20
EXE RANK
Method
Fexe Kullanıcısı
Orucun başını dik tutun ki,
Oruç da sizin başınızı dik tutsun
Oruç da sizin başınızı dik tutsun

Şemseddin Şami, Kamus-ı Türkî’sinin “oruc” maddesinde
şu malumatı verir:
“Farsça ruze’den gelir. Türklerin ‘r’ ve ‘le’ ile başlayan
kelimeleri olmadığından, böylelerinin başına daima
kelimenin harekesiyle müteharrik bir hemze ilave
etmeleriyle uruze ve badehu oruc olmuştur.
(Urus, Iramazan gibi)”
Oruç kelimesinin kökenine ilişkin bu malumattan yola
çıkarak, eski Türkler’de orucun olmadığını, bu ibadetin
İslamiyet yoluyla önce Farslar’a sonra da Türkler’e
geçtiğini söyleyebiliriz.
Oruç, Kur’an lisanındaki savm’ın karşılığıdır.
Savm, en büyük Arap dil ansiklopedilerinin verdiği
bilgiye göre terk ve ‘direnç’ manasıyla sabır anlamlarına
gelmektedir. Savm’ın kök anlamlarından yola çıkarak,
orucun ‘tutmak’ ve ‘bırakmak’ gibi birbirine zıt iki anlamı
birden taşıyan bir ibadet olduğunu kolayca anlayabiliriz.
Orucun amacı da, bu anlamın insan hayatında aktif hale
gelmesini sağlamaktır: ‘tutmaya değer olanları tutmak’
ve ‘bırakılması gerekli ve yararlı olanları bırakmak’.
Orucu emreden Kur’an ayetinin, bu emrin gerekçesi
olan şu hitapla bitmesi, yukarıdaki sonuçla bire bir
örtüşmektedir: “leallekum tettukûn: umulur ki
sakınır/korunursunuz.”
Sonuçta, yalnızca ‘sakınanlar korunurlar’.
Ancak ‘terketmeyi’ bilenler ‘direnebilirler’.
Kalıcı ve iyi birşeyler ‘tutmak’ için, geçici ve
kötü şeyleri ‘bırakmak’ şarttır. Bazen ‘tutabileceğiniz’
şeylerin sayısı, ‘bırakabileceğiniz’ şeylerle orantılıdır.
Ya da, bu tesbitleri şöyle de dile getirmek mümkündür:
Terketmeden elde etmeyi istemek, bedel ödemeden
kazanmakla aynı anlamı taşır. Tuttuğunuzun kendi
amacını sizde gerçekleştirmesi, neleri bırakabileceğinize
bağlıdır. Korunmanız, sadece ALLAH bilinciyle
sakınmalarınızın bir ödülü olacaktır.
Şu soruyu, inandığınız değerlerin ne kadar kalıcı ve hakiki
olduğunu anlamak için kendi kendinize sormalısınız:
Bin tane 28 Şubat süreci olsa, topu tek bir Ramazan’ın bu
toplumda oluşturduğu manevi atmosferi dağıtmaya yeter
mi? Kalıcı değerlerin yerine, yönetici seçkinlerin devlet
imkanlarını da seferber ederek zorla ikame etmeye çalıştığı
sahte ve sentetik değerler uğruna, kaç kişi nesinden vaz
geçer?
Canından mı?
Malından mı?
Yemesinden, içmesinden mi?
Zevkinden, sefasından mı?
İslami değerlerle “bin yıl da olsa mücadeleyi sürdüreceğini”
söyleyenlerin görmediği, ya da görmek istemediği yalın ve
tokat gibi matruş suratlarında patlayan gerçek işte bu.
Ve onlar, savaş açtıkları insanlığın değişmez değerlerini
temsil eden hayat nizamı İslam’ın, bugünlere binyıllardır
küfrün, şirkin, tuğyan ve isyanın, şeytan ve hempalarının
her tür ve cinsine rağmen geldiğini unutmuş görünüyorlar.
