DİNİ HİKAYELER

Bereketi Bol Yemek

Hz. Cabir r.a.’dan gelen bir rivayete göre, Rasulullah s.a.v. bir zaman yiyecek bir şey bulamadığından birkaç gün aç kalmış, bu durum kendisine pek zor gelmişti. Bir yiyecek bulma ümidiyle eşlerinin hanelerini dolaşmış, fakat hiçbirinin yanında yiyecek bir şey bulamamıştı. Nihayet kızı Fatıma’ya gidip: “Kızım, sende yiyebileceğim bir şey var mı? Çok acıktım.” dedi. Fatıma r.a. boynunu bükerek: “Sana canım feda olsun babacığım. Bende de yiyecek bir şey yok!” dedi.

Rasulullah s.a.v. onun yanından ayrıldıktan sonra komşu bir kadın Hz. Fatıma’ya iki ekmek ile bir parça et gönderdi. Fatıma r.a. onları bir tencereye koyup bekletti. “Vallahi ben bunu Rasulullah için kendime ve çocuklarıma tercih ederim” diyerek oğullarından birini Allah Rasulü’nü çağırmaya gönderdi. Rasulullah dönüp gelince Hz. Fatıma babasına:

-Canım sana feda olsun. Allah bize bir şey gönderdi, ben de onu sana bıraktım, dedi.

Rasulullah da:

“Getir kızım, buyurdu.

Hz. Fatıma tencereyi getirip kapağı açınca içinin et ve ekmekle dolu olduğunu gördü. Şaşırıp kaldı, bunun Allah tarafından bir bereket olduğunu anladı. Allah’a hamdederek Rasulü’ne salavat getirdi. Yemek tenceresini babası Rasulullah s.a.v.’in önüne koydu. O da yemeğin halini görünce Allah’a hamdetti ve:

-Kızım bu sana nereden geldi? dedi.

Fatıma r.a. ise: “O Allah tarafındandır, şüphesiz Allah dilediği kimseyi hesapsız olarak rızıklandırır” (Âli İmran, 37) ayetini okudu.

Peygamber s.a.v. Allah’a hamdederek dedi ki: “Seni İsrail oğullarının en üstün kadını (Hz. Meryem) benzeri yaratan Allah’a hamdolsun, ey kızım! Çünkü o da Allah kendisine bir rızık gönderdiği zaman, bunun nereden geldiği sorulunca: O Allah tarafındandır, şüphesiz Allah dilediği kimseyi hesapsız olarak rızıklandırır, derdi.”

Sonra Rasulullah s.a.v., yemeğe çağırması için Hz. Ali’ye birini gönderdi. Ardından Allah Rasulü o yemekten yedi. Ali, Fatıma, Hasan Hüseyin ve Peygamber eşleri ve bütün ehl-i beyti doyuncaya kadar yediler. Hz. Fatıma der ki: “Kap dolusu yemek hâlâ olduğu gibi duruyordu! Ben o artan yemeği komşulara da dağıttım. Allah o yemeğe tükenmez bir bereket ve bol hayır vermişti.”


İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azîm (Riyad 1997), 2/36.
 


Bereketi var mı?
Benî İsrail zamanında salih bir kimsenin üç tane oğlu varmış. Bir gün o zat ağır hastalanır ve artık hayatından ümid kesilince büyük oğlu, küçük kardeşlerini çağırır ve:
- Ey kardeşlerim, pederimizin epeyce malı var. Fakat bugün kendisinin hizmeti ise ağırdır. İsterseniz sizler malına varis olun ve hizmetini bana bırakın, isterseniz malı bana verin hizmetini sizler yapın, der.
Kardeşleri malı almayı tercih ederler. Babalarının hizmetini büyük biraderlerine bırakırlar. Büyük kardeşleri salih bir kimse olduğu için pederinin hizmetini kendisine nimet, ganimet ve ibadet bilir. Vefatına kadar bu hizmeti yapar. Fakat ailesinin bu işe hiç gönlü razı olmaz ve malı almadığı için O'nunla münakaşa eder. O ise ailesine:
- Ey hatun, ben babama miras için hizmet etmiyorum. Ancak Allah rızası için hizmet edip hayır duasını almak istiyorum. Hayır sizin bildiğinizin hilafınadır. Bir kimsenin dünya dolusu malı olsa da bereketi olmasa, onda hayır yoktur. Hayır ancak berekettedir, der.
Babasına hizmette hiç gurur etmeden devam eder.
Bir gece rüyasında kendisine şöyle derler:
- Git, filan yerde yüz akçe vardır. Onu al nafaka yap.
- Onda bereket var mıdır?
- Hayır yoktur.
- Bereket olmayan şey bana lâzım değildir, der.
Bu hali ailesine söyleyince, kadın yine almadığı için O'nunla münakaşa eder.
Ertesi gece rüyasında yine, «Filan yerde 10 akçe vardır, git al.» denilir. O yine bereket olup olmadığını sorar. Bereket olmadığını anlayınca yine almaz.
Üçüncü gece ise yine «Filan yerde bir altun vardır, onu al da harçlık yap.» denilir. O da bereketi olup olmadığını sorunca «Çok bereketlidir.» cevabını alınca, hemen gider ve onu alır. Sabahleyin ise altun ile pazara gider ve iki tane balık alır. Evine getirip karınlarını yardığı zaman görür ki, balıkların karnında çok kıymetli ve iki dirhem ağırlığında kırmızı cevher var. Birisini hemen pazara götürüp satmak ister. Fakat hiç kimsenin almaya gücü yetmez. Nihayet 30 bin akçe kıymeti ile padişaha satar. Akçeleri alarak eve gelir ve Cenabı Hak'ka şükürler eder.
Padişah o cevherin bir eşini daha araştırır fakat hiç kimsede bulamaz. Tekrar O'na soralım belki vardır diyerek gelirler. Fakat o bende vardır, lâkin 70 bin akçeden aşağı vermem der ve öylece satar. Son derece zengin olur.
Rüyasında: «Ey kişi, Cenabı Hak'kın sana bu kadar lütuf ve ihsanı ancak, pederine ihlas ile etmiş olduğun hizmet sebebi iledir. Âhirette olunacak ihsanı ise anlatmak mümkün değildir.
İşte bunun gibi bir kişi ebeveynine hizmeti kendisine nimet bilirse iki dünyada da devlet ve nimete nail olur.
Kaynak: Büyük Dini Hkayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi
 
Besmele

Bişrî Hâfî yol kesici bir kimse olup yanında bir takım güzel sesli hafızları gezdirirmiş. Gittiği şehirlerde o hafızlara Kur'an-ı Kerim okutur ve bütün insanları bir yere toplarmış. İnsanlar Kur'an dinlemek için toplandığı ve herkesin aşk ve şevkle dinlemeye başladığı sırada, kendisi kalkıp şehirden dışarıya çıkar ve tenhada yakaladığı kimseleri soyarmış.
Bir gün yol üzerinde ve toz toprak içinde bir kâğıt bulur. Bakar ki kağıtta «Besmele-i Şerif» yazılıdır. Hemen alır, tozlarını temizler ve bir miktar da güzel kokular sürerek yüksekçe bir duvarın üzerine koyar.
O diyarda zühd ve takvası ile meşhur olan bir zat, o gece rüyasında üç defa Hak Celle ve Âlâ Hazretlerini görür ve Hak Teâlâ Hazretleri O'na hitaben:
- Ey kulum! Bişri Hâfî'ye git. O bizim ismimizi tazîmen kaldırdı, biz de O'nun ismini kaldırdık. O bizim ismimizi aziz etti, biz de O'nun ismini aziz ettik. O bizim ismimizi güzelleştirdi, biz de O'nun ismini güzel kıldık, böylece kendisine söyle, haberi olsun, buyurulur.
O zâhid de hemen Bişri Hâfî'nin evine giderek kapıyı çalar. Kapıyı bir cariye açar ve ne istediğini sorar. O da cariyeye şöyle sual eder:
- Bu evin sahibi, köle midir, âzadlı mıdır?
- Âzadlıdır.
- Âzadlı böyle mi olur?
Sonra cariye içeriye gider ve olanları haber verir. Bişri Hâfî de hemen yalın ayak ve başı açık olarak kapıya gelir ve:
- Ya Şeyh! Cariye hata etmiş. Bu evin sahibi, bütün insanların en âsi ve günahkâr olanıdır, der.
Bunun üzerine zâhid, rüyasını anlatır. O anda Bişri Hâfî'nin kalbine hidayet ve inayet yetişerek, şevk ve muhabbet dolar. Tam bir ihlas ile tevbe eder ve derhal mürşid aramaya çıkar. Çıkarken cariyesi:
- Ey efendi, biraz dur da başlığını getireyim.
- Hayır duramam. Zira Cenabı Hak, beni böylece davet etmiş, der ve öylece yola düşer. Ve nihayet bir mürşid-i kâmile bağlanarak, evliyanın büyükleri arasına katılır.
Tebsıra-i Evliya isimli kitabta pek çok kerametleri anlatılmıştır. Onlardan birisi de şudur:
Seyahati zamanında bir gemide giderken, gemi içinde büyük hâcegân ve tüccarlardan çok kimse olup, birisinin kıymetli bir mücevheri kaybolur. İçlerinde Bişri Hâfî'den başka eski elbiseli kimse olmadığından, O'nun aldığını ümid ederler. Ve sana daha güzel elbiseler vereceğiz diye soyup aramaya başladıkları zaman, Bişri Hâfî Hazretleri geminin kenarına gelerek: «Ey balıklar bir cevher getirin.» diye çağırır. Hemen bir çok balık ağızlarında cevherler olmak üzere geminin yanına gelirler.
Daha sonra hâcelere hitaben:
- Kaybolan cevheriniz kadar bunlardan alın, der. Onlar da bu hali görür ve cevherleri alarak, kendisinden özür dilerler.
Birisi de şudur:
Bişri Hâfî'nin dünyadan irtihaline kadar, ayaklarına pislik bulaşmasın diye, Bağdat'da hiç bir hayvan sokaklara bevl etmemiştir. Bir gün bir sipahinin atı bevl ettiği zaman, halk feryad ederek «Bişri Hâfî ya şehirden gitmiştir veya vefat etmiştir.» dediler. Evlerine gidip baktıkları zaman, hakikaten o irtihal etmişti.
Kaynak: Büyük Dini Hikayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi
 
