20.Yüzyıl Tarihi

Paris Barış Konferansı

İtilaf Devletleri, 1. Dünya Savaşı'ndan yenik ayrılan devletlerle yapacakları antlaşmaların esaslarını saptamak amacıyla 18 Ocak 1919'da toplanmışlardır. 32 devletin temsilcileri katılmıştır. Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan'la imzalanacak barış antlaşmaları hazırlanmıştır.

Konferans sürerken İngiltere, Batı Anadolu'daki Müslümanların, Hıristiyanları katletmek üzere olduklarını ileri sürmüş ve Rumların sayıca fazla olduklarını bahane ederek Amerikan delegelerini etkilemiş, Anadolu'nun paylaşılmasına Yunanistan'ı da ortak etmiştir. Bunun nedenleri:

İngiltere'nin Doğu Akdeniz'deki çıkarlarını sürdürmek istemesi.

Batı Anadolu'da çıkarları bulunan İngilizlerin İtalya'ya güvenememesi; İtalya gibi güçlü bir devlet yerine kukla Yunanistan'ı tercih etmesi.

Yunanlıların, Ege Bölgesi'nin kendilerine ait olduğu ve bu bölgede nüfus yoğunluğuna sahip oldukları şeklinde propaganda yapmaları.

Yukarıda sıralanan nedenler, İtalya'nın İtilaf Devletleri'nden kopma sürecini başlatmıştır.
 
Potsdam Konferansı


Almanya'nın savaştan çekilmesi Avrupa'da bir sürü problem ortaya çıkarmıştı. Barış düzeninde bunlara bir çözüm bulmak gerekiyordu. Bunun için üç devlet arasında 17 Temmuz-2 Ağustos 1945 tarihleri arasında Berlin yakınında Potsdam'da bir toplantı yapılmıştır.

Başkan Roosevelt 12 Nisan 1945'de öldüğü için, Başkanlık, yardımcısı Harry S. Truman'a geçmiş ve Amerika'yı Potsdam'da Truman temsil etmiştir. Temmuz sonunda İngiltere'de seçimler yapılmış ve Muhafazakar Parti seçimi kaybettiğinden, İngiltere'yi konferansın yarısında Churchill, Temmuz sonundan sonra da İşçi Partisi lideri ve yeni Başbakan Clement Attlee temsil etmiştir. Potsdam Konferansı'nda görüşülen meseleler şunlardır:

Polonya Meselesi

Rus askerleri Polonya ve Almanya'yı işgal ettikten sonra, Curzon hattına kadar olan Doğu Polonya topraklarını kendisi almış, buna karşılık Batıda, Oder-Neisse çizgisine kadar olan Alman topraklarını da Polonya'ya vermişti. Sovyetler bu sınırları Potsdam'da Amerika ile İngiltere'ye tanıtmak istediyseler de, bu iki devlet bu sınırları tanımadı. Bunun üzerine, Polonya'nın Batı sınırları Almanya ile yapılacak barışa bırakıldı. Bu barış şimdiye kadar yapılmadığına göre, Polonya'nın bugünkü Batı sınırları fiili bir duruma dayanmaktadır.

Öte yandan Sovyetler, 16 Ağustos 1945 de Polonya ile yaptıkları bir anlaşma ile, Polonya-Rusya sınırını bu devlete Curzon çizgisi olarak kabul ettirdiler.

Almanya Meselesi

Almanya'daki bütün Nazi müesseseleri ortadan kaldırılarak, dört devlet kendi işgal bölgelerinde demokratik rejimin kurulmasına ve ayrıca Alman savaş sanayiinin barış ekonomisinin ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde organize edilmesine beraberce çalışacaklardır.

İngiltere ve Amerika, Alman endüstrisinin kökünden yıkılmasına engel oldular. Tamirat borcu için de herhangi bir rakam tespit edilmedi. Sovyet Rusya, Amerikan, İngiliz ve Fransız işgal bölgelerinden tamirat borcu alamayacaktı. Ancak barış ekonomisi için gerekli olmayan sınai teçhizatın pek az bir kısmı Sovyetlere verilecekti. Alman donanmasının çok büyük bir kısmı tahrip edilecekti. Savaş suçluları yargılanacaktı.

Avusturya

Almanya'da olduğu gibi, Avusturya ve Başkenti Viyana da dört devlet arasında işgal bölgelerine ayrıldı.

İtalya

İtalya'nın 1943'denberi Demokrasilerle işbirliği yaptığı göz önünde tutularak, bu devletle yapılacak barış ilk önce ele alınacak ve barış hükümleri mümkün olduğu kadar yumuşak tutulacaktı. İtalya meselesi tartışılırken Sovyetler İtalyan sömürgelerinden de pay istemişlerdir. Bu sömürgelerin Akdeniz ve Kızıldeniz kıyılarında bulunduğu düşünülürse, Sovyetlerin niyetlerinin ne olduğu açıkça meydana çıkar. Batılılar bu isteği kabul etmemekle beraber, meselenin barışın hazırlanması sırasında ele alınmasına karar verdiler.

Sovyet Peykleriyle Barış

Bu peykler, Sovyetlerin askeri işgali altına düşmüş olup, hükümetlerinde komünistlerin egemen olduğu Romanya, Bulgaristan ve Macaristan'dı. Sovyetler barış yapılmadan önce, Amerika ve İngiltere'nin bu memleketlerdeki hükümetleri tanımalarını istedi. Bu iki devlet ise bunlarla barış yapılmadıkça, bu tanımayı reddettiler. İspanya: Bu memleket savaşa katılmamakla beraber, Mihver'le sıkı işbirliği yaptığı için Birleşmiş Milletler Teşkilatı'na alınmayacaktı.

İran

İran'ın derhal boşaltılmasına karar verildi.

Boğazlar

Sovyetler, Türkiye'nin zayıf olması hasebile, serbest geçiş için gereken garantiyi sağlayamadığını, bu sebeple Boğazların Sovyet Rusya ile Türkiye'nin ortak kontrolü altına konulmasını istediler. Yani Ruslar Boğazlarda üs istiyorlardı. Tabiatıyla bu istek kabul edilmedi. Amerika ve İngiltere ise Ruslar için ancak Boğazlardan tam geçiş serbestisine taraftardılar. Mesele hakkında karar alınmayıp, her devletin kendi görüşünü Türkiye'ye bildirmesine karar verildi.

Tuna Nehri

Tuna nehri üzerinde bulunan bütün memleketler şimdi Sovyetlerin askeri işgali altında bulunduğundan, Tuna nehri fiilen Sovyet egemenliği ve kontrolü altına girmiş olmaktaydı. Bunun için Tuna'da gidiş-geliş serbestisinin sağlanması meselesinin de ele alınmasına karar verildi.

Rusya'nın Uzakdoğu Savaşına Katılması

Sovyetler, 1945 Ağustos ayının ikinci yarısında Uzakdoğu savaşına katılmayı kabul etmişlerdir. Fakat buna lüzum kalmadan Amerika, Japonya meselesini kendisi çözümledi.
 
Quebec Konferansı


Bu konferans, İtalya'da Mussolini'nin birdenbire düşmesiyle ortaya çıkan yeni durum karşısında, ikinci cephe meselesini yeni bir açıdan ele almak amacı ile, 14-24 Ağustos 1943'de Churchill ve İngiliz Genelkurmayı ile Amerikan Genelkurmayı arasında Quebec'de yapılmıştır.

Bu konferansta Churchill, İtalya'da ortaya çıkan yeni durum dolayısıyla, ikinci cephenin Fransa yerine, Türkiye'nin de savaşa katılmasıyla Balkanlarda açılmasında çok ısrar etmiş, fakat görüşünü kabul ettirememiştir. İkinci cephenin Fransa'da Normandie kıyılarında açılmasına karar verilmiş ve bunun hazırlanması sorumluluğu da Amerikalılara bırakılmıştır.
 
Rusya-Japonya Savaşı

Rus-Japon savaşı Mançurya yüzünden ve Çin'de meydana gelen gelişmeler neticesinde patlak vermiştir. 1894-95 savaşında Japonya'nın Çin karşısında gösterdiği üstünlük ve güç, Çin'de bir takım tepkilere sebep olmuştur. Çinli aydınlar da, ülkelerinin sömürgeleşmeden kurtulmasını Japonya gibi Avrupa metodları ile kalkınmada gördüler. Aydınların baskısı ile Çin imparatoru bir takım reform hareketlerine girişti. Fakat bu çok kısa sürdü. Çünkü bu yenileşme hareketlerine karşı bu kere muhafazakarlar tepki gösterdi.

Yenileşmeye karşı bu tepki bir süre sonra yabancı düşmanlığına dönüştü. Bu düşmanlığın öncülüğünü de "Haklı Yumruklar" manasına gelen I Ho Chü'an adlı bir teşkilat yapmaktaydı ki, Avrupalılar bu teşkilata "Boxer"ler demiştir.

1900 yılı Haziranında Boxer'ler ayaklandılar ve Avrupalıları öldürmeye başladılar. Hareket kısa zamanda genişledi. Bunun üzerine Avrupa devletleri ortak bir ordu kurup bunu Boxer'ların üzerine sevkettiler. Sonunda Boxer ayaklanması bastırıldı. Boxer ayaklanması sırasında Rusya da Mançurya'ya asker sevketti. Çünkü 1895'de Japonya'yı Liaotung'dan çıkardıktan sonra Rusya, Çin'le yaptığı anlaşmalarla Mançurya'da demiryolu yapma ve yeraltı kaynaklarını işletme hakkı elde etmişti. Bu demiryollarını ve madenleri korumak için Rusya Mançurya'ya asker sevkediyordu.

Bahanesi böyleydi. Gerçekte Rusya bu fırsattan ve karışıklıktan istifade edip Mançurya'ya iyice yerleşmek istiyordu. Rusya'nın bu niyeti hem Japonya'yı hem de İngiltere'yi endişelendirdi. Bu sebeple bu iki devlet birbirine yaklaştı. Her ikisi de Rusya'dan, Mançurya'daki askerini geri çekmesini ve bu toprakları tekrar Çin'in egemenliğine bırakmasını istedi. Rusya çekilmeyi kabul etmiş gibi görünüp, işi oyalama yoluna soktu. Bu ise en fazla Japonya'yı sinirlendirdi.

İngiltere, Japonya'yı Rusya'nın üstüne saldırtmak için, 1902 Ocak ayında Japonya ile ittifak yaptı. Buna göre Japonya Rusya ile bir savaş yaparken, Rusya'ya başka bir devlet de yardım ederse, o zaman İngiltere de Japonya'nın yardımına gelecekti. Bu ittifaka rağmen Japonya Rusya ile meseleyi anlaşma yoluyla halletmek istedi. Mançurya'ya Rusya'nın, Kore'ye de kendisinin yerleşmesini teklif etti ise de Rusya bunu kabul etmedi. Bu sefer Japonya, Rusyaya, Koreyi paylaşmayı teklif etti. Rusya bunu da reddetti.

Bunun üzerine Japonya 1904 Şubatında Rusya'ya savaş ilan etmekten başka çare görmedi. Savaş 18 ay kadar sürmüş ve hem karada ve hem deniz muharebelerinde Rusya için tam bir hezimetle sonuçlanmıştır. Japonya Liaotung yarımadasına asker çıkarıp Rusya'yı kara muharebelerinde perişan etti. Ayrıca Port Arthur limanındaki Rus donanmasına da ani bir baskın yapıp bu donanmayı da yoketti.

Rusya bunun üzerine Baltık donanmasını Uzak Doğu'ya gönderdi. Lakin Japonlar Tsushima Boğazı'nda bu donanmayı da kıstırdılar ve tamamen yok ettiler. Neticede Rusya yenilgiyi kabul edip 1905 Eylülünde Portsmouth (Amerika'da) barışını imzaladı.
 
Portsmouth barışı ile Rusya, Mançurya üzerinde elde ettiği bütün haklarını Japonya'ya devrediyor ve ayrıca Kore'nin de bağımsızlığını tanıyordu. 1910 yılında Japonya Kore'yi işgal edip burasını kendi topraklarına ilhak edecektir. Rus-Japon savaşının gerek Uzak Doğu, gerek Avrupa politikası bakımından bir takım mühim neticeleri olmuştur.

Uzak Doğu politikası açısından şüphesiz en mühim netice, Japonya'nın, dünyanın bu bölgesinde büyük bir kuvvet olarak sivrilmesiydi. Japonya, Rusya karşısında elde ettiği kesin zafer ve büyük başarı ile, milletlerarası politikanın büyük devletleri arasındaki yerini almaktaydı. Bundan başka, bir yandan, Rusya'nın, Çin'e ait Mançurya toprakları üzerinde sahip bulunduğu ekonomik hak ve imtiyazları aynen devralması ile bu topraklar üzerinde kurduğu kontrol, öte yandan da, 1910 da Kore'nin bağımsızlığına son verip bu ülkeyi de kendisine ilhak etmesi ile, Japonya Asya kıtasına ayak basmış olmaktaydı. Bu ise, Japonya'nın önünde yeni emperyalizm ufukları açıyordu.

Bundan sonra Japonya Asya'da genişlemeye çalışacak ve 1932 de Mançurya'yı ilhak ettiği gibi, 1937 de de Çin'i işgal etmek üzere harekete geçecektir. Kısacası, şimdi bir Uzak Doğu devleti de, Uzak Doğu'daki sömürgecilik faaliyetlerinin aktif unsuru haline geliyordu.

