Dini SözLük

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan Method
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
HARAC:
Güçlük, sıkıntı, eziyet. 1. Bir farzı yapma veya haramdan sakınma esnâsında karşılaşılan güçlük.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Allah (ü teâlâ) din husûsunda üzerinize bir harâc yüklemedi. (Hac sûresi: 77)
Bir işin yapılmasında harâc bulunursa ve kendi mezhebine göre yapmaya imkân olmazsa, bu işi, başka mezhebe uyarak yapmak câiz olur. Fakat, ikinci mezhebin o işe bağlı olan şartlarını da gözetmek lâzımdır. Hanefî mezhebi âlimleri, böyle işlerde, diğer mezhebleri taklîd etmeğe fetvâ (izin) vermişlerdir. (İbn-i Âbidîn)
Her müslümanın ibâdet yaparken ve haramdan sakınırken, kendi mezhebi âlimlerinin "fetvâ böyledir", "en iyisi budur", "en doğru söz budur" gibi bildirdiklerine uyması lâzımdır. Kendi arzusu ile yaptığı bir şey, buna uymasına mâni (engel) olur ve bu mâ ni olmanın önlenmesinde harac, meşakkat bulunursa, kendi mezhebinde doğru olduğu bildirilen başka bir söze uyması lâzımdır. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
2. Müslüman olmayan vatandaşlardan seneden seneye alınan toprak vergisi.
Zor ile alınıp da, kâfirlere bırakılan veya barış yoluyla alınıp, kâfirlerin olan topraklardan harac alınır. (İbn-i Âbidîn)
 
HARÂM:
Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde yapmayınız diye açıkça yasak ettiği şeyler.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
De ki, Rabbim; bütün fuhşiyâtı (küfür ve nifakı) açığını ve gizlisini, her türlü günâhı, haksız isyânı ve Allahü teâlâya hiçbir zaman bir burhan indirmediği herhangi bir şeyi ortak koşmanızı ve bilmediğiniz şeyleri Allahü teâlâya isnâd etmenizi, harâm etti. (A'râf sûresi: 33)
Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri harâmdır. Sonra ellerini kaldırıp, duâ ederler. Böyle duâ nasıl kabûl olunur? (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
İnsan, harâm işlemeği kalbinden geçirir, Allah'tan korkarak yapmazsa, hiç günâh yazılmaz. Harâmı işleyince, bir günâh yazılır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Allahü teâlâ, harâm olan şeylerde size şifâ yaratmamıştır. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Harâmlardan sakınmak, akıllıların şânından, şereflilerin tabiatındandır. (Hazret-i Ali)
Harâmda şifâ yoktur. (İmâm-ı Rabbânî)
Harâmdan bir altını sâhibine vermek, yüz altın sadaka vermekten fazîletlidir, iyidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Dünyâda harâm işleyen kimse, âhirette ondan mahrûm kalır. Burada helâl şeyleri kullananlar, orada o şeylerin hakîkatine kavuşur. Meselâ, bir erkek dünyâda harâm olan ipeği giyerse, âhirette ipek giymekten mahrûm edilir. İpek ise, Cennet elbisesidir. O hâlde, bu günâhtan temizlenmedikçe, Cennet'e girilemez demektir. Cennet'e giremeyen de Cehennem'e gider. Çünkü, âhirette, bu ikisinden başka yer yoktur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
 
Harâm li Aynihi:
Kendileri harâm olan şeyler.
Leş, domuz eti, şarab gibi Allahü teâlâ tarafından harâm edilen şeyler harâm li aynihidir. Bunlara helâl demek küfr olur, îmânın gitmesine sebeb olur. (Muhammed Hâdimî)
 
Harâm li Gayrihi:
Aslı harâm olmayıp, sonradan hâsıl olan bir sebepten dolayı harâm olan şey.
Bir kimsenin bir kişinin bağına girip, sâhibinin izni olmadan meyve koparıp yimesi, ev eşyâsını ve parasını çalıp harcaması harâm li gayrihidir. Bunları yapan kimse, yaparken Besmele söylese, yâhut helâldir derse kâfir olmaz. (Muhammed Hâdimî)
 