Besmelenin Fazileti

Saliha bir kadının, münafık ve cahil bir kocası vardı. Bu kadın " Bismillahirrahmanirrahim " diye besmele çekmeden, hiçbir işine başlamazdı. Kocası,onun bu haline kızar, kadıncağıza yapmadığı eziyeti bırakmazdı. O saliha kadın ise, kocasının eza ve cefalarına sabreder ve onun doğru yola gelmesi için Allah'a dua ederdi.
Birgün,kadının kocası iyice öfkelenmişti..Karısına yapacağı eziyet ve kötülük için bir bahane arıyor ve kendi kendine :
"Şuna bir oyun çevireyimde görsün; bakalım onu rezil olmaktan kim kurtaracak ? " diye söylenip duruyordu. Başkalarına açıkça söyleyemediği inkarcılığı,artık bütün çirkinliğiyle ,içinde dolup taşmıştı.
Hanımını çağırdı,ona bir kese altın vererek :
- Bunu iyi sakla !!! diye tenbih etti. Kadında kocasının emri üzerine hemen gitti,besmeleyi çekerek keseyi iyice sakladı. Bu arada kocasıda onu gizlice takip ediyordu. Sonra karısının haberi olmadan keseyi, karısının sakladığı yerden aldı. İçindeki altınları boşaltarak, keseyi derin bir kuyuya attı. Aradan çok geçmeden karısını çağırdı ve :
- Sana verdiğim bir kese altını hemen getir. dedi.
Kadın koştu ; keseyi sakladığı yere,
" Bismillahirrahmanirrahim " diyerek elini uzattı.
Tam o anda, Allahu Tealanın emriyle, kese kadının sakladığı yerde içindeki altınlarla beraber aynen duruyordu. Islanan keseden suları damlıyordu. Kadın kesenin neden ıslak olduğunu anlayamadı ve keseyi kocasına getirdi. Adam içi altınla dolu keseyi görünce çok şaşırdı ve karısının söylediklerinin ne kadar doğru olduğunu anladı.
Sonra karısına ;
- Sana çok zulmettim,çok canını yaktım,beni affet. diye yalvarmaya başladı. Allah'a tevbe ve istiğfar etti. İbadetlerine bağlı bir insan oldu. O günden sonra dua ve yakarışlarında hep şöyle derdi ;
- Ya Rabbi ! Bana dünyam ve ahiretim için hayırlı, Saliha bir kadını eş olarak verdiğin için,sana hakkıyle şükretmekten acizdim,beni affet Alah'ım...
O saliha kadın ise ;
- Ya Rabbi ! Sana şükürler olsun ki,duamı kabul edip kocamı salihlerden eyledin,diye dua ediyordu.
Bu hikayeden alınacak ibretler ve çıkarılacak hikmetler çoktur.Büyükler demişlerki ; " Sabrın kendisi acıdır,lakin meyvesi tatlıdır."

Kaynak : Ahmed Şihabuddin El-Kalyubi'nin," Dini Hikayeler ", Çeviri : Hüseyin Erdoğan
 
Beterin Beteri Var

Mehmet işten çıkarılır. Eve gelip durumu bildirince, hanımı içeri almaz. Gidecek yeri olmadığından Şeyhin dergahına gider. Bu sırada şeyh talebeleriyle sohbet etmektedir. Bu arada börek çörek yenmekte, çaylar içilmektedir. Mehmet de aralarına katılır. Şeyh, sohbet esnasında; beterin beteri vardır, insan içinde bulunduğu duruma şükretmeli der. Bunu bir kaç defa tekrar edince, bizim zavallı dayanamaz, kendi kendine, (!.. postun üzerindesin, sevenlerin etrafında, talebelerin hizmet ediyor, keyfin yerinde... Elbette içinde bulunduğun duruma şükredersin, ya ben ne yapayım) diye mırıldanır.

Şeyh, bunun kalbindeki sıkıntıyı fark edince, evladım, sen de içinde bulunduğun duruma şükret. Beterin beteri vardır der. Mehmet dayanamaz, şu an besbeter bir durumdayım Efendim... Hem işten kovuldum, hem de evden...

Şeyh oralı olmaz aynı sözünü tekrar eder:

“Beterin beteri vardır. Sen yine de durumuna şükret.”

Mehmet, cevap vermez ama daha beterini hayal bile edemez. Bu sırada akşam olmuştur. Herkes köşesine çekilince, Mehmet de, belki hanımı razı edersem diye dergahtan çıkıp eve gider. Kapıyı çalar, hanımına “beni affet, perişanım” diye yalvarır. Fakat hanımı, içeri almaz. Kapının bir kenarına kıvrılır. Soğuktan titremeye başar, kuytu bir yere oturur, fakat çok geçmeden zaptiyeler bunu gizlenmiş olarak görünce şüphelenip karakola götürürler. Eşkaline bakınca bunu nezarete atarlar. Meğer o civarda bir hırsızlık olmuş. Hırsızın eşkali de bizimkine uyuyormuş. Zavallı, geceyi nezarete atılmış ipsiz sapsız haydutların arasında geçirir.

Şeyh, durumu öğrenir, ziyaretine gelir. Daha, nasılsın diye sormadan bizimki feryat eder:

- Nedir bu başıma gelenler? Önce işten sonra eşten oldum, şimdi de..."

Şeyh sözünü keser:

- Beterin de beteri vardır.

Bizimki dayanamaz:

- Hocam anlatamadım galiba... Suçsuz yere hırsız damgası yedim. Üstelik bu haydutlarla aynı yerdeyim, şunların tiplerine baksana..."

Şeyh hiç umursamadan karakoldan ayrılır. O gece nezaretteki zanlılar arasında müthiş bir kavga çıkar. Sille tokat birbirlerine girerler. Bizim Mehmet bir kenara sinerek boğuşanları seyreder. Bu sırada zaptiyeler kavgayı ayırır. Kavganın sebebi araştırılır. Kavganın Mehmet geldikten sonra çıktığını gören zaptiyeler, zavallıyı kavgayı başlatmakla suçlayıp tekme tokat tek kişilik bir hücreye atarlar.

O geceyi hücrede geçiren Mehmet, sabahleyin şeyhi karşısında görünce ağlamaya başlar. Başından geçenleri sıkıntıları anlatır. Ama şeyh aynı şeyi tekrar eder:

- Beterin beteri vardır, sen durumuna sabret.

Bizimki şaşkınlıktan ağlamayı bile unutur:

- Sabır mı? Sabır taşı olsa çatlar.

Şeyh güler geçer.

Bizimkinin öfkeden kanı beynine sıçrarsa da bir şey diyemez.

Şeyh gidince ortalığı birbirine katar. Bağırıp çağırır, hücre kapısını tekmeler. Gürültüye gelen zaptiye memuruna da hakaret edince fena şekilde dayak yer. Üstelik de "Bu herif yalnızlıktan sıkılmış olmalı" diyerek yanına hasta olan Mecusi bir tutukluyu koyarlar. Tek kişilik bir hücrede iki kişi olması bir yana, adamın ömrü boyunca yıkanmamış, saçı sakalı kir pas içinde, hastalıktan inlemesi bizimkini perişan eder. Geceyi Mecusi ile koyun koyuna geçirirler. Sabah olunca şeyh tekrar ziyaretine gelir. Der ki:

- "Ooo... Ne kadar güzel... Bir de arkadaşın olmuş. Yalnızlık çekmezsin."

- Böyle arkadaş olmaz olsun efendim. Herif hasta ve baygın yatıyor, üstelik de leş gibi kokuyor. Dar yerde mecburen kalıyoruz.

Şeyh yine hiçbir şey söylemeden ayrılır. Bir kaç saat sonra hasta Mecusi hem kusmaya, hem de altına kaçırmaya başlar. Mehmet hücrede yine tek başına kalabilmek için bir fırsat bilerek görevlileri çağırır. Görevliler durumun vahametini görünce; "Bundan sonra bu hücrenin temizliğinden sen sorumlusun" diyerek bir kova su ile bez verip giderler.

Nezarettekiler ikiye ayrılır, yine aralarında kavga çıkar, çoğu şişlenir ölür, kalanı da yaralanır.

Ertesi gün şeyh efendi karakolu ziyarete gelir. Hücreye yaklaşınca Mehmed'in yanık sesini duyar. O bir yandan Mecusiyi ve hücreyi temizliyor, bir yandan da dua ediyor.

- Ya Rabbi sana şükürler olsun, iyi ki hücreye girmişim, ben de muhakkak kavgada ölebilirdim. Bir de Mecusiye hizmet ettiğimden dolayı Mecusi müslüman oldu.

Şeyhi görünce başını eğer:

- Haklıymışsınız efendim. Bu adamcağız hasta oldu. Temizliğini de bana yaptırdılar. Düşündüm ki, ya bu adam ölürse halim ne olurdu? Beni cinayetle bile suçlarlardı veya buraya hiç uğramaz, adamın cenazesiyle kim bilir kaç gün daha burada tutarlardı. İyi ki ölmedi, hem de müslüman oldu, üstelikte büyük kavgadan kurtulmuş oldum.

Şeyhi gülümser:

- Beterin beteri olduğunu anladın demek... Sana bir müjde vereyim. Zaptiyelerin yanından geçerken duydum, gerçek hırsız yakalanmış.

Mehmet çok geçmeden karakoldan çıkarılır. O da beterin beteri olduğunu yaşayarak anlar.

Yörenin bir zengini ona acır işe alır. Hanımı da iş güç sahibi olduğunu öğrenince onu tekrar eve kabul eder.
 

Bilmeceyle İmtihan

İmam Şafiî Muhammed İbn İdris rh.a. hazretleri (ö.204/820), henüz gençlik yıllarında halife Harun Reşid’in huzurunda, İmam-ı Azam rh.a.’in talebesi ve aynı zamanda büyük fıkıh alimi Ebu Yusuf ve İmam Muhammed tarafından bazı fıkıh bilmeceleriyle imtihan edilir. Şöyle sorarlar:

– Adamın biri bir koyun kesiyor. Sonra bir ihtiyaç için dışarı gidip dönüyor. Aile halkına diyor ki: “Bunu siz yiyin. Bu bana haram olmuştur.” Onlar da “Biz de öyleyiz, bunu yemek bize de haram oldu.” derler. Bu et neden haram olmuş?