Rus-Japon savaşının Uzak-Doğu gelişmeleri açısından bir üçüncü neticesi de, Asya'da sarı ırk milliyetçiliğine bir güç ve hareketlilik, bir dinamizm ve hız kazandırmasıdır. Japonya diğer sarı ırk milletlerine de örnek oluyor ve sarı ırkın da neler yapabileceğini göstermiş oluyordu. Rus-Japon savaşının Avrupa politikası bakımından mühim neticesi ise, Rus politikasının cephe değiştirerek, Asya ve Uzak Doğu'dan tekrar Avrupa'ya dönmesidir. Zira Kırım Savaşı yenilgisinden sonra faaliyetlerini Asya ve Uzak Doğu'ya aktaran Rusya, şunu görmüştü ki, Asya'nın her tarafında İngiltere karşısına çıkmaktaydı. İran'da, Afganistan'da ve Tibet'te karşısında İngiltere'yi bulmuş ve onunla mücadele etmek zorunda kalmıştı. Mançurya üzerindeki mücadelede de, Japonya ile çatışma durumuna girmiş ve Japonya'nın arkasında da yine İngiltere yer almıştı.

Eğer İngiltere Japonya'yı desteklememiş olsa idi, Japonya Rusya ile bir savaşı göze alamazdı. Hasılı, Rusya'nın Asya'daki ve Uzak Doğu'daki faaliyetlerinin hepsinde İngiltere bir duvar gibi karşısına dikilmiş ve kendisini her yerde başarısızlığa uğratmıştı. O halde Rusya dünyanın bu bölgesinde İngiltere ile olan anlaşmazlıklarını sona erdirip, kendisinin geleneksel faaliyet alanı olan Boğazlara ve Avrupa'ya dönmeliydi. İşte bunun içindir ki, Japon yenilgisinin hemen arkasından Rusya 1907'de İngiltere ile bir anlaşma yapıp, Üçlü İtilaf'ın üçüncü halkasını meydana getirdi.

Şimdi İngiltere ile Rusya aynı safta bulunuyordu. Bu ise Rusya'nın Boğazlar üzerindeki emellerinin gerçekleşmesini kolaylaştıracaktı. Bundan dolayıdır ki, 1907'den sonra Rusya'nın ağırlığı Osmanlı Devleti üzerine çökecektir. Bir başka deyişle, Japonya'nın Rusya'yı yenmesi, Osmanlı Devleti'nin aleyhine bir durum ortaya çıkarıyordu. Japonya'nın Rusya karşısındaki başarısı, Çin'e de tesir etmiş ve bu ülkede de yeni gelişmelerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu gelişmeler günümüze kadar uzanmıştır. Japonya'nın Batılılaşma ile gerçekleştirdiği ilerleme ve bir büyük kuvvet olarak ortaya çıkması, Çin'de de bir kısım aydınları harekete geçirmiştir. Bunlardan Dr. Sun Yat Sen, bu yeni reformculuk hareketinin lideri olmuştur.

Dr. Sun Yat Sen, kafasında oluşturduğu çağdaşlaşma düşüncesini, 1894-95 Çin-Japon savaşından sonra harekete geçirdi. Lakin 1904-1905 Rus-Japon savaşı ve Japonya'nın büyük zaferi bu hareketi daha da hızlandırdı. 1911 yılında Çin'de patlak veren ayaklanmalara askerler de katılınca, 1912 yılında Mançu hanedanı yıkıldı ve cumhuriyet ilan edildi. Lakin iktidarı askerler ele geçirdi. Dr. Sun değil.

Askerler 1916 yılında tekrar imparatorluk ilan ederek bir general imparator oldu. Bu ise Dr. Sun'un mücadelesini daha da hızlandırdı. Dr. Sun Çin için kafasında oluşturduğu demokratik bir düzen düşünmekteydi. Bu arada, Mao Tse-tung ve arkadaşları 1921 de Çin Komünist Partisi'ni kurdular. Şimdi mücadeleye yeni bir unsur katılmış oluyordu.

Dr. Sun Yat Sen'in ve o öldükten sonra Chiang Kai-shek'in liderliğindeki Kuomintang Partisi ile Mao Tse-tung'un Komünist Partisi bazan birbirleriyle mücadele ederek, bazan da işbirliği yaparak, 1945 yılına geleceklerdir. Lakin 1945'de İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesi ve Japonya'nın yenilmesi üzerine, komünistlerle Kuomintang milliyetçilerinin mücadelesi tekrar başlayacak ve mücadele 1949 Ekiminde Çin'de komünist rejimin kurulmasıyla kapanacaktır.
 
Saadabad Paktı


İtalya'nın Habeşistan'ı işgali ile Doğu Akdeniz'de ortaya çıkan İtalyan tehlikesi Türkiye'yi bir yandan İngiltere'ye bağlanmaya ***ürürken, öte yandan Orta Doğu devletleriyle de bir takım savunma tedbirleri almaya ***ürmüştür.

İtalya-Habeş anlaşmazlığının ortaya çıkmaya başladığı ilk günden itibaren İtalya, yayılma ve sömürgecilik istekleri konusunda daha açık konuşmaya başlamış ve bu isteklerin toplandığı alanlar olarak Asya ve Afrika adı da sık sık söylenir olmuştur. Afrika deyimi ile neyin kastedildiği belliydi. İtalya'nın bu kıtada eskiden beri emelleri ve toprakları vardı. Fakat Asya ile anlatılmak istenen topraklar nereleriydi?

Herhalde Uzakdoğu veya Hindistan değildi. İtalya'nın coğrafya durumu dolayısıyla, Asya toprakları da olsa olsa Anadolu ve komşuları olabilirdi. Kaldı ki, İtalya'nın Habeşistan'a yerleşmesiyle, şimdi Arap yarımadası ve daha yukarıdaki memleketler de tehdit altına giriyordu. Şu halde İtalya'nın Habeşistan'a girmesiyle Orta Doğu bölgesi de kritik bir durum alıyordu.

Bu durumu, başta Türkiye olmak üzere diğer Orta Doğu devletleri de görmüşlerdi. Balkanlar üzerindeki Bulgar ve İtalyan tehlikeleri dolayısıyla nasıl Balkan Antantı denen savunma sistemi kurulmuş ise, şimdi Orta Doğu'ya yönelen İtalyan tehlikesi için de böyle bir savunma sistemi kurmak zorunluydu.

Bu düşünceler, daha İtalya-Habeş anlaşmazlığının başında Orta Doğu memleketlerine egemen olmuş ve İran'ın teşebbüsü üzerine, Cenevre'de 2 Ekim 1935'de Türkiye, İran ve lrak arasında üçlü bir antlaşma parafe edilmişti. Türkiye tarafından hararetle desteklenen bu anlaşmayı gerçek alanına sokmak hemen mümkün olmadı. Çünkü İran ile Irak arasında sınır anlaşmazlığı ile Türkiye ile İran arasında da bazı meseleler vardı. Zorlama tedbirleri konusunda İtalya'nın aldığı tehditkâr durum ve Habeşistan'ın istilasını gerçekleştirmesi, bu devletleri birbirine daha fazla yakınlaştırdı. Bu arada Türkiye komşularıyla olan münasebetlerini sıkılaştırdı.

1937 yılında İran ile çeşitli işbirliği konularında birçok anlaşmalar yapılarak, iki devlet arasındaki dostluk kuvvetlendirildi. 5 Haziran 1926'da Irak ile imzalanan ve süresi biten Dostluk Antlaşması 1937 Nisanında yenilendi ve süresi uzatıldı. Aynı anda, 7 Nisan 1937'de Türkiye ile Mısır arasında "bozulmaz barış ve samimi ve daimi dostluk antlaşması" imzalandı.

Nihayet İran ile Irak arasındaki sınır anlaşmazlığı da çözümlenince, 1935'de parafe edilmiş olan antlaşmayı imzalamak için herhangi bir engel kalmıyordu. Bu arada bu anlaşmaya Afganistan'ın da katılması sağlanmıştı. Bunun üzerine, 8 Temmuz 1937'de Tahran'da Saadabad Sarayı'nda, Türkiye, İran, Afganistan ve Irak arasında Saadabad Paktı adını alan antlaşma imzalandı.

Beş yıl için imzalanan bu dörtlü antlaşma ile taraflar, aralarındaki dostluk münasebetlerini devam ettirmeyi, Milletler Cemiyeti ve Kellogg Paktı'na bağlı kalmayı, birbirlerinin iç işlerine karışmamayı, ortak sınırlarına saygı göstermeyi, ortak çıkarlarını ilgilendiren meselelerde birbirlerine danışmayı, birbirlerine karşı herhangi bir saldırı hareketine girişmemeyi ve saldırma amacını güden hiçbir siyasal kombinezona katılmamayı taahhüt ediyorlardı.

Böylece Türkiye, Balkan Antantı ve Saadabad Paktı ile, batıda ve doğuda bir güvenlik sistemi kurmuş ve kendisi için önemli olan bu iki bölgede barış politikasını kuvvetlendirmiş oluyordu.
 
Germain Antlaşması

Avusturya ile 381 maddelik barış antlaşması, 10 Eylül 1919'da St. Germain-en-Laye'de imzalandı. Avusturya, Macaristan, Çekoslovakya ve Yugoslavya'nın bağımsızlığını tanıyordu. Ayrıca, Galiçya'yı Polonya'ya, Hırvatistan'ı Yugoslavya'ya, Tirol ile Trieste'yi İtalya'ya ve Bukovina'yı Romanya'ya bırakıyordu.

Milletler Cemiyeti'nin rızası olmadıkça Almanya ile birleşemeyecekti. Mecburi askerlik kaldırılıyor ve Avusturya ordusu 30.000 kişiye indiriliyordu. Ayrıca tamirat borcu ödeyecekti. St. Germain barışı ile Avusturya'nın toprakları 576.000 Km. kareden 84.000 Km. kareye ve nüfusu da 50 milyondan 7 milyona düşüyordu. Bu nüfusun 2 milyonu Viyana'da bulunuyordu ki bu, ekonomik bakımdan son derece garipti. Zengin tarım ve endüstri bölgeleri olan Bohemya ve Tirolleri kaybeden Avusturya, ekonomik bakımdan güç duruma düşüyordu.
 
Tahran Konferansı


Tahran Konferansı, Roosevelt, Churchill ve Stalin'in katılmasıyla 28 Kasım-1 Aralık 1943 tarihleri arasında yapıldı. Buna şifre adı ile "Eureka" da denir. Tahran Konferansı'nda söz konusu olon meselelerin en önemlileri şöyledir:

Ruslar ikinci cephenin açılmasında yine ısrar etmişler ve bu ısrarın sonucu olarak bu cephenin açılması tarihi 1 Mayıs 1944 olarak tesbit edilmiştir. Churchill, ikinci cephenin Balkanlarda açılması fikrini Ruslara da kabul ettirememiştir. İkinci cephe ile ilgili olarak, Türkiye'nin de savaşa katılmasına karar verilmiştir.

Savaş sonrası barış düzeninin korunması için bir milletlerarası teşkilat kurulması fikri bütün taraflarca kabul edilmekle beraber, Ruslar, dört büyük devlet arasına Çin'in de katılmasına yine itiraz etmişler, fakat onlar da isteklerini kabul ettirememişlerdir.

Moskova Konferansı'nda olduğu gibi bu konferansta da Polonya meselesi söz konusu olmuştur. Ruslar Londra'daki mülteci Polonya Hükümeti'ni tanımayı yine reddetmişlerdir. Polonya'nın sınırları meselesinde ise, Oder Nehri'ne kadar olan Alman topraklarının Polonya'ya verilmesi kabul edilmiştir.

Tahran Konferansı'nda birçok önemli meseleler de, gayri resmi toplantılarda yapılan özel konuşmaların konusunu teşkil etmiştir. Bunların çoğu da Rusya ile ilgili olmuştur. Mesela Roosevelt, Rusların Baltık, Türk Boğazları ve Pasifik'in sıcak sularına çıkma arzusunu sempati ile karşıladığını belirtmiştir. Ruslar Finlandiya'dan da toprak istekleri olduğunu da belirtmişlerdir.

Bir yemekte Churchill, Stalin'e, savaştan sonra Rusların toprak istekleri olup olmayacağını sorduğu zaman, Stalin "Vakti geldiğinde konuşacağız" demiştir. Bu konuşmalarda ortaya çıkan ilgi çekici noktalardan biri de, Sovyetler'in Almanya'dan duyduğu derin korku idi. Bu sebeple, Almanya'nın adamakıllı ezilmesini ve parçalanmasını istiyorlardı. Buna karşılık Churchill, Almanya'nın 5 ayrı bağımsız devlete bölünmesini ileri sürmüştür.

Yine bir yemekte Stalin, Almanya'nın tesliminden sonra 50.000 Alman subayının kurşuna dizilmesini teklif edecek kadar ileri gitmiştir. Tahran Konferansı'nın önemli sonucu zafere doğru yaklaşıldıkça müttefikler arasındaki görüş ayrılıklarının da belirmeye başlamasıydı.

Churchill durmadan ikinci cephenin Balkanlar'da açılmasını ileri sürmüştü. Çünkü Sovyetler'in Balkanlar'a girip bir daha çıkmamalarından endişe etmekteydi. Tabii bunu Ruslar da farkettiklerinden, bu fikre karşı gelmişlerdir. Roosevelt ise, Tahran'da mümkün olduğu kadar Stalin'e kur yapmaya çalışmış ve savaştan sonra Sovyetler'le sıkı bir işbirliği yapabileceği hayaline kapılmıştı.

İngiltere ile Amerika arasındaki bu görüş ayrılığı, savaş sonrası tasarıları bakımından Sovyetler'i çok hoşnut bırakmış ve bu sebeple de Stalin, Tahran Konferansı'nda savaş sonrası için fazla bağlayıcı taahhütlere girişmekten özellikle kaçınmıştır.
 
