Dini SözLük... !

Âkıl-Bâliğ:
Faydalı ve zararlı olanı birbirinden ayırabilen ve evlenme çağına gelip gusül abdesti almaya başlayan akıllı kimse.
Âkıl bâliğ olduktan sonra kişi yetim sayılmaz. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ul-Ehâdîs)
Âkıl ve bâliğ olan erkeğin ve kadının birinci vazîfesi, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları inanılacak şeyleri öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır. Kıyâmette yâni öldükten sonraCehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmaya ba ğlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Her müslümanın, ******na âmentüyü (îmânın altı şartını) ezberletmesi, mânâsını, farzları (emirleri) ve haramları (yasakları) öğretmesi lâzımdır. Âkıl bâliğ olunca; îmânı, İslâm'ı bilmeyen kimse müslüman olmaz. (İbn-i Âbidîn)
Âkıl bâliğ her müslümanın, her gün beş vakit namaz kılması farzdır. Kız ve oğlan çocuk yedi yaşına gelince, namaz kılmalarını emretmek velîsi üzerine vâcib (lâzım) olur. Oruç tutmaları için de emreder. On yaşına gelince, namaz kılmaları için el ile h afifçe vurulur. Sopa ile dövülmez. Falaka ile vurulmaz. El ile üçten fazla vurulmaz. Velîsinden başkası döğmez. (İbn-i Âbidîn, Ebû Bekr Râzî el-Cessâs)
 
ÂKILE:
Kâtilin, öldürme işindeki yardımcıları, bunlar yoksa öldürmede kendisine yardım eden kabîlesi (köylüleri, şehirlileri) ve akrabâsı.
Kâtilin cinâyeti işlemesine mâni olmadıkları, bilakis bu hususta onu koruyup, gözettikleri ve kâtil, onlardan kuvvet alarak bu suçu işlediği için âkıle, cinâyete karışmış gibi olurlar. Kâtil ile birlikte diyeti (para cezâsını) yüklenmeleri bu sebepte ndir. (Kıvâmuddîn Kâkî)
Kâtilin ödeyeceği diyet, ödemeleri için âkıleye taksim edilir, paylaştırılır, üç senede alınır. Kadın, deli ve çocuk âkıleye katılmaz. (İbn-i Âbidîn)
Müslüman olan kâtilin âkılesi ve vârisi (öldüğünde malından mîrâs alacak kimse) yoksa, diyetini beytülmâl verir. Yâni hükûmet verir. Beytülmâl yoksa, kendi üç senede öder. (İbn-i Âbidîn)
 
ÂKİBET:
1. Son, netîce.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
(Habîbim!) De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın, sonra da bakın ki (peygamberleri) yalanlıyanların âkibeti nasıl olmuştur. (En'âm sûresi: 11)
Niyet hayır ise âkıbet de hayır olur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
2. Dünyâda zafer, âhirette sevâb ve kurtuluş.
Kur'ân-ı kerîmde buyruldu ki:
O hâlde (Habîbim) sen de (Nûh gibi, kavminden gelen eziyetlere ve peygamberlik vazifesinin ağırlığına) sabret. Âkibet; hiç şüphesiz, takvâya erenlerindir (günâhlardan sakınanlarındır). (Hûd sûresi: 49)
 
AKÎDE:
İnanılacak şey. (Bkz. Akâid ve Îtikâd)
 
AKÎKA:
Çocuk nîmetine karşılık, Allahü teâlâya şükr niyeti ile kesilen hayvan.
(Çocuk doğduğunda) yedinci günü akîka hayvanı kesilir, ismi konur, saçı traş edilir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, Ahmed bin Hanbel)
Akîka, erkek ****** için iki, kız ****** için bir koyun kesmektir. (Hadîs-i şerîf-Şir'ât-ül-İslâm)
Hicretin sekizinci yılında, oğlu İbrâhim dünyâya gelince, yedinci günü Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem İbrâhim'in başını traş ettirip, saçının ağırlığı kadar gümüş sadaka verdi ve akîka olarak iki koç kesti. Saçlarını gömdü. (İmâm-ı Kastalânî)
Çocuğa yedinci günü isim koymak ve başını kazıyıp, saçının ağırlığı kadar, erkek için altın veya gümüş, kız için gümüş sadaka vermek ve erkek için iki, kız için bir akîka hayvanı kesmek müstehâbdır. Akîka hayvanı, kurbanlık hayvan gibi olmalıdır. Son ra da kesilebilir. Hanefî mezhebinde, etleri pişmiş veya çiğ olarak, zengin, fakir herkese verilebilir. (Seyyid Alizâde)
Akîka, çocukları belâlardan, hastalıklardan korur. Akîkası yapılanlar, kıyâmette anaya babaya ayrı bir şefâat ederler. (Seyyid Alizâde)
 
