Bozkurtlar Diriliyor (Kitap)

7
EXE RANK

-тнє αLуx-

Fexe Kullanıcısı
Puanları 0
Çözümler 0
Katılım
21 Tem 2009
Mesajlar
7,782
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
39
Web sitesi
www.netbilgini.com
-тнє αLуx-
- I -
Kaynak : yorumla.net - [COLOR=#60574f]Bozkurtlar Diriliyor (kitap)[/COLOR]

İHTİLÂL BAŞARILAMADIKTAN SONRA



Çin kağanı Tay-tsung çok düşünceli idi. Birkaç gündür kendisinde bir başkalık, anlaşılmaz bir değişiklik seziyordu. İlk önce bunun ne olduğunu anlamadan içinde rahatsızlık duymuş, sonra düşüne düşüne rahatsızlığı nereden geldiğini bulmuştu: Korkuyordu: hele gün battıktan sonra her karaltı, her gölge onu ürkütüyor, şu uğursuz ihtilâlcilerden biri karanlıklar içinden çıkarak kendisine doğru yay gerip ok fırlatacak sanıyordu. O, ihtilâlcilerden birçoğunun başkentte gizlenmiş olduğuna inanıyordu. Çünkü bunlardan ancak 38 tanesinin cesedi bulunmuş, Vey ırmağından da üçünün ölüsü çıkarılmıştı. Bu kadar büyük bir gürültünün 41 kişiyle yapıldığına, Çin kağanı olarak inanamazdı. Bu ihtilâlciler ne kadar gözü pek, çılgın herifler olurlarsa olsunlar, 300’den çok Çin askerini öldürmek ve koca bir şehre bu kadar korku salabilmek için herhalde birkaç yüz kişi olmalıydılar.



Üç gündür bütün Siganfu ve yöreleri altüst edildiği, birçokları yargılanıp idam edildiği, birçoğuna işkenceler yapıldığı halde gizlenmiş olan ihtilâlcilerden kimse ele geçirilememişti. Acaba bunları, kendi tahtına göz diken kumandanlarından birisi mi saklıyordu? Öyle ise sarayın içinde fırsat kollamaları da akla gelebilirdi.



İşte Çin kağanı bunları düşünerek sıkılıyor, heyecanlanıyordu. Aldığı raporlara göre geceleyin bir çok yerde ihtilâlciler gözükmüştü. Fakat bütün sıkı araştırmalara rağmen kimse ele geçmiyordu. Herifler herhalde geceleyin iş görmesi seviyorlardı. Sarayı geceleyin bastıkları gibi şehirlerde de geceleyin ortaya çıkıyorlar, fakat gündüz olunca silinip kayboluyorlardı. Ama niçin şimdiye kadar bir teki ele geçmemişti?



Siganfu halkı ihtilâlcilerin korkusundan geceleyin sokağa çıkamaz olmuştu. Şehrin ucunda oturan bir Çinli, bir gece Vey ırmağı kıyısından dönerken bunlardan birçoğunun atlarıyla birlikte ırmağı yüzerek geçtiklerini görmüş, bir başkası da Siganfunun içinde çok iri ve tam pusatlı bir yığın adamın karanlıklar arasında hızla yürüdüklerini görerek çığlıklarla kaçmıştı. İhtilâlciler bu ikisine de bir şey yapmamışlar, fakat yaşlı bir kadını öldürmüşlerdi. Geceleyin komşusundan biraz pirinç alan kadın, kapıdan çıktıktan sonra “ihtilâlciler” diye bağırarak yığılmış, kapıyı tekrar açan komşular zavallının ölüsünü bulmuşlardı. Üzerinde ok ve kılıç yarası yoktu. Karşısında korkunç haydutları gören kadıncağızın korkudan öldüğü anlaşılıyordu.



Bugün ihtiyar bir kadını korkutarak öldürenlerin yarın yeniden saraya saldırmıyacakları ne malûmdu?