Harâm Lokma:
Helâl olmayan ve dînen yenmesi yasaklanan yiyecek.
Vücûduna harâm lokma karışmış bir kimse, namazdan tad duymaz. (Behâeddîn-i Buhârî)
Mîde yenilen şeylerin toplandığı yerdir. Oraya helal lokma koyarsan, âzâlardan sâlih (iyi) ameller, işler meydana gelir. Şüpheli lokma koyarsan, âzâlar Allah yolunda amel etmekte şüpheye düşerler. Eğer harâm lokma koyarsan, o lokma seninle Allahü teâ lâ arasında bir perde olur ve Cenâb-ı Hakkın beğendiği yolda yürümen mümkün olmaz. (Ebû Bekr-i Dükkî)
Alış veriş ilmini bilmiyen harâm lokma yemekten kurtulamaz. Harâm lokma yiyen ise, ibâdetlerin sevâbını bulamaz. (Ahî Evran)
 
HARBÎ:
İslâm devleti ile harb halinde bulunan gayr-i müslimlere âit ülke halkından olan kimse.
Bir harbî emân (izin, pasaport) ile İslâm ülkesine girerse malına, canına dokunulmaz. (İbn-i Âbidîn)
Âşir (gümrük vergisini ve zekâtı toplayan me'mur) kendisine uğrayan harbîden, mensûb olduğu devlet, müslüman tüccardan ne kadar vergi alırsa, o kadar alır. Ne kadar aldıkları bilinmiyorsa, onda bir alır. (İmâm-ı Serahsî)
 
HAREM:
1. Mekke-i mükerreme şehrinden biraz daha geniş olup, hudûdunu İbrâhim aleyhisselâmın diktiği taşların gösterdiği yer, alan. Bu sâha içine gayr-i müslimlerin girmesi yasak ve ihrâmlı iken bâzı işleri yapmak harâm olduğu için Harem denilmiştir.
Hac için, ömre için, ticâret için veya herhangi bir şey için uzaktan gelenlerin Mîkat (ihrâma girilen yer) denilen yerleri ihrâmsız (iki parçadan meydana gelen dikişsiz elbiseyi giymeden) geçerek Harem'e girmeleri harâmdır. Mîkat'tan geçerken bir iş için Hill'de (Mîkat yeri ile Harem sınırı arasındaki yerde) kalmağı niyet edenlerin ve Hill'de oturanların hacdan başka niyetle Harem'e girmeleri câizdir. (İbn-i Âbidîn)
İhrâma giren kimseye bâzı şeyler yasak olur. Meselâ karadaki av hayvanlarını öldürmesi, dikilmiş elbise giymesi, bir yerini traş etmesi, kavga ve münâkaşa etmesi, tırnak kesmesi, Harem'de kendiliğinden biten ot ve ağaçları koparması ve kesmesi harâm olur. Bunları bilerek veya bilmeyerek unutarak yapanlara kurban, sadaka cezâları vâcib olur. (Muhammed Mevkûfâtî)
2. Müslümanların evlerinde, saray, konak ve benzeri yerlerde sâdece kadınların oturması için ayrılmış oda, dâire. Bu oda veya dâireye haremlik de denir.
Müslümanların evleri iki kısımdır. Harem (haremlik) ile selâmlık. Harem kısmı yalnız kadınlara âittir. Buraya hiçbir erkek giremez. Evin erkeği veya mahrem (evlenilmesi harâm olan) erkeklerden birisi gireceği zaman mutlaka evin hanımının haberi olur. (Mustafa Sabri Efendi)
3. Zevce, hanım.
 
