha çok kendine yönelik bir görev duygusudur. Onun peşinden koştuğu şey, bizim "erdem" olarak çevirdiğimiz, ama Grek dilinde arete, 'mükemmellik' denen şeydir... Arete konusunda söylenecek çok şey var. Bu, Grek yaşam tarzına damgasını vuran bir kavramdır."
İşte, diye düşündü Phaedrus, Nitelik tanımı; diyalektikçilerin onu sözcük tuzaklarına koymalanndan binlerce yıl önce hem de. Bunun anl***** mantıksal definiens ve definendum ve differentia olmadan anlayamayan biri ya yalan söylüyordur ya da insanlığın ortak yazgısına karşı öylesine ilgisiz ki ona herhangi bir yanıt bile vermeye değmez. Phaedrus "kendine karşı görev" tanımıyla da büyülendi sanki; bu bazen Hintçe "Tek" olarak tanımlanan Sanskritçe sözcük dharma'nın neredeyse tam çevirisiydi. Hintlilerin dharma'sıyla Greklerin "erdem"leri aynı olabilir miydi?
Sonra Phaedrus, o bölümü yeniden okumak için büyük bir itki duydu ve öyle yaptı ve sonra... bu da ne?!... "Bizim 'erdem' diye çevirdiğimiz şey Grekçe'de 'mükemmellik'tir."
Şimşek çakıyor!
Nitelik! Erdem! Dharma! Sofistlerin öğrettiği işte bu! Ahlaki görecelik değil. Eski "erdem" değil. Arete. Mükemmellik. Dharma! Akıl Kilisesi'nden önce. Tözden önce. Biçimden önce. Zihin ve maddeden önce. Diyalektikten önce. Nitelik mutlaktı. Batı dünyasının o ilk öğretmenleri Niteliği öğretiyorlardı ve bunun için seçtikleri araç retorikti. Yaptığı şey başından beri doğruydu.
Yağmur epey hafifledi, artık ufku görebiliyoruz; gökyüzünün açık grisi ile denizin koyu grisini ayıran keskin bir çizgi.
Kitto'nun, antik Greklerin arete'si hakkında söyleyecek daha çok şeyi vardı. "Platon'da arete'ye rastladığımızda," diyordu, "bu sözcüğü 'erdem' olarak çevirdik ve bunun sonucunda sözcüğün hiçbir tadı kalmadı. 'Erdem' en azından bugünkü dilde, tümüyle ahlaki bir sözcüktür; öte yandan arete, ayrımsız bütün kategorilerde kullanılmıştır ve sadece mükemmellik anlamına gelir."
Yani Odysseia'nın kahramanı büyük bir savaşçı, kurnaz bir plancı, hazırcevap bir konuşmacı; fazla yakınmadan, tanrıların takdirine katlanmasını bilen, yürekli biriydi; yelkenli bir tekneyi hem yapabilir hem de kullanabilirdi, sabanı dümdüz sürer, yüksekten atan bir genci disk atmada yener, boksta, güreşte, koşuda Pheacialı gençlere meydan okur, bir öküzü kesip, yüzüp, doğrayıp pişirir, ama bir şarkıyla gözyaşı dökerdi. O, aslında kusursuz bir hayat adamıydı, olağanüstü bir arete'si vardı.
Arete yaşamın bütünlüğü ve tekliğine karşı bir saygı ve bunun sonucu, uzmanlaşmaya karşı bir hoşnutsuzluk ima eder. O verimliliğe karşı bir küçümseme ima eder -ya da daha yüksek bir verimlilik ideali; yaşamın salt bir bölümünde değil, yaşamın kendisinde var olan bir verimliliktir yeğlediği.
Phaedrus, Thoreau'dan bir satır anımsadı: "Bir şey yitirmeden asla bir şey kazanamazsın." Ve o zaman, insanoğlunun dünyayı diyalektik. hakikatlere dayanarak kavrama ve yönetme yeteneğini kazandığında yitirdiklerinin inamlmaz büyüklüğünü ilk kez görmeye başladı. İnsanoğlu, doğanın görüngülerini kendi güç ve zenginlik düşlerinin muazzam belirtilerine dönüştürebilecek bilimsel yeterliliğe sahip imparataoluklar kurdu -ama bunu almak için verdiği şey, aynı büyüklükte bir anlayışın imparatorluğuydu: Dünyanın bir parçası olmanın ve onun düşmanı olmamanın ne olduğunu içeren anlayışın.
Salt bu utku seyretmekle epey kafa huzuru kazanılabilir. Geometricilere özgü bir çizgi... tümüyle düz, sürekli ve bildik. Belki de bu, Öklid'in doğrusallık anlayışını uyandıran orijinal çizgidir; yıldızların haritasını yapan ilk gökbilimcilerin özgün hesaplarında aldıkları bir referans çizgisi ya da.
Phaedrus, Poincare'nin Fuchsian denklemlerini çözdüğünde duyduğu aynı matematik kesinlikle, bu Grekçe arete'nin, modeli tamamlayacak kayıp parça olduğunu anladı, ama tamamlamak için okumayı sürdürdü.
Platon ve Sokrates'in başlarının çevresindeki hale yok olmuştu artık. Onların hep, tam da sofistleri yapmakla suçladıkları şeyi yaptıklarını -diyalektiğin karşılaştığı bir sorunda, zayıf argümanlarını daha güçlü göstermek gibi gizli bir amaç için duygusal yönden ikna edici bir dil kullandıklarını- gördü. Başkalarında en çok kınadığımız, diye düşündü, kendimizdeki en büyük korkulardır.
Ama neden? diye sordu Phaedrus. Neden arete'yi yok ettiler? Neredeyse bu soruyu sorduğu anda yanıtı da geldi. Platon arete'yi yok etmeye çalışmamıştı ki. Onu kapsül içine almıştı; sürekli, değişmez bir İdea yapmıştı ondan; onu katı, hareketsiz bir Ölümsüz Hakikat'e çevirmişti. Arete'yi her şeyin en yüksek biçimi, en yüksek İdea'sı, yani "İyi" yapmıştı. Arete, daha önce olmuş her şeyin sentezinde, yalnızca Hakikat'in altındaydı.
Phaedrus'un sınıf ta ulaştığı Niteliğin, Platon'un İyi'sine bu denli çok benzemesinin nedeni buydu. Platon'un İyi'si retorikçilerden alınmıştı. Phaedrus araştırdı, ama daha önceleri İyi'den söz eden kozmolojiste rastlamadı. Bu, sofistlerden gelmeydi. Aradaki fark, Platon 'un İyi'si değişmez, ebedi ve hareketsiz bir İdea iken retorikçiler için hiç de İdea değildi. İyi, gerçekliğin bir biçimi değildi. Sürekli değişen; sabit ve katı bir tarzda sonuna dek hiç bilinmeyen gerçekliğin kendisiydi. .
Platon neden yaptı bunu? Phaedrus Platon'un felsefesini iki sentezin ürünü olarak gördü.
İlk sentez Herakleitoscularla Parmenides yandaşları arasındaki farklan çözmeye çalışıyordu. Her iki kozmolojik okul da Ölümsüz Hakikati üstün tutuyordu. Arete'nin tabi olduğu Hakikat uğruna, Hakikatin tabi olduğu arete'yi öğreten düşmanlanna karşı, giriştiği savaşı kazanmak için Platon'un önce Hakikat'e inananlar arasındaki çatışmaları çözüme bağlaması gereklidir. Bu amaçla; Ölümsüz Hakikat'in, Herakleitos yandaşlannın sandığı gibi yalnızca değişim olmadığını söyler. Ama Parmenides yandaşlannın sandığı gibi salt değişimsiz de değildir, der. Bu her iki Ölümsüz Hakikat, değişmeyen İdealar ve değişen Görüntüler olarak birarada bulunur. Bu nedenle Platon, örneğin "atlık" ile "at"ı birbirinden ayırmayı gerekli görür ve atlığın gerçek, değişmez, doğru ve hareketsiz olduğunu; atın ise önemsiz, geçici bir görüngü olduğunu söyler. Atlık saf İdea'dır. Görünen at, değişen Görüntülerin bir toplamıdır; akabilir, istediği yere gidebilir ve hatta bir Ölümsüz ilke olan atlığı rahatsız etmeyecek bir şekilde ö!ebilir ve eski tanrılann yolunda sonsuza dek devam edebilir. Platon 'un ikinci sentezi, Sofistlerin aretesini bu İdealar ve Görüntüler ikiliğinin içine çekmektir. Ona en onurlu yeri verir, üzerinde yalnızca Hakikat ve Hakikat'e varmanın yöntemi olan diyalektik bulunmaktadır.
Fakat İyi'yi en yüksek İdea yaparak İyi ile Doğru'yu birleştirme girişiminde Platon yine de diyalektik tarafından belirlenmiş hakikat ile arete'nin yerini gaspetmektedir. İyi bir kez diyalektik bir idea
olarak sınırlandı mı başka bir fılozofun gelip diyalektik yöntemlerle arete'nin yani İyi'nin; şeylerin "doğru" düzeni içinde, diyalektiğin iç işleyişine daha elverişli, daha alt bir düzeye düşürülmesinin daha yararlı olabileceğini göstermesi işten bile değildir. Böyle bir fılozofun gelmesi uzun sürmeyecekti. Adı Aristo'ydu.
Aristo, ot yiyen, insanlan taşıyan ve küçük atlar doğuran, Ölümlü At Görüntüsünün, Platon'un gösterdiğinden daha fazla dikkati hak ettiğini düşündü. Atın yalnızca görüntü olmadığını söyledi. Görüntüler kendilerinden bağımsız ve aynı idealar gibi, değişmez bir şeye bağlıydı. Görüntülerin bağlı olduğu bu "bir şey"i "töz" diye adlandırdı. ve o anda, bizim modern bilimsel gerçeklik kavrayışımız doğdu.
Truva arete'sinden habersiz olduğu aşikar "Yorumcu" Aristo"nun etkisiyle, biçimler ve tözler her şeye hakim olurlar. İyi, adına etik denen görece önemsiz bir bilgi dalıdır; Aristo öncelikle akıl, mantık ve bilgiyle ilgilenir. Arete ölmüştür ve bilime, mantığa ve bugün bildiğimiz şekliyle üniversiteye ayncalıklı görevleri verilmiştir: Dünyanın tözsel öğeleriyle ilgili sonsuz ve gittikçe artan biçimler bulup yaratmak, bu biçimlere bilgi demek ve bu biçimleri gelecek kuşaklara Ktarmak. "Sistem" olarak.