Varşova Paktı

14 Mayıs 1955'te S.S.C.B Varşova Paktı'nı oluşturdu. Bu devletin yanında Çekoslovakya, Bulgaristan, Macaristan, Polonya, Doğu Almanya ve Arnavutluk (1968'de çekildi) örgütün üyesi oldular. Rus yöneticilerin anlatımı ile Varşova Paktı. bir NATO saldırısına karşı Doğu Avrupa ülkelerini savunmak amacıyla kurulmuştur.

Bu paktın kuruluş antlaşması, üyeler arasında birleşik bir askeri komutanlık kurulmasını ve Doğu Avrupa ülkelerinin topraklarına Sovyet Ordu birliklerinin yerleşmesini öngörüyordu. 1989'da komünizmin çökmesi ve çok partili parlamenter rejime geçilmesi, Avrupa'nın iki bloklu yapısını siyasal bakımdan ortadan kaldırdı. Varşova Paktı, 1 Nisan 1991'de dağıtıldı ve böylece savaş sonrası Avrupa'sının iki kutuplu yapısı askeri bakımdan da tarihe karıştı.
 
Vietnam Savaşı

Vietnam Savaşı denen ve 1965'de başlayıp 1973 yılı başlarına kadar sekiz yıl devam eden, Amerika'nın Kuzey Vietnam'la mücadelesi, Amerikan tarihi bakımından olduğu kadar, savaş sonrası milletlerarası münasebetlerin gelişmesi açısından son derece enteresan ve mühim bir hadise teşkil eder.

Vietnam savaşı, bir süper-devlet'in, 17 milyonluk bir küçücük ülkede bataklığa nasıl saplandığının da bir hikayesidir. Bu, aynı zamanda, ağır tabiat şartlarından iyi yararlanan bir gerilla taktiğinin, en mükemmel konvansiyonel silahlar karşısındaki zaferinin de bir ifadesidir.

Nihayet, 1861-1865'den beri, yani son yüz yıl içerisinde ilk defa, Amerikan halkı, manasız ve amaçsız bulduğu bu savaş dolayısıyla federal hükümete karşı başkaldırmıştır. Amerika'nın Vietnam'a bulaşması birdenbire olmamış, yavaş yavaş gelişen bir politikanın neticesi olarak ortaya çıkmıştır.

1954 Temmuzundaki Cenevre anlaşmaları ile Laos, Kamboçya, Kuzey ve Güney Vietnam bağımsız devletler olmuşlardı. Yalnız, 17'nci enlemin kuzeyinde bulunan Kuzey Vietnam'da Ho Chi Minh liderliğinde bir komünist rejim bulunuyordu. Bu rejimin daha kuzeyinde ise Çin gibi bir komünist dev vardı. Onun da kuzeyinde, Sovyet Rusya gibi bir komünist süper-devlet bulunmaktaydı. Meseleye bu açıdan bakınca, Kuzey Vietnam Asya'daki büyük komünist blokun bir ileri ucu, bir ileri karakolu idi ve bu hali ile de bütün Hindiçini kıtası için muhtemel bir tehdit ve tehlike idi.

Bu sebeple Amerika, 1954'den sonra Vietnam'da ve genel olarak Hindiçini'de Fransa'nın yerine geçti ve Asya komünist bloku ile SEATO üyelerinin meydana getirdiği anti-komünist güney-doğu Asya arasında bir tampon teşkil eden Güney Vietnam ile yakından ilgilenmeye başladı.

Güney Vietnam'da 23 Ekim 1955'de yapılan bir referandumda İmparator Bao Dai düşürüldü ve Vietnam'ın başına Ngo Dinh Diem geçti. Koyu bir komünist aleyhtarı olan Diem'i Amerika hemen 26 Ekimde tanıdı ve Diem de ilk günden itibaren Amerika'ya dayanma yoluna gitti. Diem 8-10 Mayıs 1957'de Amerika'yı ziyaret etti ve yayınlanan ortak demeçte, Çin'in de adı zikredilerek, bölgede komünizmin yıkıcı faaliyetlerini gittikçe arttırmakta olduğuna dikkat çekildi.

Diğer taraftan, 1954 Cenevre anlaşmalarına göre, Kuzey ve Güney Vietnam seçimler yoluyla birleştirilecekti. Seçimler 1956 yılında yapılacaktı. O zamanki genel kanaat odur ki, eğer 1956 yılında seçimler yapılmış olsaydı, Ho Chi Minh Güney Vietnam'da da seçimleri kazanabilirdi. Bunu bildiği içindir ki, Güney Vietnam diktatörü, Katolik ve anti-komünist Diem bu seçimlere yanaşmadı. Amerika da Diem'i destekledi. Ho Chi Minh 1957 yılına kadar bekledi. Diem'in seçime yanaşmadığını görünce, Diem hükümetini devirmek için, Güney Vietnam'daki Viet Cong vasıtasıyla yoğun terörist faaliyetlerine ve gerilla mücadelelerine girişti.

Viet Cong'un Güney Vietnam'da yarattığı huzursuzluk o derece ciddi bir hal aldı ki, Başkan Eisenhower 4 Nisan 1959'da yaptığı bir konuşmada, 12 milyon nüfuslu Güney Vietnam'ın komünist kontrolü altına düşmesinin, 150 milyonluk bir bölgeyi tehlikeye sokacağını, Amerika için ve "hürriyet için" yıkıcı bir gelişmeyi başlatacağını, bundan dolayı Amerika'nın güvenliği ve milli menfaatleri için Güney Vietnam'a ekonomik ve askeri yardımın yapılması gerektiğini söylüyordu. Amerika'nın Vietnam'a bulaşması böyle başladı.

Başkan Eisenhower 1960 Kasımında görevden ayrıldığında ve Kennedy Başkanlık seçimlerini kazandığında, Amerika'nın Güney Vietnam'da 1000 "askeri danışman"ı bulunuyordu. Başkan Kennedy 22 Kasım 1963 günü öldürüldüğünde ise, bu danışmanların sayısı 17.000 olacaktır. Bu arada 70 danışman da öldürülmüştü. Amerika ilk kayıpları vermeye başlamıştı.

Amerika'nın yeni Başkanı John F. Kennedy 20 Ocak 1961'de görevine resmen başladığı zaman Viet Cong'un faaliyetleri ile Güney Vietnam'da durum daha da kötüleşmişti. Bu sebeple Kennedy, Başkan Yardımcısı Lyndon B. Johnson'ı, durumu yerinde incelemek üzere; 1961 Mayısında Güney Vietnam'a gönderdi. Johnson ve Diem arasında yapılan görüşmeler sonunda, 13 Mayıs 1961'de yayınlanan ortak bildiride, Güney Vietnam'da mevcut olan gerilla savaşı ve "Komünist İmparatorluğu'nun" "Hür Vietnam"a yaptığı baskı karşısında alınması gereken tedbirler 8 madde halinde belirtiliyordu ki, bu tedbirler arasında Amerika'nın askeri yardımı ile uzman yani danışman yardımı başta geliyordu.

Bu durum karşısında Kennedy iki baskı arasında kalmıştır. Askerlere göre Güney Vietnam'a Amerikan askeri gönderilmeliydi. Dışişleri Bakanlığı ise, bunun tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini ve Amerika'yı Vietnam'da Fransa'nın durumuna düşürebileceği görüşünü ileri sürdü. Başkan Kennedy bu iki görüşün arasında yer aldı ve Güney Vietnam'daki Amerikan askeri danışmanlarının sayısını arttırdı.

1963 Kasımında bir suikaste kurban gittiğinde, danışmanların sayısı 17.000'i bulmuştu. Fakat bu meseleye çare olmadı. Öte yandan, Güney Vietnam'da Diem'in diktatörlüğü her geçen gün halk için çekilmez hale gelmeye başlamıştı. Bu sebeple, siyasi reformlar yapabilecek bir idareyi işbaşına getirmek amacı ile ve Amerika'nın desteklediği bir darbe ile, Diem 1963 Aralık ayında iktidardan düşürüldü ve yerine General Duong Van Minh başkanlığında bir Askeri İhtilal Konseyi geçti.

Kennedy'nin öldürülmesinden sonra, Anayasa gereği, başkanlığa, Başkan Yardımcısı Johnson geçti. Johnson'la beraber Amerika'nın Vietnam politikası da yeni bir safhaya girdi. Daha doğrusu Amerika Vietnam savaşına fiilen bulaştı. Zira, 2 Ağustos 1964 günü Tonkin Körfezinde Amerikan donanmasına ait Maddox destroyeri Viet Minh (Kuzey Vietnam) gemilerinin saldırısına uğradı. 4 Ağustos günü bu saldırılar diğer Amerikan gemilerine de yöneldi.

Amerikan donanması bu saldırıları püskürtmekle ve iki Viet Minh gemisini batırmakla beraber, hukuken Viet Minh Amerika'ya saldırıda bulunmuş olmaktaydı. Bu sebeple, Başkan Johnson 5 Ağustos'ta Kongre'ye gönderdiği mesajda, komünizmin saldırılarına karşı Amerika'nın kararlılığını göstermesini ve bu saldırılara karşı koymada, asker kullanma da dahil; Başkana yetki verilmesini istedi. Kongre ise, 10 Ağustosta aldığı ortak kararında, Başkana, Amerikan silahlı kuvvetlerine karşı vuku bulacak her türlü saldırıyı defetmek ve Amerika'nın SEATO antlaşması çerçevesi içindeki taahhütlerini yerine getirmek için, Amerikan askerlerinin kullanılması da dahil, her türlü tedbiri alma yetkisini verdi.

Karar, Senato'da 2'ye karşı 88 ve Temsilciler Meclisinde de sıfıra karşı 416 oyla kabul edilmişti. Amerika'nın bu kararlılığı, Viet Minh'in cesaretini kıracağı yerde, güneydeki faaliyetlerini daha da arttırdı. Bunun üzerine Başkan Johnson Kuzey Vietnam'ı müzakere masasına oturtabilmek amacı ile 1965 Şubatından itibaren Kuzey Vietnam'ı bombalatmaya başladı. Maksat, Viet Minh gerillalarının gücünü kaynağında yok etmekti. Bu sebeple askeri hedefler bombardıman ediliyordu.

Bu bombardımanlar üç yıl sürecektir. Fakat bombardımanlar istenen neticeyi vermedi. Zira Ho Chi Minh, Amerika'nın havadan yaptığı baskıya, karada kendi baskısını arttırarak cevap verdi. Yani, Güney Vietnam'a sızmalar ve gerilla faaliyetleri büsbütün arttı. Bu ise Amerika'yı, Vietnam'ı Amerikan askeri ile savunmaya sevketti. 1965 Mayısında Güney Vietnam'a 80.000 asker gönderildi. Bu sayı giderek artacak ve 600 bine yaklaşacaktır.

Vietnam'a asker gönderilmesi Amerika'nın kendi içinde büyük çalkantıya sebep oldu. Zira Amerikan askeri ölmeye başlayınca Amerikan kamu oyunda tepkiler artmaya başladı. Büyük şehirlerde ve bilhassa üniversitelerde Vietnam savaşına karşı protesto gösterilerine girişti.

Gençlik Vietnam savaşının ve orada ölme gereğinin sebebini anlayamıyordu. Vietnam savaşı, Amerikan kamu oyu için sebebi anlaşılamayan manasız ve amaçsız bir savaş haline gelmişti. O kadar ki, Amerikan Kongresi de Başkan Johnson'ın aleyhine bir tutum almaya ve Johnson'ın yanlış değerlendirme ile kendilerini yanılttığını söylemeye başladı. Amerika'nın Avrupalı müttefikleri de Amerika'nın Vietnam macerasını tasvip etmediler.

Batı ittifakı Vietnam'da bir prestij yarası alırken, öte yandan Amerika kendi müttefiklerine yeteri kadar danışmadan bir maceraya girmişti ki, bu maceranın sonu Batı Avrupa'yı da işin içine çekebilirdi. Bu konuda en fazla tepki gösteren de Fransa oldu. Halbuki Amerika'nın bu savaşı değerlendirmesindeki faktörler şöyle idi. Amerika Güney-Doğu Asya ile Pasifiği kendi milli menfaatlerinin ve güvenliğinin hayati bir bölgesi olarak telakki ediyordu.

II. Dünya Savaşında Japonya ile çatışmaya sürüklenmesinin sebebi de, Çin'i korumaktan ziyade, Japonya'nın güneye sarkıp Güney-Doğu Asya ve Pasifiği tehdit etmesiydi. Kuzey Vietnam'a da bu sefer Çin açısından bakıyor ve Kuzey Vietnam'ı Çin'in bir uzantısı olarak görüyordu. Bilhassa Çin'in 1959 da Tibet'i işgali ve 1962'de de Hindistan'a saldırması, 1964'de Çin'in kendi atom bombasını yapması ve nihayet 1965'de Savunma Bakanı Lin Piao'nun Güney-Doğu Asya'dan söz etmesi, Amerika'nın bu konudaki endişelerini arttıran gelişmeler olmuştur.

Bütün bunlardan başka, Vietnam'ın yüzlerce yıl Çin hakimiyeti altında yaşamış olmasını ve ayrıca, Çin Vietnam'a hakim olduğu takdirde, bölgede yaşayan geniş Çin azınlıklarını da harekete geçirebileceğini de unutmamak gerekir. Bununla beraber, Başkan Johnson, bir yandan Vietnam savaşında tırmanmaya giderken, öte yandan da, çeşitli kanallardan barış için teşebbüslerini de eksik etmedi. Bu teşebbüsler 1966-1967'de yoğunlaştı. Bu gelişmelerin neticesi olarak 1968 Mayısında Paris'te Kuzey Vietnam ve Amerika arasında barış görüşmeleri başladı ve görüşmeler biraz ilerleyince de, Başkan Johnson 31 Ekim 1968 tarihinden itibaren Vietnam'ın bombardımanını durdurdu.

