Tarihi Gerçekler içinde Sivil Toplum Hareketleri

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan Method
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
20
EXE RANK

Method

Fexe Kullanıcısı
Puanları 0
Çözümler 0
Katılım
5 May 2010
Mesajlar
30,484
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
Method
tarihi gerçekler ve sivil topluma kısa bir bakış - ortadoğuda devlet merkezli otorite - ortadoğuda köleci dönem
15. yüzyıla kadar her bakımdan batıdan daha ileri olan Ortadoğu uygarlığının geri plana düşmesinin nedenlerinin başında esas olarak yeni bir uygarlıksal çıkış ve hamle için ön koşul olan yeni ideolojik kimliğin yaratamamış olması gelmektedir. Yeni ideolojik kimliğin yaratılamamasının; batıda olduğu gibi, bir Rönesansın, reformasyonun, aydınlanmanın gelişememesinin esas nedeni Ortadoğu kişiliğinin yaşadığı derin dogmatizmidir, dogmatik zihniyet yapısıdır. İdeolojik etkenle, kültürel, ekonomik etken birleşince yeni ideolojik kimlik ve bundan güç, cesaret alan birey ve burjuva bireyciliği oluşamamış, doğuş ve çıkış yapamamıştır.

Ancak bundan Ortadoğu'da hiçbir sosyal hareketin gelişmediği sonucu çıkartılmamalıdır. Ortadoğu'da devlet veya merkezi otorite, toplumu bütün gözeneklerine kadar kontrol etmesine, denetim altında tutmasına rağmen, daha başından itibaren -ister devletin denetiminde, isterse de denetimi dışında gelişmiş olsunlar- dönemin sivil toplum güçleri ortaya çıkmıştır. Vakıflar, Hayır Kurumları, mistik-gnostik tarikatlar, Tekkeler, Zaviyeler, Ocaklar, Cemaatlar, Meslek Birlikler kurulmuştur. Hatta yaygınlık bakımından bunlar batıdan daha geniş bir alana yayılmışlardır. Bünyelerinde topladıkları kesimlerin çıkar ve taleplerini devletin yerel ve merkezi otoriteleri karşısında çok pasifist ya da üstlerine gelindiğinde çok radikal biçimlerde savunmuşlardır.

Örneğin ahi ocakları devletle, onun yerel ve merkezi otoriteleriyle çok uzlaşmacı ilişkiler geliştirip kendi aktörlerinin çıkar ve taleplerini devlete taşırabilirlerken, kimi mistik-gnostik tarikat ve cemaatler devletin veya sultanın, kralın, yakın çevresinin bağlı bulunduğu ideolojik kimliğe karşı oldukları için ezilmişlerdir. Kimi mistik tarikat ve cemaatlerin de bir dönem merkezi otorite ile olumlu denilebilecek, onu etkileyip yanına çekebilecek etkinlik kurabildiği, ama bir süre sonra merkezi otorite ile karşı karşıya gelerek ezildikleri de bir vakadır. Örneğin Osmanlı imparatorluğu döneminde kendi cemaatini kuran, halk içinde yürüttüğü faaliyetlerle önemli bir güce ulaşan, padişahı bile etkisi altına alıp yanına çekebilen, ortakçı bir cemaatin kurucusu olan Şeyh Bedrettin bir dönem devletin kazaskeri yapılırken, bir saray darbesiyle iktidarın el değiştirmesinin ardından Şeyh Bedrettin ve cemaati jenosit ile ortadan kaldırılmıştır.