Harem-i Şerîf:
Müslümanların kıblesi olan Kâbe-i muazzamanın ortasında yeralan etrâfı kubbeli revaklarla çevrili mescid. Kâbe'nin etrâfı. (Bkz. Mescid-i Harâm)
 
HAREMEYN:
Hürmete ve saygıya lâyık iki belde. Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverenin ikisine verilen ad. Mekke-i mükerremede Kâbe-i muazzama, Medîne-i münevverede sevgili Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek kabr-i şerîfi bulunduğu için her ikisine saygı ve hürmet duyulması gereken yer mânâsına Haremeyn denilmiştir.
Osmanlı sultanlarının herbirinin Haremeyn'e pekçok hizmetleri olmuştur. Bu sebeple onlar kendilerine Hâkim-ül-haremeyn (Haremeyn'in hâkimi) yerine Hâdim-ül-haremeyn (Haremeyn'in hizmetçisi) denilmesini istemişlerdir. Yavuz Sultan Selîm Han, Mısır'ı f eth ettiği zaman hutbede kendi ismini Hâkim-ül-haremeyn olarak okuyan hatîbe îtirâz ederek; "Biz Haremeyn'in (bu iki mübârek şehrin) hâkimi olamayız. Ancak Hâdim-ül-haremeyn yâni Haremeyn'in hizmetçisi oluruz" dedi. Kâbe'nin içini süpürmeye mahsûs olan süpürgelerden birisi kendisine getirilince, süpürgeyi bir tâc gibi kaldırarak başına koydu. Kendilerinden sonra gelen sultanların taclarına koydukları süpürge şeklindeki sorguç buradan gelmektedir. (İslâm Târihi Ansiklopedisi) Ey bâd-ı sabâ uğrarsa yolun semt-i Haremeyn'e Benden selâm söyle Resûlüs Sekaleyn'e
 
HÂRİKULÂDE:
Olağanüstü. İnsan gücünün üzerinde, insanı hayrette bırakan âdet dışı şaşılacak iş.
İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi içinde (bir sebeple) meydana gelmektedir. Allahü teâlâ sevdiği kullarına ikrâm ve en azılı düşmanlarını aldatmak için, bunlara âdetini bozarak hârikulâde şeyleri yaratmıştır. Hâr ikulâde şeyler peygamberlerde görülürse mûcize, evliyâ denilen diğer sevdiği kullarında görülürse kerâmet denir. Hârikulâde şeylerin peygamberlerde görülmesi lâzımdır. Evliyâda ise, şart değildir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Müslümanlar arasında evliyâ olmayanlardan meydana gelen hârikulâde hallere firâset; fâsıklardan ve kâfirlerden meydana gelenlere de istidrâc ve sihr, yâni büyü denir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
 
HÂRİCÎLER:
Sıffîn muhârebesinde, taraflar hakem tâyinine râzı olup anlaşmayı kabûl ettiği için hazret-i Ali'nin ordusundan ayrılarak "Hâkim ancak Allah'tır. Hazret-i Ali iki hakemin hükmüne uyarak halîfeliği hazret-i Muâviye'ye bırakmakla büyük günah işledi" di yen ve kendileri gibi düşünmeyen Eshâb-ı kirâm ile diğer müslümanlara kafir diyen sapık fırka.
Hâricîler, müteşâbihâtı (birkaç mânâ çıkarılabilen delilleri) te'vil ediyorlar. Yâni bâzı âyet-i kerîmelere ve mütevâtir olan (yalan üzerinde birleşmesi mümkün olmayan topluluklar tarafından bildirilen) hadîs-i şerîflere açık ve meşhûr olmayan mânâla r veriyorlar. Hâricîler gibi şüpheli delilleri yanlış te'vil edenlere, müctehîd olan fıkıh âlimleri kâfir demediler. Fakat âsî (günahkâr), bid'at ehli ve sapık olduklarını söylediler. (İbn-i Âbidîn)
Hâricîlerin temel görüş ve düşünceleri şöyle özetlenebilir: Hazret-i Osman, hazret-i Ali, Amr bin Âs, Ebû Mûsâ el-Eş'arî, hazret-i Âişe, Talhâ, Zübeyr (r.anhüm) ile Sıffîn muhârebesinde hakemlerin hükmüne râzı olanları kâfir bilirler. Büyük günâh işl eyen kâfirdir diyerek böylelerinin ebedî cehennemlik olduğunu söylerler. Zâlim imâma (devlet başkanına) karşı çıkmayı vâcib sayarlar. (Abdülkâhir Bağdâdî)
 