Ve retorik. Zavallı retorik, birden ne olduğunu "öğrenerek" yazı yazmada kullanılan yapay tarzları ve biçimleri, yani Aristocu biçimleri öğretmeye indirgeniverir; sanki bu tarz ve biçimler önemliymiş gibi. Beş tane heceleme hatası, diye anımsadı Phaedrus, ya da tümce kurmada bir hata, ya da yanlış kullanılmış üç sıfat ya da... böyle gidip duruyordu. Bunlardan herhangi biri, bir öğrencinin retorik bilmediğini anlamak için yeterliydi. Yine de, retorik budur; öyle değil mi? Elbette, di. yalektik hakikate yeterince boyun eğmeden duygulara hitap eden "boş retorik" de vardır; ama biz bunu istemeyiz, değil mi? Bu bizi antik Yunanistan'ın yalancılan, üçkağıtçıları, iftiracılan olan Sofistler gibi yapar -anımsadınız mı onlan? Biz Hakikati diğer akademik kurslarda öğreneceğiz; ama birazcık da retorik öğrenmeliyiz ki onu iyi yazalım ve bizi daha üst pozisyonlara yükseltecek patronlanmızı etkileyelim.
Biçimler ve yapay tarzlar -en iyilerin nefret ettiği, en kötülerin sevdiği şeyler. Yıldan yıla, onyıldan onyıla, ön sıradaki küçük "okuyucular", yüzü güleç, kalemi düzgün taklitçiler Aristocu tam puanlannı almaya çıkarlarken gerçek arefe'si olanlar onların arkasında sessizce oturup bu konuyu sevemedikleri için kendilerinde neyin yanlış olduğunu merak eder dururlar.
Ve bugün hala klasik etik öğretmek zahmetine katlanan birkaç üniversitede Aristo ve Platon 'un izinden giden öğrenciler boyuna, antik Yunanistan' da hiç sorulmaya gerek duyulmamış bir sorunun çevresinde döner dururlar:
"İyi nedir? Biz onu nasıl tanımlarız? Farklı insanlar onu farklı tanımladıklarına göre bir İyi'nin var olduğunu nereden bileceğiz? Kimileri iyinin mutlulukta olduğunu söylüyor, ama mutluluğun ne olduğunu nasıl bileceğiz? Ve mutluluk nasıl tanımlanabilir? Mutluluk ve iyi, nesnel terimler değildir. Bunlardan bilimselolarak söz edemeyiz. Ve bunlar nesnel olmadığından yalnızca kafamızdalar. Öyleyse mutlu olmak istiyorsan kafanı değiştir yeter. Ha ha ha."
Aristocu etik, Aristocu tanımlar, Aristocu mantık, Aristocu biçimler, Aristocu tözler, Aristocu retorik, Aristocu kahkaha... ha ha ha.
Ve sofıstlerin kemikleri çoktan toza dönüştü ve onlarla birlikte, söyledikleri de toza dönüştü ve bu toz onun göçmesiyle yozlaşan Atina'nın ve Makedonya'nın molozları altında gömülü kaldı. Antik Roma'nın, Bizans'ın, Osmanlı İmparatorluğu'nun ve modern devletlerin çöküp göçmesiyle öyle derine, öyle törensizce ve öyle şeytanca gömüldü ki açığa çıkarmak için gerekli ipuçlarını yüzyıllar sonra ancak bir deli bulabildi ve yaptıkları şeyi görünce dehşete düştü...
Tüm yaratıcı güçlerin tanrısı olarak Apollon, aynı zamanda kahin tanrıdır. Kökleri gereği "ışıldayan", ışık tanrısı olarak Apollon, içsel düşlem-dünyasının güzel görünüşüne de hükmeder. Bu durumların, boşluklar halinde anlaşılabilen gündelik gerçeklik karşısındaki daha üstün hakikiliği, mükemmelliği, sonra uykuda ve düşte iyileştiren ve yardım eden doğanın derin bilinci, aynı zamanda kehanette bulunma yeteneğinin, ve genel olarak yaşamın olası ve yaşanmaya değer kılınmasını sağlayan sanatların simgesel benzeridir.
Bu alıntı üzerine konuşurken, Phaedrus'un neden Hektor'u örnek verdiği üzerinde konuştuk. Modernizmden, "akıl" dan, Aristo'dan, "doğru"dan adeta nefret eden Phaedrus (AıÜüristocu etik, Aristocu tanımlar, Aristocu mantık, Aristocu biçimler, Aristocu tözler, Aristocu retorik, Aristocu kahkaha ha ha ha), neden Apollo'yu tanrı olarak seçen Hektor'dan örnek vermiş ve "Homeros kahramanlarının gerçek ruhu" nu hektor üzerinden anlatmış? Apollo aydındır, ölçülüdür, akılla algılama ve akıl yetisine dayanan yöntemlerle biçimlendirme gücü ve yeteneğidir. Bu da bir bakımdan Aristo'nun dünyasını üzerine kurduğu kavramlardır. Metinde "Grek savaşçısını kahramanlığa iten şey," der Kino, "bizim anladığımız anlamda bir görev -başkalarına yönelik bir görev- duygusu değildir, daha çok kendine yönelik bir görev duygusudur. Onun peşinden koştuğu şey, bizim "erdem" olarak çevirdiğimiz, ama Grek dilinde arete, 'mükemmellik' denen şeydir... Arete konusunda söylenecek çok şey var. Bu, Grek yaşam tarzına damgasını vuran bir kavramdır."
Apollo yerine neden Diyoniysos'u arete için örnek vermemiştir?
Azra Erhat'ın Mitoloji sözlüğünde şu geçiyor:
Friedrich Nietzsche'nin "Tragedyanın Doğuşu" adlı eserinde yaptığı Yunan varlığı üstüne yorum bugün de geçerlidir sanıyoruz. Yalnız tragedyada değil, ilkçağın Yunan denilen yaratıcılığında birbirinden ayrı iki öğeyi ayırmak doğru olsa gerek: Bu yaratıcılık iki tanrının simgelediği iki karşıt varlığın birleşmesinden doğmuştur. Bu iki tanrı da Apollon'la Dionysos'tur. Apollon aydın, durgun, ölçülü gücü simgeler, ışıktır, doğayı görme, varlığı akılla algılama ve akıl yetisine dayanan yöntemlerle biçimlendirme gücü ve yeteneğidir, Apollon plastik sanattır, ama aynı zamanda da öngörmedir, anlama ve kavramadır, ışığın doğayı bir projektör gibi aydınlatıp karanlık kalan sırlarını çözümlemesidir. Ama bu güç, insanı bir seyirci ve bir taklitçi olmaktan da ileri ***üremez, yaratıcılık insanın doğaya bir başka türlü coşkuyla karışmasını şart koşar, karanlık güçlerin gizlemine ermesini. İşte bu gücü de Dionysos, şarap tanrı simgeler. Dionysos doğanın kendisi değil, bir ana tanrıça değil de, insana doğayla birleşmeyi sağlayan bir araçtır sanki. İnsan için düşünülmüş, yaratılmış bir tanrıdır. Nitekim insan dişisinden doğmadır, insana karışır ve insan çilesini çeker, ta ki taşkın gücünün ne denli bir nimet olduğunu anlatabilsin insana. Dionysos'un doğudan geldiğini, Anadolu'dan çıkıp Yunanistan'a güç bela girebildiğini efsane bağıra bağıra dile getirir. Nietzsche'nin Yunan varlığına özgü en şaşırtıcı yapıtı saydığı tragedyayı bağışlayana kadar akla karayı seçmiştir bu tanrı. Ama Apollon, durgun akıl gücü, bütün dalları ve bunları esinleyen perileriyle Apollon öz Hellen varlığı saylırdı, Nietzsche'nin de bundan şüphesi yoktu her halde. Delphoi tanrısı Apollon bunca bilicilik merkezleri, tapınakları ve efsaneleriyle özbeöz Yunan yani Yunanistan kökenliydi. Bu yanlışlığı bilim Homeros'tan başlamak üzere metinleri iyice okumamış olduğu için işlemiştir. Arkeolojinin katkıları da eklenirse, gerçeğin gün ışığına yakında çıkacağı umulur. Bizimkisi yalnız bir deneme.
Ne ki, düş görüntüsünün, hastalıklı bir etkide bulunmamak için aşmaması gereken -aksi halde görünüşün kaba gerçeklik olarak bizi aldatacağı- o hassas çizgi de, Apollon'un imgesinde eksik olamaz: o ölçülü sınırlandırma, yabanıl heyecanların o özgürlüğü, sanatçı tannnın o bilgelik dolu dinginliği.
Ölçülü sınırlandırma...zen! Kitabın adı "Zen ve Motosiklet bakım sanatı.
Kitapta adı verilmeyen kişi, uzun bir motosiklet yolculuğu yapıyor ve bu yolculuk sırasında Phaedrus'un ruhu onu yalnız bırakmıyor.
Phaedrus aslında odur, Phaedrus nitelik üzerine düşünmeye başlar, sonra delirir (delirdiği söylenir) ve bir kliniğe yatırılır. Motosikletle seyahat eden kişi Phaedrus'tur, ama artık Phaedrus değildir, başka bir kişidir.
Zen konusunda "Anlamak" sitesinde şunlar yazılı:
Zazen bize zihnimizi (zihin-Apollo) tanımak; asıl yaradılışımızı tanımak fırsatını verir. Bir kere insan zihnini derinlemesine tanıdı mı bir daha kaba düzeydeki eski durumuna geri dönmez. İç görü, sezgi (parajna), şefkat, sevecenlik duygusu (rakuna) uyandı mı gerçek özgürlüğe, bağımsızlığa ***üren "kapısız kapıdan" geçtiniz demektir.(öngörme, anlama ve kavrama, karanlık kalan sırlarını çözümlemesi, sezgi ve bilicilik, iyileştiren ve yardım eden doğanın derin bilinci-Apollo) Kendi yaratımız olan doğru eğri, haklı haksız, uygun uygunsuz gibi ön yargılar, düşünce kalıpları, kavramlar, ön seçimler, gökteki ayın parlaklığını (phoibos) görmemizi engelleyen bulutlar gibidir. Bir kere bulutlar sıyrıldı mı o zaman anlıyoruz ki ay bulutların arkasında da olsa hep vardı ve ışıklarını yaymaktan (phoibos) geri kalmıyordu
KıÜüuralları şöyle sıralayabiliriz: "Yola giren kimse ne çok yemeli ne de az… yeterli ve düzenli gıdalanma yöntemi uygulanmalı. Uykuda da böyle yapılmalı, ne çok uyumalı ne de az… Orta yolu seçmeli."