Ortadoğu�da köleci dönemden başlayan, yaygın bir biçimde örgütlenen, dönemin devlet dışı sivil toplum hareketleri zaman zaman onu etkileri altına alabilmiş olmalarına rağmen, devleti ve sistemi demokratikleştirebilme gücünü gösterememişlerdir. En fazla devlet üzerinde etkili olabilen bu türden devlet dışı sivil toplum hareketleri devletin kendileri dışındaki cemaatları, tarikat, tekke, zaviye vb. karşı bastırmacı yaklaşımına tepki göstermemişlerdir. Hatta devletin bu biçimdeki ezme hareketlerine güç ve destek sunmuşlardır. Hepsi de toplum içinden çıkan sivil inisiyatifler olsa da, bunların devlet karşısında ortak platformlarda ya hiç buluşmamışlar ya da duruma göre dönem dönem buluşmuş olsalar da, devletin veya devletin başında bulunanları kendileriyle ilişki kurması, önlerini açması durumunda diğer sivil kuruluşlara karşı devletle birlikte hareket etmiş, devletin toplum içindeki birer uzantısı, ajanı, iletişim kayısı gibi, uğursuz roller üstenebilmişleridir. Devletin içinde veya tepesinde gelişen ya da değişen dengelere göre kendi aktörlerinin, tabanlarının çıkarları doğrultusunda pozisyon almışlardır. Devletin başı içerde veya dışarıda belaya girdiğinde devlet bunlarla da ilişki geliştirmiştir.

Yaşamalarına olanak fırsat sunmuştur. Bu sadece sivil kuruluşlar için değil, farklı etnik, kültürel, dinsel topluluklara yaklaşımda gözlenebilen, izlenebilen süreçler olmuştur. Osmanlı imparatorluğu batıya doğru yayılırken, Hıristiyan topluluk veya cemaatlara oldukça hoşgörü yaklaşırken, aynı dönem veya süerç içinde kimi İslami mezhep, tarikat veya cemaatlere karşı bastırmacılık geliştirebilmiştir. Yine bir dönem önünü açtığı, güç verdiği Hıristiyan topluluklarına, onların sivil teşkilatlarını değişen bölgesel, siyasi dengeler karşısında ezmiştir. Benzer bir durum Kürtlere yaklaşımında da sık sık tekrar edilmiştir. Yine jön Türk hareketinin geliştiği süreçte ittihadı ve terakkinin ilişkilendiği, önünü açtığı ve desteklediği kimi cemaat ve etnik gruplara karşı hükümete geldikten sonra yöneldiği bilinmektedir. Bunların dernek, vakıf, kulüp, dergi ve gazetelerini kapattığı bir vakadır. Kürt Teali Cemiyetine, Kürt Teavun ve Terakki perver cemaatine, Hevi dergisine ve Amede cemiyetine karşı geliştirdiği tutum ve tavır buna örnektir.

Uluslar arası, bölgesel ve yerel siyasal dengelere göre Ortadoğu devletlerinin tutum belirlediği sivil toplum kuruluşları, etnik, kültürel, dinsel cemaatler ve bunların kurumları her dönem olagelmiştir. Mezopotamya ve Anadolulun çok kültürlü, çok dinli, dilli, ve sınıflı yapısı bütün zorlama ve zorlanmalara rağmen, yaşama gücü gösterebilmiştir. Bunlar güçlü varlıkları ve katkıları nedeniyle merkezi devlet ya da otoritelerin belirli bir hoşgörüsüne mashar olmuşlardır. Ama hak ve özgürlüklerini geliştirmek istediklerinde, bunun için devletin karşısına dikildiklerinde acımasızca ezildikleri de bir gerçektir.

Dolasıyla tarihinde kültüründe belli bir hoşgörü geleneği mevcut olsa da, Ortadoğu da demokratikleşme sorunu 21. yüzyılın başında bile hala aşılamamıştır. Ve Ortadoğu halen kendi demokratik devrimini gerçekleştirememiştir.

Bu kültür bütün bölge toplumlarının en küçük birimlerine kadar sindi. Aile içinden okullara, asker ocaklarından iş yerlerine kadar her yerde kendisini sürdüren bir kültür haline geldi. �Dayak cennetten çıkmıştır� özdeyişi bu kültürün eseri olarak doğdu.

