Dini SözLük

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan Method
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
ŞEHÂDET:
1. Birinin başkasında hakkı bulunduğunu bildirmek için, hâkim karşısında ve iki hasmın yanında, şehâdet ederim diyerek haber vermek.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Onlar yalan yere şehâdet etmezler. (Furkân sûresi: 72)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "En büyük günâhları size haber vereyim mi?" "Evet, yâ Resûlallah" dedik. "Allahü teâlâya şirk koşmak, anaya-babaya âsî olmaktır" buyurdu. Sonra doğrulup oturdu ve: "Dikkat ediniz! Yalan sözden ve yalan yere şehâdetten sakınınız" buyurdu ve bu sözü tekrâr eyledi. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Şehâdet, zan ve şek (şüphe) ifâde eden sözlerle olmaz. Bir hâdise hakkında "zannıma" veya "bildiğime göre şöyledir" şeklindeki haberler şehâdet sayılmaz. (İbn-i Âbidîn)
Namaz kılmayanın şehâdeti kabûl olmaz. Çünkü, fâsıktır, açıkça günah işlemektedir. (İbn-i Âbidîn)
2. Şehîdlik, şehîd olmak. (Bkz. Şehîd)
Cemel ve Sıffîn vak'alarını hazırlayan karışıklıkların ortaya çıkması, hazret-i Osman'ın şehâdeti ile başlamıştır. (İmâm-ı Rabbânî)
 
Şehâdet Kelimesi:
Kelime-i şehâdet, İslâm'ın beş şartından birincisi. "Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" mübârek sözü. (Bkz. Kelime-i Şehâdet)
Şehâdet kelimesini okumanın yüz otuz kadar fâidesi vardır. Bunlardan birisi de sırat köprüsünü yıldırım gibi geçmektir. (Kutbüddîn İznikî)
 
ŞEHÂMET:
İyi işler yapmak, yüksek mertebeler ele geçirmek; zekâ ve akıllılıkla berâber olan cesâret, yiğitlik.
Şecâatten yâni yiğitlik, kahramanlıktan hâsıl olan iyi huylardan biri de şehâmettir. (Ali bin Emrullah)
 
Şehîd-i Âhiret:
Bir kimsenin Allah için olan cihâdın hazırlığı esnâsında tâlimlerde veya zulüm ile öldürülmesi veya cihâdda ve eşkıyâ, âsî, yol kesici, gece hırsızla vuruşmada yaralanarak hemen ölmeyip bir namaz vakti çıkıncaya kadar yaşayan veya başka yere ***ürülü p, orada ölen. Âhiret şehîdi.
Şehîd-i âhiret, dünyâda yıkanır ve kefenlenirler. Boğularak, yanarak, garîb, kimsesiz olarak, duvar, enkaz altında kalarak ölenler, ishalden, tâûndan, sârî (bulaşıcı) hastalıklardan, lohusalıkta, sar'a hastalığında, Cumâ gecesinde ve gününde, din bil gilerini öğrenmekte, öğretmekte ve yaymakta iken ölenler ve âşık olup, aşkını, iffetini, nâmusunu saklarken ölenler, zulüm ve hapis olunup ölenler, Allah rızâsı için müezzinlik yaparken, dîne uygun ticâret yaparken, helâl kazanıp çoluk çocuğuna din bilgisi öğretmek ve ibâdet yapmaları için çalışanlar, ölünce şehîd-i âhiret olurlar. (İbn-i Âbidîn)
Şehîd-i âhiret olan kimselerin cesedi dağılmaz ve çürümez. Cesedlerin çürümesinde iki âmil vardır. Birincisi, toprağın kendisiyle olan cisimleri temasla kendisine benzetmesi, toprağa çevirmesi. İkincisi, vücudda meydana gelen mikropların cesedi yiyer ek yok etmesi. Şehîd-i âhiret olan kimsenin vücûduna, cesedine toprak nüfûz edip, çürütemediği gibi, cesedin yok olmasına sebeb olan mikroplar da cesede musallat olup yiyemezler. Bu sûretle ceset de aslî hâlini muhâfaza eder. Peygamberler kabirlerinde diridirler. Hayatlarında olduğu gibi, bedenleri her türlü değişiklikten korunmuştur. (S. Abdülhakîm-i Arvâsî)
 