AKL (Akıl):
İdrâk kuvveti, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırmaya yarayan kuvvet.
... Akıl, sâhibini iyiliğe ***ürür, kötülükten alıkor. Aklı olgunlaşmadıkça kişinin dîni doğru ve îmânı kâmil (olgun) olmaz. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Sizin akılca en üstününüz, Allah'tan en çok korkanınızdır. En güzeliniz, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet edeninizdir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Kişi güzel ahlâk ile gündüz oruç tutup gece ibâdet edenler derecesine ulaşır. Fakat akılca kâmil (olgun) olmadıkça, ahlâkı kâmil olmaz. Aklı olgunlaşınca, îmânı da olgunlaşır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Akıllı kimsenin, dünyâ ile ilgili bir menfaati kaçırdığı zaman, bunu kendine gam ve üzüntü yapması uygun değildir. Çünkü üzülmekle ele bir şey geçmez. Fazla üzülmek akla zarar verir. (İbn-i Hibbân)
Akıl göz gibidir, din bilgileri ışık gibidir. Akıl yalnız başına din bilgilerini, faydalı ve zararlı şeyleri anlayamaz. Bunun için Allahü teâlâ, peygamberleri ile râzı olduğu, beğendiği yol olan İslâmiyet'i bildirdi. Aklın eksikliği peygamberlerin gö nderilmesiyle tamamlandı. (İmâm-ı Rabbânî)
Akıl ile anlaşılan şeyler, his uzuvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, yâni his uzuvlarımız, akıl ile anlaşılan şeyleri anlıyamayacağı gibi, akıl da, Peygamberlik makâmında anlaşılan şeyleri kavramaktan âcizdi r. İnanmaktan başka çâresi yoktur. (İmâm-ı Gazâli)
 
Akl-ı Feâl:
İşrâkiyye (Yeni Eflâtunculuk) felsefesinde ukûl-ı aşerenin (on akılın) sonuncusu olup, yaşadığımız âlemle alâkalı akla verilen ad. Öldürme ve yaratma işlerine bakan mertebe.
Felsefecilerin akl-ı feâl dedikleri yalnız onların hayâllerinde bulunup, kısa akılları ile ortaya attıkları bir şeydir. İslâm bilgilerine uymamaktadır. Bunların bozuk inanışlarına göre, insan sıkışınca Akl-ı feâle yalvarır, Allahü teâlâdan bir şey is temez. Allahü teâlânın dünyâda olup bitenlerle hiç ilgisi yoktur derler. Bunlar sapık fırkaların hepsinden daha aşağıdırlar. (İmâm-ı Rabbânî)
 
Akl-ı Meâd:
Ebedî rahata kavuşmak, Cennet'te ebedî kalmak ve Cehennem azâbından kurtulmak için hâlini ıslâh etmeyi, düzeltmeyi düşünen, uzak görüşlü, dünyâya değil, âhirete değer veren akıl.
Akl-ı meâd, peygamberlerde (aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) ve evliyâda bulunur. Akl-ı meâdı kuvvetlendiren şeyler, ölümü ve âhireti düşünen kimselerle bulunmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Bir kimsenin nefsi mutmainne olunca yâni bütün varlığı ile Rabbine dönüp İslâmiyet'in emirlerine baş kaldıramaz hâle gelince, aklı da, akl-ı meâd olur. (Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî) (Bkz. Akl-ı Selîm)
Dâimâ Allah adamları ile berâber olmak, akl-ı meâdın artmasına sebeb olur. (Behâeddîn-i Buhârî)
 