Güç olayına yaklaşımdaki sakatlık katlanarak devam etti. Zira bölgemizde güce tapınma bir kültürdü. Güçlü olmak bir tutkuydu. Güçlenmek için Sümerlerden bugüne kadar yapılmadık bir şey kalmamıştı. Mitolojilerde dile gelen tanrılarımız, devlet, din, aşiret, kabile zaten toplumun güçlenmesini sağladıkları ve kendisini güvende hissetmesini sağladıkları için kutsanmıştı. Ve bunlara inanılmış, tapılmıştı.

Hz. Muhammed�in Allahı 99 sıfatla donatması bile bu nedenleydi. Yine kendisini Allahın elçisi olarak ilan etmesi de, İslami imparatorlarının kendilerini zülal Allah olarak ilan etmeleri de güç olmaya duyulan ihtiyaçtan kaynaklanmıştı.

Bu yüzden bölgemizde en basitinden en karmaşığına bütün etnik, dinsel, sosyal, ekonomik, kültürel, sorunlar güçle, güç kullanılarak çözülebileceğine inanılmış ve güç kullanılarak çözülmeye kalkışılmıştır. Egemen sınıfların icadı olarak gelişen zor ya da şiddetin kurbanı hep yönetilenler, ötekiler olmuştur. Zoru veya şiddeti ilk kullananlar Tanrı kralların, rahiplerin, topluma empoze ettiği ve inandırdığı söylencelerin yanlış ve yanılgılı olduğunu düşünen bireyler, tanrı kralların, rahiplerin ve toplumun inandığı mitolojilere karşı gizli mistik tarikatlar kurmuş, kendilerince doğru olan biçimlerde ritüeller geliştirmişlerdir. Zulmeden, sömüren, öldüren, sevmeyen, aşağılayan tanrıların kendi tanrıları olamayacağını kendi tanrılarının kullarını sevdiğine, koruduğuna, yaşattığına inanarak ona karşı vazifelerini, ibadetlerini, kurbanlarının sunmuş veya yerine getirmişlerdir. Bunların kökeni neolitik dönemin tanrıça kültürüne kadar dayanmaktadır. Kent tanrısına, kent devletine açıktan olmasa da, baş kaldırmış tabii olmamışlardır. Tanrı ve onun devletinden bağımsız bir hareket olarak ortaya çıkmışlardır. Kentin tanrısından ve devletinden en fazla zarar gören, kuşkuya düşenlerin etraflarında toplamışlardır. Kendi mensuplarına sahip çıkıp onları korumuş, yardıma ihtiyaç duyduklarında yardım etmişlerdir. Belki bu mistik sistem dışı hareketlerin günümüz sivil toplum hareketleriyle aynılaştırmak, eşit düzeyde ele almak doğru ve sağlıklı olmayabilir, ama kendi dönemlerinin sivil toplum hareketleri olduklarını kabul etmek gerekir.

Medeniyetin diğer yaratımları gibi, sivil toplum hareketinin de prototiplerinin Mezopotamya�da ortaya çıktıkları bir gerçektir. Ama yine bu topraklarda ilk tohumları atılan şiddetle devlet tarafından ezildikleri, bastırıldıkları da bir gerçektir. Ortadoğu da Sümerlerden daha doğru bir ifadeyle Sümerlerin devamı ve eseri olan Akadların kralı Sargon�dan bu yana bu topraklarda taraflar karşıtının gücünü kırmakla onu yenmekle veya yok etmekle gücünü koruyacağına, güçlenebileceğine inanmıştır. Onun varlığını ve yaş***** kendi gücü ve güçlenmesi önünde hep engel olarak görmüştür. Daha Sümer öncesi çoban Amorit kabilelerinden başlayarak Sargon�la birlikte egemen güçlerin, egemen kültürü olarak bu zihniyet gelişmeye başlamıştır ve egemen sınıflarca sürekli yaşatılmıştır. Bu kültür ve gelenek bireyde ve toplumda gücü temsil eden devlet ve yöneticiler karşısında boyun eğmeyi, biat etmeyi veya tabii olmayı kendisini hep güçsüz, onları yıkılmaz güç olarak görmeyi getirmiştir. Yönetenler de ve devlet de ise, bireyi halkı ve toplumu küçümsemeyi, hiçleştirmeyi, ciddiye ve dikkate almamayı, kendisine aşırı güvenmeyi ve her şeye hakkı olduğunu düşünmeyi ve bu hakkı sınırsız kullanmayı getirmiştir.