Ramazan ilahi bir gündem.
Tüm sahte gündemlerin ortasına,
karanlığın ortasına düşen bir ışık topu gibi düşüverdi.
Yazık;
bu ışık topunun gönüllere nur,
gözlere sürur,
dizlere derman,
yüreklere ferman olan ışığından kalplerinin gözleri kör,
kulakları sağır,
ağızları dilsiz olanlar yine yararlanamayacaklar.
En çok onlara acımak gerek.
Ramazan, ruhun beslenmesi için bedenin aç bırakıldığı
aydır. 11 ayın yürekte bıraktığı kiri, isi, pası temizlemek
için yüreğin bakıma alınmasıdır. Yüreğinin çeperlerine
tutunarak kendine doğru tırmanmak isteyenler için
bulunmaz bir fırsattır Ramazan. Umutların kuşlar gibi göç
ettiği, geleceğin tüm baharlarının gıyabında ölüme mahkum
edildiği, gül yüzlü yarin güzel kokusuna kurşunlar sıkıldığı,
aksaçlı sevdaların intihar eden yunuslar gibi kıyılara
vurduğu, ihanet kasırgalarının mamur yürekleri harabeye
çevirdiği, güneşe karşı uluyanların terör estirdiği bir zaman
ve mekanda Ramazan sadece bir imkan değil bin imkandır.
Ramazan’ı ‘beslenme festivaline’ dönüştürmek, bu imkanı
hovardaca israf etmekten başka bir şey değildir.
Ramazan’ı festivale dönüştürenler orucu diyete, ibadeti
adete dönüştürürler. İbadeti adete dönüştürenlerin
kaçınılmaz olarak yaptıkları ikinci yanlış ‘adeti ibadete’
dönüştürmektir.
Toplumsal çürüme ve sosyal çözülmeden rahatsız olanlar,
sorunun bir parçası olmaktan çıkıp çözümün bir parçası
olmak istiyorlarsa, tıpkı Hz. Peygamber’in yaptığı gibi,
önce kendileriyle tanış olacakları, biliş olacakları bir
atmosfere ‘hicret’ etmek durumundadırlar.
İşte Ramazan, böyle bir ‘hicret’ için bulunmaz bir ‘Hıra’dır.
Kendi şahsiyetini yeniden yoğuracak ve doğuracak bir varlık
sancısının gül yüzlü meyvelerine ne güzel ebeliği ancak bir
Ramazan yapabilir.
Oruç tutmakla iş bitmemektedir,
asıl yapılması gereken orucun başını dik tutmaktır.
Orucun başı, haram yiyerek beslenen haramzadelere ve
haramilere inat, bu ülkede helalin, hakkın, adaletin ısrarlı
temsilcisi olmakla dik tutulur. Haramilerin gasbettiği bu
ülkenin öz kaynaklarının, gasıpların elinden alınarak
mustaz’aflara iade etme azminin orucun tamamlayıcı bir
boyutu olduğuna inanarak dik tutulur.
Orucun başı, yüreğinizi paylaştığınız gibi, sofranızı ve
ekmeğinizi, yoksullarla, yetimlerle, evsiz,
işsiz ve aşsızlarla paylaşarak dik tutulur.
Her gün iftarda ve sahurda yemeyi düşündüğünüz envai
çeşit yiyeceğin bedelini Çeçenistan gibi iman ve özgürlük
mücadelesi veren gönül coğrafyanızın sakinlerine ayırıp,
sofranızda bir depremzede standardına razı olmakla dik tutulur.
Orucun başı, yeryüzünün tüm açlarını, açıklarını,
mazlumlarını, mağdurlarını yüreğinize alıp, onlara
donattığınız gönül sofranızı iç geçirerek izlerken
açlığınızı unuttuğunuz zaman dik tutulur.
Siz orucun başını dik tutarsanız,
elbet oruç da sizin başınızı dik tutacaktır.