Bu da apollo'nun kuralları- ölçülü sınırlandırma
Ve zen- o bilgelik dolu dinginlik
Gözü, kökenine uygun olarak "güneş gibi" olmalıdır; öfkelendiğinde ve hiddetle baktığında bile, güzel görünüşünün halesi üstündedir. Böylece, Schopenhauer'in, Maya perdesine aldanmış insan hakkında söyledikleri, eksantrik bir anlamda, Apollan için geçerli olabilir. lstenç ve Tasarım Olarak Dünya 1, s. 416: "Dağlar gibi dalgalann dört bir yana doğru, uğultuyla yükseldiği ve indiği azgın bir denizde, bir gemici, bir sandalın içinde, güçsüz teknesine güvenerek nasıl oturursa; yalnız insan da böyle sakince oturur, bir acılar dünyasının ortasında, principium individuationis'e (principium individuationis: Bireyleşme ilkesi.) dayanarak ve güvenerek." Apollon hakkında, söz konusu ilkeye duyulan sarsılmaz güvenin ve bu ilkeye aldanmış olanın dingince orada oturuşunun, Apollon'da en yüce anlatımını bulduğu söylenebilirdi, ve Apollon'un kendisi de, tavırlanndan ve bakışlarından "görünüş"ün tüm zevki ve bilgeliğinin, güzelliğiyle birlikte bize hitap ettiği, principii individuationis'in yüce tannsal imgesi olarak tanımlanabilir.
Schopenhauer aynı yerde, insanın, görünüşü bilme biçimlerinden ansızın kuşkuya düştüğünde, başka bir deyişle, verili bir durumda, nedensellik yasasının bir istisna oluşturuyor göründüğünde kapıldığı büyük d e h ş e t i betimliyor bize. Bu dehşete, principii individuationis'in aynı parçalanışı sırasında insanın en derinliklerinden, doğadan yükselen haz dolu büyülenmeyi de eklersek, bize en yakın olarak ancak e s r i k l i k benzetmesiyle verilmiş D i o n y s o s ç u o l a n ı n özüne bir bakış atmış oluruz. Ya kadim insanların ve halkların ilahilerde sözünü ettikleri uyuşturucu içkinin etkisiyle, ya da, tüm doğaya zevkle nüfuz eden ilkbaharın muazzam yakınlaşması sayesinde uyanır Dionysosça heyecanlar, bu heyecanların artışıyla, öznel olan tam bir kendini unutmuşluk içinde yitip gider. Ortaçağ Almanyası'nda da aynı Dionysosçu gücün etkisinde sayıları giderek artan kalabalıklar, şarkı söyleyerek ve dans ederek bir yerden bir yere dolaşıp dururlardı: bu Sankt-]ohann ve Sankt-Veit dansçılarında Yunanlıların, geçmişleri Küçük Asya'ya, Babil'e ve Sakae orjilerine dayanan, Bakkha korolarını görüyoruz. Deneyimsizlikleri ya da talın kafalılıkları yüzünden, bu tür görüngülere "halkın hastalıkları" sözüyle bakıp alay ederek ya da kendilerinin sağlıklı oldukları duygusuyla üzülerek, yüz çeviren insanlar vardır: bu zavallılar, Dionysosçu esriklerin kor gibi yanan yaşamı önlerinden gürül gürül geçtiğinde, kendilerinin "sağlığının" ne denli ceset rengi ve hordak gibi göründüğünün farkında bile değiller açıkçası.
Azra Erhatta Diyonisos:
Dionysos tanrının niteliklerini ele alacak olursak, iki büyük alan ve akımı kavradığı göze çarpar. İlkin bir doğa tanrısıdır, topraktan fışkıran bitkileri ve bu bitkiler arasında insanı en çok etkileyenleri, yaşamına yön verenleri simgeler: Kybele ve öbür doğa tanrıları gibi, doğayı en belirgin biçimlerle yansıtan dağlarda, ormanlarda, yabani hayvanlar ve yaratıklarla bir arada yaşar ve coşar gösterilir. Osiris, Adonis, Attis gibi doğanın mevsim mevsim değişmelerini de kişiliğinde simgeler. Dionysos her bakımdan doğaya çevriktir, ama onun simgelediği asıl büyük kuvvet doğanın kendisi değil, insanla doğa arasında bir ilişki, insanın doğanın sırlarına erdiren büyülü bir güçtür. Yunan dili bu güce eren insanın durumunu iki sözcükle yansıtmıştır: "Mainomai" ve "enthousiasmos". Doğa sırlarına ve gücüne ermek, yani tanrılaşmak, insan için ulaşımı en çok özlenen bir aşamadır. Dionysos bu ereğe varmanın yolunu herkes için ve kolay kolay açar: Bu yol şarap ve sarhoşluktur. Asma kütüğünün yeryüzüne yayılmasıyle uygarlığın buğdaydan sonraki aşaması gerçekleştirilmiş, ama insanlığın evresinde de yalnız tarımla açılamayan bir çığır açılmıştır. İnsan ancak şarabı elde ettikten sonradır ki, yaratıcılığın kökeninde bulunan değişim yapma gücüne kavuşmuştUr. "Mainomai" de "enmousiasmos" da işte bu tanrıya erme, tanrıyla karışma ve tanrılaşma yetisini dile getirir. Adları "mainomai" den türemiş olan Mainad'lar bir çeşit çılgınlık içinde doğayı dolaşırlar, ama yaratıcılığın bu tanrısal soluğun dışarıya vurmasıyle elde edilebileceğini anlamıştır insan. Dionysos işte bu gerçeği, hem doğal, hem de doğaüstü bir olayı dile getirip simgeler.
Dionysos'un öbür doğa tanrılarından daha etkili, dininin öbür sanat kollarından daha üstün, şiirin en insancası sayılacak bir yazın türü olan tragedyayı esinlemiş olmak bu tanrının bir tek tanrısal güç olarak değil de, kolektif bir güç olarak gerçekleşmesinden ileri gelir. Adından ya da adlarından da belli ki Dionysos bir değiL, bütün bir insanlık halidir. Bu yüzden durgun değil, sürekli devinim, değişim halindedir, evrensel yaşamın özellikle insanın beden ve ruhu aracıyle yansıyıp oluşmasıdır. Bakkha'lar tragedyasında bu halin parlak bir belirtisi dile getirilmiştir: Dionysos hem tanrıdır, hem insan, Bakkha'lar yerine ve anına göre kadın kişiliğinden vahşi hayvana, yırtıcı azmana dönüşür, böylece gerçeğin gerçeküstüne ulaşması ve gerçeğe gerisingeri inmesiyle doğal bir kasırga olan hayatın dalgaları yansıtılmış olur. Bu dalgalanmanın insanlık dünyasında açtığı yaralar, yarattığı korkunç dramlar, facialar, afetler tragedya denilen o şaşırtıcı, tüyler ürpercici hayat aynasında görülür. Kişinin bilinçüstü ve bilinçaltına dek erişebilmesi bu tanrının etkisiyle olmuştUr. Dionysos tanrının insana verdiği bu gücü akıl ölçüsüne vUrup değerlendirmek Euripides'in "Bakkha'lar" oyununun belli başlı bir konusudur. Kaba aklı simgeleyen Penmeus Bakkha'ların çılgınlığını bir ayıp, törelere ve ahlaka karşı işleruniş bir suç sayar. Oysa tam tersine bu coşku insanı doğayla birleştiren, ona cenneti yeryüzünde yaratan bir mutluluktUr. Asıl akıl yolu da bu mutluluğa erişmenin çarelerini arayıp bulmaktır.
Dionysos'un büyüsüyle yalnızca insanla insan arasındaki bağ yeniden kurulmuş olmaz: yabancılaşmış, düşman ya da boyunduruk altına alınmış doğa da, kaybolmuş oğluyla, insanla barışma şenliğini kudar yeniden. Yeryüzü gönüllü olarak sunar armaganlarını, ve barış içinde yakınlaşırlar birbirlerine, kayaların ve çöllerin yırtıcı hayvanları. Çiçekler ve çelenklerle tepeleme kaplanmıştır Dionysos'un arabası: onun boyunduruğu altında ilerler panterler ve kaplanlar. Kişi, Beethoven'ın "Neşe"ye övgü şarkısını bir tabloya dönüştürür, hayalinde de milyonların huşu içinde yere kapandıklarını canlandırırsa: işte ancak böyle yakınlaşabilir Dionysosçu olana. Şimdi köle özgür bir adam olmuştur, şimdi zorunluluğun, keyfiliğin ya da "küstah moda"nın insanların arasına 'soktuğu tüm donuk, düşmanca sınırlar yıkılmıştır. Şimdi, dünyaların uyumunun müjdeli haberinde, herkes komşusuyla yalnızca birleştiğini, uzlaştığını, kaynaştığını değil, bir olduğunu da hisseder, sanki Maya'nın perdesi yırtılmıştır da artık sadece lime lime parçaları dalgalanmaktadır gizemli ilk-bir'in önünde. Şarkı söyleyerek ve dans ederek anlatır kendini insan, daha üst bir ortaklığın üyesi olarak: yürümeyi ve konuşmayı unutmuştur ve dans ederek göklere doğru yükselmek üzeredir. Jestlerinde büyülenmişlik dile gelmektedir. Şimdi hayvanların konuşuyor, yeryüzünün süt ve bal veriyor oluşu gibi, insandan da doğaüstü bir şey tınlamaktadır: tanrı olarak duyumsar kendini, şimdi kendisi de düşünde tanrıların değiştiğini gördüğü gibi, kendinden geçmiş ve yücelmiş bir biçimde değişmektedir. Artık bir sanatçı değildir insan, bir sanat yapıtı olmuştur: tüm doğanın sanat gücü, ilk-bir'in en üstün hazsal doyumu için, burada esrikliğin ürperişleri arasında açınlamaktadır kendini. En kaliteli çamur, en pahalı mermer burada yoğrulur ve yontulur; ve Dionysosçu dünyalar sanatçısının keski vuruşları arasında çınlar Eleusis Mysterionlarının seslenişi: "Diz çöküyor musunuz, milyonlar? Yaratıcını seziyor musun, dünya?"
Nitelik, arete, mükemmellik, kusursuzluk için Hektor'un seçilmesi rastlantı değil.
Diyonisos, bu anlamdaki niteliğin peşinde değil.
Düşünce Analizi ve Yöntem Araştırması kursu Platon'un "İyi" kavramıyla ilgili değildi gerçi, ama Platon'un retorik kavramıyla ilgiliydi. Platon çok net bir şekilde vurgular: Retoriğin İyi ile hiçbir bağlantısı yoktur; retorik "Kötü"dür. Zorba krallardan sonra Platon'un en çok nefret ettiği kişiler retorikçilerdir.
Platon'un derste okutulan ilk diyaloğu Gorgias'tı, Phaedrus'ta, bir yerlere vardığı duygusu oluştu. Sonunda olmak istediği yer burasıydı.
Öteden beri hep, bilmediği güçlerce -Mesiyanik güçlerce- ileriye savrolduğunu sezinliyordu. Ekim ayı geldi, geçti. Günler düş gibi ve abuk sabuk geçiyordu; ama Nitelik açısından değil elbette. Onu tek ilgilendiren şey ondaki, doğmak üzere olan, yeni, her şeyi darmadağın edecek, dünyayı sarsacak hakikatti ve dünya hoşlansa da hoşlanmasa da ahlaki yönden onu kabul etmek zorundaydı.