Çin kağanı bütün bunları düşünerek tedbirler almış, saray çerisini çoğaltmış, nöbet işlerini düzene koymuş, geceleri dışarda gezmek âdetini bir yana bırakmıştı. Bütün bunlara rağmen içi rahat değildi. Öldürülen ve başı kesilen Kür Şad’ın bile öldüğünden emin olamıyordu. Kür Şad’ın kızını idam ettirmiş, fakat konçuyu ile oğlunu bulduramamıştı.



Bir yandan da nâzırların verdiği raporlar ve raporlardaki teklifler dolayısıyla aklının büsbütün karıştığını hissediyor, öfkeleniyor, saçma sapan şeyler düşünüyordu. Bütün bu düğümleri çözmek için bugün sarayda bir toplantı yapılacaktı. Tay-stung son ümitlerini bu toplantıya bağlamıştı.



***



Siganfu sarayın büyük bir odasındaki toplantı heyecanlı bir hava içinde açıldı. Nâzırlar, Çin kağanının karşısında sinirlerine hâkim olabilmek için kendilerini sıkıyorlardı. Kağan, Kür Şad ihtilâlinden sonraki durumu anlatarak başkentteki rahatsızlığın önüne nasıl geçilebileceğini, bunun için yapılması gereken işlerin neler olduğunu sordu. İşin aslına bakılırsa kendisi de onlardan daha az heyecanlı değildi. İlk sözü Vey-çing aldı. Koyu bir Türk düşmanı olan bu adamın Türklere karşı duyduğu kin Kür Şad ihtilâlinden sonra büsbütün artmış, Türklerin yok edilmesini kendisine ülkü edinmişti. Düşüncelerini büyük bir konuşkanlıkla anlatarak Türklerin tehlikeli ejderler olduğunu, günün birinde Çin’in batmasına zemin hazırlamaktansa şimdiden bir çare düşünmek lâzım geldiğini söyledi. Çareyi de soğukkanlılıkla bildirdi: Çindeki bütün Türkleri öldürmek...



İşi gücü Vey-çing’e karşı gelmek, onunla tartışmak olan Ven-yen-po bu düşünceye hemen itiraz etti. O, Türkleri çinlileştirmenin devlet için daha faydalı olacağını ileri sürüyor, bu milletin kabiliyetlerinden faydalanmanın Çin’e getireceği menfaatları sayıp döküyordu.



Li-pe-lo ikisi arasında bir tez müdafaa ediyor, Yen-sen-ku da onu destekliyordu.



Çin kağanı bugün çok iradesizdi. Hangi nâzır konuşursa onun tesirinde kalıyor, böylelikle durmaksızın fikir değiştiriyordu.



Nihayet, uzun tartışmalardan sonra bir sonuca varılabildi: atılganlıkları ve korkusuzlukları dolayısıyla Çin’in içinde kalmaları tehlikeli görülen Türkler yeniden eski yurtlarına gönderilecekti. Bu karar Vey-çing’i yıldırımla çarpılmış gibi sarsmıştı. Son defa söz alarak:



- “Bu kararla Kür Şad’a karşı yenilmiş olduğumuzu kabul ediyoruz; onun istediği de bundan başka bir şey değildi” dedi.



Fakat Çin kağanı ve öteki nâzırlar öyle bir kâbus içinde idiler ki bu kâbusun bastırıcı tesirinden kurtulmak için yenilmiş olmayı kabul etmekten utanmıyorlardı.



Şimdi sıra bu kararın nasıl tatbik edileceğine gelmişti. Türkeli Sırtarduşların hâkimiyeti altına girmişti. Çindeki yüzbin Türk bunlarla başa çıkamazdı. Çünkü çoğu kadın ve çocuktu. Çin kağanı bu mesele hakkında parlak düşüncelere sahipti:



- “Sırtarduşlar da Türk olduğu için böylece Türkleri ikiye ayırmış olacak, birini veya ötekini destekliyerek muvazene kuracağız. Böylelikle hem onları birbirine kırdıracak, hem de kuzey sınırlarımızın güvenliğini sağlamış olacağız” dedi.