Şafiî hazretleri buna şu cevabı verir:

– O adam putperest müşrik idi. Koyunu da putlar adına kesmişti. Dışarı çıkınca Allah’ın hidayetiyle müslüman oldu. Dönünce ailesine dedi ki: “Allah bana Müslümanlığı nasip etti; bu durumda daha önce kestiğim bana haram oldu, onu siz yiyiniz.” Ev halkı bunu duyunca memnun kalmışlar ve kendileri de müslüman olmuşlar. O koyun onlara da haram olmuş.

Şöyle bir soru daha sorarlar:

– Adamın biri içmek için bir bardak suyu alıyor. Suyun yarısını helal olarak içiyor, fakat bardakta kalan suyun kalanı haram oluyor. Neden?

Şafiî buna da şu cevabı veriyor:

– Adam temiz suyun yarısını içtikten sonra geri kalanın üzerine burnu kanamış. Kalan su kanla karıştığı için onu içmek haram olmuş.

Bir de şu çetin suali sorarlar:

– Adamın biri karısına içi dolu, ağzı bağlı ve mühürlü (bez) bir kese veriyor ve ona diyor ki: “Bu keseyi çözüp açarsan, mührünü sökersen yahut onu yırtarsan benden boş ol! Eğer keseyi boşaltmadan ağzı bağlı ve mühürlü olarak geri verirsen yine benden boşsun!” Boşanmamaya çare nedir?

Şafiî’nin çözümlü cevabı şöyle oluyor:

– Bu kese şeker veya tuzla doludur. Kadın onu eriyinceye kadar suda bırakır. Böylece keseyi boş olarak geri verir.

Fahreddin er-Râzî, Menâkıbü’l-İmâmi’ş-Şafiî (Beyrut 1993), s. 77-80.
 
Bir Bostan Bekçisi
Evliyanın büyüklerinden İbrahim bin Edhem k.s. Hazretleri anlatıyor:
Babam Horasan Belh hükümdarlarındandı. Bir gün atına binip ava çıkmıştım. Önüme çıkan -tilki veya tavşan- bir hayvanı kovalıyordum. Arkadan bir ses duydum:
- Ey İbrahim, sen bunun için yaratılmadın, bununla emrolunmadın! Sağa-sola bakındım, fakat kimseyi göremedim. Aynı sesi daha açıktan, sonra da pek yakından yine iki kere duydum. Bu sefer durdum ve dedim ki: Bu bana Allah'tan bir uyarıdır. Vallahi bugünden sonra Rabbime isyankârlık yapmam.
Atımı sürüp babamın bir çobanına geldim. Onun çoban elbisesini aldım, kendi kıymetli elbiselerimi ona bıraktım. Dağları, ovaları aşarak yürüdüm; Irak ülkesine ulaştım. Oralarda günlerce işçi olarak çalıştım. Fakat helal kaygısından hiçbir şey bana huzur vermiyordu.
Bazı olgun kişiler, safi helal kazanç için Şam ve Tarsus tarafına gitmemi tavsiye etmişlerdi. Oralara gittim. Tarsus'ta iken nice günler bostanlarda bekçilik yaptım. Bir gün bostan sahibinin arkadaşları gelmişti. Adam dedi ki:
- Ey bağ bekçisi! Git de narların en iyisinden biraz getir.
Bir miktar nar getirdim. Adam narı kesince, ekşi olduğunu gördü. O zaman dedi ki:
- Sen bunca zamandır bahçemizde bekçisin; meyve ve narlarımızdan da yiyorsun. Tatlıyı ekşiden ayıramıyor musun?
- Vallahi ben meyvelerinizden bir şey yemedim, tatlısını da ekşisinden ayıramam!
Adam şaşkın bir edayla bana şunu söyledi:
- Hayret bir şeysin yahu! Sen İbrahim Edhem olsan, bundan fazla olmazdın.
Ertesi gün bu haber halk arasında yayılıverdi. Meraklı insanlar, gruplar halinde bahçeye akın etti. Gelenlerin çoğaldığını görünce, ben bir yanda saklandım. İnsanlar bahçeye dolarken, aralarından sıyrılıp kaçıverdim...
 
Bir Boşanma Olayı



Medineli Sabit bin Kays, sahabenin ileri gelenlerindendi. Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’e hizmetten asla geri kalmaz, sözünden ise bir an olsun dışarı çıkmazdı. Efendimiz de onu çok severdi. Hatta bir küçük hatası yüzünden aşırı üzüntüye kapılan Sabit’i teselli ederek “Sabit cennetliklerdendir.” buyurmuştu.
İşte bu Sabit’in aile içi bir sıkıntısı vardı. Hanımı Cemile, Sabit’e bir türlü ısınamamış, onu sevememiş, içindeki ilgisizliği yenip de bir gün olsun sevgiyle muhatap olamamıştı.
Cemile bir kadın olarak iç dünyasındaki bu fırtınayı kime anlatabilirdi? Kendisini kim dinlerdi? İslam’da kadın dinlenir miydi? Önceki devirde kadının söz hakkı yoktu çünkü;
Cemile tereddütler içerisinde doğruca Efendimiz (sallallaha aleyhi ve sellem) Hazretleri’nin huzuruna girdi, olanca cesaretini toplayarak kimselere açamadığı iç dünyasını Efendimiz’e açtı.
– Ya Resulallah, dedi, beyimin İslamî yaşayışına diyeceğim yoktur. Ahlakından da şikayetçi değilim. Lakin ben onu bir türlü sevemedim. Bu halimle ona isyan etmekten, isteklerine ters bir karşılık verip kötü bir sonuca düşmekten korkuyorum. Söyleseniz de beni boşasa. O, kendisini sevmeyen bir hanımı zorla nikanı altında tutan adam durumuna girmese, ben de dinime zarar verecek bir itaatsizliğe doğru kaymasam!.
Efendimiz, iç dünyasını bu nitelikte anlatan Cemile’yi tepkiyle değil ilgiyle dinledi. Bir hanımı, sevemediği erkekle bir arada kalmaya mecbur etmeyi zaten münasip de bulmuyordu. Ancak, beyi ne diyecekti? Boşamak istemezse zorla boşayacaksın da denemezdi. Bir de onu dinlemek gerekirdi. Nitekim öyle de yaptı. Cemile’nin duygularını, düşüncelerini aynen Sabit’e aktararak onu da dinledi.
Anlaşılan Sabit, Cemile’yi seviyordu. Ama Cemile’nin kendisini aynı sıcaklıkta sevmediğini, tek taraflı sevginin mutluluk getirmeyeceğini de biliyordu. Nasıl bir çare bulunabilirdi?
Düşünmeye başladı. Gözlerini diktiği sabit noktadan başını kaldırıp dedi ki:
– Ya Resulallah, Cemile’ye nikahta en değerli bahçemi mehir olarak verdim. Bunca değerli serveti verdiğim kadını bir anda nasıl boşayabilirim? Üstelik benim öyle başka bir bahçem de yoktur!
Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Sabit’in yaklaşımını öğrenmiş oldu. Cemile’ye bu defa sorusunu şöyle sordu:
– Sabit seni boşayacak olsa, nikah sırasında aldığın değerli mehri iade eder misin? Böylece sen mehrini verip nikah bağından kurtulmuş olursun, Sabit de nikah hakkından vaz geçip bahçesini geri almış olur. İki taraf da bir şey verirken bir şeyleri almış sayılarak karşılıklı mağduriyetlerinizi gidermiş sayılırsınız. Teselli tarafınız bu olur.
Cemile buna hemen razı oldu. Kocasının nikah sırasında kendisine mehir olarak verdiği bahçeyi “Memnuniyetle iade ediyorum.” dedi.
Sabit de “Öyle ise ben de nikahını aynı memnuniyetle ona iade ediyor, bu andan itibaren boşamış bulunuyorum, özgürdür.” dedi.
Taraflar böylece bir şey verirken bir şey de aldıklarından helalleşerek ayrılmış oldular.
Bu olay üzerine Bakara Suresi’nin 229. ayeti nazil oldu. Ayet-i kerime anlaşmayı iptal etmiyor, hatta ortak aile hayatını sürdürme sevgisi yok olunca, hanımın aldığı mehri verip de nikahını ortadan kaldırmasını meşru görüyor; ancak erkeğin fırsatçılık edip de kadından veremeyeceği miktarda mal istememesini de tavsiye ediyordu.
Bu hadise üzerine fıkıhta hüküm şöyle tespit edildi:
– Kadın ayrılmak istediği beyine bir şeyler vererek kendini boşatabilir! Yeter ki beyi fırsatçılık edip de kadından veremeyeceği miktarda haksız mal isteğinde bulunmasın.
Kaynak: Yeni Aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları
 