Gorgias, Sokrates'in diyalogta sorguladığı bir sofistin adıdır. sokrates Gorgias'ın geçimini hangi işle sağladığını ve bunu nasıl yaptığını çok iyi bilmektedir, ama Yirmi Soru diyalektiğine Gorgias'a retoriğin neyle ilgili olduğunu sorarak başlar. Gorgias, karşılıklı konuşmayla ilgili olduğu yanıtını verir. Başka bir soruya yanıt olarak da amacının ikna etmek olduğunu söyler. Bir başka soruya yanıt olarak yerinin mahkemeler ve diğer toplantılar olduğunu söyler. Ve yine başka bir soruya yanıt olarak, konusunun, haklı ve haksız olanlar olduğunu söyler. insanların sofist dediği kişilerin yapmaya eğilimli olduğu, tümüyle Gorgias'a ait bu tanımlamalar Sokrates'in diyalektiği ile kurnazca başka bir şeye dönüştürülür. Retorik bir nesne olmuştur ve bir nesne olarak, bölümleri vardır. Ve bu bölümlerin birbirleriyle ilişkileri vardır ve bu ilişkiler değişmez. Bu diyalogda, Sokrates'in analitik bıçağının Gorgias'ın ustalığını nasıl parçalayıverdiği açıkça görülür. Daha da önemlisi, ayrılan parçaların Aristo'nun retorik sanatının temelini oluşturduğunun görülmesidir.
Sokrates , Phaedrus'un çocukluk çağındaki kahramanlarından biriydi; bu diyalog onu şok etti ve kızdırdı. Metnin kenar boşlukları kendi yanıtlarıyla doldurdu. Bunlar onu epey bocalatmış olsa gerek, çünkü bu yanıtlar verilmiş olsaydı diyaloğun nasıl gelişeceğini anlamanın yolu yok. Bir yerde Sokrates, retoriğin kullandığı sözcüklerin hangi tür şeylerle ilişkili olduğunu sorar. Gorgias "En yüceler ve ez iyiler" diye yanıtlar. Phaedrus hiç kuşkusuz bu yanıttaki Niteliğin rrmen farkına vararak "Doğru!" diye yazar kenara. Ama Sokrates bu yanıtın muğlak olduğu karşılığını verir. Hala karanlıkta olduğunu söyer. "Yalancı!" diye yazar Phaedrus kenara ve Sokrates'in, kendisinin "karanlıkta" olamayacağını açıkladığı başka bir diyaloğun yer aldığı bir sayfaya gönderme yapar.
Sokrates, diyalektiği, retoriği anlamak için kullanmamaktadır; onu tahrip etmek için ya da en azından gözden düşürmek için kullanmaktadır; öyle ki soruları aslında soru falan değildir -onlar, Gorgias ve yandaşı retorikçilerin içine düşeceği sözcük tuzaklarıdır yalnızca. Phaedrus tüm bunlara çok öfkelendi; orada olmak istedi.
Felsefe profesörü derste Phaedrus 'un görünüşte iyi davranışına ve çalışkanlığına bakarak onun hiç de kötü bir öğrenci olmadığına karar verdi. Bu da ikinci hataydı. Phaedrus'a, aşçılık hakkında ne düşündüğünü sorarak onunla küçük bir oyun oynamaya karar verdi. Sokrates Gorgias'a, retoriğin de aşçılığın da muhabbet tellallığının -pezevenkliğin- kolları olduğunu, çünkü ikisinin de doğru bilgiden çok duygulara hitap ettiğini göstermişti.
Phaedrus, profesörün sorusuna karşılık olarak; aşçılığın, pezevenkliğin bir kolu olduğunu söyleyen Sokrates 'in yanıtını verir.
Sınıftaki kadınlardan birinin kıkırdaması Phaedrus 'un canını sıktı, çünkü profesörün, Sokrates'in karşıtlan üzerinde kullandığına benzer bir diyalektik kıskaç kullanmaya çalıştığını bilmektedir ve yanıtı komik olmayı değil, yalnızca profesörün kullanmaya çalıştığı diyalektik kıskacı kaldırıp atmayı amaçlamaktadır. Phaedrus, Sokrates 'in bu görüşü kurmada kullandığı tüm argümanlan ezberden okumaya çoktan hazırdır.
Ama profesörün istediği bu değildir. Onun istediği, sınıfta onun yani Phaedrus'un retorikçi olacağı ve diyalektiğin gücü karşısında kasten yenileceği bir diyalektik tartışma yaratmaktır. Profesör kaşlannı çatar ve yeni bir girişim yapar. "Hayır. Benim demek istediğim, en iyi restoranlarda yenen, iyi yapılmış bir yemeğin reddetmemiz gereken bir şeyolduğunu gerçekten düşünür müsünüz?"
Phaedrus "Benim kişisel görüşümü mü soruyorsunuz?" der. Her şeyden habersiz öğrencinin kaybolmasından sonra, aylardır, o güne dek sınıfta hiç kimse kişisel bir görüş ortaya atmaya cesaret edememiştir.
"Eveet," der profesör.
Phaedrus sessizdir ve bir yanıt bulmaya çalışmaktadır. Herkes beklemektedir. Düşünceleri ışık hızıyla yol alır, diyalektiği harmanlar, tartışmalı satranç açılışlannı birbiri ardına dener, birinin kaybettiğini görünce bir ötekine geçer, daha hızlı, daha hızlı -ama sınıftaki tüm izleyiciler sessizdir. Sonunda, sıkılan profesör soruyu bırakır ve derse başlar.
Ama Phaedrus dersi duymaz bile. Düşünceleri boyuna ilerler, diyalektiğin değişimleri arasından geçer, birtakım şeylere çarparak, yeni dallar ve yan dallar bularak, diyalektik denen bu "sanat"ın habisliğini, anlamsızlığını ve sevgisizliğini hep yeniden keşfettikçe öfkeye kapılarak ilerler. Profesör, onun yüz ifadesine bakınca çok korkar ve bir tür panik duygusuyla dersi sürdürür. Phaedrus 'un düşüncesi koşar, koşar, koşar ve sonra yine koşar, sonunda bir tür şeytan görür; kendi içine çok derin yerleşmiş; aşkı, güzelliği, gerçeği, bilgeliği anlamaya çalışıyormuş gibi yapan, ama gerçek amacı asla onları anlamak olmayan, gerçek amacı hep onlan gaspetmek ve kendini tahta çıkarmak olan bir şeytan. Diyalektik -gasp edici diyalektik. Gördüğü budur. Bu sonradan görme şeytan, iyi olan her şeye sahip olmaya, onu denetlerneye çalışır.
Profesör dersin erken bittiğıni bildirir ve odayı aceleyle terk eder.
Öğrenciler odayı tek sıra halinde, sessizce terk ettikten sonra phaedrus koca yuvarlak masada, tek başına pencerenin ötesindeki isli havadan gelen güneş kaybolana ve oda önce gri, sonra da karanlık olana dek oturur.
Ertesi gün kütüphanenin kapısında, açılmasını beklemektedir ve açılınca büyük bir hevesle ilk kez, Platon'un gerisindekileri, pek bilinmeyen, onun hep küçümsediği o retorikçileri okur. Ve keşfettikleri bir akşam önceki düşüncelerinden içine doğanları doğrulamaya başlar.
Platon 'un Sofistleri kınaması zaten pek çok araştırmacının büyük kuşkuyla karşıladığı bir şeydir. Komite başkanının kendisi de Platon 'un neyi kastettiğinden emin olmayan eleştirmenlerin aynı şekilde Sokrates karşıtlarının da diyaloglarda neyi kastettiklerini anladıklardan emin olmamaları gerektiğini savunmuştu. Platon 'un, kendi sözlerini Sokrates'in ağzından söylediği bilindiğine göre (bunu Aristo diyor) kendi sözlerini başkalarının da ağzından söylemiş olduğundan kuşkulanmak anlamsızdır.
Öteki antik yazarlardan alınan parçalar sofistlerin başka türlü değerlendirilmesi olanağının önünü açıyor gibiydi. Yaşlı sofistlerin çoğu kentlerinin "büyükelçileri" olarak seçilmişlerdi, hiç de saygın olmayan bir görev değil bu. Sofist adı küçültme amacı taşımaksızın Sokrates ve Platon için bile kullanılmıştı. Daha sonra gelen bazı tarihçilerce, Platon 'un sofistlerden nefret etme nedeninin, kendisinin ustası ve hepsinin en büyük sofisti Sokrates'le mukayese bile edilememeleri olduğta da öne sürülmüştür. Bu son açıklama ilginç, ama doyurucu değil, diye düşünür Phaedrus. Ustanızın da üyesi olduğu bir ekolü hor görmezsiniz. Bunda Platon 'un gerçek amacı neydi? Phaedrus bunu bulmak için Sokrates öncesi Grek düşüncesini okudu, okudu ve sonunda şu görüşe vardı: Platon'un retorikçilere duyduğu nefret, çok daha büyük bir savaşımın bir parçasıydı; Sofistlerin temsil ettiği "İyi" gerçeği ile, diyalektikçilerin temsil ettiği "Doğru" gerçeğinin, insanoğlunun gelecekteki düşüncesini belirlemek için giriştiği dev bir savaşımın. Doğru kazandı, İyi kaybetti ve bu nedenle bugün, birine ötekinden daha fazla bağlı olmasak da Doğru gerçeğini kabul etmede bu denli az zorlanıyoruz ve Nitelik gerçeğini kabul etmede bu denli çok zorlanıyoruz.
Phaedrus 'un bu noktaya nasıl vardığını anlamak için bazı açıklamalar gerekiyor:
İlk önce, son mağara adamı ile ilk Grek filozofu arasındaki zaman aralığının kısa olduğu düşüncesini aşmak gerekir. Bu dönemin tarihinin yazılmamış olması bazen bizi bu yanılgıya ***ürür. Ama Grek filozofları tarih sahnesine çıkmadan önce, Grek filozoflarından bu yana tüm kayıtlı tarihimizin en az beş kau kadar uzunlukta bir sürede, ileri gelişmişlik düzeyinde uygarlıklar vardı. Bunların köyleri, kentleri, ulaşım araçları, evleri, pazar yerleri, sınırları belli tarlaları, tarım araçları ve evcil hayvanları vardı ve bugün dünyanın en kırsal alanlarındaki kadar zengin ve çeşitlenmiş bir yaşam sürüyorlardı. Ve günümüzün en kırsal alanlarındaki insanlar gibi, her şeyi yazmak için bir neden görmüyorlar ya da yazsalar bile kimsenin asla bulamayacağı şeyler üzerine yazıyorlardı. Bu nedenle onlar hakkında bir şey bilmiyoruz. "Karanlık çağ", Greklerce kesintiye uğratılmış doğal yaşam tarzının devamıdır yalnızca.