Bu arada Johnson, 31 Mart 1968'de yaptığı bir konuşmada, Vietnam savaşı karşısında Amerikalıları birlik ve bütünlüğe davet etti ve bu birlik ve bütünlüğün korunması için, kendisinin 1968 Kasımındaki başkanlık seçimlerine adaylığını koymayacağını bildirdi.

1968 Kasımında yapılan Başkanlık seçimlerini Cumhuriyetçi Partiden Richard Nixon kazandı. Nixon, 20 Ocak 1969'da Başbakanlık görevine başladığında Vietnam'da 540.000 Amerikan askeri bulunuyordu ve 31.000 Amerikan askeri de Vietnam'da ölmüştü. Bu sebeple Nixon ve Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, Vietnam politikasına yeni bir şekil verdiler. Buna göre, Amerika bir yandan Vietnam'daki askerini yavaş yavaş geriye çekerken, bir yandan Kuzey Vietnam'ın bombalanması daha da arttırılacaktı. Bunun da sebebi, Kuzey Vietnam'ı barışa zorlamaktı. Nitekim, Nixon idaresi bütün bunları yaparken Paris'te devam etmekte olan barış görüşmelerini de hızlandırmaya çalıştı.

Nixon, Amerika'yı Vietnam bataklığından çekip çıkarmaya kararlı idi. Bundan dolayı, 1969 Haziranında 25.000 Amerikan askerini Vietnam'dan çekti. 1971 yılı sonlarında geri çekilen asker sayısı 200.000'i bulacaktır. Bu arada da, Nixon, 1969 Temmuzunda Pasifik bölgesinde yaptığı bir gezi sırasında, 25 Temmuzda Guam adasında yaptığı basın toplantısında, Guam Doktrini veya Nixon Doktrini denen görüşlerini ortaya attı.

"İşbirliği yolu ile barış" (peace through partnership) prensibine dayanan bu görüşlere göre, Amerika bundan böyle dünyanın neresinde olursa olsun, Vietnam örneği savaşlara girmeyip müttefiklerine Amerikan askerini kullanarak değil, ekonomik ve askeri yardım suretiyle destek olacaktı.

Nixon Doktrini, bir bakıma, 1957 Ocak tarihli Eisenhower Doktrinin tersi oluyordu. Çünkü Eisenhower Doktrini Amerikan askerinin kullanılması esasına dayanmaktaydı. Paris'te sürmekte olan barış görüşmeleri ancak 1973 yılı başında bir neticeye ulaşabildi. Bunda, 1972 yılında Amerika'nın Çin'le münasebetlerini düzeltmesi ve ayrıca Sovyet Rusya ile Amerika arasında 1972 Mayısında SALT-İ antlaşmasının imzası büyük rol oynamıştır. Çünkü, Kuzey Vietnam'ın iki destekçisi olan, hem Sovyetlerin ve hem de Çin Halk Cumhuriyeti'nin, Amerika'nın Vietnam'da sıkışık bir durumda bulunduğu bir sırada, bu ülke ile münasebetlerini yumuşatması, Kuzey Vietnam için müspet bir gelişme değildi.
__________________
 
Ho Chi Minh, bir yalnızlık ihtimalinden endişe etti. Kaldı ki, Amerikan bombardımanlarının Kuzey Vietnam'da yaptığı tahribat da öyle kolay onarılacak cinsten değildi. Ülke gerçekten harap bir duruma girmişti. Bu faktörler, Ho Chi Minh'i savaşı sona erdirmeye sevketti. Amerika'ya 55.000 Amerikan askerinin ölümüne malolan Vietnam barışı Paris'te 27 Ocak 1973'de imzalandı.

Esas metni 23 maddeden ibaret olan bu barış ile, 1954 Cenevre anlaşmalarına dönülüyor, yani 17'nci enlem yine Kuzey ve Güney Vietnam arasında sınır oluyordu. Amerika altmış gün içinde Vietnam'daki bütün askerini ve malzemesini geri çekecek ve mevcut üslerini de tasfiye edecekti. Buna mukabil, Kuzey Vietnam da Güney Vietnam halkının kendi kaderini kendisinin tayin etmesine ve istediği siyasi rejime kendisinin karar vermesine müdahale etmeyecekti.

Kuzey ve Güney Vietnam'ın birleştirilmesi, kuvvet ve zor yoluyla değil, iki tarafın aralarında yapacakları müzakereler, karşılıklı anlaşma ve barış yoluyla gerçekleştirilecekti. Bundan başka, Kamboçya ve Laos'un tarafsızlığına ve bağımsızlığına taraflar tam saygı göstereceklerdi. Nihayet, Kuzey Vietnam ile Amerika arasında meydana gelen bu yeni münasebet düzeni dolayısıyla, savaş yaralarının sarılmasında ve kalkınmasında Amerika, Kuzey Vietnam'a yardım edecekti.

Amerika, bu barış ile nihayet yakasını Vietnam'dan kurtarmaya muvaffak olmuştu. Lakin Vietnam meselesi bu barış ile kapanmadı. Barış ancak 22 ay devam edebildi. Bu sürenin sonunda Güney Vietnam komünistlerin eline geçti. Amerika, Vietnam'dan çekildikten sonra, Güney Vietnam'ın yaklaşık 1 milyon kadar askeri, 1.600 uçağı ve 600 tankı vardı. Fakat, Viet Cong gerillalarının faaliyeti dolayısıyla, bu asker sabit mevkileri savunmakta idi. Saldırı gücü yoktu.

Diğer taraftan, Vietnam savaşının Amerikan kamu oyunda uyandırdığı tepki dolayısıyla, barıştan hemen sonra Amerikan Kongresi de Güney Vietnam'a yapılan yardımları, azaltmaya başladı. Askeri yardım 1 milyar Dolardan 700 milyona ve ekonomik yardım da 750 milyon Dolardan 425 milyona indirildi. Buna karşılık Güney Vietnam'daki askeri durum da iyi değildi.

Saygon rejimine karşı savaşan Vietnam Halk Ordusunun güneyde 200.000 askeri bulunuyordu. Viet Cong gerillalarının kuvveti de 100.000 civarında idi. Bütün bunlara bir de Saygon hükümeti içindeki suistimalleri ilave etmek gerekiyordu. Bu şartlardan yararlanan Kuzey Vietnam 1974 Aralık ayı başlarında Kamboçya'dan Mekong Nehri deltasından Güney Vietnam'a doğru saldırılara geçti. Bu saldırıları Kuzeyden ve diğer yerlerden de yapılan bir çok saldırılar takip etti. Bu saldırılar o kadar çabuk gelişti ki, Güney Vietnam başlıca birer birer komünistlerin eline geçmeye başladı. Güney Vietnam ordusu bu saldırılar karşısında çabucak çöktü.

En son 30 Nisan 1975'de başkent Saygon'un komünistlere teslim olması ile, bütün Vietnam, otuz yıllık bir mücadeleden sonra komünistlerin kontrolü altına girmiş oluyordu. Bu ise Güney-Doğu Asya bölgesindeki kuvvet münasebetlerinin yapısında mühim değişiklikler meydana getirerek yeni bir dönemi açacaktır.

Vietnam Savaşından Sonra

Kuzey Vietnam'ın Güneyi ele geçirmesi ve bu suretle, II. Dünya Savaşı'ndan sonra bölünmüş olan bu ülkeyi kendi kontrolu altında birleştirmiş olması, bir diğer bölünmüş ülkenin kuzeyi olan Kuzey Kore'yi de harekete geçirdi. Komünist Kuzey Kore'nin lideri Kim II Sung 1975 Nisanında Peking'i ziyaret ederek, Güney Kore'ye karşı girişeceği hareket için Çin'den destek istedi. Halbuki şimdi Çin'in güney-doğu Asya gelişmelerine bakışı çok farklı idi ve Çin'in değerlendirmelerinde Sovyet faktörü ağır basıyordu. Bu sebeple Çin, Kuzey Kore'nin girişmek istediği teşebbüsü desteklemeye yanaşmadı. Kaldı ki, Kuzey Kore'nin niyetini sezinleyen Birleşik Amerika, hemen ağırlığını Güney Kore'nin yanına koydu ve Güney Kore'ye herhangi bir saldırı halinde Amerika'nın her türlü yardımı yapacağını bildirdi.

Bu durum karşısında, Kim İİ Sung hevesinden vazgeçmek zorunda kaldı. Kuzey Vietnam'ın Güney Vietnam'ı işgali, güney-doğu Asya'nın diğer ülkelerinde büyük bir telaş ve korkuya sebep oldu ve tarafsızlık eğilimlerini kuvvetlendirdi. Bunun birinci sebebi, gerilla savaşı ve yıkıcı faaliyetlerde Kuzey Vietnam'ın gerçekten yetenekli olduğunun ortaya çıkması idi. İkincisi ise, Güney Vietnam'ın teslim olması çok miktarda Amerikan silah ve askeri malzemesinin komünistlerin eline geçmiş olmasıydı.

O zaman Amerikan Savunma Bakanlığının tahminlerine göre, 2 milyar Dolarlık Amerikan silahı komünistlerin eline geçmişti. Gerçekte, Vietnam'ın hemen yeni bir saldırıya geçecek hali yoktu. Fakat bölge ülkeleri, belirttiğimiz sebeplerden dolayı, korkuya kapıldılar.

1967'de kurulan ASEAN (Güney-Doğu Asya Devletleri Birliği- Association of South-East Asian Nations) üyelerinden Malaysia, Tayland ve Filipinler, hemen Çin'le diplomatik münasebetler kurdular. Vietnam'a karşı Çin'de bir denge unsuru arıyorlardı. Zira, biraz aşağıda açıklayacağımız üzere, Vietnam meselesi Sovyet Rusya ile Çin arasında daha 1975 Mayısından itibaren yeni bir mücadele konusu olduğu gibi, eski adı ile Kamboçya, fakat 1975'den itibaren yeni adı ile Kampuchea'nın Vietnam ile arası bozulacak ve Vietnam Sovyet Rusya'ya dayanma yoluna giderken, Kampuchea da güvenliğini Çin'in kanadının altında bulacaktır.

Diğer taraftan, Vietnam'ın tepkisini çekmemek için, Malaysia Güney-Doğu Asya'nın bir "tarafsızlık bölgesi" olmasını teklif ederken, Tayland ve Filipinler, ülkelerindeki Amerikan askerlerinin çekilmesini istediler. Bunun neticesi olarak, 24 Eylül 1975'de SEATO dağıtıldı. Bu ülkelerin içinde en fazla korkuya kapılanı, Laos ve Kamboçya'ya karadan ve Vietnam'a da denizden komşu olan Tayland idi. Hatta Tayland güney-doğu Asya'da kurulacak yeni bir gruplaşmaya Kamboçya, Laos ve Vietnam'ı da katmak gibi bazı tasarıların peşinde oldu ise de bu sırada Hanoi'nin meseleleri ve tasarıları bambaşka idi.

Mamafih 1975 yılı sonlarına doğru ortalık sakinleşmeye başlayınca güney-doğu Asya bölgesinin heyecanı da geçmeye başladı ve bu bölge ülkeleri yine güvenliklerini, Amerika'nın bölgeye olan alakasına bağlamaya başladılar. Çin yine bu ülkeler için bir dayanak unsuru olmaya devam etti. Zira, Vietnam'ın 1978 Aralık ayı sonundan itibaren Kampuchea'yı işgale başlaması, Çin ile bölge ülkeleri arasında dolaylı bir menfaat ortaklığı ortaya çıkardı.
 
Vietnam'ın Kampuchea'yı İşgali

Eski adı ile Kamboçya, yeni adı ile Kampuchea, 1954 Cenevre anlaşmaları ile bağımsız olmakla beraber, 1941-1970 arasında Prens Sihanouk'un idaresinde kalmış ve 1970 yılında da Mareşal Lon Nol'un yaptığı bir darbe ile Sihanouk iktidardan düşürülmüştür. Fakat Lon Nol'un diktatörlüğüne karşı, ordunun içinden de olmak üzere çeşitli çevrelerden muhalefet ortaya çıkmakla beraber, Kızıl Khmer'ler (Khmer Rouge) denen Komboçya komünistlerinin mücadelesi daha müessir olmuştur. Çünkü Kızıl Khmer'leri Kuzey Vietnam desteklemekteydi.

Yani, Kuzey Vietnam, Güney Vietnam'a karşı mücadele ederken Kamboçya'da da Kızıl Khmer'ler Lon Nol'rejimine karşı mücadele etmekte idiler. Fakat Kızıl Khmerlerin en büyük destekçisi Çin Halk Cumhuriyeti idi. Çin Kızıl Khmer'lere silah ve malzeme yardımı yaparken, Kuzey Vietnam da Vietnam Halk Ordusundan 30.000 kişilik bir kuvvetle Kızıl Khmer'lere yardım etmekteydi.

1973 Ocak ayında Kuzey Vietnam'ın Amerika ile barış yapması Kızıl Khmer'lerin hoşuna gitmese ise de; mücadelelerine devam ettiler ve 17 Nisan 1975'de başkent Phnom Penh'in Kızıl Khmerlerin eline geçmesi ile Kamboçya da komünistlerin kontrolü altına giriyor ve ülkenin yeni adı Kampuchea oluyordu. Çünkü Kamboçya Komünist Partisi 1973'de Kampuchen Komünist Partisi adını almıştı.