Bir Çift Gözyaşı

Derin bir sessizlik hâkimdi odaya. Öğle vakti olmasına rağmen, her gün bu saatlerde etrafı yakıp kavuran güneş bile bize ayak uydurmuş, ferini söndürmüştü. Sanki tüm eşyalar, duvarlar, masadaki çiçek, hüznümüze ortaktı. Halbuki bugün bayram; her şey canlı, neşeli, cıvıl cıvıl olmalıydı. Herkes birbirinin Cuma'sını kutlamalıydı. Üstelik Ramazan'ın da ilk cumâsıydı.
Ve işte sükûnetle beklediğimiz o ses!.. Cuma namazına davet. İçim burkula burkula dinliyorum ezanı. Başım önümde, gözlerim kapalı.
Nihayet ezan bitti. Kafamı hafifçe kaldırıp yüzüne baktım. Gözleri hâlâ kapalı. Biliyorum ki, açsa gözlerini, hapsettiği damlalar özgür kalacak.
Babamı, amcalarımı az önce namaza uğurladık. Annem ve yengelerim mutfakta akşamki iftar davetine hazırlık yapmakla meşguller. Ben de büyükbabama refâkat ediyorum. Babamlar namaza gittiğinden beri ağzını bıçak açmıyor. Gözleri kapalı öylece oturuyor, suçlu bir çocuk gibi.
Yaklaşık on beş yıl önce, omurgasındaki zedelenme sonucu; önce sağ, sonra sol kolunu kullanamaz hale gelmiş. Daha sonra düzelme umuduyla yaptırılan her ameliyat, bir parçasının daha hareket kabiliyetini götürmüş ondan... Şimdiyse hiçbir ihtiyacını kendisi karşılayamıyor. Ancak yardımla yürüyebiliyor.
Yere diktiğim gözlerimi, ona doğru kaldırdığımda bana bakıyordu. Yüzündeki acıyı görmemek için başımı önüme eğdim. Boğazıma yumruk kadar bir şey durdu, yutkunamadım bile.
Fısıldar gibi konuşmaya başladı:
"-Bana dokunan şu hâlim değil kızım!.. Allâh'ın gücüne gider diye ağrılara acılara bile ağlayamıyorum. Dayanılacak gibi de değiller. Yine de bu acılar, şu ezanın içimi yaktığı kadar acıtamıyor bedenimi. Alnımı secdeye koymayalı neredeyse on beş yıl oldu. Elhamdulillâh îmânım var. Elhamdulillâh gözlerimle dahî olsa namazımı kılıyorum. Elhamdulillâh, Allâh'ım sabır da veriyor. Ama gene de şu Cuma namazına gidememek, içimi yakıyor. İşte bir ay sonra bayram var. Bayram namazına da gidemeyeceğim. İnan bunu kaldırabilir miyim bilmiyorum. Dayanma gücüm tükeniyor. Allâh'a âsî olacağım diye korkuyorum. "Niye ben?" derim diye korkuyorum. Allâh'a hamd olsun, daha hiç söylemedim. Aklıma gelse hemen kovdum, tevbe üstüne tevbe ettim. İmtihanımın bu olduğunun farkındayım, ama "ya gücüm tükenirse" diye hep korktum. Hele şu Ramazan orucunu tutamamak çok ağır geliyor. Sanki tüm güç getiremediklerimden dolayı günahlarım yığılmış, altında eziliyorum. İşte ben bu ağırlığa dayanamıyorum!.."
Konuşurken sesi titriyordu. O ağlayamıyordu, ama ben gözyaşlarıma engel olamıyordum. Sustu, uzunca bir müddet sessiz kaldık. Sonra:
"-Yönümü kıbleye çevir de namazımı kılayım." dedi.
Dediğini yapıp ben de namaz kılmaya gittim. Seccâdenin başında düşünmeye başladım. Niye insanlar ibâdeti yapmaya güç yetirebilmenin bile bir nimet olduğunu anlayamıyor? Elinde imkânı varken, bile bile namazını kılmayanlara ne demeli?!.. Seccâdeye alnını koyabilmenin bir nimet olduğunu herkes bir fark edebilse!..
Bir, güç yetiremediği halde ibadetlerini yapmaya çalışan ve yapamadıkları için vicdan azabı çeken büyükbabamı; bir de Müslüman olduğunu söyleyip gereklerini yerine getirmeye üşenen insanları düşündüm. Herhalde onlar da ibadetlere güç yetirebilmenin bir nimet olduğunu, ancak kaybettiklerinde anlayacaklar. Allâh, hepimizi ıslah eylesin duâsıyla seccademi topladım.
Odaya döndüğümde babamlar namazdan gelmişti. Evin içi torunların cıvıltılarıyla doldu. Akşam çaylar içildi, sohbetler edildi ve herkes evine dağıldı.
Ramazan'ın son Cumâ'sı. Beş gün sonra bayram. Babam, Cumâ namazında, gelmesi yakın. Ben ve kardeşlerim odamızda oturuyoruz. Telefon çaldı, amcam. Babamı sordu alelacele ve kapattı. Babam gelir gelmez "amcam aradı telaşlıydı" dedik. Babam, hemen amcamı aradı sonra da arabanın anahtarını kaptığı gibi çıktı. Biz şaşkın; aklımıza hiçbir şey gelmiyor. Ne olduğunu da anlamadık. Yaklaşık on beş dakika sonra babam aradı, "hazırlanın sizi almaya geleceğim" dedi. "Ne oluyor" dedik, "babam vefat etmiş" dedi ve kapattı.
Hepimiz donduk. O an ne düşündüm, hatırlamıyorum. Büyükbabamlara nasıl gittiğimi de hatırlamıyorum.
İçeri girdiğimde büyük halam sessiz sessiz ağlıyordu. Kafamın içi karıncalanıyor, sesler beynimi tırmalıyordu. Ölümü hiç bu kadar yakınımda hissetmemiştim. Tam bahçeye kaçacakken amcam, "son bir kez görmek ister misin?" dedi. Şuursuz bir şekilde baş ucuna vardım. Yüzündeki beyaz örtünün ucunu kaldırdılar. Yüzü sapsarı ve tebessüm doluydu. Eğildim; alnından öptüm, gözyaşlarım yanağına damladı ve kulağına fısıldadım:
"-Büyükbaba; Cuma'n mübârek olsun…"
 
Bir defa daha söyle

Cebrâîl aleyhisselâm dedi:
- Yâ Rabbel âlemîn! Resûlullah (s.a.v) hazretlerinin dostluğu Ebû Bekrin gönlünde ne mikdâr ve ne kadar olduğunu bilmek isterim.
Bayram günü idi. Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a) kıymetli ve gösterişli elbise giymiş ve otuz altınlık bir şal omuzuna almış idi. Cebrâîl aleyhisselâm a'mâ sûretinde gelip, yol üzerinde oturdu. Oraya Ebû Bekr-i Sıddîk geldi. Ona yaklaşdı. Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki,
- Allahü tebâreke ve teâlâ afv etsin o kimseyi ki, Muhammed Mustafâ dostluğuna bana birşey versin.
Ebû Bekr (r.a) o sözü işitdi. Mubârek omuzundan şalını çıkarıp, ona verdi.
Buyurdu ki,
- Bir def'a dahâ söyle. Bir def'a dahâ söyledi.
Ebû Bekr-i Sıddîk kaftanını çıkarıp, ona verdi. Dördüncüde, setr-i avretini örten elbiseden başka, bütün elbiselerini ona verdi. Beşincide na'lınını çıkarıp ona verdi. Sonunda artık elbisesi kalmadı. Bilâli (r.a) çağırdı ve Ona buyurdu:
- Yâ Bilâl. Âişenin evine var. Birşey getir.
Bilâl (r.a) giderken, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine rast gelip, buyurdular ki,

- Nereye gidersin, yâ Bilâl! Sen mi söylersin, ben mi söyliyeyim.
Bilâl (r.a) dedi ki,
- Yâ Resûlallah, siz buyurun.
Buyurdular ki:
- Yâ Bilâl! Bil ki, o a'mâ Cebrâîl-i emîndir. Allahü tebâreke ve teâlâ onu bu şeklde gönderdi ki, Ebû Bekr-i Sıddîkın bana muhabbeti ne kadardır anlasın.
Hazret-i Ebû Bekr (r.a) Bilâli bekler idi. Hazret-i Bilâl elbise getirdi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk o elbiseyi giydi. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm, Resûlullahın 'sallallahü aleyhi ve sellem' huzûr-ı şerîflerine gelip, dedi ki,
- Yâ Muhammed! Ebû Bekr-i Sıddîkı tecrübe ederdim. Elbiseler benim işime yaramaz. Resûlullah 'sallallahü aleyhi ve sellem' Cebrâîl aleyhisselâmın getirdiği elbiseleri Ebû Bekr-i Sıddîka getirdi. Ebû Bekr (r.a):
- Bir nesneyi ki senin dostluğun uğruna vermiş olayım, artık o bana gerekmez. Nereye uygun bulursanız, oraya tasarruf ediniz, dedi.
Kaynak: Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin
 
Bir Ev Tapusu

Meşhur velilerden Habib-i Acemî k.s. zamanında, benzeri görülmemiş şöyle bir hadise yaşanmıştır:
Horasanlı bir adam, evini onbin dirheme satarak, ailesiyle Basra'ya geldi. Oradan hacca gidecekti. Habib-i Acemî'yi buldu ve ondan şöyle bir istekte bulundu:
- Ben eşimle hacca gidiyorum. Şu onbin dirhem parayı al da, Basra'da benim için uygun bir ev alıver.
Horasanlı ve eşi Mekke'ye doğru yola koyuldu. O günlerde ise Basra'da müthiş bir kıtlık ve açlık başgösterdi. Habib-i Acemî Hazretleri ise elindeki emanet parayla gıda maddeleri alıp, sahibinin hayrına muhtaçlara dağıtmak zorunda kaldı. Adamın rızası olmazsa, parasını geri verecekti.
Horasanlı, hac dönüşünde kendisine ev alınıp alınmadığını sordu. Habib-i Acemî dedi ki:
- Rabbimden sana Cennet'te bahçeli bir ev alıverdim!
Adam bu durumu eşine haber verdi. Kadın buna memnun oldu, fakat evin tapusunu da istedi. Horasanlı bu isteği iletince, Habib-i Acemî ona şöyle bir senet yazıp eline verdi:
'Bismillah.. Bu senet, Habib'in Horasanlı için Rabbinden aldığı evin tapusudur. Allahu Tealâ bu evi Horasanlı'ya verecek ve Habib'i de borcundan kurtaracaktır...'
Bu senedi aldıktan sonra adamcağız ancak kırk gün daha yaşadı. Ölmek üzereyken, bu tapu senedinin kefenine konulmasını vasiyet etti. Öyle yaptılar. Bir zaman sonra da kabrinin üzerinde, bir levhaya parlak bir yazıyla yazılmış şöyle bir yazı buldular:
'Habib Ebu Muhammed'in falan Horasanlı için onbin dirheme aldığı evin beratıdır. Rabbi, Habib'in istediği evi Horasanlı'ya verdi ve Habib'i de borcundan kurtardı.'
Habib Hazretleri bu yazıyı alıp okuyunca, levhayı öperek ve ağlayarak dostlarının yanına koştu: 'Bu Rabbimin bana olan beratıdır!' diye sevincini ifade etti.
 