Erken dönem Grek felsefesi, insanlık durumları arasından ölümsüz olanı arayan ilk bilinçli düşünceleri simgeler. Ölümsüz olan şeyler o ana dek tannların, mitlerin alanındaydı. Ama artık, Greklerin çevrelerindeki dünyaya giderek daha tarafsız bakmalarının sonucu, eski Grek mitosunu vahiy olunmuş gerçekler değil de imgesel sanat yaratıları olarak görmeye olanak sağlayan soyutlama yeteneğinde bir artış olmuştu. Daha önce dünyanın hiçbir yerinde var olmamış bu bilinç, Grek uygarlığı için yepyeni bir aşkınlık düzeyini ifade etmekteydi.
Ama mitos sürer ve eski mitosu yıkan şey yeni bir mitos haline gelir ve yeni mitos İonialı ilk filozofların elinde, kalıcılığı yeni bir tarzda kutsallaştırılmış felsefeye dönüşür. Kalıcılık artık yalnızca ölümsüz tannların alanına ait değildir. Günümüzdeki yerçekimi yasasının da aralarında yer alacağı Ölümsüz İlkelerde de vardır.
Ölümsüz İlke ilk olarak Thales tarafından su diye adlandınldı. Anaksimenes ona hava dedi. Pisagorcular ona sayı dediler, Ölümsüz İlke 'yi ilk kez maddedışı bir şey olarak gördüler. Herakleitos Ölümsüz İlke'ye ateş dedi ve ilkenin bir bölümü olarak değişimi ortaya koydu. Dünyanın, karşıtların çatışması ve gerilimi olarak var olduğunu söyledi. Bir "Tek"in ve bir de "Çok"un var olduğunu ve Tek'in her şeyde. her zaman bulunan evrensel yasa olduğunu söyledi. İlk olarak Anaksagoras, bu Tek'i "zihin" anlamına gelen "nous" olarak tanımladı.Parmenides ilk kez, Ölümsüz ilke'nin, Tek'in, Doğru'nun, Tann'nın, görünüşlerden ve kanıtlardan ayrı olduğunu açıkladı; bu aynmın önemi ve bunun sonraki tarihsel dönemlere etkisi ne kadar vurgulansa yeridir. İşte klasik düşünce ilk kez burada, romantik kökenlerinden aynlıp "İyi ile Doğru'nun aynı olması gerekmez," diyerek kendi ayrı yoluna gitti. Anaksagoras ve Parmenides'in, görüşlerini gelecekkuşaklara gönüllerince taşıyacak Sokrates adlı bir öğrencisi vardı.
Burada asıl anlaşılması gereken durum, bu noktaya dek düşünce ve madde, özne ve nesne, biçim ve töz gibi şeylerin olmadığıdır. Bu ayrımlar daha sonra gelen, diyalektik icatlardır sadece. Modern kafa bazen bu aynmları icat olarak düşünmemekte diretir ve "Elbette, bu ayrımlar vardı ve Greklerin gelip onlan bulmasını bekliyorlardı" der; siz de "Neredeydi bunlar? Göster!" demelisiniz. Ve modern kafa biraz karışır ve tüm bunlara biraz şaşırır gerçi, ama yine de ayrımların varoduğuna inanır.
Ama Phaedrus'un dediği gibi, onlar yoktu. Onlar yalnızca modern mitosun, o mitosun içinde olduğumuz için bize gerçek gibi görünen hayaletleri, ölümsüz tanrılarıdır. Ama gerçekte onlar, yerini aldıkları antropomorfik tanrılar gibi, olsa olsa birer sanatsal yaratıdırlar.
Burada sözü edilen Sokrates öncesi filozoflar hep, çevrelerinde buldukları dış dünyadan evrensel bir Ölümsüz İlke yaratmaya çalıştılar. Ortak çabalan onlan, Kozmolojistler diye adlandınlabilecek bir grupta birleştirdi. Böyle bir ilkenin varlığını hepsi onaylıyordu, ama bu ilkenin ne olduğu konusundaki görüş aynlıklan çözülmez bir haldeydi. Herakleitos'un yandaşlan Ölümsüz İlke'nin değişim ve hareket 0lduğunda diretiyorlardı. Ama Parmenides'in yandaşı Zeno, bir dizi paradoks ile, hareket ve değişimin yanılsama olduğunu kanıtlıyordu. Gerçeklik hareketsiz olmalıydı.
Kozmolojistlerin tartışmalanmn çözümü yepyeni bir yönden, Phaedrus 'un ilk hümanistler olarak gördüğü bir gruptan geldi. Bunlar öğretmendi, ama öğretmeye çalıştıklan şey ilkeler değil insanın inançlarıydı. Hedefleri tek ve mutlak bir hakikat değil, insanın yüceltilmesiydi. Tüm ilkeler, tüm hakikatler görecedir diyorlardı. "İnsan her şeyin ölçüsüdür." Bunlar ünlü "bilge" öğretmenler, antik Yunan'ın Sofistleriydi.
Phaedrus'a göre, sofistlerle kozmolojistler arasındaki çatışmanın ışığı Platon'un Diyaloglar'ına yepyeni bir boyut katar. Sokrates salt boşluktaki yüce idealleri anlatmaz. O, hakikatin mutlak olduğunu düşünenler, görece olduğunu düşünenler arasındaki savaşın içindedir. Bu savaşta tüm gücüyle savaşır. Sofistler düşmandır.
Şimdi Platon 'un sofistlere duyduğu nefret anlaşılır duruma geldi. O ve Sokrates, kozmolojistlerin Ölümsüz İlke'sini sofistlerin yozlaşması olarak niteledikleri şeye karşı savunmaktadırlar. Hakikat. Bilgi. Birilerinin onun hakkında ne düşündüğünden bağımsız olan şey. Uğruna Sokrates'in can verdiği ideaL. Dünya tarihinde ilk kez yalnızca Yunanistan'ın sahip olduğu ideaL. Bu hala çok nazik bir şeydir. Tümüyle yok olabilir. Platon'un sofistleri hor görmesinin ve sonuna dek lanetlemesinin nedeni, onların aşağılık ve ahlaksız kişiler olmaları değildir -Yunanistan'da onun görmezden geldiği, açıkça daha aşağılık ve ahlaksız kişiler vardır. Onları lanetlemesinin nedeni insanoğlunun, hakikat idealini kavrama yolundaki yeni başlangıcını tehdit etmeleridir. Tüm olanların aslı budur.
Sokrates'in şehit olmasının ve Platon'un bunu izleyen eşsiz düzyazılarının sonuçları, bildiğimiz Batılı insanın tüm dünyasından başka bir şey değildir. Eğer hakikat idealinin, Rönesans tarafından yeniden keşfedilmeden ölmesine göz yumulsaydı bugün tarih öncesi insandan çok ilerde olmamızın olanağı yoktu. Bilim ve teknoloji ideaları ve insanoğlunun diğer sistematik düzenlenmiş çabaları onun üzerinde odaklanır. O hepsinin çekirdeğidir.
Ve nihayet Phaedrus, Nitelikle ilgili olarak söylediklerinin tüm bunlara karşıt olduğunu anlar. Sofistleri daha çok onaylamaktadır.
"İnsan her şeyin ölçüsüdür." Evet, Nitelik hakkında söylediği budur. İnsan, öznel idealistlerin sandığı gibi her şeyin kaynağı değildir. Ama nesnel idealistlerin ve materyalistlerin sandığı gibi her şeyin edilgin bir gözlemcisi de değildir. Dünyayı yaratan Nitelik, insanla onun deneyimi arasındaki ilişki olarak doğar. İnsan her şeyin yaratılmasına katılan bir varlıktır. Her şeyin ölçüsü -bu uyuyor. Ve onlar retorik öğretiyorlardı -bu da uyuyor.
Sofistler hakkında onun söylediği ile "Platon 'un söylediği arasında tek uymayan şeyonların erdem'i öğretmeyi iş edinmeleri. Tüm anlatılanlar bunun, onların öğretilerinin merkezini oluşturduğunu gösteriyor; ama tüm ahlaki düşüncelerin göreliliğini öğretiyorsamz erdemi nasıl öğreteceksiniz? Erdem, hiçbir şey ifade etmese bile ahlaksal bir değişmezliği ifade eder. Neyin iyi olduğu konusundaki görüşü günden güne değişen bir adam ancak geniş görüşlülüğünden ötürü beğeni kazanabilir; erdeminden ötürü değiL. En azından, Phaedrus 'un bu sözcüğü anladığı kadarıyla böyledir. Ve retorikten erdemi nasıl alacaklar? Bu, hiçbir yerde açıklanmamış. Bir şeyler yitik.
Bu konuyu araştırırken antik Grek tarihiyle ilgili çok şey okur; okuduğu her şeyde, alıştığı dedektif stiliyle, uymayan tüm şeyleri ayıklamasına yardımcı olacak olguları arar hep. H. D. F. Kino'nun mavi beyaz kapaklı, elli cente aldığı Grekler adlı kitabını okur ve çöküş öncesi, Sokrates öncesi Yunanistan'ın efsanevi kişisini anlatan "Homeros kahramanlarının gerçek ruhu" adlı bir bölüme gelir. Bunu izleyen sayfalardaki anlatımların parıltısı öyle yoğun ki kahramanlar aklımdan hiç silinmedi ve biraz düşünsem gözümün önüne geliyor.
İlyada, yenilen ve savunucuları savaşta öldürülen Truva'nın kuşatılmasının öyküsüdür. Hektor'un, önderin karısı ona der ki: "Senin gücün, senin yok oluşun olacak; sende hiç acıma yok; ne küçük oğluna ne de yakında dul kalacak mutsuz karına acıyorsun. Yakında Akhalar sana saldırıp öldürecekler ve seni yitirirsem ölmek benim için daha iyi olacak."
Kocası yanıtlar:
"Evet, biliyorum ve eminim bundan; kutsal Truva kentinin öleceği gün geliyor; ve Priamos'un, zengin Priamos'un halkının. Ama çok kederlenmiyorum, ne Truvalılar için, ne Hekuba için, ne Kral Priamos için ne de katledilip toprağa düşecek soylu kardeşlerim için; seni, bronzla kaplı Akhalılardan biri, gözyaşlarınla alıp ***ürecek ve özgür günlerini bitirecek diye de kederlenmiyorum. Belki Argos 'ıa yaşayacak ve başka bir kadının evinde dokuma tezgahında çalışacak ya da Messeneli ya da Hyperialı bir kadına su taşıyacaksın, zor gelecek yapması, ama çok baskı olacak üzerinde. Ve sonra, seni ağlarken gören bir adam diyecek ki, 'Bu, Hektor'un karısıydı; Ilion'da dövüşen, vahşi atlara binen Truvalıların en soylu savaşçısının karısı.' Bunu diyecekler ve sana yine acılar verecek, öyle bir kocadan yoksunken köleliğe karşı direnmek. Ama bırak da öleyim, üstüme toprak yığılsın senin çığlıklarını duymadan ve sana tecavüz edilmeden."