HARÎS:
Hırslı, bir şeye çok düşen, istekli.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Andolsun ki size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O'na çok ağır gelir. Çünkü O sizin hidâyetiniz için çok harîstir, mü'minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir. (Tevbe sûresi: 128)
İki harîs doymaz. Biri ilmin harîsi, diğeri de malın harîsidir. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Ey oğul! Gönlün ferah olup, duânın makbûl olmasını istersen; dünyâya harîs olmayan, her işi Allah rızâsı için yapan âlimlerle berâber ol. (Süleymân bin Cezâ)
 
HÂRÛN ALEYHİSSELÂM:
Kur'ân-ı kerîm'de adı geçen peygamberlerden.
Allahü teâlâ kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Selâm, Mûsâ ve Hârûn üzerine olsun. (Saffât sûresi: 120)
(Mûsâ aleyhisselâma peygamberliği bildirilince) dedi ki: "Ve kardeşim Hârûn ise, lisânen benden daha fasîhtir (Fasîh ve belîğ bir şekilde insanlara Hakk'ı, hakîkati anlatır). Onu bana yardımcı olarak gönder ki, beni tasdîk etsin. Fir'avn ve kavminin beni yalanlamalarından korkarım." (Allahü teâlâ buyurdu ki Senin bâzunu (bileğini) kardeşinle kuvvetlendireceğiz ve size düşmanlarınızın üzerine bir galebe ve üstünlük vereceğiz ki, onların zarârı size yetişmeyecek. Bu âyetlerimizle (mûcizelerimizle) onlara gidiniz. Siz ve size tâbi olanlar, (Fir'avn ve kavmine) gâlib geleceksiniz. (Kasas sûresi: 34, 35)
Hârûn aleyhisselâm İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderildi. Mûsâ aleyhisselâmın ana-baba bir büyük kardeşidir. Mûsâ aleyhisselâmdan üç yaş büyüktür. Babasının ismi İmran olup, Yâkup aleyhisselâmın oğullarından Lâvî'nin neslindendir. Hârûn aleyhi sselâm, Mısır'da doğdu. Mûsâ aleyhisselâmın en yakın yardımcısı ve vezîri idi. Çocukluğu ve gençliği Mısır'da geçti. Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma Tûr dağında peygamberlik emrini bildirince, Hârûn aleyhisselâma da peygamberlik verdi. Mûsâ aleyhisse lâmla birlikte Fir'avn ve kavmini îmâna dâvet ettiler. Fir'avn îmâna gelmedi. Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâma inananlara zulüm ve işkence yaptı. Mûsâ ve Hârûn aleyhimesselâm İsrâiloğullarını Fir'avn'ın zulmünden kurtarmak için çırpındılar. Mûsâ aleyhisselâm, Hârûn aleyhisselâm ve İsrâiloğulları birlikte Mısır'dan ayrıldı. Kızıldeniz'den yürüyerek Sinâ Yarımadasına geçtiler. Onları tâkib eden Fir'avn ve askerleri denizde boğuldular. Mûsâ aleyhisselâm ve İsrâiloğulları Tîh çölüne geldikleri sırada, Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlânın emriyle Tevrât-ı şerîfi almak üzere Tûr dağına gitti. Kardeşi Hârûn aleyhisselâmı yerine vekîl bıraktı. Mûsâ aleyhisselâm, Tûr'da iken Hârûn aleyhisselâmı dinlemeyen İsrâiloğulları, Sâmirî adında bir münâfığın (iki y üzlü kâfirin) hîlelerine kapılarak, altın buzağı heykeli yaparak ona taptılar. Mûsâ aleyhisselâm Tûr dağından dönüşte kavminin altın buzağı heykeline taptıklarını görünce, üzüldü. Bu hâlin sebebini Hârûn aleyhisselâma sordu. Hârûn aleyhisselâm da İsrâiloğullarının kendisini dinlemediklerini ve öldürmekle tehdît ettiklerini, Sâmirî adında birisine uyarak bu yola saptıklarını bildirdi. Mûsâ aleyhisselâm, Sâmirî'ye bedduâ etti ve İsrâiloğullarına tövbe etmelerini bildirdi. İsrâiloğulları tövbe edip Tevrât'ı kabûl ettiler. Bu mücâdeleler sırasında Hârûn aleyhisselâm da Mûsâ aleyhisselâmla birlikte gayret etti. Allahü teâlâ İsrâiloğullarına kırk sene Tîh sahrasından çıkmamak üzere cezâ verdi. Bu kırk senenin sonlarına doğru, Hârûn aleyhisselâm M ûsâ aleyhisselâm'dan önce vefât etti. Kabrinin nerede olduğu husûsunda çeşitli rivâyetler vardır. (Taberî, İbn-ül-Esîr, Nişâncızâde)
 