Şehîd-i Dünyâ:
Allah rızâsı için cihâd etmeye, savaşmaya niyet etmeyip, dünyâ kazancı için harb eden kişi. Dünyâ şehîdi.
Şehîd-i dünyâya da şehîd muâmelesi yapılır. Kanlı elbiseleri ile gömülür, yıkanmazlar. Fakat âhirette hakîkî şehîdlere va'd edilen mükâfatlara kavuşamazlar. Çünkü niyetleri bozuktur. (İbn-i Âbidîn)
 
Şehîd-i Tâm:
Allah yolunda savaşırken öldürülen. Dünyâ ve âhiret şehîdi de denir. Tam şehîd.
Cünüp, hayız olmayan, âkıl ve bâliğ bir müslüman, zulüm ile haksız olarak, vurucu veya kesici vâsıtalarla öldürülünce ve harpte din ve vatan düşmanları ile Allah için cihâd ederken düşman tarafından; sulh zamânında âsîler, yol kesiciler, şehir eşkıyâ ları, gece hırsız tarafından herhangi bir vâsıta ile öldürülünce, hemen ölürlerse, bunlar şehîd-i tâm olurlar. (İbn-i Âbidîn)
Şehîd-i tâm dünyâda yıkanmaz. Kefene sarılmaz. Kefen miktârından fazla olan elbisesi soyulup çamaşırı ile defnedilir. Cenâze namazı Hanefî'de kılınır. Şâfiî mezhebinde kılınmaz. Âhirette de şehîd sevâbına kavuşurlar. (İbn-i Âbidîn)
 
ŞEHR (Şehir):
Cemâati, en büyük câmiye sığmayan yer veyâ İslâmiyet'in emrini yapabilecek güçte müslüman vâli ve hâkimi bulunan yer.
Bir âlimin ölmesi, bir şehir halkının ölümünden daha büyük ziyândır . (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)
Cumâ namazının birinci şartı, namazı şehirde kılmaktır. Bugün hükûmetin tasdik ve kabûl ettiği muhtârı bulunan köyler, büyük şehirlerde bulunan nâhiyelerin herbiri, Cumâ namazı için ayrı birer şehir sayılmaktadır. (İbn-i Âbidîn)
Kâfirlerin eline geçen İslâm şehirlerinde, vâli ve hâkimler İsâmiyet'e uygun iş işliyorlarsa, bu şehirler, Dâr-ül-harb olmaz; Dâr-ül-İslâm sayılır. Böyle şehirlerde, müslümanların seçtiği vâli, hâkim veya bunların veya cemâatin seçeceği imâm, Cumâ n amazını kıldırır. (İbn-i Âbidîn)
 
ŞEHVET:
Nefsin arzu ve istekleri.
Cehennem şehvet perdesiyle kuşatılmıştır. Oraya şehvetler yapılmakla girilir. Cennet de nefsin hoşlanmadığı ibâdetlerle kuşatılmıştır; buraya da ibâdet meşakkatleriyle girilir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Şehvet üç çeşittir: Yeme arzusu, konuşma arzusu, bakma ve görme arzusu. Yemek yeme hâlini, yüce Allah'a îtimâd ve tevekkül ile, dilini doğru söz söylemekle ve gözünü ibretle bakmak sûretiyle muhâfaza et. (Hâtem-i Esam)
Şehvet, şeytanın yularıdır. Bu yuları şeytana kaptıran ona kul olur. (Ebû Bekr Kettânî)
İslâmiyet, şehvetin ve gadabın, kızmanın yok edilmesini değil, her ikisine hâkim olup, dîne uygun kullanılmalarını emretmektedir. (Şerefüddîn Ahmed Münîrî)
Gençlik çağı, nefsin kaynadığı, şehvetlerin oynadığı, insan ve cin şeytanlarının saldırdığı bir zamandır. Böyle bir çağda yapılan az bir amele pekçok sevap verilir. (Ahmed Fârûkî)
 