Bu dâhice düşünce nâzırlara saygı ile baş eğdirdi. Hiçbiri itiraz etmedi. Kağan, çoktandır kaybettiği neşesini yeniden bulmuş gibiydi. Nâzırlara sordu:



- Bu Türklerin başına geçirmek üzere kimi salık verirsiniz?



Bozkurt ailesinin bütün teginleri akıllardan geçer ve hiçbiri beğenilmezken kağan yeniden söze başladı:



- Sırba Tegin hakkında ne düşünüyorsunuz?



Bu soru Ve-çing’in yüzünde bir buruşukluk yaptı ve gözlerinden garip bir ışık geçti:



- “Çok korkunç yüzlü ve vahşi bakışlı bir adam” diye mırıldandı. Tay-tsung gülümsedi:

- “Bu korkunç yüz göğün bize en büyük iyiliğidir” dedi. Sonra, bu sözlerden bir şey anlamıyarak birbirlerine bakan nâzırların meraklarını şöylece giderdi:

- Hepsi aydınlık yüzlü ve yakışıklı adamlar olan Bozkurt ailesi teginlerinden bu korkunç yüzlü, çirkin adamı kendi soylarından saymıyorlar. Batı Türklerinden olduğu için de soyunu iyice incelemiyorlar ve ondan şüphe ediyorlar. Hakkında türlü türlü söylenti var. Bir söylentiye göre anası, ölü doğan çocuğunun yerine bu kim olduğu belirsiz çocuğu alarak büyütmüş... Böylece Gök Türklerin başına Sırba Tegin’i geçirmek öteki teginlerin hoşnutsuzluğunu kabartarak aralarına ayrılık tohumları saçmak olacaktır. Bu ayrılığı körüklemek için de Bozkurt soyundan iki tegini Sırba’nın buyruğuna vereceğim. Sırba bize en sadık tegindir ve Gök Türkler tarafından sevilmediği için de sadık kalmağa mecburdur. Kendisine kağanlık verirsek herhalde Gök Türkleri Çin’in menfaatlarına uygun şekilde idare eder.
 
***



Birkaç gün sonra Sırba Kağan, yanında yüz bin Türk olduğu halde Çin duvarının dışına çıkıyor, bu çıkış bütün Çinde, hele Siganfuda bir bayram gibi içten içe kutulanıyordu. Artık geceleyin sokağa çıkabilecekler, karşılarında ölüm zebanileri görmiyeceklerdi. Tay-tsung hayatından pek memnundu. Bundan sonra sarayın basılması tehlikesi kalmıyordu. Rahat uyumak bahtiyarlığına erişecek demekti. Hele düşünde şu uğursuz haramiler başbuğu Kür Şad kesik başıyla karşısına dikilmiyerek, ona dirliğini zehir etmiyecekti.



Bu gidişten yalnız Vey-çing hoşlanmamıştı. Sarayda Ven-yen-po ile karşılaştığı zaman:



- “Kırk eşkıyanın ölüsü kırk milyonluk koca devleti yendi” dedi ve gülerek tamamladı:

- Hayaletlerden korkmanız sayesinde...
 
- II -



İHTİLÂLDEN KIRK YIL SONRA

(679 YILINDA)



Sonsuz ovada gözün alabildiğine boz bir renk yayılıyordu. Bu düzlükte yalnız tümseğe benziyen bir tepecik görülüyor, üstünde birkaç ağaç sıralanıyordu. Tümseğin yakınındaki birkaç koyun otluyordu. Tepeciğin eteğinde dört Türk çadırı vardı.