Böyle dedi büyük Hektor ve kollarını oğluna uzattı. Ama çocuk çığlıklar atıp iyi giyimli bakıcısının kucağına sarıldı, onu korkutan şey değerli babasının görünüşüydü -bronzlar içinde ve miğferinin tepesinden korkunç salınımını gördüğü at kılından sorgucuyla. Babası kahkahayla güldü, sevgili annesi de. Büyük Hektor hemen miğferini çıkarıp yere koydu ve sevgili oğlunu öpüp bağrına basarken Zeus'a ve öteki tannlara yakardı: Ey Zeus ve siz öteki tanrılar, izin verin; oğlum benim gibi, Truvalıların en görkemlisi, Ilion'un güçlü ve büyük efendisi olsun. Ve savaştan döndüğünde 'Babasından çok daha iyi' desinler."
"Grek savaşçısını kahramanlığa iten şey," der Kino, "bizim anladığımız anlamda bir görev -başkalarına yönelik bir görev- duygusu değildir, daha çok kendine yönelik bir görev duygusudur. Onun peşinden koştuğu şey, bizim "erdem" olarak çevirdiğimiz, ama Grek dilinde arete, 'mükemmellik' denen şeydir... Arete konusunda söylenecek çok şey var. Bu, Grek yaşam tarzına damgasını vuran bir kavramdır."
İşte, diye düşündü Phaedrus, Nitelik tanımı; diyalektikçilerin onu sözcük tuzaklarına koymalanndan binlerce yıl önce hem de. Bunun anl***** mantıksal definiens ve definendum ve differentia olmadan anlayamayan biri ya yalan söylüyordur ya da insanlığın ortak yazgısına karşı öylesine ilgisiz ki ona herhangi bir yanıt bile vermeye değmez. Phaedrus "kendine karşı görev" tanımıyla da büyülendi sanki; bu bazen Hintçe "Tek" olarak tanımlanan Sanskritçe sözcük dharma'nın neredeyse tam çevirisiydi. Hintlilerin dharma'sıyla Greklerin "erdem"leri aynı olabilir miydi?
Sonra Phaedrus, o bölümü yeniden okumak için büyük bir itki duydu ve öyle yaptı ve sonra... bu da ne?!... "Bizim 'erdem' diye çevirdiğimiz şey Grekçe'de 'mükemmellik'tir."
Şimşek çakıyor!
Nitelik! Erdem! Dharma! Sofistlerin öğrettiği işte bu! Ahlaki görecelik değil. Eski "erdem" değil. Arete. Mükemmellik. Dharma! Akıl Kilisesi'nden önce. Tözden önce. Biçimden önce. Zihin ve maddeden önce. Diyalektikten önce. Nitelik mutlaktı. Batı dünyasının o ilk öğretmenleri Niteliği öğretiyorlardı ve bunun için seçtikleri araç retorikti. Yaptığı şey başından beri doğruydu.
Yağmur epey hafifledi, artık ufku görebiliyoruz; gökyüzünün açık grisi ile denizin koyu grisini ayıran keskin bir çizgi.
Kitto'nun, antik Greklerin arete'si hakkında söyleyecek daha çok şeyi vardı. "Platon'da arete'ye rastladığımızda," diyordu, "bu sözcüğü 'erdem' olarak çevirdik ve bunun sonucunda sözcüğün hiçbir tadı kalmadı. 'Erdem' en azından bugünkü dilde, tümüyle ahlaki bir sözcüktür; öte yandan arete, ayrımsız bütün kategorilerde kullanılmıştır ve sadece mükemmellik anlamına gelir."
Yani Odysseia'nın kahramanı büyük bir savaşçı, kurnaz bir plancı, hazırcevap bir konuşmacı; fazla yakınmadan, tanrıların takdirine katlanmasını bilen, yürekli biriydi; yelkenli bir tekneyi hem yapabilir hem de kullanabilirdi, sabanı dümdüz sürer, yüksekten atan bir genci disk atmada yener, boksta, güreşte, koşuda Pheacialı gençlere meydan okur, bir öküzü kesip, yüzüp, doğrayıp pişirir, ama bir şarkıyla gözyaşı dökerdi. O, aslında kusursuz bir hayat adamıydı, olağanüstü bir arete'si vardı.
Arete yaşamın bütünlüğü ve tekliğine karşı bir saygı ve bunun sonucu, uzmanlaşmaya karşı bir hoşnutsuzluk ima eder. O verimliliğe karşı bir küçümseme ima eder -ya da daha yüksek bir verimlilik ideali; yaşamın salt bir bölümünde değil, yaşamın kendisinde var olan bir verimliliktir yeğlediği.
Phaedrus, Thoreau'dan bir satır anımsadı: "Bir şey yitirmeden asla bir şey kazanamazsın." Ve o zaman, insanoğlunun dünyayı diyalektik. hakikatlere dayanarak kavrama ve yönetme yeteneğini kazandığında yitirdiklerinin inamlmaz büyüklüğünü ilk kez görmeye başladı. İnsanoğlu, doğanın görüngülerini kendi güç ve zenginlik düşlerinin muazzam belirtilerine dönüştürebilecek bilimsel yeterliliğe sahip imparataoluklar kurdu -ama bunu almak için verdiği şey, aynı büyüklükte bir anlayışın imparatorluğuydu: Dünyanın bir parçası olmanın ve onun düşmanı olmamanın ne olduğunu içeren anlayışın.
Salt bu utku seyretmekle epey kafa huzuru kazanılabilir. Geometricilere özgü bir çizgi... tümüyle düz, sürekli ve bildik. Belki de bu, Öklid'in doğrusallık anlayışını uyandıran orijinal çizgidir; yıldızların haritasını yapan ilk gökbilimcilerin özgün hesaplarında aldıkları bir referans çizgisi ya da.
Phaedrus, Poincare'nin Fuchsian denklemlerini çözdüğünde duyduğu aynı matematik kesinlikle, bu Grekçe arete'nin, modeli tamamlayacak kayıp parça olduğunu anladı, ama tamamlamak için okumayı sürdürdü.
Platon ve Sokrates'in başlarının çevresindeki hale yok olmuştu artık. Onların hep, tam da sofistleri yapmakla suçladıkları şeyi yaptıklarını -diyalektiğin karşılaştığı bir sorunda, zayıf argümanlarını daha güçlü göstermek gibi gizli bir amaç için duygusal yönden ikna edici bir dil kullandıklarını- gördü. Başkalarında en çok kınadığımız, diye düşündü, kendimizdeki en büyük korkulardır.
Ama neden? diye sordu Phaedrus. Neden arete'yi yok ettiler? Neredeyse bu soruyu sorduğu anda yanıtı da geldi. Platon arete'yi yok etmeye çalışmamıştı ki. Onu kapsül içine almıştı; sürekli, değişmez bir İdea yapmıştı ondan; onu katı, hareketsiz bir Ölümsüz Hakikat'e çevirmişti. Arete'yi her şeyin en yüksek biçimi, en yüksek İdea'sı, yani "İyi" yapmıştı. Arete, daha önce olmuş her şeyin sentezinde, yalnızca Hakikat'in altındaydı.
Phaedrus'un sınıf ta ulaştığı Niteliğin, Platon'un İyi'sine bu denli çok benzemesinin nedeni buydu. Platon'un İyi'si retorikçilerden alınmıştı. Phaedrus araştırdı, ama daha önceleri İyi'den söz eden kozmolojiste rastlamadı. Bu, sofistlerden gelmeydi. Aradaki fark, Platon 'un İyi'si değişmez, ebedi ve hareketsiz bir İdea iken retorikçiler için hiç de İdea değildi. İyi, gerçekliğin bir biçimi değildi. Sürekli değişen; sabit ve katı bir tarzda sonuna dek hiç bilinmeyen gerçekliğin kendisiydi. .
Platon neden yaptı bunu? Phaedrus Platon'un felsefesini iki sentezin ürünü olarak gördü.
İlk sentez Herakleitoscularla Parmenides yandaşları arasındaki farklan çözmeye çalışıyordu. Her iki kozmolojik okul da Ölümsüz Hakikati üstün tutuyordu. Arete'nin tabi olduğu Hakikat uğruna, Hakikatin tabi olduğu arete'yi öğreten düşmanlanna karşı, giriştiği savaşı kazanmak için Platon'un önce Hakikat'e inananlar arasındaki çatışmaları çözüme bağlaması gereklidir. Bu amaçla; Ölümsüz Hakikat'in, Herakleitos yandaşlannın sandığı gibi yalnızca değişim olmadığını söyler. Ama Parmenides yandaşlannın sandığı gibi salt değişimsiz de değildir, der. Bu her iki Ölümsüz Hakikat, değişmeyen İdealar ve değişen Görüntüler olarak birarada bulunur. Bu nedenle Platon, örneğin "atlık" ile "at"ı birbirinden ayırmayı gerekli görür ve atlığın gerçek, değişmez, doğru ve hareketsiz olduğunu; atın ise önemsiz, geçici bir görüngü olduğunu söyler. Atlık saf İdea'dır. Görünen at, değişen Görüntülerin bir toplamıdır; akabilir, istediği yere gidebilir ve hatta bir Ölümsüz ilke olan atlığı rahatsız etmeyecek bir şekilde ö!ebilir ve eski tanrılann yolunda sonsuza dek devam edebilir. Platon 'un ikinci sentezi, Sofistlerin aretesini bu İdealar ve Görüntüler ikiliğinin içine çekmektir. Ona en onurlu yeri verir, üzerinde yalnızca Hakikat ve Hakikat'e varmanın yöntemi olan diyalektik bulunmaktadır.
Fakat İyi'yi en yüksek İdea yaparak İyi ile Doğru'yu birleştirme girişiminde Platon yine de diyalektik tarafından belirlenmiş hakikat ile arete'nin yerini gaspetmektedir. İyi bir kez diyalektik bir idea
olarak sınırlandı mı başka bir fılozofun gelip diyalektik yöntemlerle arete'nin yani İyi'nin; şeylerin "doğru" düzeni içinde, diyalektiğin iç işleyişine daha elverişli, daha alt bir düzeye düşürülmesinin daha yararlı olabileceğini göstermesi işten bile değildir. Böyle bir fılozofun gelmesi uzun sürmeyecekti. Adı Aristo'ydu.
Aristo, ot yiyen, insanlan taşıyan ve küçük atlar doğuran, Ölümlü At Görüntüsünün, Platon'un gösterdiğinden daha fazla dikkati hak ettiğini düşündü. Atın yalnızca görüntü olmadığını söyledi. Görüntüler kendilerinden bağımsız ve aynı idealar gibi, değişmez bir şeye bağlıydı. Görüntülerin bağlı olduğu bu "bir şey"i "töz" diye adlandırdı. ve o anda, bizim modern bilimsel gerçeklik kavrayışımız doğdu.