Bir Gencin Tövbesi


Allahü teâlâ, peygamberi Musa aleyhisselâma hitap edip:

"(Ey Musa! Filân mahallede, bizim dostlarımızdan biri vefât etti. Git onun işini gör. Sen gitmezsen, bizim rahmetimiz onun işini görür) buyurdu.
Hazret-i Musa, emir olunduğu mahalleye gitti.
Oradakilere:
-Bu gece, burada, Allahü teâlânın dostlarından biri vefât etti mi? diye sorunca:
-Ey Allahın peygamberi! Allahü teâlânın dostlarından hiç kimse vefât etmedi. Ama, filân evde zamanını kötülüklerle geçiren fâsık bir genç öldü. Fıskının çokluğundan, hiç kimse onu defnetmeye yanaşmıyor, dediler.
Musa aleyhisselâm:
-Ben onu arıyorum, buyurdu. Gösterdiler.
Hazret-i Musa, o eve girdi. Rahmet meleklerini gördü. Ayakta durup, ellerinde rahmet tabakları olup, Allahü teâlânın rahmet ve lütfunu saçıyorlardı. Hazret-i Musa, yalvararak münacaat etti:
-Ey Rabbim! sen buyurdun ki, o ''Benim dostumdur.'' İnsanlar ise fâsık olduğuna şahitlik ediyorlar. Hikmeti nedir?
Allahü teâlâ:

(Ey Musa! İnsanların onun için fâsık demeleri doğrudur. Ama, günahından haberleri var, tövbesinden haberleri yok. Benim bu kulum, seher vakti, toprağa yuvarlandı ve tövbe etti. Bizim huzurumuza sığındı. Ben ki, Allah'ım! Onun sözünü ve tövbesini kabul ettim. Ona rahmet ettim ki, bu dergâhın ümitsizlik kapısı olmadığı anlaşılsın!) buyurdu.
 
Bir Günahkarın Cenazesi

Malik ibn Dinar Hazretleri (ö.131/748) anlatıyor:
Basra’da küçük bir grubun bir cenazeyi taşıdığını gördüm. Cenazeyi uğurlayan başka kimse de yoktu. Neden cenazeye katılım olmadığını sordum. Dediler ki:
- Bu adam büyük günahkâr, asi ve ömrünü boşa harcamış biriydi.
Ben de cenazenin namazını kıldım ve kabrine indirdim. Sonra bir gölgeliğe çekildim. Uyuyakalmışım. Rüyamda iki meleğin gökten indiğini gördüm. Az önceki cenazenin kabrini açtılar. Biri onun yanına indi ve arkadaşına şöyle dedi:
- Onu cehennem halkından yaz. Bunda isyansız ve günahsız bir organ yok!
Dışarıdaki arkadaşı ona dedi ki:
- Ey kardeşim, onun hakkında acele karar verme! Gözlerini bir yokla.
- Gözlerini yokladım. İki gözünü de haram bakışlarla dopdolu gördüm.
Arkadaşı onun kulağını, dilini, ellerini ve ayaklarını yoklamasını söyledi. Şu cevabı aldı:
- Kulağını yokladım. Kötü ve çirkin şeyleri dinlemesiyle dolu gördüm. Dilini yokladım. Yasaklara dalması ve haramları dile getirmesiyle dolu olduğunu anladım. Ellerini kontrol ettim. İki elinin de haram olan lezzet ve nefsanî isteklerle dolu olduğunu farkettim. Ayaklarını da yokladım. Ayaklarını çirkinliklerde ve kötü işlerde yürümesiyle dopdolu buldum!
Diğeri dedi ki:
- Ey kardeşim, sen yine acele etme. Bir de ben onun yanına ineyim.
İkinci melek cenazenin yanına indi. Biraz bekleyip arkadaşına dedi ki:
- Ey kardeşim, ben bunun kalbini yokladım ve imanla dolu olduğunu öğrendim. Onu rahmete kavuşmuş bahtiyar kimse olarak yaz! Artık Allah’ın lütfu, onun günah ve hatalarını bütünüyle kuşatmaktadır.
Yafiî Hazretleri diyor ki: Ancak bu saadet, o kişi için Allah’ın yardımıyla hasıl olmuş demektir. Fakat bu saadet her günahkâr için ortaya çıkmaz. Böylesine de güvenip aldanma! Bütün günahkârlar, güçlerinin yettiği hususlarda tehlikeyle karşı karşıyadırlar. İtaatkâr kullar da kendileri için nasıl bir sonuç olacağını bilemezler. Yüce Allah’tan dünya ve ahirette güzel son ve bağışlanma, af ve afiyet dileriz.
Abdullah el-Yafiî, Ravzu’r-Reyahin fi Hikâyati’s-Salihîn, s. 178-79.
BİNBİR DAMLA – Yusuf YAVUZ
 
Bir Hikmeti Vardır

Adamın biri bir pislik böceği görür
" Bu yaradılışı çirkin pis kokulu bir yaratıktır. Allah bunu niçin yaratmışki ? " der.
Aradan zaman geçer, adamın yüzünde bir çıban çıkar. Nereye başvurduysa derdine bir derman bulamaz. Çııban yara haline gelir. Bir gün sokakta dolaşırken, yüzündeki yara bir yolcunun dikkatini çeker. ayak üstü sohbetten sonra yolcu kendine yardım edebileceğini, bu tip çıbanların oluşturduğu yaraların tedavisini bildiğini söyler. Adam her ne kadar inanmadıysa Allah'tan umut kesilmez diyerek kabul eder.
Yolcu bir pislik böceğinin getirilmesini ister. Orada bulunanlar bu isteğe gülerler. Fakat hasta olan adam, o böcek hakkında söylediği sözleri o an hatırlar ve derki ;
- Adamın isteğini yerine getirin, ne diyorsa yapın.
Yolcu getirilen böceği yakar ve külünü yaranın üzerine serper ve yara Allah'ın hikmetiyle iyileşir.
Bunun üzerine hasta olan adam etrafına der ki ;
- Unutmayın ! Allah'u Teala'nın yarattıklarının, yaratılışında bir hikmet vardır, bir derde deva vardır. Velev ki pislik böceği olsa dahi.
 
[align=left]Bir insanı tanıma yolları nelerdir

Bir adam Hz. Ömer (r.a.)'in yanında bir hususta şâhitlikte bulunmuştu. Ömer ibnü'l-Hattâb hazretleri ona,
- Ben seni tanımıyorum, seni tanıyan birini getir, dedi.
Orada bulunanlardan birisi,
- Ben onu tanıyorum, deyince Hz. ömer,
- Nasıl bilirsin? diye sordu. O da,
- Emin ve âdil bir adam olarak tanıyorum, cevabını verdi.
Hz. Ömer (r.a.) tekrar sordu:
- Gecesini gündüzünü bildiğin, yakın bir komşun mudur?
- Hayır, diye cevap verdi adam.
Hz. Ömer (r.a.) sormaya devam etti:
- İnsanın takvâsını ortaya koyan, muâmelesidir. Bu adam, alış'veriş yaptığın bir kimse midir?
Adam tekrar,
- Hayır, dedi.
Hz. Ömer (r.a.) bu defa;
- Bununla, insanın ahlâkının güzel veya çirkin olduğunu anlamaya imkân veren bir yolculuk yaptın mı? diye sordu.
Adam bu soruya da,
- Hayır, cevabını verince, Hz. Ömer (r.a.),
' Sen onu tanımıyorsun, dedi ve sonra da adama dönerek,
- Git, seni tanıyan birini getir, buyurdu.'
Demek ki bir insanı iyi tanıyabilmek, doğruluk ve dürüstlüğünden emin olabilmek için; onunla, ya yakın komşuluk yapacaksın veya alış-verişte bulunacaksın yahut da beraber yolculuk edeceksin... Aksi takdirde, yani bu ölçülerden hiçbirisi ile tartmadığın bir kişi hakkında, müsbet veya menfî yönde şahâdette bulunmayacaksın. Zira bu demektir ki, sen onu tanımıyorsun.
Fazilet Takvimi, 2001
[/align]
 
