Türkiye'de Sivil Toplum Hareketleri

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan Method
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
20
EXE RANK

Method

Fexe Kullanıcısı
Puanları 0
Çözümler 0
Katılım
5 May 2010
Mesajlar
30,484
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
Method
Türkiye'de yasal sivil toplum örgütleri - sivil toplum cemiyetleri - sivil toplum hareketleri - sivil toplum faaliyetleri
Türkiye�deki yasalar çerçevesinde oluşturulan sivil toplum hareketlerini ele almadan önce Türkiye�nin demokrasi tecrübesini kısaca değerlendirmekte fayda vardır.

A- 1924 Anayasası

B- 1962 Anayasası

C- 12 Eylül Anayasası

Türkiye�deki yasalar sivil toplum hareketlerinin etkinliklerini, çalışma ve eylemliliklerini son derece daraltan, anti demokratik bir karakterdedir. Mevcut yasalar ihlal edilmeksizin ciddi bir çalışma yürütmek nerdeyse imkansızdır. Nitekim sivil toplum hareketleri de ister istemez böyle davranmaktadır. Gerçi Türkiye�de izin almadan herkes dernek, vb. kurabilir, ancak faaliyet yürütmesi o kadar kolay değildir. Her türlü politik etkinlik içine girebilmesi mümkün değildir. Dernekler ve vakıflar kanunu sivil toplum örgütlerinin siyasal yaşama aktif katılmaları engelleyici niteliğe sahiptir. Bunlara riayet edilmesi sivil toplum hareketlerini birer sivil toplum inisiyatifi olmaktan çıkaracak niteliktedir. Dolayısıyla sivil toplum hareketlerini bir tabela hareketi olmaktan kurtulabilmeleri mevcut yasalarla mümkün değildir. Bu oluşumların aksiyonları son derece barışçıl, demokratik, ve pasifist bile olsa, kanunlar bunu güçleştirmekte, hatta imkansız hale getirmektedir. Yasal mevzuata göre bir dilekçe, toplantı, basın açıklaması yapabilmeleri bile yerel otoritelerin mülki amirlerinin, polis teşkilatının iznine bağlıdır. Hele kuruluş amaçları dışında bir etkinlik yapabilmeleri, diğer sivil toplum hareketleriyle ortak platformlar kurabilmeleri, eylem birlikleri yapabilmeleri, izinsiz gösteri, yürüyüş vb. aksiyonlar sergileyebilmeleri mümkün değildir. Türkiye�deki dernekler ve vakıflar kanunu adeta faaliyet yürütmeleri için değil, görüntüyü kurtarabilsinler, Türkiye�de de demokrasi varmış denilmesine hizmet etsinler diye tabele sivil toplum hareketlerini kurmasına izin vermektedir. Bunun nedeni çok açıktır; devlet, örgütlü birey ve toplumdan çıkarlarının bilincine erişmiş birey ve toplumdan korkmaktadır. Hele de örgütlü cins, ırk, dinsel inanç, siyasi düşünce ve etnik guruplardan çok fazla çekinmekte ve korkmaktadır.

Türkiye�de kaba ve yüzeysel bir yöntemle yapılan incelemenin sonunda kırk yedi ayrı dinsel etnik ve dilsel gurubun olduğu açığa çıkmıştır. Ancak Türkiye anayasası ve kanunları 1923 Lozan anlaşmasının 37. ve 42. maddelerinde belirlenen azınlıklar dışında hiçbir azınlığın varlığını kabul etmemektedir. İnkar ve reddetmektedir. Yaşamda fiiliyatta var olan azınlık, gurup ve halkları yasalarla reddetmekte, yok saymakta, yok olduklarını var saymakta, yaşayan, var olan bu kimlik ve kültürlerin var olduğunu söylemek ise, yasalarca, anayasaca, �azınlık yaratma� suçuna girmektedir. Örneğin partiler kanununda Türkiye deki siyasi partilerin milli ya da dini kültür, mezhep, din, ırk ve dil farkları bulunan azınlıkların varlığından söz edemezler. Dernekler kanunun beşinci maddesinin altıncı bendi de derneklere bunu yasaklar. Ve hiçbir dinsel, mezhepsel, dilsel, etnik kimliğe dayalı, bunlardan birini korumayı geliştirmeyi amaç edinen dernek kurulamaz. Eğer kururlarsa, bu �milletin bütünlüğünü tahrip etmek� olarak kanundan belirtilen suçu işlemek ve cezasın çekmek anlamına gelmektedir. Yani Türkiye�deki hukuki mevzuat azınlıkların (dinsel, etnik vb.) korunmasını, yaşatılmasını imkansız hale getirmeyi, asimilasyonla yok etmeyi hedeflemektedir. Türkiye de geçerli olan hukuk özünü ve biçimini resmi devlet ideolojisinden aldığı, evrenselleşen birey, grup ve azınlık haklarını kabul etmediği için bu komide yaşamaktadır. Devletin resmi ideolojisine göre, Lozan anlaşmasıyla belirlenen hariç Türkiye de Türklerden başka millet, etnik gurup yoktur, Türkiye de Türkçeden başka dil yoktur, Türkiye de İslamiyet�ten başka din, ve devletin resmi mezhebi sunilikten başka mezhep yoktur. Türkiye devletinin resmi ideolojisi ve onun millet anlayışı etnik ve kültürel bütün farklılığı hem hukuki olarak hem de fiili olarak reddetmektedir.