ŞEK:
Şüphe, zan.
Îtikâdda şek, yakîni bozar, îmânı yok eder. (İsmâil Hakkı Bursevî)
Cümle âlem bir yere gelse ve bir müslümana Rabbini inkâr et deseler, o kimse inkâr etmez ve kalbine aslâ şek getirmezse işte onun îmânı, îmân-ı hakîkîdir. (Kutbüddîn-i İznikî)
 
ŞEKÂVET:
Kâfir veya fâsık olma, cehennemlik olma. Seâdetin zıddı.
Şekâvetin alâmeti dörttür: Geçmiş günâhları unutmak; hâlbuki onlar Allahü teâlânın yanında muhâfaza edilmektedir. Geçmiş iyilikleri zikretmek (söylemek) ; hâlbuki kabûl edilip edilmediğini bilmiyor. Dünyâda kendinden üstüne bakmak. Dinde kendinden aşağısına bakmak. Hâlbuki Allahü teâlâ "Ben onu istedim, o ise beni terk etti. Ben de terk ederim" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Münebbihât)
Seâdet ve şekâvet, Allahü teâlânın iki hazînesi gibidir. Birinci hazînenin anahtarı, tâat (Allahü teâlânın beğendiği şeyler) ve ibâdettir. İkinci hazînenin anahtarı, ma'siyet, yâni günâhlardır. (Şerefüddîn Ahmed Münîrî)
 
ŞEMÂİL-İ ŞERÎFE:
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin mübârek ahlâk ve âdetleri.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin şemâil-i şerîfelerini Eshâb-ı kirâmdan Ebû Saîd-i Hudrî şöyle anlatmıştır: "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, hayvana ot verirdi. Deveyi bağlardı. Evini süpürürdü. Koyunun sütünü sağardı. Ayakkabısının s öküğünü dikerdi. Çamaşırını yamardı. Hizmetçisi ile birlikte yerdi. Hizmetçisi el değirmeni çekerken yorulunca, ona yardım ederdi. Pazardan satın aldığı şeyleri torba içinde eve getirirdi. Fakirle, zenginle, büyükle, küçükle karşılaşınca, önce selâm verirdi. Bunlarla müsâfeha etmek için, mübârek elini önce uzatırdı. Köleyi, efendiyi, beyi, siyahı ve beyazı bir tutardı. Her kim olursa olsun, çağrılan yere giderdi. Önüne konulan şeyi; az olsa da, hafif, aşağı görmezdi. Akşamdan sabaha ve sabahtan akşama yemek bırakmazdı. Güzel huylu idi. İyilik etmesini severdi. Herkesle iyi geçinirdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Söylerken gülmezdi. Üzüntülü görünürdü. Fakat, çatık kaşlı değildi. Aşağı gönüllü idi. Fakat, alçak tabîatli değildi. Heybetli id i. Yâni saygı ve korku hâsıl ederdi. Fakat kaba değildi. Nâzik idi. Cömerd idi. Fakat isrâf etmez, faydasız yere bir şey vermezdi. Herkese acırdı. Mübârek başı hep önüne eğikti. Kimseden bir şey beklemezdi. Saâdet, huzûr isteyen O'nun gibi olmalıdır." (İmâm-ı Gazâlî)
 