Kampuchea komünistlerinin 1975'te ülkeye hakim olmasından sonra, Kampuchea ile Vietnam'ın münasebetleri gittikçe bozularak 1977'den itibaren çatışmalara dönüşmeye başladı. Bu gelişmede iki sebep mühim rol oynamıştır. Birincisi, daha 1950'lerden itibaren Vietnam komünistlerinin Kamboçya komünist partisi üzerinde kurduğu hakimiyettir. Bu ise, Kamboçya komünistlerini, Kamboçyo'nın menfaatlerini bir tarafa bırakarak Vietnam Komünist Partisi'nin kendi çıkarlarına göre çizdiği çizgiye uyma zorunluluğunda bırakmıştır. Yani, bu işbirliği Kamboçya'nın değil, Kuzey Vietnam'ın menfaatlerine göre şekillenmiştir. Bu ise Kamboçya komünistlerini memnun etmemiştir. Burada ikinci faktör ortaya çıkmaktadır.

Vietnam'ın menfaatlerinin Kamboçya'nın menfaatlerinin üstünde tutulması Kamboçya komünistlerini memnun etmemiştir; çünkü, 17'inci yüzyıldan 19'uncu yüzyıla kadar, Kamboçya'daki Khmer Krallığı ile Vietnam Krallığı arasında daima rekabet ve mücadeleler olmuş ve bu sebepten de Khmer'lerin Vietnamlılara karşı bir sempatisi mevcut olmamıştır.

Khmerlerin Vietnamlılara karşı bu tarihi düşmanlığı iki ülke komünist partileri arasındaki münasebetleri de tesir altına almaktan geri kalmamıştır. Ayrıca Kuzey Vietnam, Güney Vietnam'a karşı yürüttüğü mücadele sırasında Kamboçya topraklarını da kullanmış, daha önce de belirttiğimiz gibi, buraya asker sokmuş ve 1975'den sonra da bu askerlerini Kamboçya topraklarından çekmediği için, bu sınır topraklarında Kampuchea ile Vietnam kuvvetleri arasında üç yıl sürecek bir çatışmalar dönemi başlamıştır.

Çatışmaların şiddetlenmesi 1977 Aralık ayının son günlerinde olmuştur. Vietnam bu çatışmalarda Kampuchea kuvvetlerine 8 bin kişilik bir kayıp verdirmiştir. Bu sebeple Vietnam 1978 Şubatında Kampuchea'ya çatışmaları durdurmayı, sınırın her iki tarafında 5 Km. genişliğinde askerden arınmış bölge tesisini ve birbirlerinin içişlerine karışmamayı öngören bir antlaşma yapmayı teklif etmiş ise de, bu tekiif Kampuchea tarafından reddedildiği gibi, Vietnam topraklarına Kampuchea saldırıları devam etti.

Bu sırada Çin'in sahneye girdiğini görmekteyiz. Çünkü Vietnam'ın Sovyet Rusya'ya kaymaya başlaması üzerine, Kampuchea da Çin'e yanaşmaya başladı. Çin başlangıçta Kampuchea'yı yatıştırarak bölgede yeni bir çatışmanın çıkmasını önlemek istedi. Çin'in baskısı üzerine Kampuchea 1978 Mayısında, Vietnam'a, çatışmaların durdurulmasını ve Vietnam'ın, Kampuchea'nın toprak bütünlüğü ile bağımsızlığına saygı göstermeyi taahhüt etmesini öngören bir anlaşma teklif etti. Bunu da Vietnam reddetti. Reddettiği gibi, Kampuchea'dan kaçan halkı eğiterek, Aralık 1978 başında Kamboçun Milli Selameti İçin Birleşik Cephe adı ile bir teşkilat kurdu.

Ayrıca Vietnam, Kampuchea sınırlarına 12 tümenlik yani 200.000 kişilik bir kuvvet yığmış bulunuyordu. Kampuchea ile Vietnam'ın münasebetleri bu şekilde kötüleşirken Çin-Vietnam münasebetleri de giderek bozulmakta idi. Vietnam Kampuchea sınırına asker yığarken Çin de Vietnam sınırına asker yığmaya başladı. Bu durum Vietnam'ı Sovyetler Birliğine daha çok yaklaştırdı ve 3 Kasım 1978'de Vietnam ile Sovyetler Birliği arasında bir Barış, Dostluk ve İşbirliği Antlaşması imzalandı.

Bu antlaşmanın 6'ncı maddesi ittifaka yakın bir hüküm taşımaktaydı. Çünkü bu maddeye göre, taraflardan biri saldırı veya saldırı tehdidi ile karşılaşırsa, taraflar gerekli tedbirleri almak amacı ile, derhal birbirlerine danışacaklardı. Bu suretle Vietnam, Çin'in karşısına Sovyetleri çıkarmak suretiyle dengeyi sağlıyor ve arkasından emin bir duruma geliyordu.

Vietnam, 27 Aralık 1978 günü, tanklarla ve zırhlı araçlarla desteklenen 120.000 kişilik bir kuvvetle Kampuchea'ya karşı saldırıya geçti. 1975'ten beri ülkeyi, diktatörlüğün ötesinde, tam bir zulüm ve işkence ile idare eden Pol Pot rejimi Vietnam'ın saldırısına fazla dayanamadı.

7 Ocak 1979 günü başkent Phnom Penh Vietnam kuvvetleri tarafından işgal edildi ve Pol Pot da yanına aldığı bir kısım kuvvetle Tayland sınırı yakınlarındaki dağlık ve ormanlık bölgelere kaçtı. Pol Pot'un komutasındaki 30 bin kadar Khmer Rouge (Kızıl Khmer) kuvveti, bundan sonra gerilla muharebelerine başlayacaktır ki, Tayland ve Çin Pol Pot'u destekleyeceklerdir. Başkent Phnom Penh'in düştüğünün ertesi günü, 8 Ocak 1979 da, Pol Pot'un muhaliflerinden Heng Samrin, kendi başkanlığında bir Kampuchea Halk İhtilal Konseyi kurdu ve Kampuchea Halk Cumhuriyeti'nin de kuruluşunu ilan etti. Bununla beraber, Vietnam'ın Kampuchea'yı istila ve işgali dünyada o kadar tepki uyandırdı ki, Sovyetlerin bütün çabalarına rağmen, Kampuchea'yı Birleşmiş Milletlerde Heng Samrin değil, Pol Pot rejimi temsil etmeye devam etti.

Çin'in Vietnam'a Saldırısı

Vietnam'ın Kampuchea'yı işgali, Çin-Vietnam münasebetlerinde bardağı taşıran damla oldu. Vietnam'ın 1978 Kasımında Sovyetlerle ittifaka yakın bir antlaşma imzalaması ve arkasından da Kampuchea'yı işgali, Çin'i son derece sinirlendirdi. Çünkü Vietnam şimdi bütün güney-doğu Asya'ya hakim olma yolundaydı. Şu halde, Çin'e göre, meydanın boş olmadığını ve Sovyetlere dayanmanın da pek işe yaramayacağını Vietnam'a göstermek gerekliydi. Yani Vietnam'a bir "ders" verilmeliydi.

Çin 17 Şubat 1979 günü 100 bin kişilik bir kuvvetle Vietnam sınırlarından içeri girmeye başladı. Kuzey Vietnam'da bir kısım toprakları işgal ettikten sonra, bu askeri harekatla tasarlanan amacın gerçekleşmiş olduğunu bildirerek 16 Martta kuvvetlerini geri çekti. Çin'in Vietnam'a yaptığı saldırının Vietnam üzerinde çok fazla müessir olduğu söylenemez. Belki Vietnam'a bir Çin faktörünün varlığını gösterdi, lakin Vietnam'ın politikasında mühim değişiklik meydana getirmedi. Aksine, Vietnam'ın dış politikası, Çin'e rağmen iki istikamette gelişme gösterdi. Bunlardan biri, Vietnam ile Sovyetler Birliği arasındaki münasebetlerin daha da sıkılaşmasıdır.

Çin-Vietnam savaşı sırasında, bir tanesi füze taşıyıcısı olmak üzere, 14 Sovyet savaş gemisi Vietnam'ın Cam Ranh körfezine geldi. 1979 Mayısında da bir Sovyet denizaltısı yine aynı körfeze geldi ki, ilk defa bu sularda bir Sovyet denizaltısı görünmekteydi.

Vietnam, Sovyetlere bu kıyılarda resmen herhangi bir deniz üssü vermemekle beraber, Sovyet savaş gemileri bilhassa Danang deniz üssünün kolaylıklarından yararlanmaya başlamışlardı. Vietnam-Sovyet münasebetlerinin gelişmesi bu kadarla da kalmadı. Vietnam ekonomik bakımdan da her geçen gün Sovyetlere dayanmak zorunda kaldı. Daha önce de belirttiğimiz gibi; Vietnam savaşı 1975'de sona erdiği zaman, bilhassa Kuzey Vietnam bir harabe halinde idi.

Savaşın yıkıntılarını tamir etmek ve ülkenin kalkınmasını hızlandırabilmek için Sovyetlerden yardım aldı. Kampuchea'nın işgali ise, Vietnam'a yeni ekonomik dertler çıkardı. Çünkü üç yıldır iktidarı elinde tutan Pol Pot ve rejimi, ülkede tam bir zulüm idaresi tatbik etti. Bu zulüm bilhassa aydınlara yönelmişti. Bir çok aydın öldürüldüğü gibi, bir çoğu da kırsal alanlarda çok güç şartlarda çalışmaya zorlanmıştı. Daktilo, televizyon, otomobil gibi medeni vasıtalar, yozlaşmış bir hayatın unsurları olarak yasaklanmıştı.

Kısacası, Vietnam'ın Kampuchea'ya saldırısı ne kadar gayri insani ve medeniyetten uzak bir hareket olmuş ise, Pol Pot rejimi de o kadar gayri insani ve gayri medeni idi. dolayısıyla, Vietnam Kampuchea'yı tam bir perişanlık içinde buldu. Yeni lider, Vietnam'ın kuklası Heng Samrin ve Vietnam, Kampuchea'nın ekonomik problemlerinin çözümü için de sırtını Sovyet Rusya'ya dayamak zorunda kaldı.

Bütün bu sıkıntılara rağmen, Vietnam Hindiçini bölgesindeki yayılma ve genişlemesini arttırmaktan da geri kalmadı. Dış politikasındaki ikinci mühim gelişme buydu. Bu gelişme de iki istikamette oldu. Laos'ta da bir komünist rejim olmakla ve bu rejim de Sovyet Rusya'ya dayanmakla beraber, Laos'un içinde de mevcut rejime karşı bir hareket başlamıştı. Bu sebeple Vietnam, 1979 yılında Laos'a 50.000 kişilik bir kuvvet sevketmiş bulunuyordu. Yani Laos da Vietnam'ın kontrolü altına girmişti.
 
Mamafih, 1980 Eylülünde Laos'un Champassak eyaletinde Laos Halkının Milli Kurtuluş Birleşik Cephesi kurulmuş ise de, bu kuruluş kuvvetli ve müessir bir organizasyon olamamıştır. Diğer taraftan Vietnam Pol Pot'un Tayland'dan ve Tayland vasıtasıyla Çin'den devamlı yardım alması sebebiyle, 1979 yılından itibaren Tayland üzerindeki baskısını arttırdı. Zira, Tayland, 1975 Vietnam şokunu atlattıktan ve bilhassa Vietnam'ın Kampuchea'yı işgalinden sonra, üç istikamette faaliyette bulundu. Birincisi, Pol Pot'un Kızıl Khmerlerine yardım ettiği gibi, Çin'den gelen yardımları da Kızıl Khmer'lere geçirdi. İkincisi, Çin'le olan münasebetlerini geliştirdi. Üçüncüsü ASEAN ülkeleri Tayland'ı destekledikleri gibi, aynı zamanda Amerika ile de tekrar eski münasebetlere dönme zaruretini hissettiler.

Bilhassa Amerika Tayland'a askeri yardımını arttırdı. Zira Tayland'ın Kızıl Khmer'lere yardım etmesi Vietnam'ı büsbütün sinirlendirdi. Bu sebeple, Vietnam Tayland sınırlarına asker yığdığı gibi, bilhassa 1980 yılında Tayland sınırlarından içeri girmeye başlamıştı.

Vietnam'ın amacı, Kızıl Khmer'leri Kampuchea topraklarından tamamen sürmek ve aynı zamanda da Tayland'daki rejimi devirmekti. Kampuchea'daki Heng Samrin rejimi, ülkeye Vietnam tarafından yani dışardan zorla kabul ettirilmiş bir rejim olduğu için Birleşmiş Milletler tarafından tanınmadığı gibi, gerek Batılılar ve gerek ASEAN ülkeleri, Heng Samrin rejimine karşı mücadele eden grupları ve kuruluşları biraraya getirip birleştirmek suretiyle güçlü bir mücadele yaratmaya çalışmışlardır.

Bunlar, Pol Pot'un liderliğindeki Kızıl Khmer'ler, Son Sann liderliğindeki Khmer Halkının Milli Kurtuluş Cephesi ve Prens Sihanouk taraftarlarıdır. Lakin bugüne kadar Heng Samrin rejimine ve Vietnam'a meydan okuyacak kadar güçlü bir kuvvetin ortaya çıktığı söylenemez.
 