Gücü ve güçlenmeyi tanrıda ve devlette gören, buna sonuna kadar sarılan ve büyüten paylaşmak yerine gücü tek elinde tutan Ortadoğu�nun egemen sınıfları mülkü devlet ile hep aynı anlama gelecek biçimde adlandırmışlardır. �Adalet mülkün temelidir� sözü, �adalet devletin temelidir� le aynı anlama gelmesi ve aynı anlamda kullanılması bundandır. Gerçekten de Sümerlerden bu yana Ortadoğu da mülk esas olarak hep devletin tekelinde ola gelmiştir. Onu kullanma ve yönetme hakkına hep egemenler sahip olmuştur. Devletin ve mülkiyetin dışına itilen, bunlara sahip olma, bunları kullanma ve yönetme hakkı olmayan toplumu ve bireye ise egemenlere tabii olmak düşmüştür. Sadece tanrı babaya da Allah herkesin, bütün toplumun Allahı olarak kalmıştır. Mülkü ve devleti kullanma ve yönetme hakkına da zilûl Allahlar sahip oldukları için �Allah böyle olmasını istediği için� egemenler sahip olagelmiştir.

Ortadoğu�da bireyin patlama yapamamasının, anlamlı bir çıkış yaparak kendi kaderini kendi ellerine alamamasının bununla çok yakın bir bağı vardır. Elbette Ortadoğu�da da özel mülkiyet vardır. Hatta İslamiyet�in bizatihi kendisi orta sınıfın tüccarların öncülüğünde gelişmiştir. Ancak temel üretim araçları hep devletin mülkiyetinde olmuştur. Feodal üretim tarzında en temel üretim aracı olan toprak ve loncalar devletin mülkiyeti altında tutulmuştur. Ortadoğu köleci ve feodal sistemlerin temel üretim araçlarının devletin tekelinde olduğu, bu anlamda toplumsal mülkiyet diyebileceğimiz bir mülkiyet ilişkisinin hakim olduğu, bu mülkün de tanrı ve devlet adına egemen sınıfça kullanıp yönetildiği sistemler olmuştur.

Kim nereden bakarsa baksın, Ortadoğu ülkelerinin hiçbirisinde de demokratik devrimin gerçekleşmediği olgusunu görecektir. Gerçekten de Ortadoğu Batıda olduğu gibi, kendi iç dinamikleriyle kapitalist bir gelişmeyi, burjuva sınıfının doğuşunu yaşayamamıştır. M.S. 1500�lerden itibaren ilkel sermaye birikimini yaratan Batı ise, bu zeminden beslenen Rönesans, Reform ve Aydınlanmanın verdiği güçle burjuva demokratik devrimini gerçekleştirmiştir. Bilimsel düşüncenin ve bireyin yaratıcı gücüyle, burjuva bencilliğin hırsı ve atılımıyla üstünlüğünü kanıtlamıştır. Kendisini temeli Sargon�un Akad yayılmacılığına kadar uzanan sömürgeci fetih ve yayılmacılıkla yaratan kapitalist Batı uygarlığı, aynı tarzda dünyanın dört bucağına kendi sistemini yaymıştır.