Hatta resmi ideolojiye göre Türkiye toplumu �sınıfsız, imtiyazsız, zümresiz kaynaşmış� bir toplumdur. Yani resim ideolojiye göre Türkiye toplumu yekpare ve homojen bir toplumdur.

Yine Türkiye ulusal ve kültürel bakımdan da yekpara ve homojen bir ulustur. Kaynaşmış, bütünleşmiş bir kütledir. Resmi ideolojinin inkar ettiği ulusal, sınıfsal kültürel, mezhepsel kimlikleri Türkiye�nin ulusal hukuku da reddetmektedir. Ve yaşam içinde fiiliyatta başka ulusların, etnik gurupların sınıfların zümrelerin, mezheplerin olduğunu iddia etmek, dile getirmek cumhuriyetin ilk anayasasının kabul edildiği 1924 yılından bu yana bölücülük suçu olarak ilan edilmiştir. Hem 1924, hem 1961, hem de 1982 anayasaları Türkiye�nin çoğulcu, zengin ve renkli ulusal etnik, kültürel, mehzehpsel, toplumsal gerçekliğini anayasa hükümleriyle inkar ve reddetmektedirler.

Böylesi bir sistem gerçeği elbette bireyi hiç tanıyamazdı. Koca koca halkları, ulusları, etnik ve mezhepsel gurupları, sınıfları reddeden bir sistemin birey gibi, daha zayıf ve güçsüz hale düşürülmüş olan bir gerçeği onun en temel insan hak ve özgürlüklerini de tanıyamazdı. Koca koca topluluklar, azınlıklar, gruplar kendisi içi olamazken, devlet ve yekpare millet anlayışı için olurken, bireyin kendisi için olabilmesi elbette mümkün değildir. O ancak devlet ve millet için vardır ve olabilir. Ve bunlara hizmet etmek durumundadır. Yani Türkiye de birey, devlet, topulm ve ulus için feda edilmiş, onların ucu bucağı belli olmayan çıkarları için yaşaması ve çalışmasına karar verilmiş bir nesnedir. O bir özne değildir. Elbette sistem karışsında ya da nezdinde bu böyledir.

Zira milleten toplanın vergilerle yapılan okullarda eğitim alan, hastalanınca devletin hastanelerinde şifa bulan, para kazanmak için devletin iş yerlerinde, fabrikalarında iş bulan ve yaşam olanağına kavuşan birey, devlete ve millete borçludur, onlara hizmet etmekle yükümlüdür. Sisteme egemen olan anlayış budur. Ona doğrultu veren zihniyet yapısı budur. Dolayısıyla bir bireyin ve hele de her şeyini cumhuriyete borçlu olan kadının örgütlenip güç olmaya, siyaset yapmaya, ülkenin gündemini belirlemeye kalkışmaya, sorun ve ihtiyaçlarını tespit edip çözüm projelerini geliştirerek uygulamaya kalkışmaları bu sistemin ve resmi ideolojinin karakterin ters düşmektedir.

Bütün bu nedenlerden ayrı olarak bireyin ve kadının önünde geleneksel toplumdan gelen engellemeler de bulunmaktadır. İçinde örgüt, dernek, parti, siyaset bulunan bir etkinliğe katılmak, faaliyet yürütmek isteyen her Türkiyeli birey ve kadının önüne ilkin ailesi, ebevyenleri, eşleri, kardeşleri engel olarak çıkarlar. Adeta resmi ideolojinin devletin aile içindeki sözcüleriymişcesine ve sanki yakınlarını çok seviyormuşlarcasına �yapma, etme� diye vazgeçirmeye çalışırlar. Siyasetin, örgütelneminin dernek, parti işlerine bulaşmanın tehlikeli ve boşuna bir çaba olduğuna bu milletin buna layık olmadığına nankör olduğuna ikna etmeye çalışırlar.

Bu nedenle Türkiye de bir birey ve kadın herhangi bir sivil toplum örgütü kurmak, demokratik siyaset yapmak, bu hakkı koparabilmek için devletten önce kendi yakın çevresinin iznini, onayını almak, onları ikna etmek durumunda kalabilmektedir. Böylesi bir devlet ve geleneksel toplumun bağrında sıradan bir birey ya da kadının çağdaş ve örgütlü bir varlık haline gelebilmesi, sivil toplum örgütlerini kurup, demokratik siyasete aktif katılım sağlayabilmesi zaten beklenemez.