Washington Deniz Konferansı

Washington Deniz Silahsızlanması Konferansı, doğrudan doğruya Uzakdoğu meselelerinden doğmuş olup, Uzakdoğu'da Japonya ile Birleşik Amerika arasındaki rekabetle yakından ilgilidir. 1. Dünya Savaşı çıkar çıkmaz Japonya, Uzakdoğu ile ilgili Avrupa devletlerinin savaşla meşgul olmalarından faydalanarak Çin üzerindeki faaliyetlerini arttırmış, bu konudaki emellerini açığa vurmuş ve 1915 Mayısı'nda Çin'le yaptığı bir anlaşma ile bu memlekette birçok hak ve imtiyazlar kazanmıştı.

Bu gelişmeden Birleşik Amerika hoşnut kalmadı. Bunun için, 1920 de Cumhuriyetçi Parti iktidara geçtikten sonra, Japonya'ya karşı Birleşik Amerika'nın gücünü göstermek için büyük bir deniz silahları yapımı programını uygulamaya başladı. Japonya buna aynı şekilde bir programla cevap verdi. Bu suretle her iki taraf da silahlanmaya başladı. Lakin bu silahlanma yarışının doğurduğu mali yük her iki memlekette de tenkitlere hedef oldu.

Öte yandan, Japonya 20. yüzyılın başından beri Uzakdoğu'da gösterdiği bütün faaliyetlerde, 1902 tarihli İngiliz-Japon ittifakından destek almaktaydı. Şimdi Amerika ile Japonya arasında da rekabet başlayınca, adeta İngiltere Amerika'ya karşı cephe alıyormuş gibi bir durum ortaya çıktı. Amerika, bundan hoşlanmadığı gibi, bu durum, bir İngiliz-Amerikan çatışması halinde Amerika'ya karşı cephe almak istemeyen Kanada ile Avusturya'nın da hoşuna gitmedi.

1902 İngiliz-Japon ittifakı 1921 Temmuzu'nda sona eriyordu. Amerika bunun yenilenmesini istemedi ve bu isteğinde Kanada ve Avusturalya da kendisini destekledi, Bu durum karşısında İngiltere, Japonya ile Amerika'dan birini seçmek zorunda kaldı ve seçimini Amerika için kullanarak Japonya ile ittifakını yenilemedi.

Bu başarıdan sonra Amerika Cumhurbaşkanı Harding, Uzakdoğu meselesini bir bütün olarak ele almak üzere, bu bölge ile ilgili devletleri 1921 Kasımında Washington'da bir konferansa davet etti. Konferans, birçok anlaşmalar imzalayarak 6 Şubat 1922'de sona erdi. Bu anlaşmaların birincisi, Birleşik Amerika, İngiltere, Japonya ve Fransa arasında imzalanmış olup, Dörtlü Anlaşma adını alır. Bu anlaşma ile taraflar, birbirlerinin Pasifik'teki ülkelerine karşılıklı saygıyı taahhüt ediyorlardı. Bu; Amerika için, Japonya'nın emperyalist emellerine karşı Filipinler'in korunmasıydı.

İkinci anlaşma, 6 Şubat 1922'de, Birleşik Amerika, İngiltere, Japonya, Fransa, Belçika, Çin, İtalya, Hollanda ve Portekiz arasında imzalanan Dokuz Devlet Anlaşması (Nine-Power Treaty) dır. Bu antlaşmada devletler, Çin konusunda uygulayacakları politika ve prensipleri tesbit etmekteydiler. Buna göre taraflar, Çin'in egemenliğine, bağımsızlığına, toprak ve idare bütünlüğüne saygı gösterecekler ve bütün Çin topraklarında ticaret ve endüstriyel fırsat eşitliği (equal opportunity) prensibini uygulayacaklardı. Böylece bu antlaşma, yine Birleşik Amerika için, mümkün olan en geniş ölçüde Açık Kapı politikasının bir zaferi oluyordu.

Üçüncü anlaşma da, yine 6 Şubat 1922'de Birleşik Amerika, İngiltere, Japonya, Fransa ve İtalya arasında imzalanan Deniz Silahlarının Sınırlanması'na ait anlaşmadır. Bu anlaşma ile, 35.000 tonu geçemiyecek olan ve capital ships denen büyük gemiler bakımından her devletin sahip olabileceği deniz gücü sınırlanmıştı. Bu sınırlama ile Birleşik Amerika 525.000, İngiltere 525.000, Japonya 315.000, Fransa 175.000 ve İtalya da 175.000 tonajında büyük gemilere sahip olabileceklerdi ki, bunun oran olarak ifadesi, sırasiyle, 5,5,3, 1.67 ve 1.67'dir.

Uzakdoğu'daki Japon emperyalizmi bu antlaşma ile, bu emperyalizmin vasıtaları bakımından, sınırlanmış ve frenlenmiş olmaktaydı. Lakin antlaşmanın en az bunun kadar önemli tarafı da, İngiltere'nin Trafalgar'danberi elinde tuttuğu rakipsiz deniz üstünlüğü şimdi ilk defa Amerika ile paylaşmasıydı. Şüphesiz bu da Amerika için başka bir zaferdi.

Bu antlaşmalarla İngiltere de, Japonya ittifakından ayrıldıktan sonra, Uzakdoğu'da Birleşik Amerika'ya dayanmaya başlayacaktır. Uzakdoğu'daki Rus tehlikesi nasıl İngiltereyi Japonya'ya eğiltmiş ise, şimdi Japon tehlikesi de kendisini Amerika'ya dayanmaya ***ürüyordu.
 
Washington Konferansı

Kuzey Afrika cephesinin tasfiyesi üzerine alınacak yeni tedbirleri görüşmek üzere 12-26 Mayıs 1943 günlerinde toplanan bu konferans Roosevelt ile Churchill arasında olmuştur. Buna şifre adı dolayısıyla Trident Konferansı da denir. Alınan kararların esasları şöyledir:

İtalya'nın saf dışı kılınması için bu memleketin işgali. Bu işgal gerçekleştirilirse, Almanya'nın bütün Balkanlardaki durumu zayıflayacak, Almanya'nın Balkanlara yeni kuvvet göndermek zorunda kalması dolayısıyla Rusya üzerindeki baskısı hafifleyecek ve aynı zamanda, durumunu daima İtalya'ya göre ayarlayan Türkiye'nin savaşa katılması da mümkün olacaktır ki böyle bir durumda, Romanya petrollerinin bombardımanı için Türk hava alanlarının kullanılması sağlanacaktı.

İkinci Cephenin Fransa'da açılması işi 1944 ilkbaharında tamamlanacaktır.

Savaş sonrası düzeni için Churchill tarafından ileri sürülen şu fikirler kabul edilmiştir: Barışı koruma sorumluluğu Birleşik Amerika, İngiltere, Sovyet Rusya ve Çin'e verilecekti. Bu dört devletin teşkil ettiği Dünya Konseyi'ne bağlı olmak üzere, Avrupa, Amerika ve Uzakdoğu Bölge Konseyleri kurulacaktır. Avrupa'da bir konfederasyon kurulacak ve bu, Tuna, Balkan ve İskandinav federasyonlarını ihtiva edecektir. Türkiye, Balkan Federasyonu'na dahil olacaktır. İngiltere ile Rusya arasında da kuvvetli bir Fransa bulunacak ve ayrıca, Polonya ile Çekoslovakya Sovyetlerle iyi geçineceklerdir.
 
Wilson İlkeleri

1918 yılının başında, tüm uluslarda savaşa karşı bıkkınlık ve barış özlemleri açıkça görülüyordu. Milyonlarca insan ölmüş, açlık ve sefalet tüm Avrupa'yı etkilemişti.

1. Dünya Savaşı'nda ise hangi tarafın kazandığı kesin belli olmamakla beraber, savaş uzadıkça İtilaf Devletleri'nin kazanacağı görülüyordu. 1917 yılında Almanya ve Avusturya'nın barış girişimleri ile İtilaf Devletleri'nin barış koşullarını ağırlaştırmak istemeleri yüzünden başarılamamıştı. İşte bu ortam içerisinde Başkan Wilson, barışın esaslarını saptayan "14 Nokta" sını açıkladı.

8 Ocak 1918'de Kongre'ye gönderdiği mesajda, barışın ve ondan sonra dünya da demokrasinin ve küçük milletlerin bağımsızlığının esaslarını saptamaya çalışıyordu. Başkan Wilson'un bu çabalarından haberi olan Fransa Başbakanı ve Dışişleri Bakanı, 27 Aralık 1917'de Fransa'nın savaş amaçlarını açıklarken, Fransa'nın istila amacı gütmedigini, köle hayatı yaşayan Doğu Halklarına kendi kaderlerini kararlaştırmak hakkını verecek "uluslar prensip" için savaştıklarını belirtiyorlardı.

İngiltere Başbakanı Lloyd George ise 5 ocak 1918'de yaptığı konuşmada, Türklerin başkentinde kökleri, Türk Halkı'na dayanan bir Osmanlı İmparatorluğu'nun varlığına karşı olmadıklarını belirtti. Böylece hem Wilson tatmin edildi hem de İttifak Devletleri savaşmaktan kurtulacaklardı.

Daha sonra eklenenlerle birlikte 27'ye ulaşan bu noktalar, 11 Şubat'da Wilson'un bir konuşmasında, devletlerin yeni topraklar kazanamayacakları, savaş tazminatı alınamayacağını açıklanmasıyla özet olarak şu esasları belirliyordu:

Barış antlaşmaları açık olacak.

Karasuları dışında, savaş ve barışta denizlerde mutlak serbesti bulunanak.

Uluslararası bütün ekonomik engeller kaldırılacak ve eşitlik sağlanacak.

Ülkelerin silahlanmayı bırakıp, yalnızca iç güvenlikleri seviyesine indirilmesi için karşılıklı garanti verilecek.

Sömürgeler üzerindeki isteklerin serbestçe ve tam yansızlıkla incelenerek, bu bölgeler halkının çıkarların gözönünde tutularak sonuca bağlanması sağlanacak.

İşgal edilmiş Rus Toprakları boşaltılacak ve Rusya'ya kendi gelişmesini sağlaması için her tür imkan verilecek.

Belçika'nın egemenlik haklarına dokunulmaksızın, boşaltılıp yeniden kurulacak.

İşgal edilen Fransız Topraklarının boşaltılıp, Almanya'nın 1871 yılında Alsas-Loren'i almakla yaptığı hatanın düzeltilmesi, yani bu toprakların tekrar Fransa'ya geri verilmesi ve barışın garanti altına alınması sağlanacak.

İtalyan sınırları ulusal esaslara göre düzeltilecek.

Romanya, Sırbistan, Karadağ Topraklarının boşaltılması- Sırbistan'a denizden serbest bir kapı verilmesi, Balkan Devletleri'nin ilişkilerinin ulusallık bakımından, tarihsel esaslara göre dostça düzenlenmesi, Balkan Devletleri'nin siyasal ve ekonomik bağımsızlıkları ve sınırlarının dokunulmazlığı için uluslararası garantiler verilmesi sağlanacak.

Osmanlı İmparatorhığu'nda, Türkler'in oturdukları bölgelerin bağımsızlığının sağlanması; Türk egemenliği altında bulunan diğer uluslara da özerk bir gelişme için tam ve engelsiz bir fırsatın sağlanması; Boğazlar'ın uluslararası garanti altında bütün devletlerin ticaret gemilerine açılması sağlanacak.

Denizden bir kapısı bulunan bağımsız bir Polonya kurulacak.

Büyük ve küçük ulusların, siyasal bağımsızlıklarının ve toprak bütünlüklerinin karşılıklı güvenliğinin garanti altına alınması amacı ile bir millet teşkilatı kurulacak.

Bu bildirinin yayınlanmasında Wilson'un insanlık ve barış inancının bulunduğunu kabul etmekle beraber, açıklamanın yeterli olamayacağını belirtmek gerekir. Rusya'nın, Almanya ile ayrı bir barış yapma hazırlıkları içinde olduğunu gören Wilson, Rusya'nın bu isteğinden vazgeçeceğini umuyordu. Çünkü Rusya'nın savaştan ayrılması, Almanya'nın Doğu Cephesi'ni boşaltacak ve buradaki kuvvetlerini aktararak ve İtilaf Devletleri'nin işini zorlaştıracaktı.

Lenin'in "ulusların kendi kaderini tayin etmeleri" sloganına karşı Wilson, ulusların demokrasilere özgü olarak kendi kaderlerini ve bağımsızlıklarını sağlamaları garantisi için Milletler Cemiyeti kurulmasını getiriyordu.

Bunlardan da önemlisi bu bildirinin arkasında yatan başka bir gerçek daha vardı. ABD, 20. yüzyılda, emperyalist bir aşamaya erişmiş ve deniz aşırı ticaret yapmak için olanakların kısıtlanmış olduğunu görmüştü. Çünkü dünyanın 2/3'ü İngiliz, Fransız ve diğer devletlerin sömürgesi halinde idi. Sömürgelerde ticaret yapma olanakları kısıtlıydı. Eğer sömürgecilik yıkılırsa, bunun yıkılışını sağlayan ABD, bu sayede dünya ticaretine kolaylıkla ağırlığını koyabilecekti.

Gerçekten de dünyada sömürgeciliğin yıkılışının teorisini Wilson ilan etmiş, uygulamasını da Türkiye göstermiştir. Bildirinin etkisi, özellikle İttifak blokunda görüldü. "Wilson Bildirisi" esaslarına dayanarak barış yapılacağına göre, yenilenler fazla birşey kaybetmiyeceklerdi. Bu sebeple yıpranmış olan Avrupa Kamuoyu'nda barış eğilimleri görülmeye başladı.