Batı uygarlığının yayılma alanlarından biri de Ortadoğu oldu. Kapitalist batı uygarlığı bölgemizi ham madde, ucuz iş gücü deposu ve kendi sanayi ürünlerini ihraç edeceği bir pazar olarak değerlendirdi. Fakat taşıdığı kapitalist uygarlık değerleri Ortadoğu kültürü ve kişiliği ile kan uyuşmazlığına düştü. Son iki yüzyıl boyunca ilişkilenmekte olduğu Ortadoğu�nun egemen üst sınıflarını kendi işbirlikçisi haline getirdi. Özellikle I. Dünya Savaşından sonra kapitalist sanayi ürünlerini onlar eliyle bölgeye aktardı. Bölgemizin en temel zenginlik kaynağı olan petrolü, işbirlikçilerine dayanarak talan etti. Onların birer petro-dolar zengini haline gelmesini sağladı, ama öte yandan da bölgedeki korkunç gelir dağılımı eşitsizliğini, yoksulluğu büyüttü. Bundan kaynaklanan ekonomik, demokratik içerikli eski tip sınıf temelli sosyal hareketlerin bastırılmasını destekledi.
Son otuz kırk yıl içinde kapitalist Batı uygarlığının bütün teknolojik ürünleri bölgeye taşırıldı. Bölgemize girmedik bir tek modern teknolojik ürün kalmadı. Bilgisayardan cep telefonu, internetten elektronik postaya kadar bütün bilişim ve iletişim teknolojisi bölge ülkelerine ulaştı.

Bunlarla birlikte ideolojik, kültürel, siyasal değerlerini de taşıdı. Ancak hepsi de Ortadoğu�da bir yama gibi kaldı. Çünkü hepsi de birer taşımaydı. Hiçbirisi de kendi iç dinamiklerinin ürünü değildi. Kapitalizm sistem olarak Ortadoğu�ya yabancıydı. Ortaya çıkan yeni sosyal sınıflar bir kimlik, kişilik kazanamadı. Bütün temel üretim araçları ve zenginlik kaynakları devletlerin tekelinde ve bir avuç ayrıcalıklı ailenin elinde toplanmıştı. Bu da modern sosyal hareketlerin, sınıf mücadelesinin gelişmesini engelledi. Çünkü ne burjuvazimiz Batı burjuvazisine, ne proletaryamız Batı proletaryasına benzeyebilmişti. Batıdaki gibi bir gelişme süreci yaşamamışlardı.

Ortadoğu�da temel ve büyük çaplı üretim araçlarının ve zenginlik kaynaklarının devletlerin tekelinde olması, çağdaş modern sınıf mücadelesinin gelişmesini de engelledi. Batıda olduğu gibi, modern sınıf mücadelelerinin gelişememesi, Ortadoğu�da siyasal sistemin demokratikleşememesini de beraberinde getirdi. Feodal sistem ve kurumlarını, onun zihniyet yapısını, ideolojik kimliğini, kültürünü demokratik devrimle tasfiye edemedi. Tam tersine Batı kapitalizmi, onun değerleri, yerel feodal gerçeklikle uzlaştı, uzlaştırıldı. Batının egemen burjuva sınıfı bölgemizin yerli egemen güçleriyle uzlaştı. İç içe geçerek, onları kompradorlaştırdı. Acentecisi yaptı. Onları aracı bir halka haline getirerek, besleyerek ve onlara dayanarak bölge halklarının başına bela etti. Neredeyse önüne gelen her şeyh, aşiret reisi için bir devlet kurdu. Kürtleri bölüp parçalayarak dört ayrı devletin denetimine vererek ve II. Dünya Savaşının ardından İsrail�i bölgeye monte ederek Ortadoğu�yu sürekli bir istikrarsız ve çatışma kaynağı haline getirdi. Kapitalist Batı uygarlığı bölgede bütün dengelerin altını üstüne getirerek, tarihsel bir kültür ve gelenek olarak bölgemizde zaten mevcut olan çelişki ve çatışmaları geliştirip derinleştirdi, buna süreklilik kazandırdı.