Bunun hem olumlu, hem de olumsuz, iki yönü bulunmaktadır. Birincisi Türkiye de sivil toplum örgütlerinin yaratılması ve demokratik siyasetin gelişimi, nitelikli bilinçli, kültürlü,medeni cesaret sahibi, bireyin varlığını zorunlu kılmasıdır. İkincisi bunların oluşturacağı sivil toplum hareketlerinin taban yada üye yapısının dar kalacağı tehlikesidir. Bu sonuçların mevcut sivil toplum hareketlerini incelediğimizde de görmek mümkündür.

Bugün Türkiye de sivil toplum hareketlerinin yönetici ve üyelerinin ciddi bir siyasal mücadele geçmişine, ideolojik ve kültürel düzeye çok önemli bir tecrübe ve deneyime sahip olduklarını görebilmek mümkündür. Bu birikime sahip olan aktörlerin çoğunluğunu radikal sol gelenekten geldiklerini de özellikle belirtmeliyiz. Ancak bu gelenekten gelenlerin daha çok çevre, kadın, insan hakları, tutuklu ve hükümlülerle dayanışma, hukuk, demokrasi, azınlık hakları temaları çerçevesinde oluşturulan sivil toplum örgütleri içinde bir araya geldikleri görülmektedir. Fakat Türkiye de gerçek anlamda kişilikli sivil toplum hareketlerinin gelişebilmesinin engelleyen yasal mevzuatlara hem tabii olmak, onun sınırları çerçevesinde faaliyet yürütmek, hem de çok kişilikli, saygınlıklı bir kurum haline gelebilmek gerçekten zordur. Ama bunu başarabilmek de mümkündür. Yeter ki, bazı riskler, tehlikeler göze alınabilsin. Ve mevcut olanaklar ve yasal zemin doğru kullanabilsin.

Türkiye�deki dernekler ve vakıflar kanunun sunduğu sınırlar çerçevesinde kurulan ve faaliyetler yürüten sivil toplum örgütleri esas olarak Kürtlerin silahlı demokratik mücadelesinin giderek yükselmesi, daha geniş çevrelere etkisi altına almaya başlaması nedeniyle devletin tedbir temelinde önünü açmak zorunda kaldığı oluşumlardır. Daha doğrusu sivil toplum örgütleri Kürt ulusal demokratik mücadelesinden sonra kimlik ve kişilik ve saygınlık kazanma olanağına kavuşmuşlardır. İlk kurulduklarında bir çoğunun yasal mevzuatlar, bunların varlığına izin vermemekteydi. De facto olarak kuruldukları halde, devlet bunları kapatmak yerinde, kısmen de olsa yasal mevzuatı bunları da kapsayacak düzeye getirdi. Farklı dinsel, mezhepsel, etnik, cemaat ve toplulukların Kürt özgürlük mücadelesi ile buluşmasının önünü almak, bunları sistem içine çekmek için böyle bir politik manevra geliştirdi. Ancak bu sivil toplum hareketlerinin hiç değilse tümünün devletin kontrolüne ve resmi ideolojik çizgisine girdiği söylenemez. Bunların sistemin içine sindirebileceğinden daha çok demokrat, özgürlükçü, çok kültürlü, çok kimlikli ve çok ideolojik yapılı olması, devletin bu amacına tam olarak ulaşmasını engelledi. Bunların içindeki Kürt orijinli sivil toplum örgütlerinin Türkiye de yasal olarak kurulmalarına ve faaliyet yürütmelerine ise, hiç izin vermedi. Sadece Kürt enstitüsünün açılmasına Yargıtay kararıyla izin verildi. Kürtlerin ulusal, kültürel varlığını inkar eden devlet, Kürt kimliği ile ilişkili oldukları için bunların örgütlenmesini faaliyet yürütmesini engelledi.

Türkiye gerçek sivil toplum örgütlerinin gücünü büyüttükçe onların önünü açtıkça çok daha fazla çağdaş demokratik ölçülere ulaşacaktır. Siyasetin demokratikleşmesi, Türkiye toplumunun demokratikleşmesi, demokrasi kültürün gelişmesi ve çağdaş bir Türkiye nin ortaya çıkması, sivil toplum örgütlerinin yaygınlık kazanmasına bağlıdır. Aydınlanmanın gelimesi, dogmatik; kendi halkına güvensiz, kendi vatandaşlarına kuşku duyan devlet gerçeğinin aşılması buna bağlıdır.

a) Devletin Topluma Uzattığı İletişim Kayışları Olarak Denekler-Vakıflar
b) İslamcı Mistik Tarikatlar ve Yan Kuruluşları
c) Dinsel, Mezhepsel, Etnik, Azınlık Kütlüleri ve Bunların Örgütlenmeleri
d) Eski Sosyal Hareketler Olarak Sendikaların Bugünü
e) Meslek Odaları Birlikleri Ve Bunların Sivil Toplumun Gelişimi İçindeki Yeri Rolü
f) Özgün Temalara Sahip Sivil Toplum Örgütleri Bunların Demokrasinin Gelişmesinde Yeri Önemi Rolü


alıntı
 
Geri
Üst