Güneş batarken en baştaki çadırdan bir erkek çıkarak ufuklara doğru uzun uzun baktı. Sert bakışlı, yoksul giyimli, bahadır duruşlu olan bu adam kırk yaşlarında gözüküyor; alnındaki, yüzündeki kılıç yaraları ve çizgiler başından çok şeyler geçmiş olduğunu anlatıyordu. Börkünün tüyleri dökülmüş, yamalı kaftanı birçok yerlerinden parçalanmış, çizmeleri eskiyip delinmişti. Bütün bu eskilerin arasında yalnız belindeki bıçak göze batıyor, altın ve gümüş kakmalarıyla bir kağan hazinesinden çıkmışa benziyordu. Ufuklara dalan gözlerinin bir şey beklediği belliydi. Fakat uzaklarda ne bir karaltı, ne bir toz beliriyor; beride otlıyan hayvanların seslerinden başka hiçbir gürültü işitilmiyordu.



Yoksul kılıklı bahadır bunlu gözlerle ufku bir daha süzdükten sonra çıktığı çadıra girdi. Bu çadırın bir bucağında yaşlı bir kadın, uzandığı keçenin üzerinde sessiz duruyor, donuk gözlerle bakıyordu. Ölmek üzere olan bu kadın, yoksul kılıklı bahadırın anasıydı. Güçlükle konuşarak:



- “Urungu! Gözüktüler mi?” diye sordu



Adının Urungu olduğu anlaşılan erkek cevap verdi:



- Hayır ana! Ama elbette gelecekler!...



İhtiyar kadın bütün gücünü kullanarak biraz toplandı:



- “Yarına çıkmıyacağımı anlıyorum. Sana söyliyeceklerim var” dedi.



Urungu yavaşça anasının yanına çöküp bağdaş kurarak gözlerini ona dikti. Anasının kendisine söyliyeceği şeyleri büyük bir sabırla yıllarca beklemişti. Yazık ki sonsuz bir istekle bilmek istediği şeylere kavuşurken anasından ayrılıyordu. O hiçbir anaya benzemiyen vefalı, çilekeş, iyi anadan.... Yoksul ve kimsesiz bir aileye mensup oldukları halde en arı soylu kadınlardan daha üstün olan anadan...



Dirliğinin sonuna ermiş olan bu iyi kadın şimdi kısık bir sesle konuşmağa başlamıştı.



- Urungu! Soğukluk yavaş yavaş yüreğime doğru yükseliyor. Yüreğime değdiği zaman benim için her şey bitecek ve ben ölmüş olacağım. Ama bu ölüm ilk ölümüm değildir...



Urungu hayretle anasına baktı...



- Ben bundan çok önce ölmüş sayılabilirdim. Seni büyütüp er kişi yapmak için yaşadım. On beş yaşına girip er adını aldığın zaman yeryüzünde yapacak işim kalmamıştı. O zamandan beri yalnız bir şeyi görmek için yaşamağa çalıştım. O şey, senin yıllardır ardında koştuğun düşünce idi: Ötüken’de Türk kağanının oturduğunu, Türk türesinin yürüdüğünü görmek... bundan otuz üç yıl önce, sen daha on bir yaşında bir çocukken Çıbı Tegin Çinliler’e karşı ayaklanıp gök Türk devletini kurmağa kalkıştığı zaman kurt başlı sancak Ötüken’de dalgalansın diye seni Çıbı Kağan ordusuna ben göndermiştim. Üç yıl, Çıbı Kağan tutsak edilip Çin’e ***ürülünceye kadar savaşlarda olgunlaştın; ölümcül yaralar aldın. İyi dövüştün. Babana yarar yiğit oğul olduğunu gösterdin. Emeklerim boşa gitmediği için çok sevindim. Sütüm sana helâl olsun...



Kadın sustu. Yorulmuştu... Oğlunun sorarak bakan gözlerini görmeseydi daha epey susacaktı.