Sonuçta bölgemizde devletler, kavimler, aşiretler, dinler, mezhepler, kültürler arası çelişkilerde çözüm yöntemi olarak bin yıllardır süregelen çatışma ve savaşı; muhaliflerini birbirine karşı kışkırtma ve kullanma geleneğini körükleyerek güçlendirdi. Bunun sonuçları bölgemiz açısından çok dramatik oldu. Pek çok etnik, dinsel, kültürel topluluk soykırımlara, katliamlara uğratıldı. Bölge devletleri veya siyasal güçleri sorunlarını çatışma ve şiddetle çözmeyi temel bir yöntem olarak sürdürdü.

Bu sistemler altında batıda olduğu gibi, bir gelişmenin yaşanması mümkün olmamıştır. Kapitalist burjuva ve işçi sınıfının iç dinamikleri ile doğuşu gerçekleşememiştir. Batıda olduğu gibi, burjuva sınıfın feodal sisteme karşı toplumun diğer kesimlerini de yanına çekerek demokratik devrimi gerçekleştirerek, feodal sistemi tasfiye etmemiş, kendi burjuva demokrasilerini kurmamışlardır. Çünkü ne böyle burjuvazi işçi sınıfı gibi çağdaş sınıflar ne de bunu yaratan kapitalist uygarlıksal doğuş, burada kendi doğal evrimi içinde doğup gelişmemiştir. Olmayan çağdaş sınıfların mevcut çağdışı feodal sisteme karşı direnişi ve mücadelesi gelişemezdi ve gelişmemiştir. Batıda yükselen aydınlanma ve burjuva demokratik devrimleri karşısında bölgemizin feodal imparatorluk ve hanedanlıkları daha fazla kendi sistemlerine sarılmışlar ve kapitalizmin çağdaş bilimsel düşünce normlarının, siyasal kurumlarının üretim ilişkilerinin hatta teknolojisini kendi ülkelerine girişine izin vermemişlerdir. Örneğin matbaaya Osmanlı imparatorluğu gavur icadı diye iki yüzyıl Osmanlı topraklarına sokmamıştır. Aydınlanma ve Fransız ihtilalinden etkilenen bir çok Ortadoğu aydını ise, imrenme, özentili yaklaşım ve taklitten öteye gidememişlerdir. Karşılarındaki kaskatı feodal sisteme karşı ciddi bir eleştiri dahi geliştirememişlerdir. Daha çok onu hiciv ve ironiyle alaya alarak karikatürize etmiş veya yakınmaktan öteye gidememişlerdir. Dayanacakları y ada ideolojik aktivitelerini dayandıracakları bir burjuva sınıfı olmadığından tabanları ve altları boş kalmıştır. Toplumun değişik kesimlerine, sınıflarına dayanamamışlar, kendi düşüncelerini onlara mal ederek maddi güç haline gelememişlerdir. Bu nedenle güçsüz ve çelimsiz kalmış, devletin yönelimi karşısında ezilmişlerdir. Sürgün ve hapislerle iradeleri kırılmış, padişah veya kralların insafına sığınmış, af dilemiş ve sonuçta onlara biat etmişlerdir. Direnenler ise zaten imha edilmiştir.

Batıda olduğu gibi, bir burjuva sınıfının ve onun gemi azıya almış bireyciliğinin gelişmemesi, temel üretim araçlarının feodal krallık, hanedanlık veya padişahlıkların mülkiyeti altında olması, kendi özgücüyle kapitalist üretim ilişkilerini yaratabilmelerine olanak vermemiştir. Batıda burjuvazi kilisenin varlıklarına devrimle el koyarken, Ortadoğu�da oluşamayan ya da çok zayıf oluşmuş bulunan burjuvazi devletin varlıklarına devrimle el koyma, krallığı yıkma, kiliseyi sınırlandırdığı gibi, hilafeti sınırlandırma süreçlerini yaşamamıştır. Öyle bir devrime öncülük etmemiştir. Tersine devletin hanedan veya krallığın izin verdiği ölçüde ekonomik, ticari aktivite içinde olmuştur. Toplumun diğer sınıflar gibi, varlıklı kesimlerde devlet karşısında iradesiz, kaderine razı bir konum içinde kalmıştır. Sivil toplum olarak gelişememiştir. Daha çok kazanma ve büyüme hırsı olsa bile, bu sistemin surlarına çarpıp, duvarlarının dibinde erimiştir. Yani batı da olduğu gibi, büyüme ve kazanma hırsıyla öne atılan birey ve onda güçlü temsilini bulan bir bireycilik Ortadoğu da gelişememiştir.