Akl-ı Selîm:
Selîm akıl, hiç yanılmayan, hatâ etmeyen akıl.
Selîm akıl, peygamberlerde aleyhimüsselâm bulunur. Onlar her başladıkları işte muvaffak (başarılı) olmuşlardır. Pişman olacak, zarar görecek bir şey yapmamışlardır. Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşları). Tâbiînin (Eshâb-ı kirâmı gören b üyükler), Tebe-i tâbiînin (Tâbiîni görenler) ve din imâmlarının rıdvânullahi aleyhim ecmaîn akılları, derece bakımından peygamberlerin akıllarından sonra gelir. Bunların akılları, din bilgilerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduklarını açıkça görür. Bu bilgileri bunlara isbât etmeğe, açıklamağa lüzûm olmadığı gibi, tenbih etmeğe, haber vermeğe de lüzum yoktur. (Abdülhakîm Arvâsî)
İslâmiyet'i işitmeyen çok kimse vardır ki, akl-ı selîmleri olduğu için, bozulmuş, uydurulmuş dinlerin mensuplarına aldanmamışlar, astronomide, fen bilgilerinde ve bilhassa tıb ilminde gördükleri nizamlı (düzenli) hâdiselerin (olayların) birbirlerine bağlantılarını düşünerek hilkatin (yaratılışın) sırlarını, bu hesâblı düzenin hakîkatini anlamak istemişlerdir. Bunlar yine akl-ı selîmleri sâyesinde İslâmiyet'in bildirdiği güzel ahlâkın bir çoğunu bulup, müslüman gibi yaşamış, kendilerine ve başkalarına faydalı olmuşlardır. Allahü teâlâ bunları îmân etmelerine sebeb olacak rehberlere ve kitablara kavuşturacağını Ankebût sûresinde vâdetmektedir. (Abdülhakîm Arvâsî)
 
AKLÎ VE NAKLÎ İLİMLER:
Fen ve din bilgileri. (Bkz. Ulûm-u Akliyye ve Ulûm-u Nakliyye)
 
AKRABÂ:
Aralarında neseb (soy), süt ve evlilik bakımından yakınlık bulunanlar.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Akrabâna (onları gözetmek, ziyâret etmek ve yardım etmek) , fakîre ve yolcuya (durumlarına göre zekât ve yiyecek vermek sûretiyle) hakkını ver! Elindekini isrâf etme. (İsrâ sûresi: 26)
Ey ümmetim! Beni Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemin ederim ki, fakîr akrabâsı varken, başkalarına verilen zekâtı Allahü teâlâ kabûl etmez. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)
Akrabânıza yardım ve iyilik ediniz. Hâllerini, hatırlarını sorunuz. Muhtâç iseler ellerinden tutunuz. Onları incitmekten çok sakınınız. Babanızın emrinden sakın çıkmayınız. Amcanızın derdiyle dertleniniz. Dayınızın hâlinden gâfil olmayınız. Diğer akr abânızı akrabâlık derecesine göre arayınız ve onlara yardımcı olunuz. Böyle yaparsanız Allahü teâlânın ikrâm ve ihsânlarına kavuşursunuz. (Muhammed Rebhâmî)
 
ÂL:
Âile, akrabâ, tâbî. (Bkz. Ehl-i Beyt) Duâ olsun âline dahî eshâbına Tâbiîn, ensâr ve hem ahbâbına.
(Süleymân Çelebi)
 
A'LÂ SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin seksen yedinci sûresi.
A'lâ sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). On dokuz âyet-i kerîmedir. Birinci âyet-i kerîmedeki (en yüce) mânâsına gelen "A'lâ" kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede, Allahü teâlânın her türlü noksanlıklardan tenzîh edilmesi, uzak tutulması, Resûllulah'ın nasîhatlarından kimlerin faydalanıp kurtulacağı, kimlerin de istifâde edemeyip, azâba uğrayacağı, insanların dünyâ hayâtını tercih ettikleri halbuki âhiretin dünyâdan daha hayırlı olduğu, çünkü dünyânın geçici, âhiretin ise devamlı old uğu ve daha başka hususlar bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Kurtubî)
A'lâ sûresi birinci âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyruldu:
Rabbinin o yüce ismini tesbîh et (O'nun; zâtında, sıfatlarında ve isimlerinde O'na lâyık olmayan her şeyden münezzeh (uzak, temiz) olduğuna inan. O'nun adını başkasına verme) .
Dokuzuncu ve onuncu âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyruldu:
(Habîbim) artık sen (fayda versin vermesin) insanlara nasîhat et, öğüt ver. Allahü teâlâdan korkan kimse, nasîhati, öğüdü dinleyecektir (ondan faydalanacaktır) . Çok fâsık ve bedbaht olan o nasîhatlardan kaçınacak. O Cehennem ateşine girecek. (Âyet: 10-11)
Belki siz dünyâ hayâtını, (âhirete) tercih edersiniz. Halbuki âhiret daha hayırlı ve devamlıdır. (Âyet: 16-17)
 