Bildiri Orta Doğu'da, Türk Kamuoyu'nda olduğu kadar Ermeni, Rum ve Araplar üzerinde de etki yaptı. İtilaf Devletleri'nin verdikleri söze ve Wilson Prensipleri'ne göre kendilerine bağımsız devlet kurma hakkı tanıyacaklarına inanıyorlardı. Gerçekte İngiltere ve Fransa bu programı benimsememişlerdi. Fakat Başkan Wilson'a karşı sayılacak açıklamalardan da kaçındılar.

Savaşın kendi lehlerine geliştiğini gören bu iki ülke, yenilgiyle çıktıktan sonra savaşın nimetlerinden de yararlanmayı düşünüyorlardı. Almanya ve Avusturya Kamuoylarında ise bu 14 nokta, "adalete uygun sürekli bir barışın" sembolü olarak karşılandı.
 
Yalta Konferansı

İkinci Dünya Savaşı�nın sonlarında Kızıl Ordu doğudan, ABD ve müttefikleri batıdan Almanya içlerine doğru ilerlerlerken, taraflar arasında sürtüşmeler başlamıştı. Hangi bölgelerin kimin denetiminde olacağı ya da kimlerin nereleri kurtaracağı konusunda anlaşmazlıklar ortaya çıkmıştı. İşte hem bu anlaşmazlıkların bir çözüme bağlanması ve hem de savaş sonrası dünyasının ana çizgileriyle düzenlenmesi amacıyla SSCB�nın Yalta Kenti'nde liderler düzeyinde bir konferans toplanmasına karar verildi.

Şubat 1945�te toplanan Yalta Konferans�ında ABD�yi Roosevelt, İngiltere�yi Churchill ve SSCB�yi Stalin temsil ediyorlardı. Konferans'ta karara bağlanan konular arasında Almanya�nın savaş sonrasında silahsızlandırılması, Avrupa�nın etki alanlarının taraflarca belirlenmesi gibi hususların yanı sıra, Birleşmiş Milletler�in kurulması da kabul edildi ve Birleşmiş Milletler Sözleşmesi�nin temel ilkeleri belirlendi.

Birleşmiş Milletler Hazırlı Konferansı�nın ABD�nin San Fransisco Kenti'nde yapılması kararlaştırıldı ve 1 Mart 1945 tarihinden önce Almanya�ya savaş açan ülkelerin bu toplantıya kurucu üye olarak katılabilecekleri ilkesi getirildi. (Türkiye bu nedenle 23 Şubat 1945�te Almanya�ya savaş açtı).

Yalta Konferansı�nda Türkiye de geniş bir biçimde tartışma konusu oldu. Bazı hususlar henüz tam anlamıyla açıklanmamış olmakla birlikte, Konferans'ın 10 Şubat 1945�te yapılan 6. oturumunda Stalin, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarına ilişkin Montreux Sözleşmesi�nin gözden geçirilmesini ve değiştirilmesini istedi. Ancak SSCB�nin de bu konuda somut ve ayrıntılı öneriler getirememesi ve inandırıcı gerekçeler sunamaması nedeniyle, konunun daha sonra toplanacak konferanslarda yeniden ele alınması ve bu konulardaki gelişmelerden Türkiye�nin de haberdar edilmesi kararlaştırıldı.
 
Yom Kippur Savaşı


6 Ekim 1973'de başlayan bu savaşa, Müslüman dünyasının Ramazan ayına rastlaması dolayısiyle Ramazan Savaşı ve İsraillilerin çok kutsal bir ayı olan Yom Kippur'a rastlaması dolayısıyla, Yom Kippur Savaşı adı verilmiştir. Fakat esas itibariyle Yom Kippur Savaşı diye adlandırılmaktadır.

Bu savaşın, bundan önceki Arap-İsrail savaşlarına nazaran iki mühim hususiyeti ve farklılığı vardır. Araplar ve bilhassa Mısır tarafından başlatılan bu savaşın amacı, daha öncekilerde olduğu gibi, İsrail'in haritadan silinmesi değil, 1957 savaşında İsrail'in ele geçirdiği toprakların geri alınması ve bu suretle Arapların prestijinin tamiri ve yükseltilmesi idi. Bu savaşın ikinci farklılığı da, bilhassa Mısır'ın Sina cephesinde yaptığı süpriz saldırı ile İsrail karşısında mühim başarılar elde etmesi ve İsrail'e, şimdiye kadar olduğundan daha ağır kayıplar verdirmesidir.

1973 savaşı İsrail için, daha öncekiler gibi olmamıştır. 1973 Yom Kippur Savaşı'na varan gelişmeler, esasında 1967 Savaşı'nı takip eden gelişmelerin devamından başka bir şey değildir. 1967 Savaşı'ndaki ağır yenilgi, Arap ülkelerini İsrail'e karşı mücadelelerinde yeni yollar ve yeni taktikler aramaya sevketti. Bu taktikler ve yeni politikalar, 1967 Ağustosu'nda Sudan'ın başkenti Hartum'da yapılan, önce Arap Dışişleri Bakanları toplantısında ve hemen arkasından da Arap Zirvesi'nde tartışılıp kabul edildi. Buna göre, İsrail hiç bir şekilde tanınmayacak, İsrail ile hiç bir şekilde müzakerelere girişilmeyecek ve hiç bir şekilde İsrail ile barış anlaşması yapılmayacak, fakat Filistinlilerin hakları sonuna kadar savunulacaktı.

Bu savunma konusunda kabul edilen metod da, İsraile karşı bir yıpratma savaşının (war of attrition) yürütülmesi idi. Yıpratma savaşı için kullanılacak vasıtalar da İsrail sınırlarında devamlı olarak çatışmaları tahrik etmek ve bir de Filistin komandolarını kullanmaktı. Bu komandoların finansmanını da petrol üreten ülkeler üzerine almıştır.

1967 savaşından sonraki gelişmelerde iki ayrı istikamet göze çarpmaktadır. Bir yanda Amerika, Araplarla münasebetlerini düzeltmek için Orta Doğu barışını gerçekleştirmeye çalışmış ve bu da İsrail ile münasebetlerine görüş ayrılıklarının ve hatta zaman zaman soğukluğun hakim olmasına sebep olmuştur. Ayrıca, bu barışı gerçekleştirme çabalarını Sovyetlerle beraber yürütmeye çalışmıştır. Amerika'nın bu faaliyetleri İsrail'in politikasına ters düşmekteydi. Çünkü, İsrail başkaları tarafından hazırlanıp sunulan bir barışı değil, 1967 zaferinin kendisine sağladığı imkanları ve kozları kullanarak, Arapları kendisiyle müzakereye oturtmak suretiyle yapılacak bir barışı tercih ediyordu.

İsrail-Amerikan münasebetleri bu şekle girerken, Mısır da 1969 Nisanı'ndan itibaren 16 ay sürecek olan yıpratma savaşına başlıyordu. 1967 yenilgisinin hemen arkasından, Nasır Mısır silahlı kuvvetlerinde gayet radikal reformlara girişerek orduyu düzeltmeye çalıştı. Aynı zamanda da, Sovyetler, savaş sırasındaki kayıpları telafi etmek için Mısır'ı yeniden hızla silahlandırmaya başladılar. Böylece Nasır hazırlıklarını tamamladıktan sonra, 1969 Nisanı'ndan itibaren, Süveyş Kanalı'nın sol kıyısındaki mevzilerinden açtığı topçu ateşi ile, Kanal'ın sağ kıyısındaki İsrail mevzilerini bombardıman etmeye başladı.

Bu bombardımanlar, İsrail mevzilerinde insan kayıplarına da sebep oldu. Bu sebeple İsrail, her zamanki taktiğini kullanarak, bu topçu ateşine daha ağır bir şekilde karşılık verdi ve İsrail uçakları Mısır topraklarını bombardıman etmeye başladı.

1970 yılının ilk dört ayında İsrail uçakları Mısır toprakları üzerinde 3.300 uçuş yapmışlar ve 8.000 ton bomba atmışlardır. İsrail'in havadan verdiği bu karşılık o kadar müessir olmuştur ki, daha 1970 Ocak ayında, Mısır'ın hava savunmasının beşte dördü tahrip edilmiş bulunmaktaydı. Onun içindir ki, Başkan Nasır 1970 Ocak ayında Moskova'ya gitti ve Sovyetlerden uçak ve füze istedi. Sovyetler 150 Mig-21 uçağı ile SAM-3 füzeleri vermeyi kabul ettiler.

Nisan başından itibaren Sovyetlerin kontrolundaki Mısır havaalanlarından kalkan ve yine Sovyet pilotları tarafından kullanılan uçaklar, İsrail mevzilerini bombardımana başladılar. Bunun üzerine İsrail, Mısır'a yaptığı hava akınlarını durdurdu. Fakat Haziran sonlarından itibaren Mısır İsraile karşı, bir hava savunma silahı olan ve yerden havaya atılan (Surface to Air Missiles) SAM-2 ve SAM-3 füzelerine kullanınca, işin rengi değişti. Zira bu durum İsraili bir "önleyici" (preemptive) savaşa zorlayabilirdi.

İsrail, Mısır'a ağır bir darbe indirerek, daha ileriye gitme cesaretini kırmak isteyebilirdi. Halbuki bu dönemde Amerika İsrail'e baskı yaparak, İsrail'i yeni bir savaşa gitmekten alıkoymaya çalışmaktaydı. Amerika'nın bu tutumu, İsrail'in 1973 savaşının ilk gününde bir sürpriz Arap baskınına maruz kalmasında büyük rol oynamıştır. Mısır Sovyet füzelerini kullanınca, İsrail tekrar hava akınlarına başladı ve füze üslerini tahrip etmeye çalıştı. Bunun üzerine Amerika'nın araya girmesiyle 7 Ağustos'ta yeni bir ateş-kes kabul edilerek Kanal Cephesi yeniden durgunlaştı.

7 Ağustos ateşkes anlaşmasından sonra iki mühim gelişme oldu. Birincisi Başkan Nasır'ın 28 Eylül 1974'de ani ölümü ve yerine General Enver Sedat'ın geçmesidir. Enver Sedat, tanınmış bir isim değildi ve dolayısiyle Nasır kadar Arap dünyasında nüfuz sahibi olamazdı. Yani, Mısır'ın bölgedeki tesiri zayıflayabilirdi. İkinci gelişme, Kasım ayında Suriye Baas Partisi içinde bir darbenin meydana gelmesi ve Baas'ın aşırı grubunun iktidardan düşürülerek, mutedil bilinen Hafız Esad grubunun iktidarı ele alması idi. Her iki hadise de Amerika tarafından iyimser bir şekilde karşılanmıştır.

Enver Sedat'ın Mısır'da dahi otoritesini kabul ettirmesi kolay olmadı. Bu sebeple, Enver Sedat, İsrail'in Sina'dan çekilmesini sağlamak ve Süveyş Kanalını tekrar milletlerarası deniz trafiğine açmak suretiyle bir prestij sağlamak için İsrail'le anlaşmak istedi. İstediği de İsrail'in, Sina'nın tamamından değil, Akdeniz'de El-Ariş'ten güneyde Kızıl Denizde Ras Muhammed'e çekilecek bir çizgiye kadar çekilmesiydi ki, bu da Sina'nın yarısını Mısır'a terketmek demekti. Enver Sedat'ın 1971 Şubatı'nda yaptığı bu teklif İsrail tarafından reddedildi.

Bunun üzerine Enver Sedat, bu işin tek çıkar yolunun İsrail ile savaşmak olduğuna karar verdi. Fakat bunun için de, herşeyden önce, silahlanmada İsrail ile eşit durumuna gelmek ve bilhassa saldırı silahlarına sahip olmak gerekiyordu. Bundan dolayı Sedat, Mayıs 1972'de, yani SALT-İ anlaşmasının imzasından kısa bir süre önce Moskova'ya gitti. Fakat Sovyetler çok değişmişti. Şimdi Sovyetler, adeta Amerika ile birlikte ortak bir Orta Doğu politikası takip ediyorlar ve bölgede yeni bir çatışmanın çıkmasını istemiyorlar, intibaını aldı. Dolayısıyla Sovyetlerden silah da sağlayamadı.

Bir yandan Sovyetlerin bu tutumu, bir yandan da, 1971 Mayıs ayında Sedat'ın, Moskova taraftarı Ali Sabri'nin darbe teşebbüsü ile karşı karşıya kalması, Sedat'ın Sovyetlerden dönmesine sebep oldu. Bunun neticesi olarak, 17 Temmuz 1972'den itibaren 17.000 kadar olan Sovyet uzman ve danışmanlarını Mısır'dan çıkardı. Ağustos ayında da, her iki devlet elçilerini geri çektiler.

Enver Sedat'ın bu hareketi Sovyetlerin Orta Doğu'daki prestiji için çok ağır bir darbe idi. Prestij kaybının yanında, Sovyetler Mısır gibi Orta Doğunun stratejik bir ülkesinden de çıkarılmış oluyorlardı. Keza, İskenderiye'deki Sovyet deniz üssü de kapanıyordu. Bu sebeple, Sovyetler 1972 sonbaharından itibaren tekrar Mısır'a yanaşarak, Mısır'ın modern silah isteklerini karşılama hususunda kapıyı aralamaya çalıştılar.

Bu çabaların sonucu olarak 1973 Şubatında Mısır ile Sovyetler arasında bir anlaşma meydana geldi. Bu anlaşmaya göre, Sovyetler Mısır'ın istediği silahları verecekti, lakin Mısır'ın askeri harekatının amacı da, Süveyş Kanalının sağ kıyısının ele geçirilmesinden öteye geçmeyecekti. Bundan sonraki aylar, Mısır, Suriye ve şimdi bu ikisi ile tekrar barışmış olan Ürdün arasında yoğun temaslar ve savaşın planlaması için müzakerelerle geçti. Savaşın sadece Sina ve Suriye (yani Golan) cephesinde yapılması kararlaştırıldı.