Orucun başını dik tutanların ve
başını oruçla dik tutanların Ramazan’ı bereketli olsun.
Mustafa İslamoğlu
şu malumatı verir:
“Farsça ruze’den gelir. Türklerin ‘r’ ve ‘le’ ile başlayan
kelimeleri olmadığından, böylelerinin başına daima
kelimenin harekesiyle müteharrik bir hemze ilave
etmeleriyle uruze ve badehu oruc olmuştur.
(Urus, Iramazan gibi)”
Oruç kelimesinin kökenine ilişkin bu malumattan yola
çıkarak, eski Türkler’de orucun olmadığını, bu ibadetin
İslamiyet yoluyla önce Farslar’a sonra da Türkler’e
geçtiğini söyleyebiliriz.
Oruç, Kur’an lisanındaki savm’ın karşılığıdır.
Savm, en büyük Arap dil ansiklopedilerinin verdiği
bilgiye göre terk ve ‘direnç’ manasıyla sabır anlamlarına
gelmektedir. Savm’ın kök anlamlarından yola çıkarak,
orucun ‘tutmak’ ve ‘bırakmak’ gibi birbirine zıt iki anlamı
birden taşıyan bir ibadet olduğunu kolayca anlayabiliriz.
Orucun amacı da, bu anlamın insan hayatında aktif hale
gelmesini sağlamaktır: ‘tutmaya değer olanları tutmak’
ve ‘bırakılması gerekli ve yararlı olanları bırakmak’.
Orucu emreden Kur’an ayetinin, bu emrin gerekçesi
olan şu hitapla bitmesi, yukarıdaki sonuçla bire bir
örtüşmektedir: “leallekum tettukûn: umulur ki
sakınır/korunursunuz.”
Sonuçta, yalnızca ‘sakınanlar korunurlar’.
Ancak ‘terketmeyi’ bilenler ‘direnebilirler’.
Kalıcı ve iyi birşeyler ‘tutmak’ için, geçici ve
kötü şeyleri ‘bırakmak’ şarttır. Bazen ‘tutabileceğiniz’
şeylerin sayısı, ‘bırakabileceğiniz’ şeylerle orantılıdır.
Ya da, bu tesbitleri şöyle de dile getirmek mümkündür:
Terketmeden elde etmeyi istemek, bedel ödemeden
kazanmakla aynı anlamı taşır. Tuttuğunuzun kendi
amacını sizde gerçekleştirmesi, neleri bırakabileceğinize
bağlıdır. Korunmanız, sadece ALLAH bilinciyle
sakınmalarınızın bir ödülü olacaktır.
Şu soruyu, inandığınız değerlerin ne kadar kalıcı ve hakiki
olduğunu anlamak için kendi kendinize sormalısınız:
Bin tane 28 Şubat süreci olsa, topu tek bir Ramazan’ın bu
toplumda oluşturduğu manevi atmosferi dağıtmaya yeter
mi? Kalıcı değerlerin yerine, yönetici seçkinlerin devlet
imkanlarını da seferber ederek zorla ikame etmeye çalıştığı
sahte ve sentetik değerler uğruna, kaç kişi nesinden vaz
geçer?
Canından mı?
Malından mı?
Yemesinden, içmesinden mi?
Zevkinden, sefasından mı?
İslami değerlerle “bin yıl da olsa mücadeleyi sürdüreceğini”
söyleyenlerin görmediği, ya da görmek istemediği yalın ve
tokat gibi matruş suratlarında patlayan gerçek işte bu.
Ve onlar, savaş açtıkları insanlığın değişmez değerlerini
temsil eden hayat nizamı İslam’ın, bugünlere binyıllardır
küfrün, şirkin, tuğyan ve isyanın, şeytan ve hempalarının
her tür ve cinsine rağmen geldiğini unutmuş görünüyorlar.
Ramazan ilahi bir gündem.
Tüm sahte gündemlerin ortasına,
karanlığın ortasına düşen bir ışık topu gibi düşüverdi.