ŞEMÂTET:
Başkasına gelen belâya, zarâra sevinmek.
Din kardeşinize şemâtet etmeyiniz. Şemâtet ederseniz, Allahü teâlâ belâyı ondan alır, size verir. (Hadîs-i şerif-Berîka)
Zâlimin zulmünden, şerrinden kurtulmak için, onun ölümüne sevinmek şemâtet olmaz. (Muhammed Hâdimî)
Düşmanın başına gelen ölümden başka belâlara sevinmek şemâtet olur. Hele belâların gelmesine kendisinin sebeb olduğunu düşünerek sevinmek, meselâ duâsının kabûl olduğuna sevinmek daha fenâdır. (Mekhûl eş-Şâmî)
 
ŞEMS SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin doksan birinci sûresi.
Şems sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). On beş âyet-i kerîmedir. Birinci âyette geçen ve güneş mânâsına gelen şems kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede; Allahü teâlânın insan nefsine iyilik ve kötülük işleme kâbiliyeti verdiği, bu yüzden de kötülükl erden arınan nefsin kurtuluşa ereceği, kötülüklerle kirlenen nefsin ise, zarâra, ziyâna uğrayacağı ve Sâlih aleyhisselâmın kıssası bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî)
Allahü teâlâ Şems sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Nefsini tezkiye eden (kötülüklerden arındıran) kurtuldu. Nefsini günâhta, cehâlette, dalâlette bırakan ziyân etti. (Âyet: 9)
Kim Şems sûresini okursa, güneşin ve ayın üzerine doğduğu her şeyi sadaka vermiş gibi sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)
 
ŞEMSÎ SENE:
Güneş senesi. Yer küresinin güneş etrâfında bir devir yaptığı (bir kere döndüğü) sene. 365.242 vasatî güneş günü.
Başlangıç zamânına göre Mîlâdî ve Hicrî olmak üzere, iki türlü sene kullanılmaktadır. Mîlâdî sene, Îsâ aleyhisselâmın doğum günü zannedilen zamandan başlar ise de, Fransa kralı dokuzuncu Şarl, 1563 senesinde, yılbaşının Ocak'tan başlamasını emretmişt ir. Hicrî sene, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin Medîne'ye hicret ettiği seneden başlamaktadır. Hicrî şemsî senenin başlangıcı ise Resûlullah efendimizin Medîne'ye girdiği Eylül ayının yirminci Pazartesi günüdür. (M. Sıddîk Gümüş)
Muharrem ayının birinci gecesi, müslümanların kamerî yılbaşı gecesidir. Müslümanların şemsî yılbaşı gecesi ise, efrencî Eylül ayının yirminci gecesidir. (M. Sıddîk Gümüş)
 
ŞEM'ÛN ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğulları'na gönderilen peygamberlerden. İsminin Şemsûn olduğu da bildirilmiştir.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Geçmiş zamanda Şem'ûn (Şemsûn aleyhisselâm) adlı bir peygamber vardı. Allahü teâlânın rızâsı için bin ay devamlı cihâd edip, silâhını omuzundan çıkarmadı" buyurdu. Eshâb-ı kirâm (Peygamber efendimizin arkadaşları); "Keşke bizim ömrümüz de uzun olsaydı da biz de din uğrunda Allah için cihâd etseydik" dediler. Bunun üzerine Kadr sûresi nâzil olup; "Size verilen Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır (bu gecenin sevâbı bin ay cihâd etmenin sevâbından çoktur) " buyruldu. (Hadîs-i şerîf-Zeyn-ül-Mecâlis)
Îsâ aleyhisselâm ile Muhammed aleyhisselâm arasında yaşamış olan Şem'ûn aleyhisselâm, İncîl ehlindendi. Îsâ aleyhisselâma indirilen henüz bozulmamış İncîl-i şerîfe göre amel ederdi.Kavmi ise putlara tapardı. Şem'ûn aleyhisselâm, Allahü teâlâyı inkâr eden ve putlara tapan sapık kavimle cihâd (savaş) edip, onları îmâna çağırdı. Çok güçlü ve cesûr bir kimse olan Şem'ûn aleyhisselâm, tek başına yaptığı gazâlarda çok ganîmet elde etti. Cihâd ederken susadığı zaman, Allahü teâlâ onun için bir taştan g âyet lezzetli bir su akıtırdı. Kendisine büyük bir güç ve kuvvet verilmişti. Düşmanları onu çeşitli hîlelerle şehîd etmek için çalıştılarsa da başarılı olamadılar. (Sa'lebî, Mirhaund)
 