HASEB:
Şeref, asâlet, ahlâk ve soy temizliği.
Kişinin hasebi ahlâkıdır, keremi dînidir. (Hadîs-i şerîf-Nihâye)
Baktım ki, insanlardan her biri mal, haseb, şeref ve neseb aramaktadır. Anladım ki bunlar bir şey değil. "Allah katında en üstününüz en çok korkanınızdır." (Hucurât sûresi: 13) meâlindeki âyet-i kerîme'ye baktım Allah katında üstün olmak için malı, h asebi, makâmı değil, takvâyı (Allahü teâlâdan korkarak harâmlardan sakınmayı) seçtim. (Hâtim-i Esam)
 
HASED:
Kıskanmak, çekememek. Allahü teâlânın bir kimseye ihsân ettiği nîmetin, onun elinden çıkmasını istemek. Zararlı bir şeyin ondan ayrılmasını istemek, hased olmaz, gayret olur.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Hased ettiği zaman hasedcinin şerrinden karanlığı yırtan nûrun Rabbine sığınırım. (Felâk sûresi: 5)
Hased etmekten sakınınız. Biliniz ki, ateşin odunu yok etmesi gibi hased de iyilikleri yok eder. (Hadîs-i şerîf-Mişkat)
Geçmiş ümmetlerden iki kötülük sizlere bulaştı. Hased ve kazımak. Bu sözümle onların başlarını kazıdıklarını anlatmak istemiyorum. Dinlerinin kökünü kazıyıp yok ettiklerini söylüyorum. Yemîn ederim ki, îmânı olmayan, Cennet'e girmeyecektir. Birbiriniz ile sevişmedikçe, îmâna kavuşamazsınız. Sevişmek için, çok selâmlaşın. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hasedden daha kötü bir şey yoktur. Çünkü hased eden kimse, şu beş kötülüğün içine düşer: 1) Bitmeyen gam ve kedere tutulur. 2) Hased etmesi, onun için sevâbı olmayan bir musîbet olur. Onun günâha girmesine yol açar, 3) Hasedinden dolayı kınanır, ayıp lanır, 4) Allahü teâlâ ona gazab eder. 5) Allahü teâlânın yardım ve ihsân kapıları kendisine kapanır. (Ebü'l-Leys Semerkandî)
Hased eden insan, Allahü teâlânın kendisine verdiği şeylere râzı olmaz. Böyle kimseden Allahü teâlâ râzı olmaz. Allahü teâlânın bir insandan râzı olmaması ise, felâketlerin en büyüğüdür. Artık o insan, dünyâ ve âhirette de hüsran içindedir, yâni zara rdadır. (Muhammed Akkermânî)
Bütün kötülüklerin başı, kaynağı üçtür: Hased, riyâ (gösteriş) ve ucb (kendini ve yaptığı işleri beğenme). Kalbini bunlardan temizlemeğe çalış. (İmâm-ı Gazâlî)
Hased edenin ömrü üzüntü ile geçer. Hased ettiği kimsede nîmetin azalmadığını, hattâ arttığını görerek sinir buhranları geçirir. Hasedden kurtulmak için ona hediye göndermeli, onu medhetmeli, ona karşı tevâzu göstermeli, onun nîmetinin artmasına duâ etmelidir. (M. Hâdimî)
Bütün sebeblerden doğan düşmanlığın giderilmesi mümkünse de hased sebebiyle olan düşmanlığın yok olması mümkün değildir. O; dehşetli, korkunç, müzmin bir hastalıktır. Hasedin ilâcı, hased edilen kimsenin gıyâbında (arkasından) nîmetinin artmasına duâ etmek, yüzüne karşı sevgi ve dostluk göstermektir. (Abdülhakîm Arvâsî)
 