Bir Kâse Bal
"Artık sana emrolunanı açıkla!" âyet-i kerimesinin mûcibince, Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, insanları İslâm dînine dâvet etmeye başlamıştı. Bu dâvete ilk mukâbelede bulunanlar, îmânın nûruyla gönlü aydınlanmış olanlardı. Toplumda göz önünde olmayan garipler, kimsesizlerdi.
Mekke'de doğup kıyâmete kadar dünyayı aydınlatacak olan İslâm dini için her îmân edenin çile ve ızdırabı da sevgisine, muhabbetine göreydi. İşte gönlünde olan îmân muhabbetinin büyüklüğü sebebiyle bir çok acılara, ızdıraplara mâruz kalan ve buna rağmen baş koyduğu yolda azim ve gayretle ilerleyen gönül sultanlarından biri de Uzeyle -radıyallâhu anh-'tır.
O birçok işkencelere katlanarak Rasûlullâh'ın yanına geliyor, sohbetinde bulunuyor ve onu derin bir heyecan ve muhabbetle dinliyordu.
Uzeyle'nin en büyük zevki Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-'den öğrendiklerini başkalarına öğretmekti. Henüz Müslüman olmamış, fakat İslâmiyet'e yakınlık duyan kadınları buluyor, Allâh'ın buyruklarını onlara anlatıyor ve birçoklarının Müslüman olmasına vesîle oluyordu.
Zaman içerisinde Müslümanların sayısı gittikçe artmış, fakat yapılan işkenceler de dayanılmaz bir hâle gelmişti. Bu merhalede, Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- Allâh'ın izni ile Müslümanlara Medine yollarını gösterdi.
Artık Müslümanlar geride yurtlarını, yakınlarını bırakarak müslümanca yaşamak için birer-ikişer gruplar halinde Medine'ye gitmeye başlamışlardı. Hicret edenler arasında Uzeyle'nin zevci de vardı. Şimdilik Uzeyle'yi yanında götüremeyecek ama ilk fırsatta onu da yanına alacaktı.
Mekke neredeyse boşalmıştı. Uzeyle kendisini yalnız hissediyor, bu yüzden bütün gücüyle kendisini İslâm dînini yaymaya veriyordu. Nihayet birgün Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- de Cenâb-ı Hakk'ın izni ile hicret edince Uzeyle, Mekke'de büsbütün yapayalnız kaldı. O biliyordu ki, gönül Allâh ile beraber olunca yalnızlığın bir önemi yoktu. Bütün gücünü artık İslâm'ı yaymak uğruna harcamalıydı. Zîra her Müslüman'ın görevi bu olmalıydı.
Uzeyle'nin kocasının akrabaları arasında Müslüman olmayanlar da vardı. Bunlar birgün Uzeyle'nin evine baskın yapıp "Sen de kocan gibi Müslüman olmuşsun. Öyleyse bunun hesabını soracağız." diyerek Uzeyle'yi yakaladılar. Önce kaçmasın diye bağladılar, daha sonra da hapsettiler. Ertesi gün önüne bir çömlek bal koyup hepsini yemesini söylediler. Onların bu hareketi üzerine Uzeyle; "Bana bal ikram ettiklerine göre galiba işkence etmeyecekler." düşüncesi ile balı yemeye koyuldu.
Ancak yedikçe içindeki hararet artmış, susuzluğu ziyadeleşmişti. Dayanamadı, biraz sonra su istedi. Ancak akrabaları su vermeyeceklerini, balı susuz bitireceğini söyleyerek onu zorladılar. Bal içini bir hayli yakmış, içindeki hararet fazlalaşmıştı. Bir müddet sonra gün yavaş yavaş ışıltılarını etrafa yaymaya başlamış, güneş bütün sıcaklığını göstermişti.
Uzeyle, azgın bir deveye bindirilip çöle doğru sürüldü. Azgın deve bir o yana bir bu yana saldırıyor, Uzeyle'ye rahat vermiyordu. İşte vahadaki son hurma ağaçları da geride kalmıştı. Karşıda uçsuz bucaksız yakıcı bir çöl vardı.
Yol alırken çöl boyunca kimsesiz Müslümanlara işkence yapan zalimlere rastladılar. Müşrikler onları kızgın kumlar üstünde sürüklüyor, karınlarına kocaman taşlar koyuyor, bu da yetmiyor çıplak vücutlarını ateşle dağlıyorlardı.
Uzeyle, kardeşlerine yapılan bu işkenceler karşısında kendi çilesini unutmuş duâ ile; "Allâh'ım hâlimizi Sana nasıl arz edelim. Sen ki, bizi bizden iyi tanırsın! Üzerimize sabır yağdır. Sana olan îmânımıza güç ver. Kardeşlerime yardım et!" diyordu.
Bir müddet daha yol aldıktan sonra bir kum tepesinin yanında durdular. Uzeyle deveden indirilmiş, bir kazığa bağlanmıştı. Fakat bu kadarı da yetmezmiş gibi ayağındaki ayakkabılarını da çıkartıp onu kızgın kumlar üzerine çıplak ayakla bıraktılar. Yere oturması yasaktı, hep ayakta duracaktı.
Çöl o kadar sıcaktı ki, kızgın güneş her yeri yakıp kavuruyor, âdeta insanın beynini kaynatıyordu.
Zorla yedirdikleri bal, Uzeyle'nin ciğerini kavurmaya başlamış yakıcılığını göstermişti.
"-Ne olur bir yudum su!" diye inledi. Akrabaları O'nun bu halinden istifade ederek:
"-Muhammed'in dinini inkâr et, sana istediğin kadar su verelim." dediler. Ama boş yere… Çünkü îmân O'nun kalbine öyle yerleşmişti ki, susuzluktan ölse bile bunun bir önemi yoktu. Nasıl olsa birgün ölecekti, bu da İslâm için Allâh için olmalıydı. Birden canlandı, onlara hitâben;
"-Sizi duymayan, yaptıklarınızı görmeyen, kendisine bile faydası olmayan taşlara nasıl tapıyorsunuz? Gelin her şeyi yaratan, yarattığı her şeyi duyan, gözeten Rabb'e sığının. O Rab ki, kalblerde gizlenenleri bile bilir."
Bu sözlerle ilk önce şaşkına döndüler ama daha sonra kahkaha ile gülerek;
"-Öyleyse yalvar da Tanrın sesini duysun; gelip seni elimizden kurtarsın." diye alay ettiler.
Uzeyle ellerini duâ için kaldırıp "Ya Rabbi" diye yalvarmaya başladı.
"Allâh'ım! Beni bu îmânsızlara karşı utandırma. Biliyorum, darda kalan kuluna yardım eder, Sen'den isteyenin elini boş çevirmezsin. Bana da yardım et. Allâh'ım bu adamların kalbini yumuşat, onlara da doğru yolu göster."
Artık dili damağı büsbütün kurumuştu. Gözlerinden yaşlar akıyor, daha kirpiklerinden ayrılmadan kuruyordu. Gittikçe gözleri de kararmaya başladı. O, su diye inledikçe; karşısına geçip kana kana su içiyor, "Muhammed'e küfret sana da verelim." diyorlardı. Uzeyle bu korkunç teklif karşısında her seferinde ürperiyor; "Asla, asla!" diye haykırarak:
"-O ki Allâh'ın sevgilisi, kâinatın efendisi, O'nsuz hayatın ne anlamı var, canım O'na feda olsun!" diyordu.
İkinci gün sabahleyin yine bal getirdiler. Uzeyle balı ikrâm olsun diye getirmediklerini artık biliyordu. Ona elini bile sürmedi.
"-Balı ye!" diye zorladılar, yemediğini görünce de zorla ağzına akıttılar. Sonra da onu bir sopaya bağlayıp güneşin karşısına diktiler.
Çöl her zamanki gibi sıcaktı. Âdeta her bir güneş ışığı milyonlarca ok oluyor ona saplanıyordu. Bir zaman böyle bekledi, sonra "gözlerim" diye inlemeye başladı. Gözlerini açmaya çalıştı ama açamadı. Bir kez daha denedi; sonra hiçbir şey göremediğini fark etti. "Gözlerim kör oldu." diye haykırdı; ama sesi, kuruyan boğazından bir fısıltı gibi çıkıyor hiçbir şey anlaşılmıyordu.
Uzeyle iyice zayıfladı. Üçüncü günün işkencesi başladığında âdeta bitip tükenmişti, ayakta duracak gücü kalmamıştı. Ciğerlerindeki yangın dayanılmaz bir hal alınca İslâm düşmanları ona;
"-Haydi dininden dön de sana her istediğini verelim." dediler.
Bu teklifi de reddetti. Ama artık sesi çıkmıyor, sadece dudakları kımıldıyordu. Görmeyen gözlerini gökyüzüne dikmiş şehâdet parmağıyla; "Allâh birdir, Allâh birdir!" diye işaret ediyordu. Sonunda kulakları da duymaz oldu. Söylenenleri artık işitmiyordu.
Çöl güneşi korkunç bir hal almaya başlayınca müşrikler onu o hâlde bırakıp kendilerini çadırın gölgesine attılar.
Uzeyle bütün tâkati kesilmiş bir şekilde öylece yatıyordu. Neredeyse bayılıp bilincini de kaybetmek üzereyken göğsünün üzerinde bir soğukluk hissetti. Eliyle yokladı; bu buz gibi bir kova su idi. Kuruyan dudaklarını kovaya yaklaştırıp ancak bir yudum içebildi. Sanki biri kovayı çekip almıştı. Ayağa kalktı, birden gözlerinin açıldığını fark etti. Evet artık görüyordu. İşte, pırıl pırıl billur gibi parlayan bir kova, gökyüzüne asılmış gibi duruyordu. "Allâh'ım bana yardım edeceğini biliyordum. Sana bütün kalbimle inanıyorum." diye mırıldandı. Uzeyle ellerini kovaya uzatıp bu defa kana kana su içmeye başladı. Bir taraftan çocuklar gibi seviniyor bir taraftan da Rabbine duâ ediyordu.
Buz gibi su yüreğini serinletmiş, gönlünü ferahlatmıştı. Kalan suyu başından aşağı boşalttı.
Çadırda uyuyanlar, Uzeyle'nin sesini duyunca ne olduğunu anlamak için koştular. Susuzluktan sesi soluğu kesilen, gözleri kör, kulakları duymaz olan Uzeyle, acaba nasıl ve niçin bağırıyordu?
Uzeyle'yi görünce donakaldılar. Sanki karşılarındaki Uzeyle değildi. Üzerinde hiç görmedikleri bir güzellik vardı. O pırıl pırıl parlayan gözleriyle müşriklere "gelin" diye bağırdı.
"-Gelin de Rabb'imin neler yaptığını görün."
Uzeyle'nin yanına gelince yüzündeki su damlalarını, elbisesindeki ıslaklığı fark ederek kendilerini toparladılar:
"-Bağını çözüp suyumuzu içmişsin, bizi kandıramazsın!" dediler.
Uzeyle onların gaflet içindeki hâllerine acı acı gülümseyerek ellerini öne doğru uzattı ve:
"-İşte bakın ellerim hâlâ bağlı duruyor, su tulumlarınızın kapağı bile açılmadı." dedi.
Hayatları âdeta bir kum fırtınası gibi geçen müşrikler bu mucizevî olay karşısında donakalmışlardı. Bir an fırtına dindi. Sonsuzluğu görmeyi engelleyen kumlar dağıldı. Nasıl bir kum fırtınasının ardından toprakların yerleri değişir, orası apayrı bir mekân hâline gelirse işte onlar da bu gönül fırtınasının dinmesiyle yüreklerinin değiştiğini hissetmişlerdi. Artık hiçbir şeyi eskisi gibi görmüyorlardı.
Bir anda hepsinin gözleri ufka daldı. Bir müjde bekliyor gibiydiler. Ufkun kızıllığına bakan gözler bir anda Uzeyle'nin sıcacık bakışı ve tebessümünde eriyip gitmişti. Artık onlar için ufuktan daha derin olan Uzeyle mâsivâ çölünde buldukları bir vahâ, bir testi soğuk su gibiydi. Beyinleri fokurdatan güneşi hissetmiyorlar, kalblerine hakikat güneşinin huzmeleri aksediyordu. Hidâyet dedikleri böyle bir şey olsa gerekti.
İşte böylesi bir çölde Uzeyle'nin bir serap gibi bir anda kaybolmasından korkan bu nasipliler bir anda vecde gelerek:
"-Ey Uzeyle, meğer biz nasıl bir hâldeymişiz ki seni, nûranî hakîkatlerini görememişiz. Ey sadece bir olana itaat eden eşsiz kul, şimdi bizi affedersen biz de belki nasiplilerden oluruz. Şayet bize acımazsan her birimiz şu gönül harâretinden mahvolur gideriz. Ne olur bizi bu dünya çölünün aslanlarına yem etme ve gönül menbaından bir tas îmân suyu bize de sun."
Uzeyle'nin gözlerinden iki damla yaş süzüldü. O damla ki çöle düşse oradan güller bitirir, ateşe düşse orayı gül bahçesine dönüştürürdü. Zîrâ onun gönül dokusu teslimiyetti ve o merhametle onlara yönelerek "bir olan"ın bütün kâinatta nasıl hissedildiğini öğretircesine kelime-i şehâdeti telkin etti.
"Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedu enne Muhammeden abduhû ve rasûluhu."
Ve bütün mahlukât şâhitti artık bu îmâna. Onun îmân saâdetinin nasıl gönüllere aksettiğini artık her şey biliyordu. Zîra güneş balçıkla sıvanmazdı. Îmân güneşini bulutlar örtse de o ışımadan, aydınlatmadan duramazdı.
Ve onunla aydınlananlar da çölden kurtulmuşlardı. Hâsılı çöl, onların sudan bîhaber kurak topraklara dönmüş gönülleriydi. Ve onlara neşve verecek, gönüllerini muhabbet-i Muhammedî ile dolmasını sağlayacak bir müjde ile Uzeyle; "Medîne'ye hicret!" dedi.
Bunu demesiyle bir gül kokusu yayılmıştı iklimlerine. Ve îmânla tanışan gönüller bir anda bir muhabbet yangınıyla tutuşmaya başlamıştı. Ve yeniden doğmak için, gönüllerini tecdid için, yüreklerindeki Yesrib'i Medine eylemek için artık onlar da düşmüştü yola. Gözlerdeki ışıltı güneşten ayân, kalblerdeki nûr, ayın hâlesini kıskandırır bir hâldeydi. Küfürden îmâna hicret, işte böyle bir şeydi…
 