Ortadoğu kişiliğinde toplumculuğun ve devletçiliğin çok güçlü olmasının, Ortadoğu�nun sağcısında da solcusunda da hala devletçi ve toplumcu anlayışın egemen olmasının temelinde işte bu tarihi, kültürel gerçeklik vardır. Zira mülkü, temel üretim araçlarını elinin altında tutan devlet ve birey için en azından orta sınıf dışında kalan herkesim için iş ve ekmek kapısı olmuştur. İşi ve ekmeği elinde tutan devlet, mülksüzler için geçim kapısı veya arıcı olmuştur. Ortadoğu�nun argümanlarından birisi olan �devlet baba� sözünün temelinde de bu gerçek yatmaktadır.

Yine kapitalizmin Ortadoğu da doğuş yapamamasının temel nedenlerinden birisi de budur. Ortadoğu devletin karakterinde kazılı bulunan tanrısallık halen çok etkilidir. Ortadoğu da dogmatik zihniyetinde köklü bir biçimde yer edinmiş olan bu gerçeklik nedeniyle devleti sorgulama, onu bir tapım merkezi olmaktan çıkarma, toplumu, bireyi güçlendirmenin teknik bir aracı haline getirme, onun karakterine demokrasiyi kazma sorunu yakıcılığını her geçen gün artırarak korumaktadırn. Devleti küçültmeden, demokratikleştirmeden, bireyin ve sivil toplumun büyüyemeyeceği, önünün açılamayacağı kesindir. Ancak bunun da devrim düzeyinde köklü ve etkili bir demokartik değişimi gerekli kıldığı bir gerçektir. Fakat Ortadoğu da halen bir tek toplum kendi demokratik devrimini gerçekleştirmiş değildir. Dün sistem dışı ideolojik, felsefik, siyasi akımların ve hareketlerin nasıl bastırıp yer altına inmeye veya teslim alarak sistemi içinde eritmeye kalkışmışsa, bugün de yaşanan özünde budur. Halen Ortadoğu devletlerin yeni bir ideolojik kimlikle ortaya çıkan hareketlerin üzerine gitmektedir.