Yazık;
bu ışık topunun gönüllere nur,
gözlere sürur,
dizlere derman,
yüreklere ferman olan ışığından kalplerinin gözleri kör,
kulakları sağır,
ağızları dilsiz olanlar yine yararlanamayacaklar.
En çok onlara acımak gerek.
Ramazan, ruhun beslenmesi için bedenin aç bırakıldığı
aydır. 11 ayın yürekte bıraktığı kiri, isi, pası temizlemek
için yüreğin bakıma alınmasıdır. Yüreğinin çeperlerine
tutunarak kendine doğru tırmanmak isteyenler için
bulunmaz bir fırsattır Ramazan. Umutların kuşlar gibi göç
ettiği, geleceğin tüm baharlarının gıyabında ölüme mahkum
edildiği, gül yüzlü yarin güzel kokusuna kurşunlar sıkıldığı,
aksaçlı sevdaların intihar eden yunuslar gibi kıyılara
vurduğu, ihanet kasırgalarının mamur yürekleri harabeye
çevirdiği, güneşe karşı uluyanların terör estirdiği bir zaman
ve mekanda Ramazan sadece bir imkan değil bin imkandır.
Ramazan’ı ‘beslenme festivaline’ dönüştürmek, bu imkanı
hovardaca israf etmekten başka bir şey değildir.
Ramazan’ı festivale dönüştürenler orucu diyete, ibadeti
adete dönüştürürler. İbadeti adete dönüştürenlerin
kaçınılmaz olarak yaptıkları ikinci yanlış ‘adeti ibadete’
dönüştürmektir.
Toplumsal çürüme ve sosyal çözülmeden rahatsız olanlar,
sorunun bir parçası olmaktan çıkıp çözümün bir parçası
olmak istiyorlarsa, tıpkı Hz. Peygamber’in yaptığı gibi,
önce kendileriyle tanış olacakları, biliş olacakları bir
atmosfere ‘hicret’ etmek durumundadırlar.
İşte Ramazan, böyle bir ‘hicret’ için bulunmaz bir ‘Hıra’dır.
Kendi şahsiyetini yeniden yoğuracak ve doğuracak bir varlık
sancısının gül yüzlü meyvelerine ne güzel ebeliği ancak bir
Ramazan yapabilir.
Oruç tutmakla iş bitmemektedir,
asıl yapılması gereken orucun başını dik tutmaktır.
Orucun başı, haram yiyerek beslenen haramzadelere ve
haramilere inat, bu ülkede helalin, hakkın, adaletin ısrarlı
temsilcisi olmakla dik tutulur. Haramilerin gasbettiği bu
ülkenin öz kaynaklarının, gasıpların elinden alınarak
mustaz’aflara iade etme azminin orucun tamamlayıcı bir
boyutu olduğuna inanarak dik tutulur.
Orucun başı, yüreğinizi paylaştığınız gibi, sofranızı ve
ekmeğinizi, yoksullarla, yetimlerle, evsiz,
işsiz ve aşsızlarla paylaşarak dik tutulur.
Her gün iftarda ve sahurda yemeyi düşündüğünüz envai
çeşit yiyeceğin bedelini Çeçenistan gibi iman ve özgürlük
mücadelesi veren gönül coğrafyanızın sakinlerine ayırıp,
sofranızda bir depremzede standardına razı olmakla dik tutulur.
Orucun başı, yeryüzünün tüm açlarını, açıklarını,
mazlumlarını, mağdurlarını yüreğinize alıp, onlara
donattığınız gönül sofranızı iç geçirerek izlerken
açlığınızı unuttuğunuz zaman dik tutulur.
Siz orucun başını dik tutarsanız,
elbet oruç da sizin başınızı dik tutacaktır.
Orucun başını dik tutanların ve
başını oruçla dik tutanların Ramazan’ı bereketli olsun.
Mustafa İslamoğlu