Bir Münazara
Hz. Ebubekir (r.a) ile Hz. Ali (r.a)'nın Münazarası
Bir gün Ebu Bekir Sıddık (r.a) Resulüllah(S.A.V)'ın evine geldi. İçeri gireceği sırada, Hz. Ali Bin Ebi Talib (r.a) da geldi.
Hz. Ebu Bekir (r.a) (Geri çekilip):
-Ya Ali sen buyur, gir dedi.
O da cevap verip, aralarında, aşağıdaki uzun konuşma oldu:
-Ya Ebu Bekir! Sen önce gir ki, her iyilikte önde olan, her hayırlı işte ileri olan, herkesi geçen sensin.
Hz. Ebu Bekir (r.a):
- Sen önce gir ki! Resulüllah'a (s.a.v) daha yakın sensin.
Hz. Ali (r.a):
-Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah (s.a.v)'tan işittim.
"Ümmetimden, Ebu Bekir'den daha üstün bir kimsenin üzerine güneş doğmadı" buyurdu.
Hz. Ebu Bekir (r.a):
- Ben, senin önüne nasıl geçebilirim ki, Resulüllah (s.a.v) kızı Fatıma(r.a)'yı sana verdiği gün,
"Kadınların en iyisini, erkeklerin en iyisine verdim" buyurdu.
Hz. Ali (r.a):
- Ben, senin önüne geçemem. Çünkü Resulüllah (s.a.v):
"İbrahim(a.s)'ı görmek isteyen Ebubekir'in yüzüne baksın" buyurdu.
Hz. Ebu Bekir (r.a):
- Ben, senin önüne geçemem. Çünkü Resulüllah (s.a.v):
'Adem (a.s)'ın hilm sıfatını ve Yusuf (a.s)'ın güzel ahlakını görmek isteyen Ali Mürteza'ya baksın' buyurdu.
Hz. Ali (r.a):
- Senin önünde gidemem. Çünkü Resulüllah (s.a.v):
"Ya Rabbi! Beni en çok seven ve ashabımın en iyisi kimdir? dedi. Cenab-ı Hak:Ya Muhammed! Ebu Bekir Sıddıktır," buyurdu.
Hz. Ebu Bekir (r.a):
- Ben, senin önüne geçemem. Çünkü Resulüllah (s.a.v) Hayber'de:
"Yarın sancağı öyle bir kimseye veririm ki, Allahü Teala onu sever. Ben de, onu çok severim" buyurdu.
Hz. Ali (r.a):
- Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah (s.a.v)
"Cennetin kapıları üzerinde 'Ebu Bekir Habibullah' yazılıdır" buyurdu.
Hz. Ebu Bekir (r.a):
- Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah (s.a.v) Hayber gazasında, bayrağı sana verip
'Bu bayrak Melik-i Galibin, Ali Bin Ebi Talib'e hediyesidir' buyurdu.
Hz. Ali (r.a):
- Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah (s.a.v) buyurdu ki:
"Ya Eba Bekir, sen benim gören gözüm ve bilen gönlüm yerindesin".
Hz. Ebu Bekir (r.a):
- Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah (s.a.v) buyurdu ki:
"Kıyamet günü Ali cennet hayvanlarından birine binmiş olarak gelir. Cenab-ı Hak buyurur ki 'Ya Muhammed!(s.a.v) Senin baban İbrahim Halil, ne güzel babadır. Senin kardeşin Ali Bin Ebi Talib ne güzel kardeştir."
Hz. Ali (r.a):
Ben, senin geçemem. Çünkü Resulüllah (s.a.v) buyurdu ki:
"Kıyamet günü, Cennet meleklerinin reisi olan Rıdvan adındaki melek Cennete girer. Cennetin anahtarlarını getirir, Bana verir. Sonra Cebrail (a.s) gelip, Ya Muhammed (s.a.v)! Cennetin ve cehennemin anahtarlarını, Ebu Bekir Sıddık'a(r.a) ver, istediğini Cennete, dilediğini Cehenneme göndersin der."
Hz. Ebu Bekir (r.a):
Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah (s.a.v) buyurdu ki:
"Ali kıyamet günü benim yanımdadır.Havz ve Kevser yanında, benimledir. Sırat üzerinde benimledir. Cennette, benimledir. Allahü Teala'yı görürken, benimledir."
Hz. Ali (r.a):
Ben, senden önce giremem. Çünkü Resulüllah (s.a.v)
"Ebu Bekir'in imanı, bütün mü'minlerin imanı ile tartılsa, Ebu Bekir'in imanı ağır gelir" buyurdu.
Hz. Ebu Bekir (r.a):
Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah (s.a.v) buyurdu ki:
"Ben ilmin şehriyim, Ali onun kapısıdır."
Hz. Ali (r.a):
Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah (s.a.v) buyurdu ki:
"Ben sadıklığın şehriyim.Ebu Bekir onun kapısıdır."
Hz. Ebu Bekir (r.a):
Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah (s.a.v) buyurdu ki:
"Kıyamet günü Ali bir ata biner, görenler, acaba bu hangi peygamberdir? derler. Allahü Teala, bu Ali Bin Ebi talib'dir, buyurur."
Hz. Ali (r.a):
Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah (s.a.v) buyurdu ki:
"Ben ve Ebu Bekir, bir topraktanız. Tekrar bir olacağız."
Hz. Ebu Bekir (r.a):
Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah (s.a.v) buyurdu ki:
"Allahü Teala, ey Cennet! Senin dört köşeni, dört kimse ile bezerim.Birir Peygamberleri üstünü Muhammed'dir(s.a.v).Biri, Allah'dan korkanların üstünü Ali'dir. Üçüncüsü kadınların üstünü Fatımat'üz Zehra'dır. Dördüncü köşesindeki de temizlerin üstünü Hasan ve Hüseyin'dir."
Hz. Ali (r.a):
Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah (s.a.v) buyurdu ki:
"Sekiz Cennetten şöyle ses gelir'Ebu Bekir! Sevdiklerinle birlikte gel, hepiniz Cennete girin."
Hz. Ebu Bekir (r.a):
Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah (s.a.v) buyurdu ki:
"Ben bir ağaca benzerim,Fatıma bunun kökü,Ali gövdesi, Hasan ve Hüseyin meyvesidir."
Hz. Ali (r.a):
Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah (s.a.v) buyurdu ki:
"Allahü Teala Ebu Bekirin bütün kusurlarını affetsin. Çünkü O kızı Aişe'yi bana verdi.Hicrette bana yardımcı oldu.bilal-i Habeşi'yi, benim için azad etti."
Resulüllah (s.a.v')in bu iki sevgilisi, kapıda böyle konuşurlarken, kendileri içeriden dinliyorlardı. Hz. Ali'nin sözünü kesip içeriden buyurdu ki:
-Ey kardeşlerim Ebu Bekir ve Ali! Artık içeri girin.Cebrail (a.s) gelip dedi ki, yerdeki ve yedi kat göklerdeki melekler sizi dinlemektedir.kıyamete kadar birbirinizi övseniz, Allahü Teala yanındaki kıymetinizi anlatamazsınız.
İkisi birbirine sarılıp, birlikte Resulullah'ın(s.a.v) huzuruna girdiler.
Resulullah'ın(s.a.v):
-Allahü Teala ikinize de yüzbinlerce rahmet etsin. İkinizi sevenlere de, yüzbinlerce rahmet etsin ve düşmanlarınıza da yüzbinlerce lanet olsun, buyurdu.
Hz. Ebu bekir Sıddık dedi ki:
-Ya Resulallah(s.a.v) Ben Ali kardeşimin düşmanlarına şefaat etmem.
Hz.Ali dedi ki:
-Ya Resulallah (s.a.v) Ben de Ebu Bekir kardeşimin düşmanlarına şefaat etmem ve başını kılıç ile bedeninden ayırırım.
Hz. Ebu bekir Sıddık(r.a):
-Ben, senin düşmanlarına Kevser havzından su vermem, buyurdu.
Hz. Ali de:
-Ben, senin düşmanlarını Sırat üzerinden geçirmem, buyurdu.
Hz. Ali (r.a) ve Hz. Ebu Bekir (r.a) taraftarlarının ve düşmanlarının kulakları çınlasın.
Kaynak: Dört Büyük Halife, Şemsüddin Ahmed Efendi, Bedir Yayınevi,1974
 