Irak, Suriye, BA Emirlikleri, Suudi Arabistan gibi ülkelerde devletten ve sistemden bağımsız çok barışçıl ve reformist de olsalar yeni ideolojik siyasi hareketlerin ve sivil toplum örgütlerinin kendilerini örgütlemelerine fırsat vermemektedir. Tek tek ülkelerde durum birbirinden farklı olsalar da, kimileri nispeten daha esnek, kimileri daha katı olsalar da, özünde eski zihniyet aşılabilmiş değildir. Mevcut devletlerin, siyasal sistemlerin demokratik dönüşümü gerçekleştirilemedikçe, bunlar her türlü devlet ve hükümet dışı hareketlerin özgürce çalışmasını engellemeye, sıkı denetim altında tutmaya devam edeceklerdir. Zaten pek çoğu devlet partileri dışında ne açık siyasal partilerin kurulmasına ne de devletten tam bağımsız sivil toplum örgütlerinin açılmasına izin vermektedir. Gerçi bütün Ortadoğu ülkelerinde legal dernekler, vakıflar, meslek odaları, birlikler, sandıklar, kulüpler bulunmaktadır. Ancak pek çok ülkede bunlar devletten topluma uzanan birer iletişim kayışı gibidirler ve devletlerden hükümetlerden bağımsız değildirler. Ortadoğu da henüz demokratik devlet uç vermediğinden demokratik sivil toplum hareketleri de özgürce kurulabilme faaliyet yürütebilme ve kendi alanlarından toplumun ve sistemin sorunlarının demokratik çözümüne katkı sunabilme şansına sahip değillerdir. Bu durum sadece sivil toplum hareketlerine hiç de sıcak bakmayan, onları devletin sıkı denetimi altında tutan, devletin bizzat topluma uzattığı volan kayışları dışında tutan sivil toplum örgütlerine izin vermeyen ülkelerde yaşanmamakta, Türkiye, mısır, Filistin, İsrail gibi, bölge ülkelerinde devletten ve hükümetten bağımsız, kendi aktörlerini ve ya üyelerinin katkılarıyla ayakta duran, faaliyet yürüten, hatta kendileriyle paralel amaçlar içinde bulunan uluslar arası kimlik taşıyan, hükümet dışı örgütlerle ilişkiler içine girebilen çok sayıda sivil toplum hareketleri dahil, kendi devletleri ve hükümetleri üzerinde etkili olamamakta, pek fazla ciddiye alınmamaktadır. Devletin ve geleneksel toplumun demokratikleşmesi için vermek istedikleri güç ve destek engellenmektedir. Devletin ve geleneksel toplumun demokratikleştirilmesi için kendi konularında toplumun ve devletin yaşadıkları sorunların çözülebilmesi için verilmek istenen destek ya da bu yöndeki baskıları görmezlikten gelinmektedir. Özellikle devletlerin hassas oldukları konularda sivil toplum hareketlerinin öneri ve taleplerini ciddiye almama, daha yoğun yaşanmaktadır. Hatta böylesi konulara yönelen sivil toplum hareketlerine veya inisiyatiflerine bastırmacı, engelleyici müdahaleler geliştirilmektedir. Buna şiddet, tutuklama, kapatma, yargılayıp hapsetme dahil bir çok bastırma araçlarıyla cevap vermektedir. Ciddi ve köklü demokratikleşme sorunları yaşayan bölge devletleri kendisini demokratikleştirebilecek çağdaş ölçüler kazandırabilecek bu temel araçlara ve böyle yaklaştığından bu süreç zorlanmaktadır. Demokratik dönüşüm süreci sekteye uğramaktadır, ama devletlerin bu yaklaşımı sivil toplum hareketlerinin önemi azaltmamakta, tam tersine daha da büyütmektedir. Onları daha yaşamsal kılmaktadır, hatta sivil toplum hareketleri Ortadoğu uygarlığının çağdaş demokratik ölçülere ulaşbilmesi, gelişip güçlenebilmesi için son şanstır. Çünkü bizim bölgemizde sivil toplum hareketlerin rolü, son derece devrimci, dönüştürücüdür. Batıdakinden çok çok farklıdır. Farklı olmak zorundadır. Farklı olunmak zorunda bırakılmıştır.

Bunun çok iddialı bir sav olduğunu kabul ediyoruz. Ama temelsiz ve yanlış olduğunu söylenemez. Bunun iki temel nedeni bulunmaktadır; diğer tüm nedenlerden daha önemli olan bu iki temel nedenin birisi Ortadoğu da devletin tanrısal karakteri, ikincisi ise, Ortadoğu toplumlarının geleneksel karakteridir. Bu iki temel nedenin hem sonucu, hem de yaratıcısı olan diğer bütün etkenlerin de elbette bunda payı vardır. Ama bu iki temel etmen doğru çözümlenmeden neden Ortadoğu�nun demokratikleşmesinde sivil toplum hareketlerinin devrimci karaktere sahip olduğunu görülemez, doğru anlaşılamaz.

alıntı
 
Geri
Üst