ŞER:
Dînin ve aklın zararlı gördüğü şey.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki; Zerre kadar hayır (iyilik) yapan onun mükâfâtını; Zerre kadar şer yapan da onun karşılığını, cezâsını görecektir. (Zilzâl sûresi: 7,8)
Kalbe iki yönden baskı gelir. Birisi melektendir; hayrı vâdeder, hakkı tasdîk eder. Kalbinde bunu bulan, bilsin ki bu, Allahü teâlâdandır ve Allahü teâlâya hamd etsin. Diğeri şeytandandır; o da vesvese verir. Ve şerri teşvik eder, hakkı tekzîb (inkâr) eder ve hayırdan men eder. Kalbinde bunu bulan, şeytanın şerrinden Allah'a sığınsın. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Ramazân-ı şerîfin ilk gecesi olunca şeytanlar zincire vurulur. Cehennem kapıları kapanır. Ondan hiçbir kapı açık bırakılmaz. Cennet kapılarının hepsi açılır. Kapalı hiçbir kapı kalmaz. Bir münâdî şöyle seslenir: Ey hayrı arayan! Hayra yönel. Ey şerri arayan! Ondan uzaklaş. Allahü teâlâ bu gece birçok kimseyi Cehennem'den âzâd eder. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)
İnanılması lâzım olan altı şeyden (âmentüden) altıncısı; "Kadere, hayr ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır." İnsanlara gelen hayr ve şer, fayda ve zarar, kazanç ve ziyânların hepsi Allahü teâlâdandır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Kalbe gelen hâtıra (düşünce), nefse acı gelirse, hayr olduğu anlaşılır. Tatlı gelir, hemen yapmak isterse, şer olduğu anlaşılır. (Hâdimî) Hak şerleri hayr eyler, Zannetme ki gayr eyler, Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler.
(İbrâhim Hakkı) Şerri öğrendim kötü olmak için değil, Şerri bilmeyen içine düşer iyi bil.
(İmâm-ı Şâfiî)
 
ŞERÂB (Şarâb):
Alkollü içkilerden. Pişmemiş üzüm suyunun havasız fıçılarda durmasıyla gaz habbeleri (kabarcıkları) ve köpük çıkararak kokuşup mayalanması netîcesinde meydana gelen ve içilince sarhoş eden içki. Hamr.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Şarab, kumar, ibâdet için dikilen putlar, câhiliyye devrinde kullanılan fal okları, hep şeytânın işlerinden birer pisliktir. Onun için, bunlardan sakınınız ki kurtulasınız. Muhakkak ki şeytan, içkide ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allahü teâlâyı hatırlamaktan, namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık böyle olunca siz bunlardan sakınmaz mısınız? (Mâide sûresi: 90,91)
Şarab içmek büyük günahların en büyüğü ve bütün fenâlıkların ve günahların anasıdır. (Hadîs-i şerîf-Enîs-ül-Vâizîn)
Bütün fenâlıklar (kötülükler), bir yere toplanmıştır. Bu yerin kilidi zinâ, anahtarı şarâbdır. (Hadîs-i şerîf-Enîs-ül-Vâizîn)
Sarhoşluk veren her içki şarabdır ve hepsi haramdır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Âbidîn)
Şarab içen ile arkadaşlık etmeyiniz. Cenâzesine gitmeyiniz. Buna kız vermeyiniz ve onun kızı ile evlenmeyiniz! Muhakkak biliniz ki, şarab içen kıyâmet günü mezardan yüzü kara, gözleri mâvi olarak kalkar. Dili sarkmış pis kokulu olur. Herkes bunun pis kokusundan kaçar. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-ün-Nâsihîn)
Şarabda, devâ, ilâc hâssası (özelliği) yoktur. Hastalık yapar. (Hadîs-i şerîf-Seâdet-i Ebediyye)
Şerab içmenin çeşitli hastalıklara yol açtığı meydandadır. Aklı azaltmakta ve karaciğeri bozmakta, beyin ile sinirleri harâb etmektedir. (Muhammed Sıddîk bin Saîd)
 