Biri İki Etmek

Allah dostlarından... Talebesi anlatıyor.
Bir sabah hazır olduğumuz yere teşrif edip, hatır sorarken, halimi arzedip:
- Efendim, benim şu kadar lira borcum var idi. Günü geldi sıkılıyorum. Üç gün izin verirseniz memlekete gidip öder gelirim, dedim.
- Biraz sabret, geceler gebedir, buyurdular.
Birkaç gün sonra, münasip lisanla tekrar hatırlatmak zarureti hasıl oldu. Zira memlekette, "borçtan kaçtı" sözleri de gelen haberler arasında idi.
Hz.Üstazın sözü yine evvelki gibi idi.
- Geceler gebedir.
Fakat bir gün sonra bana:
- Memlekette nerden vereceksin bu parayı? diye sual ettiler.
İşin en canlı noktası da burası.
- Efendim, babamdan kalma bir bağım var, üç bin lira eder. Onu satıp veririm, dediğimde Hz.Üstazın rengi birden değişti. mübarek gözleri buğulandı. Ve ... çu sözler döküldü:
- Biz kardeşlerimizin evini bağını satmak değil, birini iki etmekle mükellefiz.
İkinci gün ..... bir tüccar ağabeyimizden ödünç para alıp parayı bana verdiler. Sonra ödedim.
Hatıratım, Ali Erol
 
Bire yediyüz
İmâm-ı Hasen ve imâm-ı Hüseyn ve Abdüllah bin Ca'fer (r.a.) Medîne-i münevvereye giderken, yolda erzâkları kalmadı. Sahrâda oldukları için, yiyecek birşey alacak yer de olmayıp, açlık ve susuzlukdan gâyet muzdarib oldular. Allahü teâlâya tevekkül etdik deyip, yoldan sapdılar. Birâz gitdikleri gibi, ovanın orta yerinde bir karaltı gördüler. Ona doğru sürüp, gitdiler. Bakdılar ki, bir kara çadır içinde, bir kadıncıkdan başka kimse yok. Kadıncağıza selâm verdiler. O kadıncağız da, letâfet ile selâmlarını alıp ve bunlara dikkat ile bakdı. Hâtırına bu geldi ki, bu üç sultânın dünyâda benzerleri az bulunur.
Kadına dediler ki,
-Bir yiyeceğin var mıdır.
-Bir keçim vardır. Kendiniz sağınız, sütünü içiniz.
İmâmlardan birisi sağdı, bir çanak südü bir imâma verdi. Bir çanak da Abdüllaha verdi. Bir çanak da kendi içdi. Ondan sonra kadına dediler ki,
-Başka yiyeceğin yok mudur.

-Bu keçimi boğazlayıp, yiyin.
O kadın, bunu böyle söyleyince, Abdüllah hazretleri o keçiyi kesip, pişirip, yidiler. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine hamd edip, atlarına bindiler. Sonra kadıncağıza dediler ki,
-Medîne-i münevvereye vardığın zemân, mutlaka bize uğrayasın ki, biz Seyyidlerdeniz ve Hâşimîlerdeniz. Se'âdetle dönüp, gitdiler.
Bir zemân sonra o kadıncağızın kocası geldi. Gördü ki, ortada keçi yok.
-Keçi ne oldu diye sordu. Hanımı da meydâna gelen hâdiseyi anlatdı. Kocası da huzûrsuz olup,
-Ey akılsız hanım! Niçin böyle yapdın. Bizim ondan gayri nesnemiz yok idi, dedi.
-Allahü teâlâ rahîmdir. Kullarını aç koymaz. Bunun gibi güzel yiğitler, asîlzâdeler evimize geldi. Onları müsâfir etmeden göndermek insâf değildir. Bir keçi nedir ki, öyle sultânlardan esirgerim.
Ammâ kadıncağız, imâmları bilmez idi. Güzel yiğitleri gördüğünde, mubârek yüzlerinin nûrânîliğinden ve sözlerinin tatlılığından, firâsetle bildi ki, asîlzâdeler ve çelebî insanlardır. Onun için kendilerinden bir nesne esirgemedi.

Bu dünyâda bütün malı bir keçi olup, onu da müsâfirlerine ikrâm etmek o kadıncağızın kemâl derecede cömerdliğini gösterir.

Artık, kadıncağız, kocası ile birşeyler alıp-satmak için, Medîne-i münevvereye gitdiler. Şehir içinde gezerken, hikmet-i ilâhî, imâm-ı Hüseyn 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine Bâb-ı selâm önünden geçerken rast geldiler. İmâm hazretleri, kadıncağızı gördü ve tanıdı. Acele adam gönderip, huzûr-ı şerîflerine getirdiler. Kadıncağıza hitâb edip, buyurdular ki,

-Benim kim olduğumu bilir misin?
-Bilmem, deyip, cevâb verdi.
İmâm hazretleri buyurdu ki,
-O üç yiğit, bir zemân senin çadırına uğradılar. Sen onlara süt içirdin. Keçiyi kesdiler. Onların biri, benim.
Emr etdi, bunlara ziyâde ikrâmda bulundular. Hikmet-i Rabbânî imâm hazretlerinin yanında fazla bir şey bulunmadığından, beyt-ül mâl emînine adam gönderdiler.
-Bize bin dirhem gümüş ve yüz koyun versin. İnşâallah biz yine veririz, dediler. Beyt-ül mâl emîni verdi. Huzûr-ı şerîflerine getirdiler. Temâmını kadıncağıza verip, bizi ma'zûr tut, dedi. Yanlarına adam verip, imâm-ı Hasen (r.a.) hazretlerine gönderdi. İmâm-ı Hasen de bunları iyi karşılayıp, yanında bulunduğu kadar ikrâm etdi. Ve onların yanında fazla nesne bulunmadığı için, beyt-ül mâl emînine adam gönderip, bin dirhem ile ikiyüz koyun ödünç aldılar. Hepsini o kadıncağıza verip, özr dilediler. Sonra yanlarına bir adam verip, Abdüllah bin Ca'fer hazretlerine gönderdiler.
Abdüllah hazretleri,
-İmâmlar ile buluşdunuz mu diye süâl etdi.
-Evet, onlardan geliriz, dediler.
Abdüllah hazretleri buyurdu:
-Ne olaydı, önce bizim yanımıza gelseydiniz! Zîrâ onların ellerinde, dünyâ malı karâr etmez. Hâzır nesneleri bulunmadığı için, belki ızdırâb çekmişlerdir. Bunlar dediler ki, her biri biner dirhem ve yüz ve ikiyüzer koyun ihsân etdiler. Abdüllah hazretleri çok ni'metler verip, ikibin dirhem ve dörtyüz koyun ihsân etdi. Hazret-i Abdüllah bin Ca'fer varlıklı idi. Ondan sonra, kadıncağız kocası ile dörtbin dirhem gümüş ve yediyüz koyunu alıp, sevinerek evlerine döndüler. Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin evlâdının cömerdliği, ikrâmları bu mertebede olunca, lâyık olan odur ki, ümmeti olan kişi dünyâya rağbet etmeyip, eline geçeni infâk edip, onların izinden gidip, tâ ki, dünyâda müslimânlıkları ma'mûr, âhıretde de günâhları afv edilmiş olur.
 
Bir deliye bir veli rolü

Ebu Müslim Havlani bir toplulukta konuşulanları dinler. Hemen hepsi de hanımından şikayette bulunmaktadırlar. Ancak Ebu Müslim’de şikayet filan yoktur. Derler ki:

– Veli gibi bir hanıma düştün de sesin sedan çıkmıyor değil mi?

Omuzlarını silkerek cevap verir:

– Bizimki veli filan değil kelimenin tam manasıyla delidir deli!…

– Öyle ise derler nasıl geçiniyorsun böyle deli biriyle?

Cevap verir:

– Ben usulünü biliyorum da öyle geçiniyorum, kavga gürültümüz o yüzden olmuyor!…

Büsbütün meraka düşerler.

– Deli gibi biriyle kavgasız gürültüsüz geçinmenin usulü nedir ki? diye sormaktan kendilerini alamazlar.

Şöyle izah eder Ebu Müslim, geçinmenin sırrını.

Der ki:

– Allahü Azimüşşan, Âdem Aleyhisselam’ı topraktan yarattığında bedenine önce aklı koydu. Akıllı bir adam oldu. Sonra öfkeyi yarattı. Ona da Âdem’in bedenine girmesini emretti.

Öfke:

– Ben dedi. Âdem’in bedenine giremem. Çünkü orada akıl vardır! Akılla ikimiz bir yerde asla duramayız!…

Rabbimiz buyurdu:

– Ey öfke! Sen Âdem’in bedenine girmeye çalış, oraya yönel. Akıl senin geldiğini görünce hemen çıkıp gider, kendi yerini sana bırakır. Böylece sen de Âdem’in bedeninde hükmünü icra eder, onu deli yaparsın.

Ebu Müslim burada der ki :

– İşte biz hanımla bu konuda anlaştık. Dedik ki; mademki insana öfke gelince akıl gidiyor, insan delinin teki haline geliyor. Öyle ise evde kim öfkelenirse o an sanki o delidir. Deliye karşı ise bir veli lazımdır. Ben öfkelenirsem hemen farkına varacaksın, sabır gösterip ters cevap vermeyeceksin. Çünkü ben o an deli sayıldığımdan deli adamdan her şey beklenir diyerek veli rolüne gireceksin, aklım gelinceye kadar bir deliye bir veli rolü oynayacaksın.

Ebu Müslim burada şunu da ilave eder:

– Tabii der, bu sabır benim için de geçerli bir görevdir. Bazen hanım öfkelenir, bu defa o deli durumuna girer bana veli rolü düşer, ben bir veli gibi sabır gösterir, karşılık vermemeye çalışırım. Aklı gelip de akıllı insana muhatap olduğumu anlayıncaya kadar, bu sabır devam eder.

Ebu Müslim bundan sonrasını şöyle tamamlar:

– İşte der ey dostlar, benim hanımdan şikayetçi olmayışımın sebebi budur. Gül gibi geçinip gitmemizin sırrı da buradadır. Tavsiye ederim, siz de bir deliye bir veli rolü oynayın, öfkelenince karşı taraf veli rolüne girsin, sabır ve tahammülü esas alsın, göreceksiniz ki tartışma kısa zamanda son bulacak, taraflar birbirlerine karşı sevgiyle dolacak. Çünkü öfkeli taraf kendisine karşılık verilmeyişinin takdirini, minnettarlığını duyacak. Bu da mutluluk vesilesi olacak.
Sakın “bir deliye bir veli rolü basit bir şey” deyip de geçmeyin. Sadece bir deneyin yeter. İşte size güzel geçinmenin sırrı.
Kaynak: Yeni Aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları
 
Geri
Üst