Truva arete'sinden habersiz olduğu aşikar "Yorumcu" Aristo"nun etkisiyle, biçimler ve tözler her şeye hakim olurlar. İyi, adına etik denen görece önemsiz bir bilgi dalıdır; Aristo öncelikle akıl, mantık ve bilgiyle ilgilenir. Arete ölmüştür ve bilime, mantığa ve bugün bildiğimiz şekliyle üniversiteye ayncalıklı görevleri verilmiştir: Dünyanın tözsel öğeleriyle ilgili sonsuz ve gittikçe artan biçimler bulup yaratmak, bu biçimlere bilgi demek ve bu biçimleri gelecek kuşaklara Ktarmak. "Sistem" olarak.
Ve retorik. Zavallı retorik, birden ne olduğunu "öğrenerek" yazı yazmada kullanılan yapay tarzları ve biçimleri, yani Aristocu biçimleri öğretmeye indirgeniverir; sanki bu tarz ve biçimler önemliymiş gibi. Beş tane heceleme hatası, diye anımsadı Phaedrus, ya da tümce kurmada bir hata, ya da yanlış kullanılmış üç sıfat ya da... böyle gidip duruyordu. Bunlardan herhangi biri, bir öğrencinin retorik bilmediğini anlamak için yeterliydi. Yine de, retorik budur; öyle değil mi? Elbette, di. yalektik hakikate yeterince boyun eğmeden duygulara hitap eden "boş retorik" de vardır; ama biz bunu istemeyiz, değil mi? Bu bizi antik Yunanistan'ın yalancılan, üçkağıtçıları, iftiracılan olan Sofistler gibi yapar -anımsadınız mı onlan? Biz Hakikati diğer akademik kurslarda öğreneceğiz; ama birazcık da retorik öğrenmeliyiz ki onu iyi yazalım ve bizi daha üst pozisyonlara yükseltecek patronlanmızı etkileyelim.
Biçimler ve yapay tarzlar -en iyilerin nefret ettiği, en kötülerin sevdiği şeyler. Yıldan yıla, onyıldan onyıla, ön sıradaki küçük "okuyucular", yüzü güleç, kalemi düzgün taklitçiler Aristocu tam puanlannı almaya çıkarlarken gerçek arefe'si olanlar onların arkasında sessizce oturup bu konuyu sevemedikleri için kendilerinde neyin yanlış olduğunu merak eder dururlar.
Ve bugün hala klasik etik öğretmek zahmetine katlanan birkaç üniversitede Aristo ve Platon 'un izinden giden öğrenciler boyuna, antik Yunanistan' da hiç sorulmaya gerek duyulmamış bir sorunun çevresinde döner dururlar:
"İyi nedir? Biz onu nasıl tanımlarız? Farklı insanlar onu farklı tanımladıklarına göre bir İyi'nin var olduğunu nereden bileceğiz? Kimileri iyinin mutlulukta olduğunu söylüyor, ama mutluluğun ne olduğunu nasıl bileceğiz? Ve mutluluk nasıl tanımlanabilir? Mutluluk ve iyi, nesnel terimler değildir. Bunlardan bilimselolarak söz edemeyiz. Ve bunlar nesnel olmadığından yalnızca kafamızdalar. Öyleyse mutlu olmak istiyorsan kafanı değiştir yeter. Ha ha ha."
Aristocu etik, Aristocu tanımlar, Aristocu mantık, Aristocu biçimler, Aristocu tözler, Aristocu retorik, Aristocu kahkaha... ha ha ha.
Ve sofıstlerin kemikleri çoktan toza dönüştü ve onlarla birlikte, söyledikleri de toza dönüştü ve bu toz onun göçmesiyle yozlaşan Atina'nın ve Makedonya'nın molozları altında gömülü kaldı. Antik Roma'nın, Bizans'ın, Osmanlı İmparatorluğu'nun ve modern devletlerin çöküp göçmesiyle öyle derine, öyle törensizce ve öyle şeytanca gömüldü ki açığa çıkarmak için gerekli ipuçlarını yüzyıllar sonra ancak bir deli bulabildi ve yaptıkları şeyi görünce dehşete düştü...
Tüm yaratıcı güçlerin tanrısı olarak Apollon, aynı zamanda kahin tanrıdır. Kökleri gereği "ışıldayan", ışık tanrısı olarak Apollon, içsel düşlem-dünyasının güzel görünüşüne de hükmeder. Bu durumların, boşluklar halinde anlaşılabilen gündelik gerçeklik karşısındaki daha üstün hakikiliği, mükemmelliği, sonra uykuda ve düşte iyileştiren ve yardım eden doğanın derin bilinci, aynı zamanda kehanette bulunma yeteneğinin, ve genel olarak yaşamın olası ve yaşanmaya değer kılınmasını sağlayan sanatların simgesel benzeridir.
Bu alıntı üzerine konuşurken, Phaedrus'un neden Hektor'u örnek verdiği üzerinde konuştuk. Modernizmden, "akıl" dan, Aristo'dan, "doğru"dan adeta nefret eden Phaedrus (AıÜüristocu etik, Aristocu tanımlar, Aristocu mantık, Aristocu biçimler, Aristocu tözler, Aristocu retorik, Aristocu kahkaha ha ha ha), neden Apollo'yu tanrı olarak seçen Hektor'dan örnek vermiş ve "Homeros kahramanlarının gerçek ruhu" nu hektor üzerinden anlatmış? Apollo aydındır, ölçülüdür, akılla algılama ve akıl yetisine dayanan yöntemlerle biçimlendirme gücü ve yeteneğidir. Bu da bir bakımdan Aristo'nun dünyasını üzerine kurduğu kavramlardır. Metinde "Grek savaşçısını kahramanlığa iten şey," der Kino, "bizim anladığımız anlamda bir görev -başkalarına yönelik bir görev- duygusu değildir, daha çok kendine yönelik bir görev duygusudur. Onun peşinden koştuğu şey, bizim "erdem" olarak çevirdiğimiz, ama Grek dilinde arete, 'mükemmellik' denen şeydir... Arete konusunda söylenecek çok şey var. Bu, Grek yaşam tarzına damgasını vuran bir kavramdır."
Apollo yerine neden Diyoniysos'u arete için örnek vermemiştir?
Azra Erhat'ın Mitoloji sözlüğünde şu geçiyor:
Friedrich Nietzsche'nin "Tragedyanın Doğuşu" adlı eserinde yaptığı Yunan varlığı üstüne yorum bugün de geçerlidir sanıyoruz. Yalnız tragedyada değil, ilkçağın Yunan denilen yaratıcılığında birbirinden ayrı iki öğeyi ayırmak doğru olsa gerek: Bu yaratıcılık iki tanrının simgelediği iki karşıt varlığın birleşmesinden doğmuştur. Bu iki tanrı da Apollon'la Dionysos'tur. Apollon aydın, durgun, ölçülü gücü simgeler, ışıktır, doğayı görme, varlığı akılla algılama ve akıl yetisine dayanan yöntemlerle biçimlendirme gücü ve yeteneğidir, Apollon plastik sanattır, ama aynı zamanda da öngörmedir, anlama ve kavramadır, ışığın doğayı bir projektör gibi aydınlatıp karanlık kalan sırlarını çözümlemesidir. Ama bu güç, insanı bir seyirci ve bir taklitçi olmaktan da ileri ***üremez, yaratıcılık insanın doğaya bir başka türlü coşkuyla karışmasını şart koşar, karanlık güçlerin gizlemine ermesini. İşte bu gücü de Dionysos, şarap tanrı simgeler. Dionysos doğanın kendisi değil, bir ana tanrıça değil de, insana doğayla birleşmeyi sağlayan bir araçtır sanki. İnsan için düşünülmüş, yaratılmış bir tanrıdır. Nitekim insan dişisinden doğmadır, insana karışır ve insan çilesini çeker, ta ki taşkın gücünün ne denli bir nimet olduğunu anlatabilsin insana. Dionysos'un doğudan geldiğini, Anadolu'dan çıkıp Yunanistan'a güç bela girebildiğini efsane bağıra bağıra dile getirir. Nietzsche'nin Yunan varlığına özgü en şaşırtıcı yapıtı saydığı tragedyayı bağışlayana kadar akla karayı seçmiştir bu tanrı. Ama Apollon, durgun akıl gücü, bütün dalları ve bunları esinleyen perileriyle Apollon öz Hellen varlığı saylırdı, Nietzsche'nin de bundan şüphesi yoktu her halde. Delphoi tanrısı Apollon bunca bilicilik merkezleri, tapınakları ve efsaneleriyle özbeöz Yunan yani Yunanistan kökenliydi. Bu yanlışlığı bilim Homeros'tan başlamak üzere metinleri iyice okumamış olduğu için işlemiştir. Arkeolojinin katkıları da eklenirse, gerçeğin gün ışığına yakında çıkacağı umulur. Bizimkisi yalnız bir deneme.
Ne ki, düş görüntüsünün, hastalıklı bir etkide bulunmamak için aşmaması gereken -aksi halde görünüşün kaba gerçeklik olarak bizi aldatacağı- o hassas çizgi de, Apollon'un imgesinde eksik olamaz: o ölçülü sınırlandırma, yabanıl heyecanların o özgürlüğü, sanatçı tannnın o bilgelik dolu dinginliği.
Ölçülü sınırlandırma...zen! Kitabın adı "Zen ve Motosiklet bakım sanatı.
Kitapta adı verilmeyen kişi, uzun bir motosiklet yolculuğu yapıyor ve bu yolculuk sırasında Phaedrus'un ruhu onu yalnız bırakmıyor.
Phaedrus aslında odur, Phaedrus nitelik üzerine düşünmeye başlar, sonra delirir (delirdiği söylenir) ve bir kliniğe yatırılır. Motosikletle seyahat eden kişi Phaedrus'tur, ama artık Phaedrus değildir, başka bir kişidir.
Zen konusunda "Anlamak" sitesinde şunlar yazılı:
Zazen bize zihnimizi (zihin-Apollo) tanımak; asıl yaradılışımızı tanımak fırsatını verir. Bir kere insan zihnini derinlemesine tanıdı mı bir daha kaba düzeydeki eski durumuna geri dönmez. İç görü, sezgi (parajna), şefkat, sevecenlik duygusu (rakuna) uyandı mı gerçek özgürlüğe, bağımsızlığa ***üren "kapısız kapıdan" geçtiniz demektir.(öngörme, anlama ve kavrama, karanlık kalan sırlarını çözümlemesi, sezgi ve bilicilik, iyileştiren ve yardım eden doğanın derin bilinci-Apollo) Kendi yaratımız olan doğru eğri, haklı haksız, uygun uygunsuz gibi ön yargılar, düşünce kalıpları, kavramlar, ön seçimler, gökteki ayın parlaklığını (phoibos) görmemizi engelleyen bulutlar gibidir. Bir kere bulutlar sıyrıldı mı o zaman anlıyoruz ki ay bulutların arkasında da olsa hep vardı ve ışıklarını yaymaktan (phoibos) geri kalmıyordu
KıÜüuralları şöyle sıralayabiliriz: "Yola giren kimse ne çok yemeli ne de az… yeterli ve düzenli gıdalanma yöntemi uygulanmalı. Uykuda da böyle yapılmalı, ne çok uyumalı ne de az… Orta yolu seçmeli."