ŞEREF:
Yükseklik, büyüklük, yüksek mertebe. İnsanlar arasında geçerli ve makbûl olma. Cenâb-ı Hakk'a itâat ve yüksek hizmeti ile çok ihsâna mazhâr olma, iftihâr.
İnsanların en akıllısı ölümü çok hatırlayandır. Ölümü çok hatırlayan insana, dünyâda şeref, âhirette yüksek dereceler nasîb olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Allahü teâlâ müslüman yapmakla bizleri şereflendirdi. Allahü teâlânın verdiği bu izzetten bu şereften başka şeref ararsak, Allahü teâlâ bizi yine zelîl eder, her şeyden aşağı eder. (Hazret-i Ömer)
İnsanın şerefi ilim ve edeb iledir, mal ve neseb ile değildir. (Hazret-i Ali)
Şerefli bir insan olabilmek için; edeb sâhibi olmak, farzları edâ etmek, sâlihlerle sohbet etmek ve fâsıklardan (açıkça günah işleyenlerden) uzak durmak lâzımdır. (Ebü'l Hayr el-Akta) Kaybetti peygamberin âilesi olma şerefini, Kötülerle arkadaşlık ettiği için hazret-i Lût'un eşi, Eshâb-ı Kehf'in köpeği onlarla olunca berâber, Kavuştu haşr olma şerefine mü'minlerle berâber.
(Sa'dî Şîrâzî)
 
ŞEREH:
İnsanın muhtâc olduğu şeylerin lüzûmundan fazlasını istemesi, şiddetli hırs, tamahkârlık, aç gözlülük.
Şereh sâhibi, helâl ve haram gözetmeksizin her istediğini elde etmeye çalışır. Başkalarının zarârına da olsa beğendiği şeyleri toplar. (M. Hâdimî)
 
ŞERH:
Yarmak, açmak, açıklamak; bir kitâbın metnini kelime kelime açıklayıp îzâh etmek.
Münyet-ül-musallîdeki; "(Halâda ve her yerde) abdest bozarken kıbleye dönülmesi" ibâresi, Halebî kitâbında şöyle şerh edilmektedir: "Çünkü ihtiyâç giderme sırasında ön ve arkayı kıbleye çevirmemek edeptendir. Ön ve arkayı kıbleye dönmek tahrîmen yâni harama yakın mekruhtur. (Unutulursa, üstünü kirletmek tehlikesi veya başka tehlike varsa mekruh olmaz). Bu yönelmenin evde veya tenhada olması arasında fark yoktur. Nitekim Peygamber efendimiz; "Abdest bozarken ön ve arkanızı kıbleye çevirmeyiniz" buyurdu. Küçük çocukları bu cihetlere (yere) karşı tutarak abdest bozdurmak da mekrûhtur (büyüklere haram olan şeyi küçüklere yaptırmak, yaptırana haram olur. Meselâ erkek çocuğuna ipek giydiren, zînet eşyâsı takan ve çocuklarına içki içiren kimse, haram işlemiş olur). Yine din âlimleri buyurdu ki: Uykuda ve başka durumlarda ayakları kıbleye, mushafa veya din kitablarına doğru uzatmak mekruhtur. Yüksekte iseler mekruh olmaz. Güneşe ve aya karşı abdest bozmak da (tenzîhen) mekruhtur. Çünkü bunlar Allahü teâlânın büyüklüğünü gösteren iki alâmettir (delîldir). (M. Sıddîk bin Saîd)
 
Geri
Üst