HASEN HADÎS:
Bildirenler sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olup, fakat hâfızası (anlayışı) sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan râvîlerin, kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîf. (Bkz. Hadîs)
 
HASENÂT:
Allahü teâlânın beğendiği işler, iyilikler. Hasenenin çokluk şekli.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Hasenât, günahları yok eder. (Hûd sûresi: 115)
Sıcak su, buzu erittiği gibi, iyi huy da hatâları eritir. Sirke balı bozduğu gibi, kötü huy, hayrâtı hasenâtı yok eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hased etmekten sakınınız. Biliniz ki, ateşin odunu yok ettiği gibi, hased de hasenâtı yok eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Allah için yapılmayan hayrât ve hasenât ve ibâdetler kabûl edilmez. (Muhammed Hâdimî)
Harâm para ile hayrât, hasenât yapmak, pisliği idrar ile yıkayıp temizlemek gibidir. (Süfyân-ı Sevrî)
 
HASENE:
1. İyilik, sevâb.
Allahü teâlânın korkusundan kötülüğü terkeden kimseye bir hasene yazılır. Fakat başka bir sebeple terkederse hasene yazılmaz. (İmâm-ı Gazâlî)
2. İlim, ibâdet, Cennet.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Ey Rabbimiz bize dünyâda hasene ver. Âhirette de hasene ver. (Bekara sûresi: 201)
 
HASENEYN:
Peygamber efendimizin mübârek iki torunu hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn.
Allah'ım ben bu ikisini (Haseneyni) seviyorum, sen de sev. Onları sevmeyeni sen de sevme. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed ibni Hanbel)
Bir gün Resûlullah'ın yanına gitmiştim. Haseneyn önünde oynuyorlardı. Yâ Resûlallah!Bunları çok mu seviyorsun?" dedim. "Nasıl sevmem? Bunlar benim dünyâda öpüp kokladığım iki Reyhânımdır" buyurdu. (Ebû Eyyûb-i Ensârî)
 
HASÎB (El-Hasîb):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her mahlûkun (yaratılmışın) varlığına, varlığının devâmına, âhirette hesâbını görmeğe kâfi olan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O peygamberler ki, Allah'ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ ederler ve O'ndan korkarlar. Hasîb olarak Allahü teâlâ kâfidir. (Ahzâb sûresi: 39)
Şânı yüce olan Allahü teâlâ, her şeyi hasîbdir. Bu öyle bir vasıftır ki, O'nun hakîkati Allahü teâlâdan başkası için düşünülemez. Allahü teâlâdan başka hiçbir varlık tam ve hakîkî mânâsıyla hasîb olamaz. Allahü teâlâ sâdece eşyânın bir kısmını değil, tek başına her şeyi hasîbdir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
 
Geri
Üst