- Sen bahtı kara olarak doğdun. Çünkü doğduğun zaman Türkler Çin’e tutsak gideli beş yıl olmuştu. Urungu! Çıbı Kağanla birlikte Altaylar’a kadar gittin. Çok Türk Ellerini gezdin. Ama Ötüken’e, kutlu yere ulaşamadın. Bunun için de bahtın kara diyorum. Ölürken Ötüken’de bulunamıyacağım halde benim kutum seninkinden üstündür. Çünkü orada doğdum. Uzun yıllar orada yaşadım... Kür Şad Çin sarayını bastığı zaman gönlümde iki defa umut ışığı yandı. Şimdi bu ışık sönüktür. Ama onun külleri arasında yine bir kıvılcım yanıp duruyor. Öyle ki, öldüğüm zaman soğuyup donmuş yüreğimi yarıp açan olursa oradaki kıvılcımı görür. O kıvılcım üstünde Ötüken’in hayali de vardır... Urungu! Soğukluk yüreğime yaklaşıyor. Sana söyliyeceklerimi çabuk söylemeliyim. Artık kim olduğunu öğren! Senin asıl adın Urungu değildir!



Urungu bir irkildi:



- Ya nedir?

- Ne olduğunu ben bile unuttum.

- Ne diyorsun ana? Her şeyi hatırlıyan sen tek oğlunun adını nasıl unutursun?

- Oğul! Sen gönül isteğinin ne demek olduğunu bilir misin? Senin adını unutmak istiyordum. Bunu öyle bir gönülden istiyordum ki sonunda unuttum. Bir daha da hatırlıyamadım.



Urungunun kaşları çatıldı, sesi dikleşti:



- Ana! Ben bu denli kötü bir oğul muyum ki adımı unutmağa uğraştın, sonunda da unuttun?



İhtiyar ananın gözleri şefkatle gülümsedi:



- Hayır! Sen çok iyi bir oğul olduğun için adını kendimden bile sakladım. Nitekim babanın da kim olduğunu şimdiye dek senden ve herkesten sakladım.

- Onun da adını unuttun mu?



Kadın cevap vermedi. Gözleri biraz daha donuklaşmıştı!... Urungu, babasının kim olduğunu öğrenemiyecekti. Ananın solumaları bir tuhaflaşmıştı. Oğluna çadırın kapısını göstererek:



- “Şunu aç, içeri ışık girsin” dedi.



Kaldırılan keçeden içeri akşam ışığı doldu. Güneş yeni batmıştı. Gönüllere işliyen bir gariplik çadırın içini doldururken Urungu’nun sesi dalgalandı.



- Ana! Babamın da adını unuttun mu?

- Unutmadım! Unutmak istesem de unutamazdım. Baban unutulmazdı. Çünkü baban Kür Şad’dı!



Urungu yeniden irkildi ve elini belindeki bıçağa attı:



- Bunu şimdiye kadar niçin sakladın?

- Çinliler öldürmek için seni arıyorlardı. Seni ne güçlükle sakladım, nelere katlandım, bilemezsin. Seni kaçırabilmem için ablan kendisini feda etti. Çinliler onu idam ettiler...



Kadının gözlerinden yaşlar aktı. Dışarda, dere kıyısındaki koyunlardan biri hazin hazin meledi.



- Ablanın da adını unuttum. Seni yaşatıp büyütmek için bunları unutmağa mecburdum. Ama babanın adını unutamazdım. Onu unuttuktan sonra senin ve benim yaşamamıza lüzum kalmazdı. Belindeki bıçak babanın bıçağıdır. İhtilâle giderken bana bırakmıştı. Bu bıçak Bozkurt soyunun tılsımlı bıçağıdır. Bumun Kağan’dan kalmadır. Sapının dibinde Bumun Kağanın adı yazılı, damgası kazılıdır.



Urungu bıçağını kınından sıyırdı: fakat yazıyı göremedi.