Bu da apollo'nun kuralları- ölçülü sınırlandırma
Ve zen- o bilgelik dolu dinginlik
Gözü, kökenine uygun olarak "güneş gibi" olmalıdır; öfkelendiğinde ve hiddetle baktığında bile, güzel görünüşünün halesi üstündedir. Böylece, Schopenhauer'in, Maya perdesine aldanmış insan hakkında söyledikleri, eksantrik bir anlamda, Apollan için geçerli olabilir. lstenç ve Tasarım Olarak Dünya 1, s. 416: "Dağlar gibi dalgalann dört bir yana doğru, uğultuyla yükseldiği ve indiği azgın bir denizde, bir gemici, bir sandalın içinde, güçsüz teknesine güvenerek nasıl oturursa; yalnız insan da böyle sakince oturur, bir acılar dünyasının ortasında, principium individuationis'e (principium individuationis: Bireyleşme ilkesi.) dayanarak ve güvenerek." Apollon hakkında, söz konusu ilkeye duyulan sarsılmaz güvenin ve bu ilkeye aldanmış olanın dingince orada oturuşunun, Apollon'da en yüce anlatımını bulduğu söylenebilirdi, ve Apollon'un kendisi de, tavırlanndan ve bakışlarından "görünüş"ün tüm zevki ve bilgeliğinin, güzelliğiyle birlikte bize hitap ettiği, principii individuationis'in yüce tannsal imgesi olarak tanımlanabilir.
Schopenhauer aynı yerde, insanın, görünüşü bilme biçimlerinden ansızın kuşkuya düştüğünde, başka bir deyişle, verili bir durumda, nedensellik yasasının bir istisna oluşturuyor göründüğünde kapıldığı büyük d e h ş e t i betimliyor bize. Bu dehşete, principii individuationis'in aynı parçalanışı sırasında insanın en derinliklerinden, doğadan yükselen haz dolu büyülenmeyi de eklersek, bize en yakın olarak ancak e s r i k l i k benzetmesiyle verilmiş D i o n y s o s ç u o l a n ı n özüne bir bakış atmış oluruz. Ya kadim insanların ve halkların ilahilerde sözünü ettikleri uyuşturucu içkinin etkisiyle, ya da, tüm doğaya zevkle nüfuz eden ilkbaharın muazzam yakınlaşması sayesinde uyanır Dionysosça heyecanlar, bu heyecanların artışıyla, öznel olan tam bir kendini unutmuşluk içinde yitip gider. Ortaçağ Almanyası'nda da aynı Dionysosçu gücün etkisinde sayıları giderek artan kalabalıklar, şarkı söyleyerek ve dans ederek bir yerden bir yere dolaşıp dururlardı: bu Sankt-]ohann ve Sankt-Veit dansçılarında Yunanlıların, geçmişleri Küçük Asya'ya, Babil'e ve Sakae orjilerine dayanan, Bakkha korolarını görüyoruz. Deneyimsizlikleri ya da talın kafalılıkları yüzünden, bu tür görüngülere "halkın hastalıkları" sözüyle bakıp alay ederek ya da kendilerinin sağlıklı oldukları duygusuyla üzülerek, yüz çeviren insanlar vardır: bu zavallılar, Dionysosçu esriklerin kor gibi yanan yaşamı önlerinden gürül gürül geçtiğinde, kendilerinin "sağlığının" ne denli ceset rengi ve hordak gibi göründüğünün farkında bile değiller açıkçası.
Azra Erhatta Diyonisos:
Dionysos tanrının niteliklerini ele alacak olursak, iki büyük alan ve akımı kavradığı göze çarpar. İlkin bir doğa tanrısıdır, topraktan fışkıran bitkileri ve bu bitkiler arasında insanı en çok etkileyenleri, yaşamına yön verenleri simgeler: Kybele ve öbür doğa tanrıları gibi, doğayı en belirgin biçimlerle yansıtan dağlarda, ormanlarda, yabani hayvanlar ve yaratıklarla bir arada yaşar ve coşar gösterilir. Osiris, Adonis, Attis gibi doğanın mevsim mevsim değişmelerini de kişiliğinde simgeler. Dionysos her bakımdan doğaya çevriktir, ama onun simgelediği asıl büyük kuvvet doğanın kendisi değil, insanla doğa arasında bir ilişki, insanın doğanın sırlarına erdiren büyülü bir güçtür. Yunan dili bu güce eren insanın durumunu iki sözcükle yansıtmıştır: "Mainomai" ve "enthousiasmos". Doğa sırlarına ve gücüne ermek, yani tanrılaşmak, insan için ulaşımı en çok özlenen bir aşamadır. Dionysos bu ereğe varmanın yolunu herkes için ve kolay kolay açar: Bu yol şarap ve sarhoşluktur. Asma kütüğünün yeryüzüne yayılmasıyle uygarlığın buğdaydan sonraki aşaması gerçekleştirilmiş, ama insanlığın evresinde de yalnız tarımla açılamayan bir çığır açılmıştır. İnsan ancak şarabı elde ettikten sonradır ki, yaratıcılığın kökeninde bulunan değişim yapma gücüne kavuşmuştUr. "Mainomai" de "enmousiasmos" da işte bu tanrıya erme, tanrıyla karışma ve tanrılaşma yetisini dile getirir. Adları "mainomai" den türemiş olan Mainad'lar bir çeşit çılgınlık içinde doğayı dolaşırlar, ama yaratıcılığın bu tanrısal soluğun dışarıya vurmasıyle elde edilebileceğini anlamıştır insan. Dionysos işte bu gerçeği, hem doğal, hem de doğaüstü bir olayı dile getirip simgeler.
Dionysos'un öbür doğa tanrılarından daha etkili, dininin öbür sanat kollarından daha üstün, şiirin en insancası sayılacak bir yazın türü olan tragedyayı esinlemiş olmak bu tanrının bir tek tanrısal güç olarak değil de, kolektif bir güç olarak gerçekleşmesinden ileri gelir. Adından ya da adlarından da belli ki Dionysos bir değiL, bütün bir insanlık halidir. Bu yüzden durgun değil, sürekli devinim, değişim halindedir, evrensel yaşamın özellikle insanın beden ve ruhu aracıyle yansıyıp oluşmasıdır. Bakkha'lar tragedyasında bu halin parlak bir belirtisi dile getirilmiştir: Dionysos hem tanrıdır, hem insan, Bakkha'lar yerine ve anına göre kadın kişiliğinden vahşi hayvana, yırtıcı azmana dönüşür, böylece gerçeğin gerçeküstüne ulaşması ve gerçeğe gerisingeri inmesiyle doğal bir kasırga olan hayatın dalgaları yansıtılmış olur. Bu dalgalanmanın insanlık dünyasında açtığı yaralar, yarattığı korkunç dramlar, facialar, afetler tragedya denilen o şaşırtıcı, tüyler ürpercici hayat aynasında görülür. Kişinin bilinçüstü ve bilinçaltına dek erişebilmesi bu tanrının etkisiyle olmuştUr. Dionysos tanrının insana verdiği bu gücü akıl ölçüsüne vUrup değerlendirmek Euripides'in "Bakkha'lar" oyununun belli başlı bir konusudur. Kaba aklı simgeleyen Penmeus Bakkha'ların çılgınlığını bir ayıp, törelere ve ahlaka karşı işleruniş bir suç sayar. Oysa tam tersine bu coşku insanı doğayla birleştiren, ona cenneti yeryüzünde yaratan bir mutluluktUr. Asıl akıl yolu da bu mutluluğa erişmenin çarelerini arayıp bulmaktır.
Dionysos'un büyüsüyle yalnızca insanla insan arasındaki bağ yeniden kurulmuş olmaz: yabancılaşmış, düşman ya da boyunduruk altına alınmış doğa da, kaybolmuş oğluyla, insanla barışma şenliğini kudar yeniden. Yeryüzü gönüllü olarak sunar armaganlarını, ve barış içinde yakınlaşırlar birbirlerine, kayaların ve çöllerin yırtıcı hayvanları. Çiçekler ve çelenklerle tepeleme kaplanmıştır Dionysos'un arabası: onun boyunduruğu altında ilerler panterler ve kaplanlar. Kişi, Beethoven'ın "Neşe"ye övgü şarkısını bir tabloya dönüştürür, hayalinde de milyonların huşu içinde yere kapandıklarını canlandırırsa: işte ancak böyle yakınlaşabilir Dionysosçu olana. Şimdi köle özgür bir adam olmuştur, şimdi zorunluluğun, keyfiliğin ya da "küstah moda"nın insanların arasına 'soktuğu tüm donuk, düşmanca sınırlar yıkılmıştır. Şimdi, dünyaların uyumunun müjdeli haberinde, herkes komşusuyla yalnızca birleştiğini, uzlaştığını, kaynaştığını değil, bir olduğunu da hisseder, sanki Maya'nın perdesi yırtılmıştır da artık sadece lime lime parçaları dalgalanmaktadır gizemli ilk-bir'in önünde. Şarkı söyleyerek ve dans ederek anlatır kendini insan, daha üst bir ortaklığın üyesi olarak: yürümeyi ve konuşmayı unutmuştur ve dans ederek göklere doğru yükselmek üzeredir. Jestlerinde büyülenmişlik dile gelmektedir. Şimdi hayvanların konuşuyor, yeryüzünün süt ve bal veriyor oluşu gibi, insandan da doğaüstü bir şey tınlamaktadır: tanrı olarak duyumsar kendini, şimdi kendisi de düşünde tanrıların değiştiğini gördüğü gibi, kendinden geçmiş ve yücelmiş bir biçimde değişmektedir. Artık bir sanatçı değildir insan, bir sanat yapıtı olmuştur: tüm doğanın sanat gücü, ilk-bir'in en üstün hazsal doyumu için, burada esrikliğin ürperişleri arasında açınlamaktadır kendini. En kaliteli çamur, en pahalı mermer burada yoğrulur ve yontulur; ve Dionysosçu dünyalar sanatçısının keski vuruşları arasında çınlar Eleusis Mysterionlarının seslenişi: "Diz çöküyor musunuz, milyonlar? Yaratıcını seziyor musun, dünya?"
Nitelik, arete, mükemmellik, kusursuzluk için Hektor'un seçilmesi rastlantı değil.
Diyonisos, bu anlamdaki niteliğin peşinde değil.