ALAK SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin doksan altıncı sûresi.
Alak sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil olmuştur (inmiştir). On dokuz âyet-i kerîmedir. "İnsanı kan pıhtısından yarattı" meâlindeki ikinci âyet-i kerîmede (kan pıhtısı) mânâsına gelen "alak" kelimesi bu sûreye isim olmuştur. Sûre, ikra' (oku) diye baş ladığı için İkra' sûresi de denir. İlk beş âyet-i kerîmesi Kur'ân-ı kerîmin ilk inen âyetleridir. Sûrede çeşitli hususlar bildirilmekte ve bu arada Peygamber efendimize cephe alanlar, kavuştukları nîmete karşılık nankörlükte bulunanlar, gurûra kapılanlar tehdit edilmekte, Resûlullah efendimize, bu gibi kimselere iltifat etmemesi, secdeye (namaza) ve sâlih (iyi) işlere devam ederek Allahü teâlâya mânevî yakınlığa kavuşmaya çalışması emrolunmaktadır. (İbn-i Abbâs, Kurtubî, Taberî)
Alak sûresinde meâlen buyruldu ki:

İnsan, ihtiyâçsız olunca, elbette azar. (Âyet: 6)
 
ÂLEM:
Allahü teâlâdan başka her şey, Allahü teâlânın yarattığı şeylerin hepsi, kâinât, varlıklar.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Elbette Allahü teâlânın bu âlemlere hiç ihtiyâcı yoktur. (Ankebût sûresi: 6)
Bütün varlıklar, Allahü teâlânın varlığına alâmet (delîl) olduğu, O'nun varlığını gösterdiği için, mahlûkların (yaratılmışların) hepsine "Âlem" denmiştir. Varlıkların aynı cinsten olanlarının her birine de, âlem, meselâ, insanlar âlemi, melekler âlem i, hayvanlar âlemi, cansız maddeler âlemi denir. (Teftâzânî, Seyyid Şerîf Cürcânî, Senâullah Pânî Pütî)
Âlem sonradan yaratılmıştır. Çünkü devamlı değişikliğe uğramaktadır. Böyle her değişen şey sonradan var edilmiştir. Âlem de devâmlı değiştiği için, o da sonradan yaratılmıştır. (Reyhâvî)
Cisimlerin, maddelerin, durmadan değişmeleri, birbirlerinden meydana gelmeleri sonsuz olarak gelmiş değildir. Yâni âleme, böyle gelmiş, böyle gider denilemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı vardır. Değişmelerin bir başlangıcı var demek, âlemin var ol uşunun bir başlangıcı var demektir. Yâni âlem yok iken, hepsi yoktan yaratılmış ve yine yok olacaklardır demektir. Âlemi yoktan yaratan ise, hep var olan, hiç değişmeden, sonsuz var olan Allahü teâlâdır. (Ahmed Âsım Efendi) Mihneti kendine zevk etmektir âlemde hüner, Gam ve neşe insanda, böyle gelir böyle gider.
(Seâdet-i Ebediyye)
 
Âlem-i Kebîr (Büyük Âlem):
İnsandan başka bütün mahlûkât, kâinat ve içindekiler.
Âlem-i kebîrdeki mahlûkların en şereflisi ve en büyüğüArş'dır. (İmâm-ı Rabbânî)
 
Âlem-i Ecsâd:
Yerler, dağlar, gökler gibi, ölçülebilen ve tartılabilen madde âlemi. Buna âlem-i halk, âlem-i şehâdet ve âlem-i mülk de denir.
 
Âlem-i Emr:
Arşın üstünde olup, madde olmayan, ölçülemeyen ve herkesin anlayamayacağı âlem. Buna, âlem-i melekût ve âlem-i ervâh (rûhlar âlemi) ve mekânsızlık âlemi de denir.
Âlem-i emrde sırayla; kalb, rûh, sır, hafî, ahfâ denilen beş latîfe (makam, mertebe) vardır. (Ahmed Fârûk-i Serhendî)
Âlem-i halkın ötesi, âlem-i emrdir. (İmâm-ı Rabbânî)
Âlem-i emr bâzı bakımlardan âlem
 
Âlem-i Ervâh:
Ruhlar âlemi. (Bkz. Âlem-i Emr)
 
Geri
Üst