- O yazı her zaman görülmez. Güneş doğarken ve batarken görülür. Çadırın kapısına yaklaş. Bıçağı batıya tutarak bak...



Anasının dediği gibi yaptı. Sapın dibinde Bumun Kağan yazısını okudu. Öteki yüzünde de damgayı gördü. Fakat bunlar o kadar silikti ki bilmiyen kişi göremezdi.



- Oğul! Şimdi güçlükle okuduğun yazı ile damga Türklerin kutu yükseldiği zaman bıçağın üzerinde ışıl ışıl parlar. Bu bıçağı büyük bir kam yapmıştı.

- Kıraç Ata mı?

- Hayır! Kıraç Atanın babası...
 
Bu sırada uzaktan dörtnala koşan atların ayak sesleri işitildi. Keskin bakışlarla ufka bakan Urungu yeni kararmağa başlıyan ovanın kuzeyinde üç atlının gelmekte olduğunu görerek anasına “geliyorlar” müjedesini vermek istedi. Fakat onun sözünü kesmemek için bundan vazgeçti.



- Urungu! Bozkurt soyunun yüce bir oğlusun. Çünkü Kür Şad’ın oğlusun. Bununla övünmek hakkındır. Bende Kür Şad’ın konçuyu olduğum için bütün ömrümce övündüm. Fakat bunu açığa vurmadım. Kağan olmak hakkı iken baban bu haktan vazgeçerek vuruştu. Sen de babana yarar oğul olmak istiyorsan Bozkurt soyundan olduğunu kimseye söylemeden yaşa. Kurt başlı gönder Ötüken’e dikilinceye kadar vuruş. Bir tegin olarak değil, Urungu olarak kal!



Urungu ömrümde ilk defa anasına itiraz etti:



- Niçin ana?

- Çünkü en güçlü, en iyi insan hakkından vazgeçen insandır. En büyük kahramanlık da hiçbir karşılık beklemeden yapılandır. Kür Şad böyle yapmıştı. Ablan böyle yapmıştı. Sen de böyle yap. Senin de baban g,b, olmanı istiyorum.



Urungu cevap vermedi. Nal sesleri yaklaşıyordu. Ölmek üzere olan ana, daha yavaş bir sesle şöyle dedi:



- Dediklerimi yapacağına, babana yakışır oğul olacağına and içersen bahtiyar öleceğim. Kür Şad öldüğü gün ben de ölmüş sayılırdım. Bu hayat yükünü sen yetişesin diye çektim. İstediğim sözü verirsen ölüm tatlı bir düş gibi gelecek.



Urungu, kendisini bildiği günden beri zavallı anasının katlandığı sıkıntıları düşündü. Kür Şad’ın konçuyu olduğu için değeri birdenbire yükselen bu ananın son istediğini yapmakla gönül açıcı bir sevinç duydu. Anasının yanında yere oturdu. Bıçağını çekerek yere bıraktı. Üzerine el bastı:



- “Babama, sana yaraşır bir oğul, ablama yaraşır bir kardeş olmak için karşılıksız vuruşacağım. Andımı tutmazsam gök girsin, kızıl çıksın” dedi. Kendisiyle birlikte bıçağa el basmış olan anası gülümsedi.



Nal sesleri çadırın kapısına kadar yaklaşmıştı. Üç atlı sıçrayarak atlarından indiler. Kapıya fırlayan Urungu, elinde bir kımız çamçağı tutan Börü’yü görünce başını anasına çevirdi:



- “Ana bak! Börü sana bir çamçak kımız getirdi” diye müjde verdi.



Fakat çilekeş ana artık işitmiyordu. Bu dört çadırlık obanın üç çadırındaki herkes kadına belki şifa olur diye kımız aramağa koştukları halde yetiştirememişlerdi. Kür Şad’ın konçuyu, ihtilâlden sonra kırk yıl daha beklediği, kırk yıl daha çile çektiği halde Ötüken’i görmeden ölmüştü.
 
Geri
Üst