Yahudilerin en kutsal günü olan Yom Kippur'un tatil olduğu 6 Ekim 1973 günü Mısır ve Suriye kuvvetleri aniden İsrail'e karşı saldırıya geçtiler. Saldırı planları o kadar gizli tutulmuş ve saldırılar o kadar ani olmuştur ki, ne Amerika ve ne İsrail bu saldırıları ne önceden haber alabilmiş ve ne de tahmin edebilmişlerdi. Sürpriz bu sefer Araplardan gelmekteydi. İsrail karşılaştığı bu iki cepheli sürpriz saldırı karşısında, 1967'dekinden farklı hareket etmiştir.

1967 Savaşı'nda İsrail önce Sina'da harekete geçmiş ve Suriye cephesinde savunma yaparak, Sina'yı tamamen işgal ettikten sonra, Golan tepelerinde saldırısını sürdürmüştür. 1973'de ise, ağırlığı önce Suriye cephesine vermiştir. Suriye Cephesinde, sade Suriye askerleri çarpışmıyordu. Irak 3 tümenlik bir kuvvet ile üç uçak filosunu Suriye'ye göndermişti. Fas 1.800 kişilik bir kuvvet ile Suriye cephesine katkıda bulundu. Suudi Arabistan ise küçük bir kuvvet ile bu savaşa katıldı. Ürdün ise güney Suriyeye 2 zırhlı tümen göndermişti.

Bu kuvvetler daha ziyade, Ürdün'ü kuzeyden gelecek bir saldırıya karşı korumak içindi. Suriye cephesi 1967'deki gibi yine başarılı olamadı Araplar için. Suriyeliler 900-1.200 tank, 45.000 kişilik bir kuvvet ve 300 uçakla Golan cephesinde harekata başladı. Golan'daki İsrail garnizonunda ancak 180 tank ve 4.500 asker bulunuyordu. Bu sebeple Suriyeliler çabuk ilerlediler ve Kuneitra'yı da alarak ve İsrail'e bilhassa tank bakımından ağır kayıplar verdirerek 1967 öncesi sınırlarına kadar ilerlediler. Fakat İsrail kendisini çabuk toparladı ve cepheyi bir kaç gün içinde takviye ederek 10 Ekimden itibaren Suriye kuvvetlerini geri sürmeye başladı. Araplar geri çekildiler.

17 Ekimde, Suriye-İsrail cephesi, 1967 sonrasının şekline girdi ve çarpışmalar da durdu. İsrail, kendi topraklarını kurtarmıştı. Bunun üzerine İsrail, Suriye cephesinden aldığı bir kısım kuvvetlerini Sina cephesine sevketti. Sina cephesi de başlangıçta ve genel olarak İsrail için iyi gelişmedi. Mısır uçakları havadan Kanalın doğu kıyısındaki İsrail mevzilerini ağır bir şekilde bombalayıp, İsrail cephesine hem insan ve hem de tanklar bakımından mühim kayıplar verdirirken, Mısır kuvvetleri de Süveyş Kanalını geçerek Kanalın doğu kıyısında köprübaşı tutmaya çalıştılar.

Mısır'ın harekat planı üç kademeli idi. Birinci kademe Kanal'ın doğu kıyısında köprübaşları tutmaktı. İkinci kademe, Batı Sina'daki stratejik Khatmia, Gidi ve Mitla geçitlerini ele geçirmekti. Üçüncü kademe de, bu geçitleri aldıktan sonra ilerleyip İsrail sınırına dayanmaktı. Mısır kuvvetleri 24 saat içinde karşı kıyıya geçip; köprübaşlarını kurmaya ve 500 tankı geçirmeye muvaffak oldular. Şimdi ikinci hedef, 20 mil ötedeki üç stratejik geçidi ele geçirmekti. Fakat bunu yapamadılar. Ancak 4-5 mil ilerleyebildiler.

14 Ekimde, Bar Lev hattı denen İsrail cephesine Büyük Acı Göl bölgesinde yaptıkları büyük bir taaruz başarısızlıkla neticelendi. Çünkü İsrail Suriye cephesini tesbit etmiş ve Sina'ya dönmüş bulunuyordu. İsrail kuvvetleri Mısırlıları durdurdukları gibi, 15 Ekimden itibaren, kuzeydeki Mısır 2'inci Ordusu ile güneydeki Mısır 3'üncü Ordusunun arasından ve Büyük Acı Gölün kuzeyinden kanalı geçerek Mısır topraklarına ayak bastılar. Bundan sonra güneye dönerek 3'üncü Mısır Ordusunu arkadan çember içine aldılar.

Mısır'ın 3'üncü Ordusunun durumu çok tehlikeli idi. Fakat, iki Mısır ordusunun arasından Kanal'ın batı yakasına geçen İsrail kuvvetlerinin durumu daha az tehlikeli değildi. Bundan dolayı, her iki taraf da Güvenlik Konseyi'nin 22 Ekim 1973 günlü 338 sayılı kararını aynı gün akşamı kabul ederek çarpışmaları durdurdular. 338 sayılı karar, tarafları ateşkese ve 242 sayılı kararı derhal uygulamaya davet etmekteydi. 242 sayılı kararda, İsrail'in 1967'de işgal ettiği topraklardan çekilmesinden söz edildiği için, 338 sayılı kararın bu kısmı Araplara verilmiş bir tavizdi. Buna karşılık, karar tarafları müzakerelere davet etmekteydi ki, bu da İsrail'in eskidenberi istediği bir husustu.

Ateşkese rağmen, İsrail, Mısır 3'üncü Ordunun etrafındaki çemberi tamamlamak için, 23 Ekim'de çarpışmaları yeniden başlatınca, yeni bir kriz doğdu ve bu kriz Amerika ile Sovyet Rusya'yı karşı karşıya getirdi. Esasen her iki büyük devlet de 1973 Savaşı'na dolaylı bir şekilde katılmıştı. Sovyetler 10 Ekim'den itibaren Mısır ve Suriye'ye yoğun silah sevkiyatına başlayınca, Amerika da 13 Ekim'den itibaren İsrail'e silah göndermeye başlamıştı.

Durumun böyle olduğu bir sırada, İsrail'in çarpışmaları başlatması üzerine Mısır, kendisi ile İsrail kuvvetleri arasına Amerikan ve Sovyet kuvvetlerinin konulmasını istedi. Sovyetler bu teklifi derhal desteklediler. Fakat Amerika buna o kadar kesin bir şekilde karşı çıktı ki, Sovyetler gerilemek zorunda kaldılar. Bunun üzerine, Güvenlik Konseyi'nin, taraflar arasına Birleşmiş Milletler kuvvetlerinin konulmasına dair 25 Ekim 1973 ve 340 sayılı kararı kabul edildi. Bu suretle dördüncü Arap-İsrail savaşı da sona ermiş olmaktaydı.

Fakat ortada yine barış yoktu. Halbuki 338 sayılı karar, bu amaçla tarafların müzakereye oturmasını istiyordu. Bunu da birisinin sağlaması gerekliydi. İşte Amerikan Dışişleri Bakanı Dr. Henry Kissinger bu işi üzerine alan kişi oldu. Kissinger'in Tel-Aviv ile diğer Arap başkentleri arasında defalarca gidip gelmek suretiyle gerçekleştirdiği mekik diplomasisi (shuttle diplomacy) sonunda, Mısır ile İsrail arasında, 18 Ocak 1974'de, İsrail'in Sina'da belli bir ölçüde geri çekilmesini sağlayan bir anlaşma imzalandı.

Süveyş-Kahire yolunun 101'inci kilometresinde imzalanmış olması dolayısıyla, 101'inci Km. Anlaşması adı da verilen bu anlaşmanın en büyük hususiyeti, diplomatlar değil, ama Mısır ve İsrail Genelkurmay Başkanları arasında müzakere edilip imzalanmış olmasıdır. Bu suretle, askeri mahiyette de olsa, İsrail ve Mısır en yüksek askeri seviyede bir masa etrafına oturmuş olmaktaydılar.

Anlaşmaya göre, İsrail, Süveyş Kanalı'nın batı yakasındaki bütün kuvvetleri çektiği gibi, doğu yakasında da kuvvetlerini kıyıdan 20 mil kadar geriye çekecekti. Kanal'ın doğu kıyısında Mısır askeri bulunmakla beraber, İsrail ile Mısır kuvvetlerinin arasına B. M. kuvvetleri yerleştirilecekti. Gerek Mısır'ın, gerek İsrail'in kuvvetleri 7.000 kişiyi geçmeyecek ve ancak hafif silahlara sahip olacaktı.

Bu anlaşmayı taraflar, bir barış antlaşması değil, fakat o istikamette atılmış bir "ilk adım" saymakta idiler. Bu anlaşma ile Mısır Süveyş Kanalı'nın her iki tarafına sahip olmakla Kanal'ı tamamen ele geçirmiş olmaktaydı. Bundan dolayı Kanal, gerekli temizlikler yapıldıktan sonra, 5 Haziran 1975'de tekrar dünya deniz trafiğine açıldı.

101'inci Km. Anlaşması, Amerika'nın Orta Doğu diplomasisinde büyük bir başarı idi. Çünkü, 1967 savaşında, diğer Arap devletleri ile birlikte, Amerika ile diplomatik münasebetlerini kesmiş olan Mısır, 1974 Anlaşması'ndan sonra bu münasebetlerini tekrar kurdu. Diğer taraftan, mekik diplomasisi sırasında Dr. Kissinger, Amerika ile münasebetleri kesilmiş olduğu halde, mesela bir çok defalar Şam'a gidip geldi ve Suriye de bunu kabullendi. Böylece Amerika, Araplarla olan münasebetlerini tekrar tesis etmiş olmaktaydı.

Amerika Dışişleri Bakanı Dr. Kissinger, Tel-Aviv ile Şam arasında bir süre yine mekik dokuduktan sonra, 31 Mayıs 1974'de, İsrail-Mısır anlaşmasına benzer bir anlaşmanın İsrail ile Suriye arasında da imzalanmasını sağladı. Bu anlaşma ile de, İsrail Kuneitra'nın gerisine çekiliyor ve İsrail ve Suriye kuvvetleri arasına yine B.M. Kuvvetleri konuyordu. Görülüyor ki, Kissinger'in Orta Doğu barışındaki taktiği, barışa adım adım ilerlemekti. Bundan dolayı Kissinger'in bu politikasına mekik diplomasisinin yanında, "adım, adım" diplomasisi de denilmiştir.

Kissinger'i böyle bir diplomasiye zorlayan sebeplerin başında İsrail'in tutumu gelmekteydi. Zira, atılan her adımda İsrail, elinde tuttuğu topraklardan bir parçasını geri vermekteydi. Bunun için İsrail, verdiği her toprak parçasına karşılık barış için bir taviz elde etmek istiyordu. İsrail buna, "her toprak parçası için bir parça daha barış" prensibi demekteydi. 101'inci Km. anlaşmasından sonra Mısır-Amerikan münasebetlerinin düzelmesi, Mısır'ın Amerika'nın çabaları ile Süveyş Kanalı'na tekrar kavuşması ve İsrail bakımından hiç değilse askerlerin bir masa etrafına oturması, Orta Doğu gelişmelerinde gayet müsbet gelişmelerdi. Bundan dolayı Kissinger, yeni adımlar atmak hususundaki çabalarının arkasını kesmedi.

Mekik diplomasisine devam ederek, İsrail ile Mısır'ın bir adım daha atmalarını sağladı ve 1 Eylül 1975'de, Sina konusunda İsrail ile Mısır arasında yeni bir anlaşma daha imzalandı. Bu anlaşma ile İsrail, Sina'daki Mitla ve Gidi geçitleri ile Abu Rudeis petrol kuyularını Mısır'a terkederek daha da geriye çekilmekteydi. Mısır ve İsrail kuvvetlerinin arasına 200 personelli Amerikan erken uyarı sistemi konacaktı. Bu suretle Mısır'ın ani saldırısına karşı İsrail'in güvenliği sağlanmış oluyordu. Ayrıca, Mısır Abu Rudeis kuyularından elde edeceği petrolden her yıl 4.5 milyon tonunu İsrail'e satacaktı.

Nihayet, Mısır, İsrail gemilerinin değil, fakat İsrail'e yük getiren diğer ülkeler gemilerinin Süveyş Kanalı'ndan geçmesine izin verecekti. Mısır bu anlaşma ile iki büyük kazanç elde etmiş oluyordu: Biri, Sina'da biraz daha toprağını geri alması ve bilhassa Mitla ve Gidi geçitleri gibi savunması için çok değerli noktaları ele geçirmesi idi. İkincisi ise, İsrail'in, işgal ettiği Arap topraklarını geri verme kavramını yavaş yavaş benimsemeye başlaması idi.

Fakat İsrail bunu yaparken, iki taviz elde etmişti: Biri, erken uyarı sistemine Amerika'yı karıştırmakla, bir bakıma Amerika'yı İsrail'in güvenliğinden sorumlu bir hale getiriyordu. İkincisi ise, sırf anlaşma karşılığında Amerika'nın İsrail'e 2.1 milyar dolarlık askeri yardım ile 700 milyon dolarlık ekonomik yardım yapmayı kabul etmesiydi. Ne olursa olsun, 1978'in Camp David Anlaşmalarına giden yol açılmıştı.
 
Geri
Üst